Alman Belgelerinde Alman-Türk Silah Arkadaşlığı ve Ermeniler [1 ed.]
 9789750509520

Citation preview

SERDAR DINÇER ı953'te Alaşehir'de dogdu. !zmir Atatürk Lisesi'ni bitirdikten sonra ı 970 sonunda Etibank burslusu olarak Almanya'ya gitti ve Berlin Teknik Üniversi­

tesiMaden Fakültesi'nden ı 978'de mezun oldu. Berlin'de çocuk yuvalannda e�itmen olarak çalışu. E&iımenlik meslek e&itimi ve sosyal pedagoji �niınini tamamladı. Bunlara ek olarak taksi şoförlogo yapn. Şimdi sosyal pedagog olarak çalışıyor. ı971'den beri çeşitli dernek, dergi ve panilerde çahşn. Berlin'de ı983'e dek ya­ yımlanan Kurtuluş gazetesinde yazılar yazdı. 2006 yılında Almanya. Bir Kış Masalı ve Diyalekli&in Şairi Hcinrich Heine isimli kitabı yayunlandı.

Iletişim Yayınlan 1659



Tarih Dizisi 68

ISBN-1 3: 978-975-05-0952-0

© 2011 Iletişim Yayı ncı l ık A.Ş.

1. BASKI 20 1 1, Istanbul

EDITÖR Kıvanç Koçak KAPAK Suat Aysu

KAPAK FOToGRAFI Osmanlı ve Alınan ordulannda

rnareşal ıiltbesi alan von der Goltz Paşa'nın da (en öndeki)

kauldı� bir tören. [Kaynak: PAdAA-PolitL�ches A rehiv

des Auswirtigen Arntes (Dışişleri Bakanlı� Politik Arşivi) 1

UYGULAMA Hüsnü Abbas

DOZELTl Selin Çakar

BASKI ve ClLT Sena Ofset Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi B Blok 6. Kat No. 4NB 7-9-11 Topkapı 34010 Istanbul Tel: 212.613 03 21 lletişim Yayınlan

Binbirdirek Meydanı Sokak Iletişim Han No. 7 Caga loglu 34122 Istanbul Tel: 2 1 2.5 1 6 22 60-61-62



Faks: 2 1 2.516 12 58 • w eb : www . il etisim . com . tr

e-mail: [email protected]

SERDAR DINÇER

Alman Belgelerinde

Alman-Türk Silah Arkadaş hğı ve Ermeniler

�,.,,

., iletişim ..

iCiNDEKiLER

1

2

3

. . . . . . . . . .

Onsöz ..

. . .

.

. . .

. . . . . . . . . . . . . . .

.

5

6 7

B

. . .

. . . . . . .

Ve Yas Tutmaya, Matama Yeteneksizlik Militarist Almanya Emperyalizm. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ...

. .

. . . .

Ordu ....

.. . .

.

...

.

7

. . 57

. ... .......... 76

...... ............. 88 .... .... 101

............... 128

Diplomasi ....... . ...... ..... .

"Dofluya Arzulu Tazyik" va Ba{ldat Hatti ..

.

..

. . . 138

............. 161

Wilhelm Almanyası'nda "Oryant"

Wilhelm Almanyası'nda "Ermeni" .. ... . . ...

Savasa Gidan Almanya

. . . . . .

.......... ..... ................................... 71

. . . . . . . . . . .

Baş aktörler...

4

.

...

11908-1913)

..

....

. . . . .

..

...

. . 185

. . . . . . . . . . . 231

Savae Yolunda Osmanlı va Ermeniler

11908-1913).

.

.. ... ... . .... .

.

265

9 1814

1O

. . . . . . . . . . . . . . ..

. . . . . ...... . . . ... . .

. ...

. . . . .. . . . . . .. . . .

Avrupa'da 1915 ....................... .. ................ .Deniz/er........

13

14 15

16

············

"Devrimci" Wilhelm....... . ............... ....................

11 1815 . ........... . .......... ... .. .... ...................

12

······

. . . .. . .. . . . .

Stimürgeler .......... .

... . ..... . . 381 .. ............. 383 . ..

. ... ... .384

.385

"Tehcir"de Sistem.

. . . 423

''Zafer", Vurgun ve Diktatörlükler..........

Sonsöz ........ .

Belgeler.......

.

...355

.. .3 71 .

"Tehcirn

Mütareke ve Sanras1

.. .. . . . 305

. .......443

.. . .. .. ....523

................543

...........549

1

Ön söz

"Sayet ben size eski kulju yumurtalarından söz etmezsem, Priamos'un lJnllJ gözyasiarını anlayamazsınız. • Hainrich Heine

Böyle bir çalışmaya girişmem için ille de Hrant Dink'in öldürül­ mesi mi gerekiyordu? llle de katillerin o yılışıklıklannı, o bay­ raklı arsızhgı görmem mi gerekiyordu? Bir öfke kitabı oldu bu kitap, intikam, yani Aaron kitabı. Alman yazınmda "Shylock Sendromu" (Schwanitz) diye bir kavram var. Heinrich Heine, Shakespeare'in, kızını elinden ka­ çıran ve kandınlan "Venedik Taciri" Shylock'un intikamcı deli bakışlannda yüzyıliann Yahudi öfkesini görür, ona agıt yakar. Shakespeare'in bu komedisi, Reine'de bir dramdır. Her insan kitaplarda kendini okur, kendini yazar. Ben de bir "Almancı" olarak, her yerde "Almancı" görürüm, "Almancı" okurum , "Almancı" yazanm. Shylock Sendromu'nun adı bence Aaron Sendromu da olabilir. Shylock gibi, Othello gibi Aaron da "Almancı"ydı. Aaron göçmendir. Afrikalı bir köle. Şüpheci, mazlum ve hain; yalaka ve intikamcı; yok olmamak için her şeye razı, fırsat buldugun­ da ise her alçaklıgı yapmaya, cesetlere basarak yürümeye kadir 7

bir zavallı. Sokaklar Aaron dolu. Kuleleri Aaron'lar yıktı. Kule­ lerde çalışan nice finans Aaron'uyla birlikte. Hala Shakespeare'in olup olmadıgı tartışılan Titus Andronicu.� isimli yapıtın bence ana figürü bu Aaron'dur. Kölelikten Batı­ Gol (Vizigot) Kraliçesi Tamora'nın sevgililigine, akıl hocalıgı­ na dek yükselmiş ve kendine yapılanlan herhalde unutamamış bir insan. Bütün oyun boyunca kan döker, insanlan birbirine düşürür, !@n döktürür. Bir tek kendi yavrusuna sadık kalır, iyi babalık bile yapar ve onun için ölüme gider. Daragacına gider­ ken de has has bagınr: "Evet bin vahşet, cürüm işledim, o kadar kolay, sinek avlar gibi. Bana hiçbir şey, gerçekten hiçbir şey bu kadar koymuyor, ah keşke on bin cürüm işleyebilseydim!"

Oyunun diger kahramanlan pek namuslu , düzen düşkünü General Titus ile onun hasmı Tamora da intikam peşinde ken­ di evlatlannı öldürecek, karşılıklı kırıp kırduacak Aaron'lar olurlar giderek. Shakespeare'in bu kötülük sembolü için neden "Aaron" adını seçtigi de bir soru işareti. Aslında Aaron, Mu­ sa'nın kardeşi ve Yahudiligin saydıgı bir figür. Bu ismin Shakes­ peare'de intikam sembolü olarak kullanılması ilginç. Intikam ! Insanlan insanlıktan çıkaran intikam. "Akçakale'ye

15 bin kişi indirildi. Öldürücü soguga ve yagmu­

ra karşın agaç altlarında hannma olanaklan yok. Eger iyi yü­ rekli birileri çıkıp kuru ekmek vermiyorsa, yiyecek hiçbir şey­ leri yok. Sıtma ve veba hastalıkları her gün onlarca kişiyi öldü­ rüyor. Dua okuduktan sonra üç, dört kişi ölüyü sırtlıyorlar ve arkalanndan yalnızca birkaç yakını yürüyor." (Berzeg, s. 223) "2 bin kişi... boş bir araziye dökülürcesine yerleştiler. Yolculuk­

lannı açlık çekerek tamamladıklanndan bir deri bir kemik kal­ mışlardı. Başlannı kaldıracak güçleri olmaksızın sogukta, çıp­ lak topragın üzerinde oturuyorlardı. Hastalada ölüler iç içe ya­

tıyordu. Yanianna yaklaştıgımızda birkaç kadın çocuklannı el­

lerinden tutarak karşıladı bizi, alın götürün dercesine." (a.g.e.) 8

Ruslar kötü insanlar için, "Annesinden iyi ninniler dinleme­ miş ! " derler. Ölü bebeginden aynlamadıgı için ceset kokana dek kucagında taşıyan veya acı çekmesin diye bebegini kendi öldü­ ren anne, öbür çocuklarına nasıl iyi ninniler söyleyebilir? Yu­ kandaki sahneler Trabzon'dan gelen Ingiliz raporlanndan alın­ mış. Bu Çerkez anneler güzel ninniler söyleyemediler. Intikam ! Kırım Savaşı'ndan sonra Rusya, 19. yüzyılın ikinci yansm­ da Kafkasya'yı, Osmanlı'nın sürekli isyana teşvik ettigi Müslü­ manlardan temizleme hareketine girişir. Çerkezler direnir. An­ cak bir yanda Çarlık ordularının agır baskısı , diger yanda İngi­ lizlerin de destekledigi Osmanlı çagnlan etkili olur. Rusya, In­ giltere ve Osmanlı arasındaki bu danışıklı dövüşte, önceden Rus subayıyken taraf degiştirince hemen Osmanlı paşası olu­ veren Musa Kundukov (ilk Ankara hükümeti Dışişleri Baka­ nı Bekir Sami Kunduk'un babası) gibi aşiret reisieri büyük rol oynar. Ermeni asıllı Rus generali Loris'den "göçü başlat" emri­ ni aldıktan sonra "halkına yeni bir vatan aramak geregi duyan" Musa Kundukov, Ruslardan arazi ve binalarının karşılıgı olarak 45 bin ruble, fakiriere destek diye de 20 bin ruble almış ve Ma­ yıs 1 865'te aşiretini Kars üzerinden Tokat civarına geçirmiş ve toprak agalıgına devam etmiş. (a.g.e. , s. 1 98) Istanbul'daki Ingiliz büyükelçisi 03 . 0 5 . 1 864'te Londra'ya şöyle yazar: "Hem Avrupa hem de Osmanlı için uygun düşen politika şöy­ le olmalıdır: Bu yigit sürgünleri Karadeniz'den Erzurum'a ka­ dar yerleştirmek... Dahası var, eger sürgünler bir askeri kolo­ niye dönüştürülebilirse, halen Anadolu köylüsünün sırtında dayanılmaz bir yük olan Osmanlı ordusu için yeni bir kaynak da yaraulmış olur. Ayrıca tam bu yerde ve zamanda Çerkezlerin yararlı biçim­ de kullanılabilecegi büyük bir hedef de var: Trabzon'dan Erzu­ rum'a uzanacak bu yolun ne kadar gerekli oldugunu biliyorsu­ nuz. Son haftaların olaylan Osmanlı ticaretimiz açısından bu yolu zorunluluk haline getirmiştir. Çerkez göçmenlerinin bir kısmı bu yolun yapımı için ayrılabilir." (a.g.e.,

s.

95)

1 865'te Osmanlı hükümeti Çerkezlerin lstanbul'a girmeleri­ ni yasaklayıp, Trabzon ve Yama gibi limanlara inmelerine izin verdi. Ancak kendi çagırdıklan bu binlerce insan için en küçük bir hazırlık yoktu. Daha Rusya'dayken günlerce aç sefil gemi bekleyen Çerkezlerin çogu yolculuk sırasında öldü.

"Trabzon çevresinde büyük bir muhacir kampı oluşturulmuş­ tu. Nisan 1864'te buraya 18 bin Çerkez taşıyan 34 tekne ya­ naştı. Zaten o sırada Umanda 20 bin muhacir bulunuyordu. Bu durum üzerine Vali Emin Paşa, sadece 6 bin Çerkez'e kıyıya inme izni verince izdiham yaşanmış ve 100 kadar insan ezile­ rek ölmüşrü. Buna ragmen, yeni gelen teknelerin çogunda be­ lirlenen sınınn iki misli insan vardı. Bu yüzden yolda yer dar­ lıgından havasız kalarak ya da ezilerek 134 kişi ölmüştü. 1864 Mayıs ayında 27 bin kişi daha Trabzon'a geldi. Bu sırada ortaya çıkan tifo ve suçiçegi nedeniyle muhacir­ lerin arasında ölüm oranı çok yükselmişti. Trabzon'daki Rus konsolosu, 1864 yılında gönderdigi raporda, sürgünün başın­ da Trabzon ve civanna 247 bin canın ulaşugını, ancak 19 bini­ nin öldügünü, günde ortalama 180-250 kişinin ölmekte oldu­ �nu, şimdilerde ise 63 bin 290 kişinin kaldıgını bildiriyordu. Trabzon'a ulaşabilenler kara yoluyla Samsun ya da Erzincan'a yönlendiriliyorlardı. (. .. ) 1864 yılında Trabzon'a gelen bir gemideki 600 yolcudan sadece 370 kişi canlıydı ... Samsun'da (HO bin kişilik kampta) tifo salgını sırasında ölüm vakası günde 200 kişiye kadar yük­ selmişti. Alman gazetesi Allgemeine Zeitung'da şunlar yazılıyor­ du: 'Ölümler, sadece Çerkezler arasında degil, yerli halk arasın­ da da duyulmamış boyutlardaydı ve 50.000'e yakın ceset gö­ mülmüştü.' 1864 yılında Kıbrıs'a yanaşan gemide, 2.700 kişi­ den sadece 1.344'ü karaya inmişti, kalanı ise ya ölmüşrü ya da geminin içinde ölmek üzereydi." (Avagyan, Çerkeder, s. 60) "Başbakanlık arşivindeki 12 Cemaziyevvel 13 19 (12 Mayıs 1879) tarih ve 754 numaralı belgede Mudanya, Gemlik, Ban­ dırma ve Erdek'te Hıristiyan nüfus çogunlu� bulundu� için kaymakam yardımcılannın Hıristiyanlardan seçilmek zorun10

da kalındıgından söz edilerek, buralara acele Kuzey Kalkas­ ya göçmenleri gönderilmesi istenmektedir. Bu istegin yerine getirildigi görülmektedir. Zira bugıin adı geçen ilçeleri de içi­ ne alan Güney Marmara bölgesinde 1 20'den fazla Çerkez köyü bulunmaktadır." (Berzeg, s. 2 1 0) "Çukurova'ya yerleştirilen 74 bin Çerkez'den bugıin 4 bin kişi bile kalmadı. Aynı şekilde, zamanın sıtma kaynagı bölgesi olan Bandırma delaylanndaki bataklık bölgelere yerleştirilen 6.302 Çerkez'den birinci ay içinde 793 kişi öldü. " (a.g. e. , s. 209)

10.06 . 1 864'teki raporunda "Kafkas daglıları denizi aştık­ tan sonra açlık ve salgın hastalıktarla baş başa kaldılar. Onla­ rı umursayan ya da yürek parçalayıcı durumları için üzülen yok" diye yazan ve yukandaki sayılan veren Trabzon Rus Kon­ solosu Moşnin, 1 1 . 1 2 . 1 863'te de sag kalan sürgünterin yüzde onunun köleleştirildigini, Trabzon'da 1 1- 1 2 yaşlanndaki Çer­ kez çocuklannın 30-40 liraya satıldıgını, hatta Trabzon Vali­ si'nin bizzat 8 Çerkez kızını tanesi 60-70 liradan satın alıp, ls­ tanbul'daki büyüklerine hediye olarak gönderdigi.ni de yazmış. (Berzeg, s. 223) Fuat Dündar 200 yıllık muhacir akınında Anadolu'nun nasıl alt üst edildigini ayrı ayrı yerleştirilen muhacir gruplannın hem yerli Hıristiyan halka hem de birbirlerine karşı nasıl kıran kıra­ na bir savaşa giriştiklerini Bursa Karacabey'deki Amavut-Çer­ kez çatışmaları ömegiyle anlatıyor (Dündar, Ittihat ve Terak­ ki'nin Müslümanlan lskan Politikası (1913-1918), s. 208) . "Bir muhacir çocugu , atalannın o günlerdeki psikolojisini günümüze şöyle aktanyordu: 'Bursa ve çevresinde Rum ve Er­ menilerle Türklerin ilişkileri, önce '93 göçmenleri'nin gelmesi ile bozuldu. Daglara ve verimsiz ovalara sokuşturulan bu göç­ menler, ovada verimli topraklarda zengin ve refah içinde ya­ şayan gayrimüslimlere gıpta ediyordu. 93 göçmenlerinin ço­ gu yerlerini begenmiyordu. Yerli Türklerin de, bu göçmenle­ re degil de 'gavur' Rum ve Ermenilere daha fazla iltifat etmesi onları çileden çıkarıyordu. Ömegi.n, bu kitabın yazannın mu­ hacir derlesi Bursa Yeniköy'e geldiklerinde, 'Yerliler bize selam 11

bile vermezlerdi. Köylü kadınlan biz geçerken yüzlerini kapa­ tırlardı. Ancak aynı kadınların kapı önlerinde, Ermeni erkekle­ riyle saatlerce konuşmasını hiç unutmadım. Yerliler·Ermenile­ re gösterdikleri iltifatın onda birini bize göstermediler' diyerek tepkisini gösterirmiş." (Raif Kaplanoglu'ndan aktaran Dündar, a.g.e. , s. 249) . Bugün Türkiye'den evlilik yoluyla Almanya'ya gelen köylü çocukları, burada dogup büyümüş ve Alman ar­ kadaşlarıyla sıkı fıkı bir arkadaşlık yürüten kızlarımıza benzer hislerle bakıyorlar. Bu haller "kanlanna dokunuyor" . Intikam! Insanları insanlıktan çıkaran intikam ! Aç ama kimi de silahlı olan Çerkezler, indikleri yerleri talan etmişler. "Böy­ le kanşık bir zamanda, 1863- 1864 yıllan arasında Bulgar ve Sırp halklan arasına 250-400 bin Çerkez getirilip yerleştirildi. Çer­ kezlerin Aşagı Tuna (Bulgarya) ve Sırp sınırı boyunca bir hat şeklinde yerleştirildikleri açıkça gözlemlenebiliyordu . . . Çer­ kezler, ana yollar boyunca, önemli geçitierin yakınına aralann­ da yaklaşık birer günlük mesafe olacak biçimde yerleştirildiler. (Berzeg, s. 2 1 5) Hıristiyan halka karşı bu yerleştirme yöntemi Anadolu, Mezopotamya ve Suriye'de de aynen uygulanacak­ tır. Ermeni bölgelerinde bu yerleştirme işini yönetenlerin başın­ da, Hamidiye Alaylan'nı da örgütleyecek olan Zeki Paşa vardır. Yama Rus Konsolosu: n

"En kaygı verici olan gelen Çerkezlerin tutumu. Salınmış ol­ dukları her yerden yagma ve zorbalık öyküleri duyuluyor. Gerçi Hıristiyanlar adet oldugu üzere Türklerden daha çok çe­ kiyor ama onlara da aman vermiyorlar." (Avagyan,

s.

67)

Çerkezlerin Balkan halklarına verdikleri huzursuzluk anın­ ca, Osmanlı geri adım atar ve bu Çerkezleri Anadolu'ya kaydı­ rır. Bu iki göç arasındaki zaman benim hesabıma göre sadece 1 2 yıl. Yani yüz binlerce insan Osmanlı'nın erk hesaplan yü­ zünden 12 yıl içinde iki kez göçe zorlanmış, her göçte binlerce kayıp vermiştir. Aaron'lar işte böyle yaratılmıştır. Çerkez muhacirlere güya 1 2 ile 20 yıl arasında bir askerlik muafiyeti tanınır ama diger yandan da askerlik, "gönüllü bir­ lik" teşviki yapılır: 12

". . . çaresiz ve korumasız Karadeniz kıyılanna dikilmiş Çerkez­ ler için bu 'gönüllülük', açık bir 'zorunluluk'tan başka bir şey degildi. Trabzon'a karaya ilk çıkanlardan 18 bin Çerkez gen­ ci askere alındı. Ordu Çerkezler için cazipti, çünkü yiyecek ve giyecek veriliyordu. Bu nedenle Köstence'ye ulaşanlann he­ men hepsi orduya girdiler. Böylece Osmanlı ordusu yalnız sa­ yıca degil, Çerkezlerin savaşçı yapısı nedeniyle de nitelik ola­ n

rak gelişti. (Berzeg, s. 204)

Bu dev göç üzerine farklı sayılar var. Berzeg'e göre 1 8571910 arasında toplam 1 ,7 milyon Kafkasyalı Türkiye'ye göç et­ miş (a.g.e., s. 237) . Kemal Karpat'ın kanaatine göre ise bu sa­ yı 1 859- 1 879 arasında yola çıkan 2 milyon, sag kalanlarda 1 ,5 milyon imiş, bunlara 1 9 1 4'e dek göç eden 500 bin insan daha eklenmiş (Avagyan, s. 57) . Çerkez anneler, yavrulanna iyi nin­ niler söyleyemediler. Ya Balkanlı anneler? Şevket Süreyya anlatıyor: "Balkan komitelerinin kanunlannda yazılan ise ; yalnız teca­ vüzlerdir. Yangınlardır. lrza geçmeler, toptan öldürmelerdir . . . Küçük yaşlanmızda, bizim göçmen mahallesinin kulübelerin­ de bu göç hikayeleri anlatılırken biz çocuklar analanmızm di­ zine sokulur, eteklerine yapışır, korkudan kendimizden ge­ çerdik. Sonra da rüyalanmızda, hep bu vahşi sahneleri görür­ dök." (Aydemir, Enver Paşa, c.

ll,

s. 325)

Türkiye'deki Alman Askeri Misyon Şefi Liman von San­ ders'in yaverlerinden Franz Carl Endres, yakılıp yıkılmış şarka bir agıt olan Die Ruine des Orimıs-Türkise he S tadıebiider isimli kitabında Osmanlı topraklarından savaş öncesi tablolar sunu­ yor. Kitabını "Osmanlı emekli yarbayı" olarak imzalamış. Da­ ha 19l 3'te Balkan Savaşı ardından Osmanlı ordusu ve Türkler üzerine en sen, en aşagılayıcı raporlardan birini veren Bavyera subayı Endres, savaşta "olgunlaşmış", bin pişman olmuş, şark halklannın başına gelenleri görmüş, utanmış, savaştan igren­ miş ve Weimar Cumhuriyeti'nin hatın sayılır banş savaşçıla­ nndan biri haline gelmiş. 13

"Dünya Savaşı'nda oryente gelen Alınaniann ne yazık ki, top­ lumun asilleşmesine bir katkılan olmadı. Şahıslarda iyi bir se­ çim olmadı ve iş çeviricilik, kabalık ve egitim yoksullugu Al­ man subay çevrelerinde kendini, korkutucu şekilde açıga vur­ du ve oryentin Almanlara saygısına esef verici bir son verdi . . . Almanya'nın oryentteki çôküşü . . . içi boş, içeriksiz, sadece ör­ gütlenme teknigine dayanan bir varoluşun tuzla buz oluşunun bU:yanı idi." (Endres, s. 52-53) "Oryentin sanatçıları çogunlukla köleydiler veya çagdaşlannın gözünde isimleri, eseri yaptıran zenginlerden daha az öneme sahip insanlardı. Tarih her kan düşkünü sultanı bilir, çünkü hiçbir zaman demokratik olmayan tarih yazımı, kültürün taşı­ yıcılanndan ziyade hep egemenler ve büyüklerin soygunlan ve cinayetleriyle ilgilenmiştir. Savaşın ve bir zorbalık politikasının entrikalannın göklere çıkanlması Prus-Alman tarih yazıcılıgı­ nın da, Pnıs-Alman gençliginin egitiminin de baş içerigini oluş­ tururlar. Yani bizim, oryentin kültür ve sanatı üzerine yetersiz haberlere sinirlenmeye hiçbir hakkımız yoktur." (a.g.t. , s. 87)

Demiryollanm İzmir'in mahallelerini, istasyonlanm anlatı­ yor Endres: ,

"Eski ve yeni ulaşım araçlan aynı anda işbaşındalar. Türkün hükmettigi yerde sadece eski olan, yabancının kendi teknik egemenligi için yer kazandıgı yerde ise yeni olan egemendir. Ve gözlemcinin ruhunda pratik ve sanatçı bakış çelişkiye dü­ şer. Kim oryente çalışmak için geldiyse, modern ulaşım ola­ naklarına sanlacaktır, kim ama sadece oryenti seyretmek için geldiyse, buharlar tüten, pis kokan, hiç de ressamca olmayan bu makinciere sırtını dönecek ve bin yıl önce de başka türlü olmayan tabloya hayran kalacaktır. Eski çaglardan beri ker­ vanlar I zmir'in kervan köprüsü üzerinden geçerler, ülkenin çok içerilerinden getirdiklerini limana boşaltırlar, yeni yükle­ rini yüklenirler, yine çok uzaklara taşımak için. Anadolu'nun

agır dag develeri, Arapların hafif ayaklı ve zarif biçimli çöl de­

velerine kıyasla hantal ayılara benzerler, saga sola yaylanarak, 14

rüzgardaki büyük kalyonlar gibi ilerlerler. Birbirinin ardından, uzun canlı bir zincir şeklinde. En önlerinde bir eşekcik yürür, o yol gösterir ve önder olarak öyle vazgeçilmezdir ki, şayet eşekcik bir tesadüf sonucu önderligi üsılenemezse, tüm ker­ van tam bir kaosa kapılır. Deve kötü ve aptaldır ve tüm Do� Elbelileri lPrusya'nın Doğu E Ibe yöresi ]unker rejiminin kontro­ lünde ve o zamanki Almanya'nın gericilik kaynagı olan bölgedir -

S.D.} aşacak kadar da muhafazakar. Eger ondan bir şey iste­

nirse, ne yapacagını bilmeden, öyle dikilir kalır ve bir şeye zor­ lanırsa kızar ve çok dikkatsiz ve tehlikeli davranır. llle de e.şek­ cigi.ni ister, çünkü bin yıldır onun izinden yürümüştür. Burada derin bir felsefe yatmıyor mu? Yani bir deve sürüsünün önün­ den ço�nlukla bir eşegin yürümesi ve bir deve sürüsünün, önderini yitirdiginde başsız kalmasında, hani o önder bir eşek bile olsa?" (a.g.e., s. 79)

Şeyh Abdullah, çömezi Ali'yi hacca yollamış. Yanına bir kaf­ tan, kagıt, kalem ve bir eşek vermiş. "Paraya ihtiyacın yok, hay­ di ugurlar ola ! " demiş. Ali'nin eşek yolda ölüverıniş. Ali de onu gömmüş, mezannın başına çömelmiş, derin derin düşünme­ ye başlamış. Ali'nin bu derinleşmiş halini gören gelmiş, herkes öbürüne haber salmış, "Burada bir derviş oturuyor! " Sormuşlar: "Burda hangi ulu yatıyor?" Ali, "Eşek," dememek için "Uzunku­ lak," demiş. Bu halk arasında hemen yayılmış. "Şeyh Uzunkulak Türbesi"ne akın başlamış. Uzunkulak Türbesi'nin ünü Şeyh Ab­ dullah'a kadar varmış, o da ziyarete gelmiş. Bir de bakmış ki, Ali oturuyor. Ali, pirine olayı anlatmış, sonra da ne zamandır merak ettigi şeyi sormuş. "Pirim, senin türbede hangi ermiş yatıyor? " Abdullah fısıldamış: "Seninkinin babası! " (a.g.e. , 73-75) Endres, Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat'ın ll yılistan­ bul'da yaşadıgını ve Bizans kültürünü iyice tanıyıp, sonra dev­ letini yönetirken bu deneyimlerden de yararlandıgını yazıyor. Konya'nın Mevlevilerinden bahsediyor. Uzun uzun sufizmin kuruluşundan beri gelişmesini, ilkelerini anlatıyor. Erme yo­ lundaki dört aşamayı (yasa, yol, bilme ve Tannyla bir olma) , bunun sembollerini (gemi, deniz, midye ve inci) anlatıyor; Ha15

san Basri'yi, Başar ile Bişar'ın anlamlarını, Mevlana'yı anlatıyor; derviş ayinine tam da Bulgarların Çatalca'da beklendigi ve ül­ kede Hıristiyan düşmanlıgının en yüksek oldugu zamanda Os­ manlı subayı üniformasıyla sokuldugunu, giderek farkında ol­ madan nasıl kendini "transa" kaptırdıgını anlatıyor. Kendi başına bir sınıf olarak tanımladıgı, tek başına bir piya­ noyu yüklenebilen acı kuvvetli İstanbul hamallarının Konyalı olduklaıv;ıı anlatıyor: " Önemli kısmı da Kün kökenli olan hamallar, Ermeni takibat­ lan sırasında hükümetin sevilen bir birli� idiler. Uçlannda kur­ şun topuzlar olan uzun sopalarla silahlandınlıyorlar ve bu kül­ tür aracıyla Ermenilerin üstüne salıveriliyorlardı. Bunlar büyük bir zevk ve ustalıkla öldürüyorlardı. 191 2'de, Lüleburgaz yakı­ nındaki hezimetle Istanbul'da Hıristiyan katliamı korkusu yayıl­ dıgında hamallar, politik barometre idiler. Dostça davranırlar­ sa Hıristiyan ahalinin havası huzurlu olurdu, şayet yüzleri ka­ rarmışsa veya aniden gizli toplantılar için ortadan kaybolurlar­ sa, Hıristiyanlann ve Ermenilerin heyecanlı kitlesinde hızla bir söylenti yayılırdı: 'Bugün katliama başlayacaklar.' lsterik bir aş­ çı kadın dahi böyle bir haber getirse, hemen bir saat içinde bü­ tün Pera'ya yayılır, şaşmaz bir saglamlıkla, korkunç Hıristiyan cinayetlerinin işlenmiş olduguna dönüşür, tüm şehri gerginlik ve heyecan içinde tutardı. Konya işte böyle devierin anası. Ama bunun dışında harnallar halinden memnun, güvenilir ve nere­ deyse ürkütücü dürüstlükte insanlardı. Tasavvur edin bir kez, hamalın takkesinde numarası yoktur; nereden geldigi ve nereye gidece�i kimse bilmez. Ama insan ona en kıymetli bavul veya altın dolu bir çuval veya çocugunu emanet edebilir ve şehrin en uzak mahallesine yollayabilir; yükünü en sadık biçimde, ona ve­ rilen adrese teslim edecektir ve hiçbir yabancının bu emanete el degirmesine izin vermeyecektir. Yani savaşla aklı başına gelmiş Orta Avrupalılann çogundan daha dürüsttür. Konya işte böyle insaniann şehridir." (a.g.e., s. 97)

Endres, Abdülhamid zamanında memurların, taşraya tayini bir ceza olarak gördüklerini, cezanın Istanbul'dan uzaklaştık16

ça daha agır oldugunun düşünüldügünü, örnegin Adana, hele "Ermenistan" dedigi Dogu Anadolu'daki şehirlere, Erzurum'a tayini çıkanların en işe yaramaz, en asalak memurlar oldugunu yazıyor. (a.g.e. , s. 1 34) Bu memurların Ermenilere karşı özel­ likle kötü davrandıklarını, ispiyonculuk, rüşvetçilik vb. nin bu­ rada özellikle körüklendigini anlatıyor. Adana'da evinde konuk oldugu Bagdat Hattı Şef Mühendisi Bavyeralı joseph Winkler'in hattın en zor bölümü olan Pozan­ tı-Halep bölümünü inşa ettigini, kendisine "Adana'nın taçsız kralı" gözüyle bakıldıgını, bilgisi ve dürüstlügü ile büyük saygı gördügünü aktarıyor (a.g.e. , s. 99- 1 0 1 ) . Bu kitapta uzun uzun tasvir edilen Winkler'in büyük evi ve avlusu 1 909 Adana katli­ amında Ermeniterin nadir sıgınaklarından biri olacaktır. "Hiçbir yerde Adana-Halep arasında gördüğüm kadar dev iri­ likte, böylesi çok sayıda akbaba görmedim. Onların leş yeme­ leriyle aşk danslarının birbirine karışması çok acayip bir gö­ rüntü oluşturuyordu; o derecede de iğrenç o derece komik." (a.g.e., s. 105) "Halep-lskenderun güzergilhını bir defasında l l kez bozulan Mercedes ile tam 14 saatte alabildim, tabii bu benim erzak san­ dığım ve askert görevim için iyi olmadı. Zamanın hiçbir öne­ mi yok! Bugün olmayan, yarın olur... belki de olmaz. Ama Al­ lah büyük ve önemli olan budur. Bu, Halep'in boğucu pazarında da böyle. Orada zengin tüc­ carlar, böcek yuvasını andıran dükkaniarında kumaş veya bronz eşya veya ipekli yığınları, sözde antika eşyalar arasında otururlar. Aynı türden malı satan düllinlar yan yanadır. Ama rekabetin izini göremezsiniz. Bir dükkana girdiğinizde, hemen tüccarın hangi milletten olduğunu anlarsınız. Onun bir lranlı gibi peltek, bir Arap gibi gırtlaktan hınlulı veya bir Ermeni gi­ bi Ceminen hitabına gerek yoktur. Milliyetini hareketlerinden anlarız. Arap, şöyle bir havalı ayağa kalkar ve elindeki tespi­ hi kuşağına yerleştirir; Ermeni, hemen el kol hareketleri yapa­ rak, paytak ve içe içe basan ayaklarıyla size yaklaşır; lranlı yu­ muşak hareketleriyle yavaş yavaş doğrulan bir yılanı andınr ve 17

sadece Rum hemen konuşmaya başlar ve hiç susmaz, ta ki siz malı alana dek. Ama düllinlan yan yana olan iki Türk veya iki Araba denk gelirseniz, o zaman dokunmadan yanlanndan çekip gitmenize ve başka birinden alışveriş yapmanıza sevine­ ceklermiş hissine kapılırsınız. Ayaga kalkmak pek zordur ve aslında bir şey satılmış veya satılmamış, pek fark etmez. Allah büyüktür ve önemli olan da budur." (a.g.e., s.

58)

Endres , ·Bursa faslma girerken Ertugrul'un babası Süley­ man'ın Horasan'dan çevresini talan ede ede geldigini ve Selçuk­ lu hizmetine kiralık asker olarak girdigini söylüyor ve "Bu ki­ ralanmış çeteci başından üç nesilde bir imparatorluga hükme­ den sultan çıktı," diyor. (a.g.e., s. 60) "Keşiş Dagı"nı anlatıyor. "Oryentte her yerde oldu� gibi, diriitici ruh ve paranın reka­ betini antıncı, kültür ve lüksü teşvik edici, uyancı öge, kadın eksik. Bursa'ya kaphca için gidilir, konserler dinlemek, flört etmek, zengin bir kadın bulmak, memlekette çalışan erkegini aldatmak için degil. Avrupa kaplıcalannın cazip yönleri bura­ da hiç yoktur ... Genç Türkiye'nin Ulıntürklerin - S.D.] yüzey­ sel, kültürsüz veya yanm kültürlü ama özünde çekilemeyecek kadar burnu büyük efendiligi, buranın eski caddelennde he­ nüz rugan iskarpinleriyle sekmiyor ... Burada insan hala ger­ çekten dürüst adamlar bulur, bunlar hakiki oryantal misafir­ perverliklerini sadece yemek ve tütün ile sınırlı tutmazlar, gö­ nülden misafırperverdirler, dünya ve yaşam üzerine sade ve yalın düşünürler ve dint sorumluluklannı da ahlaki yaşam an­ layışlannın korunmasının bir yönü olarak yalın şekilde yerine getirirler. Oysa Fransız rasyonalizminin hükümranca gülüm­ sernesi ve daha da ziyade kişisel maddeciligin etkisindeki ls­ tanbullu beycikler, bunu asla bu boyutta başaramazlar. Avru­ pa ile bu denli içli dışlı oluş, Türklere ruhsal zarar verdi ve en­ telektüel açıdan, ruhsal dezavantajı telafi edecek kadar yararlı olmadı. Elbette, ruhsal kayıplan, entelektüel kazanım ile den­ gelemek mümkün olursa. Jöntürk hareketinin olaylaoyla ta­ nışmamış olan Türk, ilişkilerinde her halde daha sempatik."

(a.g.e., s. 163-165) 18

Endres, Edirne'nin çok kültür tarihini anlatıyor. Balkan Sa­ vaşı'nın sonlannda Bulgadann Sırplarca sıkıştınlması sonucu Edirne'yi boşalttıklannı, Edirne'nin herkesin alabilecegi bir yer haline geldigini, Enver'in dillere destan "Edirne fatihligi"nin bir "operet numarası" oldugunu yazıyor. "Bu soytanlık tabii, Alınanya'da kasıtlı olarak yayıldı ve buna coşkuyla inanıldı. " (a.g.e., s. 1 75) "Yabancı, burada [Edime'de - S.D.] ilk kez Türk askeriyesi ile temas kurar. Türk askeri asla diri ve temiz bir izienim bırak­ maz.

Her iki özellik de onda yoktur ama yine de iyidir. O her şeyden önce bir askerin sahip olması gereken pasif, iyi özellik­ lere sahiptir. Çileleri ve açlıgt şaşırtıcı ölçülerde çeker. Bu onun avantajıdır, çünkü memur ve subaylarca çogu kez azıcık ınaaşı ve tayını çalınır. Sadece hiç iflah olmaz Alınanlar, Dünya Sava­ şı'nda Türkiye'ye ödenen sayısız milyon paranın orduya da fay­ dası oldugunu sanıyorlardı. Memurlar bir şeyi zirnınete geçi­ rince, buna Mezopotamya'da 'develer yedi' denirdi. Türkiye'nin büyükleri, efsanevi kazançlar sagladılar ve zavallı Türk askeri açlık çekti, şimdiye dek oldugu gibi. Sadece Alınan komutan­ lar, adamlannın hakkı olanı alınalannı sagladılar ve bu en do­ gal ihtiınam, birliklerinin onlara karşı sadık baglılıgt sonucunu getirdi. Sıradan Türk erkegi, eger bir üstü onu dolandırmazsa olaganüstü şükran duyar ve hayranlık ve saygıyla şaşmr. Türk asker malzemesinden şahane bir ordu yapılabilirdi, şayet su­ baylar biraz daha iyi olsalardı. Ama burada eksik var. Türk 'top­ lumu' sadece memur ve subaylardan oluşur ve iliklerine dek bozulmuştur, ilkesiz ve ruhsal olarak kendi zenginleşmesinden başka hiçbir şeye ilgisi yoktur. " (a.g.e., s. 1 8 1 ) "İstanbul'da kültür anyorsan, boşuna. Birkaç hastane, birkaç vasat Avrupai okul, hepsi bu. Tiyatroda grizet [hııfif meşrep iş­

çi kız oyunu- S.D.], restoranda Levanten kadını. Nerede ege­

men degil ki, bu abartılı giyinmiş, abartılı ınakyajlı, abartılı ta­

kılı, kendini sadece eglence ve erotik maceraya teslim etmiş di­ şi. . . " (a.g.e., s. 1 94)

Pera'daki seks işçileri, Ittifak Devletleri'nden gelen meslek­ taşianna tepeden bakarlarrnış. Çünkü Peralılar, Karaköy'ün li­ man sokaklanndaki "horizontal"ler kadar yoksul değillermiş, kendilerinin bir odası varmış ve açlık çekmezlerrniş. Galata'da­ ki arka sokaklarda ise "en akıl almaz günahiann işlendiği" ev­ ler varmış. Ittifak Devletleri'nden gelen gariban kadınlann sayı­ sı çok yüksek imiş ve "piyasayı" da çok düşürrnüşler. "Muame­ le" başına 20 fenik ilc 3,5 mark arasında para alırlarrnış. (a.g.e., s. 1 93) O zamanlar, yani savaş öncesi ve başlannda l lira, 1819 mark arasında bir değere sahip. "Komite her şeydi. Ne denli havalı pozlar takınsalar da nazıria­ rı kukladan başka bir şey degildi ve bu komitedeki küçük ano­ nim grubun kararlaştırdıklannı uygulamayan nazınn vay hali­ ne idi. Hükümete paralel bir kendi cebini doldurma, hırsızlık, karaborsacılık, komisyonculuk ve kar düzeni, Alman yardım­ lanndan sayısız milyonu önde gelen karar sahiplerinin ceple­ rine yönlcndiriyor, on lan milyoner yapıyordu. Diger yanda ise halk açlık çekiyor, ordu en acil ihtiyaçlarını karşılayamıyordu.

Tüm Türk hükümet aparatının sınırsız çürümüşlügü, devrim­ le ve Jöntürk hükümeti ile sadece daha da sınırsız hale gelmiş­ tir." (a.g.e., s. 195)

Elbette bu tablolarda bir sürü saçma genelleme, tesadüfi göz­ lem de var. Alman subaylannın dürüstlüğüne vurgu, Alman or­ dusundaki dolandıncılıklan bilenlere biraz ko mik geliyor. Yine de o günkü Osmanlı'nın bir Alman subayınca bu tasvir şekli ve bu belgelerdeki somut veriler, ayrıntılar ilginç. Birinci Dünya Savaşı ve Bağımsızlık Savaşı ülkemizdeki he­ men her ailenin yaşamında, etkilerini hala sürdürmektc olan derin yara izleri bırakmıştır. Bu yaralar üzerine ne yazık ki, ye­ terince düşünülmemiş, konuşulmamış , bunlar bir "Sakarya, kahramanlık, şan, vatan" gürültüsü ile ununurulmaya çalışıl­ mıştır. N eden acaba? Ailemden bir örnek: Dedem, Alaşehir­ li deri işçisi Ali Efendi, Birinci Dünya Savaşı'nda, annerne göre Yemen'de, teyzeme göre Suriye'de Ingilizlere esir düşmüş. Yani yerini bile tam söyleyememiş. Kim bilir o da, belki de edi budu 20

koca Cemal Paşa'yı, çizmeleri çamura degmesin diye otomobi­ linden istasyona sırtında taşıyan Mehmetçik, Alicik idi. Anlattı­ gı kadaoyla okuryazar oldugu, yol yordam bildigi için onu esir kampında bir doktorun yanına yardımcı olarak vermişler. Dok­ tor bunu pek sevmiş, yanında Ingiltere'ye götürmeye kalkmış. O razı olmayınca, her gün tifüs vb.'den ölen ve arabatarla karn­ pm dışına çıkarılan düzinelerce cesedin arasına onu da sok­ muş ve böylece kamptan çıkmasını saglamış. Alicik, o cesetler­ le beden bedene, yüz yüze ölü taklidi yaparken kaç yaşındaydı? Bilmiyoruz. 20? 22? 25? O çöllerden Alaşehir'e yolu nasıl bul­ du? Bilmiyoruz. Bildigim tek şey, bunun hiçbir zaman tam ifa­ de edilememiş agır bir savaş travmasına neden olmuş olması. Yunanlılar kaçarken anneannem Kara Ayşe'nin yanan Alaşe­ hir' e Toptepe'den baktıgını ve annerne hamile oldugunu bili­ yorum. Demek ki, Yunan işgali sırasında evlenmişler. Dedem lzmir'e akan orduda mıydı, bilmiyorum. Yalnız, "Yav, lzmir'i alınca önüne gelen subay 'Şu villa benim, bu ev senin' diye ka­ pışmış, önüne nöbetçi dikmiş, bizim salaklar hiçbir şey alama­ mış," diye hayıflanıldıgını çocukken çok işittim. Kara Ayşe, daha sonra Ayşe Molla demişler, Alaşehirli Alim­ hocalar sOlalesinden herher Mısta'fendi'nin kızı. Komşulan yal­ nız yaşayan Rum bir ninecikmiş, ona hep "Sen benim kızımsın, ölünce bu ev senin olcek" dermiş . Nasip olmamış. O yangınlar­ da ne Rum nine ne de evi kalmış. Yangından çok önce, Yunan ordusu İzmir'den Alaşehir' e gelirken, halkta panik çıkmış. Her­ kes pıhnı pırtısını toplamış, Eşme üzerinden Antalya'ya dogru kaçmış, bizimkiler de. "Aiaşehir'de idareci olarak bulunan Besmi Nusret Kaygusuz bölgesindeki durumu şöyle anlatmaktadır: 'Halk derhal vazi­ yenen haberdar oldu ve akın başladı. Kimi şimendifere koş­

tu, kimi yayan olarak Eşme yolunu tunu. Agılı Bogazı'nda ka­

dın erkegini anyor, baba çocugunu taşıyordu. Malını düşünen kimse yoktu. Dini kitaplarda tasvir edilen malışer günü ancak bu dehşette olabilir. Koca bir şehir harekete gelmiş, taşı, top­ ragı ile yürüyordu. 21

Artık şehir boşalmış vaziyette idi. Yalnız Rumlar evlerinde saklanmışlar idi.'" (Kaya, s. 182).

Daglar efe, asker kaçagı, eşkıya dolu. Berber Mısta'fendi, ay­ larca ailenin başında titremiş, memecikleri yeni çıkmaya başla­ yan Ayşe'nin ırzına leke gelmesinden korkmuş. Durup durup yemin etmiş: "Alla'm, sen bana şunu namusuyla geri götürmeyi nasib'et, onu valla da billa da ilk isteyene vercemi" Bu yoHarda Ayşecik'e bir hal gelmiş, eski gülme oynama­ lar gitmiş, susmuş. Günlerce elini ayagını kıpırdatacak derma­ nı olmazmış, susar, susar, susarmış. Alaşehir'e geri döndükle­ rinde ilk isteyen de uysal Al'efendi olunca, Mısta'fendi kızı ver­ miş gitmiş. Annem, bu depresyonlann sonra da devam ettigini, Ayşe Molla'nın bazen günlerce yerinden kıpırdayamadıgım, ko­ nuşamadıgını, çocuklarına da hep sus işareti yaptıgını anlatırdı. Kısacası Alicik ile Ayşecik'in kurduktan aile, iki savaş trav­ malı çocuga kurdurlulan bir aile. Alaşehir'de savaş zengini çok, ama iş yok. Ev fakir. Al'efendi ilc Ayşe Molla, girdikleri son depresyondan bir da­ ha tam çıkamamışlar. Buna yaşlılık kıskançlıkları, kavgalar da eklenmiş. Bir gün Ayşe Molla kendini helada vurmuş. Dedem de astı kendini bir gece. O geeeki çıglıklan hayal me­ yal hatırlıyorum. Bir de bahçe kapısından çıkarılan tabutu. Şimdi bu intiharlar nedir? tki reşit insan arasında gönüllü, bilinçli yapılmış bir anlaşma ve iki reşit insanın gönüllü, bilinç­ li attıkları adımlar mı? Yoksa iki "çılgın Türkün" zıvanadan çı­ kışı mı? Ben bu intiharlarda, korkunç savaş rınınasında savm­ lan iki çocugun, dertlerinin kökünü kavrayamayan ve haykıra­ mayan iki zavallının imdat çıglıklarını duyuyorum. Yurdumuzda hesap henüz hiçbir yerde kapanmadı. Toplum­ sal alzheimera ilaç anyoruz. Bulabilecek miyiz? Bulunduğunu görecek miyiz? Bilmiyorum. Bu kitap bu yönde bir çaba. Kayzer Wilhelm'e düşmanlıgı ile ünlü MaximiHan Harden, çıkardıgı Die Zuhunft'un 4 Haziran 1921 tarihli Tehliryan Da­ vası özel sayısında, katliam sonrası Almanya'da sıgınak bulabi­ len ve sürekli depresyonlar, paranoya gibi sinir hastalıklan ile 22

acı çeken Ermeniler arasında yaygın olan intiharlan uzun uzun anlatıyor: "Çogu kez kendini öldürme, pencereden çatıya çıkma veya kendini aşagı atma, kansının gırtlagını kesme, çocuklan as­ ma müptelalı�, dayanılmaz bir güdüymüş gibi görünüyor. Bu hastalann hemen hepsi korkunç boyutlarda etkilenmeye yat­ kın ve 'özgürce karar verme' yeteneginden yoksun ... "

MaximiHan Harden'i, Weimar Cumhuriyeti döneminde es­ ki subaylann kurdugu gizli terör örgütlerinden biri vurmuş ve onun ölümü bu yaralardan olmuş. Kim bizi, Ermenileri bu hallere düşürmüştü? Kim bu "cennet vatanı" , ki o cennet hepimize yeterdi, cehenneme çevirmişti? Bunun yanıtını Sanders'in bir başka yaveri Carl Mühlrnann veriyor. Bu Carl Mühlmann, sonradan Nazi partisine gir­ miş, savaş ıarihçisi olmuş. tkinci Dünya Savaşı'nın başlann­ da, l 940'da, yani Almanya'da faşist savaş cinnetinin şahlandı­ gı ve her şeyin açık açık bögrüldügü günlerde yayımlanan Das Deutsch- Türkise he Waffenbündnis im Welkriege isimli kitabın­ da şöyle yazıyor: "Platonik bir ittifak ilişkisi Almanya'ya

bir şey getirmezdi

. . .

Ama savaşa hazır hale gelinir gelinmez (Alman savaş yöneti­ mi) Türkiye'nin darbeyi indirmesi için dayattı.

Çünkü bu,

sa­

vaşın hızla ve zaferle sonuçlandırılmasına katkıda bulunacak­ u. Buradan Almanya'ya bir suçlama çıkarmak haksızlık olur­

du.

Bu hayat memat mücadelesinde savaş

yürüten iki taraf da, oldugu kadar

silah gücü olan müttefikler kazanarak mümkün

çok güç toplamaya çalışıyordu. Tam da bizim düşmanlanmız, bu konuda hiçbir şeyden geri durmadılar ve devletleri, onların arzulanna

karşı barbarca ırzlarına geçerek, Almanya'ya kar­ şı savaşa sürüklediler. Bu yüzden, Türkiye'nin müttefiklerince savaş karanna sürüklendigi saptaması dogrudur. Buna karşın, burada bir haksızlık görmek dogru degildir. Almanya'nın için­ de bulundugu durumda, başka türlü bir davranış caiz degildi." (Mühlmann, a.g.e., s. 247) 23

Bir daha: Almanya'ya platonik ilişki yetmiyor. Türkiye'nin milyonlarca gencini, Rum, Ermeni, Türk, Kürt demeden evlat­ lannı vermesini istiyordu. Ö bürlerinin yaptıgı ırza geçmekmiş ama Almanya'nınki mecburiyetten olmuş. Açık açık "Türki­ ye'nin ırzına geçtik! " demiyor, çünkü tam da o günlerde Türki­ ye'yi yine savaşa çekme, Nuri (Killigil) Paşa gibi Enver'in en ya­ kın akrabalan, adamlannın yardımıyla, Nihai Atsız'lar, Alpars­ lan Türke�'ler, Nadir Nadi'lerin yardımıyla yeni bir kan cüm­ büşü düzenleme hesaplan vardı. Savaşa girmemek, namusunu korumak için çırpınan vatanın elini kolunu tutanlar, ırz düş­ manına çömezlik yapanlar, yine bu vatamn bagnndan çıkmıştı: "İttifak anlaşmasını Türk kabinesinin tümü desteklemiyordu. Alman-Türk kader birligine karşı olan akımlar güçlüydüler. Merkez Güçler'in [ltıifak Devletleri - S.D.] savaş konumlann­ daki muhtemel bir kötüleşme ile bunlann güçlenmesi kaçıml­ mazdı ve kabinede öncülügü ele geçirebilirlerdi... Tüm bu ne­ denler, Alman bakış açısından, ncı olmayan bir Türk tarafsız­ hgtnın tehlikeli sallantılı durumunun hızla sona erdirilmesini gerektiriyordu. Ancak düşmaniıkiann [yani silahlı çatışmaia­

nn - S.D.] başlaması, Türkiye'nin Merkez Güçler'e kesinlikle baglanmasını sagladı." (a.g.e., s. 248)

Enver, Göben ve Breslau'yu Türkiye'ye sokmuş, bundan pek mutlu olmuş, kafadarlarına müjde vermiştir: "Çocugumuz ol­ du ! " (Aydemir, Enver Paşa, c. II, s. 536) Anılannda Enver'in bu sözlerini "Bir oglumuz oldu ! " şeklin­ de veren Cemal Paşa, bütün kitabı boyunca Enver-Talat kligi ile suç ortaklıgına, savaş boyunca işledikleri insanlık suçlanna "milli" bir kılıf uydurma çabasındadır: "Dolayısıyla kim ne derse desin, Rusya'nın yengisi neticesinde savunmasız, aşagılanıp borlanmış olarak Rus, Ingiliz ve Fran­ sız zulüm ve kalın altına düşmektense, mert ve cesur milletle­ re yakışır bir kahramanlıkla kanının son damlasına kadar çar­ pışarak neticede ya kesin yengiyi elde ederek chediyen kunul­ mak veyahut 'Bütün vanm yogum elimden gitti, bir namusum 24

dışında!' demeye hak kazanarak yigitlik ve namuskarlılda ni­ hayet vermek, bence yeg tutulmalıdır." (Cemal Paşa,

s.

1 5 2)

Burada halkın çogunlugunun savaşı isterligini iddia ediyor, askeri diktatörlügün silah ve propaganda zoruyla ülkeyi ate­ şe attıgını örtbas etmeye çalışıyor. Kendinin de onay verdigi, Enver'in Karadeniz'de Rus donanmasının aranıp bulunması ve bunlara saldınlması, yani savaşın önceden ilan edilmeden başla­ tılması emrini (bkz. Belgeler [B.), 22.10. 19 14) "unutuveriyor": "Osmanlı donanmasının Karadeniz'de, Rus donanmasının te­ cavüzünc ugraması üzerine donanmamız tarafından Odes­ sa, Sivastopol, Teodosya vesaire gibi limanlara ve Rus harp ve tüccar gemilerine hücum edildigi havadisi lstanbul'a gelir gel­ mez, Sadrazam Halim Paşa'da pek garip bir ruhsal durum gö­ rüldü. Güya Almanlar bizi harbe sürükleyeceklerinden ken­ dileri bu mesuliyete katiyen iştirak etmek istemezlermiş."

(a.g.e., s. 160)

Burada da militarisı kligin, şayet Said Halim savaşa razı ol­ mazsa, onu indirip, hükümet çogunlugunu bir kenara i tip, yeni bir hükümet kurma, yani bir darbe daha yapma kararını (bkz. B . , 1 1 . 10. 19 1 4) örtbas ediyor. Alman para ve silahlarıyla başa getirilen ve bütün savaş bo­ yunca ancak bu destekle ayakta kalabilen bu "milli"lerin amacı, savaşı bir fırsat olarak kullanmak, bu yolla demokratik güçler­ ce atılması istenen adımlan engellemek, savaşı ülke içinde kanlı bir "temizlik" için kullanmak, dikensiz gül bahçesi yaratmaktır: "Zaten bizim biricik amacımız, bu Umumi Harp sayesinde iç­ teki hagımsızlıgımıza darbe niteligi taşıyan ne kadar devlet ka­

rarları varsa, bunların tümünden kurtulmak ve bundan sonra kendi memleketimizde mahalli şartların gerektirecegi ıslaha­ tı bizzat kendimiz yaparak hür ve bagımsız milleder gibi yaşa­ maktı." (a.g.e.,

s.

407)

Ermeni reformu bahanesiyle söylenen bu sözler, bu argü­ mantasyon , yani "dış müdahaleye boyun egmeyiz, demokrasi25

yi biz getirecegiz" iddiası, bugüne kadarki tüm askert darbele­ rin, militarist dayatmalann temel ifadesi olmuştur. Vanlan yer ise binlerce cesedin üzerinde yükselen Susurluk, Gladio ve Er­ genekon'dur. Gerek Ermenilerin, Rumiann ve gerek Müslümaniann baş­ larına gelenlerin kökü, temeli bu savaşa dayanır. Bu savaş ol­ masaydı ne Ermeni katliamı, kök kurutma boyutlanna vardın­ labilir ne bunu izleyen Ermeni intikam eylemleri ne bunun ar­ dından gelen Vehip Paşa ve Mustafa Kemal gibi komutanlar­ da dogan Ermeni karşıtlıgının düşmanlıga evrilmesi ne de sa­ vaş öncesi tutarlı bir Osmanlı olan Noradungyan gibi politika­ cılann "Büyük Ermenistan"cılara dönüşmeleri mümkün olur­ du. Savaş, düne dek mantıklı, insani sınırlar içinde davranan, düşünen insaniann Aaronlaşmalanna neden olmuştur. Bu sa­ vaşı başlatanlar, tüm Ortadogu halklarının başına bu belayı sa­ ranlar, Ermeni halkının Alman belgelerinde sık kullanılan bir ifadeyle "kökünün kurutulması"nın, Anadolu'da soyunun tü­ ketilmesinin de ana sorumlularıdır. Enver-Talat kliginin bu cürümü nasıl örgütledikleri Türki­ ye'de yayımlanan kitaplarda yeterince işlendi. Bu kitaptaki bel­ gelerde ise bunun Alman cephesinden nasıl dakikası dakikası­ na izlenildigini, bu cürümde rol alan Türk çömezlerin, bu ro­ le nasıl yıllar öncesinden adım adım hazırlandıklarını görecek­ siniz. Belgelerden anlaşılıyor ki, bunlar Türk, Alman ayrımı ol­ mayan tek bir örgüt gibi hareket etmişler. Yalnızca imha ettir­ dikleri Ermenilerin degil, Türk, Alman, Kürt, Rum, Arap tüm halkların düşmanı ve sadece kendi çıkarlarının , iktidar hırsia­ rının kölesi olmuşlardır. Biz günümüz Almanyası'na dönelim. Berlin Duvarı, l989'da emekçilerin , özellikle de en alttaki­ lerin, yani Türkiyelilerin üzerine yıkıldı. Batı Berlin'deki fab­ rikalar kapatılıp, doguya, Polonya, Çekoslovakya vb.'ne taşı­ nınca burada çalışan vasıfsız Türk, Kürt ve Alman kıdemli işçi­ ler sokakta kaldılar veya emekliye ayrıldılar. Kamu hizmetinde çöpçülük, toplu taşımacılık gibi alanlardaki yabancılar emek­ li olunca, gelenege uyulmadı, bunların yerine çocukları alın26

madı, Dogu Almanya'da yerle bir edilen üretim sektörünün so­ kakta kalan çalışanlarına bu işler verildi. Böylece bunların ara­ sındaki tepki hafifletilmiş oldu. Bir de bunların arasına Batı Al­ manya'dan, çogu "güvenilir adam" (ajan, devletin adamı anla­ mına gelen bu deyim belgelerde çok sık geçecek) olan neonazi örgütçü salınıverdi ve dogan sefaletin sorumlusu olarak yaban­ cılar gösterildi. Türklerin hep Mercedes, BMW ile dolaşugı an­ latıldı. Yabancı düşmanı terör yükseldi, evler içlerindeki insan­ larla birlikte yakıldı. Aslında Türklerin birikimleri fazla degildi. Ama yine de bu "zenginlik" Nazi cinayetlerine yetti. Düne dek Helmut Kohl, hemen hemen bütün seçimleri ya­ bancı düşmanlıgını körükleyerek kazandı, bugün Sarrazin gi­ bi ırkçılar, kendi ülkelerinde dogup büyümüş, bu toplumun "ürünü" olan yabancı kökenli lümpen gençleri gösterip, yeni cinayetlerin, katliamların ortamını hazırlıyorlar. Bütün Avru­ pa'da Müslüman, Çingene ve Afrikalı "karakafa"lara karşı kam­ panyaların ardı arkası kesilmiyor. tık büyük krizde çevremizi saracak yangınların hazulıgı yapılıyor. Heinrich Heine , egemenlerin , alt katmanlarda kendilerine karşı oluşan öfkeyi , nasıl azınlıklara karşı kıskançlıklan körük­ leyerek, yanlış yöne kanalize ettiklerini, bu öfkeyi nasıl ken­ di erklerinin bir aracı haline dönüştürdüklerini , ustası Rahel Varnhagen'in bir mektubuyla anlatır. tkisi de kader ortagıdır, Yahudilikten Protestanlığa "dönmüş"lerdir. Varnhagen, Hci­ nc'ye şunları yazar: "Sıradan insanların, Yahudileri takip etmesindeki kini lanetle­ miyorum , yalnızca, bu kini yaratan, şanssız yanılgılan lanetli­ yorum. Halk, aslında hep haklıdır, kininde ve sevgisinde, te­ melde, çok dogru bir güdu yatar, yalnız o, bu duygularını dog­ ru ifade edemez

ve

kızgınlıgı, sorun yerine, kişiye, zaman ve

mekölndaki yamuklukların günah keçisine yönelir. Halk, kıtlık çekiyor, yaşamın tadına varacak olanaklara sahip degil. Dev­ let dininin papazlan, ne denli , 'insan, dünyaya, yokluk çek­ meye gelmiştir, açlık ve susuzluga ragmen, egemeniere bo­ yun egmelidir' deseler de halkın, yine de zevk alma olanakları27

na, gizli bir özlemi vardır ve kasa ve sandıklarında tüm bunla­ n yı�anlara düşman olur; zenginlere düşman olur ve din ona, bu düşmanh� tüm gönlüyle katılma izni verirse, sevinir. Sıra­ dan halk, Yahudilerin şahsında, para sahiplerinden nefret et­ ti, onun k ızgınlık şimşeklerini, Yahudilere çeken hep, üst üs­ te yı�lmış metaldi. Her devirde, o devrin ruhu, bu düşmanh�a gerekli parolayı ver.di. Ortaça�da, bu parola, Katolik Kilisesi'nin karanlık ren­ gini taşıdı ve insanlar Yahudileri öldürdü, evlerini ya�ladı: 'lsa'yı çarmıha gerdikleri' gerekçesiyle - tıpkı St. Domingo'da ellerinde çarmıha gerilmiş lsa resmiyle koşuşan ve fanatikçe 'lsa'yı beyazlar öldürdü! ' diye ba�ran kimi siyahi Hıristiyanla­ rın katliam sı rasındaki mantıklanyla. Zavallı zencilere gülüyorsunuz, dostum, batı Hintli çiftçiler gülemediler, lsa'nın intikamı için kesildiler, aynı birkaç yüzyıl önce, Avru palı Yahudiler gibi. Ama St. Domingo siyahi Hıris­ tiyanlan da haklıydılar ! Beyazlar tüm zevklerin bollu� için­ de, asalakça yaşıyorlardı, oysa zenci, kara alnının teriyle, on­ lar için çalışmak zorundaydı, ücret olarak da, yalnızca az pi­ rinç unu ve çok kırba ç darbesi alıyordu; zenciler, orada sıra­ dan halktı.Şimdi, Ortaça�'da yaşamıyoruz, sıradan insan da uyandı, ar­ tık Yahudileri, bir defada vurup öldürmüyor ve kinini de aruk dinle süsleıniyor; ça�ız artık öyle saf dindar degil, geleneksel öfke, modem deyişieric kılıftanıyor ve birahanelerdeki güruh, tıpkı meclislerdeki gibi, şimdi Yahudilere karşı, ticari, endüstri­ yel, bilimsel veya hatta felsefi argümanlarla yükleniyor. Yalnız, modası geçmiş ikiyüzlüler, hala kinlerine dini bir renk veriyor ve lsa hakkı için saldınyorlar; büyük ço�nluk, açık yüreklilik­ le, burada, temelde, maddi çıkariann yattı�ını itiraf ediyor ve tüm araçlarla, Yahudilerin endüstriyel yeteneklerini kullanma­ lannı zorlaştırmak istiyor. Burada, Frankfurt'ta öme�in, sayıla­ n artmasın ve Hıristiyan tüccarlara çok rekabet olmasın diye, her yıl yalnızca 24 Musa yanlısına evlenme izni verilir. Burada, Yahudi düşmanlı�nın gerçek nedeni, gerçek yüzüyle ortaya çı­ kıyor . Bu yüz, kararmış rahip suratının de�il, tersine İsrailli iş 28

bilinci tarafından, ticaret ve Herlernede geçilmekten korkan bir bezirganın, gevşek, uyanık hatlarını taşıyor. Yahudilerde, bu iş bilincinin, böylesine tehdit edici şekilde gelişmesi onların suçu mu? Suç, Ortaça�'da, endüstrinin öne­ mini kavramayan, ticareti adi bir şey ve para işlerini hatta, çok aşagılık bir şey olarak gören ve endüstri dallannın en kiirlısını, yani para işlerini, Yahudilerin ellerine bırakan ve böylece tüm diger iş alanlannın dışına atılmış olanların, en usta tüccarlar ve bankerler haline gelmesine yol açan o deliliktc yatıyor. Onlar zengin olmaya zorlandılar ve sonra da zenginlikleri yüzünden nefret edildiler; şimdi Hıristiyanlık, endüstriye karşı önyargıla­ nnı, ne denli bırakmış olsa da ve Hıristiyanlar

da

ticaret ve iş

hayatında, ne denli tıpkı Yahudiler gibi uyanık ve zengin hale gelmiş olsalar da, Yahudilere karşı geleneksel düşmanlık, halk­ ta kaldı, halk, hala Yahudilerin şahsında, paralıların temsilcili­ gini görüyor ve onlardan nefret ediyor. Bakın, dünya tarihin­ de herkes haklıdır, çekiç de, örs de. " (Dinçer, Almanya .. ,

s.

68)

Su anda Berlin'deki Türkiyeli gençlerin yarısı işsizdir. Egi­ timsiz bırakılmış, dışlanmış, yabanileştirilmiş binlerce genç in­ san, sosyal yardımla veya yasadışı yollardan para "kazanarak" varlıgını sürdürmeye çalışıyor. Binlerce yeni Aaron yetişiyor. Genç insan sıkıntısı çeken Alman burj uvazisi , son yıllar­ da bu potansiyeli yavaş yavaş fark etmeye başladı. 25 yıl önce Kreuzberg Belediyesi Gençlik Dairesi'ndeki sendikacı arkadaş­ larla yaptıgımız bir hesaba göre, nüfustaki orana uygun bir per­ sonel politikası uygulansa, sadece bu dairede 18 yabancı sosyal pedagog çalıştırılması gerekiyordu . Geçen yıl aldıgım son bil­ giye göre orada henüz sadece bir yabancı sosyal pedagog, o da süresi kısıtlı bir sözleşme ile çalışıyordu. Şimdi paliste tek tük yabancı personel çalıştırmaya başladılar. ltfaiyede de gereksi­ nim oldugu açıklamaları yapıldı. Afganistan'da da giderek da­ ha çok Alman genci (bu gençlerin çogu işsiz kaldıgı, sivil ya­ şamda meslek ögrenme şansı bulamadıgı ve orduda iyi para al­ dıgı için bu işe soyunan gariban çocuklarıdır) ölmeye başladı. Ö nümüzdeki yıllarda "Almanya'nın Hindukuş'tan başlayan gü29

venligi için" (bu söz sabık sosyal demokrat Alman Savaş Baka­ nı Struck'a aittir) karayagtz Türk, Kürt, Arap Almaniann dün­ ya savaş sahnelerinde boy göstermesi kimseyi şaşırtmasın. Bu gençlerin oralarda, "babavatanlan" için "Rambo'lar gibi" çar­ pışacagından emin olabilirsiniz. Yeter ki, insanlar biraz adam yerine konsun, bunlara bu topluma ait olduklan hissi verilsin. Alman devleti ve bürokrasisindeki kana, ırka dayalı Wilhelm kafası yav.aş yavaş gerileyecek mi ya da bize yeni bir katliam or­ tamı dayatılacak mı, sorusunun yanıtını yakın gelecekte göre­ cegiz. Bu tehlikeye karşı bence tek çözüm, karışmaktır, birbi­ rimize kanşmak. Berlin'deki genç nüfusun % 40'tan fazlasının yabancı kökenli veya yabancıtarla akraba olması belli bir gü­ vencedir. Ancak Alman taşrasının "damarlarındaki temiz Al­ man kanı", o yürekte hılla Cermen Cermen, Hıristiyan Hıristi­ yan atıyor. Her ne kadar Tayyip Erdogan "Asimilasyon insan­ lık suçudur! " dese de, her ne kadar eski Bavyera Başbakanı Ed­ mund Steuber, Alman ırkının "Durchrassung"una (başka ırk­ larla kanşması) karşı çıksa da, bence hem Alman hem de ya­ bancı kökenli emekçilerin tek kurtuluşu kanşmakta, sevişe se­ vişe birbirini "asimile etmesindedir". "Bütün ülkelerin işçileri birleşin ! " hedefine sadece dayanışma mitingleri ile varılamaya­ cagını tarih bize ögretti. Almanya'da yoksulluk sınınnın çok altında bir emekli maaşı veya geliri olan ve ölene dek sosyal sadakaya muhtaç bırakılan milyonlarca Alman var. Bunların çogunlugıın u kadınlar ve ço­ cuklar oluşturur. Son istatistiklere göre Almanya'daki her 4 ço­ cuktan biri yoksulluk sınınnda veya onun altındadır. Berlin'de "bizim mahalle"lerin Waltraud'lan, Kalle'leri, zengin Wilmer­ sdorf, Zehlendorf mahallelerinin Edeltraut'larından çok daha kısa yaşarlar, tıpkı çift vatanlı-vatansız Türk komşulan gibi. Ve bu babavatanın hakiki evlatları, ünlü "Wilmersdorf dulla­ rı" SS'çi heriflerini hala rahmetle anarlar, yabancılara küfreder­ ler ve pek Hıristiyan demokrattırlar. Altlarını silerneyecek ha­ le düştüklerinde ise sizden iyisi yoktur. "Benim Türküm baş­ ka" derler o zaman, "öbürleri gibi degil. " Belki bahşiş de alırsı­ nız, sevinirsiniz. 30

Buradaki Türkiyeli ilk neslin büyük bir bölümü sinir hastası oldu, doktora gitti, malulen emekli de oldu. Sonra "deli" deme­ sinler diye, "Deli numarası yaptım, günlerce yıkanmadım, kon­ trol doktorunun muayenehanesindeki saksıya işedim" falan di­ ye anlatu. Böylece yalancıktan delirdigini ispatlamış oldu. Sa­ dece dost çevremizden bile verebilecegim o kadar çok intihar haberi var, ama biz deli degiliz. Delirmeyiz. Türk delirmez. Dayanır. Atalan gibi dayanır. Onlara da asker dogduklannı söylediler, dayan dediler ve sonra ateşe sürdüler. Enver'in agzında Anadolulu asker, "malzeme"dir, "insan malzemesi" . Liman von Sanders'in Türkiye'de çevirmenligi­ ni yapan Vierbücher anlatıyor [ koyu harfli yerler orijinalde de böyle - S.D. ] : "Zavallı Türk askeri

'Cih ad', yani kutsal savaş umudu, psikolojik açıdan dehşetli bir acayiplikti. 1 50 yıldır hiç ilan edilmemişti, bu yüzden bu çagnnın önceden tahmini bir etkisini saptayabilmek olanak­ dışı idi. IslAm, bizde bilindiginden çok daha fazla ölçüde, sa�­ lıklı insan aklının dinidir. O Sünni ço�unlu�unda, bizde engi­ zisyon ve odun yı�ınının yüzlerce yıl estirdigi hoşgörüsüzlü­

gü tanımaz. IslAm dini, kesin vurgulu gelenek ö�retisine yö­ nelik çok sade bir dindir. Ruhhaniara ba�ımlılık, Protestan­ lar'da oldu�undan bile daha azdır. Bütün inananlar için çok gevşek tek ba�, Arabistan'ın kutsal yerleridir ama Türk Sultan hiçbir zaman bu ba� de�ildi. Müslümanlar, sultanlann, ruha­ ni lider olarak konumlannı hep Türk devlet erkinin genişle­ tilmesi ve korunması için kötüye kullandıklannı çok iyi bi­ liyorlar. Bu onlan çok şüpheci ve vurdumduymaz yaptı. Bu­ nun için Eyub Camii'nde yeşil peygamber bayra�ının açılma­ sı boş ve gülünç bir eylemdi. Kutsal savaş ça�nsı, IslAm dün­ yası halklannda bir yankı bulsaydı bile bu Almanya için bir yarar getirmezdi, çünkü o zaman savaşın, tüm kafirlere, tüm Hıristiyanlara karşı, yani aynı şekilde Almanlara da karşı ge­ çerli olması gerekirdi, İngilizlere, Ruslara ve Fransızlara kar­ şı oldu� gibi. 31

Ve böylece Türkiye'de savaş zanaatının yükü sadece zaval­ lı Türk askerinin sırtındaydı ki, daha yeni iki kanlı Balkan Sa­ vaşı'ndan yuvasına dönmüştü. Bu asker, Türk emperyalizmi­ nin 14. yüzyılın ilk soygun savaşlanndan beri çileli ve bitmiş yük hayvanı olan köylü idi, zavallı zanaatldr idi; hep yengi ve­ ya yenilgide, acı çekmek ve kanamak zorunda olan aşagıda­ ki halk idi. ·-Türk askeri, militarizmin en yoksul kölesi idi. Bilgisiz ve te­ peden belirlenmiş bir kadere kendini teslim olmuş halde yü­ rüyordu, çünkü o, darbelerle baraka ve kışialardan dışan sü­ rülmüştü. Yürüyüş nereye, bunun üzerine düşünülmüyordu; Türk askeriyesinde düşünmek, Almanlannkinde oldugıından daha agır bir cürüm idi. Ben Türkiye'de geçen yıllarımda köreimiş çaresizlikten baş­ ka bir izienim edinemedim; yürekleri saran bir eaşkuyu ancak Alman savaş muhabirieri yazabilirlerdi. Oysa bu hiçbir zaman olmadı. Türk askeri hayvanlar gibi dövüldü, ailesi açlık çeke­ bilirdi. Paçavralar giydirilmiş, kısmen yalınayak, kısmen ayak­ lan bez parçalanna sanlmış halde, hiçbir saglık yardımı gör­ meksizin, pislik ve kıtlık sonuçlanna, tifüs, kolera, lekeli tifüs ve sıtmaya teslim edilmişti. Askeri hastane hastası olarak ben Şam'da, askerlerin günbegün düzinelercesinin, yan binalarda nasıl gebermeye terk edildigini kendim gördüm. Besin yenmez bir zıkkımdı, çünkü daha degerli besin maddeleri yöneticiler ve subaylar tarafından çalınıyordu. Kimi fiyaka formasyonlan hariç Türk ordusu, bütün savaş boyunca açlık çekti. Türk or­ dusunun iki milyon ölüsü oldu, bunlardan en fazla 500.000'i cephede öldü. Milyaniann köpeksi varoluşunun karşısında birçogunun, özellikle yüksek subaylann bolluk içindeki yaşamları duru­ yordu. Bu keskinlikte bir zıtlık, aslında çok sabırlı olan Al­ manlarda bile kesinlikle vurup öldürmelere , cinayetlere ne­ den olurdu. Subaylann hırsızlık yapmalan olagan görünüyor­ du, ne de olsa onlar aylarca maaşlannı bekliyorlardı. Türk or­ dusunda oran olarak, Alman ordusundakinden çok daha fazla subay vardı. Ve beyler, tabii hepsi, mümkün oldugtınca iyi ya-

şamak istiyorlardı. Orada rüşvet, balışiş, belirleyici bir rol oy­

nuyordu, özellikle yüksek mevkilerde. Şam'da savaş sırasında en inanılmaz rüşvet skandallan oluyordu. Şam askert komu­ tanlıgı her yanm yılda bir başkasına geçiyordu. Bu kısa süre­ de söz konusu albay, servetini "kazanıyordu" . Şam ticaret er­ babı, bu konuda mucizevi şeyler anlatabilirdi, bu beylerce bu kısa zamanda kendilerinden hangi miktarlar alındıgını anlata­ bilirlerdi." (Vierbücher, s. 1 9-22)

Sık sık Enver'e " teftiş" seyahatlerinde refakat eden Avus­ turya-Macaristan Askeri Ataşesi ]oseph Pomiankowski , Şubat 1 9 1 6'daki bir geziden şunları anlatıyor: "Tıpkı Beyrut'taki gibi Şam'da da yoksul halk sınıflannın se­ faleti tasvir edilmez haldeydi. Her yerde neredeyse tamamen çıplak dilenciler ve ortalıkta şaşkın şaşkın dolanan çocuklar­ la karşılaşılıyordu; çarşı bunlarla doluydu, burada en azından yagmur ve kardan korunuyorlar ve daha kolay yiyecek bir şey­ ler kapıyorlardı. Burada, Şam'ın denizden 691 m., Kudüs'ün de 789 m. yüksek ve oldukça sert bir ikiimin egemen oldugu­ nu söylemek gerekir. Oradaki ziyaretimiz sırasında iki şehirde de ısı 2 ila 4°C arasında idi, nemli soguk öyle üşütüyordu ki, çogumuz korkünü giyerek gezdi . . . Çarşıda 1 5 kadar neredeyse tamamen çıplak çocuk gördük, bunlar bir duvar boyunca, yerde uzanmışlar ve yürek yakar­ casına çıgınyorlardı. Ben, orada sakin sakin işini yapan bir sa­ tıcıya, bunlann kim oldugunu sordum, o bana çok lakayt, bu çocuklann açlıktan tamamen bitkin düştüklerini ve artık yü­ rüyemediklerini söyledi. Onlan akşamlan oraya duvann dibi­ ne sırayla yatınyorlarmış ki, çarşıda ayak altında yatmasınlar, rahatsız etmesinler. Orada öylece ölürlermiş ama ölüm önce­ si büyük agnlar olurmuş, onun için öyle çıgınyorlarmış. Her sabah cesetler dışan taşınıyor ve gömülüyor, bunun dışında kimseyi ilgilendirmiyorlar." (a.g.e., s. 205) "Sadece Lübnan'da 1 9 1 5/16 kışında 1 50.000 insan açlıktan öl­ müş." (a.g.e. , s. 20 1 ) 33

"Enver Paşa'nın gezileri, resmen teftiş denmesine ragmen bun­ lann gerçekte birlik ve cephelerin teftişi ile bir ilgisi yoktu. Bu gezilerde askert etkinlik, sadece yol üstündeki pozisyonlann, ordugllh vb.'nin yüzeysel bir gezilmesinden ve bunun ardın­ dan kaçınılmaz olan bir resmi geçille sınırlı idi. Geziler daha ziyade, ülkede kendine Çanakkale Muzafferi olarak tezahilrat ettiren Enver Paşa'nın kişisel ajitasyon ve propaganda gezile­ riydi.. Her yerde ahali onu, resmi makamlar öncülügünde te­ zahüra tla karşılıyordu ve büyük masraftarla ziyafetler düzen­ leniyordu . Bu ziyafetlerde sonsuz Türkçe ve Arapça nutuklar -çogu mısralar halinde- aulıyordu. Enver'in kendinde hiç nu­ tu k yetenegi olmadıgı için yanına Suriye Başimaını Şeyh Esat Efendi'yi (biz ona 'Kardinal' diyorduk, bu da onun pek hoşuna gidiyordu) almıştı, o bütün nutuklan aynı dilde ve aynı uzun­

lukta yanıtlıyordu. Enver ve Cemal paşalann kendileri hiç ko­ nuşmuyorlardı." (a.g.e. , s. 197)

Nisan 1 9 1 6'da Sivas civarında panik içinde cephe gerisine kaçan binlerce Müslümanın sefaletini anlattıktan sonra, "En­ ver Paşa'nın kırsal Türk ahali arasnda nasıl bir üne sahip oldu­ gunu görmek enteresandı. Bazen çok kısa durdugumuz bütün köylerde, heryerde köylüler toplandılar ve Enver'in bulundugu grubun çevresinde sessiz bir saygıyla durdular. Zaman zaman tek tek adamlar -çogu çok yaşlı aksakallı insanlar- Enver' e ge­ liyor ve sessizce, saygıyla elini öpüyorlardı , o da lütfedip elini uzatıyordu. Enver'in refakatçıları, biz yabancı subaylar, çogun­ lukla hiç dikkate alınmadık," diyor. (a.g.e., s. 208) Bu dedeler, torunlarının Sarıkamış'ta o ellerce nasıl ölüme yollandıgını bil­ miyorlardı. O katliamı anlatanı ölüm cezası bekliyordu. Binlerce Alicik'i Cemal Paşa ile birlikte Süveyş sulannda bo­ gulmaya yollayan Kress von Kressenstein: "Eski rejim ile yenisi arasında bir yakınlaşma saglama umu­ duyla parti yoldaşlannın tavsiyesi üzerine Enver, 1 9 1 4 baba­ nnda bir sultanla evlenmişti. Bu mantık evliligi bir aşk ailesi­ ne dönüştü. Enver genç kansına zamanının büyük bir kısmı­ nı harcıyordu ve sultanın ölçüsüz arzulanna ve israf tutkusu34

na karşı koyacak gücü kendinde bulamıyordu. Evinin idaresi ve yaşam düzeni, onun yasal gelirinden çok daha fazla para ge­ rektiriyordu. 'Beni bir sultanla evlenıneye siz zorladınız. Şimdi ona küçük bir tegmen karısının yaşamını sunamam,' yanıtını

bu lüks yaşam tarzının u gursuz sonuçlarına işaret eden dost­ lanna da veriyordu . . . ( . . .) Enver'in Türkiye'nin güçlerinin sonuna vardıgını gör­ memesi ve bunun sonucu olarak operasyonel önlemlerin bo­ yut ve kalitelerinde elindeki imkanlan yeterince göz önünde tutmaması çok ağır sonuçlar dogurdu. Dostu Cemal Paşa, bir sohbet sırasında bana, Enver'in orduda hiç birlik hizmeti yap­ mamış olmasının Türkiye için bir şanssızlık oldugunu ve bun­ dan dolayı çalışmak zorunda oldugu enstrümanı yeterince ta­ nımadığını söylerken haksız değildi. Biz Almanlar, onun Merkez Güçleri ile ittifaka olan yıkıl­ maz sadakati ve buna olan bütün dirençlere karşı büyük ener­

ji ile yürümesi nedeniyle ona en büyük şükran borçluyuz. En­ ver, diğerlerinden önce, Merkez Güçler'in tek bir savaş komu­ tanlığının gerekliliğini tamamen gördü ve gönüllü olarak Al­ man yönetiminin emrine tAbi oldu. Dünya Savaşı'nın sonucu­ nun, Türk cephelerinde degil de Fransa'daki savaş alanların­ da belirleneceğini görmesi, onun Alman üst savaş komutası­ nın arzularına o denli ileri uymasına neden oldu ki, bu bazen Türk savaş yönetiminin çıkar ve ihtiyaçlarına yeterince uyma­ dı ve bu yüzden Türk politikacı ve subaylanndan sert eleştiri ve muhalefet gördü. (. . . ) Kendi meslektaşlarına karşı Enver, olağanüstü geri du­ rurdu , çogu kez ise çok sertti. Cepheye yaptığı sık ziyaretler­ de ben onun askerlerle veya genç subaylarla tek bir kelime bi­ le konuşmaya tenezzül ettigini hiç görmedim. Birliklerin sag­ lıgı veya hali üzerine bir ilgi duydugunu da hiç göstermedi. Biz Alman subaylan ise bütünü içinde Enver'le hoş bir çalış­ ma havası bulduk ve onunla şahsi ilişkilerimizde şikayet ede­ cek bir şey yoktu. Enver şarklılann çoğu gibi kaderci ve batıl inançlıydı. Bir cephe gezisinde çok tehlikeli olan bir bölge üzerine onu uyar35

dığımda, bana tüm ciddiyetiyle korkacak bir şeyi olmadığını, ı;ünkü falına bakan yaşlı bir Çingene'nin ona çocukluğunda, yaşlı bir adam olarak yatağında öleceğini söylediğini anlattı. ( . . . ) Savaşın başladığı kritik haftalarda Türk başkomutan ve­ kili ile misyon şefi fEnver'le konuşmayan Liman von Sanders S.D.] arasındaki -fikir alışverişinde aracılık yapma . . . görevi ba­ na kalmıştı. " (Kressenstein, s. 20-22)

lttihatçı !lilahşör Yenibahçeli Şükrü Bey'in üvey oglu Burhan Oguz'a göre Enver bir "meczuptur." (Oguz, s. 265) Berlin'de askeıi ataşelik yaparken ona, Wilhelm'in ziyafetin­ de başköşede yer verilir. Mackensen gibi yaşlı bir general En­ ver'in önünde topuk çakıp selama durmaya zorlanır. Oguz'a göre "bebek gibi güzel" Enver'in, Wilhelm tarafından "kimi tu­ haf huyları" ilc kendine benzetilmesi söz konusudur. (a. g .e., s. 265) Bu " tuhaf huylara" ileride dcginecegiz. Burhan Oguz şöyle yazar:

"Bütün Türk-Alman simbiyozu ne getirmişti, ne götürmüştü? Ne götürdüğünü çok iyi biliyoruz. Ne bıraklığına gelince . . . Al­ man kültürü, sivillerin bile birbirlerine rastladıklarında topuk çakmaları , otoriter ve militer sisteme hayranlıktan öteye git­ medi Türkiye'de." (a.g.e., s. 333)

Şubat gezisine dönelim Filistin'de: "tüm menzil ve su istasyonları, Ingiliz süvarileri ve bedevi çe­ telerinin saldırıianna karşı siperler, tel örgü engelleriyle çevri­ liydi. Buralarda, arnele taburu denen birliklerde bir araya sürül­ müş, neredeyse çıplak binlerce Arap çalışıyordu. Enver bu in­ sanların yanından geçerken, onlar ona çıplak vücutlarını göster­ diler, üşüdüklerini işaretle göstermeye çalıştılar ve saygıyla giysi istediler. Enver kabaca, onlar için giysi olmadığı yanıtını verdi. Ben hiçbir yerde Güney Filistin'deki gibi bir sefaJet görme­ dim. Geçtiğimiz çoğu köyde koca kafileler, yerdeki çukurlar­ da bannıyor, neredeyse çınlçıplak ortada dolanıyordu, hiçbir eşyalan yoktu ve çıplak toprak üzerinde uyuyorlardı." (Pomi­ ankowski, 204) 36

Ve Vierbücher: "Ve kışlalardan, küçük hatalardan dolayı falakaya, ayak ta­

banlanndaki deri patlayana dek sopa dayagına yatınlan zaval­ lı insaniann acı haykınşlan yankılanıyordu. Daha 1 9 1 5'te so­ kaklarda, kümeler halinde ipieric birbirlerine baglanmış, do­ nuk donuk bakan, asker kaça� olarak yakalanmış olan ve şim­ di kışlada, "dogunun centilmenlerinin" özel bir ustalıkla be­ cerdikleri muamdeye, yani daya k

lar görülüyordu.

ve

açlıga götürülen adam­

Daha ilk savaş yılında, yüz binlerce asker kaçagı vardı. Kim 47 1ira ödeyebilirse, askerlik hizmetinden kurtuluyordu. Yok­ sul, şeytan ama hele Hıristiyan ise birlikteki hayvani muamele ile saklanma arasında seçim yapmak zorunda idi. Askere alın­ malann hiç sOnüşmesiz yürüdügü tek bölge, Anadolu'nun saf Türk olan yerleriydi. Buna karşın Mezopotamya ve Suriye'de daha 1 9 1 6'da karmaşa o kadar büyüktü ki, vekil kral Cemal Paşa, bir gün, yakalanan asker kaçaklanndan her onuncuyu idam etme emri verdi. Gerçekten bir gün Şam'daki sokak ve

meydanlarda asker kaçaklannın asılı oldugu 24 daragacı gör­

düm. Ve her gün demir döküm işietmemizin yanından, kurşu­ na diziimiş asker kaçaklannın kanlannın sızdıgı bir araba ge­ çiyordu. Basın mensuplan bunlan bize anlatmadılar. Almanya'daki kamu düşüncesini şekillendiren sayısız sansür organı için her şeyin yolunda olması gerekiyordu." (Vierbücher, a.g.y. )

Sankamış'ta çarpışan Kurmay Yarbay Köprülülü Şerif llden anlatıyor: "Akşam oldu. Saldın birkaç yüz eri ve yirmi otuz subayı karla­ ra gömmekle sonuçsuz bitti. Fakat Enver yine aynı öyle endi­ şesiz ve hain kaldı. Çerkezköy tarafından, önünde boynu bü­ kük bir çocukla yanımıza geldi: 'Kaçarken tuttum, kurşuna dizilecek ! ' emrini verdi. Kaçagı aldık. Akşam karanh�nda renksiz yüzü görünmü­ yordu. Ateşin karşısına getirdik sorguladık. 37

'Çocuk sen kimsin, hangi birliktensin?' dedik. Fakat tümen komutanı Albay Arif Bey 'kaçak' diye hayatı gasp edilecek olan bu çocu�u tanıdı: Harp Okulu'nun son sınıfını tamamlamadan çıkmış. Savaş başladı�ı günden beri bilmem hangi bölükte ta­ kım komutanh�ıyla güzel hizmetleri geçmiş. Şimdi Çerkez­ köy'e hücum sırasında takımı -zaten beş on kişiymiş- tümüy­ le yok olmuş. Kendisi alay komutanını ararken yine avcı hat­ tında bir a�acın dibinde biraz soluk almak için oturmuş. Enver •.

Paşa Hazretleri o sırada avcı hattına gelmiş ve kendisini yaka­ lamış, buraya getirmiş. Bu çocuk 17-18 yaşlannda zayıf, san benizli, yoksul durum­ da bir gençti. Anlatu�ı şeyler do� da olabilirdi, yanlış da. Fa­ kat şurası kesindi ki, bu çocuk Çerkezköy eteklerine kadar ta­ banı delik bir çift potin, çok eski ve örselenmiş ince bir kaput­ la titreye titreye sürüklenmiş gelmişti. Ve gerilerde degil ile­ ride, hepimizden daha ileride avcı hattında 'biraz dinlenmek için' oturmuştu. Enver Paşa'ya bu konuda itiraz edilmezdi. Çünkü çocuk tü­ mene sorgulanmak için de�il öldürülmek için verilmişti. Bu­ nunla birlikte biz emri yürürlü�e koydurmamaya karar verdik. Belki bir zafer filan kazanılır da ba�lattınnz dedik. O gün zafer kazanılmamış, Enver de emrini unutmamış­ tı. Ertesi gün bize 'O kaça�ı kurşuna dizdiniz mi?' diye sor­ du . 'Hayır, efendimiz. Divan-ı Harp edilmesini emir buyur­ muşsunuz,' cevabı verildi. Enver cevap vermeden birinci emri­ ni tekrartadı ve çocuk tümen karargAhı muhafız bölü�ne tes­ lim edildi. Allah, zavallı, renksiz, hasta çocu�a rahmet eylesin. Ço�umuzun evleTimizde buna yakın ogullanmız vardı. Bu gü­ nahsız, hızla gelen zulmün şehidi bize birçok zaman iç sızısı oldu. HalA fersiz gözleri, zayıf ve bitkin iki bacak üstünde güç­ lükle duran iki avuçluk vücutcagızı, ince kollan, bükülen boy­ nu gözümün önündedir. Bu çocuk da do�al olarak bir anadan do�du. O ana yavrusunun beşi�ini saHarken -tıpkı Enver'in anası gibi- 'büyüsün, paşa olsun' diye ninni söyledi. Enverler paşa oldular. Çünkü çok ocak söndürmesini, evler yıkınasını, ordular batırmasını bildiler. Fakat bu çocuk paşa olmadı, hat38

ta tegmen bile olamadı. .. Şimdi? Şimdi ise şımank ve katil bir ugursuzun beceriksizlik ve bilgisizligini örtrnek için sert di­ siplin adına verdigi emirle suçsuz ve günahsız olarak kurşuna dizildi. Enver'in şu beş on yıla sıgdırdıgı cinayet ve hıyanetle­

ri belki Sirus'un zulüm ve baskısından çoktur." (Ilden, s. 207)

Osmanlı'da tümen komutanlıgı yapan askeri misyon üyesi Hans Guhr, Ocak l 9 1 7'de Garib'den anlatıyor: "Birçok kere yol üstünde eşek ve at dışkılannın başına çöken ve azap verici açlıklannı dindirrnek için sindirilmemiş tahıl ta­ nelerini ayıklayıp kavuran askerler gördük. Yemek için hay­ van leşlerinden et kesilmesini yasaklamak zorunda kaldım. Yüzbaşı Rauch merhamet dolu bir ürpermeyle, hiç yiyecek kalmadıgı için ölmüş bir atın derisini kemiren nöbetçiler gör­ dügünden bahsetti. " (Guhr, s. 86) "Diyarbük'e yaklaşırken daha çok uzaktan, tarifi mümkün ol­ mayan bir gürültü işittik. Gürültü Harput'a nakledilmek üze­ re olan buradaki hastaneden geliyordu. Içeri girdigirniz zaman korkunç bir manzarayla karştlaştık. Tamamen bakımsız olan hastalar açlıktan çıldırmış vaziyette birbirlerine saldınyorlar­ dı. Bir kısmı digerlerinin kollanndan ve sırtlarından ısınp et parçalan kopanyorlardı; diger bir kısmı ise 'ekmek' diye hay­ kınyor, tepiniyor ve her şeyi parçalıyorlardı. Iki sıhhiye suba­ yı zor kullanarak düzeni saglamaya beyhude yere ugraşıyordu, Köhler bile nihayet müdahale etti. Kavga edenler beni görün­ ce sükunet avdet etti. Şayet uysal ve aklı başında askerler gibi davranırlarsa onlara hemen yiyecek gönderecegimi vaat ettim. Bunun faydası oldu. " (a.g.ı:., s. 92)

Vierbücher anlatıyor: "Türk Paşalan ve Alman uçuklan

Ankara bu günlerde paşa titrini kaldırdı ve böylece romantik bir parçayı daha tarihin çöp sepetine attı. Kanlı, tüyler ürper­ tici bir parçayı ki, o biz Batılılar için artık efsane haline gel­ miş, tek bir bireye en acayip keyfi tatminleri saglayan erk mü39

kemmelli�inden oluşan bir parçadır. ll. Wilhelm, sarayındaki­ lerin kellelerini pek severek kestirrnek isterdi. Bu zararsız bir arzu olarak kalmak zorundaydı. Onun ahbabı Abdülhamid ise kelleleri hAlA ayaklannın üzerinden hoplattırabiliyordu. E�er Wilhelm isterligini yapabilseydi, sosyal demokratlann hali ne olurdu acaba? Abdülhamid'in fantezisi, Fransız devriminden vahşet öyküleriyle özellikle hareketlendi�inde o, do�dan Er­ menilerin katledilmesi emrini verebiliyordu ve ertesi gün Is­ tanbul ve Adana caddeleri darbelerle öldürülmüşlerin ceset­ leriyle doluyordu. Kimi generalimizin mutlaka Belçika ve Po­ lonya'da ibigi kalkmıştır. Ama ne olursa olsun 93 bilgeden yö­ netme yetenegi üzerine bir rapor çıkartmanın bir faydası oldu. Türk erk sahiplerinde en küçük bir çekinmeden iz yoktu. Akı­ cı Almanca ve Fransızca konuşan bu beyefendiler, savaş sıra­ sında kendi ülkelerinde, Ingilizierin Transvaal'de davrandık­ lanndan daha kötü davrandılar. Enver Paşa, toplanmış birli­ gin önünde subaylan tokatladı. Cemal Paşa, Suriye Kral Veki­ li olarak, başşehri Şam'ı güzelleştirme ihtiyacı duydu. Cadde­ ler ona yeterince geniş gelmedi. Ve bu yüzden o, bir gün Uzun Cadde sakinlerini süngülerle evlerinden çıkarttırdı ve evle­ ri askerlere yıkurttı. Evsiz barksız kalan insanlar, kendi başla­ nnın çaresine bakmak zorunda kaldılar; ama cadde şimdi ge­ nişlemişti. 1 9 1 5 yılında Çanakkale'nin, ltilaf Devletleri'nin sai­ dınianna dayanarnama tehlikesi do�du�nda, Sultan'ın saray sakinleriyle birlikte Eskişehir'e taşınması öngörülmüştü. Ora­ da hemen bütün bir ev dizisi, bir saat içinde boşaltıldı. Bu­ ranın ahalisi, kelimenin tam anlamıyla sokakta yatıyordu. V. Mehmed Reşad Istanbul'da kalmasına ra�en, soka�a atılan­ lara savaş sonuna dek evleri geri verilmedi. 1 9 1 7 yılında ben, Şam'daki bir pazar yerinde, sabah erken saatte, yedi dara�acı gördüm . Bunlarda Suriye'nin en saygın ve zengin ailelerinin reisieri asılıydı. Aynı saatte Beyrut'ta yirmi beş, Kudüs'te ye­ di, Halep'te yedi, Hom'da dört kişi asıldı. Cemal Paşa, şaşıran kamuoyuna, asılaniann güya vatan haini olduklarını açıkladı. Onlann büyük servetlerine devletçe el konuldu. Ve herhalde bu, o tüyler ürpertici manevranın asıl amacıydı. 40

Cemal Paşa, Enver'in en baş rakibiydi. Bahriye Nazırı sıfa­ tıyla kabine üyesi olmasına ra�en, bütün savaş boyunca Su­ riye Başkomutanlı�ı yaptı. Böylece Enver, bütün askeri konu­ larda tek karar verici oldu. Cemal, onun gözünde hiçbir zaman yeterince keskin de�ildi. Buna ragmen Cemal'in emir sahasın­ da halka karşı o kadar çok zorbalık eylemi oldu ki, bunları an­ latmakta cilller doldurulurdu. Bunda baş suçlu sistem olabi­ lir ama yine de Süveyş Kanalı'ndaki Türk cephesinde belirleyi­ ci olan adamın, genel kanıya göre sadece askeri açıdan yeter­ siz olması de�il. aynı zamanda Ittifak Güçleri'nden ziyade An­ tant'a sempati duyması, Almanya'daki sorumlulan lakayt bı­ rakamazdı. Ama Beriiniilere galiba, paşaların, onlara, Türki­ ye'den ha bre bir fantastik plan ardından yenisini uygulama iz­ ni vermeleri yetmişti. Ba�dat ve Şam, en maceracı ve anlam­ sız seferlerin çıkış noktalarını oluşturdular. Oradan, para çan­ talan tıka basa doldurulmuş halde lran'a ve hatta Afganistan'a (Hindistan'a giden yol ! ) sefere çıkıyorlardı, bu ülkelerdeki in­ sanların aslında ne istediklerinden zerre kadar haberleri olma­ dan. Paşalarda, Berlin'dekiterin akıllarını oynattıklan şüphesi­ nin uyanması kaçınılmazdı. Hatta Şam'dan bir kol, Hicaz üze­ rinden, Kızıldeniz'i aşarak Habeşistan'a gitti, oradaki Kayze­ re, Alman Kayzerinin el yazısını sunmak için. Ne yazık ki, Ne­ gus Negesti, ll. Wilhelm'in baştan çıkarıcı planını uygulama­ dı, yani Mısır'ı Santral-Afrika yönünden ezip geçme planını. Bu, olası her tür maceracının parlama çagıydı. En renkli figür­ lerden biri yaşlı Şeyh Abdullah idi; o ve Kızıldeniz'deki birligi, Bedeviler tarafından geri püskürtülmüştü ve bin bit zahmet­ le kendini yine Şam'a atmıştı. Abdullah, anadan do�ma bir Al­ mandı ve adı Karl Neufeld idi. Seksenli yıllarda yeni peygam­ ber Mehdi tarafından, yukarı Mısır'da esir alınmış ve yedi yıl boyunca tutulmuştu, ta Omdurman Celladı Kitchener tarafın­ dan kunanlana dek. Neufeld, ki bir de 'Halife'nin Zincirleri Al­ tında' isimli, çok okunan bir kitap yazmıştı, kırk yıldır Müs­ lüman idi, Arap dilini iyi biliyordu ama bir görevi ciddi uygu­ lamaktan aciz hayalperestİn biriydi. Şam'da, benim çok yakı­ nımda, masallardaki sultanlar gibi yaşıyordu ve eger 1 9 1 8 ya41

zında Berlin yakınındaki Buch'ta bir sanatoryumda ölmemiş olsaydı, mutlaka Wilhelm'in Senussi'lerdeki {Libya'da etkin bir kabile - S. D.} elçisi olurdu.

Paşalar, Almaniann Türkiye'deki hareketlerindeki plansızlıgı ve kararsızlıgı fark ettikleri ölçüde, giderek burunlan büyüdü, şişindiler de şişindiler. Hiç bu kadar rahat hükmedememişlerdi. Savaş halinin başlaması ile onlar için dış dünyanın düşüncele­ rini dikkate almaya zorlayan bütün sakıncalar ortadan kalkmış old� - Ülke içindeki kılıç rejiminin hiçbir engeli tanımasına ge­ rek kalmamışu. Müttefikleri, zaten her gün Türk olan her şeye ilan-ı aşklar ederek taklalar atıyordu. Türk nazırlar, Almanya'da coşkun gösterilerle karşılandılar. Almanya bunun üstüne bir de Türk savaş aparatının finansmanını üstlendi. 10.900 milyon al­ tın mark, bunun 3.900 milyonu nakit alun olarak, İstanbul ve Sofya'ya aku. Hiçbir zaman sterlinler, franklar ve rubleler, bu mark çaglayanlan gibi akmamışlardı. Berlin, Türk tarafında bir zafer için koşullan saglamada hiç eksik bırakmama hayali görü­ yordu. TalAt ve Enver ise işe koyuldular. Savaş alanını ülke içine kaydırdılar ve orada düşmanı öylesi bir köklülükle yendiler ki,

isimleri amk ancak tarihin en büyük insan cellatlanyla birlikte anılmaya müsaadelidir." (Vierbücher, s. 22-25)

Vierbücher anlatmaya devam ediyor: "Türk tarihinden Bir milyondan fazla savunmasız Ermeninin öldürülmesi, an­ cak Türk imparatorlugunun gelişme süreci göz önünde tutu­ lursa mümkün sayılabilir. Tarihin bu bölümü, vahşet ve cü­ rümde dünya tarihinin her sayfasını geride bırakır. Osmanlı lmparatorlugu'nun büyüklerinin, en yakın zamana dek, keyfı: idarelerini ne boyutlarda, hançer, zehir, bogma ve arsızca hır­ sızlık ile tepe tepe yürüttüklerini insan aklı almıyor. Düşünüi­ mdi ki, Abdülhamid'in kanlı cürümlerinin büyük bölümü he­ nüz bizim yüzyılımızda işlendi. Bu, Alman Kayzerini, bu kan­ lı katilin dostu olmaktan alıkoymadı. . . Zorbalık, zorbalık ve yine zorbalık, Türk tarihinin arınası budur. Bu hemen hemen bütün halkiann tarihi için de söyle42

nemez mi? Elbette, ama dünyanın hiçbir belirleyici bölümün­ de, yıkıcı güçler, Türkiye'de oldugu kadar mutlak hükmetme­ diler; kılıç, akli, yaratıcı enerjileri böylesine ezemedi. 200 sadrazamdan 76'sı do�al olmayan bir ölümle can verdi. Sultaniann üçte biri öldürüldü. (. .. ) Türk hanedanlı�ına adını veren reis Osman bile dün­ ya egemenliği hayalleri kunıyordu. Onun bir sarayı fethetme­ sini engellemek isteyen 90 yaşındaki amcasını bir okla öldür­ dü� hala özellikle anlatılır. O�lu Orhan ( 1 326-59) yeniçeri ocaklannın yarancısıdır, ki bunlar cürümleriyle kısa zamanda Avrupa ve Asya'yı dehşete düşürmüşlerdir. Askerlik tarihinin en acayip sürekli ordusuydu bunlar. Eksiklerini hep seferler­ de ganimet olarak alınan veya küçük Asya'nın Rum ve Erme­ ni ailelerinden sürüklenen Hıristiyan oğlanlarıyla kapatıyor­ lardı. Bunlar daha on yaşında savaş eğitimine başhyorlardı. Ba­ kım mükemmeldi. Buna öylesine önem veriliyordu ki, et kaza­ nı bu birliklerin arması haline geldi ve en başlarındakine Çor­

bacı unvanı verildi. Bu, mesleği askerlik olan, şımartılmış pre­ toryan alayı ile ilk sultanlar, çağlarının bütün savaş güçlerin­ den üstündüler.

(. .. )

1. Murad Türk Imparatorluğu'nu dünya gücü haline ge­

tirdi. Murad bu savaşta bir Sırp'ın hançer darbesi ile öldü. Oğ­ lu I. Bayazıd, hükümranlığına, kardeşini bo�durtarak başladı ve böylece her tahta çıkışa bir kardeş ve akraba katliamının eş­ lik etmesi adetini başlattı. lll. Mehmed ( 1 595- 1 603) öme�n, dört sütunlu tahtının önüne on yedi erkek kardeşinin kesilmiş kafalarını bir piramit şeklinde yığdırdı. Şehzadeler bir prens kafesine yerleştiriliyorlar, burada alkol ve avratların sinir boz­ malarına terk edilmiş halde ömürlerinin yarısını geçiriyorlar­ dı, başa geldiklerinde artık sonımluluğun üstesinden gelecek halde olmuyorlardı . Büyük Osmanlı fetihçilerinin tek ama­ cı, imparatorluklanna yeni alanlar katmak, ganimet toplamak ve halkların suyunu çıkarmaktı. Türkiye'ye çoğu kez, "doğu­ nun Pnısya'sı" adı verildi. E�er insafsızca zorbalık, Prusyahh­ ğın özel bir sembolü ise o zaman Türkler, Hohenzollern hane­ danının tebaalanndan daha önce ve daha başarılı Pnısyah ol43

muşlar. Ama her ikisine de mahsus yeteneksizlik, ahlAki fetih­ ler yapmakta yatıyor." (a.g.e. , s. 19-27)

Vierbücher bize Alicik'i , Ayşecik'i, Siranuşcuk'u ve Agop­ cuk'u işte böyle anlatıyor. Daha çok şeyler de anlatıyor; Kemah bogazındaki korkunç katliamı da, öbürlerini de. Ama bunları belgelerde zaten yeterince bulacaksınız. Vierbücher bunları Weimar Cumhuriyeti döneminde yayım­ ladıgı kitapta dile getirmiş. Kendisi bu dönemdeki barış hare­ ketinin, antimilitarizmin en ünlü hatiplerinden biri olmuş, nu­ tuklarıyla binleri etkilemiş. Faşistler başa gelince onu rahat bı­ rakmamışlar. Bir gün evinde, Gestapo'dan oldugu samlan bir sivilin yaptıgı sorgulamaya öyle sinirtenmiş ki, beyin kanama­ sı sonucu can vermiş. *

*

*

'80'li yıllarda Almanya'daki CDU'lu, SPD'Ii hükümetler Tür­ kiye'de darbenin ardından olup bitenleri bilmiyorlar mıydı? Yıllar sonra taksi şoförlügü yaptıgım günlerde bir gün havaala­ mndan benim taksiye bir subay bindi ve büyük bir kongre ya­ pılacak olan lüks bir otele çekmemi istedi. Yolda Türk olup ol­ madıgımı sordu, "Türküm," deyince başladı anlatmaya. Kendi­ si Bundesgrenzschutz'da (Federal Sınır Koruma Dairesi) yar­ baydı, Türkiye'nin bütün sınır karakollarım , özellikle dogu Anadolu'dakileri ezbere biliyordu. 80'li yıllarda bütün bunla­ rı gezmiş ve Türkiye'nin sınır güvenliginin modernizasyonun­ da çalışmıştı. Türk polisi de aynı süreçten geçti. Ordu da. Akıl , silah ve hatta işkence aletleri Almanya'dan gitti. Doguda köy yakan, yı­ kan panzerler buradan gitti. F-Tipi zindan, Almanya'daki "dev­ let düşmanlarına" karşı uygulanan "Isolationshaft"ın ta kendi­ sidir. Türkü'yle , Almanı'yla demokrasi düşmanları tek bir ör­ güt gibi çalıştılar. Biz de Alman demokratlarıyla el ele verdik ve çok da iyi yaptık. Savaşta da Enver'le kol kola yürüyen, Ermeni katliamını ört­ bas etmeye kalkan , körükleyen ve kendi halklarının da baş 44

düşmanı olan kanlı Wilhelm'ler, Wangenheim'lar, Oppenhe­ im Ludendorff, Tirpitz ve Seeckt'ler "Türk dostu" idiler, bunla­ ra karşı savaşan, halkiann savaşta kanaya kanaya mahvolması­ na karşı duran, insanlık narnma Ermcoilere de sahip çıkan Ro­ sa Luxemburg'lar, Liebknecht'ler, Ledebour'lar 'Türk düşma­ nı" . Bunlann çogu , milyonlarca Anadolu çocugunu mahveden aynı militarist klik tarafından katiedildL Tarih karşımıza genellikle egemen erkeklerin, erkeklerle sa­ vaşlannın yine egemen erkeklerce, erkekler için yazılmış tari­ hi olarak konuyor. Asıl yananlar, emekçiler, yaşlı, kadın ve ço­ cuklar bu tarihlerde "vs" dir, ya anılır, ya anılmaz, belli olmaz. Bu tarihçilik Türkiye'de karşımıza döl, dil, yel veya limon sa­ tış uzmanlıgı olarak da çıkabiliyor. Türkiye'de on binlerce bası­ lıp satılan padişah analan üzerine yazılmış kitabı alın örnegin. Bunu yazan ve her yerde "gavur dölü" gören adam, Almanya'da olsa "agır halk kışkırtıcılıgı" suçundan ya hapishanede, ya da tımarhanede ölürdü , insanların arasında serbest dolaşmasına izin verilmezdi. Bu dili kullananların, hiç aklına gelmez mi ki, "gavurun " biri de kal k ıp, onlara bir gün "Türk dölü", "Müslü­ man dölü" deyiverir? Sonra ne olur? Kan akar. Birikim'in bir sayısında Taner Akçam'ın TTK'nın "dil" uz­ manlarına hangi çevirinin dogru oldugunu anlatmaya çalıştıgı bir yazıyla karşılaştım. Binlerce belge var, binlerce cürüm. Ve bunların hepsinden haberi olan "milli" terbiyesizlik sözcük çe­ virilerinde cambazlıkla meşgul. 2007'de Alman Belgeleri diye yayımlanan bir kitapta 4-5 katliam raporu çevrilmiş ve Türk­ çü yönde yorumlanmıştı. Almancasının benden iyi oldugu belli olan genç yazar, tarihten öyle habersiz ki, Dışişleri Dairesi Müs­ teşar Yardımcısı Zimmermann'ı "bir misyoner" olarak tanıtıyor ( Över, s. 100) , ondan sonra da basıyorrlu yorumu. Wangenhe­ im'ın 27.05. 1 9 1 5 tarihli raporunun 3. eki olan 14.04. 1 9 1 5 tarih­ li Karl Blank raporunda "weil er sich nicht Luft machen konu­ te" sözleriyle geçen ve Türkçe'de "çünkü hırsını alamamıştı" an­ lamına gelen yeri "yellenemediğinden" diye çeviriyor ve böyle­ ce Karl Blank'ın ne düzeysiz, ne adi bir misyoner oldugunu iyi­ ce ispatlamış oluyordu. (a.g.e., s. 82-84) Bu kitapta 1 7 . sayfadan 45

itibaren son (2 19) sayfaya dek her tek numaralı sayfanın üstün­ de "Ermeniler yalan söylüyor! ! ! " ibaresi var. Elinizdeki belgelerde Resülayn'da (Ceylanpınar) , Der Zor çölünde, Halep'te çekilenleri yeterince okuyacaksınız. Bunlar­ dan kesinlikle bilgisi olması gereken (Alman Dışişleri Bakanlıgı Politik Arşivi'nde bir sürü Türk araştırmacıyla, doktora ögren­ cisi vs. ile karşılaştı m) TTK uzmanı Kemal Çiçek şunları söyle­ ye biliyor: " �albuki tehcir yolculugu sonunda Ermenilerin var­ dıgı yerler aslında çöl degildir. Buralar şimdi bizim Ceylanpı­ nar dedigirniz yerler ya da Derzor, Rakka gibi yine nehir kena­ rında nezih yerleşim alanlarıdır ve Ermenilerin büyük kısmı da Halep ve civarına yerleştirilmiştir. " (Akyol, s. 1 92) Ve eski ül­ kücü, taze liberal Taha Akyol bunları "söz" sayıp, "ortak acı" diye basabiliyor. Hü rriyet ve Habertürk'ün tarih "uzmanı" M urat Bardakçı, "Soykınm olmuştur" diyenlere, "arşivlerden içeriye bir defa ol­ sun adım atmamaları na" , "yani belge görmemelerine ragmen gönüllü soykırım tellalları" dedikten sonra İttihat ve Terak­ ki'yi "her şeyiyle kabullenmek . . . hatasıyla ve sevabıyla bize ait olduguna inanmak zorundayız," diyebiliyor. (Bardakçı , s. 1 51 6) Bardakçı'nın Habertarh'te Pelin Batu, Talat Paşa'nın karısı­ nın torun u Ayşegül Bafralı vs. ile 24 Nisan 201 0'daki bir progra­ mına şahit oldum. Ayşegül Bafralı, babaannesinin anlattıklarına göre Talat Paşa'ların Berlin'de yokluk çekligini anlatıyor (Bur­ han Oguz bunlara Alman örtülü ödeneginden 45.000 lira veril­ digini ve bu paranın Enver, Talat ve Cemal arasında üleşildigi­ ni yazıyor ama haydi biz yine de Hayriye Hanım'a inanalım ) . Bafralı bu programda Talat Paşa'lara Berlin'de hep bir "Mösyö Wassermann"ın yardımcı olduğunu, Hayriye Hanım'ın ema­ netçiye para karşılıgı teslim ettigi mücevherlerini, bu Wasser­ mann'ın hep tekrar geri getirdigini anlattı. Bu, Wassermann'ın Talat ve ailesini finanse ettigi anlamına gelir. Belgelere göre bu Wassermann, İstanbul Büyükelçiligi'nde mali müşavirlik ve Deutsche Bank yöneticiligi yapmış ve zirnınetine büyük mik­ tarda para geçirdigi için savaş sırasında görevden uzaklaştırıl­ miŞ müflis bir diplomattır (örn. 29.03. 1 9 1 5 , R 13263 vb. ) . An46

taşılan Wassermann, savaş sonrası derin Alman devletinin Talat Paşa'nın beslenmesi meselelerinde yeni ekmek kapısı bulmuş. Bu programda Bardakçı eski yazı bir takım kilgıt parçalarım hızlı hızlı kameralara gösteriyor ve müthiş bilgisini "belgeliyor­ du" . Pelin Batu ise bir profesöre dayanarak bu katliamlarda ölen Ermeni!fürk oranı üzerine bir sayı verdi. Bardakçı, "O yabancı profesörün haberi yok, o ancak limon satıcısı olur," içerikli bir sözle, bu savı "çürüttü". Batu, profesörün Türk oldugunu söy­ leyince, Bardakçı'nın karşı "argümam" şuydu: "0, o zaman li­ mon satıcısı bile olamaz ! " lnkar cephesindeki düzey işte budur. Tarih bize, bu kafaca hep "Türk tarihi" olarak okutuldu, Av­ rupa'dan, dünyadan kopuk bir tarih. Tarihimiz de bizim gi­ bi dünyadan koparılmıştı. Avrupa tarihi bize uzay kadar uzak­ l ı . Kopuk tarihle dünyamız , bilincimiz de koparıldı . Bu, Av­ rupa'nın da işine geliyordu. İşte "öteki" . Acayip tarihli, acayip bilinçli, acayip bir millet: Türk ! lki tarafın da egemenleri bu "fark" tan pek memnundular. Al manya'da anladım ki, aramızda fark mark yok. Hepimiz biriz. Tarihimiz de. Oryent ile oksident madalyonun iki yüzü. Bir bütün. Türkiye'den çıktıgımdaki "yurt bilgim" Ege ve Marmara'nın bir bölümü ile sınırlı idi. Berlin'deki mikro-Türkiye'de , yur­ dun her yerinden insanlarla karşılaştım. Gelenekleri , yemekleri, mantaliteleriyle tanıştım. Kısacası Türkiye'yi , onu terk ettikten sonra tanımaya başladım. Bu burada tamştıgım birçok arkadaş için de geçerli idi. Sovyetler zamanında bir defasında Dogu Al­ man televizyonunda bir Ermeni folklor ekibi gösterildi. Folklor­ cu arkadaşım şaşırdı, "Aaa ! " dedi, "Bunlar bizim Bitlis oyunla­ nnın kıyafetleri ! " O zamanlar, onun rahmetli Eginli babaanne­ sinin bir Ermeni kızı oldugunu, babası hariç kimse bilmiyordu. On yıllar sonra TKP'li Hayk Açıkgöz ve sevgili eşi Anj el tey­ zeyi tanıdım. lki kez ziyaretlerine gidebildim, özellikle Anj el teyze ile turşu ve pasurma yapımı üzerine uzun uzun sohbet ettik, onun sarımsak turşularından yedim ama Ermeniler ve Ermenilik diye bir sorunumuz, sohbet konumuz olmadı. Keş­ ke olsaydı, meselenin önemini ancak yıllar sonra yavaş yavaş, 47

özellikle Taner Akçam'ın kitaplarını okudukça anlamaya baş­ ladım. Yalnız onun kitaplarında verdigi arşiv kaynakları, "PA­ dAA " , "Mikrofiche" gibi sözler bende, bunların lllimler lllemi­ ne ait erişilmez şeyler oldugu izlenimi bırakıyor, ürkütüyordu. Hrant Dink'in öldürülmesinden birkaç ay sonra arkadaşlar üzerinden bir Ermeni gecesine katılma imkanım oldu. Erme­ nistan Cumhuriyeti'nden gelen dans grupları , şarkıcıları bi­ zi çok et�iledi. Türküleri, dansları, bizimkilere ne kadar ben­ ziyordu. Yine aynı bahar günlerinde Berlin'de bir Ermeni film haftası düzenlendigini ögrendim. Bunun açılışında da bir podyum tar­ tışması düzenlenmişti. Buradaki konuşmacıların arasında özel­ likle Wolfgang Gust'un açıklamaları çok dikkatimi çekti. Gust konuşmasında Ermeni soykınmında Alman militarizminin ro­ lüne dikkati çekmiş ve Alman Dışişleri Bakanlıgı Politik Arşi­ vi'ne (P AdAA) herkesin girebilecegini, bu belgeleri görebile­ cegini söylemişti . Gust toplantıdan erken ayrılınca , arkasın­ dan koştum ve anlattıklarını, bu belgeleri vs. yazılı olarak ne­ rede bulabilecegimi sordum. Bana www armenocide net site­ sini kaynak olarak gösterdi. Bu sitede onun 2005'te yayımian­ mış kitabını gördüm, satın aldım. Bu belgelerde bence, soykı­ rım mı degil mi, oldu mu olmadı mı , ne kadar oldu soruları­ na yeterli yanıt vardı. Bunların Türkçe'ye çevrilmesi gerekiyor­ du. Gust'taki belgelerin asıllarına uygun olup olmadıgını kon­ trol etmek için de (çünkü Lepsius'un belgelerinde sahtekarlık yapıldıgını okumuştum) Alman Dışişleri Bakanlıgı Politik Ar­ şivi'ne bir yazıyla başvurdum. Yanılınıyorsam bir hafta sonra olur yanıtını aldım. Arşiv maceram böyle başladı. Tarihçi degilim. Arşiv çalışması deneyimim de ögrenimlerim sırasında yaptıgım iki çalışma ile sınırlı. Alman Dışişleri Bakan­ Iıgı Politik Arşivi'ne girince afalladım. Türkiye üzerine binler­ ce dosya var. Belgeler, tarihi sırayla konulara göre tasnif edil­ miş, dosyalanmış. "Kemal Bey" diye özel Kara Kemal dosyası bile var. Bu dosyalarda ise birçok belge yok. Bir yanıt yazısı bu­ luyorsunuz ama yanıdanan belgenin kendi yok. Hatta öyle bir izienim edindim ki, Almanya'ya fazla yük getirecek kimi belge48

ler bilinçli olarak uzaklaştınlmış. Ömegin Kautsky'nin 1 9 1 9'da hazırladıgı savaşa giriş belgelerinde sözünü euigi 03. 08. 1 9 14 tarihli uzun Wangenheim raporunu hiçbir yerde bulamadım. Kautsky'ye göre bu raporda Wangenheim, Türkiye'nin na­ sıl savaşa sokulabilecegi üzerine çeşitli senaryolan anlatıyor­ muş. Arşiv çalışanları da bu konuda bana yardımcı olamadı­ lar. Araştırmacılara göre Almanya'da birçok gizli aksiyon, ya­ zılı belge tutulmadan yürütülmüştür, sorun çıkaracak belgeler "yok" edilmiştir. Friedrich Katz, Meksika'daki sabotaj eylemlerinde aktif rol oynayan von Papen'in dikkatsizlik sonucu, kendisine yük ola­ cak bir belgeyi arşivde bırakugına işaret ediyor. (Politik im Kri­ eg içinde, Katz, s. 1 22) Bu Franz von Papen daha sonra Falken­ hayn'ın Yıldırım Ordusu'nda kumıay subaylık yapacak, Wei­ mar Cumhuriyeti'nin son aylarında kurdugu Baronlar hükü­ meti ile Hitler'in yolunu açacak ve ardından kurulan Hitler hü­ kümetinde de Şansölye Yardımcılıgı görevini üstlenecektir. Da­ ha sonraki yıllarda Hitler tarafından Türkiye'ye Ankara Büyü­ kelçisi olarak gönderilecek ve Türkiye'deki faşist hareketin ör­ gütlenmesinde aktif rol oynayacaktır. Mili tarist "iş bitiriciligin" geride belge bırakmama gelenegi­ ne bir işaret de Osmanlı Erkan-ı Harp Demiryolları Dairesi Şe­ fi Yarbay Böttrich'in imzaladıgı bir "tehcir" belgesine Bagdat Hattı şeflerinden Günther'in tepkisinde görülüyor. Günther, Böttrich'in geride "ıslak imzalı" belge bırakmış olmasını eleşti­ riyor: "Herr Böttrich, komisyon kararlarına karşı, Harp Nezareti'nde sadece itiraz etmemekle kalmadı, bir de bu komisyon kararla­ rını kendi imzasıyla yaymaya tenezzül etti. Hasımlanmız bir gün bu yazı parçasına sahip olmak için çok para sayacaklar, çünkü bir askeri misyon üyesinin imzası ile Almaniann Ermeni takibatını önlemek için hiçbir şey yap­ mamakla kalmayıp, bir de bu hedefe yönelik emirlerin onlar­ dan çıktıgını, yani onlarca imzalanmış oldugunu ispatlaya­ caklar. 49

Askeri komiser müstehzi bir gülümseme ile Herr Böttrich'in imzasının üzerine pannagını koydu, çünkü Türkler için de bu, üzerine daha çok konuşulacak olan belgenin bir Türk değil, bir Alman imzası taşıması değerli bir olgu. " (B, 1 8. 1 1 . 1 9 1 5'e not)

Bu belgeler çeşitli makamlar arasındaki gizli yazışmalar ol­ duğu için dışa yönelik alışılmış ajitasyon, propaganda defor­ masyonu bunlarda oldukça azdır. Somut veriler öne çıkar. Yine de raporu yazanın ait olduğu meslek grubuna, fraksiyona göre vurgu farklılıklan dikkati çeker. Yine de buradaki iddialara mesafeli yaklaşmak gerekir. Çün­ kü Alman militaristlerinin planiarına zorluk çıkaranlann, bel­ gesiz, şahitsiz, kolayca "Fransız, Ingiliz ajanı" olarak suçlan­ dıklannı görürüz. Ö rneğin ekteki belgelerde Maliye Nazın Ca­ vit Bey'in Fransız, Refik Halil (Karay) vb.'nin Ingiliz parasıyla beslendiklerini okuruz. Oysa Liman von Sanders'in yaverlerinden biri olan Hasan Ali Yücel (Köy Enstistü'lerinin ünlü Milli Eğitim Bakanı) , aynı Ca­ vit Bey ve bir başka nazır Oskan Efendi'nin, koyu dindar ve anti­ Ittihatçı olan kendi babasına yaptıklan iyilik için şunlan anlatır: "Babam, ahlak hususunda müsamaha bil � ez bir pOrilan idi. Bilhassa ferdi münasebetlerinde yalancılığı, devlet işlerinde hırsızlıgı ve rüşveti affetmezdi. Uzun yıllar sürmüş telgraf mü­ fettişliğinde hayli namussuzun canını yakmıştı. NAzırlar için­ de onu en çok takdir eden Cavit Bey ile Oskan Efendi olmuş­ tur. Maliye Nazın iken Telgraf ve Postaya vekAlet ettiği zaman tanıdığı babamı, kadro harici bırakıldığı senelerden sonra alıp Maliye Telgraf ve Posta Müdürü yapan, Cavit Bey'dir. Oskan Efendi de bir teftiş sonunda çıkardığı ihtillls meselesinden do­ layı yirmi yılda on para artmayan maaşma zam yapmıştı. Her iki devlet adamının namusluluğuna bu iki olay sessiz, fakat iti­ raz götürmez birer delildir" (Yücel, s. 29) .

Ekte verilen raporlan yazaniann hemen hepsinin "oryantal" Türk, Kürt ve Ermenilere tepeden bakışlan, belgelerdeki ırkçı koku, çağın kokusu olarak kendini hissettirir. Bir de hepsinde 50

paçadan sızan, Almanca iki deyimdeki gibi "önden segirten ita­ atkarlık" , "kadavra itaatkarlıgı" dikkati çekiyor. Onun için bu ifadeleri de çogu yerde üşenmedim, çevirdim. Arşivde konulara göre belge toplama sistemi işi kolaylaştı­ nyor ama bakışı da daraltıyoi: . Tasnifı yapan sizi yönlendirmiş oluyor. Yani bir tür manipülasyon tehlikesi var. Ö rnegin sade­ ce "Ermeni" dosyalannda kalmak yetersiz, askeriye, ekonomi, genel sorunlar, gıda sorunu , demiryolları, diger ülkelerin vb. dosyalarında olayı netleştiren birçok başka belge buluyorsu­ nuz. O zaman olayın korkunçlugu daha iyi ortaya çıkıyor. Bunun için gücümün yettigi kadarıyla çok farklı dosyayı tara­ maya çalıştım ve çeşitli konulardan belgeleri basit bir kronolo­ jik sıraya soktu m. O zaman aynı günlerde diplomatlann ne den­ li farklı olaylarla ugraşuklannı, bütünün ne denli karmaşıklaş­ ugını, bazen de bunun grotesk bir boyut aldıgını görüyorsunuz. Ö rnegin bir yanda Ermenilere karşı katliam ve yagma, diger yanda Çanakkale vahşeti sürüyor, öbür yanda Wilhelm, Enver'e at veya Sultan Reşat'a asa hediye etme derdinde. Bir ara şeytan dedi ki, bu önsöze jelinek'vari bir malışer sofrası ile başla. Man­ yak sahnelerle, grotesk sohbetlerle. Sofrada " Corci", "Willi" , "Niki", Talat, Naciye Sultan, Wangenheim, Ayşe Molla, Hrant Dink, Al'efendi, Enver, Der Zor'da 30-40 kişi tarafından ırzına geçilen çıldırmış Ermeni kızı, Rostom, Andranik, Bahaeddin Şa­ kir vb. Grotesk olsun, çünkü kavranması imkansızı anlamaya ve anlatmaya çalışmak belki de ancak böyle mümkün. Yani an­ laşılamaz, anlatılamazın, anlaulamazlıgın anlaşını ve anlatımı. Yine de denememiz lazım. Bu konuda Hrant Dink'in şu dü­ şünceleriyle hemfikir olmamak mümkün mü? : "Tarihin çözülecek bir yanı yok, sadece anlaşılacak bir yanı var, Anlama ise zamana yayılmış bir çaba gerektirir." "Türk toplumu gerçegi biliyor da inkll.r ediyor degil, bildi­ gi gerçegi savunuyor. " "Şimdi yaşanınası gereken süreç halkın bilgilenme hakkını tam bir özgürlük içerisinde kullanması. Gerisi nasıl olsa ken­ diliginden gelir. 51

"Gayn herkesi kendi vicdansızlıgıyla baş başa bırakma za­ manı gelip de geçti . . . ( . . . ) Gerçegi kabul edenler, esas olarak kendi insanlıkları­ nı anndınrlar." "Üreten bir yerleşik halkın yarattıgı zenginlikleri yad etme­ liyiz. Yedi dilde eititim yapan Ermeni yüksek okullarının, şa­ rapçılıgın, ipekçiligin, zanaatın ve edebiyanndan mimarisi­ ne, rl!üziginden tiyatrosuna sanatın o gün erişmiş oldu� dü­ zeyin eger o acı olaylar yaşanmasaydı bugün hangi noktalar­ da olabilecegini düşünmeliyiz . . . " (Ermeni Sorunu Tartışılır­

ken,

s.

1 8-62)

Dile, çeviriterin kalitesine gelince. Bu çeviriler üç yıldan faz­ la bir sürede, her gün 8 saat başka bir işte çalışıp, akşamlan da bu işe soyunan amatör bir çevirmenin işidir. Gönül isterdi ki, bunları Mustafa Kemal'in parasıyla kurulan Türk Tarih Kuru­ mu, buradan ekmek yemiş Halaçoglu veya Habertürk'ün tefri­ ka tarihçileri vs. bir profesyonel çevirmenler kolektifine çevirt­ tirsinler ve Türk milletine sunsunlar. Ama onların derdi başka. Çogu diplomatik, dini veya askeri deyimi hatalı çevirmiş, hiç tanımadıgım, bilmedigim yerleşim yerlerini aslına uymayan bir şekilde vermiş -bunları çevirirken okunduktan gibi vermeye çalıştım- olabilirim. Hatta bazı imalı cümleleri tamamen yan­ lış anlamış, yanlış çevirmiş bile olabilirim, böyle birkaç yanl� ­ şımı sonraki kontrollerimde yakaladım ama kim bilir ne kada­ rının hiç farkına bile varmamışımdır. Yine de bu yüzlerce bel­ genin oluşturdugu bütünlük, sanırım genel manzarayı anlama­ ya bir ölçüde yardımcı olacaktır. Ayrıca kimi agdalı, özellik­ le Wilhelm'in hoşuna gitsin diye "pek edebi" kaleme alınmış uzun cümleli raporları çevirirken zorlandım. Çünkü bu uzun cümleleri aynı uzunluk ve agdalılıkta vermek de çeviri görevi­ nin bir yanını oluşturuyordu. Aynı şey bozuk Almancalı, kı­ sa cümleli, gariban misyoner raporlarında da dikkate alınmak zorunda idi. Bunlarla raporu yazanın düzeyi, psikolojik yapı­ sı ve yaşadıgı ortamı da vermiş oluyorsunuz. Belgelerde isimte­ rin "Talaat" , "Mahmut Şefket" gibi alışılmamış yazım biçimini 52

öyle bıraktım. Almanca'da "rüşvet" anlamında kullanılan "bak­ şiş" (bahşiş) sözcügünü de degiştirmedim. Okur bunlan nasıl olsa anlayacaktır. Bir de Alman barış harekederinin, sınıf savaşlannın dile iyi­ ce oturttugu kimi sözcükler, deyimler var ki, bunların Türk­ çe'ye de oturmalannı (Türkçe çeviri veya Almanca olarak, fark etmez) çok isterdim. Ö megin "Kanonenfutter" sözcügü. "Top yemi" olarak çevirebilecegimiz bu sözcük bugün Almanca'da her sınıf ve yaştaki insanın bildigi ve kullandıgı bir sözcüktür. Militaristlerce namlutann önüne, siperlere, top ateşlerine avuç avuç savrulan ve yakılan halk çocuklan için kullanılır. Bu "fut­ ter" bizim topraklarımızda da çok yetişir, çok harcanır. Tohu­ munun bedava oldugunu söylerler. Bu sözcügün bizim dilimiz­ de bir karşılıgı var mı? Bu kitap için bir uyarım da tarafsızlık yönünde. Bu kitap ta­ rafsız degildir. Hatta çevirilerde bile farkında olmadan taraf tut­ muş olabilirim. Ancak olgulan oldugu gibi vermenin, gerçekli­ gin oldugu gibi görulüp kavranmasının tuttugum taraf için de en iyi yol olduguna inanıyorum. Bu kitaptaki belgelerde orijinale sadık kalmaya çalıştım. Altı çizilmiş yerler vs. orijinalde de öyledir. Kendi koydugum özet­ leri, belgelerde ilk kez karşılaştıgım yer, kişi isimlerini, Türkçe olarak ifade edilmiş kelime veya cümleleri, Wilhelm'in bu bel­ gelere koydugu parantez içindeki notları vb.'yi italik harflerle verdim. Kendi açıklamalanm, özet vb.'nin çogunda "S.D." no­ tunu da koydum. Bana kalsa "Türk" , "kürt" , "Ermeni" vb. gibi ulusal veya "hı­ ristiyan" , "müslüman" vb. gibi dini özellik ifadesi olan isim ve­ ya sıfatları küçük harfle yazardım , çünkü bence bunlann bü­ yük harfle yazılmasını gerektirecek bir neden yoktur; bunlar tek degildir, özel degildir, somut degildir, hepsinden çeşit çe­ şit ve bir süıii vardır. Sorsanız, her biri kendini farklı algılar ve farklı betimler. Karşınıza binbir tane "Türk" , bin bir tane "müs­ lüman" tarifi çıkar. Bence, dilimizde bize böylesi bir kuralın da­ yatılmasının nedeni, ulusallık ve dine dilde özel bir yer verme çabasıdır, ideolojiktir. Siz hiç "ateist"in, " komünist"in Türk53

çe'de büyük yazıldıgını gördünüz mü? lnançsa o da inanç. Bu kuralı kabul etmiyorum. Ama "Afrikalı" , "Polonyalı" , "Türki­ yeli" sözcüklerini büyük harfle yazardım çünkü, bunlar somut, özel yöre, ülke veya bölgelerden gelenleri kapsardı ve buradaki büyük harf gelinen bölgeye ait oldugu için büyük kalırdı. Ay­ m şekilde "Almanca" , "Türkçe" gibi dil isimlerini, bu diller tek oldugu ve bir özel isim niteligi taşıdıgı için büyük harfle yazar­ dım. Belki pu da yan lıştı r Bu zorluk, çevirilerde de kendini g österd i Kimi raporda "Türkische Regierung" ( "Türk Hükümeti" ) denirken, başka belgelerde "Türkische Regierung" ("Türk Hükümeti") deniyor. Bu farktan raporu yazanın resmlyete veya sözünü ettigi kuru­ ma ne kadar önem verip vermedigini veya aradaki bu farkı ne kadar anlayıp, anlamadıgını görüyorsunuz. Şimdi orijinaldeki b öyl e s i ayrı n tılan atlayıp, Türkçe'de hep büyük yazarsanız bu ince fark düztenmiş oluyor. Bu soruna uluslararası normlara uygu n bi r çözüm bulunması gere k i yor Ç ev i rdi gi m be lgelerin bir kısmını arşivden değil, kitaplardan aldım , ki bu ki tapları bu luşu mda da birçok rastlantı rol oyna­ m ışt ı r yani ihtiyaç duyduğu bütün kitap ve belgelere u laşabi ­ len bir p ro fe sy on eli n olanaklanna sah ip d e g il d i m. Ö rneğin bu kitap i ç i n çok yararlı olabilecek A lt ı n ay ı n lki Kom ite, Iki Kıta! ve C ri s to ph Dinkcl'in German Officiers and the A nnenian G en o ­ .

.

.

,

'

cide isimli yaplllarına bir türlü ul aşamadım. Arşivden aldığım

kitaplarda da bulduysam , arşi v d e ki dosya numarası ­ sıra, bu kitapları da kaynak o l a ra k ve rdim Çoğu yerde dil "Almancı" dili dir. Oneeden de vurguladığım gibi, asl ında böyle bir ça lışma çok d i l l i , geniş tarih b il gi li pro­ fes y onel bi r ekibin yapması ge r eke n bir çalışma. Hatta böyle­ si bir çal ı şm a n ı n b ü t ü n d i ge r devletleri n b e l ge le riy le birlikte , karşılaştırmalı olarak yapılma s ı gerekir. Bu çal ışina iç in e n ter na s yon a l bir araşt ırma ve ç evir i kurulun u n o l u ş t u ru lma s ı en doğru yoldur. Ve bunun yapılması iç i n , gerçegi n ortaya çıka­ rılması yönü n de k i bir çalışmanın finanse edilmesi için akla ge­ len ilk devlet de Türkiye C u mhuriye t i dir. So ru ml ul u gu vardır. Böy le bir çalışmada her tür " milli" seçicilikten uzak du rul

belgeleri nın yanı

.

,

,

­

'

-

54

ması elbette şarttır. Ö rnegin Mehmet Perinçek'in 100 Belgede Ermeni Mes e lesi 'nde yapugı gibi sadece Türkçü tarafın işine ge­

len Rus belgelerini alıp, işe gelmeyenleri, örnegin Stefanos Ye­ rasimos'un Türk-Sovyet Ilişkileri isimli yapıtında verdikleri­ ni atlarsanız, bu hem insanlıgın gerçege yaklaşmasını zorlaştı­ m hem de yeni düşmanlık ve zulümlerin temelini atmış olur. Elinizdeki kitap sadece bu konudaki tartışmalarda dikkat edilmesi gereken kimi konu ve belgelere bir işaret amacını ta­ şır, bütünlük, "tamlık" iddiası olmayan bir fragmandır. Bu özellik yalnızca bulabildigim kitapların sınırlılıgı veya te­ sadüfiliginden kaynaklanmıyor. Aynı zamanda yararlandıgım arşiv kaynaklarınca da belirleniyor. Çevirdigim belgelerin he­ men hepsi Dışişleri Bakanlıgı Politik Arşivi'nden veya kitaplar­ dandır. Dışişleri Bakanhgı Politik Arşivi'nden alıp belgeler bö­ lümüne koydugum belgeleri sadece B harfi ve belgenin tari­ hi ile verdim. Belgeler bölümünde vermedigim başka bir belge söz konusu ise onun tarih ve dosya numarasını [ örn. Konstan­ tinopel (K) veya R-dizisi vb. ] veya adını (Rössler-Nachlass gi­ bi) verdim. Alman askeri belgeleri arşivinin önemli bölümü tkinci Dün­ ya Savaşı'ndaki bir bombardıman sırasında güya imha olmuş­ tur, yani bu alandan elde belge azdır. Münih'te Bavyera Askeri Arşivi , Lossow Belgeleri vb. varmış ama benim buralara erişe­ cek ne maddi olanagım ne de zamanım vardı. Berlin'deki diger arşivlere bile gidemedim. Ö rn egi n katliamların örgütlenmesin­ de önemli bir rol oynadıgı söylenen "II. Şube'den" istihbaratçı Sievert gibile r i hakkındaki belgeleri bulamadım. Burada özellikle Gust ailesine çabaları için teşekkür etmek istiyorum. Ç ü n kü Alman Dışişleri Bakanhgı Poli tik A rşivi'nden aldıgım belgelerin bir bölümü veya yanlarına düşülen notlar el yazısıylaydı . Bunları çözmem , şayet Gust ailesinin çözümleyip bastırdıklan kitap olmasa çok zor olacaktı. Bu dev sabır çalış­ ması ile sevgili Wolfgang ve Sigrid Gust çifti, hem Alman hem de Türk-Kürt-Ermeni halklarına unutulmaz bir hizmet vermiş­ lerdir.

55

2

Ve Yas Tutmaya . Matama Yeteneksizlik

Sermaye, karın yokluğunda veya çok küçük karda dehsete dü­ şer . . . Uygun karda cesurlasır. Yüzde 1 0 garanti ise insan onu her yerde kullanabilir; yüzde 20'de canlanır; yüzde 50'de oldukça cüretldlr olur; yüzde 1 00 için bütün insani yasaları ayaklar altına alır; yüzde SOO'de ise göze almayacağı hiçbir cürüm yoktur, hat­ ta ucunda sehpaya gitme tehlikesi olsa bile. Eğer kargaşa ve kav­ ga kar getiriyorsa, o her ikisini de tahrik edecektir. Karl Marx

Almanya'ya '60'lı yılların başında gelen ilk Türkiyelilere olduk­ ça iyi davranılmış. Bu ilk gelenler genellikle şehirli, okuryazar, meslek sahibi, dil zorluklarını kısa sürede bir ölçüde aşabilen, modem kapitalist topluma ayak uydurmayı da bir ölçüde be­ ceren insanlarmış. Alman egemenlerinde de henüz eski "silah arkadaşlıgı" romantizmi, nostalj isi , hani o gıkı çıkmadan bir kenarda ölüveren mazlum askere özlemden kaynaklanan bir "Türk dostlugu" varmış. Bu "barış" , ortalıgı köylerden gelen mesleksiz, dil, alfabe , yol yordam tanımayan, bütün normla­ n çigneyip geçiveren Kızılderili kılıklı herifler dolduruverince yerle bir olmuş. Buradan itibaren yeniden Osmanlı ordusunda­ ki Alman subaylan ile Türk-Kürt erler arasındaki gerilimi an57

dıran bir ilişkiye, itiş kakışa şahit oluyoruz. Tüm dünyaya hük­ metıneye çıkıp da o dünyanın tokadını yiyen ve büyük depres­ yonunda kös kös yeni planlar yapan "üstün" insafsızla, onun önünde hazır olda duran ama canı başka şey çektiginde de bu üstünlügü hiçe sayıp "üstünün" karısına, kızına dalıp, başka "üstünlükler" sergileyen "edepsizlere" . Buraya geldigim 1 970 sonunda işte b u psikoloji hakimdi. Bize neden öyle kötü davranıldıgını Alexander ve Margarete Mitscherlic h çifti, bir kitapla enine boyuna açıklamışlar. 1 968 Hareketi'nin de temel kitaplarından olan bu yapıtın adını şöyle çevirebiliriz: Yas Tutmaya, Materne Yeteneksizlik - Kolektif Dav­

ranışın Temelleri. Alexander Mitscherlich gençlik yıllannda NS (Nasyonal Sos­ yalist-Nazi) rejimine karşı direnişe katılan ve sonra psikoterapi ögrenimi gören bir aydın. Eşi de aynı meslekten ve 90'ın üze­ rindeki yaşına ragmen hala televizyonlara çıkıyor ve çatır çatır ezber bozmaya devam ediyor. Bahsettigim yapıtta, Nazilerden sonra Federal Almanya'da egemen olan inkar politikasının, cürümleri görmeme, hatıria­ mama ve suçu Hitler e atıp sıyrılma tavrının psikolojik temel­ leri inceleniyor. O neslin ugradıgı dev narsist çöküntü ve bu­ nunla baş etme stratejile ri işleniyor. Bu bölümde bu düşünce­ lere kısa notlar şeklinde, özetle işaret edecegim Elbette şöyle de diyebilirdik NS'leri emperyalist Alman ser­ mayesinin en saldırgan, en gerici kesimleri başa getirdi , kul­ landı, yenilince de suçu Hitler e yıkıp paçayı sıyırma yoluna gittiler. Bu a ç ıklama yanlış olmazdı. Ama burada bize böyles i ­ ne kötü davranan h er i fl erin hiç mi suç ortaklıgı yoktu ? Onla­ rın biz yabancılara kötü davranışlarındaki neden neydi? Sade­ ce bizim daha çı t ı r olmamız ve "karılarını kızlarını kaptı r­ ma korkusu mu ? Yoksa burada egemenlerin yararlandıgı ki­ mi psikolojik manivelalar mı devreye sokulmuştu? Şayet Hit­ ler tek suçlu degil idiyse o zaman bu "normal vatandaş" adam­ ların sorumlulugu nerede başlıyordu ? Kısacası nasıl muglak bir "kolektif sorumluluk" palavrasının ardına saklanıp, siste ­ min , kapitalist kurt yasalarının, kapitalist temelli sosyal Darvi'

.

'

"

"

-

,

sa

"

nizmin suçunu, sorumlulugu n u göz ardı edemezsek, tıpkı öy­ le bütün suçu sadece "pis kapitalistlere" atıp, toplumda bun­ larla suç ortagı durumuna düşen geniş yıgınların ve tek te k "normal vatandaş"lann sorumlulugunu da görmememiz yanlış olur. Bu "normal vatandaş"lann nasıl böylesi anormal cürüm­ leri işler hale geldiklerini ve getirildiklerini anlamaya çalışma­ mız gerekiyor . Ancak anlaşılmaya, kavranmaya çalışılan bir geçmiş, halledi­ len bir geçmiştir. Yas çalışması, ancak neden kopmaı'nız gerek­ tigini bilirsek ve acılı bir a n ımsama ile, öldürülenlerin birer bi­ rer amınsanması ile mümkündür. (Mitscherlich, s. 82-83) Anlamalıyız, anlamalıyız ki , aynı cürümü bir daha işlemeye­ lim, işletmeyelim : "Insan davranışının gözlemlenmesinde her şeyi anlamak de­ mek -keşke buna kadir olabilseydik!- asla her şeyi affetmek, her şeye anlayış göstermek demek degildir. Ama bazı şeyleri biraz daha iyi anlayabilmek, insan mutlulugunun o kadar ko­ layca, belki istemeyerek veya bilinçsizce takibata ugratılmasını engelieyebilecek bir ahiakın içselleşmesi için gerekli önkoşul­ lan yaratacaktır. " ( a.g. e., s. 207)

"Yas/mateın/gam (trauem) , bireyin bir kaybı kavrayıp, haz­ meuigi, idrak ettigi ruhsal süreçtir" tammıyla hareket eden Mitscherlich'ler, bu süreçte bir aksama olursa, ilişkilerde bo­ zukluklar yaşanacagını ve bireylerin yaratıcılıkianna halel ge­ lecegini söylüyorlar. (a.g.e., s. 9) Tarihte NS dönemin i n işlen­ mesine karşı on yıllar sonra bile bir direnç varsa, bundaki "suç momenti" dayanılmaz bir şeydir. Bundan kurtutmada zor olan , yani o ortamı yaratan koşulları tek tek bulup çıkarmak, kav­ ramak yerine, genelde yas tutmadan, elem duyınadan, zaman aşıını ve biyolojik çözüm, yani suçlu ve magdurlann yaşlamp, ölüp gitmeleriyle meselenin "hallolması" yoluna gidilir (a.g.e., s.

l O) .

Federal Almanya'da b u gö n üllü "unutma" sürecinde, t�pkı Bi­ rinci Dünya Savaşı'ndaki ilk yenilgi n in ardından Hindenburg ör­ neginde oldugu gibi, hemen yeni bir "baba" fıgürü n e (Adenau59

er, Türkiye de Mustafa Kemal) sıgınılmış ve tüm libidinöz ener­ ji ekonomik kalkınmaya yönlendirilmiş. (a.g.e., s. 23) "Yeni" Al­ manya'nın harabelerden yükseltilmesi coşkusu ve Marshall yar­ dımı vb. ile körüklenen refah , "mutluluk" ortamında eski acılan hatırlamak işe gelmemiş, bunları hatırlatan antifaşist aydınlara, komünistlere oyun bozan, huzursuzluk çıkaran, "kötü niyetli" , "asosyal" yara tık muamelesi yapılmış, agır takibat uygulanmış. Mitsch�rlich'lere göre milyonlarca kezlik cinayeti kavrayıp, çözmek (bewaltigen) , sırf hukuki bir ceza, önlem olarak anla­ şılmamalı: '

"'Bewalıigen' daha ziyade , idrak adımlannın birbirini izleme­ sidir. Freud bu adımları, 'hatırlamak, tekrar tekrar anmak, iyi­ ce işleme k' diye adlandırdı. Bir kerelik bir hatıriamanın içerigi, her ne kadar şiddetli duygularla birlikte de olsa, çabucak solar gider. Bunun için iç boguşmalann tekran ve iyice eleştirel dü­ şünme, kavrama zorunludur, ki böylece kendini koruma me­ kanizmasının unutma, inkar, projekle etme ve benzeri savun­ ma mekanizmalan ile çalışan güdüsel ve bilinçaltında işleyen güçleri aşılabilsinler. Bu tür anımsama ve iyice işlemenin sag­ lıga kavuşturucu etkisini kliniksel pratikten biliyoruz. Politik pratikte ise bu bilgi bizi bir adım ileri götürmüyor. Çünkü an­ cak hasta olan, semptomlardan çektigi acısı, unutma yoluyla sagladıgı kazancı aşan insan, inkar edilen ve unutulanın tekrar geri dönmesine koydugu sansürü yavaş yavaş kaldırmaya ha­ zır oluyor. " (a.g.e. , s. 24)

Evet toplumsal terapi şarttır, ama bu terapi, kendini iyi hisse­ den, ekonomik refaha kavuşmuş, yani "kan", "zararını" , acısını ununuran ve kendini yenenierin ahlaki düşkünlügünü hemen 1950'li yıllarda Cezayir ve Vietnam'da görmüş bir kolektife na­ sıl uygulanabilir sorusu kendini dayatıyor. Şimşek gibi degişe­ bilen, dün Hitler'e tezahürat ederken, bugün bütün suçu ona yıkıp, "emir kuluyduk" bahanesine sıgınan, o döneme "bir ço­ cukluk" gözüyle bakan ve hala "seçkin halk" olma inancıyla ya­ şayan bir toplumla karşı karşıyayız. (a.g.e., s. 24-25) Toplumsal imha, fetih seferleri, kolektiCin coşkun destegi ol60

madan mümkün degildir. Destek, son ana, 1 2'yi 5 geçene dek ayakta tutulmaya çalışılır. Yenilince de bu suçun, aptallıgın ha­ tırlanmak istenmemesi normaldir. Mitscherlich'lere göre Hit­ ler, sınırlı fetihlerle ve sınırlı bir antisemitizm ile yetinseydi, bugün hala başta olabilirdi , çünkü halktaki otorite düşkünlü­ gü buna destek olurdu. Faşizmde demokrasinin imhası ile eko­ nominin canlanması örtüşmüş, bu coşku insanların imhasın­ da da "dakiklik, mükemmellik" şeklinde kendini göstermiştir. Burada sergilenen insafsızlık, "sertleşme" , üstün insanın da­ ha da üstünleşmesinin, yücelmesinin bir emaresi olarak göste­ rilmiştir. Sert bir ögretmenin oglu olan Himmler, SS-Führer'le­ rine bir nutkunda şöyle diyor: " Ço�umuz, 100 cesedin yı�ılı oluşu , SOO'ünün veya hatta l .OOO'inin burada yı�ılmış oluşunun ne demek oldu�nu bilir. Buna dayanabiimiş olmak ve aynı anda -kimi insani zayıflık­ lar bir yana- dürüst kalmış olmak, işte bizi bu sertleştirdi. Bu tarihimizin hiçbir zaman yazılmamış ve yazılmayacak olan şan sayfasıdır." (a.g.e., s. 29)

Agır endüstrinin, silah üreticilerinin, Hugenberg gibi basın baronlarının kampanyalarıyla Hitler, "Führer" yapıldı, güruh­ laşan yıgınlar için bir identifikasyon objesi oldu. Bireyin Füh­ rer'e olan bu aşkında, aslında bir yabancılaşma, kendini yitir­ me, teslim etme vardı. "Bu coşkunluk halinde tüm libido, sınırsız şekilde abartılan Führer'e akıyor. O, tüm davranış yollarını az veya çok işgal ediyor ve Ü ber-lch'in [üst-ben] tüm itirazlan ile lch'in [ben] gerçekçi yönlenişlerini hiçe sayıyor. " (a.g.e., s. 76)

"Yasa, materne yeteneksizligin başında, ondan önce, kendi özdegerini tasdiklemeye, tasdikietmeye yönelik, bunu amaç­ layan türden bir sevgi vardı. Bu sevgi biçimine düşkünlük, ka­ rakterimizin kolektif özelligi. " Almanların dünyayı düzeltme hastalıgımn, taşrablık ile emperyal her şeye karlirlik duygulan arasındaki savruluşlanmn altında bu aşagılık kompleksleri, de­ gersizlik duygulan yatıyor. (a.g.e., s. 79-80)

Führer ile özdeşleşen "ich-ideali" , yeni vicdan (Führer'e bag­ lılık ilkesi) , onunla birlikte çuvallayınca bunalım başlıyor. Dev­ reden çıkarılmış olan eski vicdan, muzafferterin şahsında geri gelince, yeni korunma mekanizmalan gerekiyor. Ya inkar, gö­ receleştirme etme yolu seçiliyor ya da depresyona giriliyor. lşte burada çogunluk ilk yolu yegliyor. Bu suça sadece Führer de­ gil, bu sistemi işler kılan dev itaatkarlık da ortaktır. Vatan sev­ gisi ile di�tatörlügü ayırt edebilenlerin, kalbinin sesine uyabi­ lenterin sayısı çok azdı. Faşizme karşı uyarıda on binlerce ko­ münist, antifaşist işkencelere, giyotinlere sürülürken çogunluk suskun kaldı, üç maymunu oynadı. NS ideolojisi bu kullan, kendini sınırsız abartma, tanrtlaştırma ve bundan gelen hoşgö­ rüsüzlük yöntemiyle yarattı , böylece "Alman ırkının korunma­ sı" için her cürüm mubah oldu. Hitler'in sadizmine kul oluşta Mitscherlich'ler, mazoşist bir yan görüyorlar. Acılara gösteri­ len sabır ile bir kendini "yücelmiş" sayma duygusu yaratılıyor ve bununla kayıplardan duyulan acı ve bu kaybı önlememiş ol­ maktan duyulan utanç ve pişmanlık bastınlıyor. (a.g. e., s. 3033) Sarıkamış, Süveyş ve Çanakkale ateşlerinde evlatlarını yi­ tiren, Ermeni komşularının sürütmesinde her tür ahlak kura­ lının ayaklar altına alınışına seyirci kalan ihtiyarlar işte bunun için de Enver'in elini öpmekte yarışıyorlardı. Diktatöde özdeşleşme, identifikasyon yıgınsal boyutlar alı­ yor. Böyle duyulan "mutluluk" hissinin ardında yatan asl ın­ da korku. (a.g.e. , s. 142) "Yine kuyrugu sıyırdık, iyiyiz, iyiyiz ! " kafası . Burada zeka, (bilinçaltı) içgüdüyü, arzuyu, "akla yat­ kın" hale getiriyor, rasyonalize ediyor, yani arzuların bir aracı haline dönüşüyor. Rasyonalize etmek, önyargının pıhtılaşmış halidir. (a.g.e., s. 1 43) NS'ler "Almanya , uyan ! " çagrısıyla güya Yahudilere, "ha­ in komünistlere" karşı "uyarmışlar" . Türkiye'de de Türkü bol bol "titrettiler" , "kendine getirdiler" . Oysa toplumu asıl sorun ve düşmanlarından saptırıp, uyutmuş oldular. Yani "uyanmaya çagn" aslında uyutma sloganından başka bir şey degildi. (a.g.e., s. 146) Tıpkı bizde bir yandan "hain" Ermeniyi gösterip kesti­ ren, diger yanda ceplerini dolduran, kendi halk ve askerlerini 62

aç bırakan ve ülkeyi Alman sermayesinin ayaklan altına seren insafsız çete gibi. Führer yitirilince yogun bir utanç ve suç duygusu bastırıyor. Bunu duymak, idrak etmek yerine bu duygudan, yastan kaçılı­ yor. Sorun aslında Führer'in ölümü degildir, sorun onunla öz­ deşleştirilen kolektif "ich-ideali " , benlik idealinin yerle bir ol­ masıdır. Bu idealle baglanan her şeye karlirlik coşkusu, tüm so­ rumlulugun o Führer'e devredilmesi ve Führer tepetaklak gi­ dip, rahmetlik olunca da, bireylerin kapıldıklan kendi kişilik­ lerinin de degersizleştigi duygusudur dayanılmaz olan. Yani dev bir narsist yıkımdan kaçıştır matem yeteneksizligi. (a.g.e., s. 35) Bunun için NS geçmişi reellikten çıkanlır, sanki uzaydan gelip de yine uzaya gitmiş bir epizot haline, katliamlar, soykı­ nınlar sıkıcı "mavallar" haline getirilir, imhalardaki kulca itaat unutuluverir, Hitler'ler, Enver'ler, Talat'lar uzak yıldızlara dö­ nüştürülür. Sonra muzafferler gelir, muzaffer olduklan için pek "haklı­ dırlar" , "adil" . Yenikler, kurbanlar için pek "üzülürler" , suçla­ nnı kabullenirler. Ama tek tek olaylar üzerine konuşmak, dü­ şünmektir zor olan, melankoli getirir, depresif yapar. Onun için kaçılır, inkar en "pratik" ve ar istemeyen antidepresandır. Ar prensibini devre dışı bırakınada en rahatlatıcı yollardan biri, olaylan kazuistik, yani birbirini zorunlu kılan, kaçınılmaz bir halkalar zinciri olarak sunmaktır. Böylece bireyin sorumlu­ lugu, utanma, arianma derdi, "objektif zorunluluk" karşısında ortadan kalkıverir. (a.g.e., s. 36) Federal Almanya , ilk yıllarında melankoliye kapılmamak için çareyi, geçmişle köprüleri atmakta bulmuş. Burada inkar, yani dış dünyanın rahatsız edici algılanmasına karşı savun­ ma, olmuşu yok sayma ile "Verdrangung" (ihtibas etme, gö­ nülde geçiştirme, dışlama, örtbas etme) , yani insanın ken­ di özgüdüsel kıpırdanışiarım es geçmesi, görmezden gelme­ si kol kola gitmiş. Mitscherlich'lere göre savaş harabelerinin hızla kaldırılması , yeniden kuruluş mucizesinin yaratılması vb. bu melankoliden hızla sıyrılma çabasının da bir tezahürü­ dür. (a.g.e., s. 40) 63

Mitscherlich'ler, Federal Almanya egemenlerindeki melan­ koliden kaçış, unutuş, Amerikan antikomünizmi ile çiftleşerek sorumluluktan sıynhş çabasına karşı dünya demokratik kamu­ oyunun baskısını vurguluyorlar. Bu baskı, bizim Ermeni soru­ numuzda da oldugu gibi, "konuyu kapatma" çabasını kırmış, zaman aşımı uzatılmış, canilerin takibatı hızlanmış. Bu çalış­ manın yapılmasını, ülkede "düşman, tehdit" sayılabilecek bir Yahudi kUlesinin kalmamış olmaması da kolaylaştırmış! Top­ lu kıyımlar ancak böyle aydınlatılabilmiş. Bu çalışma Mla sü­ rüyor. Mitscherlich'ler, Heidelberg Ü niversitesi Klinigi'ne başvu­ ran 4.000 psikolojik hastanın tavnna dikkati çekiyorlar. Bun­ lar kendi hastalıklannın faşist geçmişle, savaşla bir bagı oldu­ gunu görmemişler. Bunlann arasında militan Naziler pek yok­ muş, çünkü bu faşistler de, kendilerinde psikolojik bir bozuk­ luk oldugunu asla kabul etmemişler, krizlerini yeni örgütlen­ meler vb. ile aşmaya çalışmışlar. (a.g.e., s. 44) Mitscherlich'ler saglıga kavuşmak ve saglıkh kalabilmek için, kaybedilen objenin asimile edilmesi , içselleştirilmesi gerektigi­ ne, yani içimizdeki Hitler'in varlıgını kabullenip, onu bulup, onunla ugraşmak, içimizdeki Aaron'u, faşisti bir verem mikro­ bu gibi izole etmek ve ona karşı sürekli uyanık olmak gerekli­ gine vurgu yapıyorlar (a.g.e., s. 60) . Bu bir anlamda sürekli ola­ rak zor gelene, acıya hazır olmak da demektir. Acıyı çeken geç­ mişi açtı mı, "pişmiş aşa su katan" oluverir. Geçmişi unutma meraklı lan, "Ben yapmadım, Hitler yaptı" riyakarlıgı, konunun toplumsaliaşmasını istemez, bunu küçük bir "uzman" , "tarih­ çi" (veya "dölcü", "dilci" , "limoncu") vs. gibi bir gruba bırak­ ma yolunu seçer. (a.g.e., s. 1 29) Bunun için kolektiften gelen baskılara, ceza veya ödüllere karşı direnebilecek eleştirel bir ich, eleştirel idrak ve bagımsız hüküm yetisi gerekiyor. (a.g.e., s. 97) Freud buna "organize kültür yetenegi, ehliyeti" demiş. (a.g.e., s. 1 00) Bilinçal tı intikam fantezilerinin projeksiyonu bölümün­ de Mitscherlich'ler, yenilen "baba devlet"in (Wilhelm) yerine Weimar Cumhuriyeti'nde yeni bir "baba" arayışının başladıgı64

na ve bu arayışıaki pusulanın, deger ölçüsünün, nonnun "emir ve itaat" kuralı olduguna dikkati çekiyorlar. Babasından dayak yiyen çocuk, içinde dogan öfkeyi babasına yöneltemeyince, başkalanna yöneltiyor, gerici pedagoji sanatının bir görevi de işte bu öfkeyi "dogru" hedeflere, "düşmanlara", "kara derilile­ re" yönlendirmek oluyor. (a.g. e., s. 6 1 ) Kendi toplumumuzun, canımızın çektigi çok şeye koydugu yasaklara, ıabulara duydu­ gumuz öfke, diger toplumlara, kolektif düşmaniara karşı (on­ lar bu ıabulan çigniyorlar diye) ileri sürdügümüz kızgınlık ve hıncın ana kaynagı, kökeni oluyor. (a.g.e. , s. 1 1 2) "Kapitalist ülkeler, Bolşevizm ideolojisini reddettiler, çün­ kü o, merkezi bir ıabuyu, üretim araçlannda özel mülkiyet ıa­ busunu zedeliyordu" (a.g.e., s. 1 29). Toplumun baskıcılıgı ne denli yüksek ise, tabu o denli iliklere işletilir, düşünme yetisi o denli devre dışı bırakılır, buna da vicdan denilip, çıkılır. (a.g.e., s. 1 1 3- 1 1 4) Tabuyu çigneyen yabancılaştırılır, "kirli" , "el degil­ mez" olur. (a.g.e. , s. 123) Bundan sonra artık "gllvuru kesmek" zor gelmez. Belgelerde de göreceginiz gibi o zaman, Cuma hut­ belerinde katliam, gönül rahatlıgıyla vacip ilan edilebilir, cami çatılanndan cinayet ve gaspa çagn yapılabilir. Çünkü gavurun malına, karısına, kızına Muhammet "zaten ganimet muamelesi yapmıştır." (Arsel, "Hazreti Safiye" bölümü, s. 1 1 5- 1 20) Başkalarının aşagılanması yoluyla erişilen öz-idealizasyon, gücünü koruyabilmek için durmadan yeni kurbanlar arar. Aşa­ gılanan , en yakınında aşagılayabilecegi daha zayıflan aramaya koyu lur. Yani en zayıflann vay haline. Mitscherlich'ler bu hiye­ rarşik sisteme "kümes düzeni" diyorlar. Tüm terör bu en zayıf­ lara "Omega-ıavuklara" yönlenir (a.g.e. , s. 1 53 ) . Kimdir bun­ lar? Kadınlar, çocuklar, sakatlar, homoseksüeller, Ermeniler, komünistler, denk getirdigin yerde Kürtler vs. En büyük aşagılanmalar çocuklukta yaşanıyor. Psike, bunu "unutarak" , kendini korumaya çalışır. Dünün çocugu bugünün velisi, suratında şaklamış tokatiann acısını, kendi çocugundan çıkanyor (yani bir tür Aaron oluyor). (a.g.e., s. 1 53- 1 54) Bu düşüş sarmalından nasıl kurtulacagız? Elbette toplumun yarısına, kadına, çocuga "biraz" dayagı mubah sayan şeriatla 65

degil. Bu düşmüşlükten kurtulmanın yolunu Mitscherlich'ler, "reşitlik, rüşt cgitiminde" , itaatkarlık egitimine karşı bir e�i­ timde görüyorlar. Eleştirel, hem kendi arzu ve güdülerini, ön­ yargılarını, yani içindeki "şeytanı" ayırt edebilen hem de karşı­ sındakini duyumsayabilen, moda tabirle "empatik" kişilik egi­ timinde. (a.g.e., s. 1 56) Gasp, tecavüz ve cinayet için dinin geçmedigi yerde bunun yerini "askeri zorunluluk" alıveriyor: "Kim o zaman kurşu­ na dizdi, İdam ettiyse, bunu bilinci önünde kolayca askeri zo­ runluluk olarak h akl ı gösterdi. " (a.g.e. , s. 1 25) Tarihçi Barbara Tuchmann'a göre bu "askeri zorunluluk" Alman düşünce tar­ zında bir haklılı k gerekçesi mertebesine yükseltilmiştir. Yani "ölmemek için öldürmek" gerekçesi ile ne yapılırsa yapılsın, hangi cürüm işlenirse işlensin, bu "askeri zorunluluk" olarak ilan ediliverir ve mubah olur. (a.g.e., s. 1 26) N ice savaşın asıl nedeni işte bu "askeri zorunluluk" fırsatını yaratıp, "temizlik yapma" ve vurgun niyetidir. Pusulası dayakçı babaya ve copçu devlete itaat olanın, so­ nunda Hitler'i bulması da elbette kaçınılmazlaşıyor. Güruhlaş­ tınlan halk yıgınlarında bu normu ayakta tutanın militarizm ve onun ardındaki egemenler oldugunu bir kez daha vurgula­ makla yarar var. Mitscherlich'ler '60'lı yıllarda, Federal Alman­ ya'nın henüz sadece ticari bir dev oldugunu ama tam bir devlet gücü oluşturamadıgını, gelecekte ortaya çıkacak muhtemel bir birleşik Almanya'da bu "baba" arayışı tehlikesinin yine dogabi­ lecegi tehlikesine dikkati çekiyorlar. (a.g.e., s. 67) Çünkü " fa­ şizmin fırladıgı rahim hala dogurgandır. " Mitscherlich'lere göre egitimde önden segirten itaat anlayışı, bütün katmanlara aynı güçte dayatılmıştır. (a.g.e., s. 1 34) Ö n­ yargılar kafalara yerleştirilmiştir. Insanların çogtınlugu da bu­ nu rahat, zahmetsiz oldugu için kabullenmiştir, çünkü o za­ man insan her şeyi "biliyordur" , topluluk dışına düşme tehlike­ si olmadan her konuda alıkarn kesebilir. (a.g.e., s. 1 35) Almanya'daki "unutma kültürüne" Heinrich Vierbücher, da­ ha 1930'da isyan etmiş:

66

"Insanlar en korkunç zulmü kaldırabilirler ama gerçe�i kal­ dıramıyorlar. . . Bugün insanlar, yanıldıklarını, aidatıldıkları­ nı reddediyorlar, oysa kanıtlar kendilerini, binlerce kez daya­ uyor. Ve işte bu bizim talihsizli�imizdir, çünkü geçmiş hatala­ rın ve cürümlerin gömülmesinde, gelecek felaketin nüvesi ya­ tar." (Vierbücher, s. 16)

"insanlık yüzkarasını unutur. Ödlekçe büyük unutuş, katille­ rin ejderha dişlerini ektikleri tarlaların önündeki siper duvarı­ dır. Biz bu unutuşa katılmaya izinli de�liz. Her birimiz, ken­ di içine ışık tutup, ruhunu dinlemeli, yanlış sesler, tonlar var mı diye, ki bu tonlar yarın yeniden savaş borazanianna dönüş­ mesinler, bunları, yanndan sonra da ölüm a�tları izleyecektir. Savaş karşıtı, ya da ölümün çöpçaranı olmak, hepimizin önün­ de duran karar sorusu işte bu ! ( . . . ) Bu Almanların esef verici zayıf yanları, geçmişin kor­ kunç karışıklıklarından ders almak istememeleridir; bütün dünyanın önünde eski sisteme, ki o, halkımızı en derin sefa­ Iete düşürmüştür, hak etti�i yüzkarası damgasını yapıştırmak yerine, günümüzde olanlardan utanç duyuyorlar. Burada ta­ rihin en şaşırtıcı olaylarından biri gözlemleniyor, aklın bü­ tün alanlarında, en şahane cesurlu�u gösteren bu halk, poli­ tika alanında ço� kez, barbar ilkelli�in belinilerini taşıyor. " (a.g.e., s. 73-74)

"Ve Alman halkı? Hiç bir halk daha haydutça kandırılmamış­ tır, Reichstag'ın gerçe�i ö�renmeye izni yoktu. Lepsius'un par­ lamenterler için hazırlayıp yolladıgı aydınlatıcı malzeme, bun­ ların eline geçmedi. Alman-Türk dernekleri , neşeli dostluk şenlikleri yapıyorlardı. Türk önde gelenleri tezahüratla kar­ şılanıyorlardı ve kimse onların suratma tükürmedi." (a.g.e., s. 77) "Yurtdışından Alman basınına ulaşan haberleri vermek yasak­ tl. Gerçe�i basan gazeteler yasaklandı . . . Alman kamuoyu, bütün savaş boyunca, Ludendorffun özel dostıı Albay Nicolai tarafından yönlendirildi. tki kitap H. v. Ger67

lach'ın Büyük Yalan Zamanı ve Dr. Kurt Mühsam'ın [Mühsam daha sonra Nazilerce temcrküz kampında öldürülmüştür - S.D.) Nasıl Kandınldık? kitaplan, bu konuda geniş bilgi veriyorlar.

07 . lO. l S'teki basın toplantısında gazetecilere şu direktif ve­ rildi: 'Ermeni zulmü üzerine şu söylenecek: Türkiye'ye dostça ilişkilerimiz, Tiirklerin bu iç idari meseleleriyle tehlikeye so­ kulmamalı, hele şimdiki zor anda sorgulanmamalı bile . �u nedenle susmak görevdir. Daha sonra, şayet yurtdışında,

Alman suç orıaklıgı üzerine dogrudan saldırılar gelecek olur­ sa, o zaman mesele, en büyii k dikkat ve itina ile ele alınmalı ve sonra da Türklerin Ermenilerin agır tahrikine maruz kaldıkla­ n öne sürülmelidir.' 23. 1 2 . 1 5 basın toplantısında ise 'Türklerin, Gelibolu'daki başanlan nedeniyle, abartılı şekilde göklere çıkanlmaları tav­ siye edilemez, çünkü sorumlu Türk devlet adamlarının, ken­ dilerini ve Türk savaş yönetimini çok abartmalan ve böylece burada bize çok şey borçlu olduklannı görememeleri tehlike­ si vardır. . . Ermeni sorununda en iyisi, susulmalıdır. Türkiye egemenlerinin bu konudaki tutumu çok da övülecek gibi de-

gildir.'" (a.g.e., s. 77-78)

.

Alman televizyon kanalı ZDF'in 27.03. 2007 tarihli bir prog­ ramında Alman halkının % l O'unda hala gözlenen "Alexithy­ mie" isimli bir hastalık anlatıldı. Bu hastalık duygulardan kork­ mak, duygulara karşı nasıl davranacagını bilernernek olarak kendini gösterir, en çok savaş esirlerinde, savaş travmalı asker­ lerde, öksüzlerde gözlenirmiş. Bebekken otomatik olarak ögre­ nilen yüz ifadeleri ni, hisleri algılama, anlama yetisi bu hastalar­ da olmaz veya çok az olurmuş. Bu da travmalı bir çocuklugun sonucuymuş. Bu programdan yıllar sonra, Mehmet Ali Bi rand'ın yaptı­ gı "32. Gün" programıyla tesadüfen karşılaştım. tki sıraya ar­ ka arkaya oturtutmuş yedi-sekiz erkekle Birand, doguda yap­ tıkları askerlik sırasındaki deneyim ve duygulan üzerine konu­ şuyordu. Hepsi hazır olda gibi oturur, mümkün oldugu kadar az m imikle ve izinle konuşurken, ön sıranın ortasında bacakla68

nnı iyice açarak oturan ve iki-üç kişilik bir yeri işgal eden kişi çok rahat ve keskin ifadelerle konuşuyor, öbürlerinin sözünü istedigi gibi kesiyordu. Digerleri ona "komutanım diye hitap ediyorlardı. Birand, askerlerin eşlerinden, yavuklulanndan ge­ len mektuplan arkadaşlarıyla konuşup konuşmadıklannı, aşk, sevgiliye özlem üzerine dertleşip dertleşmediklerini sordu. Sa­ bık askerlerin hepsi böyle sohbetler olmadıgını söyledi. Ortada bacaklarını ayırarak oturan adam ise asker millet oldugumuzu, böyle aşk meşk gibi şeylerin askerler arasında konuşulamaya­ cagını , çünkü böyle şeylerin birligin savaş gücüne zarar verece­ gini yine aynı haşinlikle vurguladı. Öbürleri komutanlarını te­ yit edercesine kafa salladı. Burada iki kitaba daha dikkati çekmek istiyorum . Bunlar Volker E. Pilgrim'in erkek çocuk egitimi üzerine yapugı Ana­ oğulları ve Babaoğulları isimli araştırmalar. Bilindigi gibi aile terapisi, aile içinde belli rol dagılımlan ve bu rollere dayanan davranış şablonlan oldugu tezinden hare­ ket eder. Aileye yeni gelen her çocuk bu şablonu epey sarsar ve roller yeniden tanımlanana, yeni şablonlar oluşana dek aile bo­ calar. Ailede erkek çocukların babayı, kıziann ise anneyi kendi davranışlannda norm olarak almalan dogaldır. Pilgrim yapıtlannda, normların devredilişindeki anomalile­ re, aşırılıklara işaret ediyor. Babaoğullan'nda, erkek çocugun egitiminde annenin etkisinin neredeyse sıfırlandıgı Mozart, Freud, Weimar Cumhuriyeti'ndeki kimi sosyal demokrat lider­ ler gibi ogulların psikolojilerinde ortaya çıkan sorunları (bir babaya duyulan sürekli bir sıgınma duygusu, babasız kalınınca ortaya çıkan dev yıkım vb.) anlatıyor. A naoğul ları'nda ise ya babasız ya da çok kötü babalarla büyü­ müş Napolyon, Hitler ve Stalin örneklerini ele alıyor. Bu aile­ lerde, olmayan babanın yerini "ideal bir baba, yani erkek ege­ men topluma yerleştirilmiş hükmedici, zorba, asker baba nor­ munun aldıgını; annelerio oglun kişilik oluşumunda bu kafayı bilinçsizce körüklediklerini vurguluyor. Sonuç ortada. Erkek­ ligi, babalıgı, vurmak kırmak, asıp kesrnek olarak gören ve öy­ le de davranan ogullar. n

n

69

Yüzyıllardır Müslüman erkeklerini savaştan savaşa süren Os­ manlı, Müslümanlara işte bu kötülügü yapmıştır. Müslüman ogullar, "adam gibi adam" olmayı, iş hünerlerini, bir meslegi ögrenecekleri, kendi alın teriyle ekmek kazanma onurunu ög­ renecekleri bir babadan yoksun bırakılmışlardır. Yedi yılda, on yılda bir eve ugrayabilen ve eşini hamile bıraktıktan sonra ye­ ni savaşlara giden babadan ogla kala kala, asan, kesen, elin alın terini gasp edip ganimet diye getiren ve sonra yine çekip giden bir baba hatırası kalmıştır. Yüzyıllardır uygulanan, başında kel­ leler koparan ulu hakanlı, şeriatçı asker millet-asker devlet-res­ mi cinayet kültürü "halklaştınlmıştır" . Bu "askeriye"nin dışına düşen aykınlara uygulanan linç de. lşte pek övünülen asıl Os­ manlı mirası budur.

70

3

Militarist Almanya

Henüz l81 3'te Napolyon'a karşı verilen "kurtuluş" savaşı, Al­ man egemenlerinin kendi demokrat-devrimcilerine karşı ver­ dikleri bir savaş özelligini taşıyordu. Napolyon ordulan ile ge­ len antifeodal, antiaristokrat düşüncelere karşı bir savaş. Na­ polyon'un yenilgisi ile başlayan "geriye dönüş" , emekçilere , Yahudilere tanınan kimi özgürlügün de geri alınması demekti. Napolyon temizligi sırasında aristokratlar, yargı ve polis üze­ rindeki egemenliklerini yitirmişler ama vergi imtiyazları, as­ kerlikten muafiyetlikleri, büyük toprak mülkiyeti kalmıştır. Devlet bunların mülklerine karşı paralar vermiş ve bu dev tu­ tarlar, feodal sınıfın sermaye birikimine, bu yoldan endüstriye sıçraması, ortak olması, sömürgelere göz dikmesi, politikada da pancennenist (Alldeutsch) yayılmacılıga yönelmesi sonu­ cunu dogurmuştur. (Erdmann, s. 2 1 ) Dogu Prnsya'da 1 5 .000 bagımsız çifdikte etkin olan junkerlerin elinde ise polis yetki­ si, yerel meclisierin yansını belirleme hakkı vardı. 1 9 1 3 'lerde yerel yöneticilerin % 83'ü, eyalet yönetimlerinin, general ve al­ bayların % 50'si, diptomatların % 40'ı, üst düzey saray çalışan­ larının, Prusya Senatosu'nun hemen hepsi aristokrat kökenli­ dir. (a.g.e., s. 22) 71

"Asillerin yaşam biçimi, neyi şerefli, neyi şerefsiz buldukla­ rı, neyi uygun, neyi uygunsuz saydıkları, toplumda belirleyici oluyordu. Özellikle subay kastı için. Burjuvazi için subay bir­ liklerine ihtiyat subayı olarak girmek, saygınlıgın artması de­ mekti." (a.g.e., s. 22) " Prusya militarizmini .Junkerler, demir-çelik patronları ile kurdukları evlilige çeyiz olarak getirdiler." (Ruge, s. 29)

Alman "devletleri arasında kurulan gümrük birligi ile ortak bir iç pazar yaratılmış ve Prusya'daki Hohenzollern Hanedanı, Avusturya Habsburg Hanedam'na karşı etkinligini arttırmıştı. Ren, Berlin ve Silezya bölgelerinde agır endüstri yükselmişti. 1 848 Devrimi'nin de burjuva-feodal uzlaşma ile ezilmesi so­ nucu , Alman beyliklerinde bir yanda Hohenzollern ve Habs­ burg'un etkileri artmış, diger yanda bu ikisi arasındaki rekabet keskinleşmişti. Prusya Şansölyesi Bismarck, 1 860'lardaki sınırlardan mem­ nun degildi. Bunu 30.09 . 1 862'deki şu ünlü sözleriyle dile geti­ riyordu: "Almanya, Prusya'nın liberalizmine degil, gücüne ba­ kıyor. . . Prusya bütün güçlerini toplamalı, tümünü, birkaç kez kaçırılan an için hazır tutmalı; Prusya'mn Viyana Antlaşma­ sı'ndaki sınırlan saglıklı bir devlet yaşamı için uygun degildir; çagın büyük sorunlan nutuklarla ve çogunluk kararlarıyla de­ gil -bu 1 848 ve 1849'daki hataydı- tersine demir ve kanla çö­ zülüyor. " (Schreiner, s. 26) Prusya, 1 866'daki Königgrıitz zafe­ ri ile Avusturya'ya karşı üstünlügünü perçinlemişti. Bu yıllarda ortam Prusya'nın yarannadır. Rusya, Kafkaslar ve Orta Asya'da yayılmakla ugraşmaktadır ( 1 865- 187 1 ) . l l l . Bo­ napart rejimi Fransa'daki mali gücünü arturmakla meşgulken, diger yanda Cezayir ve Meksika ile başı derttedir. Amerika'da kuzey devletleri güneydekileri ezme çabasındadırlar ( 1 86 1 1 868) . ABD, 1 868'de kurulacaktır. Ingiltere'nin sömürgelerin­ de bir sürü derdi vardır ve iç huzursuzluklar, işçi hareketi yük­ selmektedir. Bu curcuna içinde ltalya ve Alman devletleri bir­ liklerini saglama fırsatı bulurlar ve sofraya otururlar. Bir junker olan Bismarck, 1 848 Devrimi sonrası kurulan 72

Frankfurt Parlamentosu'nda 185 1- 1858 arası Prnsya temsilcili­ gi, 1859-62 arası Petersburg'da ve 1862 bahan-güzü arası Paris'te sefirlik yaparak dünyayı tanımış, feodal gerilikten bir ölçüde sıy­ nlmış, yükselen burjuvazinin önemini kavramıştır. Kendisi de çeşitli mali girişimiere koyulup, "burjuvalaşır" , Prnsya'daki tipik feodal-burjuva uzlaşmasını şahsında sembolleştirir. Engels'e gö­ re Bismarck, "büyük pratik akıl ve büyük kurnazlık sahibi" , "do­ gtıştan ve kaşarlanmış bir işadamı"dır. (a.g.e., s. 29) Alman pratik ekonomik birligi 27.04. 1 868'de " tepeden bir devrimle" saglandıktan sonra 1 870'de Fransa savaşa kışkırtı­ lır ve 02.09. 1870'de Sedan zaferi ile ezilir. Versailles'da Alman lmparatorlugu'nun kuruluşu ilan edilir. Bismarck ve banke­ ri Bleichröder'in belirleyici olduklan bu adımda, daha öncele­ ri Prnsya'ya rakip görülen Bavyera Krallıgı imparatorluk iddi­ asından vazgeçirilir. Prusya bankerleri, oldukça liberal, sanat­ sever ve savaş sevmeyen ll. Ludwig ve ondan sonra gelen Bav­ yera krallannı öyle agır bir borç yükünün altına ve bagımlılıga sürüklemişlerdir ki, Bavyera, Alman lmparatorlugu'nda Prus­ ya'nın önderlik iddiasına karşı çıkamaz. Prusya Kralı I. Wil­ helm, imparatorluk tacını ve Kayzer unvanını alır. Belgelerde ll. Wilhelm için kullanılan "Kayzer ve Kral" unvanı işte bu iki tah­ tın sahibi, yani Prusya Kralı ve Almanya Imparatoru oldugu an­ lamına gelir. Almanya'nın Fransa'ya karşı yürüttügü savaşa karşı Marx, Alsas-Loren'in işgali üzerine O l .09 . 1 870'de şunlan yazar: "Şimdiki savaş, ki bunu Prnsya'nın eşekleri görmüyorlar, zo­ runlu olarak Almanya ile Rusya arasında bir savaşa götürecek­ tir, tıpkı 1 866'daki Prusya-Fransa Savaşı gibi . . . Bu iki numara­ lı savaş da Rusya'da kaçınılmaz olan sosyal devrime chelik iş­ levi görecektir." (Schreiner, s. 77)

Kuruluşu yerle bir edilmiş başka bir ülkenin başkentin­ de ilan edilen Alman lmparatorlugu, bu yolla sanki daha baş­ tan yayılmacı, fetihçi haydut karakterini simgelemiş oluyordu. Bu imparatorluk "uzatılmış Prusya"dan başka bir şey degildir. (Ruge, s. 26) 73

Bu büyük aşagılanmaya karşı Paris işçileri 04.06 . 1 87 1 'de isyan ederler. Fransız hükümet başkanı Thiers, işçilere kar­ şı ülkesine ihanet yolunu seçer, Almanya'dan yardım ister ve 1 50.000 esir Fransız askeri ile Prusyalı silahlarının kendi em­ rine verilmesini saglar. Böylesi bir adım, komün hareketinden ürken ve dogrudan müdahaleden çekinen Bismarck'ın da işine gelir. Bu askerler ve silahlarla Paris Komünü kana bogulur. Bu katliama Almanya'da karşı çıkanlar ise sadece Alman işçi sını­ fının temsilcileri August Bebel ve Wilhelm Liebknecht olurlar. Bebel, 24.04 . 1 8 7 l 'de imparatorluk parlamentosu Reichstag'da savaş kredisine karşı çıkan tek parlamenterdir. Yenik Fransa'ya dev bir savaş tazminatı dikte edilir. Fransa bu­ nu 2,5 yıl gibi kısa bir sürede ödeyiverince de Bismarck şaşınr. Işgal edilen Alsas-Loren madenleri, endüstriye tanınan dev ola­ naklar, "milli" birlik havasında muhalif Katoliklere de kabul et­ tirilen yüksek gümrük duvarlan politikası, agır endüstride, silah üretiminde dev bir yükselişe temel olur. Buharlı makine gücü, 1846 Prusyası'nda 14.000 PS iken, Alman devletleri bölgesinde l860'da 850.000 PS'ye yükselir, l 875'te ise 2.500.000 PS'yi aşar. Bu yükseliş dönemini garantiye alan yüksek gümrük duvar­ ları sayesinde korkunç karlar yapılır, ülke içinde tekelleşme hızlanır. Emekçitere tekel fiyatlarıyla dayatılan mallardan yapı­ lan dev karlar sayesinde dışanya fiyat kınlarak yürütülen ihra­ catla yeni pazarlara yayılma hızlandınlır. Bu dönemde bin bir dalavere ve devlet destegi ile öyle büyük karlar yapılır ki, libe­ ral burjuva gazetesi Frankfurter Zeitung bile bundan rahatsız olup, şöyle yazar: "Ateş öyle dizginsiz arttı ki, giderek daha ge­ niş çevreleri sardı, anormal olan giderek normal sayılmaya baş­ landı." (a.g.e., s. 53) l 877'de Rudolph Meyer isimli bir yazar Almanya'da Politik Kurucular ve Rılşvet isimli bir kitap yayımlar ve dönen dolapta­ n teşhir eder. Engels bu kitabı çok över. Meyer, Bismarck'a ha­ karetten 9 ay hapse mahküm edilir, kitap yasaklanır, yazar Al­ manya'yı terk etmek zorunda kalır. Bu kitapta Bismarck çevresindeki rüşvet, ömegin onun 30 yıllık dostu ve özel servetinin yöneticisi banker Bleichröder'in 74

vurgunlan anlatılmaktadır. Bismarck ise dokunulmazlık ardına saklanmaktadır. Yalnızca 1876 yılında "Bismarck'a iftira eden­ lere" karşı tam 1 . 140 dava açılır. Bismarck'ın rüşvetçilikte ne denli usta oldugunu Türk gazeteci Basiretçi Ali Efendi'nin ya­ şadıklanndan da ögreniyoruz. Genç Osmanhcılık fikirlerinin etkisindeki Hasiret Gazetesi'nin yayıncısı Ali Efendi'nin Bismarck ile görüşmesinde Bisrnarck'ın Türkçe konuşan bir tercümanı varmış. Bu görüşme sonunda Bis­ marck, Ali Efendi'ye zarf içinde 1 .000 lira vermiş ve onu Augs­ burg'da Türkiye için silah üreten bir fabrikatöre göndermiş. Fab­ rikatör, Ali Efendi'ye 1 .300 lira degerinde matbaa makineleri tes­ lim etıniş, bunların parasını da Bismarck üstlenmiş. Ali Efendi de buna bütün basiretiyle sevinmiş. (Böer, s. 23-26) Ö nceleri Rotschild'in Berlin temsilcisi olan Bleichröder, 1860 sonunda Avrupa'nın en büyük özel bankeri olur. Daha sonra bu temsilciligi, eski Prnsya maliye bakanı David Hanse­ mann'ın kurdugu Disconto Şirketi (Bankası) ile paylaşır. Bun­ ların rüşvet listesinde bakanlar, müsteşarlar vardır. Yahudi kökenli olan bu iki banker, egemen toplumda ka­ bul görebilmek için şirketlerinin yönetimlerine bol bol "von"lu aristokrat, junker doldururlar, gericiligiyle ünlü Dogu Elbe junkerleri ile akrabalıklar kurarlar. Bu burjuva-feodal izdivaçları Weimar Cumhuriyeti'ne dek sürecektir. Banka sermayesi ile agır kömür-demir-çelik (mon­ tan) endüstrisine giren Junkerler iç içe geçeceklerdir. Yoksul­ laşan yüzlerce maceracı aristokrat, "von"lu subay, kurtuluşu zenginleşen, ama "von"suz burjuvaların damadı olmakta gö­ recektir. Weimar Cumhuriyeti'nde buna verilen ad " fon"larla "von"ların izdivacıdır. Bu sınıflara, bu ekonomik temele dayanan devlet aparatı des­ pottur. Bu devlette ordu, dış politika, senato vb. tamamen Kay­ zere baglıdır. imparatorluk anayasasına göre sadece şansölye ve buna baglı seçilmiş bakanlar degil, müsteşarlar, yani atanan memurlar vardır. Bu sistem Avrupa'da o zamana dek hiç görül­ memiş bir "meşrutiyet" tir. Bunun için belgelerde de örnegin jagow, "Dışişleri Bakanı" degil, Dışişleri Dairesi Müsteşarı'dır. 75

Zaten çok kısıtlı yetkilere sahip olan Reichstag için üç dere­ celi bir seçim sistemi uygulanır. Bu sistemde geçerli olan mül­ kiyet büyüklügüdür. Aynca kırsal bölge oylanna, endüstri böl­ gelerine göre çok daha fazla sandalye ayrılmıştır (bir ölçüde Türkiye'de geçerli olan l 2 Eylül seçim sistemi gibi). Ö rnegin 1903 Prusya eyalet seçimlerinde oylann % 18,79'unu kazanan sosyal demokratlar hiçbir sandalye kazanamazken, aristokrat muhafaza]9.rlar aldıklan % 19,39'luk oy oranına karşılık parla­ mento sandalyelerinin % 35'ini ele geçirirler. (Erdmann, s. 27) Marx'a göre Alman Imparatorlugu "parlamenter biçimlere boyanmış, feodal katkıyla harınanlanmış, artık buıjuvazi tara­ fından etkilenen, bürokratik çatılmış, politik korumalı bir as­ keri despotizmdir. " (Schreiner, s. 65) . Güya çeşitli beylik, kra­ liyellerin birligi olan bu düzende, federal bir hükümet yoktur. Dev bir askeri güce dayanan Prusya Kralı, diger "kral"lara şef­ lik yapar. 1 848 Anayasası'nda sözde de olsa garanti edilen kişi­ sel temel haklar, 187 l'de anılmaz bile. Prusya Başbakanı ve Dı­ şişleri Bakanı Bismarck, aynı zamanda Imparatorluk Şansölye­ si'dir. Ona baglı kurulan imparatorluk Dışişleri Dairesi, aslın­ da Prusya Dışişleri Bakanlıgı'mn bir uzantısıdır ve yine Şansöl­ ye'ye baglıdır. (a.g.e., s. 65-68) Şimdi bu Almanya'ya biraz daha yakından bakalım.

Emperyalizm Alman sömürgecilik tarihi 1 7 . yüzyıla dek uzanıyor. Daha 1 657'de j ohann ] oachim Becher adında biri "Teutsche" leri , "Yeni Fransa, Yeni Ispanya, Yeni Ingiltere'nin yanında Yeni Teutschland da olsun" diye Güney Amerika'da sömürge kap­ maya çagırmış. 1 675'te Bavyera Kraliyeti adına Hollandalılar­ dan Neu-Amsterdamm'ı satın almaya kalkmış, başaramamış. Burası sonradan New York ismini almış. (Gründer, s. 15) Ulusal çaptaki ilk sömürgecilik istemleri 1840'larda duyul­ maya başlanmış. Moltke'nin Türkiye misyonundan sonra "Tür­ kiye'yi miras almak" gibi sözler ortalıkta dolamr olmuş. 18411844 yıllannda Prusya adına resmen Osmanlı askeri danışman76

lıgı yapan Helmut von Moltke'den Augsburger Zeitung şöyle ha­ ber vermiş: Moltke'nin görüşüne göre "Avrupa yardımıyla ye­ niden geri kazanılan Suriye ve Filistin bölgelerine gerçekte Av­ rupalılann Sultan'a verdigi bir 'hediye' olarak bakılınalı ve ye­ niden bir savaş olasılıgını hertaraf etmek için en iyisi Suriye ile Mısır [Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın Mısır'ı - S.D. ] arasındaki Filistin, bir Alman kralının yönetimindeki Hıristiyan bir tam­ pon devlete dönüştürülmelidir." (a.g.e. , s. 1 9) Prusya ve Bavyera'daki bu tür düşüncelere paralel olarak sö­ mürgeciligin ilk adımlarını atanlar Kuzey kıyılanndaki Ham­ burg ve Bremen gibi şehir devletler olur. Yine 1 840'larda ilk misyoner hareketleri de başlar. Bu şehirler, yeniçagın ilk sö­ mürgeci devletlerinden olan tspanya ve Portekiz'deki 1 5 . yüz­ yıl Katolik teröründen kaçan Yahudilere , Amsterdam, Rolter­ dam ve Osmanlı'nın yanı sıra, yerleşme olanagı vermişlerdir. Buralara yerleşen Yahudi göçmenler, yüzyıllardır yürüttükleri ticaret ve taşımacılık bilgilerini, baglantılannı da birlikte geti­ rirler. Zamanla bunlann çogunlugu Hıristiyantaşır veya "mar­ ran " [ bizdeki Sabetaycılık akımını andıran bir akım - S . D . ) olur. Birçok eski Hamburglu da ticaret iyi yürüsün diye adını Portekiz adianna benzetmekten geri kalmaz. Ö rneğin jürgen ve Heinrich Henckel şirketi, jorge ve Henrique jencquel olur çıkar. (Möhle, s. 1 2) Bu ticarete Hamburg da var gücüyle katılır. Schimmel , Alto­ nalı arınatör von der Smissen ile birlikte çalışacaktır. On yıllar sonra Heine bu ismi ünlü "Köle Gemisi" isimli şiirinde kulla­ nacaktır. Gemilerle yürütülen kanlı ticaret düzeni bir üçgen üzerine kurulmuştur. Avrupa'dan tekstil ve konyak Batı Afrika'ya, ora­ da konyakla uyuşturulan veya zor kullanılarak yakalanan köle­ ler Karayipler'deki şeker kamışı plantasyonlanna, orada üretilen şeker, rom ve pamuk da Avrupa'ya götürülür. Hamburg'da dev bir içki endüstrisi oluşur. Kamerun'dan yazan Baselli bir misyo­ ner mektubunda ( 1 889) , "Tüm yaşam, bir ölçüde konyak ile sı­ rılsıklam, yapış yapış, iç içe," demektedir. (Gründer, s. 1 3 1 ) Au­ gust Bebel, Mayıs 1 889'da Reichstag'da, "Yabancı halkiann yı77

kımını saglamada konyak her yerde baş araçtı. Aynca bu araç, misyoner raporlarından ögrendigimize göre, siyahileri beyazla­ ra bagımlı kılmak için kullanılıyor. Ateşsuyu sahipleri, yerlile­ ri kendilerine hizmet ettirmek, sattırmak ve her tür sömürüye teslim ettirmek için içkiyi, baştan çıkarma aracı olarak kullanı­ yorlar," diye konuşur. (Möhle, s. 43) Bebel'i muhafazakar Adolf Stöcker gibileri de destekler ve içki ihracını yasaklama teklifi büyük ço�unlukla kabul edilir. Ama Reichtsag'da yenilen Ham­ burglu sömürgeci Wörmann'ın "ispirto karteli" devlet yapısında daha güçlüdür, Wörmann bu karara karşı çıkar ve alkolün "he­ nüz o kadar uzun süredir kardeşimiz olmayan negerlere" [siyahi S.D. ] zarar verdigini kendinin de gördügünü ama onlara acı­ ma hissiyle hareket edip, Alman ihracatına, işyerlerine zarar ve­ rilemeyecegini söyler. (Gründer, s. 1 32) Burada sömürgeci ülkelerin baştan beri kullandıkları uyuş­ turuculuk yöntemi dikkati çekiyor. Ingiltere bu yöntemle bü­ tün Çin halkını esrarkeş yapmaya kalkmıştır. Alman sömür­ gecileri Afrika ülkelerinde hızla yaydıkları alkolizm sayesinde erklerini pekiştireceklerdiL Amerika'da Kızılderililer, alkolle bitirilecektir. Bugün ise aynı şey ekrankeşlikle deneniyor. Sömürgelerde işlenen cürümlere karşı Alman hümanizminin şerefli bir temsilcisi, Alsaslı anti-Prusyalı bir ögretmenin tom­ nu olan Albert Schweitzer olacaktır. Schweitzer tıp ögrenimi­ nin ardından 1 9 l l'de Fransız sömürgesi Gabon'da çalışma iz­ ni alır ve orada dev saglık hizmetleri verir (Nossik, s. 1 2 1 ) . Bu Schweitzer'in amcası Charles ise jean Paul Sartre'ın dedesidir (a.g.e. , s. 9) . Hamburg, Ingiltere ile sıkı ilişki içinde Afrika ile ticareti hız­ la geliştiren şehirdir. Hamburglu O'Swald ve Hansing şirketle­ ri Dogu Afrika'da Zanzibar'ı kendilerine üs yaparken, Batı Af­ rika'da bu rolü Gaiser-Witt şirketi ile Lagos (Nijerya) üstlenir. Hamburg giderek Ingiltere'ye rakip olmaya başlar. Kavga için yeterli neden vardır, çünkü örnegin Kamerun'daki hurma çe­ kirdegi yagında kar oranı % 50'nin üzerindedir. Daha sonra bu­ na kauçuk eklenecek ve onun için de yüz binlerce yerli kur­ ban edilecektir. 1906'da bir İngiliz yazar, Belçika kontrolünde-

78

ki Kongo'da yılda ortalama 1 00.000 yerlinin kadedildigini yaz­ mış (a.g.e., s. 49) . Zanzibar'da O'Swald, Liberya'da Wörmann şirketleri fahri konsolosluk işini de üstlenirler. Hamburg ve Bremen'in sadece "şehir" olarak ortaya çıkışları, onların barışçıl oldukları, büyük devletler gibi tehlikeli olmadıklan izlenimi yaratır. Alman lmparatorlugu'nda l 870'lerde hızla gelişen endüstri­ leşme ve ardından bastıran kriz ile "yer darlıgı" hissi yükselir. Yayılma alanı olarak görülen komşu ülkeler ve Balkanlar yeter­ siz görülür. Ülke içindeki emekçi baskısını azaltma, ucuz ham­ madde ve yeni pazar bulma çabası artar. lik kez, zindanlardan toplananlar aracılıgıyla Afrika'da "haydut kolonileri" kurdur­ ma fikri ortaya atılır (a.g.e., s. 26) . l880 lerde de ilk kez, Ham­ burglu Reichstag üyesi ve senatör Wörmann'ın Bismarck'a yö­ nelttigi ısrarlar üzerine Alman donanınası Afrika kıyılarında boy göstermeye başlar. Bu adımlar "serbest ticaret"ten aktif sö­ mürge politikasına geçişin işaretleridir. Çeşitli emperyalist ül­ keler tarafından "himaye altına" alınan kabileler birbirleriyle savaşlara başlarlar, Almanya'ya himaye istemiyle başvuran ka­ bile sayısı artar ve böylece kıtada Alman-Ingiliz çatışması hızla­ nır. tık kez 1 884 Noeli'nde Kamerun Deltası'ndaki köyleri Al­ man donanınası topa tutar. Sonraki raporda: "Asayiş yeniden berkemal ! " (a.g.e., s. 29) . Güneybatı Afrika'da Adolf Lüderitz isimli bir tütün tüccarı aktiftir. l 885'te buraya Dr. Heinrich Göring isimli biri, Impa­ ratorluk Komiseri olarak atanır. Bu adam faşist Hermann Gö­ ring'in babasıdır (Gründer, s. 8 1 ) . Dogu Afrika'da ise dikkati çeken isim Carl Peters'dir. Hırs­ l ı , saldırgan bir tip olan Peters, Berlin'de bile elinde kırbaç­ la gezermiş. Peters, Alldeutsch hareketine ileride temel olacak "Allgemeiner Dentseher Verband"ın da kurucusudur. Bu adam Kilimanjaro-Zambezi'ye Kayzerlik Komiseri olarak atanır. Ora­ da "üstün insan" olarak o kadar çok kan döker ki, kızaga çekil­ mek zorunda kalınır . l 880'lerin ortasında burada aktif olan Eduard Schnitzer isimli bir Alman, Mehmet Emin Paşa adını almış ve Mısır'ın '

79

ekvator bölgesine vali olmuş. 1 888'de ise ortadan kaybolmuş. DOAG (Deutsche Ostafrikagesellschaft - Alman Dogu Afrika Şirketi) ve diger aktivistler Almanya'da bir "Emin Paşa Komite­ si" kurmuşlar. Carl Peters "kurtarıcı" olarak bölgeye yollanmış. Asıl amaç ise Dogu Afrika'da Mozambik'e dek inen bir "Alman Hindistam" yaratmakmış. Carl Peters'in geri çekilmek zorunda kalınmasında sosyal de­ mokrat August Bebel'in Reichstag'daki mücadelesi önemli rol oynar. Burada Cari Peters'in Dogu Afrika'daki bir sürü barbar­ lıgı dile getirilir. DD (Dışişleri Dairesi) Sömürgeler Bölümü Di­ rektörü Dr. Kayser ise Reichstag önünde Carl Peters'in Dogu Af­ rika' daki barbarlıklarını savunur. Kristof Kolomb, Amerigo Ves­ pucci, Cortes gibilerinin tarihe büyük adamlar olarak geçtikleri­ ni, Amerika yerlilerine yaptıklannın da o günün koşullan altın­ da görülmesi gerektigini, Wilhelmstrasse'deki yeşil masadan o zamanlar üzerine bir hüküm vermenin dogru olmadıgını söyler. Yıllarca vahşi dünyada yaşayan Cari Peters'in halinin de bun­ lar gibi oldugunu, yaptıklannın nefsi müdafaa oldugunu iddia eder. Buna August Bebel bir örnekle yanıt verir. Cari Peters'in gittigi yerde bütün sömürgeciler gibi kendine güzel bir genç kız aldıgını, bu kız evdeki hizmetçi genç Afrikah ile ilişki kurun­ ca Peters'in ikisini birden astırdıgını anlatır. Peters kendini, bu kızın Afrika yasalanna göre kendi kansı oldugunu ve kocasına ihanet ettigi için yine Afrika yasasına uygun olarak öldürüldü­ günü söyleyerek müdafaa etmiştir. Oysa oralara Hıristiyan me­ deniyeli götürme iddiası ile gidilmiştir. Orada ise Afrika yasasıy­ la hükmedilmiş, barbarlık düzeyine düşülmüştür. Bebel konuş­ masında, idam görevinin Tegmen Bronsart von Schellendorfa verildigini, Schellendorfun bunu herhalde subaylık onuroyla bagdaştıramadıgı için reddeuigini, bunun üzerine başka bir cel­ lat bulundugunu da söyler (Westphal, s. 243-247) . IL Wilhelm, "Alman Cortes'i" Cari Peters'i 1905'te yeniden bu göreve atar. Bu arada kurulan DOAG yerlilerden 140.000 kilometrekarelik bir alan alır. Burada da mülkierin çogunlu­ gu sonradan bankerler ve bunların hissedan ll. Wilhelm'in eli­ ne geçecektir. 80

Bu politikada Bismarck çelişki içindedir. Bir yanda yayılma­ cılıga destek verir ama diger yanda karın tümünü cebe atan özel şirketlerin, bu yayılmanın zahmet ve masraflarını tama­ men devlete yıkmaları dikkati çekmektedir. Sömürge danış­ manı olarak seçtigi misyoner Friedrich Fabri, 1848 devriminin korkusunu içinde taşıyan ve sosyal sorunu sömürgecilikle çöz­ meye çalışan bir insanmış (Gründer, s. 34) . Ayrıca Bismarck, I . Wilhelm'in yakında ölecegini hesap etmekte, onun yerine ge­ çecek olan ogul Friedrich Wilhelm'in Ingiltere'ye yaklaşacagını tahmin etmektedir. Almanya'yı bu etkiden sıyırmak, ileride İn­ giltere ile mesafeyi korumak için gerekli gördügü anlaşmazlık nüvelerini hazırlamak amacıyla, geniş küçük burjuva katman­ lannın da destekledigi sömürgecilige yüz verir (Gründer, s. 53) . Bu yıllar l 882'den beri Mısır için çatışan Ingiltere ve Fran­ sa'nın dikkatini çekmeden Afrika'da yayılma için uygun yıllar­ dır. l885'ten itibaren Bismarck, İngiltere'ye Afrika'da ödün ver­ meye başlar, l 889'da Alman sömürgelerinin idaresini Hamburg Senatosu'na bırakır. 1 890'da Helgoland-Zanzibar Anlaşması imzalanır. Almanya'nın kıyı güvenligi için stratejik bir nokta sayılan Helgoland için Afrika'da ödünler verilir. Bu sömürge­ cilerin gözünde "Bir adacık için koca krallıklar hediye edildi," demektir (a.g.e., s. 57). Bismarck'ın görüşünü ise onun Dogu Afrika'daki Emin Paşa aksiyonu üzerine sarf ettigi şu sözler iyi ortaya koyuyor: "Oraya bir Alman tegmen gönderirsem, bir ihtimal bir sürüsü­ nü de ardından onu kurtarmak için göndermek zorunda kala­ cagım. Bu bize çok gelir. Ingiltere'nin çıkar alanı, Nil'in kay­ naklarına dek uzanır, benim için bu büyük rizikodur. SWn Af­ rika haritanız pek güzel ama benim Afrika haritam Avrupa'da yatıyor. Şurada Rusya var ve şurada da Fransa ve biz ortaların­ da. Işte bı:nim Afrika haritam. " (a.g.e., s. 59) .

Sömürgeci çabalar Güneydogu Asya'da Polonezya ve Sa­ moa'ya dek gider. Samoa'da 1 900- 1 9 1 1 arasında valilik yapan Berlinli fabrikatör çocugu Wilhelm Solf ( 1 862- 1936) , halka yu­ muşak davranmış, 1 9 1 1-20 arasında da Imparatorluk Sömürge 81

Dairesi Müsteşarlığı yapmış. Solfe göre: "Sömürgecilik, halka kültür ve eğitim götürmektir. Ama batı kültürünü değil, onla­ rın şartlarına, yaşamıanna uygun kültürü. " Halkın elindeki si­ lahları para vererek toplatmış, her kişiye yılda 50 palmiye dik­ me zorunluluğu getirerek ileride çok kar edilmesini sağlamış, yerlilerin kendi kendilerini yönettikleri bir özerk idare kurdur­ muş. Ama bu arada Avrupalıların yerli kadınlarla evlenmele­ rine yasak getirmeyi de unutmamış. Samoa'daki yeni neslin % 29,4'ü okuryazar imiş, misyoner çalışmaları ile Hıristiyanlaştı­ rılan halk arasındaki kabile savaşları da gerileyince, halkın ya­ şam düzeyi yükselmiş, eski kabile düzenini isteyen isyan dene­ mesi halktan destek görmemiş. Bu yöntemler, Alldeutsch'ları çok rahatsız ettiği için 1 903'ten itibaren Solfe saldırmaya baş­ lamışlar, yerlilerin angarya çalıştınlmaları için baskı yapmışlar. Savaşın son yıllannda DD' de de müsteşar olan ve Alman devle­ tinin Ermeni kırımındaki suç ortaklığını örtbas etme çabasına giren Solf, savaş sonrasında 1920-28 arasında Tokyo Büyükel­ çiliği yapmış, sonradan Hitler' e karşı Solf Grubu adında bir di­ reniş grubu da kurmuş (a.g.e., s. 182) . Solf, bu kitaptaki belge­ lerde Dışişleri Dairesi Müsteşarı olarak geçecektir. Imparatorluğun kuruluşundan başta rahatsız olan Hamburg sermayesi, 1 888'de imparatorluk gümrük birliğine girer ama serbest liman statüsünü korur ve Avrupa'nın en büyük kıtala­ rarası ticaret limanı haline gelir. 1 8 l 4'te 1 00.000 olan nüfus, 1900'de 700.000'i bulur. Böylesine dev bir gelişmeye karşılık Hamburg emekçileri­ nin yüzünü güldürecek pek bir şey yoktur. Açlık ve salgınlar hep bunları vurur. 1 892'deki kolerada 8.000 yoksul ölür. Li­ man bölgesi depo ve muhasebe-banker büroları için giderek değer kazandığından bu salgın bahane edilir ve burada yaşayan 20.000 insanın evleri yıkılır, yeni binalardaki çok yüksek kira­ lar nedeniyle yoksullar bölgeyi terk etmek zorunda kalır. Böl­ geye yerleşenler arasında Blohm und Voss isimli büyük tersane de vardır (Möhle, s. 35). Bu "dünya şehri"nde emekçilerin Birinci Dünya Savaşı'na dek seçim hakkı olmamıştır. Seçim hakkı para ile satın alı82

nabilen ve sadece erkeklere mahsus bir haktır. 1 893/94'teki 650.000'lik nüfusun sadece 23. 000'inin yurttaşlık hakkı vardır. 1896'da yurttaşlık parası indirilir ama sosyal demokrat tehlike­ ye karşı orta ve yüksek gelirliler için geçerli olan iki dereceli se­ çim sistemi getirilir (a.g.e., s. 32) . Halkın önemli bir bölümünü göçmen işçiler oluşturur. 1 9 1 3'te burada 63.000 Polonyalı işçi yaşamaktadır (a.g.e., s. 35) . Liberya'dan Batı Afrika'ya yayılmaya başlayan Hamburglu Wörmann gibi şirketler için Afrikah aracılar kıta içerilerine , hinterianda girmek için vazgeçilemeyecek öğelerdir. Ancak bu aracı-yerli şirketlere rakip gözüyle de bakılır, bunların karlan­ na da göz dikilir. Donanma yardımıyla köylerle tek tek "hima­ ye" anlaşmalan bağlanır, köylüler, aracilara karşı kışkırtılır. Ki­ mi köy doğrudan ticaretle daha karlı çıkacağını sanırken, kimi de Malimha Kabilesi gibi kendi bölgesine yağhane yapılmasına karşı çıkar. Malimha direnişi, bunların tüm kayıkları yakılarak ve kan dökülerek kırılır. "Aracı"lar yok edilir. 1 930'larda çı­ kan Kamerunlu Sömürge Kahramanlan isimli kitapta bu katliam üzerine, "Kıyı ile Edea Şelaleri arasındaki aracı ticareti böylece kırılmış oldu ve Wörmann Firması, şelaleler yakınındaki yağ­ hanesini kura bildi. . . Artık Malimbahlar tamamen safdışıdır, bu onların aşırı para hırsının cezasıydı" yazmaktadır (a.g.e., s. 4 1 ) . Wörmann, 1890'da şelalelerin ötesine d e yayılmak ister ama oradaki Malimbahları ezemeyince , 1 894'te yeniden dener. 1 9 1 0'a dek sürecek bu kanlı eylemin başını çeken subay Hans Dominik, yüzlerce direnişçinin kafasını, cinsel uzvunu kestirir, bu kafalarla fotoğraflar çektirir, bir defasında 52 çocuğu bir şe­ laleye attım. Sosyal demokrat lider August Bebel bu barbarlık­ ları Reichstag'a getirir ama olay "delil yetersizliğinden" bir kena­ ra itilir. Bu barbarın bir heyketini NS'ler 1935 yılında Hamburg Ü niversitesi önüne dikerler. Bu heykel ancak l967'deki öğrenci protestolanyla buradan uzaklaştınlabilmiş (a.g.e., s. 4 1 ) . Güney Kamerun'da 1896 yılında Bavyera büyüklüğünde bir kauçuk ormanı bulunur, hemen bir yasa ile burası "efendisiz" ilan edilip, Hamburg'da kurulan yan Alman-yan Belçikalı Gü­ ney Kamerun Şirketi'ne (GSK) verilir. Bu şirket, daha sonra ku83

rulan Kuzeybatı Kamerun Şirketi (GNWK) ile birlikte, Karne­ mn'un 2/5'inin sahibi konumuna gelir. Bu şirketi kuran Ham­ burglu avukat julius Scharlach, "Sömürgeleştirme , bunu tüm sömürgeterin tarihi gösterir, yerlileri sivilleştirme anlamına gelmez, aksine onları geriletmek ve sonunda imha etmek de­ mektir . . . Irk farklılıgı belirleyicidir. Neger, dogası geregi kö­ ledir, Avrupalının dogası geregi özgür oluşu gibi. . . Güçlü bir efendi-halldHerrenvolk) , bir köle-halk ile nerede karşılaşır­ sa karşılaşsın, her zaman hükümranlıgını kurar ve sonuçta kö­ le-halk yok olmaya mahkümdur" demektedir (a.g.e., s. 50) . Bu sözlerin söylendigi ve katliamların yapıldıjtı yıllarda, Osman­ lı'da da Abdülhamid'in örgütlettigi Ermeni katliamları ( 18941896) yapılmaktadır. Işgücü ihtiyacını kendi kurdugu silahlı "insan toplama" çe­ teleriyle örgütleyen GSK'nın Alman sermayedarları, daha son­ ra Deutsche Bank'ın da kurucuları arasında yer alacaklardır. l904'te günde lO saat boyunca 20-44 kg. arasında yük taşıttı­ nlan 28.000 hamalın önemli bir bölümü kadın ve çocuklardan oluşmaktadır. Bazı bölgelerde öyle çok kadın toplanır ki, ta­ rım ve nüfus çöker, köyler boşalır, aç harnal kervanlan, ekmek için başka köyleri basar. GSK , aracılık yaparak yolunu bulan beyazlara ait küçük Batanga Firmalan'nın da malianna el koy­ durtur, yerlileri dogrudan GSK'ya mal teslimine zorlar. Bir in­ sanın 30 günlük kauçuk ürünü 6 kilodur, bunun karşılıgında yerlinin alabildigi ise bir küçük tencere, bir bıçak veya bir hav­ ludur (a.g.e., s. 5 1 ) . Kauçuk vurgununa 1 9 . yüzyılın ikinci yarısında kakao vur­ gunu da eşlik eder. Kamerun'da ilk plantasyonlar l890'da ku­ rulur. Bunlara karşı Bueas Kabilesi'nin direnişi, Yarbay Domi­ nik tarafından 1894- 1895 yıllannda tüm erkeklerin imhası ve kadınların "asker avradı" haline getirilmesi ile kırılır (a.g.e. , s. 56). Plantasyon patrootanna göre "Kamerunlu neger tembel ve becerisizdir, onun için küçük köylüye destek yanlıştır, Kame­ runlu neger Avrupalıların plantasyonlannda çalıştırılmalıdır. " Köylülerin işlenıneye hazır, kakao ekilmiş topraklan zorla elle­ rinden alınır, direnen köyler yakılır. Çogu köy, bunların eline 84

düşmernek için topragını terk edip kaçınayı yegler. Misyoner­ ler, bu baskılan ricalarla hafifletmeye çalışırlar, kanlı ayaklan­ malan engellerler (a.g.e. , s. 58) . Gründer tüm bu sömürgelerden Togo'daki farklı yaklaşımı vurguluyor. Togo'da söz sahibi olan Bremenli tacir J.K. Victor, halka yumuşak davranmış, alkol ticaretine bulaşmamış. Sadece gönüllüleri çalıştırmış. Hatta Almanya'da ırkçılara karşı aydın, yerli yanlısı bir "sömürge" partisi kurmaya çalışmış, Togo'da egitime agırlık vermiş, kadro yetiştirmiş. Bu kadrolarla uygu­ lanan reformist çizgi sayesinde Togo, pamuk monokültürünün dikte edilmesine ragmen sakin kalan, devlete de yük olmayan tek sömürge olmuş (a.g.e., s. 1 28) . Togo dilini misyonerler alfabeye uydururlar, yazılır hale ge­ tirirler. Yerlilerden zanaatkar, çevirmen, büro personeli yetişti­ rerek sömürgeci devletin işlerini üstlenirler. Sıtma gibi salgın­ Iara karşı önlem alırlar. Bu gelişmede misyonerligin çelişkili yapısı da iyi görülüyor. 1 836'da Hamburg ve Bremen'de kurulan "Norddeutsche Mis­ sionsgesellschaft" (NMG) , 1847'de Afrika'da boy göstermeye başlar. NMG lnspektörü Martin Schlunk 1 9 1 2'de, "Batı Afri­ ka, özellikle misyon sayesinde dünya ile yeniden ilişki içindey­ di. Ve NMG, onu en asil şekilde destekleyen Bremenli tüccar­ lar olmasaydı varlıgını sürdüremezdi. Ama buna karşılık, mis­ yon da Bremen ticaretinin önünü açtı. Köle kıyısının ürkek yerlilerini ehlileştirdi ve her şeyden önce tüccarlara yerli perso­ nel yetiştirdi ki, bunlarsız bir çalışma olanak dışı olurdu," di­ yor. (Möhle, s. 72). 19. yüzyıl sonunda Kamerun'dan 40-50 genç gönüllü ola­ rak Hamburg'a egitim amacıyla getirilirler. Sömürgeci ülkeyi ve efendilerini yakından tanımış olurlar. Hepsi Kayzer'e sadık kul kafasındadır ama yine de bu "pantolon-neger"lerine özel­ likle erkek takımından tepki gelir. Çünkü bunlar üst tabaka hatunlarından biraz fazla ilgi görmektedirler, "Alman kadının adı, simsiyah lekelenmektedir" , "Bunlar ırk güdüsü zayıf kan­ lardır. " 1909 tarihli Sömürge Gazetesi'nden: "Kimi iyi aile kız­ lanmız, pul toplama bahanesi ile Togolu erkeklerle mektuplaas

şıyor . . . Bu ilişki, saglıksız bir hayranlıga dönüşüyor. " (a.g.e., s. 88) . Ingiltere ve Fransa'nın aksine Almanya, sömürgelerden göçü hemen hemen tamamen önleyerek "kanım temiz" tutar. Reichstag'a sunulan bir raporda da, "Bir Dogu Afrikalı buraya geliyor ve bir Alman kadınla evleniyor. Onunla birlikte ülkesi­ ne dönüyor. Orada kadın sokaga çıkamaz oluyor, çünkü neger­ ler hep onu gösterip 'Bak bu Alman kadın bir neger ile evlenmiş, bizden biriyle,'.ı:liyor" ifadesi yer almaktadır. Yani bir beyaz ile eşlik, beyaza "saygıyı" yıkıyor. 1907'de Afrika'da o zamana dek göz yumulmuş olan karışık evlilikler geçersiz ilan edilir, Afrika­ lı eşierin tüm yurttaşlık haklan ellerinden alınır. Sadece validen özel izin alanlar istisna oluşturur, bunlar da siyahi hizmetçisinin cazibesine dayanamayan zenginlerdir (a.g.e., s. 76) . Gründer, Almanya'nın 1898'de Portekiz sömürgelerinin pay­ laşımı için Ingiltere ile yaptıgı gizli anlaşma ile verdigi ödünle­ re neden olarak Almanya'nın yakın doguda artan angajmanı­ nı gösteriyor. Aynı yıl Kayzer Wilhelm , Osmanlı'yı ziyaret ede­ cek, Kudüs'e gidecek ve Selahaddin Eyyubi'nin mezan başında kendi'ni 300 milyon Müslümanın konıyucusu ilan edecektir. Böylece Anadolu ve Bağdat Hatlan, Alman yayılmacılıgının baş projeleri haline gelecekler, Alman sermayesinin bütün enerjisi­ ni kendilerine çekeceklerdir. 20. yüzyılın başlarında Çin ve Afrika'daki ayaklanmalar­ da "yeni" Almanya'nın kanlı yüzü iyice açığa çıkar. Çin'de Kiatschou Koyu , halkın sevmedigi birkaç misyonerin öldürül­ mesini bahane eden Almanya tarafından 1897'de işgal edilir. Burada bir Alman Hong Kong'u yaratma iddiasındaki Büyüka­ miral Alfred v. Tirpi tz , sonımlulugu üstlenir, bir donanınacıyı buraya vali atar. (Gründer, s. 1 9 1 ) . Çinliler daha kısa süre önce ülkelerine yerleşmeye çalışan Ingiltere'ye karşı çok kanlı bir savaş yürütmüşlerdir. Bu savaş­ ta yerliler, sömürgecilerin hiç aklına gelmeyecek hile ve gad­ darlıklara da başvurmak zorunda kalırlar. Bu İngiliz basınında Ingiltere'nin ne denli "mazlum" oldugu yönünde yayınlara ne­ den olur. Friedrich Engels, Ingiliz basımndaki bu ikiyüzlülük­ ten rahatsızdır. New York Daily Tribune'ün 05.07. 1857 tarihli 86

sayısında, Çinlilerin artık 1840'lardaki gibi teslim olmadıklan­ nı, kaderlerine razı olmadıklannı, şimdi aktif olarak yabancı iş­ gale karşı savaştıklannı ve bu savaşta Hong Kong'un ekmegini zehirlemek, ingiliz gemilerini kaçınp, içindeki tüm yabancılan öldürmek gibi yöntemlere başvurduklannı anlatıyor ve ekliyor: "Çinlilerin bu bütün yabancılara karşı genel isyanına, Ingiliz hükümetinin korsan politikası neden oldu ve isyanı bir imha savaşına dönüştürdü. Savaşta böylesi araçlara el atan bir hal­ ka karşı ordu ne yapabilir? Korunmasız bir şehre yangın bom­ balan atan ve cinayete bir de ırza geçmeyi ekleyen medeniyet bezirganlan, bu yönteme kalleşçe, barbarca ve gaddarca di­ yebilirler; ama bu e�er başan getiriyorsa, Çiniileri hiç ırgala­ maz. Ingilizler onlara barbar muamelesi yaptıklan için, onla­ rın, barbarlıklannın avantajlannı kullanma hakkına karşı çık­ maya izinli de�illerdir. E�er onların adam kaçınnalan, baskın ve gece katliamlan kendi anlayışımıza göre kalleşçe adlandı­ rılıyorsa, o zaman medeniyet bezirganları unutmamalılar ki, onların kendilerinin de ispatladıgı gibi, Çinliler savaşın alışıl­ mış yöntemleriyle Avrupa'nın tahrip araçlarına karşı durama­ yacaklardır. Kısacası, pek şövalye Ingiliz basınının yaptı�ı gibi, Çinlile­ rin korkunç gaddarlıkları üzerine ahlak dersi verece�imize , burada bir Çin ulusunun varlıgını koruma savaşının yürütül­ dügünü kabul etmemiz gerekir . . . Ve b i r halk savaşında isyancı ulus tarafından uygu lanan araçlar, ne genel kabul gönnüş kurallara göre degerlendiri­ lebilirler, ne de herhangi bir başka soyut ölçüye göre, bu sa­ dece isyancı ulusun vardıgı medeniyet derecesine göre olur . " (Wallach , s. 263)

Çin'in yüzlerce yıllık gizli tarikat, örgüt gelenegine daya­ nan köy milisleri, 19. yüzyıl sonunda sosyal devrimci "Boksör hareketi"ne (Boxer Ayaklanması) dönüşürler. Bunu, modemi­ zasyondan rahatsız olan feodaller de desteklerler, "anti-emper­ yalist" olurlar. Baş direniş demiryolu inşaatına karşıdır. Demir­ yolunun geçtigi yerlerde yeni iş, kazanç olanaklarının dogma87

sı , eski egemenleri rahatsız eder. Artık "madenler, doga har­ monisini bozmakta, doga ruhlarını rahatsız etmektedir, bunun için kuraklıklar, sel felaketleri olmaktadır" , "kiliselerin kulele­ ri gögü rahatsız etmekte, karartmaktadırlar" (Gründer, s. 194) . Boksörlerin etkisiyle Çin hükümeti, 19.06. 1 900'de Avrupah­ Iara savaş ilan eder. Almanya ile aniaşan Rusya ve Ingiltere bir­ likte hareket ederek Pekin'i alırlar, isyanı bastınrlar. Wilhelmı.Çin'e yollanacak ordunun başına, Altona'ya sürdü­ gü eski ahbabı Waldersee'yi uygun görür. Waldersee de ken­ dini göstermek için sabırsızlanmaktadır. 1896'da Hamburg'da greve giden işçilere karşı bir çatışma çıkarıp, grevi kana bog­ mak için çok ugraşmış ama başaramamıştır (Möhle, s. 6 3 ) . Wilhelm , Rus Çarı'na Waldersee'nin, Çin'deki müttefik güç­ lerine de kumanda etmesini dayattıgı için general rütbesi yet­ mez, "dünya mareşali" rütbesine çıkarılır. Yola çıkılacagı sıra­ da Pekin'in alındıgı haberi gelir, moraller biraz bozulur ama ge­ ri dönmek yoktur. Il. Wilhelm bu askerleri ugurlarken atugı ünlü "Hun nut­ ku"nda şöyle der: "Biliyorsunuz ki, siz dalavereci, iyi silahlı, gaddar bir düşmana karşı çarpışacaksınız. Erişince onu ezeceksiniz. Pardon yok! Esir alınmayacak ! Kim elinize düşerse, bitmiş sayılmalı ! Bin yıl önceki Atilla'nın emrinde nam yapan Hunlar gibi ki, bugün bile bu nam masallarda, aniatılarda onları dev gibi gösterir, Çin'de Alman ismi de, sayenizde bin yıl boyunca böyle anılsın, öyle ki, hiçbir Çinli bir Almana asla yan bakmaya cesaret ede­ mesin ! " (Ludwig, s. 262).

Şampanya kasaları, özel muhafız alayı vb. ile şaşaalı bir şekil­ de ugurlanan Waldersee'ye Wilhelm, "lyi tazminat getirin, filo­ ya lazım ! " diye seslenir. (a.g.e. , s. 264) . Gerçekten aslında bitmiş bir savaşa yollanan bu ordu ile gü­ dülen asıl amaç paradır. Moltkc: "Dürüst olmak gerekirse, büyük Çin pasıasından kesrnek için bizi harekete geçirten aslında para hırsı. Para kazanmak istiyo88

ruz, demiryollan yapmak, maden ocaklan açmak . . . Transva­ al'deki Ingilizlerden zerre kadar farklı dejti.liz." (a.g.e. , s. 162)

"Dünya mareşali" , 6 hafta sonra, 2 5 . 09 . 1 900'de Çin' e va­ Yanında Abdülhamid'in, Çin'deki Müslümanlan Almanlar­ dan yana çeksinler diye verdigi üç Türk de vardır. Bitmiş sava­ şa ragmen 190 1 Mayısı'na dek 75 "öç seferi" düzenler, bu se­ ferlerin her biri binlerce savunmasız insanın kesildigi katliam halini alır. 1 90 1 Eylülü'nde 280 milyon mark tazminat kopa­ nlır ve Çinli bir prens rehin alınır, bunun karşılıgında Çin'de­ ki Alman prestiji ise yerle bir edilmiştir (Gründer, s. 1 96) . Bu katliamlarda aynı "asil" soydan iki isim özellikle dikkat çeker. General Lothar von Trotha ve ondan 20 yaş genç olan Kaptan Adolf v. Trotha. Namibya'daki Herero halkı Ocak 1 904'te, beklenmedik bir anda, Alman birlikleri güneydeki isyanlarla meşgulken, kuzey­ de isyan eder. Yüz kadar Alman askeri ve Herero topraklanna çöreklenmiş Alman çiftçisi öldürülür. lsyanın baş nedeni Here­ ro topraklanna 1890'larda yapılan ve ardından bir beyaz kolo­ nici akını doguran demiryoludur. Bu yapım sırasındaki hileler ve salgın hastalıklar sonucu Hererolar meralannı ve I OO.OOO'in üzerinde büyükbaş hayvan yitirmişlerdir. Demiryolu çevresi beyazlarca kapışılmış ve boş alan, otlak kalmamıştır. Bu demiryolunu açan Otavi-Minen- und Eisenbahngesell­ schaft (OMEG)'dir. Wörmann ve Scharlach'ın ortak oldukla­ rı OMEG'in amacı, zengin bakır yataklarına ulaşmaktır. Bu ya­ pım sırasında demiryolu boyunca, Hererolar 1 O km. genişli­ gindeki bütün alanı boşaltmaya zorlanırlar, beyaz akını işte bu topraklara olur. Bu isyanı bastırmak için Çin deneyimli Lothar v. Trotha yol­ lanır. 1 904 Agıtstosu'nda Waterberg'de isyan bastınlır. Teslim olanlardan kimse sag bırakılmaz. Trotha: "Silahlı veya silahsız tek Herero kalmayacak ! Kadın ve çocuklara da ateş açılacak ! " Katliamdan çöle kaçarak kurtulan Hererolar açlık ve susuzluk­ tan ölüme terk edilirler. Bu katliamın sonuna dek yürütülmesi­ ni, yumuşak sömürgeciligiyle tanınan Vali Albay Leutwein, "işm.

89

gücü gerekli" gerekçesiyle önler. Sag kalan Hererolar, soğuk ve nemli Atlantik kıyısındaki temerküz kampına kapatılırlar, bu­ rada da ölüm oranı çok yüksektir. Toplam nüfusu 80.000 olan Hererolardan 1906'da geriye kalan sadece 1 6.000 insandır. Ta­ rih yazımında 20. yüzyılın ilk soykınını olarak kabul edilen bu katliamı Möhle, "ilk Alman imha savaşı" olarak nitelemektedir (a.g.e., s. 65) . Adolf V; Trotha ise Çin kahramanlıklarından sonra 19011 906 arasında Büyükamirat Tirpitz'in kurmay heyetine girer. Savaş öncesinde ve sırasında Tirpitz fraksiyonunun en önem­ li elemanlanndan biri olarak çalışır. Tirpitz'in 1 9 1 5'teki darbe planlarında aktif rol oynar ve şefi kızaga çekildikten sonra da ona sürekli olarak donanınada olup bitenler üzerine bilgi ve­ rir, ondan talimat alır. Ocak 1 9 1 6'da Açık Deniz Filosu Komu­ tanı olur. Savaş sonunda ise Donanma Kabinesi Şefi'dir. Kasım Devrimi'nin ardından Mart 1 9 1 9'da Donanma Komutanlıgı'na getirilir. Weimar Cumhuriyeti'ne karşı yürütülen Kapp Darbe­ si'nde donanmanın darbecilerin emrinde oldugunu ilan eder, darbe bir genel grevle püskürtülünce görevini ve ülkeyi. terk et­ mek zorunda kalır. Nazilerle birlikte yine sahneye çıkan Trot­ ha, Donanma Hitler Gençligi Şeref Führeri ilan edilir. 1 940'da­ ki cenazesine Hitler de katılır. Bu Adolf v. Trotha, Birinci Savaş'ın sonunda, Göben'i Türki­ ye'ye sa tılmış gibi gösterip, karşılığında 30 milyon mark kopar­ maya çalışan Trotha'dır (B, 02. 1 1 . 19 1 8 ve 1 1 . 1 2 . 1 9 1 8) . Oysa bunların tamamen Alman personelle, Alman çıkarlan için kul­ lanılan gemiler oldugu , yani "Türk"lüklerinin "sadece bir kur­ maca oldugunu" söyleyen Enver'in ifadelerini Wilhelm, Mart 1 9 1 7'de şöyle vurgulamıştır: "Yukarıdaki 'kurmaca' rahatlıkla uygulanabilir ve bu nedenle yanıt mektubuna da konabilir. Gemilere Türk numaralan ve isimleri verilecek ve onlar hiç rahatsız edilmeden torpillemeye devam edecekler." (B, 1 5 .03. 1 9 1 7)

Herero katliamı ve onun ardından gelen, yine tarihte bir ilk olan, her yerlinin bir hüviyet ve iş defteri taşıması zorunlulu90

gu ile kurulan total kontrol sistemi Almanya'da da tepkilere ne­ den o lur. Sosyal demokratlar bunu Reichstag'da protesto eder­ ler. Bu görüşmelerde Wörmann'ın 15.000 asker ve 1 1 .000 atın nakliyesini saglayan denizcilik şirketinin, fazladan 3 milyon marklık ek bir fatura yazdıgı ve bu nakliye işinden dev bir vur­ gun vurdugu da ortaya çıkar. Bu Reichstag için bir skandaldır. Burada parlamenterleri "çıldırtan" , binlerce insanın kesilme­ si degil, "babadevletin dolandınlmış" olmasıdır (Möhle, s. 66) . Lothar v. Trotha'nın imzasını taşıyan Herero Soykınmı, Fe­ deral Alınanya tarafından da yıllar boyu kabul edilmeyecektir. Bavyera iktidar partisi Hıristiyan Sosyal Birlik Partisi CSU'ya yakın "Alman Afrika Vakfı" 1979'da yayımladıgı bir broşürün­ de hala, "Hererolar imha edildikten sonra, buralarda ekono­ mi gelişmeye başladı, para getirmeye başladı," diyebilmektedir. 1974 te BM, Namibya'dan hammadde alımını dünya çapında yasaklar. Ama Kuzey Alman Bakır İşletmesi, bu yasagı hiç e sa­ yarak ticaretine devam eder; ancak Namibya özgürlügünü ilan edince 1 989'da hisselerini satar (a. g .e., s. 68) . 1 989'da Herero Reisi , Federal Almanya'dan tazminat ve suçun kabulünü talep eder. Buna da yanıt verilmez. Hamburg Ü n iversitesi mineralog­ lan , 1 998'de bile yeni bulunan bir m inerale "Wilhelmklcinit" adını verebilecek kadar pervasızdırlar. Wilhelm Klein , Herero isyanına neden olan o meşhur OMEG'in İşletme Müdürü dü r (a. g .e. , s. 68) . Trotha ailesi, ancak 2004'te Hererolardan özür dilemiştir. Almanya da devlet olarak ancak Schröder hükümeti zamanında buna razı olmuştur. Pek liberal Hamburg Senatosu , 1 980'li yıllarda bir yandan Güney Afrika apartheid rejimini boykot çagrılarını destekler, diger yanda Deutsch-Afrika-Linien (DAL) aracıhgıyla G üney Afrika ü rünlerine kapıyı açar. Bu ticarette, Hamburg Senato­ su'na ait liman depo şirketi başrolü oynar. 1 986 Aralık ayın­ da antiapartheid hareketinden aktivistler, bu depolarda Güney Afrika'ya gitmek üzere hazırlanmış sandıklarda, Güney Afrika polisi için yerleştirilmiş silah ve cephaneleri ortaya çıkarırlar. Şirket bu eylemcilere karşı "ev huzurunu bozma" davası açar (a. g .e., s. 155). '

'

91

DAL ile kol ko la çalışan ve bagnnda 350 Alman şirketini bir­ leştiren Afrika-Verein da çeşitli ülkelerdeki lobi çalışmalarıyla dikkati çeker. l 990'lı }'ılların sonuna dek bu dernegin, bagım­ sızlık ve ulusal kalkınma çabasındaki Afrika ülkelerindeki baş sloganı " Ö zelleştirme ! " imiş. Bunu pek iyi yapan Gana'ya öv­ güler düzülür (a.g.e., s. 1 56) . Möhle buna karşılık, bu kanlı rejimden kaçıp, Hamburg'a sı­ gınan Ganalılara reva görülen aşagılayıcı muamelelerden ör­ nekler sayıyor. Benzer halleri l2 Eylül'den sonra da Türkiyeli demokratlar yaşamışlardı. Almanya'nın bu sömürgecilik tarihinde iki temel egilim ken­ dini baştan beri gösteriyor. Daha agırlıklı ve teröristçe olan, Wilhelm'den dogrudan destek bulan ırkçı-Alldeutsch açık sö­ mürgecilik ile misyonerlere, daha uzak görüşlü tüccar ve bü­ rokratlara dayanan "örtülü, yumuşak" sömürgecilik. Bu ikin­ ci akım daha ilerideki yeni sömürgeciligin de dayanagını oluş­ turacaktır. Bu iki egilimin birbirleriyle boguşması, ortak çıkar­ lar söz konusu olunca veya "azmaya" fırsat bulununca ortadan kalkıverir. Bu durumlarda "utangaç"lann, bütün utanç duvar­ larını bir yana itip, azgın sömürgeciler olarak çıkıverdikleri­ ni görüyoruz. Örnegin "yumuşak"lardan Leolog Paul Rohrba­ ch l 907'de, "Negerlerin herhangi bir Avrupa dilini ögrenme­ lerini saglayabilecek her tür okuma-yazma dersi prensip ola­ rak yasaklanmalıdır" , "Hererolar mümkün oldugunca, kendine has yerel, ulusal tüm özelliklerinden anndırılmalı, diger yerli­ lerle karıştınlarak kara derili bir işçi sınıfı olarak kaynaştınlma­ hdır," diye yazabilmiştir. Yine "utangaç" lardan sayabileceğimiz Solf ve Katolik Mat­ thias Erzberger, savaş patladıgında hazırladıklan layihalarda, degme sömürgeciyi hayredere düşürecek savaş hedefleri ve il­ hak planlarıyla ortaya çıkmışlardır. Tirpitz anılannda bunları örnek gösterir ve bunların savaş zora girdikçe bu hedeflerden vazgeçmelerinde "milli ihanet" görür. Bu tavnn en çarpıcı ör­ neklerinden biri Sansölye Bethmann Hollweg'in Ermeni imha­ sına karşı çıkan Metternich'e karşı koydugu kesin tavırdır. Bu konuya ileride daha yakından bakacagız. 92

Hannah Arendt'e göre Almanya'nın sömürge politikasında, faşist mutlak kontrol sisteminin temel ögeleri ve kökleri yat­ maktadır (Möhle, s. 1 24) . Daha sonra Hitler hareketinde yer alacak, temerküz kampı komutanlıgı yapacak nice subay da Çin ve Afrika deneyimlerini Türkiye "stajı" ile mükemmelleş­ tirmiştir. Alman faşizminin kökleri Afrika, Çin ve Osmanlı top­ raklannda "kendini bulmuştur" . 19. yüzyılın sonunda İngil tere'nin güçlü filosu ile henüz baş edemeyecegini gören Almanya, denizaşın ülkeler yerine kara­ dan yayılmanın daha kolay olacagı sonucuna varır. Bu iş için Balkan ülkeleri ve Osmanlı'yı gözüne kestirir. Buralarda ise ku­ rulu devletler, iyi ya da kötü işleyen bir sistem, klasik bir dev­ let gelenegi vardır. Onun için de sömürgelerdeki patavatsızlık­ la, pervasızlıkla hareket edilemeyecegi açıktır. Aynı pervasızlı­ gı buralarda da sürdürme gayretindeki Alldeutsch'lara set çe­ kilir. Kısacası buralarda yukarıda andıgımız "örtülü, yumu­ şak" kanat öne çıkar. Yöntemlerde de dogrudan katliam ve sür­ günterin yerini, borçlandırarak bagımlı kılma, sermaye ihraca­ tı, gereken yasa ve yönetmeliklerin, izinierin hükümet ve dev­ let adamlarının bir "bakşiş" sistemine baglanarak koparılma­ sı yöntemi alır. Alman yeni sömürgeciligini Rosa Luxemburg, 1 9 1 2 sonun­ da yayımladıgı Die Akkumulation des Kapitals (Sermayenin Biri­ kimi) isimli yapıtında sergiliyor. Rus, Türk ve Çin devrimleri­ nin, kapitalist üretim için gerekli olan modem bir devlet yapısı yaratma amacıyla gerçekleştigini, emperyalist ülkelerin ise bu gelişmeyi, bu genç devletleri borçlandırarak frenlemeye çalış­ tıklarını söylüyor. Emperyalist ülke böylece hem birikmiş, atıl sermayesi için yeni bir etkinlik alanı buluyor hem de bu serma­ ye ihracı sayesinde genç ülkedeki halkın, köylü yıgınlannın he­ nüz kapitalist reprodüksiyon sürecine girmemiş kesimleri bu­ na açılmış oluyor, yeni bir birikim safhasına geçiliyor. Bu sü­ reci demiryolu yapımiarı hızlandınyor (Luxemburg, s. 495 ) . B u borçlanınada yükselen mal ihracının, bunları alan ülke if­ las etmiş durumda olsa bile aynı iştahla sürmesine dikkati çe­ ken Luxemburg, bu yatınmlann daha ilerideki yıllarda getirdi93

gi dev karlara dikkati çekiyor. Yüksek kar hırsıyla ortaya atılan kimi özel sermaye, kriz dönemlerinde yanıp gitse de sonuç ola­ rak emperyalist ülkeden gelen toplam sermaye yeniden artı-de­ ger yaratma, yani yeni bir akümülasyona yönelme fırsatı kazan­ mış oluyor (a.g.e., s. 502) . Luxemburg, Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın modernleştirdi­ gi 19. yüzyılın ikinci yansındaki Mısır örnegini veriyor. Burada modern bü.yük sermaye şirketlerinin kurulması ile devlet borç­ lannın çıg gibi artması ve köylü ekonomisinin çöküşü kol ko­ la gidiyor. Bu ancak vali ve hidivlerin dayanıklan toprak köle­ ligi ve gaspı yöntemiyle mümkün oluyor. "Işte," diyor Luxem­ burg, "tam da bu ilkel ilişkiler, Avrupa sermayesinin operas­ yonlan için kıyaslanamayacak biteklikteki topragı sundular," (a.g.e., s. 504) Emperyalist sennaye birikimi, ancak gelişmemiş ülke halklannın tepesine yerleştirilen ve ayakta tutulan zorba bir rejimle, sistemle mümkündür. Mehmet Ali Paşa, l830'lara dek fellahlann ürününü devlet tekeli olarak satın almış, sonra bunlann bir bölümünü çok daha yüksek fiyatlarla yine fellah­ lara satmıştır. Giderek daha çok borçlanan köylüler, bu borçla­ n, kanal yapımı, kuyu açılması gibi ek işlerde çalışarak ödeme­ ye çalışırlar (a.g.y.). Yerli halkın nasıl kullanılacagını bilemedi­ gi ve Nil kıyılannda çürümeye terk edilen modem tanm araçla­ nnın veya lüks tüketim mallannın ithali ile Mısır, içinden çıka­ mayacagı bir borç çukuruna düşürülür. Süveyş Kanalı, Mısır'ın boynuna geçirilen daragacı urganı olur. Bu borç, ilerideki Ingi­ liz işgalinin temelini oluşturur (a.g.e., s. 507) . Rosa Luxemburg, bu oyunda "Oppenheim ve Yegen leri Bankası"nı örnek gösteriyor. Mısır'ın batınlmasında Hidiv Said Paşa'ya borç üstüne borç teklif edilir. l863'ten itibaren bir çıg gibi katlanarak artan borç sisteminde bankalar dev karlar ya­ parlar. Bu "mutluluk zincirinde" Oppenheimlann 1868'de % 7 faizle verdikleri 238 milyonluk bir kredi anlaşmasında Mı­ sır'ın eline geçen gerçek miktar % 1 3 ,5 faizli 142 milyon mark olur. Bu parayla bütün Avrupa sosyetesi Mısır'a davet edilir ve Süveyş Kanalı'nın muhteşem açılışı finanse edilir. Bu işte Ab­ dülhamid'in payına da 20 milyon "bakşiş" düşer (a.g.e., s. 509) . 94

Bu açılış için Giuseppe Verdi'ye bir opera parçası hazırlama­ sı teklif edilmiştir. Toplumcu görüşlü Verdi, dönen dolaplar­ dan igrendigi için bu teklifi önce reddeder. Ancak daha sonra aynı tekliCin ırkçı Wagner'e verilecegini ögrenince hemen yeni bir opera parçası yapmayı kabul eder. Süveyş'in dev açık hava kulisinde Avrupa sosyetesine sunulan "Aida " , aslında o sosye­ tenin suratma indiTilmiş bir tokat ve Afrika halklannın verdi­ gi özgürlük mücadelesi için dikilmiş bir anıttır. Verdi, sanattan kazandıgı parayı, yoksulluk çeken sanatçılar için yaptırdıgı bü­ yük bir sıgınma-bakım evi için harcamıştır. Rosa Luxemburg kitabının son bölümünde militarizmin , bir sermaye birikimi aracı ve alanı olarak nasıl işlerligini anlatıyor. "Bugünkü toplumun asalak varlıkları, kral, papaz, profesör, orospu" zincirinin sonuna "savaş uşagı"nı da ekliyor (a.g.e., s. 530) ve işçi yıgınlannın tüketim ihtiyaçlarına yönelik yıgınsal küçük ve orta sermayenin, dar bir büyük sermayedarlar grubu­ nun elindeki silah üretimine nasıl kaydınldıgını somut örnek ve hesaplarta gösteriyor (a.g.e., s. 529-544) . "Sermayenin kendi birikim koşullan etrafında keskinleşen dünya rekabetinin tarihsel zorunlulugu, yeni ve birinci sınıf bir birikim alanı haline dönüşüyor. Sermaye, militarizmi, kapita­ list olmayan ülke ve toplumların üretim araçlan ve işgücünü, dünya ve sömürge politikası sayesinde kendine asimile etmek için ne kadar enerjik şekilde kullanıyorsa, aynı militarizm ken­ di yurdunda, kapitalist ülkelerde bu ülkelerin kapitalist olma­ yan katmanlannın, yani basit mal üretiminin temsilcileri ile iş­ çi sınıfının alım gücünü sürekli elinden çekmeye çalışıyor, yani birincilerin giderek daha çok üretim aracına el koyma ve ikin­ cilerin yaşam koşullarını giderek daha da kötüleştirme yoluy­ la bu ikisinin zararına sermaye birikimini dev boyutlara çıkar­ mak için o denli enerjik çalışıyor. Ancak her iki yönden de biri­ kimin koşullan belli bir aşamada, sermayenin batması koşulla­ rına dönüşüyor" , yani yeni ekonomik krizlerle sermaye imhası başlıyor (a.g.e., s. 543 ) . B u bölümde son olarak Almanya'daki b u sermaye gruplarına ve onların politikadaki temsilcilerine işaret etmek istiyorum. 95

Alman politikasında en etkili olan sermaye grubu, junkerler ve militaristlerle kol kola giden agır endüstri, özellikle Kuzey Ren­ Ruhr-Westfalya demir-çelik-kömür madeni (montan) endüstri­ si ile kimya ve banka sermayesinin bir bölümüdür. Azgın yayıl­ macı, militarist, içte ve dışta uzlaşmasız demokrasi ve barış düş­ manı bir politikadan yana olan bu sermaye grubunun baş tem­ silcileri, Krupp'un direktödennden Hugenberg (Alldeutsch'lann gerçek Ciltir babası) , agır sanayiciler Stinnes, Duisberg, Kirdorf vb.'dir. Ordu ve donanınada Tirpitz, Ludendorff, Hindenburg, Hoffmann, Capelle, Souchon, Trotha'lar ve daha nice komutan bu kanadın adamlandırlar. DD'de Zimmermann, filo destekçisi Wilhelm v. Stumm, Wangenheim, istihbaratçı-maceracı subay­ diplomatlar Nadolny, Wesendonck gibilerini bunlardan sayabili­ riz (Politik im Krieg içinde Gutsche, s. 68). Almanya'daki ikinci etkin sermaye grubu ise daha çok tüke­ tim ürünleri üretimine yönelik olan ve ülke içi tüketimin, si­ vil ticaretin yükselmesinde çıkarı olan sermaye, elektrik en­ düstrisi, ticaret sermayesi ve banka sermayesinin bir bölümü­ dür. Bunların temsilcileri AEG'nin kurucusu Rathenau ailesi, Siemens, Deutsche Bank Direktörü Gwinner, Borsig (lokomo­ tif üretimi) , Hamburg Amerika Denizyolları (HAPAG) patronu armatör Ballin vb.'dir (a.g.e. , s. 70) . Politikada bu kanadın temsilcileri olarak Bethmann Holl­ weg, jagow, Clemens v. Dellbrück (Şansölye Vekili ve İçişleri Dairesi Müsteşarı) , Wahnschaffe, Solf, Mettemich, Kühlmann, Bemstorff ile pekala bugünkü Avrupa Birligi'nin prototipi di­ yebilecegimiz Almanya güdümündeki "Orta Avrupa Ekono­ mik ve Politik Birligi" planının propagandistleri ve doguya "ba­ rışçıl sızma"nın, yani yeni sömürgeci yöntemin önde gelen sa­ vunucuları olan Naumann , Rohrbach , Lepsius, tarihçi Hans Dellbrück, Hamack gibilerini bunlardan sayabiliriz. Belgeler­ de sıkça adı geçecek olan Emst jackh de bu gruba dahildir an­ cak Türkiye'deki militarist Enver-Talat kligiyle içli dışlı ilişki­ leri ve bu yoldan karlyer yapma hırsı, onu bu alanda Wangen­ heim-Humann-Lossow ile birlikte yürümeye götürür ve azgın bir Ermeni düşmanı yapar. 96

Thyssen demir çelik tekelinin yönetiminde bulunan Mat­ thias Erzberger, bir yanda agır endüstriden yana tavır alır, di­ ger yanda yine bu firmanın kimi özel çıkarlan nedeniyle veya Katolik azınlık temsilcisi (Zentrum Partisi) olarak azgın yayıl­ macı kanatla çelişir. Baştan en ileri savaş hedeflerini öne sürer­ ken, savaşın zora girmesiyle, uzlaşmacı konumlara kayar, mili­ tarist kanada çatışır. Istanbul ziyareti raporu bu dönemin ürü­ nüdür (B, 25.02 . 1 6) . Yine bu grupta yer alan Karl Helfferich, Deutsche Bank yö­ netiminden savaş sırasında Hazine Dairesi Müsteşarlıgı'na, ora­ dan Içişleri Müsteşarhgı'na geçecek, bu gurubun önde gelen­ lerinden Deutsche Bank patronu ve kayınpederi Georg v. Sie­ mens vb.'nin biyografilerini yazacak, ancak savaş sonunda ta­ raf degiştirip militarist-faşist kanadın hızlı bir ajitatörü olacak­ tır. Bunun Rathenau, Erzberger gibi eski dostlan hakkında çı­ kardıgı "Hain Rathenau, barış koşullannı kabul etti, Lenin'le anlaşıyor" , "Hain Erzberger mütarekeyi irnzaladı" türü kışkır­ tıcı yayınlar, her ikisinin de Weimar Cumhuriyeti'nin ilk yılla­ nnda militarist suikastçılarca öldürülmeleri sonucunu dogura­ caktır. Helfferich, daha 1 9 1 9 yılında yine Deutsche Bank yö­ neticilerinin destegi ile "Anti-Bolşevizm Fonu"nun temel taşı­ nı koyan ve ilk nasyonalsosyalistlerden Eduard Stadder'in "An­ ti-Bolşevist Lig"ini destekleyen adamdır. Bu Stadtler, 1 2 Ocak 1 9 1 9'da Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht'in öldürülmeleri girişimini başlatan kişidir. Alman sermaye gruplan arasındaki çıkar çatışmasına daya­ nan yöntem kavgalan, Hitler faşizminin dogması ve başa geti­ rilmesinde de gözlenir. Birinci Dünya Savaşı'nın baş sorumlu­ su olan agır demir-çelik-kömür-silah endüstrisi ve yandaşlan, Hitler faşizminin ve tkinci Dünya Savaşı ile rövanşı alma fik­ rinin baş destekçilerindendir. Bu çıkar çaLışması NS-Hareke­ ti'nin içinde bile devam edecektir (Faschismusforschung için­ de Ruge, s. 155).

97

Ordu

Alman lmparatorlugu'nun yolunu açan ve belkemigini oluştu­ ran Prusya ordusu, tüm devlet yapısını belirleyen öge olacak­ tır. Prusya ordusuna damgasını vuran otoriter aristokrat kafa­ sı, yurttaşı aşagı gören seçkinci kafa, subayların çogunlugu ile­ rideki yıllarda burjuvaziden de gelse belirleyici olacaktır, bura­ daki "Kax�er'e kişisel yeminli baglılık" duygusu da. Parlamen­ toda ordu sorunlannın görüşülmesi, buraya ayrılacak paraların tartışma konusu yapılması bu subay kastınca "haddini bilmez­ lik" olarak algılanmıştır (Schreiner, s. 70) . "Öyle bir disiplin ve itaat anlayışı yerleşmişti ki, 'Büyük Friedrich'in dedigi gibi asker, düşman kurşunundan ziyade çavuşun sopasından korkmalıydı."' (Walter Görlitz'den akta­ ran Oguz, s. 40) . Bu kafa tüm devlet aparatında geçerli olur. Il . Wilhelm Kayzer oldugunda, yaşlı Bismarck bu 30'unu bulma­ mış adamın elini öper. Savaş sırasında Avusturya-Macaristan Dışişleri Bakanı olan Czemin, subaylann, Wilhelm'in elini öp­ tügünü görünce hayret eder (a.g. e. , s. 5 1 ) . Subaylar arasında aristokrat kökenli olanlar, özellikle mu­ hafız alayı subaylıgı ve süvariligini kendi alanları olarak gör­ müşler, daha derin teknik bilgi, düşünme yetisi isteyen alanlar­ da kendilerini rahat hissetmemişlerdir. l 9 1 3'teki kunnay su­ baylar arasında süvarilerin % 87'si, piyadelerin % 48'i, topçula­ nn % 4 l'i aristokrat kökenlidir (Schreiner, a.g.y.). Çogunlugu burjuva kökenli olmasına ragmen subaylara egemen olan aris­ tokrat junker anlayışı, bunların eline düşen eriere "kul" mua­ melesi yapmalarına, bu kulların ise bu kafayla kendilerini öz­ deşleştinneleri sonucunu getirir. Bu anlayış, bu önden segir­ ten kapıkulu karakteri, genel askerlik zorunlulugu ile milyon­ larca Almanda egemen olan kafa, "halk kültürü" haline getiri­ lir (a.g.e., s. 7 1 ) . Alman lmparatorlugu'nda üniversitelere giriş sınavının bir adı da "bir yıllık sınavı"dır. Bunun anlamı, bu sınavı başarania­ nn aynı zamanda bir yıllık ihtiyat subaylıgı (bizdeki astegmen­ lik gibi) hakkım kazanmaları demektir. Bu yolla okumuş kat98

manlarda da bir "yan subay" havası, seçkinlik anlayışı yerleş­ tirilir. Devlet yüksek makamları, hukukçuluk gibi meslekler­ de ihtiyat subaylık sınavını, yani "bir yıllık" sınavını başarmak ön şarttır (a.g. e., s. 7 1 ) . Heine hayranı , antimilitarist Yahudi bir babanın oglu olan Kurt Tucholsky, bu "bir yıllık" sınavını, ga­ ranti olsun diye iki kez yapmıştır. Bu çift dikişe ragmen Birinci Dünya Savaşı'nda o da Karl Liebknecht gibi "kürekçi" (Schip­ per) , yani siper kazıcı arnele er, bir tür sakıncalı piyade olacak­ tır. Okumuşlara, devletin üst bürokrat kadrolarına dayatılan bu yöntemle tüm devlet aparatının ve toplumsal yaşamın belirleyi­ ci gücü ordu olur. "Der Bankrott der Militardiktatur 1 9 1 8" (Politik im Krieg, s. 230-252) başlıklı incelemesinde Günter Paulus, Almanya ile Ingil tere-Fransa arasındaki farkı vurguluyor, her kapitalist ül­ kenin aynı düzeyde militarİst olmadıgına dikkati çekiyor. Ör­ negin Clemenceau, "Savaş, yalnızca generaliere bırakılamaya­ cak kadar ciddi bir şeydir," diyebilirken , Prusya Almanyası'nda bırakın bunu söylemeyi , aklından bile geçirmeye cüret edebile­ cek bir burjuva politikacısı bulamazsınız. Ingiltere ve Fransa'da askere bir araç, savaşa ise politikanın bir biçimi gözüyle bakılır­ ken; Almanya'da geç kalmış emperyalizm, generallerin feodal ruhuyla çiftleşir, politika Ludendorffta oldugu gibi " topyekün savaş"ın bir aracı haline dönüşür. Çok güçlü ekonomik potansiyeline dar gelen etkinlik alanıy­ la hırçınlaşan Alman devleti içeride de özellikle gericidir. Içte ve dışta zor kullanım egilimi, militarizmin "bagımsızlıgını" ilan etme egilimi Ingiltere ve Fransa'ya göre çok daha yüksektir. Prusya asker devletinde her şeyin askeriyeye konsantre olma­ sı gelenegi, orduya hakim subay kliginin, devlette bir güç odagı olması sonucunu getiriyor. Devlette sözü geçen baş zümre su­ bay kastıdır. Ordu yapısı, tüm devlet ve toplum örgütlenmesi­ ne örnek yapı olur, ordu giderek kendinin amacı, "ordu için or­ du" haline dönüşür. Prusya-Alman militarizminin niteliksel özelligi, başkahgı militer despotizme dek vardırılıp, toplumsal düzenin taşıyı­ cı bir sütunu haline gelmesi, burjuva kar çabasının aracı degil, 99

amacına dönmesi, devletin baş amacı konumuna gelmesidir. "Prusya Almanyası'nda militarizm, sadece bir zorbalık politika­ sı ve zorbalık aracı, ideolojisi olarak kalmadı, genel toplum ha­ li oldu." (a.g.e., s. 23 1 ) . "Wilhelm, 28.03 . 1 90 l 'de muhafız alayına attı�ı nutukta: 'Şayet Berlin şehri bir kez daha kendi hükümranına karşı şı­ marık bir edepsizlikle başkaldırmaya kalkacak olursa, o zaman bu alay , halkın kendi kralına karşı bu hareketini, süngüsünün ucu ile geri çevirecektir'. Bundan on yıl önce de Kayzer bu ala­ ya şunları söylemişti: 'Sizin için sadece tek bir düşman vardır ve o, benim düşmanımdır. Mümkündür ki, siz kendi akrabala­ nnızı ve kardeşlerinizi vurmak veya sungülemek zorunda ka­ labilirsiniz. Ama o durumda da hiç homurdanmadan benim emirlerime uymak zorundasınız! '" (Engelmann, s. 26) .

Bu militarist ideolojiye, "Alman ırk üstünlügü", "Alman var­ lıgı sayesinde dünya saglıgı" iddiası, her sorunun zor kullanım­ la çözülebilecegi inancı eşlik edince, egemen sınıflar, ekono­ mik, politik ve askeri durumu gerçekçi bir şekilde tartıp deger­ lendiremez hale düşerler. Maceracılık, ölçüsüzlük, ilke haline gelir. Önde gelen ulusal ekonomist ve sosyolog Werner Sorn­ bart 191 5'te yayımladıgı "Bezirganlar ve kahramanlar" yazısın­ da şöyle zıvanadan çıkar: "Militarizm, kahramanca ilkelerin gerçekleştirilmesidir . . . In­ gilizler, tacirler milleti, bezirgan ruhlulann milletidir. . . Biz ise cengaverler milletiyiz. Cengaverler, devlette en büyük şan ve şerefe layıktırlar . . . Halk yaşamının tüm di�er dalları askeri çı­ kara hizmet eder. (. .. ) Ama militarizmin yüksek de�er verdi�i tüm faziletler, ancak savaşta kendilerini gösterebildikle ri için . . . işte bunun için bize, militarizmle dopdolu bizlere savaş, kutsal bir şey, dünyadaki en kutsal şey olarak görünüyor . . . Ve savaşa bu yük­ sek de�er verişin kendisi de yine militarisı ruhun özsel bir par­ çasını oluşturuyor. " (a.g.e., s. 235) .

Helfferich, savaş sonrasında: 1 00

"Almanya'nın elinde zeki kafalar vardı. Ama bunlar sonuna dek düşünme yeteneginden yoksundular. Bunlardan sonu­ na dek düşünebilenlerde ise buna göre hareket etme yetene­ gi yoktu. Onlann militeriere karşı özgürce ve bagımsız düşün­ mekten vazgeçmelerinin, inançlannı terk etmelerinin temelin­ de yatan, ihtiyat subayı mantaHtesi idi." (a.g.e., s. 236) .

Baş aktörler Dünyayı iki kez ateşe veren Almanya'da karar yetkisi olanlar, milyonlarca insanın yazgısını belirleyenler nasıl, ne tür insan­ lardı? II. Wilhelm ( 1 859- 1 94 1 ) ile başlayalım. Wilhelm'in psikolo­ jisi ve özel hayatı üzerine Emil Ludwig'in 1926'da yayımladıgı Wilhelm der Zweite isimli kitap çok geniş bilgi veriyor. Friedrich Wilhelm Victor Albert, doğduğunda, sevinç için­ deki sarayda kimse bir şey fark etmez, ancak üç gün sonra be­ beğin sol kolunun felçli, sol omuz ekieminin parçalanmış, sol bacagın tam reaksiyon vermedigi vb. anlaşılır. Saray düşkırık­ lıgı içindedir. Prens "kötürümdür, çolaktır" , yani bu soylu ai­ leye pek "yakışmaz" . lmparatorlugun kurucusu dede I. Wil­ helm , "pısırık" oglu Friedrich Wilhelm'in yerini alacak as­ ker bir Kayzer yetişmesi beklentisindediL Savaş manyagı bir barbar ülkesine gelin geldigi duygusundan hiçbir zaman kur­ tulamayan lngiliz prensesi anne Victoria, Ingiliz liberalizmi­ ne uyan, yakışıkh, ince ruhlu bir centilmen Kayzer yetiştir­ me beklentisindedir. Dayatmacı Bismarck ile bir türlü anlaşa­ mayan ve 50 yaşını geçmesine ragmen bir türlü Kayzer olama­ yan (neşeli, ateşli l. Wilhelm, işleri Bismarck'a bırakmış, keyif çatmakta, yaşadıkça yaşamakta, bir türlü ölmemektedir) baba Friedrich Wilhelm de eşi gibi liberal, ince bir Kayzer yetişti­ rip, ülkeyi Ingiliz uygar yaşamına yaklaştırma beklentisinde­ dir. O yıllardaki Alman egemenlerinin sert, iradeci egitimiy­ le bebekteki "açık" kapatılmaya çahşılacaktır. Çocuk Wilhelm de bu beklentinin farkında, bunlara ayak uydurabitme çaba­ sındadır. 101

Engelli gövdesine , sıkı çalışma, talim ile hükmetme çaba­ sı ve bunu bir ölçüde de başarması, kişiliginde iradeci, dayat­ macı yanın pekişınesine neden olur. Sarayda otoriter Kayze­ rin yanında pek sözü geçmeyen babasını degil, dedesini örnek alır. Victoria'nın onu burjuva çocuklanyla, hümanist bir egiti­ me, okullara yönlendirmesine ragmen çocuk Wilhelm, askerli­ ge merak sarar. llle asker, süvari subayı olacaktır. Engelini bel­ li etmeyecek kadar iyi ata binmeyi, tek elle de olsa iyi nişan al­ mayı, avianınayı vs. becerir. Egitmeni Hinzpeter de çocuk üzül­ mesin diye onu sürekli meşgul etme, sürekli bir heyecan, sü­ rekli bir yenilik bulma çabasındadır. Bu egitimin sonucu ola­ rak, "sert erkek" havasında, patavatsız, kendini hep oldugun­ dan başka, büyük gösterme peşinde, bıçkınlık düşkünü, hiçbir konuya iyice konsantre olamayan, hep yenilik, atraksiyon pe­ şinde, doymayan, tatmin olmayan bir insan haline gelir. Genç yaştan itibaren subay gazinosundan, erkek topluluklanndan çıkmaz, kadınlarla beraber olmaktan sıkılır. Bu haller Victoria ve Friedrich Wilhelm'i pek üzer, ogulların­ dan u tanırlar. Bunu sezen genç Wilhelm, inadına daha da "as­ kerleşir" . Kimi dirençlere ragmen, 29 yaşında "general" olur. Sert olmasına sertti r de, sertin de serti var. Daha da "sert" , daha da "erkek" çıkışlı adamiann yanında pusuverir, böylele­ riyle pek bir arada olmak istemez, onlara hemen ödün verir, kurtulmaya, serdikte üste çıkmaya çalışır. Özel çevresinde ise "yumuşak"ları toplar. Saraydaki yakınlan General Kont Wal­ dersee, Kont Philipp Eulenburg vb.'dir. Genç Wilhelm'den en az 20 yaş büyük olan Waldersee, em­ peryalistleşen Almanya'da degişen subay karakterinin, yeni su­ bay tipinin bir ternsilcisidir. Bir ölçüde fedakar, suskun, işi eni­ ne boyuna hesap edip, iyi yapmaya çalışan, gerektiginde ilkele­ ri, inancı yönünde "hayır" da diyebilen, çile çekmekten sakın­ mayan yaşlı Moltke tipinin aksine bu yeni tip subay, çok daha iş çevirici, çok daha entrikacıdır; kendi çıkarını, kariyerini her şeyin önüne koyar, işlemeyecegi cürüm yoktur, yalakadır, ilke­ leri pek saymaz, menajerlik, komisyonculuk da yapar, gözünü kırpmadan katliamlar da örgütler. Hepsinin gerekçesi "babava1 02

tana hizmet" tir. Militarist Almanya'da vatan, "babavatan"dır. Eski subay tipinin yerleştirdigi "babavatan için" itaat, sadakat, fedakarlık, kanaatkarlık gelenegi, bu yeni tipin elinde alabildi­ gine keyfi, çıkara yönelik insafsızca bir istismar aracına dönü­ şür. Emil Ludwig, Waldersee'yi bu yeni tipin ilk temsilcilerin­ den biri olarak sayıyor (a.g.e., s. 39) . Wilhelm'den 1 2 yaş büyük Kont Eulenburg, sanata düşkün, piyano çalan, roller yapan, güzel sesiyle şarkılar söyleyen, geniş fantezili, kıvrak ve "cilalı" bir insandır. Wilhelm'i pek etkiler: "Prens, benimle dostluk için yanıp tutuşuyordu . . . Saatlerce yanımda piyano önünde oturup, notalanını çeviriveriyordu. " (a.g.e., s. 43) . I. Wilhelm, 1888'de öldügünde oglu Friedrich Wilhelm İtal­ ya'da gırtlak kanseri tedavisi görmektedir. Friedrich Wilhelm ogluna vekalet vermek istemez, Bismarck'ı görevlendirir. Bis­ marck, bunun yasalara aykın oldugunu söyleyince, ödün verir. Berlin'e döndügünde ilk iş olarak, Ingiliz usulüne uyup, apo­ lederin sökülmesi emrini verir. Yahudi bakan Friedberg'e ma­ dalya takar. Bismarck, "Kayzer'in, kentsoylutarla soylular ara­ sındaki nefreti durdurabilmesi için, bütün halkı asil ilan etmesi gerekir," der. (a.g.e. , s. 60) . Friedrich Wilhelm'in de liberalligi sınırlıdır. Biraz direndikten sonra Sosyalistler Yasası'nı imzalar. Sadece 99 gün Kayzerlik yapabilen Friedrich Wilhelm'in ölüm günü, 29 yaşındaki Wilhelm, sarayda sanki bir cinayet iş­ lenmiş gibi terör estirir. Emirler, koşuşmalar, saraya giriş-çıkış

yasaklan, Wilhelm'in ilk Kayzerlik şovudur (a.g.e., s. 67). 1 888- 1 9 1 8 arasında 30 yıl boyunca Almanya'ya damgası­ nı vuracak ve günümüz Almanyası'nda bile yaşamımızı etkile­ yecek olan Il. Wilhelm'in dengesiz, maceracı karakteri, denge­ ci, uzun hesapçı Bismarck ile uyuşmayacaktır. Bu çekişme, Bis­ marck'ın istifasına dek sürecektir. Taze Kayzer Wilhelm, "Be­ nim bakanlanm yok, çünkü hepsi Bismarck'ın bakanlan," di­ ye konuşacaktır (a.g.e. , s. 88) . Wilhelm'i bu mücadelede, Bis­ marck'ı sevmeyen Moltke gibi yaşlı generallerin yanı sıra, yine Bismarck'ı çekerneyen Waldersee, Eulenburg ve tüm diploma1 03

siyi perde arkasından yönlendirme çabasındaki Baron Holstein da desteklerler. Bismarck'a karşı genç Wilhelm, pek halkçı, işçi dostu da oluverir, işçi haklanndan yana nutuklar atar, işçi dire­ nişlerinin zor kullanılarak hastınlmasına karşı çıkar. Bakanlar­ la, Bismarck'tan habersiz görüşmeler yapar, kararlan degiştirir. Yaşlı Bismarck 1 890'da pes eder, istifasını verir. Yeni Şansölye General Caprivi'nin diplomasi danışmanı Holstein olur. Kimseye güvenmeyen ve "insan düşmanı" ola­ rak tanımlanan Holstein, 16 yıl boyunca ( 1 890- 1 906) bütün dış politikayı, küçük bir bürodan yönlendirir. Bismarck'ın Av­ rupa'daki güçler dengesini koruma, Ingiltere ve Rusya ile arayı iyi tutma yönündeki politikasını bir yana iter. Şüphecilik, key­ ft kararlar ve entrika daha da öne çıkar. Bismarck'sız günlerde Wilhelm bocalamaktadır. Waldersee, Eulenburg'dan, Kayzere gerçeklerin söylenmesini isterliginde Eulenburg'un gözyaşlan içindeki yanıtı şu olmuş: "Ah, ben ona hoş olmayan şeyleri söyleyemem ki ! " Eulenburg da huzursuz­ dur. Wilhelm'in manevralarda başkomutan havasına girmesini, kendini dünyanın en güçlü ordusunun başında, Tanrı'nın yol­ ladıgı hükümdar olarak görmesini tehlikeli bulur: "Yönetim bıitılnlugü yok, çünkıl majeste hazretlerinin bir iç bütiinliigü yok. Şimdi bütün kapılar, ardına kadar askert yö­ netime açıldı." (a.g.e. , s. 142)

Askeri yönetime ve onun ardındaki silah endüstrisine ka­ pıların ardına dek açılması, sadece Wilhelm'in kişisel "zayıflı­ gı" ndan degildir. Wilhelm'in kendisi Krupp gibi bir silah baro­ nunun çok yakın dostu , iş ortagı, hissedandır. Yeni silahianma masraflanna karşı çıkan Reichstag'ı 1 893'te dagıuverir. Bu po­ litikayı eleştİren yayın organlarına, mizalı dergilerine agır bas­ kı uygular (a.g.e., s. 152). Wilhelm dogrudan Reichstag vb. ile ugraşmak istemez. As­ keri, sivil ve donanma kabinesi adında üç özel kabine yoluyla istemlerini dayatır. Kabine şefleri de ilişkide olduklan lobilerin kararlarını Kayzer'e münasip ambalajla sunar, onaylattınrlar. Kayzer'i üzecek, kızdıracak haberleri ya degiştirerek iletirler ya 1 04

da hiç iletmezler. Örneğin Wilhelm'in 1 905 Rus Devrimi'nden haberi bir hafta sonra olur. Wilhelm'in her yıl aylarca kullandığı Hohenzollern yatının bütün personeli özel seçilmiş, yakışıklı genç erkeklerden iba­ rettir. Giderek ünlenen bu seferlere asiller, işadamları ve su­ baylar katılır. Kadınların sadece karaya yanaşıldığında verilen partilere eşleriyle birlikte katılmalarına izin verilir, yata kadın sokmak yasaktır. Yatta her adamın özel bir marifeti, "işi" var­ dır. Ö rneğin bir baronun "işi" anırmak, gıdaklamak gibi hay­ van sesleri çıkarıp, Wilhelm'i neşelendirmektir. Veya iki soylu­ nun , bir sosisin iki ucunu ağızlarına alıp, böylece "Siyam iki­ zi" olmalan da pek keyif vericidir. Bunların, Wilhelm'in ofo­ rik coşkun günlerinde, arkadan onlara çelme takıp düşürmek, asayla veya tekmeyle kont, baron kıçlarına vurmak gibi pek hoşlandığı şakalannı, "Ah, siz kart eşeği de mi buraya davet et­ tiler?" türü iltifatlarını çekmenin yanı sıra, pazar günleri hobi olarak papazlık yaparken verdiği vaazlarda uyanık kalmak gibi önemli görevleri de vardır. Wilhelm'in bir albayın ensesinden tutup suratını kara daldırması, yere sürtmesi itirazsız kabul gö­ ren şakalardandır. Wilhelm'in bir başka "hobi"si de komutanlıktır. Kayzer ma­ nevraları düzenler. Bir tarafın komutanlığını üstlenir. Bir ma­ nevrada, yaşlı Moltke'nin yerine genelkurmay şefi olan Wat­ dersee'nin tarafı onu yenince, Waldersee'yi Stuttgart'a sürme­ ye kalkışır. Başaramaz, sonunda onu Hamburg-Altona'ya kışla komutanı olarak yollar (Sonraki manevralarda yaverleri, onun nasıl yeneceğini "çaktırmadan" empoze etmişler de skandal­ lar önlenmiş). Wilhelm, İngiliz kraliçesi anneannesinin ölü­ münün ardından tahta oturan ve kendinden 20 yaş daha ileri­ de olan Galler Prensi dayısı VII. Eduard'a, Güney Afrika politi­ kası üzerine "orduda 23 yıldır aktif ve l2 yıldır karar veren es­ ki asker" olarak öğütler de verir (a.g.e., s. 362) . Oysa kendisi Güney Afrika'da l896'da lngilizci güçleri as­ kert bir bozguna uğratan ırkçı Bur (Boer) yöneticisi Krüger'e bir tebrik telgrafı çekmiş, burada diplomatlann "hükümetini­ zin saygınlığını savunacağız" ifadesini "bağımsızlığınızı savu1 05

nacagız" şeklinde degiştirmiştir. Bu, ingiltere'ye Afrika'da açık meydan okuma ile eş anlamlı sayılmış, ingiltere'de anti-Alman bir histerinin yaratılması sonucunu dogurmuştur. ingiltere'de çalışan Almanlar sokaga çıkamaz olmuş, ingiliz milliyetçile­ ri rıhtımda denk geldikleri Almanlan dayaktan geçirmişlerdir. "'Wilhelm anneannesi kraliçeye yazdıgı bir mektupla özür dile­ yerek ingilizleri yatıştırabilmiştir. Mizalı sahibi liberal dayısı­ nın onunla dalga geçmesine de çok sinirlenmiştir. ingiltere'de Alman düşmanlıgının iyice yükselmesine neden olan bir diger skandalda da yine Wilhelm'in imzası olacaktır. 1908 yazında Wilhelm'in sıkça yakınında bulunan ingiliz suba­ yı Albay Stuart Wortley, Wilhelm'in ingilizler hakkındaki kimi ifadelerini derleyip ve ingiliz Daily Telegraph gazetesinde bir demeç olarak yayımlamak ister ve bu "demeci" yayımlanması­ na izin vermesi için Wilhelm'in onayına sunar. Wilhelm böyle ufak işlerle ugraşacak insan degildir, bunu DD'ye onay için ile­ tir. Zamanın şansölyesi Bülow ise izindedir, aynca Balkan kri­ zi (Türkiye'deki meşrutiyet ilanının hemen ardından Bulgaris­ tan'ın bagıınsızlıgını ilan etmesi , Avusturya-Macaristan'ın Bos­ na-Hersek'i ilhak etmesi vb. ) ile meşguldür. Demeec bakmadan DD bürokratlarına iletir. DD' dekiler ifadelerin çarpıklıgını fark ederler ama Wilhelm'den korktukları için "en yüce" nin ifade­ lerinde degişiklik yapmaya cüret edemezler ve hiç degiştirme­ den yine Bülow'a yollarlar. Bülow da kendisine imzaya sunulan bir sürü dosyanın arasında bu demeci de yine bakmadan im­ zalar gönderir. Demeç 28 Ekim 1 908'de yayımlanınca İngilte­ re'de kıyamet kopar: "Siz ingilizler delisiniz, kızıl görmüş bo­ galar gibi. . . " vs. (a.g.e., s . 366) . Gazeteyi okuyan Londra Büyü­ kelçisi (savaş sırasında istanbul'da büyükelçilik yapacak olan) Mettemich, bunun üzerine "Şimdi dükkanı kapatabiliriz," diye konuşur (a.g.e., s. 368) . Skandal Almanya'da da büyük yankı uyandırır. Wilhelm, Berlin'i terk eder, Avusturya'ya geyik avına gider. Ortalık ya­ tışınca döner ve l O . l l . l 908'de donanma törenlerinde nasıl ve kaç kez hurra çekilecegini belirleyen tam bir sayfalık yeni "Hurra Yönetmeligi" ile yeniden sahneye çıkar. 106

Wilhelm, Kiel'deki donanınaya bu yönetmeligi verir ve tayfa­ lar yeni hurra için Kayzerlerini beklerken o, Fürstenberg Köş­ kü'ndeki veda balosuna katılır. Askeri Kabine Şefi baloda ani­ den balerin kıyafetiyle ortaya fırlar, "bale yapar" , sonra al kışlar arasında nefestenrnek için halkona çıkar ve orada düşüp ölüve­ rir. Doktorlar, telaş . . . Sonunda balerinin giysileri çıkarılır, he­ men yeniden general yapılır ve papaz çagrılır. Wilhelm pek üz­ gündür. Eşine, "En iyi arkadaşımı kaybettim," diyecektir. Ola­ yı mizalı dergisi Simplicissimus, tıpkı demeç skandalında oldu­ gu gibi iyice makaraya alır. Rezalet tamdır. Wilhelm, yine dep­ resyona girer, hatta tahttan inmeyi düşünür. Büyük oglu tahta çıkmaya cesaret edemez. Emil Ludwig, Wilhelm'in üst üste kırdıgı potlan sayarken, annesi Victoria'nın Wilhelm'i "geri zekalı" buldugunu ve bu­ nun Wilhelm çevresinde de bilindigini ama kimsenin halkı uyannadıgını, bu akıl kıtlıgının yukarıda kilerin "sırrı" olarak kaldıgını yazıyor. Bunları okurken Istanbul'daki askeri a taşe Strempel'in de yıllar sonra Enver'i benzer ifadelerle degerien­ dirmiş olması dikkati çekiyor (B, 28.02.09) . Wilhelm'in dünya görüşünü özellikle etkileyen, onun ırkçılı­ gı.nı temellendiren bir kitaba çok yazar dikkati çekiyor. Bu kitap Ingiliz kökenli bir Alman (antisemit besteci Richard Wagner'in damadı) olan Houston Stewart .Chamberlain'ın Die Grundlagen des neunzehnten ]ahrhunderts (On Dokuzuncu Yüzyılın Temel­ leri) isimli kitabıdır. Wilhelm, 19 1 1 babannda anneannesi adı­ na yapılan bir anıtın açılımı için gittigi Ingiltere'de İngiltere Baş­ bakanı Asquith'e bu kitabı "yeni bir lncil" olarak methetmiş, ki­ tabın ana fikri olan "tarihte ana faktör olarak ırkın hükümran­ lıgı" ve sarı ırk tehlikesi üzerine uzun uzun konuşmuş, beyaz­ ların elele diger ırkların üzerine yürümesinin zorunlu oldugu­ nu söylemiş. Asquith, bu kitabın yazarının Almanları da "seçkin halk" olarak vurguladıgını yazıyor (Asquith, s. 6 1 ) . Wilhelm, asker kökenli olmayan diptomatların raporlarına deger vermez, onlardan ziyade askert ataşe raporlarına güvenir, dış politikayı ona göre belirler (a.g.e., s. 1 69 ) . Kimsenin gele­ cegi bilemeyecegini yazan bir diptomatın raporuna not düşer: 1 07

"Bu yetenek vardır! Hükümdarlarda sıkça, devlet adamlannda nadir, diplomatlarda ise hemen hiç ! " (a.g.e., s. 295 ) . İngilizlerden de daha iyi denizci oldugunu , y a t yarışiarına katılıp derece almakla ispatlamaya çalışır. Dayısının bununla da "Coves (koy) patronu" diye dalga geçmesi Wilhelm'in "de­ nizcilik" damarını kabanır. Eulenburg'a: "Dünya gücü olmadı­ gı sürece insan, zavallı bir figür olarak kalıyor ! " (a.g.e., s. ı83) Bir seferi sırasında Çar II. Nikolaus'un gemisinin yanından ge­ çen Wilhelm bir mesaj çektirmiş: "Atlantik amirali, Pasifik amiralini selamlıyor ! " "Nicky"nin yanıtı ise şöyle olmuş: "lyi yolculukları " (a.g.e., s. 229) . Wilhelm, ı 894'te ı99 gün seyahatteymiş, ı 7 yılda 577 nu­ tuk atmış, her l l günde bir "ulusuna seslenmiş " . ı 903'e dek, yani ı5 yıl içinde orduda 30 degişiklik (yeni apoletler, yeni se­ lam tarzlan vs. ) yapmış. Genç Moltke (yaşlı Moltke'nin Birin­ ci Dünya Savaşı'nın başında Genelkurmay Başkanı olacak olan yegeni) ı 905'te günlügüne şöyle yazıyor: "Biz hala yaşam ve ölüm arasındaki savaşta zaferi, işlemeli bir bez parçası ile kaza­ nacagımızı sanıyoruz . . . Ü niformalar giderek daha panltılı olu­ yor, oysa arazi için dikkat çekmeyeni gerekli, manevralar resmi geçidi andıran tiyatro parçaları . . . tüm incik boncugun gerisinde ise . . . savaşın korkunç dev başı görünmeye başlıyor. Ve bu yol­ dan bir dönüş yok, her şey giderek daha beter oluyor." (a.g.e., s. 300). Bu hava tüm ordu ve devlet aparatina damgasını vuran vicdansızlıgın "panltılı" yanıdır. Wilhelm'in sık sık, özellikle kişisel yenilgi dönemlerinde depresyona girdigi gözlenir. En aklı başında, dengeli oldugu dönemler bu depresif dönemleridir. Bu gibi dönemlerde ak­ la dayanan hesaplı burjuva egilimleri öne çıkar, hatta barışçı nutuklar bile atar. Wilhelm'in bu iki yanı, saldırgan ve hesap­ lı yanları, Alman egemenleri arasındaki çatışmalarda da sık sık konum degiştirmesinde, bazen ne yapacagını bilememesinde bir etken olabilir. Almanya'nın dünya egemenligine soyundugu yıllarda Wil­ helm'in çevresini saran "yumuşak-sert" yönlendiricilere ı897 yılında Bülow da eklenir. Eulenburg'a daha ı 893'teki bir mek1 08

tubunda "Seni yönlendiren ebedi güç hep ayakta da tutsun, Philipp'im" diye hitap eden ve 1897'de Dışişleri Dairesi Müste­ şarı ve daha sonra da Şansölye olan Bülow'u bu mevkiye iten, " ruhlarının kız kardeşçe" oldugunu yazan Eulenburg imiş (a.g.e., s. 220) . Emil Ludwig bunlara, gözden düşen Watder­ see'nin "Kayzer, Holstein'ı koruyor ama nedenini kigıda dök­ mek, yazmak istemiyorum" sözlerini de ekliyor, Holstein'ın Wilhelm ve Bülow hakkında kimi sırları, şantaj aracı olarak kullandıgını ima ediyor (a.g. e. , s. 2 1 8) . Ancak Bülow, sadece Güney Afrika'daki Ingiliz maden ocak­ lannda hissedar oldugu için "yumuşak" olan Holstein ve Eu­ lenburg'un degil, aynı zamanda ingiliz düşmanı "sert" Tir­ pitz'in de adamıdır. Bülow'un müsteşarlıga getirilmesinde Tir­ pitz'in de parmagı olduguna Schreiner işaret ediyor (Schreiner, s. 193, 20 1 ) . Bülow, ihtiraslı v e tıpkı Wilhelm gibi dünya hakimiyetine el atan Almanya'nın simgesi olacak bir politikacıdır. Kıvrakhgı ve kaypakhgı ile daha sonraki DD Müsteşarı Kiderlen Wachter'in agzına düşecek, "yılanbahgı" diye anılacaktır (Potjomkin, II, s. 240). Bu hırsından dolayı sık sık patavatsızhgı ile işleri bo­ zan Wilhelm ile çatışacak, onun dış politikaya ve önemli dev­ let işlerine keyft müdahalelerini sınırlamaya çalışacaktır. Wil­ helm'e kızdıgı için birkaç kez istifasını verecek, ancak her defa­ sında Wilhelm'in yalvarınalan ("Ben sizsiz bu devleti nasıl yö­ netirim? Lütfen aileme, çocuklanma acıyın ! " ) sonucu daha da güçlenmiş olarak görevine dönecektir. Bernhard v. Bülow ( 1 849- 1 929) , 1 8 70/7 1 Fransa savaşı­ na gönüllü olarak katılmış, subay ve daha sonra da diplomat olmuş. Yaşl ı Prens Hohenlohe'nin DD müsteşarhgına atan­ dıktan sonra Çin ile Kiatschou müzakerelerini yürütmüş ve Reichstag'da, Dogu Asya ve dünyadaki Alman rolü üzerine , 06. 1 2 . 1 897'deki ünlü nutkunda tarihe geçecek olan şu sözle­ ri sarf etmiş: "Kimseyi gölgede bırakmak istemeyiz ama biz de güneşteki yerimizi istiyoruz. " Bülow şansölye olduktan sonra, biraderi uzun yıllar Krupp'un Berlin temsilciligini, lobi çalış­ malarım yürütmüş (Bölcke, s. 1 84) . 1 09

Bülow, 1 900'de yorgun Hohenlohe'nin yerine şansölye ve Prusya başbakanı olur. Filo planı ve Bagdal Hattı en önem ver­ digi proje lerdir. Jöntürk darbesinden sonra, Avusturya'nın el atugı Bosna Hersek ile (Wilhelm bu adıma kızmış) yeniden kaynamaya başlayan Balkanlar'da Avusturya'yı müttefik olarak kendine baglama stratej isinin baş takipçiterinden olur, Avus­ turya'ya karşı ünlü "Nibelungen Sadakati" sözünü verir. Prusya Bizans'ında Wilhelm, Eulenburg ve Holstein'la müca­ deleleri sonunda epey yıpranan Bülow, Daily Telegraph skan­ dalı ile Wilhelm'in gözünden iyice düşer ve onu destekleyen Reichstag çogunlugunun da Haziran 1909'da dagılmasının ar­ dından istifa eder. Bundan sonra Roma Büyükelçisi olarak yıl­ larca ikinci bir şans bekler, Bethmann Hollweg'in I 9 1 7'de is­ tifasından sonra onun yerine geçmeyi umar. Ancak Wilhelm onu istemez. Wilhelm'in depresyon unda ve Bülow'un yıpranmasında MaximiHan Harden'in 1 906 sonunda ortaya çıkardıgı bir skan­ dal da etkili olur. Harden, Die Zukunft dergisinde, Wilhelm'in saray dostu Eulenburg ile şehir komutanı Kuno Moltke (Molt­ ke ailesinden bir başka subay) arasındaki mahrem bir ilişkiyi ima eden yazılar yayımlamaya başlar. Benzer imalar, Hasmüşa­ vir Baron Holstein üzerine de yapılmaya başlanır. imparatorluk ceza hukukunda homoseksüellige agır cezalar getiren ünlü bir 1 7 5 . madde vardır. Tehlikeyi sezen Eulenburg, hemen yurtdışı­ na çıkar. 1 907 başında basında açık isimlerle, 20 yıla yakın bir süre Kayzer'in çevresini saran ve kararlarını etkileyen homo­ seksüeller sayılır. Bütün saray ve halkın artık en ince ayrıntısı­ na dek bildigi bu haberlerden Wilhelm'in ancak Mayıs ayında haberi olur! Oglundan aldıgı isim listesindekileri en bıçkın ta­ vırlarla çevresinden uzaklaştınr. Sonra da Eulenburg ve Kuno Moltke'nin şereflerini geri vermek için çeşitli yollar dener. An­ cak mahkemede Eulenburg'un gençliginde asker ve balıkçılada ilişkileri ortaya çıkınca bu konuda temkinli davranır. Oysa Bü­ low, Eulenburg'u daha 10 yıl öncesinden bu yöndeki raporlara karşı uyarmış. Mahkemeler Eylül 1 908'de, yani Daily Telegraph skandalından kısa süre önce bitmiş, bu çevreden geride bir tek 110

Bülow kalmış. Harden'in eline bu bilgilerin geçmesindeki rolü tam ortaya çıkarılamayan Bülow, bir yanda saldırgan poli tika­ sına karışan Eulenburg ve Holstein'dan kurtulmuştur ama di­ ger yanda kendisi de iyice yıpranmıştır (Ludwig, s. 336-36 1 ) . B u skandaldan 5-6 yıl önce Wilhelm'i sarsan benzer bir skan­ dal da Krupp hanedanlıgında patlamıştır. Willi A. Bölcke, Krupp und die Hohenzollem in Dokumenten isimli derlemesinde Prnsya militarizmi ile Krupp tekelinin nasıl iç içe geçtiklerini belgeler: Krupp ailesi firmayı uzun süre bir aile şirketi halinde tutar, başkalarına hesap vermek veya silah üretiminde gerçekleştir­ dikleri yenilikleri başkalarıyla paylaşmak istemez. Güney Ame­ rika'dan Osmanlı ve japonya'ya dek bir düzineden fazla dev­ letle silah ticaretine girişir ve Krupp hanedanhgının yürüttügü bu "enternasyonal politika" ve silah üretiminde Prnsya devle­ tine de fiyat dikte eden bir tekel haline gelmesi, Hoherızollem hanedanhgını rahatsız eder (Bölcke, s. 77, 107) . Ama bu sür­ tüşmeler Wilhelm'in dogrudan sermayedar ve aile dostu olması ile kolayca aşılır. Krupp'un uluslararası silah satışlannda rüşvet baş araçlardan biridir. O megin Istanbul'da bu , hemen yan bi­ nada bulunan büyükelçilik çalışanlan ile el ele yürütülür. Bölcke'nin kitabında tam metnini verdigi DD Müsteşarı Bü­ low'a, 30 Haziran 1 900 tarihli ve Istanbul Büyükelçilik Müşavi­ ri Wangenheim imzasını taşıyan raporda, Osmanlı'daki Müşir Kamphövener'den alınan bilgiler sunuluyor. Buna göre Kam­ phövener, Wilhelm'e Yunanistan ile çatışma sırasında Türki­ ye'nin tarafını tuttugu için teşekkür ediyor, Abdülhamid'in 1 Eylül'de tahta çıkışının yıldönümü kutlarnalanna mutlaka bir Alman delegasyonunun gönderilmesi gerektigini hatırlatıyor ve " Kayzer'in Herr Krupp'a şu anda müzakereleri yapılan top satışlarında fiyatlan daha da indirmesini, emretmesini" diliyor. Wangenheim, raporunda, Sultan'ın, "yoksa siparişi başkası­ na veririm" havasının fiyatlan düşürmek için bir oyun oldugu­ nu belirtiyor, bunun için Sultan'ın bu ısrarına karşı biraz so­ guk bir tavır takınılmasını ve sadece siparişin Almanya'ya veri­ lecegi sözü verilirse Krupp'a etki yapılabileceginin söylenınesi­ ni tavsiye ediyor. 111

Müşir Kamphövener, Abdülhamid'in fiyatları düşürmek için bu kez "bakşiş" ödenmemesini rica ettigini, bunu sagla­ mak için de Krupp'Lan "bakşiş" alanların bir listesini istedigi­ ni bildirmiştir. Wangenheim, mareşalin bu tavrını askeri açı­ dan dogru buluyor, "ama bu taraftan bakıldıgında buradaki, bakşiş alıcıların' teşhir edilmesi -ki bunlar Bahriye Nazırı ve Sultan'ın ikinci sekreteri lzzet Bey'dir, bu işten kazançları ya­ rım milyon .mark kadar olacaktır- bunların bize karşı aman­ sız düşmanlar haline gelmesi sonucunu dogururdu . Ancak bi­ zim lzzet'e Bagdat Hattı için acil olarak ihtiyacımız var; sa­ rayda meseleyi gerçekten anlayan ve Sultan'a bizim çıkarımız dogrultusunda etki yapacak tek insan odur; onu müşkül du­ ruma sokarsak, onun devrilmesini saglamış degil, sadece düş­ manlıgını kazanmış olurduk ve durum Bahriye Nazırı için de benzer şekildedir. Bu iki beyin entrikalarının deşifre edilmesinin, bunların fe­ laketi ile sonuçlanması halinde bile, yerlerine gelecek olanlar asla daha iyi bir ahlaki kalitede olmayacaklardır. Bunların ha­ lefleri de hizmetlerini ancak bakşiş karşılıgında sunacaklardır ve ayrıca sarayla lzzet üzerinden saglanan yararlı samimi ha­ vanın yeniden yaratılması çok uzun zaman alacaktır. Bu ne­ denle ben, Mareşal von Kamphövener'in hareketini engelle­ mek için , Herr Krupp'a buradaki acenta elemanı üzerinden , buradaki bakşiş-alıcıların kişilikleri üzerine hiçbir bilgi ver­ memesi yönünde ricada bulundum. Ayrıca yola çıkmadan ön­ ce Mareşal von Kamphövener'e de, ekselanslarınızla görüşme­ den önce, bu konuda Kayzer Hazretleri'ne asla bir şey söyle­ memesi yönünde söz verdirttim. Mareşal yakında Dışişleri Da­ iresi'ne başvuracagı için ekselanslarınızı bu ziyaret konusunda önceden hazırlamayı görevim addettim." (a.g.e., s. 1 47) . Lot­ har Rathmann'a göre Osmanlı silah alımlarında, Krupp topla­ rını dayatarak bir Krupp tekeli oluşmasını saglayan Goltz'dur (Rathmann, s. 1 7) . Krupp, 1 905'teki bir silah siparişinde Marschall üzerinden Harb Nazırı'na rüşvet ödemiş, ayrıca Marschall bir devlet bü­ yügünün evde kalmış iki kızına Prusya asilzadelerinden ko112

ca da buluvermiş. Bu hizmetlerden sonra sadece 14.000 mark rüşvetle eski model toplan Osmanlı'ya salmış. Bu rüşveti, şir­ ket bilançosunda 165.000 mark olarak gösterip, vergi kaçakçı­ lıgı yapmayı da unutmamış. Rathmann, "Böylesi dev rüşvetler dönmeseydi, böylesi kokuşmuş bir alışverişe en aptal şarklı bile onay vermezdi" (a.g.e., s. 62) diyor. Rathmann, "masal gibi kar­ lardan" , % l .OOO'i bulan kar oranlanndan söz ediyor, emperya­ list kavganın da bu yüzden oldugunu söylüyor (a.g.e., s. 63) . Alfred Krupp, çalışanianna oldugu gibi ailesine karşı da çok sert bir erkektir. ömegin tüm ailenin hazır bulunması gereken yemek saatleri bellidir. Yemek saati gelince , salonun kapılan hizmetçiler tarafından kilitlenir, geç kalanlar aç kalır. Krupp'un Essen'de bir tepede, bahçeler içindeki villasına Wilhelm de sık sık ugrar, ziyafetlerle günlerce kalır. Bu ziyaret ve ziyafetler günler öncesinden Krupp ve örnegin "Saray Başmareşali" Kont Eulenburg arasındaki yazışmalada en ince detayına dek planla­ mr. Krupp ziyafete kimlerin kaulacagını, ziyafette oturma dü­ zenini vs'yi sürekli saray elemanianna danışarak planlar. Bu düzen Alfred Krupp öldükten sonra da bozulmayacak­ tır. Bölcke'nin kitabının eklerinde örnegin Krupp'un 1 9 1 2'de­ ki 100. Yılını Kutlama Ziyafert masasındaki oturma planı basıl­ mış. Bu masada tam 62 kişi var. Masanın ortasına oturan Wil­ helm, Bethmann Hollweg, Valenlini, Lyncker, Plessen, Delb­ rück, Amiral Hollmann vb .'nin yanı sıra dikkati Amiral Tir­ pitz, Müsteşar Kiderlen Wıichter, onun hemen yanında oturan Krupp Direktörü Hugenberg ile masanın en ucuna oturtutmuş bir "Yüzbaşı Necib Bey" çekiyor. Ziyafete Türk alım komisyonu şefi olarak katılmış. Yanında Ü stegmen v. Mutius ile Romanya ve Aıjantin alım komisyonlannın şefleri oturmuş. Bölcke'nin ki­ tabında Necib Bey'in "bakşiş" alıp almadıgı üzerine bir bilgi yok. Krupp skandalına dönelim. Zenginligini, pek "erkeksi" bir işe , silah ve savaşa borçlu ve çevresine de alabildigine sert er­ kek olan Alfred Krupp, her yıl İtalya'daki Capri adasında tatil yapmayı ve orada uzun süre kalmayı pek sever. Karısı Marga­ rethe de Essen'de çoluk çocugun egitimiyle meşgul olur. Ekim 1 902'de Margarethe'ye anonim mektuplar ve İtalyan gazetele113

rinden kupürlerle Alfred'in Capri'de güzel erkeklerle ilişki kur­ dugu bildirilir. Margarethe bunları kaptıgı gibi Bcrlin'e gider ve Wilhelm'e başvurur. Burada Krupp işletmelerinin yönetimi­ nin bir yediemine teslim edilmesi önerilir. Amiral Hollmann bunu hemen Krupp'a bildirir. Hollmann ve Krupp'un adamla­ rı Wilhelm'e Margarethe'nin akli dengesinin yerinde olmadı­ gını ve mutlaka bir tırnarhaneye yalınlması gercktigini söyler­ ler. Bunun.üzerine Margarethe, Krupp'un ve çocuklannın göz­ leri önünde, yemek sofrasından yaka paça alınır, kendisine "deli gömlegi" giydirilir ve götürülür. Margarethe'nin çıglıklar içinde jena Tımarhanesi'ne götürülmesini Alfred sogukkanlılıkla sey­ reder. Ardından da Wilhelm'e 1 3 . 10. 1902 tarihli bir mektupla "eşinin bugün gönüllü olarak köklü bir tedaviye razı oldugunu" bildirir. Alfred bu uzun mektupta, Wilhelm'e bin kez teşekkür ediyor ve sonuna dek onun sadık kulu kalacagı güvencesini ve­ riyor (a.g.e., s. 1 60) ._ Ama ah şu komünistler olmasaydı! Sosyal demokrat Vorwarts gazetesi 15 Kasım 1 902 tarihin­ de, Katolik bir Bavyera gazetesinde ilk kez 08. 1 1 . 1 902'de yer alan bir haberi iyice araştırdıktan sonra, " Capri'de Krupp" baş­ lıklı uzun bir yazı ile çıkar ve Krupp'un homoseksüel yaşamı­ nı ayrıntılarıyla açıklar. Krupp, İtalya'da rahattır, çünkü orada Alman Ceza Yasası'nın 1 75. maddesi yoktur. Vorwdrts'in yoru­ mu şöyle: "Prusya Egemenlik Sarayı'nın üyesi, Almanya'nın en zengin adamı Gizli Mali Müşavir Krupp, ki filo yasalanndan bu yana yıllık gelirini 25 milyondan daha yukanya çıkarmıştır, halk­ lan düzene sokan savaş tekniginin merkezi olan işletmelerin­ de 50.000 işçi ve personel çalıştım, Herr Krupp, ki Alman­ ya'ya gelen yabancı krallar ve devlet adamlannca ziyaret edilir, bu Krupp aslında 175. ınaddenin sürekli bir işkence ve tehdit oluşturdugu varlıklardan biri olurdu . . . Varlıksızlar için ezilmek ve hatta malıvolmak demek olan şanssız bir egilim, kapitalist erk sayesinde korupsiyon için ve­ rimli bir kaynak haline dönüşebilir, bu da kişisel bir yazgıyı kamusal bir mesele haline getirebilir." (a.g.e., s. 165). 1 14

Vorwdrts, bu örnekten çıkarak, " 1 75. maddenin Alman Ce­ za Yasası'ndan uzaklaştınlması zamanı gelmiştir" istemini yük­ seltiyor. Vorwdrts'in yayını diger Berlin gazetelerini de harekete ge­ çirir. Krupp panik içinde 2 1 . 1 1 . 1 902 tarihli bir mektupla Wil­ helm'e başvurur ama huzura çıkamadan 22. 1 1 . 1 902'de beyin kanamasından öldügü açıklanır. Bölcke'ye göre bu ölümün "dogal olmama" olasılıgı oldukça yüksektir (a.g.e., s. 167) . Alfred'in ölümü Margarethe'nin özgürlügü demektir. Tımar­ haneden salınıverir. Ama Wilhelm, 28. 1 1 . 1 902'deki cenaze tö­ reninde tabutun ardından onun yürümesine izin vermez, çün­ kü "dostunun ardından kendi yürüyecektir" . Krupp yönetimi ve işçilerine mezar nutkunda şöyle seslenir: "Alman topraklarında bütün yürekleri sarsan ve her Alman yurtseverinin . . . yüzünü kızartan, gelmiş geçmiş cürümlerin en alçak ve adisi işlendi. Çekirdekten Alman bir adamın, ki o hep başkalan için yaşamış, hep babavatanın ve her şeyden önce iş­ çilerinin refahı için çalışmıştır, işte bu adamın şerefine saldınl­ dı. Bu cürüm cinayetten, başka bir şey degildir." (a.g.y.)

Karl Liebknecht, 1 9 1 3 Nisan'ında Krupp'un verdigi rüşvet­ ler ve besledigi devlet büyükleri üzerine ayrıntılı bir açıkla­ ma ile yeni bir skandalı patlatır. Reichstag ve basında haber­ ler, araştırmalar birbirini izler, sonunda Krupp elemanları­ nın, direktörlerinin mahkemede verdikleri yalan ifadelerle her şey yine yatıştınlır. Bu gürültüde fahiş silah fiyatlan üzerine esip gürleyen Matthias Erzberger, Reichstag araştınna komis­ yonunda Krupp'a devletin el koyması ve bir devlet kuruluşu­ na çevrilmesi önerisine karşı çıkar ve sonra Krupp'un fiyatla­ rını da münasip bulur (a.g.e., s. 1 85) . Sanırım şimdilik bu ka­ dar Krupp yeter. Burada adı geçen 17 5 . madde ise Almanya'da ancak 1 994'te kaldınlmıştır. Wilhelm'in Ingiliz akrabalarına karşı nefret duyguları, tersa­ nelerinde savaş gemisi üretimini hızlandırmak için fırsat ara­ yan agır endüstri ve onların amiralleri için biçilmiş kaftandır. 115

Tirpitz bu amiral kanadının başını çeken aktördür. Alfred v. Tirpitz ( 1 849- 1 930) , Wilhelm'in "Dünya Politikası"na yönel­ digi ve Bülow'un DO Müsteşarlıgına getirildigi yıl olan 1 897'de Donanma Dairesi Müsteşarı yapılır. Tirpitz, 1 895- 1 897 yıllannda Çin'de Dogu Asya Kruvazör Fi· losu komutanlıgı yapmış, bundan önceki kariyerinde de 1 89 1 9 2 yıllannda Baltık Denizi Donanma Ü ssü kurmay şefi olarak, "Güz Manevraları" için bir Aminıl Goltz'ün( ! ) destegiyle taktik yönetmelikleri hazırlamıştır. Bülow ile Tirpitz dikkat çekmeksizin, 20 yıl içinde, Ingilte­ re donanmasının en az 2/3'ü güce sahip olacak bir açık deniz savaş filosu kurma planını yaparlar. Hedef İngiltere'nin dün­ ya denizlerindeki tekelini kırmak, dünya egemenligine el al­ maktır. Bu dogrultuda 1 898 ve 1 900 yıllarındaki filo yasala­ rı Reichstag'da sosyal demokratların direncine ragmen geçiri­ lir, bunlar 1 906, 1 908 ve 1 9 1 2'de yenileneceklerdir. Bu filonun kurulması için gereken dev tutarlan halka sempatik göstermek için bir filo demegi kurulur, üye sayısı l . 250.000'i bulan bu demekle yogun bir propaganda çalışması yapılır. Dernegin ku­ ruluşuna Hugenberg'in yönettigi Krupp firmasından 500 .000 mark bagış yapılır (Türk, s. 1 05) . Bunun karşılıgında Krupp ve yan firmaları, donanma için verilen siparişlerin hemen hemen hepsini alacaktır. Bu demekte Alldeutsch , ırkçı, azgın gerici ögeler başı çeker­ ler. Filo planına karşı çıkan sosyal demoknıtlar ise Tirpitz ve Wilhelm tanıfından "iç düşman" ilan edilirler. Reichstag'ın yet­ kilerini kısıtlamak, cinayetler de dahil, her yöntemle muhale­ feti terörize etmek, "kızılları sallandınvermek" Tirpitz'in ag­ zından eksik olmayan sözlerdir. Filo , Wilhelm'in en sevdigi "oyuncaktır". Işadamları, bankerler ile yaptıgı toplantılar, ziya­ fetler vb.'nde filo için bagış listeleri dolandırtır, verilen bagışa göre soyluluk payeleri dagıtır (Ludwig, s. 3 1 0) . "Riziko filosu" ve " tehlike bölgesi" sloganlarıyla çalışan Tir­ pitz'e göre filo gücü o larak Ingiltere'ye yaklaşılınca " tehli­ ke bölgesi"nden çıkılmış olunacaktır. Bunun için Ingiliz gü­ cü üzerine uydurma sayılarla, yalan dolanla çalışmaktan çekin116

mez. l897'de müsteşar olunca dayatngı ilk fılo yasası taslagın­ da sadece 7 gemi ister, oysa taslakta küçük harflerle yazılmış 38 gemi daha vardır. Bu huyları zamanla iyice açıga çıkan Tir­ pitz'in saraydaki lakabı "masalcı" imiş (a.g.e., s. 267). Ingiltere bu planlara seyirci kalmayacaktır. Ingiliz Dışişleri Bakanı Eduard Grey, " 1900 yılı civarında Almanya'nın yeni bir donanma politikasına, yani büyük bir filo yaratmaya yöneldi­ gi iyice belli olmuştu," demektedir. (Grey, s. 54) . l 902'den iti­ baren bir yandan Wilhelm ile anlaşma, Almanya'yı dünya ege­ menliginde "junior partner" olarak yanına alma planları, öneri­ leri yapılır, diger yanda ise silahianma yarışı hızlandırılır. Wil­ helm'in uzlaşmasız tavrı üzerine Fransa ile l904'te gizlice , bir deniz gücü ittifakı yapılır. l906'dan itibaren en modem tekno­ lojinin kullanıldıgı yeni bir savaş gemisi türü olarak dretnot ya­ pımına geçilir. Bu da Tirpitz'in silah istemlerine yenilerini kat­ ması sonucunu dogurur. Bismarck, bu maceracı kafadan rahat­ sızdır. "Bismarck Kruvazörü" nün denize indirilme töreni için Tirpitz'in gönderdigi davetiyeyi açmadan geri yollar. Ikincisini kabul etmek zorunda kalır. Verilen ziyafette ise Tirpitz'e, "Bi­ liyorum, daha çok gemiye ihtiyacımız var ama savaş gemisine degil," der (a.g.e., s. 2 1 3 ) . Tirpitz, savaş başladıgında filosunu açık denizde Ingilizierin karşısına çıkaramayınca (Wilhelm filosunun açık denize çık­ masını yasaklar) , bunalıma düşer. Bu bunalım içinde l 9 1 5'te Wilhelm'i devirmek de dahil, çeşitli darbe planları yapar. Mart l 9 1 5'te bir generale darbe planını anlatır, Wilhelm'in yetkisi­ nin Hindenburg'a verilmesini önerir: "Tek çözüm var, Kayzer 8 hafta veya daha uzun rapor alsın ! " (Ludwig, 434) . izole olur ve l 9 1 6'da istifa etmek zorunda kalır. Bundan sonra da donanma içinde Wiedenmann, Schulze, Trotha vb. gibi adamları ile et­ kinligini sürdürür, sürekli bir tehdit olarak durur. l 9 1 7'de All­ deutsch Heinrich Class, ileride Weimar Cumhuriyeti'ne karşı darbe düzenieyecek olan Wolfgang Kapp ve junkerler birligi­ nin başını çeken Conrad von Wangenheim ile Babavatan Parti­ si'ni kurarak, Bethmann Hollweg grubuna karşı saldırgan mili­ tarist baskıyı güçlendirecektir. 117

Bu militarİst baskının karacılar kanadındaki iki baş aktörü Hindenburg ile onun sag kolu , daha dogrnsu yönlendiricisi Lu­ dendorfftur. Dedeleri Rus ve Prnsya ordularında subay olan Paul Ludwig Hans Anton Hindenburg'un babası da Prnsya subayıdır. Aile.nin ilk çocugu olarak 02. 10. 1 847'de Dogu Prnsya'da (bugünkü Polonya topraklannda) dünyaya gelen cılız ve hastalıklı çocu­ gun başına ç �vuş gibi bir bakıcı verilir. Daha bir yaşındaki ço­ cuk aglamaya başladıgında bakıcı kadının çıglıgı duyulur: "Sı­ rayaaa ! Hazzzrooool ! " ve çocuk korkudan susar. Bu egitimi bir de annenin anti-Katolik-anti-Leh Protestan şeriatçılıgı tamam­ lar (Ruge, s. 1 2) . Ilk ve ortaokullardan sonra 1 2 yaşında, dayagın da bir "egitim aracı" oldugu yatılı subay okuluna verilir ve sıkı bir antihümanist egitim alır. Hindenburg ölene dek Antikçag'ı okuyup ögrenme­ yi, buna merak duymayı "raydan çıkma ve boşa zaman harcama" olarak görür (a.g.e., s. 13). Okulda yemek kıt verilir, kanaatkar­ lık ve çilecilik, kendine ve çevreye sertlik ile bu çileleri çektikten sonra devlette söz sahibi olmayı hak enniş olma duygusu aşılanır. Okul arkadaşlan arasında oluşan bu "çiledeş"likten kaynaklı seç­ kinlik kafası, ilerideki her tür suç ortaklıgının, subay dayanışma­ sının temel taşını oluşturacaktır. Buradan mezun olan, kendinde "gevşek halk sürüsüne, ikinci sınıf insanlara" hükmetme hakkını görecektir. Artık onlar Kayzer'in "ailesindendir" . l 863'te Berlin Harp Okulu'na geçer. Bu okulda çok sıkı bir pragmatik savaş, taktik bilgisi verilir, ama uzun boylu düşün­ me, ileriyi görme yetisi isteyen, gerektiren strateji egitiminde çok sıg kalınır. Bu yetersizligin temelinde her tür demokratik anlayış ve yaratıcılıgı bogan junker-buıjuva uzlaşması yatmak­ tadır. Bu da ilerideki savaşlarda kendi halkına baskıcılık, bilim ve akıldan uzak yıldırım savaşı doktrinlerinde , kendini poh­ pohlamalarda ve maceracıhkta kendini gösterecektir (a.g.e., s. 16). Prnsya militarizminin, generallerinin savaş sırasında çok açık ortaya çıkan bu eksigine başka yazarlar da işaret ediyorlar. Hindenburg bu egitimin tipik ürünüdür. Bütün yaşamı boyun­ ca kendine ait hiçbir fikri olmamış, hep bir "akıl verici"nin pe1 18

şinden gitmiş, böylelerini etrafına toplamıştır. Bunlar Luden­ dorff, Bemhardi ("Gücü olan haklıdır, güç ölçütü ise savaştır, bu hep biyolojik bir adalete göre sonuç verir" sözlerinin sahi­ bi) , Gröner gibi generaller veya fanatik ]unker-sanayici Olden­ burg-]anuschau ("Reichstag fazla güçlenmemeli, Kayzer bunla­ n bir tegmen ve 10 muhafızla evlerine yollayabilmeli" sözleri­ nin sahibi) vb. olacaklardır (a.g.e., s. 38) . Hindenburg'un bu zayıflıgı, modem Alman buıjuva tarih ya­ zıcıları tarafından, bütün savaş suçlarının, cürümlerin, bir tek kişiye, Hindenburg'un iradesizligine yıkılmasına da neden ol­ muş; bu zayıflıgı yaratan ve sonra da alabildigine kullanan sı­ nıfsal temel gözden kaçınimıştır (a.g.e., s. 20) . Hindenburg genç subay olarak 1866'da Königgratz, 1 870'de Fransa savaşiarına katılır. 18.01 . 1 8 7 l 'de, Versailles'daki impa­ ratorluk ilanı törenindeki toplulugun arasında o da vardır ve belki o topluluk içinde 1918 ve 1 933'ü de yaşayan tek insan­ dır. 1880'lerin ikinci yarısında savaş akademisinde ögretmen­ lik yapar. 1897'de general ve 1 9 l l 'de emekli olur. Tam Hanno­ ver'deki subay birahanelerinin müdavimi olmuşken savaş pat­ lar, canı savaşmak ister, görev için başvurur. Başvurusu kabul edilir ama yeteneksizligi bilindigi için yanına da 49 yaşındaki atak Ludendorff verilir (a.g.e., s. 45) . Savaş sonrası "Dört agır yıl boyunca Mareşal v. Hindenburg, askeri açıdan ona ne dediysem yaptı," diyecek olan Ludendorff savaş öncesi Alman Genelkurmayı Seferberlik Bölüm Şefi ola­ rak silah şirketleriyle sıkı fıkı olmuş, savaş patlayınca Belçikalı sivilleri siper yapıp Alman ordusunun Lüttich'e girmesini sag­ layarak kahramanlıgını ispatlamış bir zamparadır. Savaş bo­ yunca kadın hikayelerini şefi duymasın diye çok çaba sarf et­ miş. Hindenburg bir de saat 13.00'deki ögle yemegine geç ka­ lınmasından hiç hoşlanmazmış. Ludendorff bu saatlerde telaş­ lanır, yemege hep koşarak gidermiş. Wilhelm'e göre ise Luden­ dorff "başçavuş suratlı"nın biridir. Ludendorff ile Hindenburg trenle dogu cephesindeki Ma­ rienburg'a 25.08. 1 9 1 4'te vardıklarında, oradaki Yarbay Hoff­ mann'ın hazır savaş planıyla, hatta kısmen başlamış harekat119

la karşılaşırlar. Hindenburg sevinir, Ludendorff kızar. Ama bir şey diyemez. Çünkü Max von Hoffmann karşı taraftaki iki Rus generalini Rus-Japon savaşına Prusya gözlemcisi olarak gitti­ ginde tanımıştır. Bunlann birbirleriyle düellolaşacak kadar ha­ sım olduklannı, birbirlerine asla yardım etmeyeceklerini bilir, aynca şifresiz telsizleşmeler de dinlenmiştir ve plan her iki or­ dunun sırayla imhası yönünde hazırlanmış, ilkinin kuşatılma­ sına da iki gjin önce başlanmıştır. Ü ç gün sonra General Sam­ sonow'un Narew Ordusu'nun 1 20.000 askeri kuşatılmış du­ rumdadır. Bunlardan 40.000'i kunulabilir, son bir hamle ya­ parlar. Hoffmann: "Çetenin hepsini öldürememiştik, bugün ge­ ri geldiler. " On binlerce genç insan bataklıklarda bogulur, or­ manlarla birlikte yakılır. Sarnsanow intihar eder, hasını Gene­ ral Rennenkampf yardımına gitmez, sonra sıra kendisine gelin­ ce ordusunu büyük kayıplarla kuşatmadan kurtarabilir. Top­ lam kayıp 1 00 bin ölü , 90 bin esirdir. Savaş tarihine l 4 1 0'da Polanya'ya karşı, aslında bu yöreden uzaktaki Tannenberg'de alınmış bir hezimetin intikamı olsun diye "Tannenberg Mey­ dan Savaşı" adıyla geçirilen bu katliamın "kahramanı" Hinden­ burg olur. Bu, bütün savaş planını "sürpriz saldın, kuşatma, imha" üzerine kuran Alman ordusunun savaştaki tek "başan­ lı" kuşatma hareketidir. Hoffmann, tannlaştıolan Hindenburg ile ölene dek alay eder: "Hiç kimse bu kadar az aklt ve gövdesel çaba ile bu denli ünlü olamaz. " (Fischer, Griff nach . . . , s. 309) . Burada esir alınan 90.000 Rus askerinin ne yapılacagı sorusu üzerine Wilhelm, etraflannın 'tlikenli telle çevfilmesini ve bun­ lann aç bırakılarak ölüme terk edilmesini emreder. Hindenburg tannlaştınlır, çünkü ihtiyaç vardır. Ufukta ken­ dini gösteren felaket halktan saklanmak zorundadır. "Yıldınm savaşı" , " Noel'de evdeyiz" yaygarasıyla Fransa'ya dogru yola çı­ kan Alman ordusu , 05.09 . 1 9 1 4'te agır bir yenilgiye ugramış, 50-80 km.'lik bir geri çekilişten sonra çamurlar içinde yıllar­ ca sürecek bir siper savaşına saplanmıştır. Yenilenler arasında Wilhelm'in en büyük oglu Başprens Wilhelm de vardır. Dogu­ da ise Avusturya-Macaristan ordusu Ruslara karşı sıkışmış, ye­ nilmektedir. Yıldınm savaşıyla Fransa'yı ezip, sonra Rusya'ya 1 20

yönelmeye dayanan ünlü Schlieffen Planı iflas etmiştir. l . OHL (Oberste Heeresleitung = Ordu üstyönetimi , Başkarargllh) Şe­ fi Helmut Moltke (yaşlı Moltke'nin yeğeni) 1 4.09 . 1 9 l4'te kıza­ ğa çekilir ama bu halka açıklanmaz. Aynı günün akşam gaze­ telerinde "Doğu kahramanı Hindenburg ! " övgüleri manşette­ dir (a.g.e., s. 55) . Bu Hindenburg histerisine ırkçı söylemlerle kanlanlar ara­ sında, sonradan tövbe edecek Emil Ludwig, Theodor Wolff gi­ bi aydınlar da vardır. Coşku toplumu sarar, Hindenburg şiirle­ ri, okul kampanyaları, içki, sigara, likör, salata, kravat marka­ lan gırla gider. Genç kızlar saçlarıyla doldurdukları yastıklan Hindenburg'a gönderirler, ebelerden Hindenburg'a mektuplar yağar, "kahramanlarımıza biraz ev izni verin de, işimiz çoğal­ sın" diye. Yeni Gine'de ilk kez bulunan bir hayvan türüne "Da­ ctylopsia Hindenburg" adı verilir. Dillerde Hindenburg'un son bilgeliği dolanmaktadır: "Zaman zor ama zafer kesin ! " (a.g.e., s. 56-59) Daha sonraları buna benzer bir Enver yaygarası da kopanla­ cak, Berlin sokaklan "Enver Bey Sigarası" reklamıyla dolanan belediye otobüsleri vb. ile dolacak, Türkiye'ye yollanan yardım vagonlanna "Enverland" mührü vurulacaktır. Bu duruma diğer Türk subaylan çok bozulmuşlar da, bu kaldırılmış. O sıra her­ halde Yeni Gine'de başka bir keşif olmamış. Aslında bu "zaferin" boşluğu başkarargahda çok iyi bilin­ mekte, hatta Hindenburg-Ludendorff çiftinin havalanyla dal­ ga geçilmektedir. Ama Tirpitz-Oldenburg-januschau-Stinnes gibilerinin başını çektiği savaş partisinin bu yaygaraya ihtiyacı vardır. Bethmann Hollweg'e karşı Hindenburg'un "Savaş Şan­ sölyesi" olmasını önerirler, Hindenburg'un gözü bunu yemez, redderler (a.g.e., s. 60) . Eylül l 9 1 5'te Doğu Cephesi Başkomu­ tanı ve mareşal olur. Moltke'nin yerini 2. OHL Şefi olarak, o zamana dek Prusya Savaş Bakanlığı yapan General Falkenhayn alacaktır. Falken­ hayn, bırsını saklayabilen, daha dikkatli, sade görünümlü bi­ riymiş. Ona göre baş görev Rusya'nın ezilmesidir. Ağırlığı ora­ ya verir. Çanakkale'de sıkışan Türkiye'nin , Türkiye'yi bu duru121

ma düşürdügü için şimdi yırtınan Wangenheim, Goltz vb.'nin yardım çagnlarını geri çevirir. Bu çagrılara yanıtlarında nere­ deyse alay etmektedir: "Çanakkale sınırlı miktarda cephane ile de gerçekten geçil­ mezdir, sadece cesurca savunulması gerekir ve Osmanlı Or­ dusu'nda mutlaka yeterince cesur erkek vardır." (B, 1 2.3. 1 5)

Falkenhay.n da 1 9 1 6 Agustos sonu görevden alınacak ve ye­ rine hep çekiştigi Hindenburg getirilecektir. Bu 3. OHL'de de ipler yine Oberquartiermeister ( Orduga.hbaşı) General Luden­ dorfl'un elindedir. 3. OHL, Bethmann Hollweg'i giderek zayıf­ latıp, 13.07. 1 9 1 Tde istifasını saglayacak ve tam bir Ludendorff Diktatörlügü'ne geçilecektir. Bu bölümde tanıtmak istedigim baş aktörlerden biri de Şan­ söiye Bethmann Hollweg ( 1856- 192 1 ) . Theobald von Beth­ mann Hollweg, Bülow blokunun dagılması ve Bülow'un istifa­ sının ardından şansölyelik görevini alıp 1 9 1 7'ye dek yürüten sivil bir politikacıdır. Anti-feodal bir aileden gelir. Hukuk tarihi profesörü olan ve soyluluk mertebesine yükseltilen derlesi Moritz August Beth­ mann Hollweg, Hollweg soyadını taşıyan bir hukukçunun og­ luymuş. Bu hukukçu, Frankfurt'taki Bethmann Bankası'nda işe girip, banka sahibinin biricik kızı ile evlenince onun adını da al­ mış Bethmann Hollweg olmuş. Fritz Fischer'e göre Moritz Au­ gust, gerici olmayan bir muhafazakar ve mutlakıyet ile demok­ rasi arasında bir yol arayan bir insandır, Kırım Savaşı sonrası, Prnsya'da eski feodal kurallann yeniden restore edilmesine kar­ şı mücadele etmiş, "yasal özgürlük" için politikaya da atılmış, Bismarck'a karşı mücadele etmiştir. Bethmann Hollweg'in daha sonraki yıllarda politikasına temel aldıgı "diyagonal politika"nın kökleri bu derlenin aileye yerleştirdigi fikirlerden kaynaklan­ maktadır (Stemburg, s. 89) . Torun Theobald sık sık derlesinin Ren kıyısındaki viiiasında zaman geçirmiş ve ondan çok etkilen­ miştir (Gutsche, s. 1 7). Hukuk ögrenimi yaptıktan sonra bürokrasi karlyeri seçen Bethmann Hollweg, genç yaşlarda tanışugı Darvin yasalannın 1 22

toplumda, insanlar arasında da geçerli olduguna da inanmakta­ dır. Fischer'e göre onun politikasım etkileyen ikinci büyük fak­ tör de bu sosyal Darvinizmdir (Stemburg, s. 89) . Ü st düzey bürokratlık yaşamında tutarlı , aklı başında bir insan olarak tanınan Bethmann Hollweg'i Şansölye Bülow, l905'te tüm toplumu sarsan ve Kayzer'i de ürküten Ruhr böl­ gesi marleneileri grevinin ardından Wilhelm'e Prusya Içişle­ ri Bakanı olarak kabul ettirir. 1 905 Rus devrimi ve Ruhr grevi ile korkan Wilhelm bir yandan buna razı olur ama diger yan­ da da Bülow'a aynı yılın sonunda " Ö nce sosyalistleri vurmak lazım, kafalarını koparmak, zararsız hale getirmek, hatta gere­ kirse kan banyosuyla . . . " ögüdünü vermekten kendini alıkoya­ maz (a.g.e., s. 90) . Kimi ufak tefek sosyal haklarm tanınmasında etkili olan Bethmann Hollweg, köklü demokratik dönüşümler söz ko­ nusu oldugunda Kayzer'in mutlakıyetçiliginden hiçbir ödün vermez ve böylece l 907'de de Imparatorluk Içişleri Müsteşa­ rı ve Prusya Devlet Bakanlıgı vekaletine getirilir. Bu konum­ lar, o günkü hiyerarşide Bethmann Hollweg'in Bülow'dan son­ ra ikinci güçlü politikacı-bürokrat olması anlamına gelmekte­ dir (a.g.e. , s. 9 1 ) . Bülow'un istifasından sonra şansölye yaptıgı 52 yaşındaki Bethmann Hollweg'in uyumluluguyla Wilhelm, dış politika­ ya daha rahat müdahale edebilmeyi , dogrudan yönlendirme­ yi umut eder. Basında Ingiltere yanlısı olarak lanse edilen yeni şansölyenin, Bülow-Tirpitz politikası sonucu Ingiltere ile iyice bozulan ilişkileri bir ölçüde düzeltmesi, Ingiltere'yi yatıştırma­ sı da beklenir. Aynca onun sagdan sola, yukandan aşagıya "di­ yagonali" ile sosyal demokrasinin, işçi hareketinin sisteme uy­ durulması, uslandınlması umudu da vardır. Tirpitz'in anti-Ingiliz politikasının etkilerini hafifletmeye, Ingiltere'yi yatıştırmaya çalışır, hatta karacılan da yanına alıp kimi Tirpitz projesinin finansmanını engellerneyi başarır ama ömegin Mettemich'in görevden alınmasını veya kamuoyuna "Ikinci Bismarck" diye lanse edilen, maceracı Dışişleri Müste­ şarı Kiderlen Wachter'in Ikinci Fas krizi ile ülkeyi bir dünya 1 23

savaşının eşigine getirmesini engelleyemez. Savaşın, işçi hare­ ketinin dev protestolan ve Ingiltere'nin Fransa'ya arka çıkma­ sından Wilhelm'in ürkmesi sonucu önlenebilmesinin ardından Kiderlen Wachter, Bethmann Hollweg'i hep "solucan" diye an­ mış (a.g.e., s. 93) . Bethmann Hollweg'in olaylar karşısında çogu kez gösterdigi kararsızlık, hasımlan kadar kendi taraftarlan arasında da şika­ yetlere neden olur. Arınatör Ballin'e göre "Bethmann Hollweg, Bülow'un intikamıdır." (Ludwig, s. 397) . Bethmann Hollweg'in oglu bir gün, "Babam bugün sadece üç kez fikir degiştirdi," di­ yecektir. (Potjomkin, II, s. 240) Savaşın eşiginden dönülmesinin ardından Ingiltere Şu­ bat l 9 1 2'de Dışişleri Bakanı Haldane'i uzlaşma için Berlin'e yollar. Istenen, Almanya'nın donanma konusunda daha ya­ vaş gitmesidir. Tirpitz'in etkisindeki Wilhelm Haldane'e kar­ şı aşagılayıcı bir tavır takınır, Haldane öfkeyle Berlin'i terk eder. Uzlaşma yanlısı olan Bethmann Hollweg istifasım ve­ rir, Wilhelm kabul etmeyince islifasında ısrar etmez, donan­ ma dayatmalanna boyun eger. Bundan sonra da savaşa kadar Bagdaı Hattı, Portekiz sömürgeleri, Belçika Kongo'su gibi ko­ nularda Ingiltere'ye ödünler vererek arayı düzeltmeye çalışır (a.g.e. , s. 94) . Lord Haldane'in bu gezi sonrasındaki şu vurgu­ su dikkat çekicidir: "Böylesine yüksek örgütlü bir halkıa, en üst makama vardı­ gınızda, sadece şaşkınlık degil, tam bir kaos buluyorsunuz. " (Asquith, s. 60)

Bethmann Hollweg'in umudu yaklaşan savaşta Ingiltere'nin tarafsız kalması ve Almanya'nın rahatça Frarısa ve Rusya'yı ez­ mesidir. Rusya'yı baş düşman olarak görmesinde 1 9 1 2 yazında yaptıgı bir Rusya seyahati belirleyici olur. Rusya'nın bitmez tü­ kenmez topraklan, dogal kaynaklan, hızla gelişen endüstrisi ve anan genç nüfusu, sosyal Darvinist Bethmann Hollweg'i, Rus­ ya'nın yakında Almanya'yı ezecegi korkusuna sürükler. Bu kor­ kuyu, Ekim 191 2'de Alman egitimi ve silahlanyla sahaya sürü­ len Osmanlı ordusunun, Rus destegi ve Frarısız silahlanyla çı1 24

kan dört küçük Balkan devleti karşısında dagılması daha da art­ tınr (Stemburg, s. 94) . Bundan sonraki yıllarda ve bütün savaş boyunca Alman devlet yönetimindeki iki egilim [ Ti rpitz'in başını çektigi Alldeutsch-militarist-açık sömürgeci-ilhakçı-saldırgan emper­ yalist grup ile Bethmann Hollweg etrafında toplanan sivil-gou­ vemementaVIiberal (Fischer)-yeni sömürgeci-"insani" , "banş­ çıl sızmacı" emperyalist grup 1 , devlet ve toplumun, işgal edilen veya müttefik ülkelerin içişlerine dek, Ermeni sorunu da dahil her alanda sürekli bir boğuşma içinde olacaktır. Savaşın Alman emekçi yıgınlarında dogurdugu umutsuzluk havası arttıkça te­ pedeki bu kavga da keskinleşecektir. Binlerce insanın açlıktan öldügü 1 9 1 6/ 1 7 kışı sonrası halka verilen vesikalık ekmek tayınının Nisan 19 1 7'de daha da düşü­ rülmesi, Rus devriminin " llhaksız, tazminatsız hemen banş ! " şiannın etkisiyle yüz binlerce işçinin açlık grevine girmesi ve 20 Nisan'daki dev miting üzerine Hindenburg, Wilhelm'den Bethmann Hollweg'in indirilmesini ister. Bethmann Hollweg 13 .07 . l9 1 7'de istifa eder ve yol generallerin sözünden çıkma­ yan uslu bir bürokrat olan Georg Michaelis'e açılır. Ekim so­ nunda onun yerine Bavyeralı yaşlı Katolik Georg von Hertling geçecektir. Savaşın son günlerinde ise yükselen devrimci dal­ gayı yumuşatabilmek için, kimi zaman "demokrat takılan" mo­ narşist Prens Max von Baden şansölyelige getirilecektir. Bu bölümde takdim etmek istedigim son aktör de Baron Col­ mar von der Goltz Paşa. Kendisi Prusya devlet ve militaryasında büyük bir etkiye sa­ hip olan aristokrat Goltz soyundandır. Bu sütalenin 1806 yılın­ da Prusya ordusunun üst düzeylerinde görev yapan 2 1 üyesi varmış. Bu sayı 1836'da 26 imiş. Bu sülalede bizi ilgilendiren iki isim daha var. Bunlardan bi­ rincisi Amiral Max v.d. Goltz ( 1 853- 1 906) . Bunun Goltz Pa­ şa ile akrabalık derecesini saptayamadım. Bu deniz subayı 1 882'de Akdeniz Filosu komutanlıgı yapmış ve Mısır etrafın­ da dönen karışıklıklarda o bölgedeymiş. 1 883'te Doğu Asya'da ( Çin) görev yapmış ve 1 889'da Kayzerlik Donanınası Komu1 25

tanlıgı'na getirilmiş. Amirat Goltz, Tirpitz'in kariyerini destek­ leyen komutanlardan biridir. Savaş yıllannın Ingiliz Başbaka­ nı Asquith ise onun Reichstag'da yeni filo yasasını desteklemek için 1900 yılındaki şu konuşmasını veriyor: "Gelin Ingiltere ile bir savaş olasılıgına bir bakalım: Bu . . . hiç de olanak dışı degildir. . . Genelde Ingiltere'ye karşı denizde bir di[.encin imkansız oldugu görüşü hakimdir . . . Bu her tür­ lü gelişmeye karşı direnen çocukça korkunun kökleriyle bir­ likte sökülüp aulına ve imha edilmesi zamanı gelmiştir." (As­ quith, s. 87)

Bu süliileden bizi ilgilendiren ikinci isim Goltz Paşa'nın oglu General Rüdiger v.d. Goltz ( 1865- 1 946) . Belgelerde de ( 19 1 8 Kafkasya faslı) adı geçen b u subay 1 9 1 8'de Baltık Tümeni ko­ mutanı olarak Finlandiya'daki "Ktzıl Alaylar"a karşı yürüttügü kanlı savaşın ardından "Fin celladı" lakabıyla anılmıştır. Ardın­ dan 1919'da Letonya Sovyet Ordusu'na karşı aynı kanlı savaşı yürütmüş ve binlerce Letonyalı mahkemesiz kurşuna dizdirdi­ gi için tutulur yanı kalmamış ve Ekim 1 9 1 9'da komutanlıgı tes­ lim etmiştir. Weimar Cumhuriyeti'ne karşı kalkışılan ve genel grevle püskürtölen Kapp Darbesi'ndeki görev dagılımında adı müstakbel "Truppanamt Şefi" olarak geçmiş. Bu "Birlikler Da­ iresi", savaş sonrası dagıtılmak zorunda kalınan ordunun yeri­ ne oluşturulan 1 00 bin askerlik birliklerin yönetimi, yani dö­ nemin genelkurmayıdır. Bu Goltz daha sonra Nazilerin yolu­ nu açacak olan Harzburger Front'da Seeckt ile birlikte çalışmış ve 1 93 l 'de N SDAP'nin hükümete alınması için Devlet Başkanı Hindenburg'a yönelik toplu dilekçeyi vermiştir. Şimdi Goltz Paşa'ya geri dönebiliriz. Tarih , felsefe ve sana­ ta da büyük ilgi duyan Goltz, genç subay olarak katıldıgı Prns­ ya-Avusturya savaşında omzundan agır yaralanır, 1 867'de ise Prusya Genelkurmayı'nda görevlendirilir. 1870fl l Fransa Sa­ vaşı deneyimlerinden çıkarak 1877'de Leon Gambetta'nın ba­ şı çektigi düşman direnişini ögünce gözden düşer, genelkur­ maydan uzaklaştırılır ve Prusya Harp Akademisi'nde 1 8781883 arası askerlik tarihi ogretmenligi yapar. 1 883'te yayımla1 26

dıgı Von Rossbach bis ]ena und Auerstadt isimli kitabında Prus­ ya askerlik tarihi üzerinden dolaylı olarak imparatorlugu eleş­ tirince konumu yine sarsılır ve Türkiye'ye gönderilir. Goltz'ün, elimdeki 1890 tarihli 4. baskıyı yapmış Das Volk in Waffen (Si­ lahlı Halk) kitabı da 1 883 yılı Mayısı'nda ilk kez basılmış. Si­ lahlı Halk'ta da Goltz, savaşlann artık bütün halkı saran savaş­ lar oldugunu, bunun için başka düşünülmesi gerektigini, as­ kerin saglıgı, morali gibi faktörlerin çok önem kazandıgını ve subayın bu psikolojiyi aklından çıkarmaması gerekligini yazı­ yor, böylesi bir yıgın savaşındaki yıgın ordusunun nasıl çalış­ ması gerektigini anlatıyor ve bugünün militaristlerine de gön­ derme yapıyor: "Bir gün gelecek ki, biçimler, alışkanlıklar ve görüşlerin yine degişmiş oldugu o gün şimdiki savaşlardaki görünttiler orta­ dan kalkmış olacak. Insan gelecege bakınca, bugünün milyon­ larca askerden oluşan ordularının şimdiki rollerinin kalmaya­ cagı bir zamanı sezinliyor. Yeni bir İskender ayaga kalkacak ve çok iyi teçhizatlı ve talimli erkeklerden oluşan kuçük bir or­ du ile tıpkı Çiniiierin Yeşil Sancak Ordusu gibi sOrekli biiyü­ me çabası içinde giderek dogru sınırları aşıp, iç maharetini yi­ tirmiş ve sayılamayacak kadar büyük, ancak barışçıl bir dar ka­ falılar surüstine dönüşmuş olan güçsüz yıgınları önunde süre­ cek." ( Goltz, s. 4)

Orhan Kologlu'na göre bu kitap Türk subay çevrelerinde bü­ yük yankı uyandırmış, 1884'te Millet-i Müsellaha olarak çevri­ ten bu kitap onlarca(? ! ) baskı yapmış, Hanioglu'na göre ise as­ kert okulda subaylara tavsiye edilmiş, Ahmet Rıza ve Ali Fuad tarafından analiz edilmiş (Dündar, Modem . . . , s. 66) . Bu kitabın Almanca 2. baskısının önsözünün Kasım 1883'te Istanbul'da yazıldıgını görüyoruz. Goltz, artık Istanbul'daki Kahler Misyo­ nu üyesidir. Türkiye'deki misyon başkanlıgı ( 1 885'ten itibaren) döneminde Goltz, emrine verilen 30.000 marklık örtülü öde­ negi, silah siparişleri kapmak için "bakşiş" olarak kullanmıştır. Goltz Paşa 1 909'da az daha şansölye olacakmış. Bülow'un ar­ dında bıraktıgı harap politikayı yeniden biraz yoluna sokacak 1 27

serinkanlı bir şansölye arayışında Wilhelm, Temmuz 1909'da Bethmann Hollweg ile Goltz arasında sallanmış. Gönlü Goltz'ü istemiş ama ingilizlere sempati duyan jöntürkleri etkilemek amacıyla, istanbul'daki 3 1 Mart isyanı'ndan kısa süre son­ ra Mayıs ayında istanbul'a yollanan Goltz'ün misyonuna çok önem verdigi için, Bethmann Hollweg'de karar kılmış. Sonradan Almanya'ya dönen Goltz , emekli olduktan son­ ra 1 9 l l 'd� militarist egi timli gençlik örgütlerini Bund jung­ deutschland isimli bir çatı örgütü altında toplar. Benzer bir ör­ güt sonradan Türkiye'de de 12 yaştan büyük çocuklar için En­ ver takımınca kurulacak ve Bronsart Paşa bu örgüt için Alman­ ya'dan subay getirlecektir (B, 22. 1 1 . 1 5 ve Wallach, Anatomie ... , s. 183 ) . Savaşın başında yeniden göreve dönen Goltz , 23.08 . 1 9 1 428. 1 1 . 1 9 1 4 arasında Belçika Genel Valiligi yapar. Burada Al­ man işgalcilerin yeriilere reva gördükleri muamele ile hemfikir olmadıgı için görevden alınmasını ister. Wangenheim'ın liman von Sanders'in ayagını kaydırmak için yaptıgı öneri üzerine is­ tanbul'a yollanır. Bu tayin, askeri çevrelerde artık çok yumu­ şak bulunan Goltz'e karşı bir "wegloben" (birisini överek uzak­ laştırmak) olarak degerlendirilmiş. Goltz, Türkiye'de de Liman von Sanders'e diş geçiremeyince, Enver tarafından aynı mua­ meleye tabi tutularak Irak cephesine yollanır. Hindistan'ın ka­ radan fethi fikrinin sancaktarlanndan olan Goltz'ün 73 yaşında "Hindistan yolunda" tifüsten ölüp gitmesi, acı bir ironi içerir. Eklemek gerekir ki, Goltz'ün yollarda karşılaştıgı "tehcir" kafi­ lelerine karşı tavn üzerine çok çelişkili ifadeler var.

Diplomasi Savaş öncesi Almanyası'nda üst diplomat kadrolannın tümü , bir istisna hariç, aristokrat kökenlidir. Alt diplomat kadrola­ n ise subaylar veya "bir yıllık sınavı"nı başarmış burjuvalar­ dan, orta haliiierden devşirilir (Schreiner, s. 67) . Bu tür subay­ istihbaratçı-diplomatlara belgelerde sık sık rastlanz (Anders, Scheubner-Richter, Nadolny, Deutelmoser vb. ) . 1 28

Bunlardan tipik bir örnek olarak Rudolf Nadolny'yi alabili­ riz. Belgelerde birkaç kez Başkarargah Politik Daire Şefi Yüz­ başı Nadolny olarak adı geçen bu istihbarat uzmanı, Alman­ ya'daki Ermenilerin takip edilmesinden Kafkasya'daki kimi Rus cephane fabrikasının havaya uçurulmasına, Iran ve Afga­ nistan'daki "devrimci" eylemlerin örgütlenmesinden savaş son­ rası Türkiye Cumhuriyeti'nde ( 1 924- 1932 arası) Ankara Bü­ yükelçiligi'ne dek birçok görev üstlenmiştir. Büyükelçilik dö­ neminde Almanlara soguk davranan Mustafa Kemal'in gönlü­ nü almak için, Philipp Holzmann Şirketi'nce düzenlenen An­ kara çiftligine Almanya'dan özel fidanlar da getinmiş (Nadol­ ny, s. l lO) . 1929'da Ankara'ya getirttigi Dr. Schacht aracılıgıy­ la, Türkiye Merkez Bankası kuruluşuna da el atmaya çalışmış (a.g.e. , s. 1 1 2). Türk Genelkurmayı'nın casus teşkilatını Alman Albay Ni­ colai'a (bu Nicolai büyük olasılıkla Vierbücher'in, bu kitabın önsözünde andıgı sansür subayı N icolai'dır. Walther Nicolai, 1926'da MlT'in danışmanlıgını yapmış ve bu "hizmet" karşılı­ gında 100.000 lira almıştır. Türkiye'de "Nicolai Paşa" diye anı­ lan bu istihbaratçı daha sonra da Alman demokrasi güçlerine karşı faşist Hitler rejiminin istihbarat agının kurulmasında aktif rol oynamıştır) kurdurttugunu da vurgulayan Nadolny, Birinci Dünya Savaşı sonrası işsiz kalan birçok Alman subayının Tür­ kiye'de görev aldıgını, Yıldız Harp Okulu'nda Alman ögretmen­ lerin ders verdiklerini, donanmada Alman subaylannın çalıştı­ gını, Kütahya-Balıkesir ve Kayseri-Ulukışla demiryollarının ya­ pım sözleşmesine de kendisinin aracılık ettigini yazıyor (a.g.e., s. 1 04- 1 05). Dogu Prusyalı 1 2 çocuk sahibi bir küçük çiftçi ailesinin og­ lu olan Nadolny, diger 5 erkek kardeşi gibi okutulmuş. Königs­ berg'deki hukuk ögrenimi sırasında "can sıkıntısından" Ingilizce, Rusça ve Fransızca ögrenmiş ve bu diller sayesinde Dışişleri Dai­ resi'nde 1902'de işe girebilmiş. Otobiyografısinde Nadolny, Wil­ helm Almanyası diplomatik aparatında üç karlyer yolu sayıyor: l) Asıl diplomatlar yüksek okul (hukuk vs. ) mezunu ve su­ baylardan seçiliyor. Bunlar istisnasız zengin aile çocukları , 1 29

çünkü ataşelik işine başlayabilmeleri için, 1 5 .000 marklık yıl­ l ık gelir göstermeleri gerekiyor. Ü ç yıl ataşelik görevinden son­ ra diplomatlık sınavına girebiliyorlar, başaranlar müşavir (Le­ gationssekreta.r) ve daha sonraki yıllarda da yüksek diplomat olabiliyorlar. 2) Yüksek konsolosluk memurları : Bunlar parası az olan aristokratlar veya burjuvalardan seçiliyor. Yüksek kademe namzedi (assessor) olarak başlıyorlar. Aylık 1 80 mark maaş. İngilizce ve Fransızca sınavını başardıktan sonra yurtdışı hiz­ metine gidebiliyorlar. Sonra konsolos, başkonsolos ve çok ileri­ de belki Latin Amerika'da küçük bir elçilik görevi alabiliyorlar. 3) Çevirmenler (Dragoman): Bunlar Oryantal Seminer'de or­ yent dillerini ögreniyorlar, ayrıca bu ülkelerdeki kapitülasyon­ lar, yasalar hakkında egitim görüyorlar. Yurtdışında uzun hiz­ met sonrası konsolos o labiliyorlar. Nadolny, Dışişleri Dairesi'ndeki kartyerine Suçlu Mübade­ leleri Dairesi'nde Kont Schulenburg (Kafkasya ve Gürcistan'da görevli casus-konsolos olarak belgelerde adı geçiyor, 1 944'te Hitler'e karşı düzenlenen Stauffenberg Suikasti davasının ar­ dından kurşuna dizilmiştir) ile "assessor" olarak başlar. 19071 908'de Dogu Avrupa Ticaret Masası'ndaki görevinin ardın­ dan Kiderlen-Wachter tarafı ndan Iran sınırına gönderilir. Savaş başlayınca Yarbay Deutelmoser tarafından istihbarat bölümüne sokulur ve Başkarargiih Politika Seksiyonu Şefi olur. Sorumluluk alanı, lrlanda, Finlandiya'dan Fas, Libya, Mısır ve Hindistan'a dek uzanır: "Ben OHL'de Politik Bölüm' e baglıydım ama çok geniş yetkile­ rtın vardı . Bu yoldan DD ile çeşitli müş kül harekatı yönettim, amaçlanın için gereken bütün subay ve birlikleri isteyebili­ yordum ve OHL Şefi'ne dogrudan brifing veriyordum. Burada yaptıgım deneyimlerden diyebilirim ki, bu kadar çok Almanın en tehlikeli işler için gönüllü başvuruşları göz yaşartıcı idi . . . DD'de benim iş ortagım müşavir [Legationsrat) v. Wesen­ donk idi. Ondan gelen direktiDerin hepsi bilgime sunuluyor­ du . . " (a.g.e., .

1 30

s.

40) .

Nadolny'nin anılarından, Wilhelm Almanyası'nın hırslı ey­ lemlerinin, "hop deli-hep deli" sözleriyle ifade edebilecegimiz çig telaşının, tıpkı tüm savaş planlan gibi, ne denli derme çatma bir örgütlenme ve saçma "istihbarat" bilgilerine dayandıgı görü­ lüyor. Nadolny, ABD etkisindeki 1955 Federal Almanyası'nda yayımladıgı anılannda , "O zaman henüz tarafsız olan Ameri­ ka, düşman güçlere silah sevk ediyordu ve bunun için orada ba­ zı sabotaj eylemleri yapıldı . Bunları ben örgütlemedim, çünkü ben uluslararası hukuk kurallarının izindeydim" dedikten son­ ra, bir sabotaj emrinde onun imzasının çıktıgını (ABD'deki as­ keı1 ataşe v. Papen'e giden sabotaj emrinde Nadolny imzası var­ mış) ama kendisinin mahkemede bu imzayı bir türlü hatırlaya­ madıgını söylüyor ve ekliyor: "Her halukarda Amerika'daki sabotaj eylemlerinde bir rolüm yoktu. Buna ka rşı n Ochta'daki Rus barut fabrikasının imhası­

nı, ki orada ki mse yaralanmamıştı, örgütlernekten suçlu oldu­ gumu itiraf e diyo ru m Bu nedenle General v. Falkenhayn bana .

Demirhaç Madalyası'nı, 'Babavatanın size çok borcu var ! ' söz­ leriyle taktı." (a.g.e., s. 40)

Sonra hukuk ilkelerinin pek takılmadıgı yörelere geliyor: "Senussi'ler [ libya'da etkin olan bir aşiret - S.D. ] , kendi bölge­

lerinde Mannesmann kardeşlerden birince işlenecekti. Ne ya­ zık ki, o, Trablusgarb'e yolculugu sırasında hayatıyla oynadı ve vurularak öldürüldü. Arabistan'daki harekatımız şanssızlık yıldızının altınday­ dı. Bize akıcı Arapça konuşan ve Arap kıyafetleriyle Mekke'ye gitmek ve orada cihat vaazı vermek isteyen bir adam başvur­ du. Sırhistan yolu kapalı oldugu için Hollanda üzerinden, bir Hollanda gemisiyle lstanbul'a gitmesi öngörüldü. Ona Hollan­ da Hatlan'ndan bir bilet aldık. Birkaç hafta sonra, kararlaştın­ lan yol üzerinden bize İstanbul'dan, yol izlenimlerinin yer al­ dıgı bir rapor ve Şam'dan başka raporlar geldi. Sonra aniden Hollanda gemi şirketinden kullanılmayan biletin ne yapılaca­ gı konusunda bir soru geldi. O zaman, bu adamın hiç yola çık131

madıgı. ve Riesengebirge'de huzur içinde yaşadıgı. ve raporla­ rını oradan yolladıgı. ortaya çıktı. Sonra Şam'a başka bir beyi yolladık ama o da oraya vardıktan kısa süre sonra öldü. Zaten cihat propagandasında hep şanssızdık. Müslüman halklar bu­ nu pek dikkate alrnadılar, oysa bunu Türk sultanı ilan etmişti. Hindistan'ın tehdit edilmesi ise başka bir konuydu. Bu en başta, Amerika'dan, ülkelerinde isyan vaazı veren Hintli ög­ rencilerce oluyordu. Bundan başka Enver Paşa ile kararlaştın­ lan, Afganistan üzerinden bir eylem başlatıldı. Afganistan eks­

pedisyonu [seferi, sefer grubu, birligi - S.D. 1 , Romanya üzerin­

den Türkiye'ye gitti ve orada teçhizatını bekliyordu. Bu arada kimi grup üyeleri, İstanbul lokallerinde dolanmışlar ve gizlili­

gi öyle açıkça zedelemişler ki, bunlardan hem İngilizlerin ve hem de Rusların bütünüyle haberleri oldu. En sonunda teçhi­ zat geldi ve ekspedisyon Bagdat'a gitti. Orada yönetim için bir kavga çıktı ve bunun sonucu yönetimi Üstegmen Niedenneyer üstlendi. " (a.g.e., s. 4 1 ) .

Bütün b u "çocuksu" havaya sokulan anlatım boyunca göz­ lemlenen "sevimlilik" , bu eylemlerin kanlı sonuçlarını düşü­ nünce siliniveriyor. Milyonlarca insan işte böyle adamların eli­ ne teslim edilmişti. Nadolny, DD Müsteşarı Zimmermann görevden alınınca, onun yerine gelen Kühlmann ile anlaşamadıgını, daha ön­ ce İstanbul'da da onunla çatışmış oldugunu yazıyor (a.g.e., s. 56) . Kühlmann, Nadolny'nin bol içki ve ziyafetli Brest-Li­ towsk sefasına son vermiş, yerine Rosenberg'i yollamış. Na­ dolny de Kühlmann'ın Romanya'daki görevi sırasında, "bir Al­ man diptomanna yakışmayacak bir hayat" sürdürdügünü ya­ zıyor (a.g.e., s. 60) . Nadol ny, tam Stinnes ve Discontogesellschaft (Salomon­ sohn) ile Rusya'da bir şirket kurmaya hazırlanırken, OHL ile Alsas-Loren yüzünden çatışan Kühlmann'ın yerine Amirat v. Hintze getirilir, Nadolny de DD'de kalır (a.g.y. ) . Bazı Alman subaylarının savaş günlüklerini inceleyen Ober­ haus, örnegin sabık Kahire Konsoloslugu Dragomann'ı Curt 1 32

Prüfer'in deneyimlerini anlatıyor. Prüfer savaş başlayınca Op­ penheim'ın kadrosunda, sonra da Kress v. Kressenstein'ın Sü­ veyş seferinde görev almış. Bunların Mısır'da casusluk yapsın diye Şam ve Kudüs'ten topladıklan adamların hemen hepsi, muhtemel masrafları için yüklü miktarlarda harcırab aldıktan sonra bir daha görünmemişler (Oberhaus, s. 14). Göben'de görevli Ü stegmen Kaptan Hilgendorrun 1 9 1 4'te Filistin'deki Alman kolonyalistlerden kurdugu "sabotaj grubu" öyle patıruh bir "gizlilikle" hazırlanmış ki, sonunda Ingilizierin aldıkları önlemler karşısında başarısız kalmışlar (a.g.e., s. 1 5) . Oberhaus'un maceracı olarak niteledigi Hilgendorf üzerine Dı­ şişleri Bakanlıgı'nda da bazı belgeler var. Daha 1 9 1 3 Adana­ Mersin ziyareti sırasında yazdıgı sayfalar dolusu, "Müslüman­ ları ne denli iyi anladıgını, ne becerikli biri" oldugunu "hiç bel­ li etmeden" anlattıgı raporlar var. Bir de bu Hilgendorfun "aklı dengesinin yerinde olmadıgının" iddia edildigi başka raporlar. Bu Hilgendorf, Göben'deki Alman ve sonradan komutanı oldu­ gu Yadigar'daki Türk bahriyelilere karşı da sadece bagırıp çagı­ rarak hükmettigi için Amiral Souchon tarafından, "orada her­ halde bir Türk veya Ingiliz kurşunu ona denk gelir" sözleriy­ le Süveyş'e yollanır. Buradan da sag dönmeyi başaran Hilgen­ dorf, Istanbul'da bir otelde 8 Mart 1 9 1 5 günü kafasına sıkugı bir kurşunla intihar yolunu seçer (Langensiepen , Nottelmann, Krüssmann, s. 1 5 ) . Alman diplomat kadrolan üzerine Bismarck'ın oglu ve özel sekreteri Herbert Bismarck'ın bir gün meyhanede, aristokrat bir tegmenin diplomatlık niyeti üzerine sarf ettigi şu sözler de bir fikir verir: "Herif 6 ayaktan uzun, iyi kafa çekebiliyor ama yine de ayık ve bunun dışında da yakışıklı görünüyor. Yani onu hemen diplomatik hizmete alabiliriz. " (a.g.e., s. 68) . Bu uzun boy, yakışıklılık ve içkiye dayanıklılık meziyetlerine Türkiye'deki diplomatlarda "yaşını, başını almışlık" da eklen­ miş olmalı. Şark insanının "yaşa hürmet" alışkanlıgından Al­ man diplomasisinin haberi vardır ve buna bazı raporlarda işa­ ret edilir. Genç Ittihatçı kadroların, yöneticilerin etkilenme­ sinde bu özellikle dikkate alınmıştır. Istanbul'da görev yapan 1 33

tüm diplomat, gazeteci-istihbaratçı kadroların Türk yöneticile­ re karşılık "abi, amca" havalarına girmeleri ve bu yaş avantajı­ nı her fırsatta alabildigine kullanmış olmalan olasılıgını unut­ mamak gerekir. Schreiner'e göre Alman diplomasisinin militaristleştirilmesi, ilerideki çelişkilerin de kaynagı olacaktır. Bir yanda militariz­ me uygun, yayılmacı, saldırgan tavır ile diger yanda dünya gör­ müş, hatta gittigi ülkelerde ticari ilişkilere, borsacılı k gibi işlere girmiş, oralardan eş almış diplomatlann uzlaşmacı, uluslarara­ sı normlan dikkate almaya, sivil yaşam kurallanna uymaya yat­ kın tavn sürekli bir çatışma içinde olacaktır. Alman diplomasisindeki bu iki tavnn temsilcileri, iç politika­ da ortaya çıkan benzer çelişkilerin taraftarları olarak birbirleri­ ne karşı kıran kırana bir mücadele yürüteceklerdir. Bu mücade­ lede çok diplomatta her iki egilim de ortaya çıkacak, zaman ve duruma göre bir yan agırlık kazanacak, bu da bu iki egilim ara­ sındaki sınırlan akışkanlaştıracaktır. tki egilim, Alman çıkarları, "üstünlügü" söz konusu oldugunda kolayca bütünleşiverirler, hepsi Kayzerlerinin diplomaudır. Belgelerde jagow ile Zimmer­ mann, Wangenheim ile Metternich, Kühlmann veya Bernstor­ ff arasındaki fark veya benzerlikleri, bunların Ermeni sorununa yaklaşımlanndaki farklan ancak böyle açıklayabiliriz.

Wilhelm Almanyası diplomasisinde ve Türkiye'de etkin olan belli başlı diplomatlar: Alfred v. Kiderlen-Wachter ( 1 852- 1 9 1 2 ) : 1 870/7 1 Fran­ sa Savaşı'na gönüllü olarak katılmış, sonraki hukuk ögreni­ mi sırasında ırkçı ögrenci birliklerinde aktif rol ve sonra dip­ lomat kariyeri. 1 886'da (yani Goltz'ün de İstanbul görevi sıra­ sında) Istanbul'da Büyükelçilik Müşavirligi, sonra DD'de or­ yent uzmanı. Kladderadatsch dergisi redaktörünü, Wilhelm'le dalga geçtigi için çagırdıgı bir düelloda omzundan vuronca 4 ay zindan cezasını iki hafta yatarak atlatır, karlyerine devam eder. Maço agzını Wilhelm konusunda da tutamayan Kiderlen­ Wachter, 1 898'de Bükreş'te kızaga çekilir ve ancak 9 yıl son1 34

ra l 907'de yeniden aktif göreve, hastalanan Istanbul Büyükel­ çisi Marschall'in vekili olarak döner, Bagdat Hattı müzakerele­ rini yürütür. Wilhelm'in direncine ragmen l 908'de DD Müs­ teşar Yardımcılıgı'na atanan Kiderlen-Wachter, l 9 1 0'da yine Wilhelm'in direncine ragmen bu kez Bethmann Hollweg tara­ fından müsteşarlıga getirilir. 30. l2. 1 9 l 2'de bir kalp krizi sonu­ cu ölen Kiderlen-Wachter'in, ölümünden kısa süre önce Istan­ bul'daki Babıali baskınına para destegi sözü ile yeşil ışık yakmış olması ihtimali çok yüksektir (B, 5.2. 1 3 ) .

G ottlieb v . jagow ( 1863- 1 935): Aristokrat kökenli. l 1 .0 1 . 1 9 1 3-22. 1 1 . 19 1 6 arasındaki D D Müsteşan . DD'deki "utangaç" sivil kanadın tipik temsilcisi. Bütün "utangaçlıgına" ragmen, Osmanlı'nın paylaşım planında Almanya'nın "hak" iddiasını, çıkar bölgelerini formüle etmekten geri kalmaz (B, 28. 7 . 1 3 ) . Tirpitz-Ludendorff fraksiyonunun dayattıgı sınırsız denizal­ tı savaşına karşı çıktıgı için görevden alınır, yerine Zimmer­ mann getirilir. Arthur Zimmerınann ( 1 864-1 940): Dogu Prusyah bir tüc­ car çocugu . 1 897- 1 902 arasında Çin'de Boksör Isyanı sırasın­ daki "hizmetleri" nedeniyle madalya alıyor. 1 9 1 1 - 1 9 1 6 arası DD Müsteşar Yardımcısı. Tirpitz fraksiyonuna yakın bir isim. jagow'dan sonra DD Müsteşan. DD Müsteşarhgı'na gelen ilk kentsoylu. Ocak 1 9 1 7'de yolladıgı bir telgrafta Meksika ile ja­ ponya arasında bir ittifak ve ABD'ye karşı bir kara savaşı öneri­ yor (Politik im Krieg içinde, Katz, s. 133) . Telgraf hattını kon­ trol eden İngiltere'nin bunu ABD'ye bildinnesi üzerine skandal yaşanıyor. Bu , ABD'nin savaş ilanını hızlandıran bir etken olu­ yor. Bu olayiann ardından 06.08. 1 9 1 7'de müsteşarlıktan istifa ediyor. Richard Andrews'e göre Zimmennann, ünlü Alman si­ yonistlerinden biriymiş (Andrews, s. 337). Fischer'e göre Arthur Zimmennann, İngiltere ile Rusya'nın aynı anda yıkılınası gerektigi inancındadır. Berlin'de dogu ve batıya pençe atma görüşünün motorlarındandır. 1 9 1 0'da dü­ men başına geçen yeni neslin tipik temsilcisidir. Bülow, Zim1 35

mennann'ı Tirpitz'e Çin'de yardımcı olması için vermiş, ya­ ni bu ikisinin arasındaki yakınlık oralarda başlamış. Savaşın ilk aylarında, Wilhelmstr'deki DD'nin başındaki tek yönetici odur, çünkü Bethmann Hollweg ve jagow sürekli başkarargah­ ta Wilhelm ve generallerle birliktedirler. Sivil yönetirnde Beth­ mann Hollweg ve jagow ile pek uyuşamayan Wilhelm'in en gü­ vendigi elenıandır, çünkü "ateşli, bıçkın ve kararlı. " (Fischer, Griff .. , s. 1 '! 1 )

Adolf Marschall v . Bieberstein ( 1 842-1 9 1 2 ) : 1 9 1 2'ye dek Istanbul büyükelçisi . Doguya Alman yayılması ve Bagdat Hattı stratejisinin hızlı temsilcilerinden. Istanbul'dan sonra Mettemich'in yerine gönderildigi Londra Büyükelçiligi'ni kısa süre yürütebiliyor. Ölümünden sonra yerine Uchnowsky geti­ riliyor. Hans v. Wangenheim ( 1859-19 1 5): 1 9 1 2- 1 9 1 5 arası Istan­ bul büyükelçisi. Bu görevden önce Latin Amerika'da (Aıjantin, Meksika vb. ) ve Fas'ta diplomatik görevlerde bulunuyor. Sa­ vaş partisinin Zimmernıann çizgisindeki hızlı bir temsilcisi. Is­ tanbul'daki yardımcıları Talat'a yakınlıgı ile bilinen Weber, Dr. Zimmer ile askeri ve donanma ataşeleridir. Heyecanlı, entrika­ cı, bıçkın yaşamına kalbi ancak 1 9 1 5'e dek dayanacaktır. Me­ zarı Tarabya'daymış. Wangenheim üzerine Donanma Ataşesi Humann'ın tasviri ("göçebe sanatçı dogalı, yabani, ani kararlar veren bir zorba" vs.) ilginçtir (B, 27. 1 1 . 1 5 ) .

Paul v . Wolff-Mettemich ( 1 853-1934): 1 90 1 - 1 9 1 2 ara­ sı Londra Büyükelçisi. Raporlan ile sürekli olarak Ingiltere ile barış yönünde Berlin'i etkilerneye çalışır, donanma planlan­ na karşı çıkar. Mettemich'in bu yöndeki raporları, Londra'da­ ki Donanma Ataşesi Wilhelm Wiedenmann tarafından sürek­ li torpillenir ve bu çatışma sonucu Mettemich, 19 1 2'de gö­ revden alınır. Mettemich: "Benim tavnmın majestelerince tu­ tulmadıgını biliyorum . . . Ama başka türlü rapor verirsem, ta1 36

rihi yanıltmış olurdum ve ben inancımı, hükümdanının be­ genisi için de olsa satamam. " (Ludwig, s. 402) . Yerine Mayıs 1 9 1 2'de, savaş partisinden, eski Istanbul Büyükelçisi Marschall von Bieberstein getirilir. 1 9 1 5'e dek kızakta tutulan Mettemi­ ch, Wangenheim'ın ölümü üzerine Istanbul büyükelçisi yapı­ lır. Istanbul'da da Alman-Türk savaş partisinin işine gelmeyen bir politika tutturup, Ermeni "tehciri" üzerine gerçekleri fazla vurgulamaya başlayınca Enver-Lossow kligi tarafından 3 Ekim 1 9 1 6'da görevden aldınlır. Fazla insan içine girmeyen, bunun yerine balkonundaki çiçeklerle ugraşmayı yegleyen ama borsa­ da hisse senedi ticaretinden de geri kalmayan ve sabahleyin el­ çilik bahçesinde yatak kıyafetiyle gezdigi için de Humann-Los­ sow-Enver kligince eleştirilen tam bir sivildir.

Richard v. Kühlmann ( 1873-1948): Istanbul dogumlu olan Kühlmann'ın babası 1892 yılında "asil" olmuş ve Istanbul'daki Anadolu Demiryolu Şirketi'nin Genel Müdürlügü'nü yapmış­ tır. Rusya, Fas vb. görevlerden sonra 1908- 1 9 1 4 arası Londra Büyükelçiligi Müşaviri. Mettemich ve Lichnowsky gibi Ingilte­ re ile uzlaşma yanlısı, yani Tirpitz-Ludendorff kligini rahatsız ediyor. 1 9 1 6 Ekimi Mettemich'den boşalan Istanbul Büyükel­ çiligi'ne geliyor, ardından Zimmermann'ın yerine DD Müsteşa­ n oluyor, Wilhelm'in de bilgisi dahilinde Ingiltere ile gizli gö­ rüşmeleri başlatıyor ama Başkarargiih tarafından önü kesiliyor. Ludendorff ile çatışmadan sonra 09.07. 1 9 1 8'de istifaya zorlanı­ yor. Hitler'e yapılan suikastın ardından bütün anılanna ve özel dokümanlarına el konmuş.

johann v. Bemstorff ( 1 862-1 939): Babasının Londra sefareti sırasında Londra'da dogmuş, 1908- 1 9 1 7 arası ABD büyükelçi­ ligi yapmış. Sınırsız denizaltı savaşına dek ABD'nin savaşa gir­ mesini önlerneyi başaran Bemstorff, Alldeutsch ve savaş par­ tisinin ana hedeflerinden biri oluyor. 1 9 1 7'de Kühlmann'dan sonra Istanbul büyükelçiligine getiriliyor ve Filistin Yahudile­ rinin Cemal Paşa tarafından imhasını Falkenhayn'm da deste­ giyle önlüyor. Savaş sonrasında da liberal politikada aktif. Na1 37

zilerio başa gelmesi üzerine Almanya'yı terk edip, ısviçre'ye yerleşiyor. Konstantin Hermann v . Neurath ( 1 873-1 956): 1 9 1 4- 1 9 1 6 arası Istanbul Büyükelçilik Müşaviri. l932'de Franz v. Papen tarafından kurulan "Baronlar Kabinesi" nde Dışişleri Bakanı oluyor, ondan sonraki hükümetlerde de bu mevkide kalıyor. 1937'den itibaren SS ve NSDAP üyesi . Savaş planlanndan ra­ hatsız olunca l 938'de yerine Ribbentrop getiriliyor. 1 939'da Bohemya Genel Valisi yapılıyor. SS karlyeri sürüyor. 1945 En­ ternasyonal Nümberg Mahkemesi'nde 1 5 yıl ceza alıyor, Hess ile birlikte yauıgı Berlin-Spandau'dan 1954'te salıveriliyor.

Gerhard v . Mutius ( 1 872-1 934): 1 9 1 1 - 1 9 1 4 arası lstanbul Büyükelçiligi Müşaviri . Felsefe üzerine kitap ve makaleler yaz­ mış. Bethmann Hollweg'in kuzeni ve en yakın adamlanndan. Ingiltere'yi örnek alıp Güneydogu Avrupa'da kültürel yayılma öneriyor (Fischer, Griff . , s. 3 1 7). .

1 38

4

••ooğuya Arzulu Tazyik••

ve

Bağdat Hatti

Almanya'nın Hindistan'a karadan yürüme stratej isi "Drang nach Osten" sloganıyla dile getirilir. Burada "Drang" tazyik, teşvik, tahrik, güdü , saik, dürtü , şiddetli arzu , heves, iptila vb. anlamlara gelir. Buradaki kullanılışında "şiddetli arzu" olduk­ ça uyuyor ama bu arzu , güdü sadece öyle kalmıyor, bu yöndeki somut adımlarla, alabildigine arsızca bir sızma, baskı, iteleme, kakalama ve zorla dayatma ile kol kola gidiyor. Bunun için bu­ nu oldukça insaflı bir şekilde "arzulu tazyik" olarak çevirdim; insaflı, çünkü bu "tazyik" , yerli işbirlikçilerin yardımı ile aleni bir ırza geçme eylemine dönüşecektir. Alman-Türk ilişkilerinin köklerine bakan Rathmann, daha 1 6 . yüzyılda johannes Löwenklau isimli bir hümanistin Türk kaynaklanndan Türk tarihi üzerine bilgileri Almanya'ya getir­ digini yazıyor. Goethe'nin çok saydıgı Baron joseph v. Ham­ mer-Purstall 1 9 . yüzyılda Türkoloj inin kurucusu sayılıyor­ muş. Heinrich Schliemann, Homer'in Ilion'unu (Troya savaş­ larının geçtigi yer) bulan adam olur. Karl Humann, Berga­ ma'daki Helen kültürünü ortaya çıkarır. Theodor Wiegand, Dünya Savaşı'nın ortasında Didim Apollo Tapınagı'nı; Hugo Winkler, Hitit Başkenti Bogazköy'ü bulurlar. (Rathmann , Ber­ lin-Bagdad, s. l l ) . 1 39

Karl Humann'ın oglu donanma subayı Hans Humann ( 18781933 ) , çocuklugunu İzmir'de geçirdigi için Türkçe bilmektedir ve daha sonra Enver'in en yakın dostu olur. Hans Humann, Is­ tanbul'daki askeri temsil-iletişim gemisi (istasyoner) Loreley'in kaptanı olarak Göben entrikasının örgütlenmesi ve Türkiye'nin bu yolla ateşe atılmasında Tirpitz fraksiyonunun Istanbul'daki dayanagı olacak, savaş boyunca Enver-Talat diktatörlügünün ayakta kal�sı için elinden geleni yapacaktır. Osmanlı Ermeni­ lerinin imhasım, savaştan sonra yönettigi Deutsche Allgemeine Zeitung'da haklı göstermeye çalışmıştır. Bu gazete Humann'ın yakın ahbabı Stinnes'e aittir. Humann, daha sonra da Hitler fa­ şizminin önde gelen bir danışmanı olmuştur. Rathmann'a göre emperyalist yayılmanın başlıca özelligi olan, zayıf ülkeye önce tüccann, sonra askerin girmesi alışkan­ lıgı Almanya-Türkiye ilişkisinde tersten işlemiş, Türkiye'ye ön­ ce asker girmiştir. Daha 1 798'de Prusya Albayı v. Götze, Sultan'ın istegi üzerine Osmanlı ordusunu gözden geçirir. Savaşı, Tann'nın dünya dü­ zeninin bir parçası sayan Helmuth v. Moltke, 6 aylık bir oryent seyahati için izin alıp lstanbul'a gider. Orada Serasker Mehmet Hüsrev Paşa'nın dikkatini çeker ve önce baritacılık ve yerel bir­ lik danışmanlıgı ile başlattıgı misyonunun süre ve çerçevesini giderek genişletir, 1835- 1839 arasında tam dört yıl Türkiye'de çalışır (Wallach, Anatomie. . . , s. 18). Moltke bu görevi sırasın­ da aktif savaşır da. Bir bölümü Türkçe'de de yayımlanan Molt­ ke'nin mektuplan o dönem üzerine çok aynntılı bilgiler verir. Reşit Paşa yönetiminde savaşan orduda mevcudun 2/3'ünün 2 yılda hastalıktan öldügünü bildirir. Yeni askere alınanlar henüz yeni sindirilmiş Kürt aşiretlerinden alınır. Kaçaklar elleri, ayak­ lar baglı getirilirler ve nöbetçiler düşmana karşı degil, asker ka­ çaklanna karşıdır. Moltke günlügüne şunlan yazar: "Türk ordusu subaylan ne kötü dış görünüş, kötü giysi ne de e�tim yoksunlu� açısından, basit halktan farklı de�l . . . Yüz­ başı da, tegmen de sopa darbesine maruz kalıyor. Albay atla gi­ derken yüzbaşının onun ardında çubu�nu, takkesini taşıma1 40

sı, onun çizmelerini çıkarması ve gerekirse de boyaması nor­ mal. Tıpkısı da ona te�enlerce yapılıyor tabii . . . E�itmenler, sopayı özellikle kendi birliklerinin subaylanna karşı kullanı­ yorlar. Barut deposunda açık ateşle yemek pişirilir, sigara içi­ Ur, dev patlamalardan sonra da 'kader' denir." (a.g.e. , s.

25).

1 839 Nizip Savaşı'nda (Mısır ordusuna karşı) Moltke'nin önerilerini reddeden ordu komutanı, ordu münecciminin ke­ hanetlerine göre savaşır, ordu dagılır (a.g.e., s. 28) . Bu bozgun ve Il. Mahmut'un ölümü üzerine Prnsya subaylan Eylül'de ge­ ri dönerler. Moltke'nin adı Türkiye'de giderek efsaneleşir. Ab­ dülhamid 1880'deki büyükelçi Hatzfeldt'e hali Moltke'yi met­ hetmektedir. Prnsya Albayı v. Kuczkonski, 1 844'te Istanbul polis düzeni­ ni ıslah için görev alır. Osmanlı'nın Alfred Krnpp'a 1873 yılın­ da verdigi silah siparişi, o aylarda büyük bir kriz e düşmüş olan Krnpp Firması'nı iflastan kurtanr. Krnpp aynı toplan bir süre sonra Bismarck'tan kredi alan Rusya'ya da satar ve 1877/78 Os­ manlı-Rus Savaşı, halkiara karşı bir Krnpp savaşı olur. Her iki taraf da Krnpp'un silahlarıyla insan öldürür (Rathmann, a.g.e., s. 1 6- 1 7 ) . Avusturya v e Fransa'yı yenerek askeri gücünü ispatlayan Al­ manya, 1877/78'de Rusya'ya yenilen Abdülhamid için bir alter­ natiftir. Prnsya ordusundaki kadavra itaatkarlıgı, Sultan'ın pek hoşuna gider, bu sempatiyi sürekli yeni dayatmalar, reform ta­ lepleri vb. ile gelen Ingiltere ve Fransa'ya karşılık, Almanya'nın "iddiasız" yaklaşımı da güçlendirir. Abdülhamid'in ısrarlı silah ve subay istemine Berlin'de yapı­ lan bir Bismarck-Moltke-Krnpp ve diger silah sanayicileri top­ lantısından olumlu yanıt çıkar. Bunu 1 882'de Albay v. Kahler yönetimindeki askeri misyon izler. Kilhler, Türkiye'ye gider­ ken general yapılır. Kahler, Moltke'nin yukandaki satırlarından tam 44 yıl son­ ra 20. l l . l 882'de şöyle yazmaktadır: "Son zamanda Moltke'nin Türkiye üzerine mektuplarını yine okudum. Bugünkü koşul­ lar, özünde o zamanki gibi. " (a.g.e. , s. 27) . Kahler işini çok cid1 41

diye alır ve Mısır'la da çatışmaya hazır bir ordu kurmaya çalışır. Bu, Ingiltere'yi kızdırmaktan çekinen Bismarck'ı alarma geçi­ rir, Kahler derhal uyarılır. 1 882 Nisanı'nda göreve büyük şevk­ le başlayan ve en başta üst Türk subay kadrolannca engelleneo Kahler'in mektuplannın giderek karamsarlaşugını görüyoruz. 14.09 . 1 882: "Türkler komik bir halk, hiçbir şey yapmak iste­ miyorlar ama bunu onlara söyleyince kızıyorlar. " 08. 10. 1 882: "Insanlar geyezeliklerinin yarısı kadar da iş yapsalard ı, epey yol alınmış olurdu . " 08. 1 1 . 1 882: "Evet, burası şahane bir ülke , yal­ nız içinde Türkler olmasaydı . " 20. 1 1 . 1 882: "Ben elimden gelc­ ni yaptım ! losanlar onlara verilen ögüdü kabul etmek istemi­ yorlarsa, o zaman kaderlerine razı olsunlar, bu zaten çok ça­ buk gerçek olacak. " (a.g.e., s. 46) . Kahler bu çabaları sırasında tam 400 sayfalık bir Fransızca layiha ile Türk ordusunun nasıl Prusya modeline göre şekillendirilebilecegini anlatır. Bu layi­ hayı Türkçe'ye çevirtir. Abdülhamid bunun üzerine bir komis­ yon kurdurtur. Başkan Gazi Muhtar Paşa'nın yönetiminde hır­ sızlık şaibesi taşıyan bir sürü yüksek rütbeli adam buraya top­ tanır. Kahler, 23 . 1 2. 1 882: " [ Bu komisyon) bir dekorasyon . . . Yüksek rütbe ve madalyalı ve hemen hemen tütün içmekten, kahve içmekten ve arada bir uyuklamaktan başka bir şey yap­ mayan insanlar. " (a.g.e., s. 5 1 ) . Abdülhamid, b u ataleti, Kahler'in adamlarını ona karşı kul­ lanarak da güçlendirir. Ancak diger yandan Kahler'den Alman­ ya'da Türk subayı yetiştirilmesini ister ve bu 1882 sonunda baş­ latılır. Kahler 8 Kasım 1882'deki mektubunda kendine, neden Türklere, bu "çölleştirdikleri, bitirdikleri" ülkede egemenlikle­ rini sürdürmeleri için yardım ettigini soruyor o aslında tam ter­ sini yapmak istermiş ve sonra "ben bu tedirginlikler veya da­ ha dogrusu arzuları, yaptıgirnın babavatanımın yaranna oldugıı düşüncesiyle aşıyorum, onun çıkan, bu düzenin konserve edil­ mesini gerektiriyor" diyor. (a.g.e., s. 6 1 ) . Wallach, Kahler'in bu işi sadece babavatan aşkıyla yapmadıgını, her mektubunda para hesaplannın en başta yer aldıgını ve bu hesapların zaman geç­ tikçe daha çok yer tuttugıınu yazıyor (a.g.e., s. 62) . Benzer para hesaplan Moltke ve Goltz'ün mektuplannda da varmış. 142

1 885'te sözleşmelerin yeniden uzatılınası söz konusu olur. O zamana dek sürekli birbiriyle kavga eden misyon üyeleri he­ men tek vücut olurlar. Goltz k ı zgı n dır (08.06. 1 885) : "Şimdi burada Alman reformculann, Kahler ve kumpanyası­ nın burada kalıp kalmayacakianna çok ilgi var. Bunlar ilk kez tek bir adam gibi birlik gösteriyorlar, yani iş sözleşmelerinin uzatılınasında para, hem de çok para isternek konusuna gelin­ ce. Onların daha iyi muamele de istememeleri beni üzüyor, as­ lında bunun kimseye zararı olmazdı." (a.g.y. )

Kahler 03 . 1 1 . 1 885'te ölüverince yerine Yarbay von der Goltz geti rilir Ve kısa sürede durumu anlar. Günlügünden: .

"Almanya'dan bizi gönderirken, Abdülhamid'in gerçekten mo­ dem görüşlere göre ordusunu yeniden şekillendirmek istedi­ ği sanılıyordu. Ama bu öyle değil! Olay aslında şöyle: 'Efendi­ miz', bir gün bir rüya gördü, Türkiye'de her şey Almanya'daki gibi olmalıydı . Onun için Almanlar getirildi, tıpkı onun sele­ fi Abdul Aziz'in -eğlence olsun diye- kaplanlar, aslanlar, tim­ sahlar getirttiği gibi. Efendimizin canı sıkılınca hemen sayısız ordu reform projelerinden biri çıkarılıyor ve Alman reform­ cuların komisyon toplantılannda görüşülüyor. Bu bir müddet eğlendiriyor. Ondan sonra yine bir kenara konuyor. Biz aslın­ da, majestenin askeri saray palyaçolanndan başka bir şey deği­ liz. Benim buradaki en ciddi rakibim sarayın bir cücesi, o kar­ nından konuşabiliyor ve taklalar atabiliyor - ben bunların hiç­ birini yapamıyorum." (a.g.e., s. 48)

Goltz daha 1 883'te lstanbul'a gelmiş ve Bo gazlar'ın savun­ ma planlanm, silah ve cephanderin yerlerini gösteren harita la­ n DD'ye iletmiştir. Danışmanlık görevi sırasında bir yandan Al­ man silah şirketlerine bol bol sipariş kazanacak, diger yandan da Türk askeriyesini mümkün oldugu kadar sıkı şekilde Prnsya militarizmi ile baglamaya çalışacaktır. Bunun için sadece Tür­ kiye' d eki reform, egitim ile ye tin mez daha çok Türk subayının Almanya'daki egitimini de ö rgü tler Ama yöneuigi askeri okulda bir hafiyenin, sürekli olarak ,

.

143

"Abdülazizci" subay ve ögrenciler üzerine rapor tu ttugunu ve Abdülhamid'in baskısının çekilmez hale geldigini görünce 1884'te istifa eder. Bu olay yabancı basma yansıyınca Abdül­ hamid geri basar, Goltz'ün verdigi mühlet dolmadan okuldaki ·ajanlannı geri çeker. Goltz'ün bu başansı, subay çevrelerindeki saygınlıgını yükseltir (Wallach, Anatomie . , s. 58) . Goltz'e l 886'da Erkan-ı Harb'e girmesi teklif edilir. Sefer­ berlik, opetasyon plancılıgı , askeri egitim görevleriyle Erkan­ ı Harb başkanına baglı kurmay olarak görevlendirilir ama eşit haklara sahip ikinci başkan olmasına izin verilmez. Bu terfi­ ye ragmen çalışmalanna sürekli zorluk çıkanlır, genç subayla­ n egitim için toplaması bile bir sorundur. Goltz, l2 yıllık gö­ revi sırasında 4.000 sayfadan fazla askert egitim malzemesini Türkçe'ye çevirttirip, askeri okulda kullanılmasını saglamış, as­ keri okulda dayak cezasının kaldınlması şartını koşmuş ve ka­ bul ettirmiş, bu da genç subaylarda büyük sempati toplaması­ na neden olmuştur. Wallach, bu sempatinin ilerideki jöntürk rejimindeki Almancı egitimine bir temel oluşturdugunu yazı­ yor (a.g.e., s. 66) . Goltz, 1886'da sözleşmesi bitince görevden ayrılmak ister. Abdülhamid kalması için ısrar eder. Ona güvenini göstermek için Yıldız'daki bahçesinde kaymaya başlayan bir istinat duvan üzerine bilirkişi raporu yazmasını ister. Goltz günlügüne şun­ lan yazar: .

.

"Benim burada dag kayması alanında da bilirkişi yapılmarn çok eglenceli ama ıam bir Sulıan politikası. Bu görevle, büyük beyin benim ögüdüme ne büyük deger biçtigi gösterilmiş ola­ cak ve ben pek mütehassıs olacağım: Bundan başka Abdülha­ mid, bana alışılmış hediyeleri verme fırsatı da bulacak, bunlar karşılığında tabii benden önemli ayrıntılarda tavizler almayı hesap ediyor. . . Aldıgım pırlantalada bezenmiş tütün ıabakası, ıabii şunu demek istiyor: Uslu ol bakayım, istifa dilekçeni geri al ve sözleşmeni uzat ! " (a.g.e., s. 67) .

Gol ız, aynı rütbedeki bir Türk subayının bütün hak ve yetki­ lerinin kendisine de verilmesi ve çalışmalanna müdahale edil1 44

memesi şartı koşar. Abdülhamid, onu razı etmek için ferik rüt­ besi ve dev bir maaş teklif eder. I. Wilhelm'den Goltz'e "Kal!" emri çıkar (0 1 .07 . 1 886) (a.g.e., s. 68) . Goltz sözleşmesini 3 yıl uzatır, misyondaki diger üç su­ bay da dev maaş, ikramiye vb. taleplerini kabul ettirirler. Bu konu yabancı basında bile "şantaj taktigi" olarak degerlendi­ rilmiştir. Wallach, Abdülhamid'in ısrarının ardında, ille de bunların iyi çalışması, orduyu modemize etmek gibi bir derdinin olma­ dıgını, asıl korkusunun Türk ordusunun halini alu yıl boyun­ ca gözlemlemiş olan bu subaylann, bu köhneligi dışarıda an­ latmaları oldugunu vurguluyor. Abdülhamid, Büyükelçi Ra­ dowitz'in başka subaylar gönderme teklifini kabul etmez. Dev boyutlardaki paralar, bir tür sus payıdır (a.g.e., s. 7 l ) .Von Ho­ be ve Ristow isimli subaylar ayda 40.000 frank maaşla görev­ de kalırlar, Kamphoevener de tam gidecektir de hanımı uzun yol giderneyecek kadar hastalanıverir, kalmak "zorunda kalır" . Anlaşılan hanımın nekaheti biraz uzun sürmüş, Kamphövener de müşir olmuş ve Osmanlı'da toplam 27 yıl "hizmet"ten son­ ra 1 909'da emekli olmuş. Kamphövener l l yıl hizmetten son­ ra Abdülhamid'e bir layiha vermiş, yanıt gelmemiş, sonra bu­ nu özedeyip bir daha vermiş. Yine yanıt gelmeyince o da bu­ nu izleyen 16 yıl boyunca "yazısız hizmet" vermiş. Alman su­ baylannın açgözlülügünün dedikodusu Petersburg'a dek gider, oradaki Alman büyükelçisi 07. 1 2 . 1888'deki bir raporla Berlin'i uyarır. Goltz, 1 889'da biten sözleşmeyi yine uzatmak istemez, çün­ kü ordunun modernleştirilmesi ve savaşabilir hale getirilmesi yönünde atmak istediği her adım engellenmektedir. Radowitz de onu bu ısrarında destekler. Yine benzer oyunlardan sonra Bismarck'ın "kal" tavsiyesi ile kalır. Çünkü onun üzerinden Al­ man silah sanayisine dev siparişler akmaktadır. Bu pazara baş­ ka ülkelerin girmemesi için her şey yapılır. Krupp'un binası Is­ tanbul Büyükelçiligi ile yan yanadır. Krupp'un kurdugu acen­ tanın elemanları DD'ye de bilgi verirler (Rathmann, a. g.e., s. 20) . Ristow'un 1 89 l 'de ölmesi üzerine Goltz ve Radowitz te1 45

laşla yeni topçu subay yollanmasını isterler, çünkü bu mevkiye bir Fransızın getirilmesi ve top siparişlerinin Fransız rakipiere kaptınlması tehlikesi vardır (Wallach, a.g.e., s. 75). Krupp'un yanı sıra diger Alman silah firmaları da Türk pi­ yasasına girerler. Türkiye'de "mavzer" diye bilinen tüfeklerin üreticisi Paul Mauser, 1 886 yılında Mahmut Şevket'in de deste­ gi ile Abdülhamid'ten 550.000 tüfeklik dev bir sipariş kopanr. Mauser fıl11\�ının en büyük ortagı Ludwig Löwe'nin şefi lsidor Löwe, bu siparişte Goltz Paşa'dan gelen büyük destegi de vur­ gular (Türk, s. 133) . Bu siparişten itibaren Türk tüfek piyasa­ sında, Alman Yahudi sermayesine dayanan Mauser firması, hep önde gidecektir. Mauser'in Obemdorftaki fabrikasının konugu olan ve Türk subaylanndan oluşan malı kontrol-teslim alma komisyonla­ n da bu şehrin üst tabakasının vazgeçilmez birer üyesi olurlar. 1 887'de yollanan ilk komisyonda en etkin isim Yarbay Mahmut Şevket Bey'dir. Bu subaylar, ziyafet ve balolarda aranan şahsi­ yetler olurlar. Her yılın 3 1 Agustos'unda Oberndorfun Rosen­ berg'in de fişeklerle Sultan'ın tahta çıkış günü kutlanır. Bu eg­ lence ve kutlamalarda Hüseyin Hüsnü, Hayreddin ve lbrahim Bey'ler de gönüllerini Süebya güzellerine kaptım ve orada ev­ lenirler (a.g.e., s. 139) . Abdülhamid de silah ve ragbetten pek memnundur. Mauser ailesine tam 24 madalya verir. Paul Ma­ user'in eşi Marta Magdalena Mauser de bu furyada bir "Nişan­ ı Şefkat" alır (a.g.y. ) . Türkiye'deki ordu ise bilinen raylarda gitmektedir. Kayzer Wilhelm'in 1 889 ziyareti günlerinde orduda biraz canlanma gözlenmiş, sonra her şey yine alışılmış kulvara girmiştir. Goltz 26.08. 1890 tarihli gizli raporunda şunları yazar: "Sultan, sözleşmeler yapılsın diye [ istihkilm çalışmaları üze­ rine ] irade üzerine irade çıkarıyor; Maliye Nazın Agop Paşa . . . bunları bir kenara koyuyor. Aslında ikisi işbirli�i içindeler. Zat-ı Şahane, emirlerini vererek ülke için iyi niyetini göstermiş oluyor ve sessiz sessiz suç orta�ının, bunların uygulanmasını engellerneyi becermesini umut ediyor. " (Wallach, a.g. e., 146

s.

74) .

Radowitz'in halefi Büyükelçi Radolin, 3 l .05. 1 893'te reform­ culann, sürekli olarak frenlendiklerini, ayrıca Goltz'ün, Kamp­ hövener gibilerinin dünyadan habersizlikleri ve ataletlerine eleştirilerini Berlin'e rapor eder ve bu raporda, bundan sonra savaş sonuna dek birçok raporda yer alacak olan "pasif direnç" deyimi ilk kez yer alır. Radolin, 05.07. 1893 raporunda askeri misyonu geri çekmeyi de önerir ama bu konumun başka ülke­ lerin kapacagı korkusu bu adımı angeller (a.g.e., s. 78) . Çevresindeki muhbirlerden ve çıkanlan engellerden bıkan (ömegin Çatalca Hattı'nı kontrole gitmesini, Istanbul'da isyan çı­ kar korkusuna kapılan Abdülhamid engellemiş) Goltz, 1 893'te­ ki benzer bir sözleşme gelgitinden sonra, 1895'te Almanya'ya ge­ ri döner (a.g.e., s. 83) . Abdülhamid'in paranoya ataklan öyle sı­ mrsızdır ki, 1899'da yollanacak iki subayın Istanbul dışında gö­ revlendirilmesi, Alman tarafınca baştan şarta baglamr. Abdülha­ mid bunlann Anadolu veya Rumeli'de çalışmalannı tehlikeli bu­ lur, bunlan Şam'daki 5. Ordu'ya atar (a.g.e., s. 87) . Bu askeri misyondaki subaylardan dogru dürüst bilgi, rapor almak bile bir sorundur. Canlan isterse bir rapor yazarlar, ço­ gunu kulaktan dolma dedikodu bilgileriyle idare ederler. Is­ tanbul'a yollanan sorumlu memur ve subaylar birçok özel işler de çevirirler ve bu ilişkilerden aldıklan güçle Berlin'in emirl�­ rini pek saymaz hale gelirler. Sonunda bunlara Goltz'e düzenli rapor verme talimatı verilir, onlar da bunu Sultan'a sızdınrlar, büyük tepki gelince Berlin bu istemden de geri basmak zorun­ da kalır (a.g.e. , s. 83) . Goltz geri dönünce yerine bir askeri ataşe atama karan alı­ mr. Wallach: "Böylece Türkiye'de Golız'ün mirasını korumak, Alman askeri ataşelerine düştü. Von Morgen, von Strempel, von Leipzig, von Lossow ve Donanma Ataşesi Humann gibi askeri ataşe­ ler, yalnızca Türk ordusu ve filosu üzerine haber verme fonk­ siyonunu degi.l, boşalan mevkilerin doldurulması, Alman en­ düstrisi için her tür silahianma siparişinin kopanlması göre­ vine de dikkat ettiler ve daha sonra da jöntürk devriminin ar1 47

dından, önde gelen şahsiyetlerle kurdukları kişisel ilişkilerle (özellikle von Strempel ve Humann'ın Enver Paşa ile) dognı­ dan etkili oldular. Bagdaı Hattı meselelerinde ve onun Alman mali sermayesine verilmesinde çok canlı etkinlik gösterdiler. Askeri ataşelerin çogunlugu Kayzer'in hasyaverleri olduklan için, dognıdan Kayzer'e yazma haklannın olması, onların ko­ numlanna gözden kaçmayacak bir güç verdi. " (a.g.r., s. 84)

Askeri Ataşe von Morgen manzaradan huzursuzdur. 10.0 1 . 1898 raporunda, Almanya'nın daha çok subay gönderebilece­ gini ama daha iyilerinin seçilmesi gerektigini vurgular, "Türk ordusu bakımevi gibi kullanılmamalı," der. "Türkler böyle şey­ leri çabuk sezer, zarar görürüz," diye uyarır. l 897'de felç olup, 9 aylık Almanya tedavisinden sonra felçli halde "göreve" dön­ mek isteyen Grumbackow Paşa'nın gönderilmesine isyan eder: Buranın "işe yaramaz Alman subaylar çöplügüne döndügü ifa­ de edip", "sakin, iri yarı, işinden anlayan ve Fransızca bilen" su­ bay gönderilmesini ister. Grumbackow Paşa'nın "görev aşkı" öyle yüksektir ki, l 90 l 'de ikinci bir inmeye dek sancagı elin­ den düşürmez (a.g.e., s. 86) . l 900'lü yıllardan itibaren Türk ordusunda Almanya'da egitil­ miş subayların seslerini duyurmaya başladıklan ve orduda bir eski-yeni (Almancı) sürtüşmesinin başladıgı gözleniyor. Sela­ nik 3. Kolordusu üzerine raporunda Yarbay v. Alten, komutan Hayri Paşa'nın "Almancı" lara kötü muamele ettigini yazar. Ayrı­ ca İstanbul'da rahatça yaşayan Alman subaylannın aldıklan dü­ zenli 1 7.400 lira yıllık maaşa karşın, aynı rütbedeki Türk suba­ yının, Trablus'tan Yemen'e dek varan taşra hizmetine karşılık 4.300 lira ile yctinmek zorunda kalması, bir de bunun yansını hiç alarnaması gibi haller reformculara karşı tepkiyi de arttınr. Istanbul'da bu reformculara karşı Türkçe bir bildiri dagıulmış, İngiliz gazetesi Daily Cronicle bunu l 7.04. 1907'de haber olarak vermiş (a.g.e., s. 89) . Türk subaylanndaki bu tepki , Abdülha­ mid'e karşı yükselen isyan havasıyla da kaynaşır ve Jöntürk ih­ tilalinin ardından dogacak anti-Almancı ortamın temelini atar. Almanya Türk donanmasında da aktiftir. l89 l 'de görevden 148

ayrılan Kaptan von Stracke'nin yerine deniz binbaşısı Kalau von Hofe 2 1 .02. 1892'de Istanbul'da göreve başlar. Ü ç yıl sonra 24.000 frank olan maaşını 30.000'e çıkararak sözleşmesini uza­ tır. 1 897'de Yunanistan ile çatışma çıkınca donanınayla Ege'ye çıkması ve Yunan donanmasına saldırması emredilir. Hofe he­ men Abdülhamid'e koşar ve filonun yüzerneyecek halde oldu­ gu n u, bunu savaşa sürmenin "imparatorluga ihanet olacagım" söyler. Wallach: "O zaman insanın, Herr Kalau von Hofe'nin 5 yıl boyunca yüksek maaş karşılıgında ne yaptıgım sorma­ sı gerekir" (a.g.e., s. 103). Bunun üzerine Abdülhamid sorum­ lulugu , Abdülaziz'e karşı ve "donanmanın celladı" olarak bili­ nen yandaşı Bahriye Nazırı Hasan Paşa'ya verir. Hofe istifa edip memleketine döner. Alman tersaneleri bu dönemde Türk gemilerinin bakım işini halyaniann elinden kapmışlar. Gemiler Kiel'e bakıma yollanır, bu bakım işinin başında da Kalau v. Hofe vardır. Istanbul para yollamayınca mürettebat Kiel'de aç kalır (a.g.y.) . Yine Hofe döneminde yaşanmış ilginç bir başka olay daha var. 1895'te Kayzer Wilhelm Kanalı'nın açılışı şenliklerine bü­ tün milletlerden bir gemi davet edilir. Ama Osmanlı'da Kiel'e dek erişebilecek gemi bulmak zordur. Sonunda yandan çarklı " Fuad" isimli bir gemi bulunur, boyanır ve şenlikten üç hafta önce yola çıkarılır. Ancak "Fuad" şenlik bittikten üç gün son­ ra Kiel'e varabilir. Bütün diger gemilerde oldugu gibi donanma bandosu, geç de kalsa "Fuad"ı Osmanlı milli marşıyla karşıla­ mak ister ama böyle bir milli marşın olmadıgı görnlünce bando biraz panikler. Sonunda marş yerine, bizimkilerin bilali dikka­ te alınarak, romantik "Guter Mond, du gelıst so stille" (Güzel ay, ne de sessiz gidersin) şarkısı çalınır. Avusturya Askeri Ata­ şesi Giesl bunu hemen Viyana'ya raporlamış: "Bu yeni bagımsızlıgını kazanmış bir Afrika heyeline milli marş diye 'Zehn kleine Negerlein' [On küçük zencicik] şarkı­ sını çalmak gibi bir şey." (a.g.e., s. 104) .

Almanca'da bugün de kullamlan "einen Türken bauen" (bir Türk yapmak) , "getürkt" (Türklenmiş) deyimleri bu olaydan 1 49

geliyormuş. Bugün Almanca'da bu sözcük, " uydurma , kalpa­ zanca, sahtekarlık, orijinal olmayan" anlamında kullanılır. Al­ manya'da çok yaygın olarak kullanılan "getürkt" sözcügünü , nedense Karl Steuerwald sözlügüne koymamış ! ? Almanya'nın "doguya arzulu tazyik"inin askeri yönünü şim­ dilik burada keselim ve biraz da o tazyikin temelindeki ekono­ miye bakalım. 1820'lerde başta İngiltere olmak üzere Avrupa'da buharlı makine ile yükselen endüstrileşme, l 830'larda dev bir demir­ çelik endüstrisi ile demiryolu taşımacılıgını ortaya çıkaracaktır. Trenle gelen hızlı taşımacılık insanlıgın bütün zaman ve mekan ölçülerinde bir devrim demektir. Almanya'nın l 835'te sadece 6 km. olan demiryolu uzunlugu l 9 1 5'te tam 62.4 10 km.'dir ( Ö zyüksel, s. 38) . İngiltere, demiryolu konusunda Türkiye'ye çok daha erken el atmış ve bu topraklardaki ilk demiryolu hattı olarak l 857'de lzmir-Aydın Hattı'nın yapımına başlamıştır. Bu hat bir yanda zeybeklere karşı askert harekat şansını yükseltirken, diger yan­ da bölgenin ekonomik ilerlemesini, buradaki vergi ve gümrük gelirlerinin patlamasını saglar. Avrupa yakasında ise ilk imtiya­ zı Avusturyalı Baron Hirsch l 869'da alır. Avrupa gezisinden bir "demiryolu hastası" olarak dönen Abdülaziz, 187l'de Asya top­ raklannın da bir demir ag ile sanlması iradesini yayımlar. Bag­ daı Valisi Mithat Paşa bu planlan destekler ve bu agın devlet ta­ rafından yapılmasına karar verilir. Ancak İstanbul'dan lzmit'e dogru başlatılan inşaatta bir yılda sadece 24 km. ilerlenebilir, İzmit'e 2 yılda erişilir. Mühendis Wilhelm von Pressel, 1872 yı­ lında Asya Osmanlı Demiryollan Genel Müdürü olarak atanır ( Özyüksel , s. 10- 1 5 ) . Pressel'in deneyimlerini Rosa Luxemburg, Akumulation des Kapitals de şöyle veriyor: "Demiryolu şirketlerinin Türkiye'nin zaranna manipülasyon­ lanndan Pressel, bilirkişi olarak şu ömegi veriyor. Anadolu Şirketi'nin 1 893 imtiyazında baştan hattı Angora üzerinden Bagdat'a götünne sözü verdigini, sonra kendi pla1 50

nının uygulanamaz oldugunu ilan ettigini, bu kilometre ga­ rantisiyle güvence altındaki güzergahı kendi kaderine bırakıp, Konya üzerinden giden bir hat yapıroma yöneldigini iddia edi­ yor. 'Şirketler !zmir-Aydın-Dinar hattını ele geçirmeyi başar­ dıklan an, bu hattın Konya'ya dek uzatılınasını isteyeceklerdir. Bu yan hat gerçekleştirildikten sonra şirketler, mal nakliyatı­ nın kilometre garantisi olmayan ve bundan da önemlisi geliri­ ni asla hükümetle paylaşmak zorunda olmadıklan bu yeni hat üzerinden yapılmasını dayatmak için ellerinden gelen her şe­

yi yapacaklardır, oysa diger hatlarda brüt gelirin belli bir yük­ seklikten sonra kalan bölümü hükümete devredilrnek zorun­ dadır. Sonuç: Hükümet, Aydın Hattı'ndan hiçbir gelir alama­ yacaktır ve şirketler milyonlar kazanacaktır. Hükümet ise Ka­ saba ve Angora hatlan için hemen hemen bütün kilometre ga­ rantisini ödeyecektir ve gelirin 15 .000 fr'dan fazla olan bölü­ münden, sözleşmeye uygun şekilde % 25'lik pay almayı hiçbir zaman umut edemeyecektir" (Luxemburg, s. 5 18) .

Pressel, daha sonra Abdülhamid'e demiryollarının devlet malı olması yönünde telkinde bulunur, ancak Abdülhamid'in bu arzusunun ardında Fransa'nın bulundugunu sanan Alman tarafı bunu kabul etmez ( Özyüksel, s. 139) . Demiryolu coşkusu , Kırım Savaşı'nın agır borçları sonucu Osmanlı Devleti'nin 1875'te iflasını ilan etmesi ile son bulur. Bunu izleyen 1877-78 Rus savaşı ile Osmanlı'nın gelecegine duyulan şüpheler tüm dünyada iyice öne çıkar. Devletler yatı­ rım yapmaktan sakınır olurlar. Bu hocalama ve İngiliz-Fransız rekabetinin de arttıgı bir anda 04. 10. 1888'de İstanbul-Ankara Hattı imtiyazının Deutsche Bank'a verilmesi büyük şaşkınlık yaratır ( Özyüksel, s. 25). Bagdal Hattı için ilk Alman girişimlerinin başını çeken, Os­ manlı'ya 1 887'de Mauser Şirketi'ne silah siparişleri koparan Württembergische Vereinsbank Direktörü Kaulla olur. 1 870'de yani Alman imparatorlugunun kuruluşunun arifesinde 21 ban­ kanın birleşmesiyle kurulan Deutsche Bank ile ilk Osmanlı iliş­ kilerini Kaulla saglamıştır. Çürüyen Osmanlı sistemi nedeniy1 51

le baştan büyük bir demiryolu girişimine soguk duran Dent­ sche Bank patronu Georg von Siemens'i Kaulla ve ondan da­ ha çok Abdülhamid'in verdigi yüksek kilometre garantileri "ik­ na eder" . Deutsche Bank'ın bagladıgı anlaşmaya Bismarck'tan 02.09 . 1 888'de onay gelir. Bu onay, o zamana dek oryente "la­ kayt" davranan Bismarck'ın tutumundaki rota degişikliginin de ilk örneklerinden biri sayılır (Rathmann, Berlin-Bagdad, s. 25) . Schreiner, Georg von Siemens'in daha gençlik yıllannda akra­ baları Siemens kardeşler tarafından, İngiltere-Hindistan telg­ raf hattı güzergahı için Osmanlı'ya yollandıgına ve Türkiye ile lr.m'ı baştan aşagı gezdigine işaret ediyor (Schreiner, s. 250) . Bu imtiyaz anlaşmasına göre Osmanlı Devleti, demiryolunun Haydarpaşa-İzmit bölümü için kilometre başına 10.300 frank garanti vermektedir. Bu tutar lzmit-Ankara arası için 1 5 . 000 frankı bulacaktır. Ayrıca demiryolunun iki tarafında 20'şer km . genişligindeki alanda, yani hat boyunca 40 km . genişliginde­ ki dev alandaki bütün madenler, ormanlar vb. 'yi işletme , bu alandaki tarihi eserleri çıkarma hakkı Anadolu Hattı Şirketi'ne ait olacaktır. Bu alanın yüzölçümü, ileride eklenecek yeni im­ tiyazlarla İsviçre'ninkinden daha büyük olacaktır ( Ö zyüksel, s. 220) . Bunun yanı sıra demiryolu yapımında gereken bütün malzeme, araç ve gerece gümrük muafiyeti vardır. Bu da Alman işadamlarına bir başka gümrük kaçakçılıgı yolu açar. Hat ise ki­ mi yerlerde biraz "dolanarak" ilerler, dogal kaynaklara, petrol yataklanna (Kerkük vb. ) hep yakından geçmeyi "huy edinir" . Ekonomik bulunmayan güzergahlarda Abdülhamid'i oyalama yolu seçilir, buraiann imtiyazları çekmecede tutulur. Bu imtiyazın ardından Deutsche Bank, Osmanlı'nın Avru­ pa topraklanndaki demiryollarını Baron Hirsch'den satın alır ve Philipp Holzmann inşaat şirketiyle Anadolu'da yapım işine giri­ şir. İzmit-Adapazarı demiryolu Mayıs 1889-Temmuz 1890 ara­ sında bitirilir. Böylece 1888'de Osmanlı'da hiç demiryolu bulun­ mayan Alman sermayesinin 1890'da 2.000 km.'lik bir agı vardır. 27 Kasım 1892'de Ankara'ya ilk tren varır. 1 893'te ABD'deki de­ miryolu krizi Deutsche Bank'ı ve Osmanlı Bankası'nı da etkiler. Bu yüzden Osmanlı'daki demiryolu yapımlarında bir duraksama 1 52

olur (Özyüksel, s. 105) . Buna ragmen 1893'te alınan imtiyazda Eskişehir-Konya, lzmit-Eregli, Ankara-Kayseri-Sivas-Diyarba­ kır-Bagdal güzergahlan vardır. Ratlımann 1896'da Konya'ya dek vanldıgmı yazıyor (a.g.e. , s. 32) . Yani bir yanda 1 894- 1 896 kat­ liamlan, diger yanda demiryolu yapımı sürmüştür. Almanya'nın katliamlara karşı sessizligini bir ölçüde bu da açıklıyor. Saldırgan Alman yay ılmacılıgının ateşli bir taraftarı olan Marschall v. Bieberstein'ın Şubat 1 897'de , Alman politikasın­ da "dünya politikası" na yönelimin bir simgesi olarak Istanbul Büyükelçisi olması ve buradaki 1 5 yıllık büyükelçilik dönemi, yeni bir demiryolu atagı için uygun ortamı hazırlar. 29 Ocak 1 899'da Haydarpaşa Limanı imtiyazını Abdülhamid'ten kopa­ rır. Bagdat Hattı için müzakereleri , Alman ve dünya kamuo­ yundan büyük titizlikle gizli hazırlanan Wilhelm'in 1 898'de­ ki oryent seyahati ve sonra Selahaddin Eyyubi'nin mezarı ba­ şında kendisini "dünyadaki 300 milyon Müslümanın hamisi" ilan etmesi, halk arasında "Wilhelm Müslüman olmuş" , "Ha­ cı Wilhelm" söylentilerinin yayılmasını da kolaylaştırır (Rath­ mann, a.g.e., s. 36) . Abdülhamid, hat imtiyazı için önsözleşme irnzalanmadan ön­ ce Georg von Siemens'den 3 . 500.000 marklık bir "kredi" alma­ yı da unutmaz. Londra'da yayımlanan jöntürk Osmanlı gazetesi bu anlaşmayı "Abdülhamid'in satmadıgı bir tek hava kaldı" söz­ leriyle verir (Özyüksel, s. 1 40) . Georg von Siemens ise şirketin dar bütçesini, Marschall'in karşı çıkmasına ragmen , Fransızlara % 40'lık bir ortaklık vererek genişletme yoluna gider. Bu hattın yapımından rahatsız olan Rusya , Karadeniz'de bir hat imtiyazı ile yatıştırılır, İngiltere ise Güney Afrika'daki Bur Savaşı ile meşguldür. Georg v. Siemens'in 23. l 0 . 1 90 l 'de ölümü ve araya Ramazan girmesi vb. ' nden sonra anlaşma 2 l .O l . l 902'de irnzalanır. Bu konuda Marschall'in Bülow'a ver­ digi rapor çok ilginçtir (B, 02.02. 1 902) . l893'teki imtiyaz için de Alman diplomasisi "bütün yöntem­ lere, rüşvetlere ve entrikalara, tehdit ve Babılili'den diplomatik belgelerin çalınmasına dek her yönteme başvurmuştur" (Rath­ mann, a.g.e., s. 32) . 1 53

Anlaşmaya göre askert hizmetler bedavaya yapılacak, hat boyunca kolonizasyon, yani Alman köylü vb . yerleştirmek ol­ mayacaktır. Deutsche Bank'ın işine gelmeyen konular yuvar­ lak sözlerle geçiştirilir. Konya-Bulgurlu Hattı için 54 milyon franklık Osmanlı borç tahvili Deutsche Bank tarafından Al­ manya borsalarında satılır. Bu borç senetlerinin faizleri 200 milyon frank yapar. Ayrıca km. başına 1 1 . 000 fr. garanti, ay­ rıca yine km . başına " işletme ham geliri" olarak 4. 500 fr. ek ödeme garantisi verilir. Yani toplam km. garantisi 1 5 . 500 fr. olur. Bu garanti için Konya , Halep ve Urfa Vilayetleri'nin % 1 0'luk vergisi karşılık gösterilir (Rathmann, a.g.e. , s. 60) . An­ laşmadan sonra yapıma hızla girişilir, 19 ayda Konya-Ereg­ li-Bulgurlu demiryolu bitirilir. Bundan sonraki bölüm enge­ beli araziye denk geldigi ve ekonomik sayılmadıgı için (To­ ros, Amanos tünelleri vb. ) sürüncemede bırakılır (Özyüksel, s. 1 98) . Bagdat Hattı Şirketi'nin tam da bu , anlaşmayı işine geldigi gibi yorumlama ve uygulama yöntemi savaş öncesinde Türki­ ye'de patlayan Kübel skandalına neden olacaktır (B, 1 5 .04. 14 ve 0 1 . 05 . 1 4 vb . ) . Kübel olayını Wangenheim, yer nedeniyle Belgeler'e koymadıgım 8 Mayıs 1 9 1 4 tarihli raporunda ayrın­ tılarıyla anlatıyor. Buna göre Savyeralı bir demiryolu uzmanı olan Yarbay Kübel, Osmanlı Başkomutanlıgı'nda demiryolla­ rından sorumlu Osmanlı subayı olarak işe başlamıştır. Bu Kü­ bel'in Bavyera'dan gönderilmesine Albay Kress von Kressenste­ in daha baştan karşı çıkmış ve Bavyera Savaş Bakanı olan kuze­ nini uyarmış ama geç kalmıştır. Kübel, hemen bütün Osman­ lı hatlarını teftiş eder ve Enver' e bir layiha verir. Buna göre de­ miryolları askeri amaçlara uygun yapılmamıştır, bunu sagla­ mak için 1 00 milyon markhk bir masraf gerekmektedir. 6 Ma­ yıs 1914 günü Enver, kurmayı Bronsart Paşa, Anadolu ve Bag­ dal Hattı Şirketi Direktörü Hugünin, Kübel ve bazı Türk su­ bayları ile Ankara'ya yola çıkar. Salon vagonundaki kahvaltıda Kübel, Hugünin'i herkesin içinde sıkıştınr. Türk askert idaresi adına hat genel müdürlügünü bir kenara itip yönetimi ele ala­ cagını söyler. Nafia Nezareti'ne yönelik bir telgraf taslagını En1 54

ver'e verir, bu telgrafta Ulukışla-Sivas hattı ekspertizlerinin he­ men Harp Nezareti'ne gönderilmesi istenmektedir. Kübel, Ana­ dolular buna karşı çıkarlarsa, hükümetin o günlerde yürütülen müzakereleri kesmesini ister. Kübel bundan sonra diger yolcuların önüne bir bagış listesi koyar, 20 yeni lokomotif için toplanan bu bagış listesinde En­ ver'in adının karşısında lO lira yazılıymış. Hugünin bu listeye adının yazılmasına karşı çıkar. Kübel bunun üzerine Anado­ lu Şirketi yöneticilerini, Fransızlada kıyaslayan ve Anadolu'la­ n küçük düşüren sözler sarf eder, Hugünin e de 500 liralık bir bahis önerir. Kübel bu balıiste Bagdat Hattı'nın asla Hugünin in iddia ettigi sürede bitirilemeyecegini, şayet bu bahsi kaybeder­ sc lokomotifler için 500 lira bagışlamaya hazır oldugunu söy­ ler. Wangenheim: "Kübel'in bu uzmanca olmayan tavrı, onun akli dengesi yerinde mi sorusunu akla getiriyor. Bu suçlamalar bizim hattımızı tehlikeye atıyor. Düşmanların suçlamalanndan daha etkili oluyor. " Wangenheim, raporunda Kübel'in Askeri M isyon Şefi Liman von Sanders tarafından geri alınmasını iste­ mektedir (R 1326 1 , 08.05 . 1 4) . Ancak Sanders Kübel'e destek çıkacak, olay Almanlar ara­ sında bir çatışmaya dönüşecek ve Deutsche Bank şefleri Gwin­ ner ve Helfferich'in Wilhelm'den yardım istemelerine dek va­ racaktır. Wangenheim, l 2 .05. 1 9 1 4'te şunları yazar: '

'

" . . . Bu durumda benim Bagdaı Hattı'ndan yana taraf tu ımam hiç şüphe götürmez. Bu sonuncusu [yani Bagdaı Hattı

SD 1

Kayzer Hazret!eri'nce sapıanmıs oı:yent politikamızın belke­ .ıııiğidiı. Bagdaı'ın tehlikeye sokulması, sadece ekonomik bir Panama sonucuna götürmekle kalmaz , politik olarak da bi­

zim için sonucu sapıanamayacak gelişmeler dogurur. Askc1 Misyon'un kendisi bir amac degildir o sadece oı:yent politi­

kamızın bir ya rdımcı aracıdır Bundan dolayı askert mjsyo­ nun etkinliginin politik çıkar1anmızın emrine yerilmesi kaçı­

nılmazdır. Bu nokta askert misyonca, defalarca göz ardı edil­ miştir." (abç) 1 55

Bethmann Hollweg, Wilhelm'e, 20.05 . 14: "General von Liman'ın, Kübel meselesindeki açıklaması ve son zamanlardaki Majeste'lerinizin de bildi� başka olaylar, be­ nim en saygılı kanaatimce, generalin, mis.yonunun kendi ba­ şına bir amac degil sadece amaca ermek icin bir arac oldu�u­

nun her zaman bilincinde oldu�nu şüpheli gösteriyor .I.ılik ordusunun güclenmesine duyulan Alman ilgisi qkan tama­ men biz im Haliç'tekj politik etkimizle ba�u idndedjr. � ce Türkiye bize politik olarak sadık kaldıgı sürece biz reform çalışmasının başarısından bir qkanmız olur Sayet Türkleri hi­ zada tutmayı başaramazsak o zaman onların ordulannın arıtı­ nlmış yunıcu gücü sadece hasımlar idn bir kazane olacalsur Fransa yeya Rusya yaranna Türk kılıcını bileylemek icin hic­ bir nedenimiz yoktur " (abç) .

Gwinner ve Helfferich'den Wilhelm' e, 13.06. 14: " ... Yarbay Kübel, gerçekten imtiyaz anlaşmalanmızın en nazik noktasını keşfetmeyi başardı. . . Burada biç kimse, hatta en uzak bir ihtimal olarak bile, Türk hükümetinin, demiryollan direksiyonunu kendi eline almak zorunda kalaca�ını aklına getirmemişti. Türk hükümetinin bunun için gereken olanaklan baştan sona eksiktir; şayet se­ ferberlik ve savaş halinde Avrupai bir örgütlenmeye sahip ve Avrupa titizligi ile çalışan demiryolu şirketlerine sahip olurlar­ sa kendilerini şanslı hissetmelidirler. Bu Türk savruklugundan bagımsız örgütlenme olmaksızın Türk ordusunun savaş zama­ nında cepheye gitmesi nerdeyse imkansızdır. Türk hükümeti şimdiye dek bizim demiryolu şirketlerimizin seferberlik ve sa­ vaş halindeki katkılannı hep minneıle kabul etti. Türk militer­ lerinin aklına, Alman sermayesi ile yapılmış ve Alman ömegi­ ne göre örgütlenmiş demiryolu idaresine el koyma haklannın oldugu ve bu hakkı kullanmak için çalışmalan gerektigi fikri­ ni sokmak mariCeti bir Alman subayına düştü."

Wilhelm'e yukandaki Deutsche Bank mektubunu yazan Karl Helfferich, 1 906- 1 908 yıllan arasında Bagdat Hattı Direktörü 1 56

olarak istanbul'da çalışmış, bu arada Karaköy Köprüsü, Eregli Kömür işletmeleri gibi işleri de baglamıştır (Özyüksel, s. 208). Buradaki çalışması sırasında Kiderlen-Wachter ile de yakın bir ilişki geliştirmiştir (Fischer, Krieg . , s. 427) . Deutsche Bank ile sürtüşme, Kübel'in Almanya'ya geri dön­ mesi ile bitmez. Çünkü onun yerine gönderilen Albay Böttrich de aynı "işçeviricilik" ten şikayetçidir. Ayrıca Kübel'in bütün uyarıları , Türkiye'nin savaş ateşine atılmasından sonra haklı çı­ kacaktır. Ama biz bunu şimdilik daha ileriye bırakalım ve ko­ numuza geri dönelim. Demiryolları, Rosa Luxemburg'un da işaret ettigi gibi o za­ mana dek kapitalist ilişkilerin dışında kalmış yöreleri kapita­ lizme açar. Bir yanda yeni sulama, toprak ısiahat projeleri ile Adana ve Konya'da üretim patlama yapar, ama diger yanda da küçük üreticilerin çöküşü hızlanır. Özellikle Adana'da pa­ muk üretimi patlama yapar. l 9 1 3'te Adana pamuk üretimi Af­ rika'daki tüm sömürgelerdekinden daha fazladır (Özyüksel, s. 2 1 0) . Demiryolu ile Eskişehir'e patates üretimi de gelir ve hızla yaydır. l906'da Konya'da bir yıl öncesine göre % 30 daha geniş alana patates ekilir (a.g.e., s. 242) . Abdülhamid'i dev iren Jöntürkler, onun baş destekçisi olan Wilhelm Almanyası'na baştan mesafe koyarlar. İmtiyaz anlaş­ malannda ölçüsüz karlar yapılmış olması ve bunların gizli tu­ tulması, özellikle Maliye Nazın Cavit Bey'in baş eleştiri neden­ leridir. ittihat ve Terakki hükümeti, anlaşmadaki tarihi eser çı­ karma hakkını da iptal eder. Bu yasagı getirten tsrnail Hakkı Bey, bu 40 km . genişligindeki şeride her tür sanayi malzeme­ sinin getirilip, işletmeler kurulabildigini, bunun 2.800 km.'lik hat boyunca 40 km. 'lik bir organize sanayi bölgesi anlamı­ na geldigini ve bütün yerel sanayiyi bitirecegini söyler. Alman cephesinde moraller bozuktur. Helfferich, Gwinner'e: "Bagdat demiryolu şimdi artık bir hayal oldu . " (Özyüksel, s. 216) Özyüksel'in araştırmasında dikkati çektigi bir başka nokta da bu demiryolu inşaatında çalışan işçilerin halidir. Bu işçiler ög­ le yemegi veya namaz molası verdiklerinde , iş saatleri de du­ rur, yani verilen her mola ücretsizdir. Hava bozar, çalışılamaz..

1 57

sa bu da ücretsiz geçen zaman demektir. Saglık durumlan acık­ lıdır. Şirketin Osmanlı uyruklu Rum saglık şefi doktor Gavriel Arhangelos, bu koşullan sergiler, bazı ödünler kopanr. Bundan sonra kötü hava vb. hallerde ücretler % 25 kısıntı ile ödenir, sa­ at ücreti 1 1 kuruşa çıkar. Gavriel Arhangelos, işçilere hastalık raporu, izni vermek gibi şirkete yakışmayan yufka yüreklice, "kötü" işler yapınca işten atılır. Meşrutiyet yönetimince sendi­ kal haklar tanınınca da "işte bu mukaddes meşrutiyet. . . " diye coşar (a.g.e., s. 224) . Oysa sendika amiriere karşı saygılı, uslu sendikad ır. Efen­ dice zam isterler, reddedilince Berlin merkezine mektup ya­ zıp oradan insaniyel beklerler. Bir mektupla Hugünin'in gö­ revden alınmasını da isterler, ücret artışı için sonunda greve de giderler. Sendikalaşmaya yeşil ışık yakan İ ltihat ve Terak­ ki grevin üzerine yürür, çogunlugu Hıristiyan olan sendikacıla­ ra gözdagı verilir. Yapılan anlaşma daha iyi konumdaki maaşlı memurlan memnun ederken, gündelikçi işçilerin tepkisini çe­ ker. Sendika yönetimi grevi bitirmeye çalışırken, Müslüman iş­ çiler grevi sürdürmek isterler. Zaptiye Nazın Sami Paşa, tutuk­ latma tehdidi ile gelince, kısıtlı birkaç ödüne karşılık grev biti­ rilir (a.g.e., s. 227) . Herero topraklanndaki demiryolu ile Bagdaı Hattı arasındaki benzerlik ve farklılıklar da ilginçtir. Namibya'daki demiryolu­ nun etrafındaki talan şeridinin genişligi 20 km. iken, bu Bagdaı Hattı'nda 40 km.'dir. Herero topraklanna dogrudan silahlı Al­ man kolonyalistler yerleştirilip, Almanya'daki sosyal baskı bir ölçüde hafifletilmeye çalışılır, bu kolonyalistler, Namibya'daki kanlı sömürünün organizasyonu için de bir tür güvenlik ve yö­ netici kadro kaynagıdırlar. Bagdat Hattı'nda Namibya'daki gibi bir yerleşim isteyen Alldeutsch'lar susturulur ve yerli kadrolar­ la iş yürütülür. Herero topraklarındaki demiryolunun masraf­ larını OMEG özel yatırım olarak kendi öder, nasıl olsa bu pa­ ra maden ve diger dogal kaynaklar sayesinde fazlasıyla çıkarıla­ caktır, ayrıca Hereroların bu inşaatı finanse etmeye paralan da, niyetleri de yoktur. Osmanlı'da ise demiryolunun bütün yapım masraflan hem de faiziyle katlanarak Osmanlı'ya, köylülerden 1 58

gelen vergilerle ödettiririlir ve bu "bedavaya" gelen yatırım­ da Abdülhamid, şirketin hissedandır, hatta hissesini arttırmak için Deutsche Bank ile itişir kakışır, aynca hattın geçtigi yöre­ lerdeki geniş arazileri özel mülk diye satın alarak hattın getire­ cegi yöresel ekonomik kardan pay alma hesabındadır. Bu yıllarda Avrupa'daki savaş rüzgarlarını arttıran bir olay da Fas Krizi'dir. Önce Napolyon'un , sonra da Ingiltere'nin eline geçen Mısır, uzun süre bu iki ülke arasında bir çatışma nede­ ni olur. Bu kavgayı kendi lehine sonuçlandıran Ingiltere, Fran­ sa'nın intikam duygulanna kapılmasını engellemek için önüne Fas yemini atar. Fas'a Fransa'nın el atması ise Afrika'da büyük planlan olan Wilhelm'i telaşlandınr, askeı1 müdahaleye kalkı­ şır. Wilhelm'in Fas Krizi'ndeki saldırgan ifadeleri Fransa'yı da­ ha da Ingiltere'ye yaklaştırır. japonya yenilgisi ve 1905 Devrimi ile sarsılan Rusya da Fransız sermayesine iyice bagımlı hale gel­ miştir. Agustos 1907'de Rusya ile Ingiltere arasındaki tran-Hin­ distan anlaşmazlıkları da bir çözüme bagtanır ve böylece gide­ rek Triple-Entente {Üçlü ltilaO ortaya çıkar. Bu bölümü kapatmadan önce Alman sermayesinin Osman­ lı'da artan etkisi üzerine birkaç sayı vermek istiyorum: Burada­ ki bütün yabancı banka sermayesinde Alman payı 1 887'de % 6 iken, 1 9 1 0'da % 21 'dir. Devletin yurtdışı borçlannda Alman pa­ yı % 25, Fransa'nın buradaki payı ise % 60'tır. Türkiye'ye Al­ man yatırımlan 1880'de 40 milyon mark iken, 1 9 1 4'te 600 mil­ yona çıkar. Türkiye'nin ithalatındaki pay 1 897'de % 6 iken, 1 9 1 0'da % 21 olur. Buradaki Ingiliz payı % 60'dan % 35'e, Fran­ sız payı ise % 18'den % l l'e düşmüş (Fischer, Krieg .. , s. 426).

1 59

5

Wilhelm Almanyas1•nda 110ryent••

Balkanlar ve Türkiye üzerinden Mısır, Hindistan ve dünya ege­ menligine yönelen Almanya'da oryent araştırmacılıgı, oryan­ talizm öne çıkar. Bunun yanı sıra da oryente bakışta, farklı çı­ kar gruplannın, farklı yaklaşımlannın getirdigi bir aynşma or­ taya çıkar. Despotizm yaniılan için Abdülhamid'ten ve onun kul Müs­ lümanlanndan iyisi yoktur. Çünkü bunlarla her şeyi yapmak mümkündür. Nasıl olsa bunlarda, dönen dolaplan aniayacak kafa ve irade yoktur. Bu ırkçı, despot anlayış için biraz gözü açılmış, dil bilen, okuryazarlık oranı daha yüksek olan, meslek sahibi, bilim, teknik ve sanaıla bir bag kurabilmiş, eski baglan­ nı koruyabilmiş Rum, Ermeni ve Yahudiler bir yandan bir araç, cehalet ve çöküşün kol gezdigi Müslüman kütleye karşı bir da­ yanak, diger yandan ise bir tehdittirler. Bu "u yanıklar" , Os­ manlı üzerine yapılan Prusya hesaplan nı bozabilecek ögelerdir. Hele bunlardan Türklere en yakın olan Ermeniler, Türkleri de ayaga kaldırabilecek bir etken ve Wilhelm yayılmacıhgının gö­ zünde bir dikendirler. Despot Wilhelm "meslektaşı" Abdülhamid'in iyi bir alıbabı­ dır da. Abdülhamid'in özel odalannda resmi asılı olan tek ya­ bancı hükümran Wilhelm'dir (B, 5 . 7 . 1908) . Wilhelm, jöntürk 161

darbesinin bastırılması için Abdülhamid'e borç vermeyi bile teklif eder (B, 25.7. 1 908) . Wilhelm'in gözünde "ödlek" , "hain " , "bezirgan" , "İngiliz , Yahudi kopyası" Ermenilerin imhası çok dogaldır. Bunların imhasına engel veya geeiktinci tek faktör, kar faktörüdür, ya­ ni acaba bir şekilde bir işe yararlar mı, kar getirirler mi hesabı. Hepsi o kadar. Sonradan "Türkçü jackh" [ okunuşu Yek - S . D . ] lakabıyla " anılacak olaiı Ernst jackh, 1 9 1 3'te ilk baskısını yayımladıgı Der aufsteigende Halbmond'ta dipnot olarak, zamanın antidespot mizalı dergisi Simplicissimus'da 20.05 . 1 909'da yayımlanan Ed­ gar Steiger'e ait bir şiiri de verir:

Bir kez de -kimin aklına gelirdi?­ Prusla devrim yaptılar. Yeminler edilen anayasa tehdit altındaydı, Ve parlamento en zor durumda Ve ruhhan yakanşlan ve tapınak dualanyla Halkın hakkı toza topraga tepilmişti Ve kanunun gil:z:ü haince köreltilmişti Ve özgürlügün yol ortasında ırzına geçilmişti. Aha bak ! Geliyorlar şen nagmtlerleOdlek sivil daha yatagından kalkmadan­ Başlannda naralar atan subaylarla geliyorlar Er ve kumbaracı beyler Küçük kalibrelilerle, obılsler, Özgürlük, özgürlük, ilzgürlügü korumaya. Ve silahlanmış halk, magrur ordu Bir gecede devrimci oldu. Ve -hakiki Prusya işi- her şey şipşak oldu: Sagdan ve soldan buharlı geldiler Ve gece karanlıgında sessizce mevzifendiler Ve horlayan başşehri çembere aldılar Ve ay ışıgında toplar Odü patlayan hükümdann penceresinden içeri baktılar. Ve güneş daglann tepesine vardı, 1 62

Aydınlattı özgür bir vatanı Ve muz.a.fferlı:: rin ayaklannın altına Sabah şavkında st:rdi, güzellikten sarhoş, özgür Bizans'ı. Von dt:r Goltz Paşa ile Enver Bey Vf Türk uzattı dini Prusa, "Vatanımızı srn kurtardın ! " Ve gülümseyerek yanıtladı von dt:r Goltz Paşa: • Ogrrncilerimle nasıl gurur duyuyorum ! Ve şu düşünceyi bir türlü atamıyorum, Ogrenci bari bu kez ustaya dt:rs olmasa! " (Jackh, a.g.e., s . 40) . Kendisi bir Baltık yöresi Almanı olan ve belki de bu yüzden anti-Rus bir tavır takınan Paul Rohrbach'ın 1 90 l 'de yayımiadı­ ğı Im Vorderen Asien isimli seyahat kitabı, buna bir örnek. Da­ ha kitabın başında Hindistan'dan Akdeniz'e, "Turan" ( ! ) nehir­ lerinden Fırat Deltası'na dek her şey, Almanı ilgilendirir, diyor: "Az veya çok, ben sizin yurtta bilgilenmeniz için payıma düşe­ ni yapaca�ım: Drus'da, lran'da, Fırat ve Dicle boylannda, Van Gölü kıyısında veya Suriye daglannda ne olursa olsun - Al­ man, bu seni ilgilendirir, bundan ögt'enmek zorundasın, işi­ ni gücünü öyle veya böyle buna göre şekillendirmek zorunda­ sm ! " (a.g.e., s. 10).

Batum'u 1898'de de aynı Ermeni rehberle birlikte ziyaret et­ tiğini, bu kısa sürede Tiflis-Kars arasında dev bir gelişme oldu­ ğunu, demiryollarını, savunma hatlarını vb. anlatıyor. Ermeni­ terin harabe şehri Ani'yi tasvir ediyor. Rusların 22 yıl önce Kars Kalesi'ni almakta ne denli zorlandıklarını, 1878 Berlin Antiaş­ ması ile bütün Rusların ingiliz düşmanı haline geldiğini yazı­ yor. Sonra: "lnanılmaz gibi geliyor ama Rusya'nın herhangi bir şekilde Tiflis-Kars demiryolunu Erzurum'a ve daha batıya uzatma­ yı garanti altına aldıAt bir gerçek! Bagdat Hattı nasıl Türkiye

için taze kan damarı ise bu kuzeydo� Anadolu Hattı da ger­ çekleştigi anda, küçük Asya'nın kuzey yansının Istanbul'un 1 63

kapılanna dek, Rusya'ya çaresiz teslimi anlamına gelecektir."

(a.g.e., s. 27) Rusya'nın Erzurum, Sivas ve Trabzon'u alması halinde (2 milyon nüfus) Türkiye'nin, bundan gerisini elde tutacak or­ du kuramaz hale düşecegini, çünkü önemli asker kaynaklannı yitirecegini yazıyor. Burada, daha 190 1 yılında, Türkiye adına savaş planı yapma ve bir kışkırtma göze çarpıyor. Kısacası Pa­ ul Rohrbacft, henüz 190 1'de büyük savaşın hazırlıgı içindedir. Rohrbach bunlann ardından "Rus Türkistanı" nı anlatıyor. Rus mareşali rütbesini taşıyan Buhara Emiri'ni anlatıyor. Çölde giden bira nakliye treni raydan çıkınca, ray tamirine giden iş­ çilerin nasıl zil zurna sarhoş olduklannı, sıcagın insan ruhuna verdigi rehaveti uzun uzun anlatıyor. "Avrupa'da Hindistan hayalleri kuranlar, burada bir tek bir­ ligin nakliyesinin ne denli zor bir iş oldugunu bilmiyorlar," di­ yor (a.g.e., s. 34) . 1897'de gezdigi Semerkant'ın kerpiç surlannı, Taşkent çev­ resindeki yapay sulama vb.'yi anlatırken "Turan" sözcügünü anıyor, buradaki zenginlikleri sayıyor: " Ön Asya'daki eski kültür bölgesinin sıcak ülkelerinin yeni­ den kazanılmasının , bunda kendine bir pay garanti etmeyi bi­ len Avrupa halklannı, yeni dünyaya ekonomik haraç vermek­ ten ve okyanus ötesi ithalattan geniş çapta, hatta tam kurtara­ cağı gözlemi, Suriye, küçük Asya, Mezopotamya, Babilonya ve Iran'ın kimi yöreleri ve Türkistan için geçerlidir. Bunu aklın­ da tut Alman ve - Aç gözünü de, sana ait olanı kapmasınlar! " (a.g.ı:., s . 40)

Rusya'nın istedigi pamuk yerine bugday eken de oluyormuş. Rohrbach, "Biraz baskı yapılamaz mı?" diye sormuş, ona refa­ kat eden Rus albay şöyle yanıtlamış: '"Siz neler düşünüyorsunuz? - Insaniann nasıl ırzına geçile­ bi l i r? Geçiş kendiliğinden gelmeli ve bu, sart'lan {yorı: halkı­

na böyle diyor - S. D.] sü ku nc tle ve gönüllü olarak, Rus buğda­ yı satın almanın, değerli pamuk arazisine, ev tüketimi için ta-

164

hıl ekimine kullanmaktan daha karlı olduğuna ikna ederek, çok daha kesin gerçekleşecektir.' . . . Yani Rusya, Orta Asya'da­ ki Müslüman tebaasına işte böyle akıllıca ve dikkatli muamele ediyor! Bana kısa süre önce başkalarının anlattıklan, şimdi da­ ha inanılır geliyor: Mahkeme önünde ve bütün resmt mesele­ lerde sart'lara, kasıtlı olarak ve bazen Ruslara karşı olduğunda bile iltimas geçiliyormuş - komşu Müslüman ülkeler Iran ve Afganistan'ı da etkilemek için." (a.g.e., s. 42)

Rohrbach daha o zaman Alman militaristlerini uyarmak, yol yordam göstermek için bunlan yazmış. Sonucu biliyoruz. Türkistan pamugunun Rusya'ya da, tüm Avrupa'ya da yetecek kadar çok üretilebilecegini de söyledikten sonra da: "Urmia, Musul, Ninive, Diyarbekir, Urfa, Suriye, Bağdat, Babil, Ön Asya'da Rusya'nın ve bizim gelecekteki erk alanlanmız ve mirasımız. " (a.g.e., s. 49)

Rusların Basra'ya yönelik demiryolu planianna karşı çıkıyor, Almanya'nın kısa sürede aldıgı yoldan başı dönüyor, coşuyor: "Çünkü bununla, bu körfezin çıkışı bir başka gücün elinde olunca, bizim Bağdat Hatu'mızın deniz üzerinden doğal uzan­ tısı kesilebilirdi. Basra Körfezi'nin anahtanna ilgi duyan Al­ manya! Sakın bunlar burada, Zerdüşt'ün eski şehrinin harabe­ leri üzerinde ay ışığı fantezileri olmasın? Ulusumuzun yazgı­ sının, bu dev dönüşümü sağlamasından, Hint dünya denizin­ deki bir adacıkta kimin bataryalannı yerleştireceği sorusunun bizim yaşamsal çıkarlanmıza dokunur hale gelmesine dek da­ ha ne kadar az yıl geçti ! " (a.g.e., s. 5 1 )

Kitabın "Ermeniler, Nasturiler, Kürtler" bölümünde , Kürt­ Süryani çatışmasına örnek olarak tanık oldugu bir olayı anla­ tıyor. Süryani Türk, Kürtçe bir Türkü söylemiş, öbürü de ona "Utan, utan ! Bu lanetli dilde Türkü söylüyorsun ! Yabancı mi­ safirlere hakaret bu ! " demiş. Öbürü de çekmiş bıçagı, bunu öl­ dürmüş. Ölünün kanından da biraz içmiş, yoksa ölümün bü­ yüsünden kurtulamazmış ! Ölenin akrabalan idareye, katil sa1 65

hverilsin diye para vermişler. Niyetleri onu öldürmekmiş, ka­ fası kesilecekmiş vs. "Bereket" olay Hıristiyanlar arasındaymış (a.g. e. , s. 64-65) . "Ön ve Arka Asya nasıl olsa yakında Rusya, Alınanya ve baş­ ka birkaç devlet arasında payiaşılacak Yeni nesil tahminen, Urmia ve Iran'da çift kartal armalı Rus bayragını, Dicle Delta­ sı'nda Alman savaş gemilerinin yüzdügünü görecek. O iiıman niye şimdiden kuvvetimizi, imkanlarımızı, bir­ kaç yüz Süryani ve Ermeni çocugu için, başarısı şüpheli bir yıgınsal çürümüşlükten çıkarma eylemi için tehlikeye atalım ki? Prusya asısubayının saglam halk egitimi temelini atması­ nı beklemek daha iyi olmaz mıydı? Bunlar realist bakış tarafın­ dan onaylanabilir . . . Buna ragmen Hıristiyan olarak, başka türlü bakmamız ge­ rektigine inanıyorum . . " (a.g.e., s. 67-68). .

Sonra Erbil , Cudi, Zapsuyu , Kürt köyleri vb.'yi anlatıyor, Kürtleri pek "vahşı" buluyor: "Ömrümde daha hiç, lran-Türkiye sınınnda Arbela'ya yürü­ yüş sırasında gördülderim kadar düşük seviyede, bu kadar sı­ nırsız güdülü ve bu kadar kaba yaşam biçimi olan insanlar gör­ memiştim." (a.g.e., s. 69) "Yolda her yerde bize soruyorlar: 'Bagdat'a demiryolu ne za­ man döşenecek? Döşenecek mi? Kim döşeyecek?' Bütün dün­ ya bizi, bir kurtuluş gibi bekliyor; burada hükümet artık hiç yok: Musul'dan Cezire'ye dek 100 köy yakılmış, talan edilmiş, ıssızlaşmış duruyor; çogunun içinden kendimiz geçtik ve kaç­ mış ahaliyi, küçük bir şehir karakolunun koruması altında, orada burada kurulmuş kahverengi göçebe çadırlarında ya­ şarken gördük. Daglardan inen Kürtler, onları soymuş ve sür­ müş, Hıristiyan ve Müslüman arasında pek ayrım yapmadan; Ermeni katliamlanndan beri bu meşguliyetle içli dışlı olmuşlar ve bunu hoş bulmuşlar ve İstanbul'daki hükümet şimdi ken­ di çagırdıgı ruhlardan kurtulamıyor. (. .. ) Dicle üzerinden . . . ilk lokomotif geçtiginde, akşam ülkesi ve uygarlık bu dünyaya sa1 66

hip olmuş olacaktır ve Kürt haydutlar da�lara çekilmek zorun­ da kalacaklar. Biz Musul kapısından çıkarken, bir Arap'ın so­ kakta komşusuna şöyle ba�rdı�ını duyduk: 'Orada Avrupalı­ lar Cezire'ye gidiyorlar! Mustafa Paşa (ülkenin en kötü çeteba­ şı, aynı anda başıbozuk atlı Kürt milisi Hamidiye Paşası) onla­ n soysun, o zaman bizim hükümet en nihayet onlan cezalan­ dırmak zorunda kalır . '"( a . g .e. , s. 75) "Kılıçla fetihçi olarak buraya gelemeyiz, bunu istemiyoruz da, ne biz ne de çocuklanmız, bu güneş altında zaten çalışama­ yız ama onun için irademiz, paramız ve bizde, içimizde ne ka­

dar iyi yan varsa, bu oryent parçasını döllesin (hem de çok ya­ kında ! ) , ki o, bir zamanlar Asurlulara, Babiliilere ve lranlılara, Makedon, Pers ve Romahiara verdiklerini, şimdi de bize ver­ sin." (a.g.e., s. 77)

Rohrbach'ın bu vurgusu, Abdülhamid'i ürküten açık sömür­ geci Alldeutsch'lara da bir yanıttır. l 890'da kurulan Alldeutsch Birligi'nin l896'daki başkanı Profesör Hasse "Türk mirasında­ ki Alman talepleri" diye bir bildirge yayımlamış. Bu bildirgenin bütün dernek şubelerinde okunup tartışılması karan alınmış. Burada şu sözler yer alıyor: "Ne Anadolu ahalisi ne de Mezopotamya ve Suriye'nin fazla olmayan Arap nüfusu, bir Alman . . . egemenli�ine özel bir zor­ luk çıkarabilirler . . . Ancak ülkenin iklim ve toprak yapısı, Al­ man göçü için zengin ve verimli bir çalışma alanı oluşturacak­ lar ve Alman çalışkanlı�ı. Alman bilgisi, güçlü bir Alman hü­ kümet yönetimi altında, bir zamanlar dünyanın en gelişmiş­ lerinden olan bu ülkeleri, imparatorlu�n mülkü haline geti­ receklerdir, tıpkı Hindistan'ın Ingiltere için öneminde oldu� gibi. " (Rathmann, Berlin-Bagdat, s. 39) .

Alldeutsch propagandistlerinden emekli Yarbay Schlagen­ weit, Alldeutsch Sömürge Ekonomisi Komitesi'nin 1899 Ma­ yıs kongresinde, Anadolu yaylasında büyük boyutta bir Alman yerleşimi için Anadolu Hattı Şirketi yönetimiyle ilişki kurul­ masını önermiş ve bu büyük çogunlukla kabul edilmiştir. Bu 1 67

komitenin destegiyle Schlagenweit Mayıs l 900'de bir "Anado­ lu ve Filistin'de Alman Yerleşimini Özendirme Dernegi" bile kurmuş. Ingiliz ve Fransızların bu haberleri lstanbul'a yetiştir­ mesi, Abdülhamid'i huzursuz edince, "barışçıl sızma"nın teh­ likeye girdigini gören Deutsche Bank olaya dogrudan müdaha­ le etmeye karar vermiş ve Georg von Siemens, Schlagenweit'ın bir Alldeutsch konferansına şahsen katılmış ve "Anadolu Hat­ tı'nın Türk karakterini" vurgulamış ve hızlı yarbayı azarlamış­ tır. Bunda:n sonra Alldeutsch çıkışlarda bir gerileme gözlenir (a.g.e., s. 40) . Rohrbach Yukan Mezopotamya'daki 28 Tell'i, yani 28 şehrin harabelerinden oluşan 28 höyügü anlatıyor. Bu tepelerden bi­ rinde, eşkıyalann yıgdıklan bir taş kümesini bozmuş, coşmuş: "Ama yurttaki okumuşlar, devlet adamlan, halkın bütün dü­ şün öncüleri, bu taşiann bize sesienişlerini anlayacaklar mı? : Haydi bu kadim ülkeye gelin, haydi, başkalarının, daha hızlıla­ nn, burada neyin söz konusu oldugunu anlarnalanna izin ver­ meyin, yani milyonlarca insan için ekmek, gelecek nesiller için besin ! Elbette bizde bunu biri anladı - Kayzer! O bunu öyle iyi anladı ki, sırf bu dava için, yüksek zevcesinin, kara bir 'cennet zevkleri konıyucusu'nun, yani başvezir mertebesindeki ha­ dım edilmiş bir zenci kölenin rehberliginde, Sultan'ın haremi­ ne, oradaki kanlan şereflendirsin diye girmesine bile razı ol­ du - ama aramızda, oryentin bizim için ne demek oldugunu ve Kayzerligin oryent politikasının ne oldugunu kaç kişi gerçek­ ten kavradı? Belki ön Anadolu'ya dek demiryolunu bir kokla­ mış olan kimileri, bunu mucizevi şekilde çok iyi ve dogru bil­ diklerini sanıyorlar, bunlar Türkiye'de bizim, kamuya açıkça ifade ettikleri kolonizasyon, köylü kolonileri kurmak vb. gi­ bi fikirleriyle, saygınlı�mızı düşürüyorlar, digerleri ise Mezo­ potamya ve Anadolu nerede diye bir okul atiasma bakmaya bi­ le üşeniyorlar ve Fırat'ın İzmir'den denize aktıgını ve Türki­ ye'nin, erkeklerin birçok kadına sahip olduklan ve bol okka­ lı turbanlann, at yelelerinin, nargile ve halının oldugu bir ül­ ke oldugunu sanıyorlar. Bizde, ihtiyar olsun ve genç olsun, ne 1 68

zaman, cografya ve etnografyanın, bira bilgiçli� ve skat {AI­

manya'da yaygın bir islıambil oyunu

-

S.D.] oynamaktan daha

önemli oldugu anlaşılacak?" (a.g.e.,

s.

81)

60.000 nüfuslu Musul'un girişindeki 2 km.'lik şose 1 5 yılda bitirilmiş. Rohrbach: "Bir okur belki, Mardin-Ba�dat arasındaki 600 km.'lik yolun ne zamanda bitece�ni hesap eder."

Alman demiryolu ile bu bozkırlardan tahılın nasıl Almanya'ya gidecegini ve oradan Alman demiri, alet edavau ve Alman ahlakı­ nın nasıl Fırat'ı aşıp, gelecegini tahayyül ediyor. Yaşlı bir Türk ise ona, "Sonunda siz de ülkeyi ele geçirmekten başka bir şey iste­ miyorsunuz, tıpkı İngilizler ve Ruslar gibi, demiryolu, sizin, onu kendinize bagladıgınız ilmik olacak," diyor (a.g.e., s. 88) . Rohrbach, bütün Mezopotamya kervan yolunda büyük gü­ vensizligin hüküm sürdügünü, bu ortamın sorumlulannın eş­ kıyalık yapan Hamidiye Alaylan oldugunu anlatıyor. Hamidiye­ cileri Bagdat Hattı'nın düşmanlan olarak niteliyor ve demiryo­ lu ile buraya da düzen gelecegini hayal ediyor. Şayet bu gerçek­ leşmezse burayı Ruslann ele geçirmesi tehlikesinden söz ediyor, çünkü yerli ahali artık bu haydutlardan bıkmış (a.g.e., s. 9 1 ) . "Bu uyuyan iki kız kardeşi, Mezopotamya ve Suriye'yi uyandı­ racak şövalye kim olacak? Inşallah kılıcının ve kalkanının de­ miri, Alman topra�ndan olur! Burada da bir parça dünya hü­ kümranlıgı yauyor - ve bu öyle pek küçük bir parça da de�I ! "

(a.g.e., s . 104) Yine coşuyor, "bir kelek [o yörede kullanı lan bir sal türıl ­ S.D.] kiralasaydım da, ona bir Alman bayragı çekseydim ! " (a.g.e., s. l lO) .

Aşagı Dicle-Fırat arası ile Bagdat Hattı bölümünde Rohrbach, Abdülhamid'in, Bagdat Hattı'nın geçecegi geniş arazileri, önce­ den özel mülkiyet olarak satın aldıgına dikkati çekiyor. Fırat Deltası'nda Bagdat Hattı ile Alman çıkannın da dogaca­ gını ve İngiltere ile çatışılacagını yazıyor (a.g.e., s. 1 4 1 ) . 1 69

Burada Paul Rohrbach'ın Die Bagdııdbahn ve Deutschland unter

den Weltvolkem isimli yapıtiarına da kısaca degi.nmek istiyorum.

Rohrbach, ilk baskısı l 902'de yayımlanan "Bagdat Hattı"nın l 9 l l'deki 2. baskısında şunları yazar: "Şayet iş savaşa varsaydı, bu Almanya için dogrudan olmak ve­ ya olmamak anlamına gelirdi. Pozitif bir konuma gelmek an­ cak, Ingiltere'yi tehlikeye düşürebilirsek mümkün olurdu. Bu kesinlikle Kuzey Denizi'nden direkt bir saldın yoluyla olamaz; Ingiltere'nin bir Alman işgaline ugraması olasılıgı düşüncele­ rinin tümü fantezidir. Öyleyse Ingiltere'ye hassas bir yerinden saldırmak için başka bir ko mbinasyon aramalı - ve biz burada, Alman politikasının yeni temel ilkesi, Ingiltere'yi göz önün­ de bulundurma ilkesi açısından Türkiye ile ilişkiler ve Türki­ ye'deki durumların belirleyici oldugu noktaya geliyoruz. Almanya için aslında bir Ingiliz saldın savaşına karşı tek bir olasılık var ve bu Türkiye'nin güçlendirilmesidir. Ingiltere'ye, Avrupa'dan karadan, sadece bir yerden saldınlabilir ve agır ya­ ralanabilir: Mısır'da. Mısır ile Ingiltere, yalnızca Süveyş Kanalı ve Hindistan ve Dogu Asya'ya baglantısını yitirmekle kalmaz­ dı, tersine büyük olasılıkla Orta ve Dogu Afrika'daki mülkleri­ ni de yitirirdi." (a.g.e., s. 18)

Sonra mazlum: "Bizim, herhangi birinin Ingiltere'ye Mısır'da saldırmasından bir

çıkanmız, bununla ilgimiz yok, biz sadece Almanya'ya karşı bir Ingiliz saldırısında savunmamız için birlikleri Mısır'a gönderebi­ lecegimiz demiryollarının bulunmasını istiyoruz." (a.g.e., s. 27)

Sonra iyice "Türkçü" : "Bagdat Hattı'nın son duragı, ki bu tamamen bir Türk hatudır, sadece Türk topragında olabilir ve böyle bir yerde Ingilizlere yer yoktur." (a.g.e., s. 48)

Rohrbach hattın Anadolu ekonomisine getirdigi canlanma­ yı vurguluyor ve Adana pamuk üretimi üzerine balya birimi (=200 kg) olarak şu sayılan veriyor (a.g.e., s. 60) : 1 70

1 907/0B'de 60.400, 1 908/09'da 76.400, 1 909/19 1 0'da 59.400 ve 1 9 1 0/1 9 l l'de 85.000 balya. Burada Adana Ermeni katliamı­ nı izleyen 1 909/1910 üretimindeki düşüş dikkati çekiyor. Pa­ muk üretiminde Ermenilerin belirleyici rolünü Rohrbach da vurguluyor (a.g.e. , s. 6 1 ) . Bu pamugun Almanya'ya ihraç işle­ rini, burada kurulan Alman şirketi ile birlikte yürüten Ermeni işadamlarının sermaye gereksinimini Deutsche Orientbank ve Deutsche Bank gibi finans kurumlan kredileriyle tamamlamak­ tadırlar. "Tehcir" sırasında bunların, insanlardan ziyade parala­ n için kapıldıklan telaş birçok yazışma ve görüşmede ortaya çı­ kıyor (B, örn. 28.08. 1 9 1 5 ) . Rohrbach sonra Mezopotamya'nın modem tarıma açılma­ sı planianna giriyor. Abdülhamid zamanında Türkiye, Ingiliz Willcocks'a bunun için bir sulama planı yaptırmış, Nafıa Nazı­ rı buna dayanan bir layiha hazırlamış. Bu topraklarda çalışacak yeterli işgücü olmadıgı için Willcocks, Hindistan ve Mısır'dan buraya bir insan göçü örgütlenmesini önermiş. Meşrutiyet hü­ kümeti ise bunun için önce kapitülasyonlann kalkmasını iste­ miş, yoksa hepsi Ingiliz vatandaşı sayılan bu göçmenlerin In­ giltere'ye baglı hareket edeceklerine işaret etmiş. Nafıa Nezare­ ti yine de bu planı desteklemiş, buraların dışarıdan işgücü geti­ rilmeden de işlenebilecegini öne sürmüş. Rohrbach, bunun al­ tında "hile" seziyor, bu nezareti "lngilizci iki Ermeni"nin yö­ nettigini, bunların İngiliz sermayesinden yana çalıştıklarını id­ dia ediyor. Rohrbach'a göre Mısır vb. Müslüman bölgelerinden gelenler de tehlikeli imiş, çünkü bunlar da lngilizci olurmuş (a.g.e., s. 8 1 -83) . Rohrbach 1 9 l l 'de yayımladıgı v e zamanın Alman neoko­ lonyalizminin programatik yapıtı sayılan Deutschland unter den Weltvölkern kitabında bütün büyü k ülkelerin konumları ve bunlara karşı Alman dış politikası üzerine ayrıntılı görüşler öne sürüyor. Bütün büyük güçlere münasip gördügü etki alanlan­ m "dagıtıyor" ve sonra Türkiye'nin de bir bütün olarak kalması gerektigini ve Almanya'nın ancak bu bütünün içinde etkili ola­ bilecegini vurguluyor:

1 71

"Bugün Osmanlı lmparatorlugu'nun politik bütünlü�. kendini asker1 savunmaya kadir hale getirilmesi ve maddi refahm artma­ smda kendi gelecegimizi savundugumuz ve onun için çalışngı­ ınız

bellidir - çünkü Türkiye'nin likidasyonu ve bizim bu kütle­

den uzak tutulmamız, Ingiltere'nin çıkarmadu." (a.g.e., s. 30 1)

Türkiye'deki politik güçleri de ılçe aymyor: l . "Frivol-yüzeysel-liberal jöntürkler" 2. Devrimi gerçekleştiren "Türk milliyetçisi Asker Partisi" . Bunlar "Alman egitimli" v e "olaganılstü insanlar" olan"gerçek Türkler"miş ve "Mason etkisindeki modemistler"miş. 3. Türk olmayan milliyetler (a.g.e., s. 304-305) . "Subay kadrolannın büyük bölümü, çekirdekten Türk ve bun­ lann kısa ya da uzun vadede Türk olmayan milliyetlerle çatış­ malan kaçınılmaz. " (a.g.e., s. 308)

Rohrbach, burada da kaba yayılmacı, ilhak yanlısı Alldeutsch propagandaya karşı çıkıyor, bunlann Alman çıkarlarına zarar verdiklerine işaret ediyor: "Bizim Türk Asyası'nda çabalamamız gereken ve erişebilece­ gimiz şey, bir göç alanı hazırlamak degildir, Anadolu-Suriye­ Mezopotamya demiryolu sistemi etrafında büyük bir Alman ti­ caret bölgesi oluşturmaktır. " (a.g.e., s. 323)

Abdülhamid destekçisi olarak bilinen Almanya'nın meşruti­ yet sonrası gözden düştügüne dikkati çekiyor: "Egitim görmüş insanlar bize diyorlar ki: Biz, siz Almanlara zor sempati duyabiliriz, çünkü Almanya, politik olarak gerici bir güç. Biz Fransa'yı seviyoruz, çünkü kültürümüz oradan ge­ liyor; Ingiltere'yi seviyoruz, çünkü o özgürlü�n anası; Fran­ sa ve Ingiltere özgür ülkeler . . . Almanya, Türkiye kamuoyun­ da, halkiann özgürlü�nün düşmanı olarak neredeyse Rusya ile eş sayılıyor . . . Ingiltere, bu özel egilimleri için, Ermenilerle

güçlü bir müttefike sahip.

Ingiltere onyıllarca, Türkiye'de Ermenilerin koruyucusu ro­ lünü oynadı ve Abdülhamid'in Ermeni takibatlan sırasında, 1 72

Ermenilerin minnetini kazandı. Almanya'da resmt ve gayrires­ ml kamuoyu, çok ters bir ahlaki kızgınlıkla Abdülhamid'in ya­ ratıklannın yanında, Ermenileri çok sapık bir toplum olarak kötülemektc yanşırken, Ingiliz politikası ile Ermeniler arasın­ da sıkı baglar kuruldu . . . Osmanlı olmayan milliyetler arasında tam da Ermenilerin jöntürkler ile özel bir politik ittifak kur­ dukları biliniyor . " (a.g.e., s. 339) ..

Sonra sözü yine Ermeni N afta Nazın'na getiriyor: "Bütün bu adamiann Türkiye'yi Ingiltere'ye teslim edecekleri düşünülemez; onlar daha ziyade, Ingiltere'ye dayanmanın en iyi Türk politikası oldugunu düşüneceklerdir." (a.g.e. , s. 340) . "Milliyetçi askeri jöntürklük, imparatorluk içinde, Osmanlı olmayan halkiann bagımsızlık arzularına karşı mücadeleyi ba­ şarmak zorunda, bunların arasında geçici olarak yalnızca Er­ menilere dayanabilir." (a.g.y.) •

Anadolu ile Suriye arasında emin bir demiryolu bagı oluştu­ gunda, askeri yönden reorganize olmuş bir Türkiye'ye karşı Ingiltere, Mısır'ı artık pek savunamaz." (a.g.e., s. 343) Bu yüzden Türkiye'nin, içerideki muhalif ögelere iyice ha­ kim olması; ordu reorganizasyonunu gerçekleştirmesi; idari re­ forma gitmesi ve demiryollan yapması Alman çıkarları için ge­ reklidir: "Türkiye'nin askeri-politik yükselişi, şu anda belki bi­ zim tüm dış politikamızın en zorunlu gereksinimidir" , çünkü Türkiye'nin güçlenmesi ölçüsünde , Ingiltere'nin gücü gerile­ miş olacaktır. "lngiltere'nin kartları böyle kanp, yine de politik düşünen Türklerin büyük bir kısmının Ingiltere'yi hAla dost olarak gör­ melerini saglaması, Ingiliz politikasının verdigi bir ustalık ör­ negidir, aynı zamanda bu Türklere Almanya, elbette güçlü ve silah bilgisinde usta, ama özde yabancı ve antipatik, özgürlük düşmanı bir güç olarak görünüyor. . . Burada e n önce yalnız Türkiye için degil, bütün enternasyo­ nal politika için Osmanlı lmparatorlugu'ndaki iç krizin kesin 1 73

sonucu en büyük öneme haiz. Bir yanda askeri-ulusal jöntürk­ lük ile diger yanda eski Türk gericiligi ve sentrifujal ögeler ara­ sındaki mücadelenin, geçici olarak nasıl gelişirse gelişsin bu dramanın son perdesi her zaman, Ingiltere'nin bir dünya sava­ şı riskini göze alıp, Hindistan ile Nil arasındaki amaçları dog­ rultusunda adım atıp, atmamasına baglı olacaktır. Eger Ingilte­ re, savaşı göze alırsa, yani önümüzdeki yıllarda güçler denge­ si Ingiltere'den yana bir yönelim gösterirse, o zaman mücade­ lenin -sonucunun ne olacagını kimse bilemez. Eger Ingiliz po­ litikası bu fırsatı bulamazsa, o zaman askerijöntürk partisinin dizginleri elinde tutacagı, Türk ordu reformunu kesin sonuca vardıracagı, Anadolu'dan Bagdat'a ve Mekke'ye demiryolu bag­ lantısının tamamlanacagı ve Türkiye'nin Almanya ye Avustur­ ya-Macaristan ile iliskilerinin giderek daha sılqlaşacagı bir ge­ lişme muhtemel sayılabilir. " (a.g.e., s. 343-344)

Görüldügü gibi plan daha 1 9 l l'de hazırdır. Alman yayılmacı­ lıgı, liberal Rohrbach da dahil, gelen savaşa hazırlık içinde Tür­ kiye'deki militarizmin desteklenmesi ve sıkılaştınlmasından ya­ nadır. Bunlann Türk ve Ermeni demokratlannı desteklemele­ ri "imkansızdır" , çünkü bu tür görüşlere "özde yabancı"dırlar. Rohrbach, Ingiltere'nin deniz gücünü de hesaplıyor ve Al­ manya'ya karşı deniz üstünlügünü birkaç yıl daha koruyabile­ cegini ve şayet bu mühlet içinde Almanya'ya "preventif' (önle­ yici) bir darbe vurmazsa, ondan sonra sıranın Almanya'ya ge­ lecegini yazıyor: "Eger bir halk bir yüzyıl boyunca süren dünya egemenligini geride bırakmış ise o, başka biri gelip, 'bugünden itibaren se­ nin yanına geliyorum ve neye ihtiyacım varsa istiyorum' dedi­ ginde, elbette hemen yerini bıraksın mı ya da önce çarpışsın mı diye ciddi ciddi düşünecektir. . . Suriye v e Mezopotamya'daki demiryolu inşaatları, Alman fi­ losunun genişletilmesine benzer bir rol oynuyorlar: Toros ve Halep, Halep ve Dicle arasındaki her yeni yüz km.'lik ray, bir gün Ingiltere için, Alman deniz savaş gücü için yapılan yeni bir dreadnought ile eş anlamlı olacaktır. Almanya, Avusturya-Ma1 74

caristan ve Türkiye'nin bir ittifakı, bize şimdi yapım halinde­ ki Türk demiryollan sayesinde, bir anlamda ingiltere'nin ka­ rada komşusu olma olanagı veriyor! ingiltere dünya gücüne, Nil'de, kendi anayurdundakine neredeyse eş bir etkiyle saldı­

n labilir" (a.g.e. , s. 409)

Rohrbach , bir başka broşüründe de çalışkan , becerikti bir halk olan Ermenilerin Almanya'nın göz koydugu Mezopotam­ ya topraklanna yerleştirilmesi ve buralann Almanya için geliş­ tirilmesinde kullanılması düşüncesini ileri sürmüş. Morgen­ thau ve başka yazarlar bu broşürden söz ederler. Ernst jackh de aynı yıllarda çıkardıgı kitaplarla bu stratejiyi destekler. Balkan Savaşı'ndan sonra 1 9 1 2 sonunda yayımladı­ gı Deutschland im Orient nach dem Balkankrieg kitabında jackh şöyle diyor: "Bu yerel Balkan Savaşı'ndan gerçekte dünya tarihini etkileye­ cek gelişmeler ve dünya ekonomisinde kaymalar ortaya çıka­ cak - sevindirici şekilde Almanya'nın zaranna degil, aksine ya­ ranna gelişmeler." (a.g. e., s. 7)

Sonra hızlı yaşayıp, genç ölen Kiderlen-Wachter'e agıt geli­ yor: "Kiderlen'in hiç esirgemedigi gövdesi, bu Alman meşesi, beklenmedik bir kader darbesiyle yıkıldı. " (a.g.e., s. 8) Ve Müs­ teşar Yardımcısı Zimmermann'ın, Kiderlen'in "sadık sag kolu" oldugunu yazıyor. 187l'de 4 1 , 1 milyon olan Almanya nüfusunun 1 9 1 0'da 64,9 milyonu buldugunu ve bu hızla 1930 nüfusunun 80 milyona dayanacagı "uyansı"nı yapıyor (a.g.e., s. 1 2 ) . Adana'daki yük­ selişe dikkati çekiyor, Ermeni işçiler sayesinde buranın " Küçük Mısır" oldugunu yazıyor, Anadolu ve Mezopotamya için ben­ zer planlar yapıyor (a.g.e., s. 18). "'Bagdat Hatu Ingiliz-Hint Kayzerinin mi, yoksa Alman Kay­ zerinin mi olsun?' Büyük Sritanyalı oryent politikacısı ve mü­ hendis Sir Willcox böyle sordu. Bu soruş şekli Ingiliz'dir; Ingiliz emperyalisti sadece bölge­ sel düşünür; o Alman degildir ve Türk degildir: Alman Kay1 75

zeri Türk topraklannın işgalini düşünmüyor. Bagdaı Hatu bir Türk hattıdır. . . % 40 Alman, % 30 İsviçre ve % 30 Fransız ser­

mayesiyle; yönetiminde 4 Türk, l l Alman, 1 Avusturyalı, 2 ıs­ viçreli ve 8 Fransız ile. Girişim ve organizasyon Almandır, ma­ li ve teknik yönetim Alman. Türk olan ise kardır, halk ekono­ misi ve askert-politik açıdan." (a.g.e., s. 34)

Balkan yenilgisi ve buna eşlik eden Müslüman katliamlannı uzun uzun örneklerle veriyor. Göz oyma, hamile kadın süngü­ leme, kafa, burun, kulak, meme kesme, ailenin gözü önünde ır­ za geçme, parçalama gibi çeşitli vahşet sahnelerini sayıyor, örn. Dedeagaç vahşetini anlatıyor: Dedeagaç'ın Yunan piskoposu, Türkleri, Bulgar ve Yunan katliamcılara karşı korumak için çok ugraşmış ama baş edememiş. Yapılanlardan öyle utanmış ve ig­ renmiş ki, Balkan Savaşı sonrası burayı terk etmiş. Olaylan ya­ zıya döken bir Fransız müfettişin raporuna göre, Bulgar ordu­ su , şehre girmeden bir gün önce komitecileri şehre salmış. Son­ ra bir Fransız gemisi görününce, düzenli ordu şehre yeni giri­ yormuş gibi yapmış ve komitecilere "müdahale etmiş", ardın­ dan da ordu ırzlara geçmeye başlamış. "Böylesi olgulara ragmen Avrupa humanitesi, sessiz ve hareketsiz kalıyor; böylesi kanıtla­ ra ragmen Avrupa uygarlıgı susuyor! Inanmış Müslüman acaba ne düşünüyor ve hissediyordur? " (a.g.e., s. 97) Çogu Balkan kö­ kenli olan ve gerçekten büyük acı çeken Türk subaylannı "ka­ fakola" almak için bundan daha güzel bir yol bulunabilir mi? Katliamdan kurtulan Balkan muhacirleri anlatırken, "Hıris­ tiyan" imha hıncından söz ediyor, buralarda Hıristiyan hep tır­ nak içinde. Türk köylüleri "şimdi doguya kaçar ve Avrupa'daki gurbetten( ! ? ) , Asya'daki yurda, mürnin Türkün naşının gömül­ mesini istedigi yurda - şu Üsküdar'ın selvilerinin dibine akar­ ken. Türkiye böylece Avrupa'da toprak kaybederken, Asya'da insanlar kazanıyor. " (a.g.e., s. 46) Yani jiickh'de, Balkanlı Türk için yüzyıllardır yaşanan, işlenen topraklar "gurbet" , bilinme­ yen, tanınmayan Anadolu kın da "yurt" oluveriyor. Bu yolla Goltz'ün daha onyıllar önce koydugu "Asya Türkiye'si konsep­ ti" cazip gösterilmeye çalışılıyor. Yine Goltz'den aldıgı, "kendi1 76

ne çektigi herkesi mahveden dogunun sireni İstanbul" tasviri­ ni, ki bu Wilhelm'i de çok etkilemiştir (B, 3 . 1 1 . 1 9 1 2) , işliyor (a.g.e., s. 55), Istanbul'dan sürülmenin de pek önemli olmadı­ ğı havasını vermeye çalışıyor. Goltz 1890'lı yıllarda ortaya koy­ duğu bu konseptinde, Osmanlı başkentinin Konya, Kayseri ve­ ya Şam vb. olmasım önermiştir (a.g.e., s. 57). "Asya'da yeniden do�ş şu üç koşulla mümkün olacaktır:

l) Büyük güçler, etrafında kavga edilen Türkiye'yi artık ra­

hat bırakmalıdırlar, özellikle Rusya Ermenistan'da, Ingiltere Arabistan'da ve Fransa Suriye'de.

2) lç çatışma hidrasını [ Yunan mitolojisindeki çok başlı cana­ var - S. D] Herkülce bir güçle ezecek ve bogacak bir Türk as­ keri diktatör. 3) Yeni Türkiye'nin idaresinin güvenilir o rganizasyo­ nu için dost uluslardan deneyimli memurlann çagnlması. "

(a.g.e., s. 59) Balkan yenilgisinin suçunu Fransız etkisindeki Nazım Paşa ve Bulgar, Rum, yani "hain" demiryolu çalışanianna ve Hıristi­ yan askerlere yıkıyor, kışkırtıyor (a.g.e., s. 62-63) . "General Mahmut Şevket Paşa, bazen gururla şöyle diyordu: 'Biz Türklerin hoşgörüsü ve adaleti, siz Almanlarda yok: Siz Yahudi subaya izin vermiyorsunuz, oysa biz Yahudi ve Hıristi­ yanlan, tıpkı Müslümanlar gibi terfi ettiriyoruz.' Bu yıllarda sordu�m bütün Ermeniler, Türk yönetiminden ve muamelesinden hoşnutluklannı ifade ettiler, buna karşın Rumlar hep mınldandılar . . . Osmanlı Hıristiyanı, Osmanlı Müslümanı ile hukuki eşitlige layık olmadıgını gösteriyor. Bu tehlikeye karşı Alman subayla­ n, Türk ordu yönetiminin çoktan dikkatini çektiler ve Hıristi­ yanlan orduya almayı, ama bu ilk nesilde, savaş halinde, bun­ lann kullanılmamasını tavsiye ettiler. Anayasal haklara olan Türk saygısı, teorik olarak kabul gördü, ama şimdi pratikte so­ nuçlannın cezasını çekiyor. . . Subaylann politize olması da işin cabası oldu; hani bu, hiç la1 77

zım olmadığından degil -subaylann politikayla uğraşması, or­ yentte adet, çünkü subaylar, tek egitimli katmanı oluşturuyor­ lar- ve Jöntürk devrimi, subaylann aktif kaulımı olmaksızın, Bulgaristan, Sırhistan ve Yunanistan örneklerindeki gibi... müm­ kün olınazdı. Bu üç komşu ülkede subaylar politikadan kışlaya dönmek için zaman buldular. Eski Harp Nazın Malunut Şevket Paşa, herhalde bu tehlikeyi gördü ve herhalde Alman nıareşal Ba­ ron von der Goltz de aynı yönde dost öğı1dü verdi." (a.g.e., s. 64)

Ülke ve orduda büyük yoksulluk vardır. jackh, Türk-Yunan Savaşı'nda dogrudan ölenlerin sayısı 3.000 iken, savaşı izleyen açlık ve hastalıklardan 60. 000 askerin öldügünü, bir Alman doktora dayanarak anlatıyor (a.g.e. , s. 67) jackh yenilgiden tüm ordu yönetimini ve Goltz'ün savaş pla­ nını degiştirten KAmil Paşa'yı da sorumlu gösteriyor, Alman top­ lannın başındaki Türk topçulannın dörtte birini oluşturan Hıris­ tiyan askerleri de. Sonra Türk ordusunda savaşan Lossow, Veit, Rein gibi birkaç Alman subayının kahramanlıkianna ve Krupp toplannın mükemmelligine sıra geliyor. Neredeyse "bunlar ol­ masaydı, Çatalca'da da yenilgi olurdu" demeye getiriyor, bunu Albay Veit ve Yüzbaşı Rein'ın Türk övgülerine sarmalıyor. "Türk askeri, disiplinli, azla yetinen kanaatkar, iyi niyetli, sabırla her çi­ leyi çeken, Avrupa'da eşi olmayan askerdir" ve "Türk, dogunun tek centilmenidir ! " (a.g.e., s. 79-82) Osmanlı'daki kathamiann dışandan müdahalelerle baglantl­ lı olarak yapıldıgını söyleyen bir Fransız gazetesinden alıntı ve­ riyor: '"Eger kıyımlar, bir dava için faydalı sayıhrsa, bunlar or­ yentte hep amaca uygun zamanda oluyorlar; bunlar hiçbir za­ man, kendilerine has nedenlerden olmuyor."' Buna jackh şu il­ ginç ifadeyi ekliyor: "Belki bu metod, bir zaman hatırianmak zorunda kahnabilir. " (a.g.e., s. 149) Dostu Rohrbach'ın, "Aslında bir Türk, japon veya Çinlinin, Goethe'nin Faust'unu anlayabilmesi, onun Alman merrnileri satın almasından daha önemli" sözlerini hatırlatıyor ve Türki­ ye'de Alman okul ve kültür atılımı istiyor (a.g.e., s. 1 53) . tık baskısı l 9 l l 'de olan Der aufsteigende Halbm on d' un eli.

1 78

me geçen l916'daki 6. baskısı, bir parşömen kagıdının ardın­ dan gelen "Ekselans . . . Enver Paşa"nın imzalı ve baygın bakışlı bir portresi ile başlıyor. J ackh, 1 9 1 1 'e dek üç kez (birinde Rohrbach ile) Türki­ ye'ye giuigini, Adana katliamına da dogrudan şahit oldugunu, l 9 1 0'daki Arnavutluk seferine "Mahmut Şevket Paşa ile özel ilişkisi sayesinde" Türk Genelkurmayı'nın tek yabancı konugu olarak katıldıgını yazıyor (a.g. e. , s. 10). jackh bu seyahat üzeri­ ne de Balkan halklan ve özellikle Arnavutlar üzerine geniş bil­ gi veren ve bol resimli bir kitap çıkarmıştır. Meşrutiyet ilanındaki İzmir manzaralannı, devrim şenlikleri­ ni, "La Marseillaise"in hep birlikte nasıl söylendigini, Hıristiyan­ Müslüman sarmaşmasını vs. anlatıyor. Sonra da Rumiara kar­ şı kışkırtıyor: Eşitlik Türkleri, imtiyazlı Rumiann düzeyine yük­ seltmiş, bu Rumlan rahatsız edecekmiş: "Patırtıcı Rum, ondan sonra yine yüksek sesle bağınp, gürültü yapacak." (a.g. e., s. 2 1 )

Uzun uzun Abdülhamid zamanındaki zulmü, Mithat Paşa'ya yapılanlan, kafasının kes i lip Abdülhamid'e sunuluşunu, Sul­ tan'ın "bakşiş" düzenini anlauyor. "Ama ulusal Türk devrimi ilke olarak dinastik-meşruti, asla cumhuriyetçi-demokratik değil- dini nedenlerden de: Padişah aynı zamanda halife." (a.g.e., s. 32)

Bir Alman generali jackh'e anlauyor: "Sultan'ın şahsen tanıdığım bir yaver paşası, bana Abdülha­ mid'in çok sayıda mahrem özelliğini sır olarak verdi, sonradan bunlann kanıtlannı kendim de gördüm. Örneğin bazen Ab­ dülhamid'in çılgınca bir öfke krizinde, önde gelen adamianna tabak, çanak fırlatnğı veya onlan tekmelemeye başladığı olur­ du." (a.g.e., s. 32) " ... Süt kardeşi ve sırdaşı !zzet Paşa [Wangenheim'ın 3. billüm­ de verdigirniz raporunda Krupp'tan rüşvet aldıgı belirtilen lzzet Paşa - S.D. } , ona uykusuz gecelerinde, araya konmuş bir pa1 79

ravanın ardına uzanıp, Fransız Devrimi'nden vahşet sahnele­ ri okuyarak zamanı geçirirken, Abdülhamid kana susamış hid­ det krizlerine kapılabilirdi. Kimi katliam emri, böylesi bir ruh halinde verildi . Bütünü içinde Sultan Abdülhamid, deha ile çılgınlıgı.n trajik bir karışımıdır. " (a.g.e., s. 33)

Abdülhamid döneminde yedi, Jöntürklere de bir kez sadra­ zamlık yapan Küçük Sait Paşa'nın Anılar'ında, bu hiddet nöbet­ leri ve Arapo ·lzzet veya lzzet Holo ismiyle anılan ve meşrutiyet ilan edilince yurtdışına kaçan lzzet Paşa'nın entrikalan üzerine anlattıklan, Alman generalin anlattıklanm fazlasıyla teyit edi­ yor (Sait Paşa, s. 50, 1 75 ve 280). Bir defasında böyle bir haka­ ret, dayak ve ölümle tehdit nöbeti ardından Küçük Sait Paşa, Ingiliz büyükelçiligine sıgınarak canım kurtarmış. Yabancı etkisine karşı Jöntürklerin ardında Müslüman ule­ ma vardır: "Ulusal damga böylece dini bir renk de alıyor. Yani ulusal Türk subaylar ve hocalar, ayrıca sürgünden ve­ ya kaçtıklan ülkelerden dönen 1öntürkler' ve bunlara Mason baglanyla baglı politikacılar (Selanikli girişken lsraelitler ve Is­ tanbullu zengin Ermeniler)- şimdi bunlar komitede bir araya geliyorlar: Bugünkü harmoni henüz kulaga hoş geliyor- ama bu Parisli mason cumhuriyetçiligi ile Türk, askeri ve monarşik olanlar uzun süre birbirini çeker mi acaba? Selanik'teki Dön­ me'ler, korniteye özel bir renk verenler: lrken Yahudi ve dinen Müslümanlar . . 200 yıl kadar önce kısmen Islam'ı kabul ettiler .

ve şimdi bunlara dönme deniyor. Selanikli Israeliıler, bu Türk Hamburg'unda çogunlugu oluşturuyarlardı ve bütün meslek­ lere girmiş durumdalar: Tüccarlar, akademisycnler, zanaatkar­ lar arasında oldugu gibi köylüler, kayıkçı ve harnallar arasında da bulunuyorlar, sıkı, güçlü kuvvetli adamlar ve saçlan süslü, bagırlan açık kadınlar. " Oackh, a.g.e., s. 36) .

Sofu halk, Abdülhamid'i hala tuttugu için, Jöntürkler "Ab­ dülhamid rüşvet yemez, iyidir, ama dalkavuklannca kandınl­ dı" propagandası yapıyorlar: 1 80

"Komite bu kolay kandırmacayı sürdürüyor, padişahın, kan, paşalanyla paylaşu�nı bile bile. " (a.g.e., s. 40)

Jackh, Sultan ve adamlannın Almanya, Ingiltere vb. ülkeler­ deki bankalarda milyonlarca lirası bulundugunu, Sultan'ın aynı zamanda Osmanlı topraklanndaki en büyük ve en hesapçı top­ rak spekülatörü oldugunu yazıyor. Enver'i methediyor: "Yeni bir adam ortaya çıkıyor: Enver Bey - 'o vatan kurtancı ! ' Namı bütün sokak köşelerinde böyle ünleniyor. Enver Bey in­ ce, zayıf yüzlü ve kararlı, yijtit ha dı genç bir subay. Enver Bey, Arnavut dajtlanndan aşa� devrim çı�nı harekete geçirdi. In­ san bu ismi ve bu adamı beliemek zorunda. Acaba Napolyon mu olacak?" (a.g.e., s. 43)

Oysa jackh, Enver'e bu methiyeyi düzmezden iki yıl önce Is­ tanbul'daki Askert Ataşe Strempel gizli raporunda şunlan bil­ dirmiştir: "Kesinlikle güvence verchilirim ki, Enver, devrimde, özellik­ le onun hazırlık aşamasında öncü bir role sahip deıtildi. Faute de mieux onu milli kahramanlıkla damgaladılar, basit, yeter­ li zeka ve biraz çocuksu karaktere sahip birisi olarak bu, onun başını döndürıne tehlikesi yarattı. Enver'in zekası farklı deger­ lendiriliyor, şeflerince en düşük, onu hiç tanımayanlarca en yüksek düzeyde. " (B, 7.4. 1909) "Galata Köprüsü, Haliç üzerinde , her gün bütün halklardan 300.000 insanın bir oraya, bir buraya aktıjtı bir köprü ve bu ahşap köprü, öyle bir durumda ki, onun kullanımını, Alman­ ya'daki en küçük taşra şehrindeki polis bile yasaklardı. 'Bozuk Türk düzeni'. Bu 'bozuk Türk düzeni'nin özü, aslında ne? Galata Köprüsü bunun yanıunı veriyor. Sorumlu nezaret, zorunlu bir tamirat ihalesi yapıyor; bir I talyan fırması ihaleyi alıyor, bu iş 200.000 marka mal olacak. Nazır diyor ki: Aynı işi ben 1 50.000 mar­ ka yapanm.- Tamam, yapsın; devlet tasarruf etmiş oluyor ya ! 1 81

Nazır, köprüde, 50.000 marklık yama ve incik boncuk yaptı­ nyar ve geri kalan 100.000 markı cebe atıyor.- Bütün sokaklar da böyle pespayeleşiyor, harap oluyor. Tepede kimi büyük boy haydut, saygın şahsiyetler olarak oturuyor- Müslüman ve Hıristiyan. Herr Nazır, memurlan­ nın maaşlannın büyük bölümünü alıkoyuyor- kendi cebine. Memurlara, geriye çok az kalıyor ama onlann da yaşaması ge­ rek: O zaman onlar da daha aşagıdaki memurlann maaşlan­

nı al�koyuyorlar- ceplerine; ve aynca- bahşişsiz hiç bir imtiyaz

vermeyen yukandaki beyleri örnek alıp, ahaliye yöneliyorlar:

bahşiş, rüşvete dönüşüyor. Ve böylece bu sistem memurlar yo­ luyla, 'gümrükçülerle günahkArlara' dek iniyor, bunlar da köy­ lüden ürününün onda biri yerine sekizde birini vergi olarak alıyorlar. Köylü ile zanaatkar ise -sanayisiz Türkiye'de işçilik diye bir şey yok- yaşamını kıt kanaat idare etmeye çalışıyor ve iyi niyet ve sabırla, fıkralar ve atasözleriyle hırsını almakla ye­ tiniyor. 'Devletin malı büyük bir deniz, yemeyen domuz ! ' Şimdi b u domuz ahın silinip. süpürüldü ; ordunun, ruh­ hanlar ve aydmlann Türk birligi sayesinde ." (a. g.e., s. 43-44).

Krupp'un sabık Harbiye Nazırı'na [burada kastedilen bü­ yük olasılıkla Rıza Paşa - S.D. ] rüşvet verdigi dedikodusuna ]ackh'in yanıtı: "Eski rejimde rüşvet vermeden iş mi oluyordu ? . . . Bu sistemde bütün milletler aktif rol aldı- almak zorundaydı. . . Şimdi Ingi­ liz ve Fransız rakipler, tüm bahşiş sisteminin sorumlusu ola­ rak Almanya'yı gösteriyorlar." (a.g.e., s. 59)

Abdülhamid yıkıldıktan sonra Çerkez "Deli" Fuat Paşa'nın sürgünden dönüşünü ]ackh, Kiderlen Wachter ile birlikte İs­ tanbul' daki Alman "Tarabya" gemisinin güvertesinden izlemiş: "Fuat Paşa, bir zamanlar, geederin kitap okuyuculannın, ken­ disi Ermeni bir anneden gelen uykusuz Sultan'da uyandırdık­ lan kanlı fantezinin yaratıgı olan Ermeni katliamlarını -bu Kürt-Türk degil!- barbarlık eylemini protesto etmişti" (a.g.e., s. 46) . 1 82

"Türk, alkolsüz ve vejetaryence, çok az hayvani {az etle demek istiyor - S.D.} yaşar. Insan ne yerse odur." (a.g. e., s. 49) .

"Türk devrimindeki b u huzur . . . Rus devrimi tüm ahlAki kav­ ramıann dagı.lması özelligini taşıyor; Türklerinki ise alılik ar­ zusunu. Ve bu Rusya, Türkiye'yi 'reforme etmek' istiyor- ve Rus haçını, Ayasofya'daki Türk hilllinin yerine dikmek . . . Türk içmez- yani : Çalmaz ve hile yapmaz, haydutluk etmez ve cina­ yet işlemez." (a.g.e. , s. 50)

"Ermeni döviz tüccan veya tefecisi ve Rum taciri. Ve beni her seferinde (bunlardan) kazık yemekten kim korudu? Türk! " (a.g.e., s.

51)

Bir Alman tealogunun "mükemmel yönetici , olağanüstü ka­ pasite" diye methettiği bir Ermeni patriği kilisenin yanm mil­ yon lirasını özel hesabına kaydırmış. Istanbul Ermeni ahalisi , patrikhanenin önünde bunu bir mitingle protesto etmiş ve pat­ riği Türk askerleri korumuş. Jackh, "kapasite tamam" diyor, "ama bambaşka bir kavrama alanında" (a.g.e., s. 73) . Jackh e gö­ re Asya Hıristiyanı ahlaki açıdan da "az değerli"dir (a.g.e., s. 83) . Batının şehirli Ermenileri üzerine şöyle diyor: "lki Rum bir Ermeni yaparmış, bir Ermeni iki şeytan. " (a.g.e., s. 137) jackh bundan sonra doğu platosu Ermenilerini, dürüst ve çalışkan in­ sanlar olarak anlatıyor ve bunlara karşı uygulanan katliamlar­ dan (Kürtleri suçlayarak) örnekler veriyor. '

"'Ben Türkü seviyorum'- karşılaştığım, yıllardır günlük alışve­ rişte Türklerle bir arada olup, bu halkı tanıyan bütün Alman­

larda bu hükmü buldum; Türkü, doğru, dürüst, kanaatkar, sa­ dık, akıllı, cesur, misafirperver insan olarak seviyorum. Zamanında Lord Byron yazmıştı: 'Türkler ne hilekar ne de ödlektirler, ne canidider ve ne de cadı yakarlar; onlar, sultan­ lanna, o idare etmeyi bildiği sürece sadıktırlar ve Allah'a engi­ zisyonsuz hizmet ederler! " (a.g.e., s. 52)

Kadıköy'de bir yaz akşamını methediyor. Almaniann en öz­ gür yaşadıklan ülkenin Türkiye olduğunu, burada politik ola1 83

rak özgür ve tek kuruş vergi ödemeden zengin olunabildiğini yazıyor (a.g. e., s. 79) . "Almanya, Türkiye'den toprak almak istemiyor ve Türkiye bu­ nu biliyor ve güveniyor. Almanya, Türkiye'yi iyi gelir getiren, endüstri mallan pazan ve zengin dogal ürün kaynagı olarak is­ tiyor." (a.g.e., s. 55). "Şimdiye dek özgür ve vahşi olan göçebe, hazır olda durup,

bütü ne ayak uydurunca ve asker ruhuna uyunca, bu çok duy­ gulandıncı bir görüntü veriyor." (a.g.e., s. 2 1 6)

"Enver Bey bunu okudugunda, bütün mütevaziligi ve sadeligi ile ister istemez başını sallayacaktır. " (a.g.e., s. 220) "Bu Enver, yükselen hil!lin yıldızı idi . . . Bu Enver, batan hil.alin özlemi olarak kaldı . . . Ama o, şahsiyet olarak ne denli yükse­ lirse, bu insanda kişisel olan ne varsa, o denli küçülüyor: Tüm gurur yok oluyor ve sadece dava kalıyor, kutsal büyük vatan davası." (a.g.e., s. 226)

Bu övgüyü "yeteneksiz" Nazım ve Kamil Paşa'lara karşı yapı­ lan Babıali baskını ve askeri diktatörlük övgüsü izliyor (a.g.e., s. 228) . Sanının bu alınnlar, bu kitabın ruh ve niyetini anlamak için yeterli. Wilhelm Almanyası'ndaki oryent tablosunun oluşma­ sında büyük bir rol oynamış olan bu kitabın baştan sona bu ha­ vada, Türk methiyesi, gayrimüslim ve Kürt düşmanlığı ve Al­ man yayılmacılığı için bir "Türk kullanım tarifesi" olarak yazıl­ mış olduğunu söyleyebiliriz. Kitabın sonuna Nisan 1 9 1 6'da, yani "tehcir" hemen hemen bittikten ve Avrupa'da katliam haberleri yayılmaya başlamış­ ken konmuş ek de şöyle: "Türkiye, Türk olmak istiyor- ilk kez ve bütün zamanlar için ! (. . . ) Bir daha: Türkiye Türk olmak istiyor. Bu -kısa ve öz, net ve dogru- Türk savaş hedefi. lçeride ve dışanda ! Bu sa­ vaş, Moltke'nin istemini, yani Türkiye'nin önce kendi bölge­ lerini fethetmesi gerektigi şartını kanıtlıyor ve yerine getiri1 84

yor. Bu Türk 'fethi', savaşı Suriye ve Mezopotamya'ya getiri­ yor. Bu Mart'taki seyahate kim Enver Paşa ile birlikte, Anado­ lu ve Suriye'den Arabistan'a ve Süveyş Kanalı önüne dek ka­ tılabildi ise o sevinçli bir şaşkınlıkla, Türk vali ve kumandan Cemal Paşa'nın savaş çalışmasının Toros'tan Sina Çölü'ne dek bütün bölgeyi sardıgını ve Türk merkezi otoritesine açtıgını ve kazandığını gördü: Askeri, ekonomik ve örgütsel açıdan. Ora­ da demiryollan ve otoyollan ortaya çıku, barakalar ve samıç­ lar -tarlalar ve vahalar, çölün içinde dek 'örnek biçimde' iş­ lenmiş-- hatta 'kadın alaylan' tarafından: Orada koca mahalle­ ler ortadan kaldınlmış ve yeni şehir yapılan yükselmiş. Şim­

di, dünya savaşının ortasında! . . . Ve npkısı Mezopotamya'da da devam edecektir, Kut el Arnara'nın düşmesi gibi - ve düşecek­ tir ve düşmeli! Bunu İstanbul'da, oradaki olaylan bilen herkes görüyor. Arap Mezopotamya, kulaklannı doğnıltacak ve göz­ lerini kaldınp bakacaktır - Türk muzaffere yöneltecektir, o ki koca bir İngiliz gamizonunu esir almıştır, öyle büyük ki, bu şimdiye dek bu savaşın Avrupa cephesinde hiçbir yerde başa­ nlamadı. Maşallah ! . . Türkiye Türk olmak istiyor - dışa karşı da . . .

"

jackh bundan sonra Türkiye'nin verdigi kurbanlan sayıyor ve "bütün bunlar yalnızca özgür olabilmek için, artık Türk ola­ bilmek için . Işte bu , savaş hedefi olan Türk 'millliyetçiligi' ve böylece Türk milliyetçiligi, Türk savaş aracı da oluyor . . . Bu ara­ da buna biraz 'şovenizm' gibi bir şey kanşıyor; ama böylesi bir tarihsel geçiş, nerede bu tür katıklardan tamamen bagımsız ola­ bilir ki? . . . Macaristan ve Bulgaristan için adil bulunan, Türkiye için de kabul edilmelidir . . . Türkiye Türk olmak istiyor: Bütün ve bagımsız, özgür ve güçlü . Yeni Türkiye, ne denli birlik içinde ve güçlü olursa, o Al­ manya için de o denli emin ve o kadar degerli bir müttefik ola­ caktır. . . Alman-Türk birlikteligi, tarihsel bir insafsız dayatma­ dır," (a.g.e., s. 254-256) diyor. Bu satırlar önsözde Pomiankowski'den verdigimiz, açlıktan ölen ve büyük ihtimal Ermeni olan Şam çarşısı çocuklan ve Fi185

listin'deki aç, sefil insan, arnele taburu manzaralannın gözlem­ lendigi seyahat üzerine yazılmıştır. Jackh, bu yıllarda İstanbul ve Berlin'deki baş "Türk uzmanıdır" . Belgelerde ortaya çıkan ve İs­ tanbul' daki diplomatlan bile rahatsız edecek kadar pervasız, bil­ giç ve işgüzar havası ile jackh, Enver-Talat kliginin her cürümün ardında duran, hatta fikir babalıgı yapan Almanlardan biridir. Almanya'daki oryent tablosunun yaratılmasında etkili olan bir başka Yl!Zar da Max von Oppenheim'dır. Rosa Luxemburg'un yapıtında da işaret ettigi Ren bölgesi­ nin ünlü banker ailesinden gelen Baron Max von Oppenhe­ im, 1 883 yılında lstanbul'a ilk gelişinde henüz 22 yaşındadır (Kom, s. 85) . Bankacılıgı sıkıcı bulan Oppenheim için diplo­ matlık ideal meslektir ve bu yönde bir egitim almaya çalışır. Ancak Yahudi kökeni, onun bu meslekte karlyer yapmasının önüne bir engel olarak çıkar. Oppenheim buna ragmen Mısır'a, Fas'a ve diger Afrika ülkelerine seyahatlere devam eder, Arap­ ça ögrenir, Islam dinini yakından tanımaya çalışır. 1 893 yılın­ da ilk ekspedisyonunda deve kervanlanyla Şam'dan Musul'a gi­ der, oradan Dicle'yi Basra'ya dek iner, Hindistan'a, oradan Al­ man Dogu Afrikası'na geçer, çiftlik kurmak için bir arazi alır, ünlü Afrika araştırmacısı Gerhard Rohlfs ve Dışişleri Dairesi Sömürge Bölümü şefi Paul Kayser ile ilişkiye geçer. Bu Kayser, Reichstag'da August Bebel'e karşı , sömürgeci barbar Carl Pe­ ters'in cürümlerini, Cortes'leri örnek göstererek mılzur saydır­ maya çalışan Kayzer'dir. lstanbul'a, katliam yılı 1895'te yapugı gezide büyük ekspe­ disyon planlan için Abdülhamid'ten randevu ister, hiçbir dip­ lomatik yetkisi olmamasına ragmen Sultan bununla iki sa­ at görüşür. Anılarında şöyle yazar: "Sultan'ın o günlerde pa­ nislllmizm fikirlerini savundugunu ve halife ve Mekke-Medi­ ne'deki kutsal yerlerin koruyucusu olarak konumunu güçlen­ dirmek için özellikle Arap faktörünü kullanmak ve gerçekten tüm lslllm dünyasını etkisi altında toplamak isterligini biliyor­ dum" (Kom, 86) . Oppenheim, panislllmizmin ve ilerideki bir savaşta ilan edilecek bir cihadın, savaşın kaderini degiştirecek bir güce sahip olduguna inanır ve bu inancı Almanya'da da ya1 86

yar. Işine geldigi için buna çabucak inananların arasında Wil­ helm de vardır. Bu çabalan sonucu Oppenheim, ailesinin de yardımı ile Ka­ bire Büyükelçiligi'nde bir görev almayı başarır. Kendine or­ yantal bir yaşam tarzı (evde haremlik alan vs. ) seçer, evinde oryantal , özel ipek giysilerle gezer, harem kurar. Daha ileri­ de Oppenheim, Kahire yıllarını, "yaşamının en şahane yılları" olarak anacaktır. tık ekspedisyon izienimlerini derledigi Vom Mittelmeer zum Persischrn Golf, Bagdat Hattı görüşmelerinin Wilhelm'i iyice kı­ zıştırdıgı 1 899 yılında yayımlanır. Eksantrik havası ve yazdık­ lan sayesinde Oppenheim'a, Almanya'da "oryent uzmanı" gö­ züyle bakılınaya başlanır. Aynı yıl planladıgı bir Arabistan Yarı­ madası ekspedisyonu gerçekleşmeyince Resulayn yakınlannda "arkeologluk" yapmaya karar verir. Burada yaşayan Çerkezle­ rin bir mezar için Teli (Höyük) Halarda açtıkları çukurdan in­ san kafalı hayvan heykelleri çıkmıştır. Burada kazı izni için ls­ tanbul'a gitmesi gerekir. Konya'dan itibaren trenle yolculuk ya­ par, biraz etrafı görür ve böylece Bagdat Hattı güzergahı üzeri­ ne de "uzman" olur. Bagdat Hattı bölgelerinin gelişmesi üzeri­ ne 350 sayfalık bir "araştırma" yazar ve bunu 1904'te yayımlar. Bagdat Hattı'nın asıl patronu Deutsche Bank Şefi Arthur Gwin­ ner'e göre bu kitaptaki "palavralar, mürekkep hokkasında kal­ salar" aslında daha iyi olurmuş (a.g.e., s. 1 4 1 ) . Baştan Almanya'da hızlı bir "Tell Halaf' patırtısı koparan ve konferanslar veren Oppenheim, yıllar önce aldıgı kazı izni­ ni kullanmayınca, 1 909'da Alman biliminsanları ve Babıali ta­ rafından ona , kazılara ne zaman başlayacagı sorulur. Çünkü Lawrence gibi Ingilizler de Bagdat Hattı etrafında bol bol "ka­ zı" yapmaya başlamışlar ve Oppenheim bunlarla tanışmıştır. Bir buçuk yıla yaklaşan hazırlıklardan sonra Oppenheim (ban­ ker babasından bu iş için 15 milyon mark koparmıştır) , bin de­ ve ile taşıdıgı malzemeleriyle 28 Temmuz l 9 l l'de Tell Halara varır ve"özel kazı"sına başlar (a.g.e., s. 1 58) . Bu kazılarda Ara­ mi, Asur ve Hitit dönemlerine ait heykeller, altın ziynet ziynet eşyaları, kiremit-keramikler bulur. 1 87

Oppenheim'ın bu yıllara ait resmi yazışmaları Alman Dışiş­ leri Bakanlıgı Arşivi'ndeki iki dosyada toplanmış. Bu yazışına­ lardan, Wilhelm'in yaş gününü Türk yetkililerle çölün orta­ sında nasıl kutladıgını (3.2. 1 2 , K 43 1 ) ; Istanbul Müzesi Mü­ dürü Harndi Bey'in ödünsüzlügünden şikayetlerini (20. 1 1 . 1 2, a.g.y.); Resülayn'da Kaymakam Faik Bey'in, eşinin önünde Çe­ çenler tarafından nasıl tokatlandıgını , başından fes fırlayın­ ca genç kadının, eşinin kafasının koptugunu sanıp bayıldıgını ve Diyarbakır'da psikolojik tedavi gördügünü ( 1 2. 1 . 1 3 , a.g.y.); 1 0 sandık v e 27 çuval dolusu "kiremit parçası"nı (ifadesine göre Rakka pazarından almış) Almanya'ya götürmek isterken yakalanışını ve Türk makamlarıyla mücadelelerini (26.4. 1 3 , K 43 1 v e 1 2 . 6 . 1 3 , 24. 6 . 1 3 , K 432) ögreniyoruz. Oppenheim 28.08. 1 9 1 3 tarihli yazısında, Berlin'e götürmek istedigi 18 ko­ lilik eşya ve malzemesine el kondugundan şikllyet eder. Ha­ lep Konsolosu Rössler kolileri kurtarır, ancak Rakka'dan gelen sandık ve çuvallar için ısrar edemedigini, çünkü o zaman antik eser kaçakçılıgını kabullenmiş olacagını yazar ( 1 .9. 1 3, K 432) . Savaş başladıgında Oppenheim , 54 yaşındadır ve "vatan hizmeti"ne, Dışişleri Dairesi'ne (DD) verdigi "Düşmanlarımı­ zın Isiilm bölgelerinin devrimcileştirilmesi" başlıklı bir layiha ile başlar. Mısır Hidivi II. Abbas Hilmi ile samimi olan Oppen­ heim'ın 1 2 bölümlük ve 136 sayfalık bu layihasına göre Mısır ve Sudan'ın 12 milyon Müslümanı, isyan için Türk ordusunun Süveyş'i geçmesini beklemektedir. Bu Müslüman isyanının ha­ zırlanması için bu bölgelerde geniş propaganda, küçük ihtilal­ cikler, patlamalar ve suikastlar düzenlenmeli, gerilla gruplan kurulmalıdır. Bu eylemler sonucu artacak Ingiliz baskılan ne kadar gaddarca olursa , bunlardan ne kadar çok masum insan acı çekerse, halkta dogacak öfke ve fanatizm de o kadar yüksek olacaktır (R 20938'den aktaran Oberhaus, s. 8) . DD, Oppenheim'a "Nachrichtenstelle für Orient" (Oryent Is­ tihbarat Servisi) şefligini verir. Başkarargah'a baglı Sıkıyönetim Komutanlıgı'nın IIIb Dairesi ile el ele çalışan bu daire 1 5 Alman ve 20 yabancı personel ile çeşitli dillerde yıgınla broşür, açıkla­ ma, bildiri çıkarır, bunların çeşitli ülkelerde yayılmasını örgüt1 88

ler (Korn, s. 2 1 1 ve Oberhaus, s. 5 ) . Oppenheim'ın Mart l 9 1 5'e dek Berlin'den ve sonra Istanbul'dan yönettigi bu örgütün Tür­ kiye şehirlerindeki dayanaklan olarak 1 9 1 5'te "Haber Salonla­ rı" kurulur. Müslüman halk okuryazar olmadıgı için propagan­ dada bol resim , afiş ve filme agırlık verilmiş. Kom, bu ajanlık faaliyetleri nedeniyle, National Geographic'in Şubat 2008 sayı­ sında Oppenheim'dan "Kayzer'in Casusu" diye söz edildigini yazıyor (Kom, s. 2 1 0) . Bu "devrimcilik" propagandası için o denli çok malzeme üre­ tiliyormuş ki, bunlar, Almanya'dan Türkiye'ye kalkan trenler­ de silah ve kömürden sonra en çok taşıma kapasitesi işgal eden "ürün" imiş. Oppenheim'ın yukanya verdigi raporlardaki göz boyama çabası, bu salonlara "günde 1 0 . 000, Istanbul'da hat­ ta 20. 000 ziyaretçi" geldigini iddia edecek kadar ileri gitmiş (a.g.e., s. 2 1 6) . Oppenheim'ın Ermeniler konusunda verdigi ra­ porlarda da aynı yaranmacı, sahtekar ruhu görmek mümkün­ dür. Ü lkeyi çok iyi tanıdıgını söyleyen bu adam , Hoffmann'ın bir raporunda dikkati çektigi gibi bir Ermeni adından üç kişi yapmaktan da çekinmez. lki amatör arkeolog Oppenheim ve Wilhelm savaştan sonra da 1930'lu yıllara dek görüşmüşler, geçmişi yad etmişler (Kom, s . 294) . Oppenheim, 1920'lerin sonunda Suriye'nin izni ile ye­ niden Teli Halara gitmiş ve orada buldugu ünlü Arami Tanrı­ çası'nın bazalt heykclini ve başka tarihi eserleri Berlin'e getir­ miştir. tkinci Dünya Savaşı bombardımanlarında parçalanan bu heykellerio reslorasyonu 20 1 0'da tamamlanmış ve heykeller 20 1 1 Ocak ayında Bergama Müzesi'ne konmuştur (ARTE'nin 08.0 1 . 20 1 1 yayınından) . Birinci Dünya Savaşı başındaki "hücum" coşkusu ile aynı örgütlerde çalışan Rohrbach, jackh, Oppenheim vb. arasında, kendini daha başlarda hissettiren yaklaşım farklılıkları, savaş akışı içinde daha da belirginleşecek ve kopmalara neden ola­ caktır. Rohrbach ve jackh, Erzberger vb. gibileriyle birlikte Donan­ ma Dairesi Istihbarat Bürosu'nda Tirpitz'in yakın adamı Binba­ şı Löhlein koroutasında çalışacaklardır. Bu ikisi o günlerde Tir1 89

pitz fraksiyonu ile öylesine özdeşleşmiş olmalılar ki, Tirpitz , onların başkarargahda onu ziyaret etmelerini, "örgütünü koru­ mak amacıyla" istemez. Almanya'da savaş öncesinde yükselen Türk goygoyculugunun agır sonuçlanna Vierbücher de işaret ediyor: "Demokratlar N aumann, Rohrbach ve jackh, Almanya'da Türk problemi üzerine bir düşünce fabrikasyonu işlettiler; tehl ikelilik açısından bu, Alldeutsch'ların çalışmasıyla yarış içindeydi. Bu politikacı tipi, dünya duygusu ile milliyetçi­ lik arasındaki çelişkisinde, en belirleyici anda hep, milliyet­ çilige kayar, bunların daha sonraki felAketteki büyük suç pa­ yı vardı. Naumann, 1 898'deki Asia kitabında şöyle yazıyordu: 'Sayıca gerileyen, sürekli gerilemekle olan Türk, galiba eskiden sahip olmadıgı bir özellik kazandı. Özünde kırılmış olan, ama dı­ şa karşı hala var olmak isteyen insanların kumazlıgını kazan­ dı. En zayıf halinde hala dişlerini ve pençelerini nerede kulla­ nabilecegini anlayan hasta bir hayvanın içgüdüsel olarak bil­ digi gibi, Türk de ne zaman bir kez daha barbar olabilecegini ve kan akıtabilecegini biliyor. Türk barbarlıgına son fırsat Er­ meni cinayeti idi.' Naumann bunu 1 898'de yazmıştı. Dünya Savaşı'nda Nau­ mann için Türkler cesur ve yaşamaya yetenekli bir halk oldu. Herr Papaz [Naumann bir Protestan ruhbanı idi

-

S.D. ] , şüphe­

siz bildigi 1 9 1 5 Ermeni cinayeti üzerine, suçlayıcı tek söz sarf etmedi ! Süveyş Kanalı üzerine Naumann 1 898'de şöyle yazmıştı: 'Savaşta Süveyş'in kime ait olacagı sorusunda biz varız. Gün gelir, Rusya Ingiltere ile savaşacak olursa, Almanya, Fransa ile birlikte Rus tarafında olmalı. . . Bu yol için daha, keskin ateş edilmek zorunda . . . Hatta şayet biz, Istanbul'u kendimiz kulla­ namazsak, o zaman Osmanlı lmparatorlugu'nun iflas kütlesin­ de payımızı isteriz.' Bu sözleri demokrat Naumann, Istanbul'da ll. Wilhelm'in dostluk çeşmesi yapılırken yazmıştı. Bu Naumann, 1 900'de 1 90

şunlan yazdı: 'Biz Almanlar, bir filo Kayzerine, endüstri Kay­ zerine sahip oldu�muz için sevinmeliyiz.' . . . ( . . . ) Türkiye savaşa girdiginde, Türkler Herr Doktor'dan

[Rohrbach - S. D.] özel bir övgü aldılar: 'Türkler gerçekten, Bis­ marck ve Moltke'nin dedikleri gibi, do�nun centilmenleri gi­ bi davrandılar.' Ve onlar, Türkiye'nin o zamanki liderlerinin, Alman Türk dostlannın kaba dalaverelerini göremeyecek kadar aptal ol­ duklannı düşündügü sürece, Herr Rohrbach için öyle kaldı­ lar. Talat ve Enver, hayduttular ama kesinlikle aptal degildi­ ler." (Vierbücher, 1 3- 1 6)

Almanya'daki "oryent" tablosunun oluşmasında Paul Weitz ve Tyszka gibi gazetecilerin de büyük rolü olmuştur. Liberal Frankfurter Zeitung muhabiri Weitz, onyıllannı Is­ tanbul'da geçiren ve Osmanlı'yı nice diplomattan daha iyi ta­ nıyan bir adamdır. Alman belgelerinde Bulgaristan'ın Alman­ ya'nın yanına çekilmesinde başrolü oynayan insan olarak anı­ lır. Istanbul büyükelçiliginde onun fikri alınmadan hemen he­ men hiçbir karar alınmaz, birçok gayriresmi diplomatik adım onun üzerinden atılır. Weitz, Mahmut Sevket Paşa'nın öldürülmesinden sonra­ ki yazı ve görüşleri nedeniyle bir süre lttihatçı yönetimin bü­ yük tepkisini çekmiştir. Savaş sırasında da sürekli Istanbul'da­ dır ve Ermenilerin sürülmesine de yakından tanık olacak, ger­ çekçi raporlar yazacaktır. " lstanbul'daki Alman Büyükelçili­ gi'nde herkes, Weitz Sistemi'ne mi, yoksa Humann Sistemi'ne mi ait olacagına karar vermek zorunda idi." (Gust, 93) Weitz, Ermeniler konusunda karşı fikir öne sürdügü için Wangenhe­ im'ın kendisini iki kez odasından auıgını Morgenthau'ya anla­ tır (a.g.y.). Weitz, savaş sonrasında d a Türkiye ile ilgili konularda aktif­ tir. Örnegin Talat'ın Berlin'deki evinin baş konuklanndan bi­ ri de odur. Köllnische Zeitung muhabiri Tyszka ise Istanbul ve Atina uz­ manıdır. Büyük savaş öncesi Wilhelm'in istemi dogrultusun1 91

da, Türkiye ile Yunanistan arasında bir ittifak için çalışmalar da yürütmüştür. Çanakkale Savaşı'nı yerinde izleyip, sürekli raporlar vermiştir. Ö megin 1 7 . 03 . 1 9 1 5 tarihli bir raporuna gö­ re, Çanakkale Savaşı başladıgında istanbul'dan kaçan Türkle­ rin artık geri dönmeye başladıgını bildirir. Türkleri istanbul'da tutmak için sürekli propaganda yapaniann başında mebus ve Tasvir-i Ejkılr yazan Yunus N adi vardır, oysa lstanbul'u ilk terk eden ailel�rin başında yine Yunus N adi'nin kendi ailesi gelmek­ tedir (R 1 2787) . Türkiye'deki genel durum üzerine raporunda "İstanbul'da kalın ! " propagandası yapan Tala.t, Yunus N adi, po­ lis şefi Bedri, Prens Abbas Paşa vb.'lerinin ailelerini Anadolu'ya ilk kaçıranlar oldugunu yine vurgular. Ermeni ve Rumlarda ise "bayram havası" esmiştir (2.6. 1 5 , R 1 2787) . Burada savaş ile Enver- Talll.t kliginin bütün Müslüman ahali­ ye "dost-düşman" ikilemini dayattıgını ve farklı düşünme şan­ sını hemen hemen imkıı.nsız hale getirdigini görüyoruz. Oysa Tyszka'ya göre, savaş öncesi Türkiyesi'nde bir sürü komite (ln­ gilizci, Fransızcı veya Rus yanlısı vb.) vardır. Ö megin lttihatçı Ahmet Nesimi Bey "Rus komitesi" lideridir (27.4. 14, R 1 2787) . Haklannda kampanyalar düzenlenen ve suikastçılıkla suçla­ nan birçok politikacı (Şerif Paşa, Prens Sabahattin vb.) aslında aklı başında, liberal politikacılardır ve kendilerine isnat edilen adımları atacak kadar "beceriksiz ve aptal" insanlar degiller­ dir ( 1 3 . 5 . 1 5 , R 1 2787) . Kısacası Enver ve Talll.t, Wangenheim ile işbirligi içinde, savaş "fırsatını", Alman militarizm ve şove­ nizminin tam taraftan olmayan Müslüman muhalefeti de "düş­ man" ilan edip, hertaraf etmek için kullanmışlardır. Tyszka, 15 Mayıs 1 9 1 5'te İstanbul'da halkın silahlannın top­ landıgını, ancak komite yanlılanna silahiann geri teslim edildi­ gini, bunların ellerine ise "silahını teslim etmiştir" diye kıı.gıt ve­ rildigini bildiriyor. Bu raporda Enver'in özel Alman doktoruna Almanlara hayran oldugunu söyledigini, Prnsya krallarının zor­ balıkla güçlü hale geldiklerini ve kendinin de zorbalıkla Tür­ kiye'yi güçlü hale getirecegini söylerligini yazıyor (R 1 2787 ) . Wangenheim ise liberal ve para düşkünü Tyszka'yı sevmemek­ tedir. Tyszka'nın dogrudan Alman askert makamlarıyla ilişki 1 92

kurmasından şikayet eder, ancak onun ayagını Istanbul'dan ke­ semez, Tyszka'nın kapalı zarfla iletmekte direttigi raporlan san­ sürlerneyi başaramaz ( 1 3.6. 1 5 vs. , R 1 2787) . Tyszka, "Enver'in Harp Nezareti Müsteşan" olarak andıgı Mahmut Kamil Paşa'nın en yeteneksiz subaylardan biri oldugunu ve nasıl olup da 3. Or­ du gibi bir ordunun onun eline teslim edildigini bir türlü anla­ yamadıgını yazar (3.3. 1 5 , R 1 2787) . Tyszka, ticaretle de ugraşa­ cak, Braunschweig'dan H. Büssing firmasının kamyon satışlan temsilciligini de yapacakur ( 1 5 . 1 2. 14, R 13323) . "Savaş zorunlulugu" örtüsü altında işlenen suçlar, katliam­ lar, zamanla Alman-Ermeni Dernegi yöneticisi Rohrbach'ı hu­ zursuz etmiş, 1 9 1 6'da bu istihbarat bürosundan, daha sonra da ]ackh'in başını çektigi Alman-Türk Dernegi üyeliginden ayni­ mıştır. Yalnız bunlann arasındaki hava, "eski dost düşman ol­ maz" havasıdır. Bunlan birbirine baglayan bag "Alman çıkarla­ ndır" . Bir başka "Alman çıkarcısı" da ]ohannes Lepsius'dur (B, 29. ı 1 . 1 9 1 6) .

1 93

6

Wilhelm Almanyas1•nda 11Ermeni ..

Rohrbach'ın Alman-Ermeni Dernegi YK'ndan yakın dos­ tu j ohannes Lepsius, ünlü Mısırolog-arkeolog Cari Richard Lepsius'un ogludur. Daha genç yaşlarda Protestan kilisesine girmiş, rahip olarak Kudüs'te çalışmış, misyonerlik yapmıştır. 1 894 yılında Sason'daki Kürt agalarının Ermeni köylüle­ re, onların devlete ödedikleri verginin üzerine ek bir vergi da­ ha dayatmalanna karşı bir direniş başlar. Bu, istanbul'a "isyan" olarak bildirilir ve Ermeni köylülerin üzerine 1 5 .000 asker sü­ rülür. Köylülerin başında Andranik Ozanyan vardır. Direniş bir ay süren çarpışmalardan sonra, 8.000 Ermeninin öldürül­ mesi ile hastırılır (Hosfeld, s. 4 7 ) . 1 895 Mayısı'nda ingiltere, Fransa v e Rusya'nın Abdülha­ mid'e bir memorandum ile Ermeni sorununu dile getirmele­ ri, Ermeni bölgelerinde reform istemeleri, bunu öfkelendirir. Ermeniterin istanbul'da 30 Eylül'deki "dilekçe yürüyüşü"nün kanla bastınlınasının ardından, üç büyük gücün Abdülhamid'e baskılan artar. Sultan bu haskılara 1 7 Ekim'de diş gıcırdatarak imzaladıgı bir irade ile boyun eger. Bütün ülkede ise bu "gavur dayatmasına" karşı propagandaya hız verilir. Abdülhamid'in bu yolla 1 894- 1 896'da örgütledigi katliamlar sırasında, onun Girit Hıristiyanlarına yine dayatma sonucu ta195

nıdıgı hakların Ermenilere de tanınmasını isteyen bir grup Er­ meni, İstanbul'da silahlı bir ayaklanma hazırlıgına girişir. Sa­ matya'daki silah depolannın açıga çıkması üzerine bunlar, pa­ nik içinde 25 Agustos 1 896'da Osmanlı Bankası merkezine si­ lahlı bir baskın düzenlerler. Bu da İstanbul'da yeni bir katlia­ ma gerekçe oluşturur. Katliam için o gece Ermeni evleri tebe­ şirle işaretlenmiş, ceset taşımak için arabalar önceden hazırlan­ mıştır (Iıpsfeld, s. 56) . Bu eylemlerde yine Abdülhamid'in sadık harnallan başı çe­ ker. Burada da dürüst Türklerin , bunları durdurmaya çalıştı­ gı görülür. Üsküdar'da Deli Fuad Paşa, katHarncı güruhu en­ geller (a.g. e., s. 87) . Katliama karşı bütün dünyada dev bir tep­ ki oluşur. Fransa'da meclis sosyalist lider ]ean ]aures'in dilek­ çesi üzerine olaylan gündemine alır (a.g.e., s. 58) . Uluslararası alandaki bu izolasyon karşısında Abdülhamid, banka baskın­ cılarının yabancı gemilerle ülkeyi terk etmesine izin vermek zorunda kalır. Bunların arasında Erzurumlu Armen Garo (Ka­ rekin Pastırmacıyan) da vardır. Abdülhamid için artık Ermeni­ ler, "vatan haini, devlet düşmanı"dırlar. Pastırmacıyan, Abdül­ hamid yıkıldıktan sonra kendisi gibi sürgünde olan Deli Fuad Paşa vb.'leri gibi geri dönecek, meclisin önde gelen bir politi­ kacısı olacaktır. Bu katliam Abdülhamid'in dostu Wilhelm'i bile çok etkile­ miştir. Olayları anlatan bir diplonıat raporunun kenarına "Sul­ tan'ın tahttan indirilmesi lazım ! " notunu düşer, anneannesi İn­ giltere Kraliçesi Victoria'ya, "Allah onu çok sıcak olan yere alır inşallah" diye yazar (Kom , s. 9 1 ) . Ancak politikasında büyük bir degişiklik olmaz. Wilhelm, 1 Eylül'de Abdülhamid'e imzalı aile fotografını yaş günü hediyesi olarak göndermeyi de unut­ maz . Avrupa'da büyük bir İzolasyondan korkan kanlı Sultan için bu akla gelmeyecek bir yardımdır. Sultan pek sevinmiş, fo­ tograf için tekrar tekrar teşekkür etmiş. Şubat 1 897'de de Goltz Paşa'nın hazırladıgı savaş planıyla Osmanlı ordusu Yunan or­ dusunu bozguna ugratınca Abdülhamid, bunun coşkusuyla Wilhelm'i davet etmiş ve böylece Almanların "doguya sızma"sı hızlanmış (a.g.e., s. 92). 1 96

Lepsius, 1896'da "halı tüccarı" olarak bu yörelerin bir bölü­ münü gezer. Yanında tercüman olarak Gütersloh'da büyümüş olan Tebrizli Ermeni james Grecofield vardır (Hosfeld, s. 33). Ankara'da Lepsius'dan şüphelenen polis şefi, daha doguya git­ mesine izin vermeyince, Kayseri üzerinden Mersin'e iner (Kom, s. 87) . Katliam kurbanlarından ayrınuh bilgi toplayarak, bunları 1896'da yayımladıgı Annenien und Europa isimli kitapta yayımlar. Lcpsius, Türkiye'ye ikinci gezisini DD'nin yan resmi bir tem­ silcisi olarak Haziran 1 9 1 3'te yapar. Burada Ermeni reformu ça­ lışmalarına katılır. Istanbul Ermenilerini, Alman reform plan­ lan (iki müfettişli bölge, bu bölgelerde Ermcoice'nin ikinci dil olması vb. ) dogrultusunda etkiler, onları Mandelstam'ın etki­ sinden koparmaya çalışır. Mahmut Şevket Paşa da, bir Erme­ ni reformu zamanının geldigi görüşündedir (Hosfeld, s. 1 1 0l l 2 ) . Lepsius'un Istanbul'da bulundugu günlerde Mahmut Şevket Paşa öldürülür, muhalefet ezilir ve Triumvira başa ge­ lir. Lepsius, Balkan Savaşı'nın yarattıgı umutsuzlugu da görür. Bir mektubunda, " l O yıl daha infaz mühleti, ondan sonra Tür­ kiye'nin işi bilecektir" yazacaktır. (a.g.e., s. 109) ''Tehcir" sırasında da Türkiye'ye gelen Lepsius, Enver'i Er­ menilere karşı daha insaflı davranması yönünde etkilerneye ça­ lışmıştır. Bu görüşme, daha sonra Franz Werfel'in dünyaca ün­ lenen Musa Dağı'nda Kırk Gıln'ünde de anlatılmıştır. Yahudi Werfel, Musa Dağı 'nı, Weimar Cumhuriyeti'nde yükselen an­ tisemitizmden duydugıt endişelerle, Yahudileri ve demokratik güçleri, faşist bir rejimde başlarına gelebilecek felaketiere karşı uyarmak amacıyla yazmış. Lepsius'un Annenien und Europa'da verdigi sayılara, iddiala­ ra mesafeli yaklaşmak gerekir. Çünkü bu verilerin büyük bölü­ mü , acı çeken Ermenilerden toplanmıştır ve acı içinde anlatılan­ Iann abartılı olma ihtimali yüksektir. Ayrıca hızlı bir Protestan ajitatör olan Lepsius'un bu anlatılanların etkisiyle, kimi anlatıya katkıda bulunmuş olması da mümkündür. Ö megin 1 894- 1 896 katliamlanndaki ölü sayısı Avrupa diplomatlarına göre 50.000 iken, Lepsius'da lOO.OOO'dir. Ama yapıtında ısrarla işaret ettigi Hamidiyeci, şeriatçı terör inkar götürmez gerçeklerdir. 1 97

Kürt aşiretlerinden oluşturulan Hamidiye terörizmi, eşrafın, yerel yönetici, komutan, ulernanın rolü vb. Türk tarih yazının­ da da yeterince vurgulanıyor. Küçük Sait Paşa anılannda şun­ ları yazar: "Hamidiye Süvari Alaylan Hamidiye Süvari Alaylan, her türlü vergilerden müstesna ol­ duktan başka, ayrıca çıkar sağlamak için çevredeki halka da zulütn ve eziyet etmekte idiler. Bu konudaki haberler ve söy­ lentiler yaygınlaşmıştı. Diyarbekir dolaylarında bulunan Hamidiye Alayı'nın ku­ mandanı Mustafa Paşa -ki Milli aşiretinin reisidir- sadece söz­ de ve dış görünüşte asker olan aşireti halkını birçok zulme alet ediyor ve çevre halkının huzurunu kaçınyordu. Bu konu­ da ora halkından ve Diyarbekir valili�nden birçok şikayet ya­ zılan gelmişti. Eski Diyarbekir valisi Halil Efendi ile yeni vali Faik Pa­ şa'dan da bu konuda çeşitli yazılar gelmişti. Bu zatlar, Dör­ düncü Ordu Müşiri Zeki Paşa'nın, adı geçen Mustafa Pa­ şa'yı lüzumundan fazla koruyup destekledigini bildiriyorlar­ dı. Hamidiye Alaylannın, de�! kumandan ve subaylarını, er­ lerini bile yargılamak imkilm yoktu. Padişahın iradesi ile bu yetki o bölgenin yargı organlanndan alınmıştı . Bunları an­ cak Harb Divanlan yargılayabilirdi ve bu yüce makamın yar­ gılayabilme konusu da sözde kalmış, hiç bir zaman uygula­ namamıştı. Zira Zeki Paşa buna imkan vermiyordu . Aslın­ da alay sıfatını taşıyan bu aşiret fertlerinin yaptıkları adi ci­ nayetlerdi ve bunların mülkiye mahkemelerinde yargılanma­ ları tabii idi. Şikilyetlerin çok artması üzerine padişah hazretlerinc, vü­ kelıı meclisince hazırlanan bir mazbata sunuldu. Mustafa Pa­ şa'nın usulüne uygun bir mahkemede sorguya çekilmesi lü­ zumu bildirildi. Fakat padişah hazretleri bunu kabul etmedi. Ne var ki, adalet kendili�nden yerini buldu: Mustafa Paşa, büyük kalıra ugramgı adamlardan biri tarafından öldürüldü, bu gaile de böylece ortadan kalkmış oldu. 1 98

Hamidiye Alaylan Manevra

Yapacalmuş

Seraskerlikten (Harbiye Nazırhgı) bir yazı geldi. Hamidiye Alaylarının bu sene manevra yapacakları , gerekli masrafla­ rın karşılanması için 35 bin [altın - S.D.} lira verilmesi iste­ Diyordu. Aslında bu alaylara mensup olanlar düzenli ve gerçek as­ ker degillerdi. Aşiret reisieri olan alay komutanları, canlan is­ tedikçe bunlan başına toplar, gelmeyenlerin yerine de başka­ larını alırlardı. Alayların kuroldugundan beri hiç biri hiç bir zaman savaş bilgisine dayalı bir egitim görmemişlerdi. Bütün martfetleri kendi usullerince ata binmek, cirit oynamaktan ibaretti. Zaten kendilerinden bir fayda ve hizmet de beklenmi­ yordu. Birçok düzenli askeri birliklerimiz manevra yapmaktan mahrum bırakılırken [Abdülhamid darbe ve suikast korkusuy­

la bu tiir eylemlerin hepsini yasaklamış - S.D. } , Hamidiye Süva­ ri Alaylan'nın niçin manevra yapacaklarını anlayamadım. Esa­ sen Dogu Anadolu'da Ermeni ayaklanmalan ortalıgt karışur­ mış durumdaydı. KOnlerden oluşan bu alayların manevra ba­ hanesiyle, onlarla çatışmalan da kuvvetle muhtemeldi. Bütün bunları birer birer belirterek seraskerlige, bu se­ ne manevra yapmalanna gerek bulunmadıgı yolunda bir ce­ vap yazdım. Lakin seraskerlik [Abdülhamid'in en yakın adam­

lanndan, Alman firmalanna yaptıgı silah siparişlerinden aldıgı "bakşiş "lerle dev bir servete sahip olan Serasker Rıza Paşa, Sait Paşa ile sürekli çatışmış - S.D. } , cevabı kabullenmedi. lki defa daha yazarak isteginde ısrarda bulundu. Her iki ısrara da aynı cevabı verdim. Ancak bundan sonradır ki ısrarda devam olun­ madı. Böylece Kürtlerin talim ve manevra yapma düşünceleri ertelendi." (a.g.e. , s. 239).

Sait Paşa burada Ermeni ayaklanmasından söz ederken, bu ayaklanmanın (Sasun) yine bu Kürt reisierinin Ermeni köylü­ lerden ek bir vergi daha almak için yaptıklan agır teröre karşı bir başkaldırma ve söz konusu "manevra "nın aslında yeni bir katliam hazırlıgı. oldugunu yazmıyor. Hamidiye Alaylan'nı oluşturan aşiretler cumhuriyet döne1 99

minde de "devlet hizmeti" yapmışlar, yapmaktadırlar. Bugünkü korucular, zamanında bu Hamidiye Alaylan'nı çıkaran aşiretler­ den alınmaktadır (bkz. Ayşe Hür, Taraj (internet) , 2 1 .03.20 10). Kürt aydını Naci Kutlay şunlan yazmaktadır: " ( . .. ) 19. yüzyıl ikinci yansında ve 20. yüzyıl başlarında ... iki halk düşmanca tavırlar aldılar ... Başlıca nedenleri sıralandı­ gında: a- Önceleri, Sultan Abdülhamid, Ermeni istemlerini ve 'is­ lahannı' geciktirmek ve uygulanamaz hale getirmek için hep Kürtleri kollar gibi yapıp, Ermenilere karşı kışkırttı; dinsel aynmı ustaca kullandı. Sonralan aynı işi lttihat'çılar yaptı ve Cumhuriyet dönemine gelindi, Ermenistan'da Ermeni kalma­ mıştı anık. b- Ermeniler, toprağa daha erken yerleşmişlerdi. Kürtler fe­

odal düzeni yaşıyorken, Ermeniler bunu çoktan aşmış, burju­ va bir toplum yapısı egemendi. Böyle olunca, daha uygar bir toplumsal düzeydeki Ermenilerde, bagımsızlık savaşımiarı er­ ken başladı. Tarihte de bağımsız devletler kurmuşlardı. Yine buna bağlı olarak kendilerine özgü alfabeleri ve gelişkin bir edebiyatlan vardı. Oysa Kürtlerde okuma yazma oranı düşük, yazılı edebiyatlan Ermenilerinki gibi zengin degildi. Daha çok halk anlatımlan şeklindeki edebiyat gelişkindi. c- Değişik sosyal aşamalardaki Kürt ve Ermeni toplumlann­ daki iç içeliğe karşın, kapitalist pazar oluşumu, daha çok Er­ meni toplumunda gözleniyordu. Bunun politik yansımasının olacağı doğaldı. San'ata daha çok değer veren Ermenilere ba­ ğımlı olmuştu Kürt yaşamı. Bağ, bahçecilik ve toprağa yerle­ şim, bu iki halkta çok farklıydı. d- Kapitalist ilişkiler, Ermenileri, Avrupa ve komşu halklar­ la daha erken ilişkiye soktu, bu nedenle de, Avrupa'daki siyasi eğilimler, Ermeniler arasında daha erken yayıldı. e- Iş aletleri ve günlük diğer gereksinimler için, Künler, Er­ menilere büyük ölçüde bagımlıydılar.

f- Ermeni zenginleri Kürtlere borç vermekle, bu bagımlılı­ gı giderek arttırmıştı, yüksek faizli bu borçlar, Kürtleri zorba200

lıga, borç inkAnna ve Ermeni malianna el koymaya itiyordu. Aynca, Ermeni kurtuluş hareketinin başan olasılıgı , Kürtle­ ri korkutuyordu. Bu ve daha birçok faktör, Kürtler ile Ermenileri giderek düşman kamplara götürüyordu. Böylece, 1894-96 ve 1 9 1 5- 1 6 yıllanndaki Ermeni kınmlannda, bazı Kürt aga v e beyterin et­ kinliginde, olumsuz olaylar oldu. Bir yandan da, uzun yıllar iç içe yaşamanın verdigi yakınlıklar, her zaman canlı olarak ya­ şadı" (Kutlay, s. 262-263) .

Kutlay, Kürt ve Ermeni emekçilerinin aynı sömürücülerin zulmü altında kaldıklanna işaret ediyor: "Bu durum, her iki halkı bir ölçüde 'hemdert' yaptı. Muşlu Er­ meni dint önderlerden biri, daha üst düzeydeki dirıt lidere, 13

Ekim 1912 tarihinde yazdıgı mektupta, Ermeni ve Kürt köylü­ lerinin nasıl sömürüldüklerini yazıyordu: ' . . . Tüm keşmekeşlikterin yanı sıra, mültezimlerin, yaptıkla­ n zorbalıklar da köylüleri perişan ediyor. Bunlar onda bir olan aşan bahane ederek Ermeni ve Kürt köylüleri talan ediyorlar. Tohumu topraga birkaç haftalıgına döken çiftçiler, kendi pay­ lannı ölçüp alıncaya kadar hac anmaya devam ediyor .. .

'

Ermeniler katmerli sömürülerek, Kürt derebeylerine ayn­ ca, 'Kafirlik vergisi' diye bir ödentide bulunuyorlardı. Erme­ ni köylüler, o yöredeki aganın veya beyin bir tür kölesi sayılı­ yorlardı." (a.g.y.)

Stefanos Yerasimos ise şöyle yazıyor: "Osmanlı lmparatorlugu kişi başına düşen verginin en dü­ şük oldugu ülkelerden biridir, ama bu Türk köylüsünün dün­ yada sıruna en fazla vergi yükü binen unsurlardan biri olma­ sına engel degildir. Üstelik diger faaliyet alanlan yabancılann eline geçtikçe ve Osmanlı Devlet borçlan agırlaştıkça, öşürün hazinenin toplam gelirleri içindeki payı daha fazla artar. 1 863-

1 864 mali yılında öşür gelirinin toplam geliriere oranı % 34 iken, 1872-1873 yılında bu oran % 44'e ulaşır. Vilayet bütçe­ lerinde ise bu oran çok daha yüksektir: 1897 yılında Diyarba201

kır'da % 7 1 , 1872 yılında Erzurum'da % 78, 1907 yılında ise Sivas'ta % 79'dur. Sonuç olarak Osmanlı lmparatorlugu nüfu­ sunun en kötü şanlar içinde bulunan % 70'i, toplam vergile­ rin % 77'sini öder. Üstelik bu yüzdeler fiilen devlet kasasına giren meblağlar üzerinden hesaplanmıştır. Bu da köylülerin cebinden çıkan gerçek tutarları yansıtınaz. Osmanlı mali düzeninde vergiler daima._iltizama verilir. Doğrudan doğruya eşrafa, büyük devlet memurlan kesimine ya da Galata bankerlerine mensup olma­ dığı hallerde bile, bu gruplarla ortak çıkarlan bulunan [bun­

lar Müslılman veya gayrimüslimler arasındanmış

-

S.D.] mül­

tezimler, ihale yoluyla bu öşür (aşar) vergisini gerçek değeri­ nin l/4'üne veya l/5'ine kapatırlar. Üstelik bununla yetinme­ yip köylüden aşar bedelini de fazlasıyla alırlar. MeselA Kudüs eşrafından biri, küçük bir aşiretin aşarını iltizam yoluyla yılda

200 Osmanlı lirasına, devletten kiralamıştır. Oysa bu aşar ver­ gisinin gerçek değeri 1 . 000 Osmanlı lirasıdır. Mültezim bunu

1 . 400 Osmanlı lirası olarak toplamayı becerir. Böylece bu tutar üzerinden 1 . 200 Osmanlı lirasını kendi cebine indirir. Mültezimler ekiciden mümkün mertebe daha fazlasını sızdı­ rabilmek için birçok usuller kullanırlar. Oşür tutarlan eşrafın elinde bulunan vilayet meclislerince önceden tespit edilir. Mül­ teziınler vergiyi ayni veya nakdi olarak toplamakla serbesttir; bu da onlara, fiyat değişiklikleri üzerinde oynamak imkAnını sağlar. Buna bir de, kaimenin [Osmanlı'nın para yerine çıkardı­

gı bir tür borç kilgıdı, "kayme" sövlnün kökeni - S.D. ] kur değer­ lerindeki, bu mültezimlerin çok işine yarayan istikrarsızlıklan da eklemek gerekir. Mültezimler aynı zamanda, köylülerin on­ lar gelip değer biçene kadar, mahsulü kaldırınayıp tarlalarında bırakmak zorunda oluşlanndan da yararlanırlar. Bunlar, ürü­ nü kanunen hasat mevsimi olan Mayıs veya Haziran ayların­ da almalan gerekirken bu işi Agustos ayına savsatırlar. Böylece çürümek tehlikeSiyle karşı karşıya olan mahsulü çaresiz kalan köylünün elinden ucuz fiyata kapanrlar. Kısacası bütün bu ayni ve nakdi vergi biçimlerinin, çeşit çe­ şit kötüye kullanmalann, yolculuklarm amacı üreticinin elin202

den bütün artık ürünü, yoksulun yoksulu bir hayatı sürdürme­ si için gerekli olanlardan başka, ne varsa hepsini sızdırmaktı. Köylü çok kere bir lokma ekrnegini sa�layabilmek için borçlan­ ma zorunda kalıyordu. Bu borçlanma onu, çaresiz kalarak bü­ tün malıru mülkünü elden çıkarmaya ve sonunda da kendi iş­

gücünü alacaklısı hesabına kullanmaya mecbur ediyordu. Böy­ lece bu alacaklı onun üretiminin sahibi haline geliyordu.

O ça� Türkiyesi'ni inceleyen hemen hemen her eserde, te­

fecilikle ilgili bilgilere rastlanır. Cuinet, co�rafya kitabında: 'Kendi işleri için en uygun, ekici için ise en Allah'ın belası olan

dönemde, yani Şubat ve Mart aylannda kar yüzünden kur­ banlanndan uzak kalmamak için gelip köylere yerleşen Erme­ ni [koylıllerin de onemli bölılmılnıln Ermeni oldugunu unutma­

yalım - S. D.] tefecilerden' söz eder. O aylarda bu tefeciler yıl­ da % 200 ilA % 300 faizle borç verirler. Bir başka usul de ha­ satı kaldırmadan veya mültezim gelmeden önce satın almaya dayanır. 'Köylü vergilerini ödeyebilmek için, bu�dayın kilesi­ ni (60 okka) 25 kuruştan satar, sonra kendi tüketimi için ki­ lesi 60 kuruştan bu�day satın alır." (Y erasimos, Azgelişmiş­

lik , Il, s. 293 ) . ...

Yerasimos, Osmanlı'daki toprak mülkiyeti istatistiklerini de veriyor: "Buna göre tanm nüfusunun % S'i ekili toprakların % 65'ini bölüşürken, bu nüfusun % 95'i de ekili topraklann geriye ka­ lan % 35'iyle yetinmektedir." (a.g.e., s. 294)

Lepsius'da dikkati çeken, Wilhelm Almanyası'nın ve basını­ nın Osmanlı despotizmini destekleyen, hatta körükleyen tavrı­ na karşı cesur duruşudur. Kitap , "basınımızın hastalık haline gelen Anglofobisi"ne işaretle başlıyor (a.g.e., s. 6 ) . İstanbul'da 30 Eylül 1895'te 2.000 Ermeninin bir dilekçe vermek için yü­ rüyüşe geçtigini, bunların üzerine Türkçe'den aldıgı deyim­ le "softa"lann silah ve sopalarla sürüldügünü, yaralı ve ölüle­ rin üstüne bir de 500 kişinin gözaltına alındıgını yazıyor. Bun­ dan sonra her yerde katliamlar, şehirlerin yerel pazarının oldu203

gu günlerde borazantarla veya Cuma namazlanndan sonra baş­ latılmış (a.g.e., s. 45) . Iki paşaya karşı kim tarafından yapıldıgı aydınlatılamamış suikastiann ardından Trabzon'da patlak verecek olan katliam­ dan dört gün önce köylülerin şehre toplandıgını ve borazanla başlayan katHarnın yine borazanla bıçakla kesilmiş gibi sona er­ dirildigini yazıyor (a.g.e., s. 64) . Güya Ermeni reformundan so­ rumlu olan Şakir Paşa'nın Anadolu'yu şehir şehir gezdigini ve katliamlann hep onun ziyaretinin ardından başladıgını yazıyor (a.g.e., s. 48) . Van'daki 14-22.06. 1 896 tarihlerindeki katliamın Abdülhamid'in özel görevlisi Sadettin Paşa tarafından örgütlen­ digini yazıyor. Erzincan, Tercan, Bayburt, Bayazıt, Bitlis, Van, Mamuret-ül Aziz, Arapkir, Egin, Malatya, Diyarbakır, Halep, Adana, Ankara'daki katliamlan birer birer gelişimleri, ölü sayı­ lan vb. ile anlatıyor. Hem katliam yapılmış hem de Ermeni eş­ rafa "her şey yolunda" veya Arapkir'de "katliamı biz kışkırttı k" içerikli kagıtlar imzalatılmış (a.g.e., s. 53) . Muş'a gelen "araş­ tırma" komisyonu , yerel yöneticileri, "Neden hala Ermeniler­ den Sultan'a şükran teli gitmedi? " diye azarlamış (a.g.e., s. 55) . Arapkir'den gelen 29. 1 2.95 tarihli bir mektup: "Sefaletiıniz korkunç. Kırımdan sag kurtulanlar, kadınlar, yaşlı ve çocuklar, kaçnklan daglardan geri iniyorlar, hasta, yan çıp­ lak, açlık ve soguktan bitkin, sokaktan sokaga şaşkın dolanı­ yorlar, yangından zararsız kurtulan kapılan çalıp dileniyorlar. Ama kimsenin verecek bir şeyi yok. Ot yeniyor. " (a.g.e., s. 56)

Lepsius Türk resmt istatistikierindeki ölü sayısını da veriyor

(a.g.e. , s. 22 ve 58) . Bunlara göre: Türk

Erzincan Bitlis Harput Arabkir Ayntab (Antep) 204

Avrupa

kaynaklanna kaynaklanna göre sayılar göre sayılar

7 Müslüman 39 12 60 so

70 Ermeni 130 80 200 100

1 .000 Ermeni 900 900 4.000 1 .000

Bu resmi Türk verilerine göre bile bütün bu şehirlerde öldü­ rülen Ermeni sayısı Müslümanlardan daha fazladır, bazı şehir­ lerde (ömegin Erzincan) bu oran lO katına vanyor. Böylesi bir baskı ortamında yurtdışında devrimci komiteleri­ nin kurulmasını Lepsius, dogal buluyor, "çünkü Türk idaresi, bunlan resmen üretiyor ve bunların sayılannın hala bu denli az olması ve eylemlerinin bu denli önemsiz olmasıdır asıl şaşırtı­ cı olan. Ne de olsa Türk hükümeti, onlar var oldugu için min­ net borçlu , bunun için onlan tamamen yok olmasınlar diye ser­ best bıraktı. Yoksa topla ateş edebilecekleri serçeleri, kim üre­ tirdi ?" (a.g.e., s. 59) lstanbul'a ilk kınm haberi geldiginde bir Türk yönetici, bir büyükelçiye, "Kınmlar suçiçegi gibidir. Her yerden bir kez geç­ mek zorunda. Kimse buna iki kez yakalanmaz," demiş. Kınm yapılan kimi yerlere özel tellerle "Rumlan koruyun" emri gitmiş ve gerçekten Rumiara dokunulmamış ama bu "Ermenileri ko­ rumasanız da olur" şeklinde sinyal etkisi yapmış (a.g.e., s. 66) . Lepsius altı "Ermeni" vilayelinin, Osmanlı'daki en zengin ve vergi gücü yüksek bölgeleri oldugunu , Erzurum'da 8 . 000 Müslüman hanesinden 395. 000 kuruş vergi toplanırken, bu­ nun 2.000 Ermeni ailesinde 430.000 kuruşu buldugunu yazı­ yor (a.g.e., s. 1 63 ) . Lepsius, büyük güçler, b u soruna el atana dek Ermeniterin barışçıl bir halk oldugunu vurguluyor: "Eger bu güçler, Ermenisıan'ı kendi başına bıraksalardı, bu­ gün Ermeniler hala, elbette muısuz ama yeryüzündeki en mut­ suz halk olmazlardı. Avrupa diplomatlannın ezilen bir halka el uzatmalan degil yerilen ama politikalannın cezasını bu halka ödettirecek şekil­ de el uzatmalandır." (a.g.e., s. 84)

Almanya'nın hala Bismarck'ın "Hiçbir Bulgar, bir Pomeranya askerinin bir kemigi kadar degerli degildir" sözüne sadık hare­ ket euigini , Sultana dostluk için Ermenilere yapılanlara ses çı­ karmadıgını söylüyor:

205

"Yoksa bir Hıristiyan büyük devletin Yıldız Köşkü'ndeki hü­ kümranın sinirlerine böylesi bir zarif itinayla dikkat etmek zo­ runda olduguna inanması, bu yüzden Ermenistan adını bile agzına almak istememesi onurlu bir şey mi? . . . ( . . . ) Şayet b u ateş kısa sürede etrafına yayılıp, oryentin tüm Hıristiyanlıgını alevleriyle eritirse, bu cehennem ateşinde Al­ man politikası da suçsuz kalmayacakur. " (a.g. e. , s. 85)

Alman 8asınına göre katliam haberleri "Ingiliz diplomatların fantezileri" imiş: "Bizim basınımızdaki Ermeni isyanı vb. üzeri­ ne haberler A'dan Z'ye dek yalandır. " (a.g.e., s. 22) Katliam sı­ rasında Müslüman kadınlar zılgıtlarla kocalannı kızışurmışlar, Ermeni çıgl.ıklannı bastırmışlar. Sonra bunlan "bastırmaya" ge­ len ordu birlikleri, bunlara rahmet okutmuş. Lepsius yine Al­ man kamuoyuna sesleniyor: "Bu, Türk ordu örgütlenmesinin ve Müslüman ahlakının methiyecilerinden gizli kalmamalı. " (a.g.e., s. 30) Lepsius, Prusya Protestan Kilisesi'ni d e suskun­ lukla suçluyor (a.g.e., s. l l 1 ) . Lepsius'a göre Osmanlı nüfusunun l/3'ü Hıristiyandır ancak onlar zekil, egitim, ekonomik beceri ve ahlaki enerji açısından, 2/3'lük bir paya sahiptirler (a.g.e., s. 33) . Kimi katliamlar, ör­ negin Arapkir'de lslam'a dönme çagnsının reddedilmesinin ar­ dından olmuş. Erzurum ve Harput'ta ise 1 5 . 000'er insan Müs­ lümanlıga geçmiş. Bayburt'ta hiç Hıristiyan kalmamış. "Harap edilen ve çalınan malların degeri milyarlan bulu­ yor. Ama Türk ve Kürtlerin eline geçen gasp mallannda be­ reket olmayacaktır. Büyük koyun ve keçi sürülerini kim bes­ leyecek, oysa bunlar kırsal ahalinin en degerli malıdır ve ba­ kımları şimdiye dek Ermeni köylüleri tarafından yapılıyor­ du, bunlara Kürt agalan da dev sürülerini teslim ediyor ve ve­ rilen emekler karşılıgında hiçbir para ödemeden baharın ge­ lip, bunları tekrar götürüyorlardı. Sert kışın bu sürüleri şimdi kırmış olması mucize degildir. Merasında belki 2.000 koyunu olan kimi Kürt veya Türk, soygundan sonra aniden 8.000 ve­ ya lO.OOO'i bulan sürüler için sevindi, ama normal olarak kış­ tan kurtarabilecegi 2.000 yerine şimdi 8.000 veya 10.000 hay206

vanın hepsini yitirdi. Şehirlerdeki Türklerin düllinlan şimdi Ermeni mallanyla tıka basa dolu ama bu çalıntı mala gerçek degerini kim ödeyebilecek ki? Şimdi mallan beşte bir, hatta onda bir degerine satmak için ugraşıyorlar ve Türk, üzerinde öldürülen Ermeniterin kanı olan bu maldan kurtuldugunda seviniyor. Zaten kim bir şey satın alıyor ki? Parası olan, bunu gösterınemeye çalışıyor. Hıristiyan, Türkün av arayan gözle­ rinden saklıyor, Türk ise vergi memurlannın vaşak gözlerin­ den. Ermenistan'ın içlerine yatınm yapmış olan Avrupa fir­ malannın zararlan, tahsil edemedikleri alacaklan milyonlan buluyor. " (a.g.e., s. 1 1 2) "Türk ve Hıristiyan ahali ekonomik ilişkilerde birbirine öyle­ sine bagımlıydı ki, Türklerin şimdi Hıristiyanlann ekonomik zararlannın acısını kendi tenlerinde hissetmeleri kaçınılmaz­ dır. Ticaretin durması hali vakti yerinde sınıflara dakunuyor ve Hıristiyanlann toprak mülkiyetinin mahvedilmesi tük pro­ letaryayı vuruyor. Bütün köylerde insanlar, eskiden Ermeni çerçilerden ucuza aldıklan mallan, şimdi çok zor bulmaktan ve bir de üstüne dört beş kat daha fazla para saymaktan şikA­ yet ediyorlar. Bu yanlış yönetim ve genel mahvoluş, Türk üst tabakanın Avrupai egitim görmüş genç ögelerinden çıkan jöntürk parti­ sinin, giderek daha çok geleneksel Türkü kendine çekmesi so­ nucunu doguruyor. Bu jöntürk partisi, asla resmen anlatıldıgı gibi, alışılmış anlamda devrimci degildir. O, anayasal bir dev­ lette saglıklı bir reform partisi olabilir ve güçlü bir etkide bulu­ nabilirdi, çünkü o, Türk egitilmişlerin en iyi ögelerinden olu­ şuyor. Ama yine de bu jöntürklerden bir şey umulamaz, çün­ kü onlann idealleri öylesine Avrupai ki, bunlann gerçekleşti­ rilmesi tüm Türk devlet yapısını yerle bir eder ve daha baştan Islam fanatizmi karşısında iflas ederdi. Bu yüzden onlar sade­ ce çöküntünün yeni bir ögesinden başka bir şey degiller. Ba­ btAli, bu yönden nasıl bir tehlike geldiginin farkında ve Sultan bu kuşkulan nedeniyle, kısa süre önce zaten çevresi kışialar­ la sanlı olan ve bir kışla avlusunu andıran sarayına, vahşi Kür207

distan'daki sevgili Hamidiye Alaylan'ndan ikisini buraya getir­ di ve başşehrin Avrupalı ahalisi arasında büyük huzursuzluk yaratu." (a.g.e., s. 1 14) "Ermenistan'da huzur olmamasını Kürtler saglayacaklardır. Artık Hıristiyanlardan bir şey kopanlamadıgı andan itibaren, sıra Türk ahaliye gelecektir . . . Babtali'nin imha politikasının e n kötü sonucu , Müslüman fanatizminin körüklenmesidir, bunlar son ayiann olaylann­ dan, Hıristiyan kanını hiçbir ceza görmeden dökmeye izinli ol­ duklannı . . . kavradılar. n (a.g. e., s. 1 1 5)

"Müslümanlann agzından şunlan duymak mümkün: 'Biz Av­

rupalılann bizim ülkemize sahip olmak istediklerini iyi biliyo­ ruz. Onlar bunu başaracaklar ama biz de burada hiçbir Hıristi­ yan kalmamasını saglayacagız.'" (a.g.e. , s. 1 16) "Zaten ölüme mahküm edilmiş olan bu halkın {Errnenilerin

-

S.D. } son bir koşeye sıkışunlmışlık duygusuyla bir ataga geç­ mesi için neden gücü olmasın? Gerçekten, kendi zalim cellat­ Ianna karşı bir intikam arzusu belki olabilirdi. Avrupa güçleri bir 'Ermeni meselesi' yaratmazdan önce, Ermenistan'da böyle bir arzu yoktu, hatta son yıllarda katliamlar patlayana dek hal­ kın büyük kitlesi, vaat edilen reformlar üzerine bir şey duydu­ gunda da asla Türk boyundurugundan kurtulmak gibi bir şey­ den haberi yoktu. Ama Türk hükümeti son eylemleriyle, ta en son köye dek herkesin şimdi Ermeni meselesinin ne demek ol­ dugunu bilmesi sonucunu yarattı. n (a.g.e. , s. 1 1 7)

Lepsius, büyük güçlerin entrikalannı bir boga güreşinin sah­ neleriyle betimliyor. Ermeni aygınna binmiş Ingiliz tahrikçi, kırmızı reform beziyle Türk bogasını zıvanadan çıkarmıştır, di­ ger güçler bogayı ona saptarlıklan zıpkınlarla daha da kızdır­ mışlar ve onun aygın bir boynuz darbesiyle yere sermesine ne­ den olmuşlardır. Kanlar içindeki aygır arenarlan dışan sürük­ lenerek götürülürken, Rus matador sükunetle bogayı bitirecegi kılıç darbesini vurmaya, Ermeni öfkesini ekmek ve silahla ken­ di çıkanna kullanmaya hazırlanmaktadır. 208

Lepsius, Almanya'yı da uyarıyor. Despot Abdülhamid reji­ mi ve onun katliamcı-gaspçı memur-subay kadroları başta ol­ dugu sürece gerçek bir reformun olanak dışı oldugunu vurgu­ luyor (a.g.e., s. 1 20). Katliamlarda yerel makamların, hatta aynı şehirdeki tek tek memurların bile arasındaki farklı tavırları örneklerle anlatıyor. Ö rnegin Trabzon Valisi Ermenilere iyi davranır, asker gönül­ süz davranırken, Lazlarda olaganüstü bir saldırganlık gözlen­ miş. Muş'ta kadı , kınının başını çekmiş, mutasamf ve müftü ise kınmcılan durdurmaya çalışmışlar. Mamuret-ül Aziz'de su­ bay ve erler talana ortak olmuşlar. Malatya Mutasamfı, kınına müdahale etmeden önce 24 saat beklemiş, kiliseye sıgınanlann silahlarını aldıktan sonra kışlaya alınmalanna izin vermiş. Sivas Valisi, asker ve zapliyeleri toplayıp Istanbul'dan müdahale em­ ri beklemiş, böyle bir emir gelmeyince olaylara müdahale etme­ miş, Fransız konsolosluk binasını korumak için gönderilen nö­ betçiler, yagmaya kaulamadıklan için çok kızmışlar. Vali, yag­ rna mallarını tespit etsin diye Selimoglu isimli birini Müslüman evlerini kontrole yollamış, oysa bu Selimoglu yagrnacılann ba­ şıymış. Tokat'ta askeri: kumandan katliamı önlemek için çalış­ mış ama imamlan ve onların etkisindeki erieri engelleyememiş. Mutasamf Bekir Paşa da kınmı engellemeye çalışmış ama redif komutanı Ethem Bey ve şeriatçılar tarafından tehdit edilerek pasifize edilmiş. Adana'da kınmcılann başını defterdar çekmiş, vali "habersiz" gibi davranmış. Mersin'de ise mutasamf Nazım Bey, katliamcılann takibatı için elinden geleni yapmış. Ankara, lzmit, Geyve, Akhisar gibi yerlerde özellikle Çerkez ve muha­ cirler kınmda çok aktifmişler (a.g.e. , s. 208-237) . Lepsius savaş sırasında sürekli olarak Ermenilere reva görü­ len muameleyi kamuoyuna duyurmaya çalışır. Bir yanda Al­ man ve Türk yönetimlerini daha insaflı davranmaya çagırır, di­ ger yanda Ermeni yöneticileri de Almanya safına kazanıp, En­ ver-Talat kligini yatıştırmak için ugraşır. Savaş sırasındaki kes­ kin sansüre ragmen Ermeniterin imhası üzerine bilgileri bir broşürde derler ve bunların bir bölümünü sansürün el koyma­ sına fırsat vermeden parlamenter ve kilise çevrelerinde dagıt209

mayı başarır. Karl Liebknecht'in Reichstag'daki soru önergesi bu broşürden alınan bilgilerin etkisiyle olur (B, 1 1 . 1 . 1 6). Lepsius, savaş boyunca İsviçre vb.'deki kilise çevrelerinin de yardımı ile Ermeniler için yardım kampanyaları düzenlemeye çalışır. Savaşın sonuna dogru Almanya'yı terk eder ve Hollan­ da'da yaşamaya başlar. Burada da Alman diplomatlanyla ilişki­ sini kesmez, hatta lngilizlerle , yine Ingiliz istihbaratı, propa­ ganda aparatıyla baglantıh Ermeni dostları (Bryce vb. ) üzerin­ den el altından yürütülen görüşmelerde yardımcı olur, DD'ye Ingiliz basını üzerine de sürekli bilgi verir. Bu tür ilişkiler anti­ lngilizci donanınacıları rahatsız edecektir (B, 25 . 19 1 6 ) . Yenilgi yaklaştıkça Alman yönetiminde yayılmaya başlayan suçluluk duygusu, Ermeni sorununda da tedbirler almaya iter. Burada yıllarca itilip kakılan Lepsius ve onun çalışmalanna bel baglanır. Sovyet Devrimi ve Almanya'daki Kasım Devrimi'nin de etkileriyle diplomatik belgelerin yayımlanması görevi önce DD'ye atanan Kautsky ve Kont Montgelas'a verilir. Daha son­ ra Kautsky uzaklaştırılacak ve 1 920'de Lepsius, Ermeni kat­ liarnı belgelerinin yayımlanmasıyla görevlendirilecektir. Lep­ sius'un yayımladıgı belgelerde Almanya'ya yük olacak ifadeler yumuşatılır, paragraflar atlanır, kimi belgeler hiç anılmaz. Er­ menilerin Anadolu'daki köklerinin kazınmasının sorumlulugu tamamen Türk tarafına yıkılınaya çahşıhr. Lepsius bu görev­ deki zorlogunu dört farklı cephede savaşmakla açıklar. Bunlar 1) Almanya'nın suç yükünün alınması 2) Suçun Türkiye'ye yı­ kılması 3) DD'nin mesafe gereksinimine dikkat ve 4) Ermeni­ terin kazanılması olarak ifade etmiş (Gust, Magisches . . . ). Bel­ gelerde birkaç örnekle bu tahrifatları göstermeye çalıştım (B, örn. 1 3 . 3 . 1 5 ) . Paul Rohrbach d a , hemen savaşın ardından yayımladıgı Ar­ menien isimli derlemede, Alman kamuoyunu bir kez daha Er­ meni halkının tarih ve kültürü üzerine bilgilendirmeye çalış­ mış. Bu derlernede savaş öncesi ve sırasında çeşitli yazarlarca yayımianmış makaleler yer alır. Bu yazarların tümü Ermenile­ re sempatiyle yaklaşan ve savaş sırasında da Ermenileri kurtar­ mak için çaba göstermiş insanlardır. Ö rnegin bunlardan Gre210

enfield, Lepsius'un ilk Türkiye gezisinde ona tercüman olarak eşlik etmiş , savaş boyunca DD'de Ermenilere verilecek vizeler vb. için çalışmış, sınırdışı edileceklerin Almanya'da tutulmala­ rı , tutuklananların salıverilmeleri gibi konularda birçok yazış­ maya imza atmıştır. Bu makaleler hem verdikleri bilgiler hem de o yıllardaki Al­ man kamuoyunun bilgilendiriliş düzeyi üzerine bir izienim ka­ zanmak açısından ilginç. Rohrbach, Van'ı kuran Keldani kraliçesi Semiramis efsane­ siyle başlıyor, Keldanilerle Haykların karışımından Ermeni hal­ kının dogdugunu, Ermenistan'ın Hıristiyanlıgı kamu dini ola­ rak kabul eden ilk ülke oldugunu , bundan sonra gelen Arap, Mogol ve Türk istilalarını anlatıyor. Sankamış'ta Rusların sıkıştırdıgı Enver'in, Ermeniler sayesin­ de kurtuldugunu belirtiyor: " Rus Kafkas sınınnda ilk büyük ça­ tışmalardan birinde Harp Nazırı Enver Paşa ve kurmayları, sa­ dece Ermeni birliklerinin kahramanlıgı sayesinde esir alınmak­ tan kurtarıldı. Enver, Kafkas cephesinden geri geldiginde, Istan­ bul'daki Ermeni patrigine Ermeni askerlerinden duydugu özel memnuniyeti dile getirdi: Onlar şahane çarpışmışlardı. " (a.g.e., s. 15) Ittihatçılann Almanca çıkan Osmaniseher Llyod gazetesi­ nin 26.02. 1 9 1 5 sayısında Enver'in Konya Piskoposu'na teşek­ kür yazısı yayımianmış (a.g.y.). Lepsius'un 1 9 1 8'de yazdıgı makalede, Ermenilerin Yahudi­ lerden sonra dünyaya en çok yayılmış halk olduklan vurgula­ nıyor ve Kalküta'dan New York'a dek yayılan kültürden, öme­ gin Kalifomiya'daki Ermeni meyveciliginden örnekler verili­ yor. Lepsius'a göre Dersim Zazaca'sı , Ermenice ile Kürtçe'nin karışımından gelen bir dilmiş (a.g.e., s. 3 1 ) . Bölgenin "en Er­ meni şehri" olarak Van'ı anlatıyor, Ermenilerin ne denli büyük farklılıklar gösterdigini, vahşi Iskoçya daglılarını andıran Sa­ sunlular ile Viyana, Londra tüccarlarını andıran Van, Istanbul veya Sivas Ermenilerinden verdigi örneklerle anlatıyor (a.g.e. , s. 32) . Osmanlı ekonomisinin motoru olarak adlandırdıgı Er­ menilerin gelişmesinin, bir yüzyıl önceki Rumlan andırdıgını söylüyor (a.g.e. , s. 34) . 21 1

Türkiye Hıristiyanlannın bu yükselişinde Rumlar üzerine aynntılı bilgi veren araştırmalar, Ermenilerle kimi paralellikie­ rin de kavranmasına yardımcı olur. Küçük Asya R�mlan isimli yapıtında Gerasimios Augustinos, Osmanlı'daki Hıristiyan cemaat hallerini bol veri ile sergiliyor, bunun mikro düzeyde, örnegin Kayseri'nin Sinasos köyündeki örneklerini anlatıyor. 1 83 1 - 1881 arasındaki 50 yılda Andolu'daki Müslüman nü­ fus savaşla: yoksullukla, kadercilige dayanan hijyenik gerilik­ le gelen salgın hastalıklar ve açlık nedeniyle hiç artmazken , gayrimüslim nüfus yılda % 2'lik bir artış göstermiş. Bu geliş­ mede 1850'de 10 milyon olan toplam nüfus 12 milyona çık­ mış. Kınm Savaşı'nın ardından Bursa İngiliz Konsolosu, savaş ve zorunlu askerlik yüzünden Müslüman nüfusun geriledigi­ ne ve ülke ekonomisi ve kültüründe gayrimüslim reayanın be­ lirleyici olmaya başladıgına dikkati çekmiş (Augustinos, s. 27) . 1830'larda İzmir�de 80 bin Türke karşılık 20 bin Rum yaşarken, 1860'larda Türk sayısı 45 bine inmiş, Rumlar ise 75 bin olmuş. 1870'de İzmir'deki sadece Yunan Kraliyeti pasaportunu taşıyan Yunanlıların sayısı 25 binin üzerindeyıniş. İngiltere Bursa Kon­ solosu 1 86 l 'de şöyle demekte: "Hıristiyanlara mülk satımı güya yasak. Ama kimse dinle­ miyar. Müslüman müşteri bulamayanlar Hıristiyana satıyor. Bunların etkinlik alanlan hızla artıyor." (a.g.e., s. 30)

Anadolu'ya girişlerinde Hıristiyanları büyük ölçüde Müs­ lümanlıga döndüren ve bol gasp malı (ganimet) ile yükselen Türk egemenligi , aynı hızla yayılma olanagı ortadan kalkın­ ca ülke içindeki kaynakların harcanmasına yönelir, sonu gel­ meyen savaşlarda bu Müslüman halkı harcamaya koyulur. 1 6 . yüzyılda % 8'e dek inmiş olan Hıristiyan oranı, bu gelişmenin sonucu tekrar % 20'lere dek çıkar, sadece Rumların oranı % 8,3'ü bulur (a.g.e., s. 30) . Osmanlı yönetimi, bu gelişmeye, dışandan Müslüman göç­ men getirerek karşı koymaya çalışır. 1850- 1 9 1 4 arasında özel­ likle Kafkasya ve Balkanlardan 5 milyon kadar göçmen getirilir 212

(a.g.e., s. 35). Bunlann ezici çogunlugunun Anadolu'ya yerleş­ tirildigini düşünürsek, Müslüman nüfusun 113'ünden çok daha fazla bir bölümünün göçmen kökenli oldugu sonucuna vanrız. Müslümanlardaki bu çöküş havasına karşılık, erkekleri ordu­ ya alınmayan, eşitlik taleplerine ragmen asker yapılmayan Hıris­ tiyan nüfusta çiçeklenen bir yükseliş vardır. İyi çiftçi, iyi zanaat­ kıir olan bu çalışkan insanlar, köylerinin dışına da taşarlar, kıyı şehirlerine işçilik için de giderler, sonra buralara ailecek göçer­ ler. Ömegin Kayseri'ye bir saat mesafede ve aslında bir Ermeni kasabası olan Kemir'e 19. yüzyılda çevre Rumlan göçmeye baş­ lamış. Kısa süre sonra Rumlar, Ermeni ve Müslümanlardan da­ ha yüksek bir nüfus oranına sahip olmuşlar. Buradan da kıyılara, pamuk-tahıl işçiligi ve ticaretine, giderek pamuk işleyiciligine ve sonra da İstanbul'a dek tekstil ticaretine koyulmuşlar. Kayserili halı tüccan İoannis Kougioumtzoglou [ Kuyumcuoglu? - S.D. ] , ömegin mallan nı Samsun ve Mersin üzerinden İstanbul'a oradan da Manchester'a dek götürmeyi başarmış (a.g.e., s. 41). B u seferler korkunç zahmetli v e tehlikeli eylemlerdir. Ioan­ nis Kougioumtzoglou'nun bir İngiltere seferi için hazırlıklan haftalar sürer, yogun bir planlama gerektirir. Vesikalar, vizeler, para, tabanca, bıçaklar, bir tüfek, palto, şemsiye, ikona, müba­ rek günlerde yakılacak mumlar, yanına alınacak uşaklar, Ana­ dolu içindeki yolculuk için iki aylık erzak, hancılar, katırcılar için özel hediyeler vs. planlanmak zorundadır. Yolculuga, eşkı­ ya baskınlannda savunma kolaylıgı nedeniyle en az 50 kişilik gruplar halinde çıkılır (a.g.e., s. 1 59). Bu hızlı gelişme bir yanda Yunan Kraliyeti ve adalardan Yu­ nan erkeklerini İzmir, İstanbul gibi şehirlere çekerken, diger yanda Selanik vb.'deki büyük Türk toprak agalannın şenin­ den bıkan Rum köylülerinin Mora'ya göçü sonucunu getirmiş. Trabzon şehrinde de şehir içindeki Rum sayısı artarken, ge­ nel Pontus Rum nüfusu, köylülerin Yunanistan'a göçü sonucu azalmış (a.g.e., s. 44) . Kapadokya'daki Sinasos kasabası erkeklerinin bu göçmen iş­ çilik gelenegi çok eskiymiş, Antalya, İzmir ve İstanbul'a sezon işçisi olarak gider 6 ay oralarda çalışırlar, oralardaki bekar han213

lannda kalırlarmış. Dügünler bile bu sezona göre ayarlanırmış. Çok uzaga gidenlerin gurbetçilikleri ise 5 yılı bulurmuş. Bu gurbet işçiligi erkekler 50'li yaşiara gelene dek sürermiş (a.g.e., s. 39-40 ) . Göçmenlerin b i r bölümü gittikleri yerlerdeki belli üretim alanlarını kontrollerine alırlar. O rnegin Istanbul'da 1850'lerde 40 kadar Rum loncası ve bunların her birinin 350 kadar üyesi varmış. Istanbul'un havyar üretimi, Sinasoslulann elindeymiş (a.g.e. , s. 1 35) . Demiryolunun henüz gelmedigi dönem ve yer­ lerde özellikle önem kazanan ve çok tehlikeli bir meslek olan katırcılık da gayrimüslimlerin elindedir (a.g.e., s. 147) . Bu yo­ gun alın terine dayanan göreedi refahla birlikte cemaat için ya­ pılan hayırlar, bagışlar sayesinde bütün toplulugun yükselişi de gerçekleşiyor. Ömegin Sinasos'daki cemaat, posta , eczane , otel, doktor, yangın söndürme tulumbalan vb.'ne sahiptir. O grenim düzeyi 1 9 . yüzyıl. sonlarında doruktadır (a.g.e., s. 78) . Nig­ de'deki Rum cemaati tiyatrosunda 1 873'te Sofokles'in ünlü An­ tigone'si de salınelenmiş (a.g.e. , s. 30 1 ) . Bunu yazarken, "acaba bu 'anti'-kızın öyküsünü bütün Osmanlı'da kaç Müslüman kızı biliyordu? " sorusu takılıyor kafama. Sinasos'da kızlar da okumaya yollanmış, yoksullara cemaat "burs" vermiş. Bunlara ögrenim sonrası dönüp, en az 5 yıl ögret­ menlik yapmalan şartı konmuş. Okulu bitiremeyenin babasının tüm bursu geri ödemesi zorunlulugu yazılı sözleşmeye baglan­ mış (a.g.e., s. 83) . Bu refah, yönetim ve yoksul Müslüman toplu­ mun dikkatini çektigi için, Sinasos ihtiyar heyeti bazı kamu ada­ bı kurallan koymuş: Kadınlara aşırı mücevher takmak, topluluk içinde şarkı söylemek, hisara gitmek, akşamlan verandada otur­ mak, evi dışında dans etmek yasak! Geliniere Perşembe ve Pazar günleri günlük kıyafetle çeşmeye gitmek yasak! Genç erkeklere dügün sonrası sokakta şarkı, nara yasak, kasahada hızlı at sür­ mek, silah kullanmak yasak! (a.g.e., s. 82) . Bu ilerleme zamanla kılık kıyafette de kendini göstermeye başlamış, Kayseri'nin Rum­ lan Avrupai bir giyime kayıp, fesle gezmeye başlamışlar (a.g.e., s. 105). Rumlardan verilen göçmen işçilik örneklerinin benzerleri­ ni Alman belgelerindeki Ermenilerde de görüyoruz. 214

Augustinos, bu büyük göç hareketleri ve degişimlerin getir­ digi tehlikeye işaret ediyor: " 1 9. yüzyıl. . . Küçük Asya'da halkların siyasi oyunlara piyon olacagı bir devir açmıştır. " (a.g.e. ,

s.

47) .

Fatih'in getirdigi her dini cemaatin kendi içinde sıkı hiyerar­ şik örgütlenmesi sistemine göre, Sultan bir yanda kişi başına kafa vergisi (haraç) alırken, diger yanda da bu hiyerarşide yük­ selen patriklerin hükümet büyüklerine "peşkeş" adı verilen ba­ gışlar, hediyeler vermesi gelenegini de hızlandırmış. Patrikler, bu parayı, sonra kendi altlanndakilerden aldıklan para ve mal­ larla kapatmışlar (a.g.e., s. 53) . 1839 Gülhane Hatt-ı Hümayunu ve 1 856 Tanzimat Fermanı , bir yanda gayrimüslimlerin eşiLlik arzularına karşılık verirken onlardan eşit askerlik yükümlülügü de bekler. Bu eşitlikle, top­ lumu sarsan aynşmayı, sentrifujal kuvvetleri durdurma ve ye­ ni bir kaynaşma saglama ümidi vardır. Aynı zamanda ise yerel Müslüman eşrafta eski "üstünlügü" yitirme, gayrimüslim eşraf­ ta, bu kınlgan "eşitlik"te her an bir darbe yeme·, merkezi hükü­ mette de yetki kaybı korkusu artar. Taşrada bu fermanlar hiç duyulmaz, dilleri anlaşılmaz, Hıristiyanlar askerlikten rahatsız­ ken, kilise ruhbanlan, "laikleşen" devletin içişlerine el atmasın­ dan çekinirler. Çogu yerde "eşitlik" sadece kılgıt üzerinde kalır. Ö megin Edirne ve civarındaki 700.000 Müslüman için 10 ye­ rel temsilci varken, 1 . 300.000 Ortodoks Hıristiyan için sadece 5 temsilci vardır (a.g.e., s. 95) . Gayrimüslim reayadan alınan ek vergiler (cizye) bazen yıl­ dıncı boyutlan bulur. Bunların önemli bölümü yabancı güç­ lerin "himayesi" altına girme yolunu seçerlcr. Buna bir de ce­ maat için hali vakti yerinde olanların paylarını az gösterip , yükü daha az varlıklılara yıkması eklenir, cemaat içi çelişki­ ler artar. Kaynayan yoksul Müslüman kitleyle birlikte yoksul gayri­ müslimlerde de tepkiler artar. Ege daglan , Türk ve Rum " terö­ ristlerle" dolar. Bunların arasında 1 850'li yıllarda Rum Yani Ka­ tartzi çetesi pek ünlenmiş. Bunlar lzmir tüccarlarını kaçınp fid21 5

ye toplayarak zenginleşmişler, sonra Katartzi'ye af çıkanlmış, o bir İzmir zengini olmuş (a.g.e., s. 1 1 5) . Bir tür sosyal başkaldın olan b u hareketleri, Mora isyanın­ da yapılan çagrılar da etkilemiş. Daha 1 8 2 1 'de Morahiann bir çagnsında, "Osmanlı yönetimin zulüm ve adaletsizlik yaptıgı; haksız yere insaniann öldürüldügü ve göçe zorlandıgı; insan­ Iann yaşamının, onurunun ve mülkünün güvence altında ol­ madıgı, 'aşagılama ve haksızlıklar sonucunda reayanın büyük ' yoksulluga i tildigi', üstelik yalnızca Hıristiyan halkların degil, Müslüman halkiann da bu kıyırolann kurbanı oldugu" vurgu­ lanıyormuş. Zeybeklih ve Zeybekler Tarihi'nin yazarı Ali Hay­ dar Avcı , bu hareket ile Aydın'daki Atçah Kel Mehmet hare­ ketinin talepleri arasında büyük oranda bir çakışma görüyor (Avcı, s. 342) . İngiltere ile yapılan 1 838 Balta Limanı Ticaret Anlaşması, ka­ pitülasyon ve imtiyazlar, yani emperyalist dayatma, yerli tüccar ve üreticiyi yıkarken [ ömegin Bursa'da önemli bir bölümü Er­ meni evlerinde yapılan ipek dokumacılıgında kullanılan tezgih sayısı 19. yüzyıl başında 5.000 kadarken bu sayı 1 835'te 800'e, 1 840'da ise 300'e düşer (Augustinos, s. 1 6 1 ) ) , gayrimüslim tüc­ carlar himayeye, yani başka ülke yurttaşhgına geçerek kendini bu yıkımdan kurtarma ve bunu üreticiler ve Müslüman tücca­ ra karşı bir avantaja çevirme yolunu seçerler. "lmparatorlu�n iyi niye tin i n kötüye kullamlması olarak ka­ bul edilen bu uygulama, kanımca ne ise o şekilde kavranmalı­ dır, yani de�n ekonomik dünyanın koşullannda başvurulan bir nevi destek olarak. Osmanlı Devleti, dünya pazanmn sıkı rekabetine ne kadar girdiyse, yabancı himaye Rumiara ve di­ ger gayrimüslimlere bir o kadar iktisadi ve hukuki avantaj sag­ lamıştır. Bu insanlan imparatorluk üzerindeki yabancı ekono­ mik çıkariann direk ve bagımlı uzantılan saymak kanaatimce konuyu basitleştirmekten başka bir şey degildir. Konsolosluk himayesinden istifade eden Rumlar ve diger uyruklar, bunu kendi alanlanndaki rekabetçi konumlanm sürdürmek amacıy­ la yapmışlardır. Çünkü her şeyden önce Osmanlı ekonomisi216

nin geniş kapsamlı ekonomik dünyaya açılımı böyle bir geliş­ meyi zorunlu kılmıştır." (Augustinos, s. 1 30)

Avrupalılar örn. Bursa'dan artık ipek ürünleri yerine, sadece ipek ipligi almaya başlarlar. ı870'lere dogru dev bir ipek ipli­ gi endüstrisi oluşur. Buradaki işgücü en başta Hıristiyan kadın işçilerden gelir. ı858'lerden itibaren Türk kadınlan da bu fab­ rikalarda işçi olarak çalışmaya başlamışlar (a.g.e., s. 340) . Hı­ ristiyanlara da "Müslüman işçiler daha ucuz" diye ücret kınlır. Bu işyerlerinde binlerce işçi çalışıyormuş (Augustinos, s. ı 69) . Emperyalist ülke konsolos ve memurlan tek tek bütün şe­ hir pazarlarını gezerler ve buralarda satılan maliann nerelerden getirildigini saptayıp rapor ederler. Ömegin ı86ı Plovdiv'de­ ki (Filibe)bir panayırda satılan mallar üzerine veya Yanya, Is­ tanbul, Bursa, lzmir pazarlan üzerine, Zile, Balıkesir, Yapraklı (Çankın yakını) panayırlanna (fuar) kaç bin insanın katıldıgı vb. üzerine detaylı raporlar tutulur (a.g.e. , s. 1 30- 132). Dev boyutlara varan himaye düzeni, İzmir'de o zamanki dünyanın hiçbir yerinde olmayan bir yerel yönetim yapısı da ortaya çıkanr. ı860'tan beri bir belediyesi olan şehrin ı868 ye­ rel seçimlerinde ıs yerli (6 Müslüman, 5 Rum, 3 Ermeni, ı Ya­ hudi) temsilcinin yanı sıra 9 da yabancı uyruklu (2 Yunanlı, 2 Avustur, ı Rus, 2 Fransız, ı ABD'li ve ı ltalyan) temsilci şe­ hir meclisinde yer alır (a.g.e. , s. 1 53 ) . İzmir'deki Rum ve Erme­ ni gazetelerine İngiliz konsolosu mali destek verir, Londra'ya da raporlar: "Bunlara destek bizim çıkanmıza. " (a.g.e., s. 3 1 7) Bu gelişmeler Anadolu Rumlannın egemen kesiminde iki egi­ lim ortaya çıkanr: İstanbul'da kiliseye baglı, oturmuş, "soylu" , statükocu, Osmanlıcı zengin tüccarlar ve bunlara karşı daha ay­ dın, liberal, okumuş, Yunan ulusalcısı bagımsızlık yanlıları. Bun­ ların dışında kalan büyük esnaf ve emekçi kitlesinin bunlardan haberi yoktur. Hele iç bölgelerdeki Rumiann milliyetçilik akıl­ lannın ucundan bile geçmemektedir. İstanbul'daki emekçi taba­ ka ise ulusal aynmcılıga daha sert bir tepki verir (a.g.e., s. 327) . İzmir'de ise büyük bir kitle oluşturan Yunan uyruklulann da etkisiyle Yunan milliyetçiligi yükselir ve bu ı 860'lann sonunda 217

İngiliz ve Osmanlı yönetimini rahatsız eder. 1868 lngiliz konsolo­ sunun raporu: "Yunanlılar burada fesat çıkarınakla ugraşıyorlar. " (a.g.e., s. 329) . Augustinos, 19 yüzyılda gayrimuslim cemaatler arasında da sürtüşmelerin giderek artugını yazıyor (a.g.e., s. 337) . Yunan Ulusunun Doğuşu isimli yapıtta Herkül Millas, Yunan­ Iann uluslaşması ve Yunan ulusalcılıgının gelişmesi sürecini, sorunlannı, dış etkenleri, iç çelişkilerini inceliyor. Osmanl ı Rumlan arasında ilerleyen kapitalist ilişkilerle bir­ . likte bir uluslaşma sürecinin, bilincinin de geliştigine işaret eden Millas, bu "ulusal kültür" yaratma sürecinde egitimin oy­ nadıgı belirleyici rolü vurguluyor. Oysa üç bin yıllık saf bir "Yunan" yoktur, hiçbir zaman da olmamıştır. Millas, aslında bu bölgede dogru, gerçege yakın bir tarih ya­ zılabilmesi için bütün Akdeniz'in bir tarihinin yazılması gerek­ tigini, "ulusal tarih" diye servis edilenlerin, bölük pörçük, çe­ şitli sınıflardan bir grubu tek bir bütünmüş gibi gösteren bir "konstrukt"tan başka bir şey ohnadıgını vurguluyor (a.g.e., s. 70) . Osmanlı despotizmine karşı cumhuriyeti savunan ilk Osmanlı aydını şair Velestinli Regas ohnuş ve 1 798'de öldürülmüş. Türk­ Yunan kardeşligini de savunmuş, özgürlükçü şiirleri ise filizlenen Yunan ulusalcılıgına bir kaynak olmuş. Ö zgürlükçü, antidespot söylemle çıkan Yunan bagımsızlık hareketi üç gücü rahatsız et­ miş: 1) Osmanlı yönetimini 2) Avrupa monarşistlerini 3) Özellik­ le Fener Patrikhanesi'ne dayanan tutucu Yunan çevreleri. Patrik V. Gregorios da "Allahsız Fransız fikirlerine karşı" ko­ rodadır. "Hıristiyanlık çile dinidir. Politik düzen Tann buyru­ gu . Yunanlıların acıyı, Hıristiyanca sineye çekmeleri , böyle­ ce lsa'ya yaklaşınalan pek münasiptir. Batıdan gelen özgürlük, degişim düşünceleri şeytan oyunudur, batıdan uzak durulmalı­ dır. Bizans'ın inanç olarak çürüdügünü gören Allah, Osmanlı'yı bizim için sıfırdan kurmuş, hepsinin üstüne çıkarmıştır. Eski­ si gibi büyük kiliseler yapmaya müsaadeli degilsek, bu da Al­ lah'ın takdiridir. Gösteriş, şatafat Hıristiyana yakışmaz, küçük, yoksul kiliseler Allah'a daha yakındır. Kilise niMhına karşı çı­ kan, çocuklarına antik Yunan isimleri vermeye kalkan cumhu­ riyetçiler, demokratlar, kar hırsıyla Allah korkusunu unutan 218

vicdansızlardır. Özgürlük savaşı iyi idareleri devirrnek için şey­ tan tuzağıdır. Bu yalan ve fani yaşamın özgürlüğü adına sonsuz mutluluğun solmaz zafer çelenklerini yitirmeyelim. Bize karşı ihsanda bulunan ve bizi besleyen bu devletin egemenliği altın­ da hiçbir ulusun tatmadığı imtiyazlarımiz var." Patrikhane, ilk aforozlarından birini 1 7 . yüzyıl sonlarında Descartes'ın fikirle­ rini savunduğu için Methodios Anthakites'e karşı vermiş. Atina Kili.sesi'ne bağlı kiliselerde daha 1974'e dek antik Yunan isim­ lerle getirilen çocukları vaftiz etmemişler (a.g.e., s. 1 3 1 - 1 50) Millas'ın verilerine göre Ortodoks ruhhanbaşı V. Gregorios'un görüşlerini böyle özetleyebilirim. Regas'ı çok kez aforozlayan V. Gregorios'u Sultan yine de �hain" sanıp astırınca diğer İz­ mirli Yunan aydını Adamantios Koraes şöyle demiş: "Ah şu aptal Sultan! Kendi dostlarını asmaktadır, oysa onlara kaftan giydinnelidir." (a.g.e., s. 144)

Şair Lord Byron, 1 8 l l'de Atina'ya gelmiş ve burada onu çok şaşırtan anonim bir şiirle karşılaşmış. �Rusingilizfransız" baş­ lığını taşıyan şiirin 1 799- 1 8 1 0 arasında yazıldığı tahmin edili­ yormuş. Cumhuriyetçi harekete düşman tutucu-tefeci Yunanlı burada şöyle hicvediliyor:

"Ahçeleri ödünç veririm faizini de bol bol alın m. E vet, akçeleri zorla ellerinden haptım Ama borç· diye gene Türklere verdim. Yoksullan tiran gibi ezerdim Türkleri ise çok severdim. Türhe laf eden Greh'i vcrirdim ele Bu da iyi bir ders olurdu ötekilere. Muhammet'e inananlar arasında bile Yoktu böylesine sadık olanı devlete. " (a.g. e., s. 1 74) Devlette efendi �Türk" tür. Mora nüfusunun % 9 ,43'ünü oluşturan Türkler toprakların % 58'ine sahiptirler. Burada ya­ şayan 40 bin Müslüman'da adam başına düşen toprak 75 dö219

nüm iken 360 bin Hıristiyan'da adam başına 4,2 dönüm düşer (a.g.e., s. 74-75) . Denizlerde Yunan kaptanlar, Yunan tayfalar­ la ticaret yürüten büyük kalyonlann önemli bölümünün sahi­ bi Türk zenginleridir (a.g.e. , s. 83) . Bir "Yunan" ulusunun ya­ ratılmasında kullanılan öteki "Türk" , daha sonra "Türk" ulusal kimliginin yaratılmasında etkili olacaktır (a.g.e., s. 1 89 ) . Millas, kimi tarihçinin , kiliseyi korumak (Yunan milliyet­ çi yoruıpu) amacıyla "korkudan, çaresizlikten böyle davranıl­ dı tezini savundugunu yazıyor ve belgelerin başka bir dil ko­ nuştugunu , burada statükocu, gerici kafanın belirleyici oldu­ gunu vurguluyor (a.g.e., s. 1 5 3 ) . Bu, "korkudan, numaradan Osmanhcı oldular" tezini, yani Yunan milliyetçileriyle aynı te­ meli, kiliseyi de hain ilan etmek isteyen Türk milliyetçi yoru­ mu da kullanıyor. Yerasimos'un "Etnik-dini setlerle kendi aralarında bölünmüş azınlık burjuvazileri . . . toptan bir devrim mümkün olmayın­ ca . . . ayn ayrı kendi devrimlerini yapmaya kalkıştılar" sözlerini veren Millas ekliyor: "Bu burjuva sınıfı, çıkan dogrultusunda, Osmanlı Devleti içinde, batı emperyalist tüccanna karşı çıkmış olan belki de tek güçtü. " (a.g.e., s. 234) Alman belgelerinde, Er­ menilerin ticari, endüstriyel yeteneklerine yapılan ve çogu kez de düşmanca olan vurgu işte bu rekabet duygusunu da içeriyor. Ermeni işadamı, Alman sermayesinin talan cümbüşünde engel çıkaracak bir ögeydi. Çogu Türk tarihçiye göre aynı statüde olmamak, eşit konum­ da olmak "imtiyaz" sayılır. Gayrimüslimler "zenginleşmek"le suçlanır. Oysa zenginleşmeden zaten burjuva olunmaz ki, di­ yor Millas. Türkçülük etkisinden sıynlamayan sol yazarlarda da bu "komprador, işbirlikçi burjuvazi" söylemiyle ortaya çıkıyor. "Bu 'işbirlikçiler' Osmanlı devletini sömürgeleştiren bir neden­ den çok, Osmanlı yapısının yarattıgı bir sonuç. " (a.g.e., s. 237) En kısa sürede en çok vergi, en çok talan kafasıyla hareket eden Osmanlı yönetimi, kendi tüccannı, sanayicisini, emperyalist re­ kabete karşı ezmiş, bogmuş, himaye aramaya itmiştir. "Hoşa git­ meyen her gelişmeyi dışınızdaki nedenlerle anlatmaya çalışmak da 'ulusçu' bir tarihçilik anlayışı sergiler. " (a.g.e., s. 237) n

220

Millas, Türk ulusçulugunun babası sayılan Ziya Gökalp'in bile olaya "milli dava" gözüyle bakan militan milliyetçi tarihçi­ likten daha sogukkanlıca bakabildigine işaret ediyor. Gökalp: "Mahküm milletler, milli benliklerini imparatorluklann koz­ mopolit idaresi altında, ancak bir süre için unutabilirlerdi. . . Hapsedilmiş (Yunanlılann) serbest olmak için mücadeleye gi­ rişmeleri tabii idi." ( Gökalp'ten aktaran Millas, a.g.e., s. 24 1 )

Bu iki yapıtın ardından şimdi yine Ermenilere, Rohrbach'ın derlemesine dönelim . Aslında Alldeu tsch akımına çok yakın biri olan Kont Westarp'ın, 1 9 1 3 de yayımladıgı ve bu derlernede de (Rohrbach, Armenien) verilen "Über das arınenische Volkstum" makalesi şa­ şırtıyor. Westarp'a göre Ermeniler Asya halklan arasında en ze­ ki, en ileri alanıdır. Askerlikte de iyidirler. Yaşadıklan devlet on­ lara özgürlük tanıdıgında dev katkılar yapmaya hazır bir halktır­ lar. Dini liderleri Katolikos, Eçmiyazin'de oturur. Bir başka Ka­ tolikos, Van Gölü'ndeki Ahtarnar'dadır. Bir başka Katalikos da Adana'da (Sis"' Kozan) . Istanbul'daki Patrik ise daha çok politik bir temsilci konumundadır. Westarp'a göre bu dagıhm, bölün­ müşlük Ermenilerin tipik özelligidir ve Taşnak Partisi bunun bir ölçüde aşılmasını saglamıştır, Taşnaklann niyeti de bellidir, bir özerklik veya bagımsızhk için halkı örgü demek, silahlandırrnak, ayaktandırmak ve bir Avrupa müdahalesini saglarnaktır. Taşnak hareketinin, genç Türkiye'nin uyanmasında da büyük katkısı ol­ muştur (a.g.e., s. 35) . Dogunun büyük kentlerinde. "Bir Yahudi üç Hıristiyanı, bir Rum üç Yahudiyi , bir Ermeni de üç Rumu kandırır" denir­ miş ama bu bakış kaba imiş. Ermeniler arasındaki dev farkiara Wcstarp da vurgu yapıyor. Ö zellikle kıyı Ermenilerinin ticari kıvraklıgı ve başarılarının diger ulus tüccarlarını kıskandırdıgı­ nı söylüyor. Kendini ezenden daha gelişmiş olan bir halk, hak hukukla hakkını alamayınca, elbette hile, kandırma ile hedefi­ ne ulaşınaya çalışacaktır. Bu da oraları gezen yüzeysel bir göz­ lemcide, bütün halkın hilekar oldugu izlenimini bırakacaktır. Oysa Hınıs Ermenilerinin dürüstlügü ve misafirperverligini de 221

yaşamış olmak gerekir. Haksız baskı ve katliamlar, halkı dev­ rimcilerin kucagtna ilmektedir (a.g.e., s. 36-37). Japonlar dışın­ da hiçbir halkta, akademiker oranı Ermenilerde olduğu kadar yüksek değilmiş (a.g.e., s. 40) . Rohrbach, Münihli bir profesörün, Eylül 1 9 1 5'te Süddeutsche Monatshefte'de yayımlanan şu sözlerine yer veriyor: "Elbette, Al­ manlann da ]ohannes Lepsius ve yanılmıyorsam Paul Rohrbach aracıyla, �ir Ermeni hayranlıgı yönünde yanıltıldığı bir dönem oldu ama sonunda bütünüyle anladık ki, isyancı, hiçbir işe yara­ maz ve hilekar Ermeniler, Kürtler ve Osmanlılann adil öfkesini tahrik etmişlerdir. " (a.g.e., s. 42) Oysa, diyor yazar, Ermenilerle yaşayan bir Türk buna Almanlardan çok daha önyargısız yaklaşa­ biliyor. Bundan sonra da belgelerde çevirdiğim Hamdullah Sup­ hi makalesini veriyor (B, 1 7 . 1 2. 1 2) . Böyle bir yazı Ikdam'da ya­ yımlanmış mı ve benim Almanca'dan çevirim ile orijinal ne denli örtüşüyor bilmiyorum , kıyaslamak gerekir. Ama çok büyük ihti­ malle yayımianmış olan bu yazının, bundan birkaç ay sonra Türk Ocagı başkanlıgina gelecek olan ve Türkçülüğünden şüphe edil­ meyecek birinin kaleminden çıkmış oluşu çok ilginçtir. Melkon Kirişçiyan'ın makalesinde Ermeniterin kültürel ge­ lişmeleri anlatılıyor: "Bu halk halll varlıgını sürdürüyorsa bunu, fetihçileTİn mer­ hametine degil, erişilmesi zor daglık bölgelerdeki kahramanca direnişiere de borçlu degildir. O, kültür aklı ve iş becerisi ile kendini, mümkün oldugunca gerekli hale getirmeyi bildi. Er­ meniler hem Osmanlılar, hem de lranlılar için arzulanır oldu­ lar ve yüz binlereesi batıya götürülürken, yüz binlereesi de do­ guya götürüldü . . . ( . . . ) Ermeni, toplumun şarkıcısı ve müzisyeniydi, hatta bir anlamda o, Türk müzigini yarattı ve yetiştirdi; tiyatrocu, ko­ medyen oydu; inşaat ustası ve el zanaatklln oydu. Istanbul'un belli başlı saray ve camileri Ermeni mimarlarca planiandı ve onlann zanaatkarlarınca inşa edildi." (a.g.c., s. 54)

Şah Abbas, lOO.OOO'den fazla Culfalı Ermeniyi lran'a götür­ müş, bir Yeni Culfa kurdurmuş. Eçmiyazin Manastın'nı da sö222

küp taşlarıyla bir Yeni Eçmiyazin kurmaya kalkışmış da, Er­ meniler yalvarınca eskisine dokunmamış (a.g. e., s. 5 5 ) . Oor­ pat, Heidelberg, Bonn, Leipzig, Berlin ve Zürih üniversitelerin­ de egitim gören aydınlar, Ermeni halkının yeniden doguşunda büyük rol oynamışlar. Schiller ve Goethe daha 1860'larda Er­ menice'ye çevrilmişler. Mithat Paşa'nın ilk anayasasında başyardımcılarından biri Odyan Efendi imiş. Aynı şekilde ilk Rus anayasasında da Erme­ ni Loris Melikov etkili olmuş (a.g. e., s. 6 1 ) . llk Ermeni okul yapurma cemiyeti 1 879'da Van'da kurulmuş ve okul Müslüman çocuklarına da açıkınış. Gelen birkaç Müs­ lüman çocuk için Rus ve Ermeni basınında sevinç dolu haber­ ler yayımianmış (a.g.e., s. 62) . Ermeni kilisesi üzerine makalelerde lran civarından gelen kubbe inşa teknigi Hititlerde yuvarlak yapı üzerine kurulur­ ken, Ermeniterin bunu kare yapı üzerine oturtınayı başardık­ Iarına da işaret ediliyor, ondan sonraki kilise yapımlarında bu kubbe telmiginin kullanıldıgı anlatılıyor. Bu teknigin sonradan Bizans'a krallık yapan Ermeni hanedanlıgı ile batıya da yayıldı­ gı. anlatılıyor. Ermeni "tehciri" sırasında Ermenilerle çeşitli dayanışma ey­ lemleri düzenleyen ve bu eylemleri ]itckh gibilerinin çabasıyla baskı altında tutulan (B, 19.4. 1 7 ) rahip Ewald Stier, okul siste­ mi üzerine de bir makale yazmış. Burada Ermeni romancı Raf­ Ci'den verdigi bir alıntı var: "Annem zamanı geçmeden okuma ve yazmayı öırenmem ve becerikli bir insan olmama çok önem veriyordu. On yaşıma geldiıimde beni, bizim cemaatin papazına götürdü. Tam Hıdı­ rellez zamanıydı. 'Bu, okula başlamak için iyi bir zaman,' de­ di annem, 'kim Hıdırenez'de okula başlarsa çok şey öırenir, çünkü kutsal ruh tam bu zamanda havaiiiere dillerini vermiş­ ti.' Annemin ögt-etmene, beni teslim ederken, söyledigi sözleri

de hiç unutmam: 'Peder Efendi, senin kutsallannın hizmetçisi olayım, sana oglumu kul olarak teslim ediyorum, eti senin ke­ migi benim.' (Stier buraya şu açıklamayı koymuş: 'Ermeni ata223

sözu, anlamı şu: Onunla istedigini yapabilirsin ama ne olur ke­ miklerini kırma. ' - S.D.] Todik Efendi, öğretmenimin adı buydu, çok sayılan bir adamdı, sadece şehrimizde değil, bütün yörede. Okulumuz, papaz konutunda Todik Efendi'nin ihtiyacı olmayan, ahınn hemen yanındaki bir odadaydı. Dar, loş oda neredeyse kırk kadar öğrenci ile tıklım tıklım doldurulmuştu. Bu sınıf oda­

sı� öğrencilerin yanı sıra, papaz efendinin yeni doğmuş üç buzağısı da bulunuyordu. Kış aylannda orası soba olmaması­

na ragmen iyiydi, çünkü ahıra bakan pencereleri açıyorduk ve sıcak buğu bir sis gibi sınıfımıza doluyordu ve böylece bizim sınıf neredeyse yan yanya bir Türk hamarnı kadar ısınıyordu. Ama yazın burası çekilir gibi değildi. Ahınn pisliği havayı ze­ hirliyordu ve pirelerle birlikte bir sürü başarat sınıfırnıza do­ lardı. Bunlar gözle neredeyse görülemeyecek, ufacık hayvan­ Iardı ama ne kötü soktuklannı kimse bilemez. Bizim sınıf odamız bir Türk camisi kadar boştu, sıra, san­ dalye ve masa yoktu. Öğrenciler, hasırla örtülü nemli toprağın üzerine bağdaş kurup otururlardı. Tabanda tahta yoktu. Sade­ ce öğretmen bir keçi pöstekisinin ve zengin aile çocuklan ev­ den getirdikleri küçük minderierin üzerinde otururlardı. Ders sabah erken saatte başlardı. Öğretmen bir köşede önünde bir kuran rablesi ile otururdu. Her öğrencinin kendi­ ne has bir kitabı vardı ve bunların hepsi farklı idi . Çünkü her baba oğluna, ta kendi atasından kalmış herhangi bir eski kita­ bı verir ve derdi ki: 'Bu kitabı al ve öğretmenine de ki, sana bu­ nu okutsun.' Artık kitap, bir ayetler kitabı mıydı, eski bir kili­ se kitabı, şifa öğretisi veya rüya tabir kitabı mıydı, bunun pek bir zaran yoktu: daha ne, kilaptı işte ve bu yeterdi. Öğrenci­ ler öne çıkıyorlar, öğretmenin sağ elini öpüyorlar, önünde diz çöküp, kitaplannı rahleye koyuyorlar ve ödevlerini anlatmaya başlıyorlardı. Öğrenci, yaptığı her hata için eline bir sopa yi­ yordu. Hele dersini hiç çalışmamışsa, o zaman sıra o korkunç 'falahka'ya geliyordu. tki öğrenci tarafından, bir köşedeki ağaç destek getiriliyordu. Suçlunun çıplak ayaklan bunun arasına sıkıştırılıyor, yukanya kaldınlıyor ve yeşil kamış sopalanyla, 224

bahtsız kurban acıdan bayılayazana dek işleniyorlardı. Bura­ da en çekilmez olan şey, hep cezalının en iyi arkadaşının da­ yagı atmak zorunda kalmasıydı, hele bir de o çok hafif vurur veya vurmaya çok erken son verirse, o zaman yanmış sayılır­ dı, çünkü o zaman kendisi de aynı cezayı alırdı. Bir başka ce­ za, ögrencinin tek ayak üstünde durması ve aynı anda iki eliy­ le bir tugla veya agır bir kitabı iki eliyle kafasının üstünde tut­ masıydı. Bir başka ögrenci elinde sopayla onun yanında durur ve o şayet öbür ayagıyla yere dokunacak olursa, o ayagına so­ payı patlaurdı. Bizim için özellikle kötü olan, ögretmenimizin bir cenaze veya vaftize gitmesiydi. Çünkü yoklugunda yaramazlık yap­ mayalım diye çok kötü bir yöntem bulmuştu. O zamanlar­ da birbirimizden uzaga oturmak zorundaydık, sonra entarile­ rimizin iki ucunu birbirine degdirir ve bunlann üzerine ince kum döker ve sırf bu iş için yaptırdıgı özel tahta mührüyle ku­ mu mühürlerdi. Çok hafif kıpırdanacak olsak bile bu mühür izi bozulurdu ve ögretmen geri geldiginde, korkunç 'falahka'ya yeni bir kurban sunulurdu veya çıplak dizlerimizle küçük sivri taşiann üzerine çökmemiz gerekirdi. Ogretmenimiz kötü bir insan degildi, aksine çok iyi kalp­ liydi ama tüm bu sertlik ve gaddarlık pedagojik görüşlerin­ den kaynaklanıyordu. Hiçbir çocugun işkence çekmeden ve­ ya dayak yemeden bir şey ögrenemeyecegine mutlak şekilde inanıyordu ve upkı büyülü sözlerinin mucizevi gücü gibi 'fa­ lahka'sının da egitici özelliklerine güveniyordu. " (Rohrbach, a.g.e., s. 82-84) . Meşrutiyet sonrası Osmanlı'dan Almanya'ya burslu ögren­ c i de yollanır. Bu burs için başvuran ögrencilerin 3/4'ü Erme­

ni gençleridir. 190 1 -02'de dogu vilayetlerinde 438 Ermeni oku­ lunda 29.054 erkek, 7 . 785 kız ögrenci okurken, 1 50 hükümet okulundaki toplam ögrenci sayısı sadece 1 7.000'dir. Kilikya'da­ ki 90 Ermeni okulunda 6. 673 erkek, 2. 509 kız okumaktadır. Tüm Osmanlı'daki 803 Ermeni okulunda okuyan 59. 5 1 3 erkek ve 2 1 . 7 1 3 kız ögrencinin başında tam 2.088 ögretmen bulunur 225

(a.g.e., s. 84-85) . Bu okullar tamamen Ermeni cemaatinin ken­ di olanakları ile finanse ettigi okullardır. Eçmiyazin Yatılı Okulu'nun ilk müdürü Piskopos Gabriel Ayvazovsky, ünlü "Rus" donanma ressamı Ayvazovsky'nin kar­ deşidir. Bu okulda 1 905 devrimi sonrası ögrenciler Marx ve Ka­ utsky'yi de okumak isteyince kavga çıkar, 24 ögrenci atıldıktan sonra eski "düzen" kurulur (a.g.e., s. 87) . tık Erıtıenice kitap (bir tür halk takvimi) 1 5 1 2'de Yenerlik'te­ ki Mekitaristler tarafından basılır. İstanbul'daki ilk Ermeni matbaası 1 584'tc kurulur. 18. yüzyıl sonuna dek basılan Erme­ ni kitap sayısı 600'ün üzerindedir, 1 9 . yüzyılda da Ermeni bası­ nında dev bir sıçrama olur (a.g. e. , s. 89) . Ermeni dilinde Hacatur Abovyan, Agrı şivesini, modem Rus Ermenicesi haline dönüştürmüş; kendisi Dorpat'ta Alman egi­ timi almış ve bir Almanla da evliymiş. 1 893'te ölene dek Mşak (Işçi) isimli liberal-demokrat gazeteyi çıkaran, ilk Ermeni ga­ zetec ilerinden Grigor Artsruni de Heidelberg'de okumuş ve yine Alman bir eş seçmiştir. Bu makalelerde Rus Ermenileri­ nin genellikle Alman, Türk Ermenilerinin ise oldukça yüzey­ sel sayılan Fransız üniversitelerini tercih ettiklerine, Ermenis­ tan'da kurulan yüksek okullarda (seminerler) , ogretmenlerin % 80'inin Alman egitimli oldugtına işaret ediliyor. Bu yüksek okullardan Sansaryan Koleji (Sivas, Erzurum) en tamnmışlardan . Burada ögrenciler, ögrenimlerinin yanı sıra atölyelerde bir meslek ögrenmek, tarımdan anlamak, toprakla çalışmak, müzik ve spor yapmak zorundadırlar (a.g. e., s. 93) . Kısacası b u okullar Ermenilerin Anadolu topraklarında kur­ dukları "Köy Enstitüleri"dir. Sansaryan Koleji'ni kuran Mıgırdıç Sansaryan, 22.04 . 1 8 1 8 Tiflis dogumlu bir kiltiptir. Zamanla Volga Su Taşımacılıgı Şir­ keti Direktörü olur. Çoluk çocuk sahibi degildir. 1 880'de, bi­ riktirdigi paralar ve Almanya egitimli ogretmenlerle (tıpkı ls­ mail Hakkı Tonguç gibi) bu okulu kurar. Yetişen ögrenciler­ den de Almanya'ya burslular yollamp, daha sonraki devirlerin ogretmenleri yetiştirilir. Ermeni ekonomik gücü üzerine de yazan Greenfield şöy226

le demektedir: "Elbette oryentte tüccar ahlakı , oksidentteki­ nin aynı degil ve orada, Avrupa'da ya hiç bilinmeyen ya da ar­ tık aşılmış ticaret adetleri geçerli. Ömegin pazarlık ve bununla baglı olarak alışverişte, akıllıca hesaptaki bütün psikolojik et­ kenlerin kullanıldıgı olaganüstü bir beceriklilik, bu özellikler­ den. Bu kendi malını övmek, sergilemekle veya yabancı malda kusur bulmakla, başan şansı varsa soguk bir çekimserlik gös­ tererek veya müşteriyi kazanmak için baştan çıkancı bir seve­ cenlik göstererek oluyor. Bu küçük politika, Avrupa'ya çok ya­ bancı degildir, ama oryent ticari yaşamında aşın bir gelişmiş­ lik gösterir. " (a.g.e., s. 95) Iran üzerine 1 7 . yüzyılda yazan bir Fransıza göre bu hünerlerin arasında, dükkanda müşteriyi ışı­ ga karşı, kendi sırtını ise ışıga dönük tutmak da varmış. Böylece satıcının mimikleri pek sezilemezken, müşterininkiler çok iyi izlenebilirmiş (a.g.e., s. 96) . Yazılı mukavele geleneginin henüz pek bilinmedigi, hatta horlandıgı oryentte verilen sözün önemi büyükmüş. Bu sözlü anlaşmalarda özellikle Ermeni işadamıan­ na büyük güven duyuldugu için Osmanlı'daki zenginlerin (Ab­ dülhamid dahil) hemen hepsi para, servet işlerini Ermenilere teslim ederlermiş. Avrupa ve ABD'de de şubeleri bulunan bu Ermeni bankerler tercih edilirmiş (a.g.y. ) . Ermeni halkın çogunlugu ise ( % 70-80) çiftçidir. Kafkas yö­ resi üzerine 1893 Rus istatistikierindeki oranlar şöyle (a.g.e. , s. 96) :

K(lylü

Işçi-Zanaatkdr

Ticaret-Taşımacılık

Ermeni

71

17,5

8,5

Gürcü Tatar (Azeri)

82 82

10,5 1 1 ,0

3,8 5,6

Türk

92

4,8

2,6

Anadolu, Kafkasya ve tran'daki terörden 1 7- 1 8. yüzyıllarda Hindistan'a kaçan Ermeniler, burada da ticaret ve deniz nak­ liyeciligiyle ugraşmışlar, Portekiz limanianna gümrük ödeme­ den girebiten tek milliyet onlarmış (a.g.e., s. 99) . Rusya'da do­ kumacılıgın başını çeken halk olmuşlar, ipekçilik, tütüncülük, bankacılık ve petrol endüstrisinde özellikle etkinmişler. Mar227

silya üzerinden Fransa'ya "kırmıs" (panayır) kültürünü yayan­ lar onlarmış. Kardinal Richelieu , Ermenileri öldürtmemiş, kov­ mamış, aksine onlan Marsilya'da tutahilrnek için bir Ermeni matbaası da kurdurmuş (a.g.y.). Türk ihracat-ithalatının önemli bölümü İstanbul'da Gül­ benkyan , Topluyan, Tokathyan , Essayan, Agopyan gibi, lz­ mir'de Avedikyan, Elmasyan, Ispartahyan, Bakırcıyan , lplik­ ciyan, Hambarzum gibi , Samsun'da Mısıryan gibi aileler tara­ fından kurulur. Adı geçen İzmirli Avedikyan ailesi üzerine Al­ man belgelerinde bir sürü yazışma var. Bunlara göre Almanya ile çok sıkı ticari baglan bulunan bu aile (Avedikyan'lardan bi­ risi Berlin'de firmayı temsil ediyor) , "tehcir" sırasında depola­ rını, mallarını Deutsche Bank'a devretmek istiyor, bu da tabii Deutsche Bank'ı çok heyecanlandınyor. Dogudaki 6 vilayetten en az "Ermeni" olanı Sivas'taki sayılar şöyle (a.g.e., s. 1 00) :

ZanaIhraatktlr-� catçı Banker Tüccar lt ha-

Ermeni T ü rk Toplam

141

127

32

Sanal: ici

13

23

5

2. 550

1 30 20

1 66

1 50

37

9.800

1 53

6.800

-�

14.000

1 7 . 700

3 . 500

5. yüzyılın sonlarına dogru yaşamış olan Choreneli Musa, en eski Ermeni tarih yazıcılardan biriymiş. Van'ın Asurlu Semira­ mis (Şamiram) tarafından kuruluşunu; efsanevi delikanlı Kral Ara'ya aşkının acı sonunu, Ararat adının "Ara'nın düzlügü, yay­ lası" anlamına geldigini; 4. yüzyılda yaşayan Bizans Faustus'u , Kral Arşak ve onun sadık hadımagası Drastamad'ın yine acı bi­ ten öykülerini anlatmış (a.g.e., s. 109- 1 1 2) . Kitabın sonundaki Ermeni şiir ve şarkıları bölümündeki Mıgırdıç Beşiktaşhyan'ın "Gurbette Bahar"ında, Patkaryan'ın "Türk boyundugunda inleyen Aras'ın gözyaşları"nda, "Mayıs, sen bize kan getirdin ! " diye haykırarak 1 9 1 6'da ölen Satur­ yan'da, Arşak Çobanyan'ın "Aşuglar"ının Egin türkülerinde yi­ ne acı ve "felag vurgunı"na öfke iç içe. Burada Alınaneası veri228

len bir türküyü dayanamadım Türkçe'ye çevirdim, bakalım ku­ lagınızda başka kimler çınlayacak? :

Kış Günleri (Aşug Civani) Kış gunleri kara gunler, kısa: gelirler, geçerler. Her şeyin bir sonu var, aglama, sonsuz ne var? Yılreginde korku mu var hdld, ıl:zıllme, geçer Sular gibi akıp giden dertler ve gam: gelirler, geçerler. Ihanet, takibat, savaş, soygun ve yangın- fırtına gibi esip gide Ve dilşmanın bize buldugu tum acılar: gelirler, geçerler. Gılçlıl olan kendini bayılk görmez/ Zayıf ve yoksul olsan dıı alçak olma! Gılneş kalır, esse de yeller, uçuşsa da bulutlar, hepsi: gelirler, geçerler. Toprak, iyiyi, akıllıyı ve çalışkanı sever: o kalır. Vahşi halklar dolanırlar yurtsuz: gelirler, geçerler. Şu dunya Allah'ın evi, halklar bir girerler, bir çıkarlar, Kervanlar, uz çöllerde ilerleyen: gelirler, geçerler. (a.g.e.,

s.

1 3 7)

229

7

Savaşa Giden Almanya (1 908-1 91 3)

Almanya'nın dünya paylaşımına atılmasıyla birlikte büyük güç­ ler arasında 20. yüzyıl başında kağıtlar yeniden kanlmaya ve her devlet muhtemel savaş için konumunu , müttefiklerini ve paylaşımdaki istemlerini belirlemeye koyulur. Ingiltere ile Rusya, Iran-Hindistan-Tibet kavgasını l907'de bir anlaşma ile "bitirirler" . Ingiltere ile Fransa daha önceden Mısır kavgasını bir sonuca bağlamışlardır. Doğu Asya'da Al­ manya'ya da bir parça "verilerek" geçici bir sükunet sağlanmış­ tır. Güney Afrika'da Ingiltere, oradaki yatınm sahibi Deutsche Bank gibi Alman firmalarıyla uzlaşmış ve yine bu yoldan Al­ manya ile Afrika'daki Portekiz sömürgeleri için kavgayı yatış­ tırmıştır. Latin Amerika'da bunların yolladıklan krallar ve yer­ li temsilcileri arasındaki kavgalar, arka arkaya "devrimci" is­ yanlar, darbeler sürmektedir, burada palazlanan ABD agırlığını hissettirmeye başlamıştır. Anlaşmanın bir türlü sağlanamadığı alan, Balkanlar ve geri kalan Osmanlı topraklandır. Buralar belli bir gelişmişlik düze­ yine gelmiş ve alışılmış sömürgeci yöntemlerle yönetilemeye­ cek ülkelerdir, entrikalar daha ince, daha "haklı" gerekçelere dayanmalıdır. Bunun için etnik ve dini farklılıklar ve bu terne­ le dayanan haksızlıklar alabildiğine kullanılır. 231

Osmanlı'daki Jöntürk ayaklanması ve meşru tiye tin yeni­ den ilanı, büyük güçleri bu hesaplarda degişikliklere zorlar. Bu ayaklanmadan kısa süre önce Reval'de VII. Eduard ile Çar ll. Nikolaus, "Balkan'ın Cermenleştirilmesine" (tswolski) ve Avusturya'nın Ege'ye açılma planına karşı, Balkan sınırlannda yeni düzenlemeler ve köklü bir Makedonya reformu için anlaş­ mışlardır. Resneli Niyazi öncülügündeki Jöntürk ayaklanması , Abdülhami