Çağdaş Alman Öykü Antolojisi Almanya - Avusturya - İsviçre [2, 1 ed.]
 9789754069044

Citation preview

ÇAGDAŞ ALMAN ÖYKÜ ANTOLOJİSİ II

ÇAGDAŞ ALMAN ÖYKÜ AN'fOI:OJİSİ ALMANYA-AVUSTURYA-ISVIÇRE il

Derleyen ve Almanca asıllarından Türkçeleştiren:

Kamuran Şipal 1. Basım: Şubat 2014, ©Cem Yayınevi, 2013 ISBN TAKIM: 978-975-406-904-4 Düzelti: Kadir Kıvılcımlı Sayfa düzeni / Kapak tasarım: Bülent Eryılmaz Baskı: Umut Matbaası Fatih Caddesi Y üksek Sokak l l/l Merter - İstanbul Tel: (212) 637 09 34 Matbaa Sertifika No: 22826

CEM YAYINEVİ

İpek Sokak 8/ A 34433 Beyoğlu - İstan b ul Tel: (212) 293 41 70 Faks: 244 15 33 www.cemyayinevi.com [email protected] Yayınevi Sertifika No: 10823 A ntolojide yer alan öykfüerin yayın hakları, hak sahipleri ve temsilcileriyle doğnıdan yapılan anlaşmalar ya da Onk Ajans aracılığı ile alınmıştır. Söz ko!).l\Sll haklara ilişkin ayrıntılar kitabın samında yer almaktadır. Oykülerin Türkçe çeviri haklan Cem Yayınevi'ne aittir. Yayınevinin yazılı izni olmadan kullanılamaz.

taeaas Atman öykü Antolojisi Almanya· Avusturya· isvttre

il Türkçesi: Kamuran Şipal

cem1n yoyınevıV

J ünger, Friedrich Georg [1.9.1898 Hannover, 20.7.1977 Überlingen/ Konstan: Gölü]

E

mst Jünger'in kardeşi; kimyager ve eczacı bir babanın oğlu. Liseyi bitirdikten sonra gönüllü olarak katıldığı Birinci Dünya Savaşı'nda ağır şekilde yaralandı. 1920

-24 arasında leip:ig'te ve Halle'de hukuk okudu, 1926'dan sonra bağımsı: yazar olarak Berlin'de, 1937'den başlayarak

Überlingen'de yaşamını sürdürdü. Şiirlerinde EG. Klops­ tock'un ve E Hölderlin'in odlannı örnek aldı. Zamanının kaos havasına, 30'lu ve 40'lı yılların yaygın eğilimine uyarak sıkı bir biçim anlayışıyla karşı çıktı. Şiirlerinde işlediği tema ve kullandığı ben:etiler bakımından "iç göç" akımının doğa şairleri G. Britting ve lehmann gibi kişilerle aynı topluluk içinde yer aldı. Deneme yazan olarak çağdaş tekniğin yıkıcı gelişiminin karşısına Yunan antik dünyasının ölçü ve biçim anlayışını çıkardı. Şiir ve denemeler dışında romanlar, öykü­ ler ve biri Grüne Zweige (Yeşil Dallar), öbürü Spiegel der Jahre (Yıl­ ların Aynası) olmak üzere iki anı kitabı kaleme aldı.

SEKRETER Bugün bir yolda yürüdüm. Sık sık, zamana aldırmaksızın yürüdüğüm yoldu bu. Çayır çimen kaplı ovalar içinden, tepeler tümseklerle kaplı tarlalar üzerinden uzanıp gidiyordu. Düşün­ celerime hava aldırmak için bu yolu seçiyordum çokluk. Bana öyle geliyor ki, bu gibi yürüyüşlerde hep bir daire çizmeyi yeğliyoruz. Kırlar bayırlar insanın gönlünü okşuyor, manzaranın hoşluğu ancak yolu tekrar tekrar yürümekle nakşoluyor belleğe. Karaçamların oluşturduğu koruluktan girdim içeri; koruluktan çıkınca dönüp yine kentin yolunu tuttum. Korulukta aklıma gelmişti birden, geçmiş

421

yıllarda bu yolu yürürken Sekreter Knospe'ye rastladığım olmuştu bazen. Gerçekten ismi böyleydi, genç bir kıza çok iyi gidecek bu isim onda biraz tuhaf kaçıyordu, boyu bosu bir cüceyi andırıyordu çünkü ya da bücür bir cini, fırça gibi dik saçlarla iri yapılı, bodur bir orman cinini. Düşüncelerim ister istemez bir kez daha Bay Knospe'ye gitmişti, gözl erimin önünde canlandı Sekreter Knospe, kendisine ilişkin anımsamaların eşliğinde dönüp eve geldim. Öleli yıllar olmuş bu adam bir devlet dairesinde memurdu. Doğup büyüdüğü, sonra da dünyaya gözlerini kapadığı küçük kent, bir midye ya da salyan­ goz kabuğundan farksızdı ve o bu kentten asla dışarı adımını atma­ mıştı. Hiç evlenmemişti Bay Knospe. Sabah erkenden çalıştığı beledi­ yedeki odasına kapanır, öğlede sonra geç vakit daireden ayrılırdı. Bütün bir ömür boyu yazılı başvuruları kabullenmiş, formlar dol­ durmuştu. Bana gösterdiği aşırı saygı dolayısıyla dikkatimi çekmişti Sekreter Knospe. Özellikle iki karşılaşmamız, birlikte yaptığımız iki yürüyüş var ki, belleğimden asla silinmiş değil. Ekinlerin yeşerdiği bir zamandı, aydınlık bir yaz akşamı kara­ çamlarla kaplı vadide rastlamıştım kendisine. Orman içindeki yol bir yerinde bir kıvrım yapıyordu. Kıvrımı tam dönmüştüm ki, önümde giderken gördüm onu, yürüyüşünden tanımıştım. Onun gibi yürü­ yen bir başkasını ömrümde görmedim. Bu yürüyüş yalnızca Sekreter Knospe'ye özgüydü. Bu yürüyüşü tanımlamak benim için kolay değil, ama şu kadarını söyleyebilirim ki, acelecilik taşan bir tür han­ tallık ve bastıbacaklık vardı bu ne boylu boslu, ne dik yürüyüşte. Arkadan bakınca vücudunda biraz kambursuluk göze çarpıyordu. Peşinden yürüyüp ona yetiştim, durdu, selam verdi bana, kendisiyle konuşmamı bekler gibiydi. Yolun bir kısmını birlikte yürüdük bu­ nun üzerine. "Buraları çok iyi tanıyor olmalısınız," dedim söze başlayarak. Ayaküstü bir konuşma için yeterliydi bu kadarı da. "Öyle," diye yanıtladı Sekreter Knospe. "Yirmi yıl boyunca her Allahın günü aynı yolu teperseniz, karanlıkta bile yönünüzü kay­ betmezsiniz. Tanımadığım, bilmediğim bir ağaç yoktur çevrede. Ama öyle fazla bir şey de sayılmaz bu. Ağaçları tanıyıp bilen benden 422

başka bazı kişiler de vardır kuşkusuz." Son sözleri öyle bir tonla söy­ lemişti ki, bu kıt bilgi en ufak bir önem taşımıyordu adeta. "Tahmin ederim," diye yanıtladım ben. İkimiz de kısa bir süre sustuk, ormanı geçip yine ekin tarlaları arasındaki yollarda yan yana yürümeye koyulduk. Bir meşe ağacının önünden geçerken bir an durdu Sekreter Knospe. Ağaç, gençliğinde kendisine hayli kötülük yapılmış gibi bir görünüm sergiliyordu. O an Bay Knospe kendisini ağaçla kıyaslıyormuş gibi bir düşünce geçti kafamdan. Sekreter Knospe elindeki bastonla ağacı işaret ederek, "Doğanın bir oyunu," dedi. "Eskiden bambaşkaydı burası. Ağacın önünde oturmak için bir sıra duruyordu, öbek öbek leylak ve yaseminler ortasında. Ama çok zaman var ki, her şeyde bir çöküş, bir yıkılış göze çarpıyor." Onun bu son cümlesi belleğime kazındı, ama içerdiği eleştiri dolayısıyla değil, eskiden buranın durumunu kafamda canlandıra­ bilmem için hayal gücüme yardımcı olduğu için de değil. Bazı sözcüklerin üzerimizdeki etkisinin nedenini ele geçirmek güçtür. Sekreter Knospe'nin konuşmasındaki ses tonu belli bir hüznü içeri­ yordu. Ağzından çıkan son cümle bir yerden değerli bir alıntı gibi yankılandı kulaklarımda. "Eskiden buraların bazı güzellikleri kend isinde barındırdığını tasarlayabiliyorum," dedim. "Sevgililerin buluştukları bir yerdi kuş­ kusuz. Nihayet bütün çardaklar sevgililerin buluşma yerleridir." "Doğru. Burada bir sevgili çiftine rastlanmadığı sıcak bir akşam yoktu pek. Çardağa yaklaşan biri bir gülme ya da bir öksürük sesi işitti mi, çardağın dolu olduğunu, içeride işinin olmadığını anlardı hemen. Bu da işte gerilerde kaldı. Bunları artık yalnızca eskiden kal­ mış belgelerde okuyup görebiliyorsunuz." "Ne demek istediğini anlamadım?" dedim. "Şey," d iye yanıtladı Sekreter Knospe. "Ben kentin sosyal hizmet kurumunda çalışıyorum. Evlilik dışı dünyaya gelmiş çocuklarla bütün işim. Belgeleri okurken dikkatimi çekti, söz konusu çocuk­ lardan bazısı burada ana rahmine düşmüş." 423

Gülmeden edemedim, o da bir gülümsemeyle katıldı bana. "Yaşadığınız kenti seviyor musunuz?" diye sordum. "Hayır. Bu kentte doğup büyüdüm, ama sevmiyorum. Belki bu tuhaf gelecek size, sevgilerimizin büyük çoğunluğu yinelemelerden ve alışkanlıklardan başka şeyler değildir. Oysa çok iyi tanıdığımız bir şeyle sevdiğimiz şey farklıdır birbirinden." Sözün burasında üze­ rinden bir şeyi sıyırıp atar gibi eliyle bir hareket yaptı. "Hayır, sevmi­ yorum bu kenti. Sanırım fark etmişsinizdir, her şey yerinde sayıyor burada, yollar, evler, insanlar. Her şey öyle eski ki! Ve bir tazelikten, bir dirimsellikten yoksun. Evlerin önündeki eşikler Üzerlerine bası­ lıp geçilmekten bel vermiş, duvarlar yamulmuş, çatılar eğrilmiş. Kendileri dar ve bunaltıcı olmakla kalmayıp bizleri de var güçleriyle sıkıp bunaltan bir şeyi siz gelin de sevin. Kentten birkaç gün için ayrılmaya göreyim, rahat bir nefes alıyorum. Buralarda gezip dola­ şıyorum hep, çünkü kırları, bayırları insanlardan daha yakın buluyo­ rum kendime. Yürürken düşünmek hoşuma gidiyor, çünkü oturur­ ken iç karartıcı oluyor düşüncelerimiz. Havadaki bütün ölü nesne­ lerden kaçıp kurtulmak için çıkıp dolaşıyorum." "Siz hareket etmek istiyorsunuz. Ve gezip dolaşırken bir başka­ sıyla da daha rahat konuşabiliyor insan." "Seyrek ele geçen bir fırsat bu." Şöyle bir silkindikten sonra ekledi Sekreter Knospe: "Zaman zaman kültürlü biriyle konuşmak hoş bir şeydir, bilirsiniz. Demek istediğim, hemen başında bir hedefe yönelmeyen, hemen başında bir amaca hizmet etmeyen konuşmadır. Size eşlik etmeme izin vermekle lütfettiniz. Başka vakit bu yolu hep tek başıma yürürüm." "Böyle söylememelisiniz," diye yanıtladım; bu arada kendisini biraz daha dikkatle süzdüm. Her halinde bir komiklik seziliyordu adeta. Hayli ufak tefek biri oluşuna, kaba saba vücut yapısına üzü­ lüyor olmalıydı. Pek sevimsiz bir yüzü vardı yaradılıştan; iri ve eğri bir burun, çalı gibi dağınık bir sakalla adeta bir cüce cini andırıyordu. "Benimle olmaktan hoşlanmanıza sevindim, ama bunun yalnızca sizin hoşunuza gittiğinizi söylemeniz doğru değil. Her ikimiz de 424

bundan keyif alıyoruz, dolayısıyla ne siz bana borçlu sayılırsınız ne de ben size." Bu sözler üzerine aydınlandı yüzü. "Sorun da bu ya," dedi. "Biliyorum, insanların pek çoğu bende gülünç bir taraf buluyor. Siz de bendeki bu gülünçlüğü açığa vuran sözler söyleseydiniz, hiç alınmazdım doğrusu. Konuşma üslubunuzun bende hayranlık uyandırdığını söylersem bana inanınız. Bir özgürlük havası içeriyor konuşmanız, ben de işte özgürlüğü seviyorum. Hayatın yüzüme pek gülmediğini sanırım fark etmişsinizdir. Bense bana tanınandan biraz daha fazla özgürlük peşindeyim, bu da benim için yaşamı güçleşti­ riyor. Kimseden acıma beklediğim yok. Ama sizde bir şey var, içimi şenlendiriyor, bana neşe veriyor. Karşılığında size buyur edeceğim bir şeyim yok kuşkusuz. Bu yüzdendir ki size eşlik etmemi hoş karşı­ lamanız benim için bir lütuftur." Başka her şeyi beklerdim de, ondan bu itirafları beklemezdim doğrusu ve söz konusu itiraflar beni düşünemeyeceğim kadar duy­ gulandırmıştı, çünkü bu itiraflarda kendi kendini tanımaktan kay­ naklanan bir acı seziyordum. Fazlasıyla ileriye uzanan, ölçüyü aşan bir acıydı bu. Ve bu acıda bir şey vardı, beni incitiyordu. Onun acı çektiğini de anlamıyor değildim. Bu acı her şeyden önce onun çevre­ sindekilere açılamamasından kaynaklanıyor, kendisini anlatmaya kalkar kalkmaz başkalarının gözünde komik bir kişi olup çıkıyordu. Çevremiz çokluk Süleyman'ın mührü gibidir, bizi bir daha dışarıya çıkamayacağımız gibi bir şişenin içine hapseder. Ama bazen de biri çıkar karşımıza, içimizi olduğu gibi kendisine dökeriz, herkesin hayatında anımsayacağı kimi anlar vardır kuşkusuz: Sanki bir büyü, bir sihirle üzerimizdeki yükü silkip atar, sonra da onu karşımıza çıkan bir başkasının sırtına yüklemeye bakarız. Bu tanımadığımız kişiyi özellikle bizim için yapılmış bir anahtar gibi kullanır, bunda da utanılıp sıkılacak bir taraf görmeyiz. Bu da nerede aldırır bize solu­ ğu? Susmayı seviyor bu adam diye geçirdim içimden ve böyle gider­ se daha da suskun biri olup çıkacaktır. Aslında Knospe(•ı değil, Kapt•)

Almancada tomurcuk anlamına gelen sözcük (Ç.N.). 425

sül olmalıydı ismi. Çünkü zamanla kentte, işinde, bürosunda bir kapsül gibi giderek daha çok içine kapanacak, dışarıyla tüm ilişkisini koparacaktır. Söz konusu anlar akla gelebilecek en nazik anlardır. Dolayısıyla, onun söylediklerine bir yanıt vermeye kalkmadım. Susup yürü­ yüşümüz sürdürdük. Kentte el sıkışıp ayrıldık birbirimizden. Sonradan bir kez daha karşılaştık Sekreter Knospe'yle; bir kış günüydü, kent önünden akan ırmağın karşı yakasındaki tarlalar arasında dolaşıyordum. Karşı tarafta da tepecikler, koruluklar ve tarlalar vardı. Hafif bir rüzgar bulutları sürüyüp götürüyor, soğuk sis içinden zaman zaman çıplak kavaklar bir gölge gibi başlarını çıkarıyordu. Yerler donmuş, takır takırdı. Ben tam o sırada kentte eskiden darağacı kurulan ve idam sehpası yerleştirilen düzlüğün hala görüldüğü yere gelmiştim ki, karşıdan biri bana doğru yaklaştı, çok geçmeden tanıdım kendisini, Sekreter Knospe idi. "Kasvetli bir günde, kasvetli bir yerde yeniden karşılaşıyoruz," dedim. "Acaba biliyor musunuz, darağacı buradan ne zaman kal­ dırıldı?" "Çok oluyor," diye yanıtladı Sekreter Knospe. "Ama halk hala burasının tekin olmadığına inanır. Karanlıkta bu tepeye çıkmayı öyle kolay göze alacak kimse yoktur. Ama ölüp gitmiş insanların bize ne zararı dokunabilir? Onlardan ne diye korkalım." Derken kar atıştırmaya başladı, yoğun bir kar, gittikçe daha da yoğunlaştı. Bir süre konuşmadan kent yolunda ilerledik. Kar yumak­ ları, rüzgarda döne döne gelip yüzüme çarpıyordu. "Bilmem," dedi Sekreter Knospe, "benim çocukken yaşadıklarımı siz de yaşadınız mı? Kar yağarken pencere önünde dikilip kar yumaklarını seyreder, çokluk aralarından birini gözüme kestirir, yere ya da bir ağacın üzerine düşene kadar onu izlerdim. Başlangıçta neden böyle dav­ randığımı , neden o bir tek kar yumağını öylesine bir dikkatle izlediğimi bilmezdim. Herhalde kar yumağını da benden başkasının görmediği kesinlikle söylenebilirdi. Kimi taşlarda, çiçeklerde ve tek tek yapraklarda da kendilerini gören tek kişi ben miyim diye sorar426

dım kendi kendime. Ama her zaman birazcık olsun bir kuşku içimde varlığını sürdürürdü." "Peki bir şeyi sizden önce başkalarının görmüş olabileceğinden niçin rahatsızlık duyduğunuzu anlayabildiniz mi?" "Sanıyorum. Galiba içinde büyüdüğüm yoksullukla ilgiliydi bu. Göğsümü gere gere benim olduğunu söyleyebileceğim hiçbir şeye sahip değildim, çünkü her zaman söz konusu nesnede pay sahibi biri olurdu ortada. Tümüyle yalnız benim sayılacak bir şeyim olsun isterdim hep. Öylesine benim olmalıydı ki, kimse bunu bil­ memeli, kimsenin bundan haberi olmamalıydı. İlkin böyle bir şey çok kolay görünmüştü gözüme, ama zamanla zorlaştıkça zorlaştı." "Sizinkisi öyle kolay gerçekleşecek bir istek değil." "Kim bilir. Uzun süre kendime ait bir odam olsun istedim; ne var ki, böyle bir odaya kavuşunca, onun yalnız, ama yalnız bana ait olma­ dığını anladım. Tümüyle odayı yalnızca ben kullanayım istiyor, ama bunu bir türlü gerçekleştiremiyordum. Ne tuhafsa bunun üzerine bir yok etme hırsı belirdi içimde. B azen öyle oluyordu ki, sanki bir şeyin tümüyle benim olduğuna güven getirmek için onu parçalarına ayır­ mam gerekiyordu. Bir ara daha önce babamın kullandığı, sonradan annemin bana armağan ettiği bir saati parçalamaya koyuldum. Sıra çarklarına ve yaylarına gelince, vazgeçip bıraktım, çünkü saatin be­ nim olmadığını anlamıştım. "İşe yanlış başlamışsınız," dedim gülümseyerek. "Çünkü bu yoldan bir şeye hiç sahip olunabilir mi?" "Olunamaz elbet. Elimizden günün birinde çekilip alınmayacak hiçbir şey yoktur." Sekreter Knospe'yle konuştuğumuz son sözler oldu bunlar, çünkü hemen ardından birbirimizden ayrıldık. Daha aynı gün kent­ ten çıkıp gittim ben, yeniden döndüğümde de onun öldüğünü öğ­ rendim. Ölen birinin arkada bıraktığı izler ne kadar da algılanabi­ lirlikten uzak şeylerdir. Ne kadar da çabuk defteri dürülür ölen kişi­ nin. Ölen kişi bir gölgeye benzer, bizim kendisine ilişkin anılarımız da gölgenin gölgeleri gibidir. Ama Sekreter Knospe'ye ilişkin anıla­ rımda yine de batan bir iğne gibi acı veren bir taraf eksik değildi. 427

Artık küçük kente seyrek uğradığım oluyor, ama tepeler, tümsekler içeren ovada bir yürüyüşe çıktım mı, Sekreter Knospe'yi düşünme­ den duramıyorum. O aklıma gelince, bir sızı duyuyorum yüreğimde, ölen birinin geride bıraktığı bir sızı bu. Bu alçakgönüllü insanı artık kimselerin göremediği yerde ben görüyorum. Bugün bir zaman ken­ disiyle karşılaştığımız orman yolunun dönemeç yerinde ansızın karşımda belirir gibi oldu. Onun yıllar boyu durup dinlenmeden kırlarda sürdürdüğü tüm yürüyüşlerin bir çember çizdiği aklıma geldi. Hep bir çember içinde kentin çevresinde dolanıp durmuştu Sekreter Knospe. Hep bu çemberi yineleyip durmuştu. Nereye? Niçin? Kim yanıt verebilir buna? Yalnızca o ince sızı varlığını sürdürüyor içimde.

LAURA I Yeldeğirmenleri, su değirmenleri, taş ocakları ve tuğla fabri­ kaları çocukluğumda bir hoş izlenim bırakmıştır üzerimde. Onlara yaklaşmayagöreyim, içimi gizemli bir duygu kaplamış, önüne geçemediğim bir korku üzerime çullanmıştır. Yabancı, hiç aşinası olmadığım nesneler gibi görünmüşlerdir gözüme. Her seferinde etraflarından dolanıp geçeyim istemişimdir. Öte yandan, hayalimde onlarla uğraşıp durmuşumdur hep; gizli bir cazibe merkezi oluş­ turmuş, beni hep kendilerine çekmişlerdir. Bir tepe üzerinde duran böyle bir yeldeğirmeninin dönüşünü uzun zaman seyretmekten kendimi alamamış, yorgunluk nedir bilmemiştim. Değirmenin kömür gibi siyah kanatları tedirginlikle, dur durak bilmeksizin dönüyor, açık gökyüzüyle belirgin bir kontrast oluşturuyordu. Kanatların kendiliklerinden çizdiği suskun dairelerde bir şey vardı içime korku salan. Sanki çaresiz kalmış bir canlı vardı da kollarını 428

uzatmış yardım dileniyor, ama kolları hemen yine acımasızca çekilip aşağı alınıyordu. Kanatların devinimlerinde beni duygulandıran suskun bir umarsızlık seziyordum. Bulunduğu tepeye komşu bir başka tepeden değirmene bakabiliyordum ancak, çünkü belli bir yaşa gelinceye kadar yanına yaklaşmayı, hele içine ayak atmayı göze alamamıştım. Değirmenci tarafından terk edilmiş bir değirmen olduğunu bilseydim, komşu bir tepeden de bakamazdım ona. Benim için boş değirmenler de ötekiler gibi tekin değildi, hatta daha kor­ kunç gözüyle baktığım değirmenlerdi bunlar. Kanatları tahtadan ya da yelken bezinden bu terk edilmiş siyah değirmenler, mezar tümsekleri üzerine çömmüş yaşlı kadınlara benziyordu. Bir sehpa üzerinde duran değirmenlerdi hepsi, bir kez çalıştırıldılar mı çatırdayarak, gıcırdayarak, inildeyerek bir eksen çevresinde dönüp duruyorlardı. Bugün söz konusu değirmenlerden bir tane bile yok artık, tümü kaybolup gitti kırlardan, bayırlardan. Geride yalnızca tepeler kaldı ve tepelerde mürverlerin yurt tuttuğu değirmen du­ varları. Gezmeye çıktım mı, hevenk şeklinde dizilmiş mürverlerden bir vakit değirmenlerin Üzerlerinde yükseldiği alanları seçebili­ yorum. Taş ocakları ve tuğla fabrikalarının da yeldeğirmenlerinden kalır yeri yoktu. Tuğla fabrikalarıyla karşılaşınca duyduğum ürper­ tiye fazladan bir ıssızlık, bir kasvet duygusu da gelip katılıyordu. Ne de olsa bu gibi işyerlerinin hemen her zaman çok çirkin bir manzarası vardır. Çukurlardan ve işledikleri aynı malzemeden hazırlanmış harçla kurulup çatılmış sevimsiz barakalar dışında içerdikleri bir şey yoktur. Ama benim içime korku salan, barakaların çirkinliği değildi yalnızca. Tuğlaların kurutulduğu, içleri boşken bana o saat iskeletleri anımsatan uzun ve dört bir yanı açık sundurmaların da, lüleci çamu­ ru içine açılmış ve diplerinde sessiz, karanlık havuzlarla çamurlu kıyıları cascavlak yapay havuzların da payı vardı. Ama lüleci çamu­ runda ammonitlere, belemitlere, midye kabuklarına ve daha başka canlıların fosillerine rastlanıyor, ben de bunları arayıp bulmaya bayılıyordum. Gel gelelim havuzlar da ne kadar da sessiz, ne kadar da ölüydü. Bu yetmiyormuş gibi tuğla fabrikalarında çokluk hayli 429

uzaklardan kalkıp gelmiş yabancı işçiler çalışıyordu. Ama işçiler yalnızca tuzu biberiydi işin, çünkü buraların da yeldeğirmenle­ rinden kalır yeri yoktu, boş tuğla fabrikaları da doğaları gereği tekin olayan, gizemli yerlerdi benim için. Tekinsizlik duygusu başka duyguların katkısı olmaksızın içimde dünyaya gözlerini açmış, zamanla gelişip serpilerek iyice pekişmişti. Kendimi elinden kurtar­ mam bir de uzun sürdü ki! Ama yine de içimden büsbütün kay­ bolduğunu söyleyemem, arada bir kendini anımsattığı olmuyor değil bana. On sekiz yaşındaydım, bir gün babam tuğla fabrikasına giderken beni de yanına aldı. İtalyan işçilerin çalıştığı fabrika evi­ mizin yakınındaydı. İşlerin makineyle değil, elle görüldüğü fabri­ kalardan biriydi. Lüleci çamuru kalıplar halinde preslenip boyan­ dıktan sonra, ıslak tuğlalar kurutulmak üzere sundurmalara konu­ yor, ardından da pişiriliyordu. İş ağırdır tuğla fabrikalarında; elle­ rine çok para geçmesini istedi mi, işçiler hızlı bir tempoyla çalışmak zorundadır. İtalyanlar iş konusunda deneyimli ve becerikli kimseler diye bilinirler, göçebe işçilerdir hepsi, yazları bizim burada kalır, sonbahar geldi mi kalkıp memleketlerine dönerler. Bazılarının siması aşinaydı bana, arada bir kırda bayırda kendilerine rastladığım olmuştu. Hele içlerinde kara ve gür sakallı, boylu boslu, iri yarı biri vardı, özellikle dikkatimi çekmiş, bir kulağındaki balık biçiminde küçük altın küpe hayretimi uyandırmıştı, çünkü benim bildiğim küpeleri süs diye kadınlar takardı kulaklarına, çatık kaşlı bu heybetli adama böyle bir ziynet eşyasını doğrusu yakıştıramamıştım. Sonra, insan üzerinde çatık kaşlı bir izlenim bırakması da sakalından ve siyah giysisinden kaynaklanmaktaydı, çünkü kendisine sempatiyle bakan babamdan işittiğime göre, adamın içi çocuksu bir iyi kalpli­ likle doluydu. Karısı ölmüştü, ama kendisi iki çocuğuyla buradaydı. İkisi de kızdı çocukların, büyüğü on altısında var yoktu, küçüğü yaklaşık dört yaşındaydı. Tatil günlerinde babalarıyla köye indikleri zaman sık sık rastlamıştım kendilerine. Birbirimizin önünden geçip giderken, büyüğü her seferinde bana şöyle bir bakmış, benim de kalbim çarpmaya başlamıştı. Yanımızda yöremizdeki kızların hep430

sinden daha çok hoşlanmıştım ondan, esmer, sülün gibi, çevik bir kızdı, boylu bosluydu. Heybetli bir babanın yanmda öylesine çıtı pıtı ve narin görünüyordu ki, bir karacaya benziyordu. O gün tuğla fabrikasının avlusunda beklerken, işte bu iki kızı görmüştüm yeni­ den. Ablası küçük kardeşinin üzerindeki toz toprağı temizlemeye uğraşıyor, bir yandan da kardeşiyle konuşuyordu. Oldukça iyi İtalyanca bildiğimi de belirtmeliyim; bunu da uzun zaman İtalya'da yaşamış, İtalyanca konuşmayı seven anneme borçluydum. Büyük kızın ne konuştuğunu merak ettim, niyetim sundurmaları görmek­ miş gibi bir yüz takınarak iki kardeşin yanına sokuldum. İlk öğren­ diğim şey, küçüğünün adının Giacomina, ablasınınkinin ise Laura olduğuydu. Yanlarına yaklaşmam konuşma sırasında iki kardeşi rahatsız etmemiş, her ikisini alıcı gözüyle rahat rahat izleyebilmiş­ tim. Giacomina, dünyaya hayretle bakan iri iri gözleriyle güzel bir kızdı, açmakta olan bir çiçeği andırıyordu. Ama Laura, kendisine ilişkin önceden edindiğim izlenimle kıyaslandığında daha sevimli göründü bana. Pembe tenleri, hayat dolu bakışlarıyla o esmer kızlardan biriydi; davranışlarındaki incelik ve özgüven beni şaşırt­ mıştı. Ben az ilerisinde dikilirken, okşayıcı sözlerle kardeşiyle konu­ şup duruyordu. Bu taşra yerinde oturanlardan birinin dediklerini anlayabileceği düşüncesi belli ki büsbütün uzaktı kendisine. Ağzın­ dan şu sözleri işitince, duyduğum sevinci nasıl anlatsam bilmem! "Misafir geldi, görmüyor musun, Giacomina? Git de eğil önün­ de bakayım, hoş geldin de!" Ablasının sözünü dinleyen Giacomina hemen yaklaşıp zarif bir reveransla eğildi önümde, hoş geldiniz dedi. Ben de hiç konuşmadan başımı eğerek iki kardeşi selamladım. "Bizi anlamıyor zavallı. Nasıl, misafirimizden hoşlandın mı, Giacomina ?" "Solgun bir yüzü var," diye yanıtladı Giacomina. "Hastalıktan mı kalkmış acaba?" "Sor bakayım, hastalıktan mı kalkmış?" Bana doğru yaklaşan Giacomina, "Hastalıktan mı kalktınız?" diye sordu. Ben, anlamamış gibi yapıp omuz silktim. 43 1

"Solgun yüzlüleri severim, bayılırım solgun yüzlülere," dedi oradan Laura. Ardından bir ezgi mırıldanmaya başladı: L'amor'C come zucclıero, L'amor'c come micl e. < 1 '

Derken sustu, yeniden Giacomina'yla şaklabanlığa koyuldu. Bana şöyle bir bakıp, "Yakışıklı biri," dedi. "Beğendim. Baksana Gia­ comina, mavi mavi ne tatlı gözleri var. Ama hiç konuşmuyor, dilini yutmuş sanki!" "Aptal mı?" diye sordu Giacomina. Laura güldü. "Bilmem ki hayatım." Ve deminki ezginin aynı d izelerini yineledi: L 'amor'e come zucclıero,

L 'amor'e come miele.

"Ben de şeker, bal istiyorum," diye sesini yükseltti. Giacomina. "Seni budalacık, seni zavallı budalacık!" diye karşılık verdi Laura. "Öf, senin de bir şeyden anladığın yok. Başkaları aptal mı diye soru­ yorsun, sen kendin aptalın birisin, bir şeyden anlamıyorsun çünkü." Tam bu noktada iki kardeş arasında söyleşi kesildi; fabrikadaki işçilerden biri, yaklaşık yirmi yaşlarında bir genç avludan yaklaştı, Laura'ya doğru yürüdü. Pek dostça denemeyecek bir bakışla şöylece bana baktı, başparmağıyla beni göstererek, "Kim bu?" diye sordu. "Ne arıyor burada?" Laura, "Non so,11