Çağdaş Alman Öykü Antolojisi Almanya - Avusturya - İsviçre [1, 1 ed.]
 9789754069044

Citation preview

ÇAGDAŞ ALMAN ÖYKÜ ANTOLOJİSİ

I

ÇAGDAŞ ALMAN ÖYKÜ ANTOLOJİSİ ALMANYA-AVUSTURYA- İSVİÇRE 1

Derleyen ve Almanca asıllarından Türkçeleşti ren : Kamuran Şipal 1. Basım: Şubat 2014, ©Cem Yayınevi, 2013 ISBN TAKIM: 978-975-406-904-4 Düzelti: Kadir Kıvılcımlı Sayfa düzeni / Kapak tasarım: Bülent Eryılmaz Baskı: Umut Matbaası Fatih Caddesi Y üksek Sokak 11/l Merter - İstanbul Tel: (212) 637 09 34 Matbaa Sertifika No: 22826

CEM YAYINEVİ

İpek Sokak 8/A 34433 Beyoğlu - İstanbul Tel: (212) 293 41 70 Faks: 244 15 33 www.cemyayinevi.com [email protected] Yayıncı Sertifika No: 10823

Antolojide yer alan öykülerin yayın hakları, hak sahipleri ve temsilcileriyle doğnıdan yapılan anlaşmalar ya da Onk Ajans aracılığı ile alınmıştır. Söz ko�usu haklara ilişkin ayrıntılar kitabın sonunda yer almaktadır. Oykülerin Türkçe çeviri haklan Cem Yayınevi 'ne aittir. Yayınevinin yazılı izni olmadan kullanılamaz.

taeaas Alman öykü Antolojisi Almanya· Avusturya· isvltre

1 Türkçesi: Kamuran Şipal

cem1n yayınevıV

İÇİNDEKİLER (1. kitap)

11 Yüksel Pazarkaya /Çağdaş

Alman Öyküsü (Sımıı)

25 Aichinger, ilse

Pencere Oyunu (25) / Ev Öğretmeni (28) / Ayna Öyküsü (32) 43 Andersch, Alfred

Flüt Çalan Pilotla Diana (43) 57 Bachınann,Ingeborg

Kayık (58) / Düş Alışverişi (62) / Ölüm Gelecektir (69) 79 Bender, Hans

Posta Vapuruyla (79) / Hemzemin Geçidi Kapalıydı (84) Gondolda (86) 93 Bernhard, Thomas

Kasket (94) / Bir Komedi mi? Bir Trajedi mi? (107) 115 Bichsel, Peter

Aslanlar (115) / Onun Akşamı (116) / Sütçü (118) 121 Bobrowski, Johannes

Amerika'dan Mektup (121) / Farelerin Şöleni (123) 127 Borchert, Wolfgang

Tanrının Gözü (127) / Kucak Kucak Kar (129) Üzgün Sardunyalar (132) / Marguerite (134) 5

139 Böll, Heinrich

Rujuklar Ülkesinde (139) / Cüce ile Bebek (144) Kartpostal (150) 159 Brecht, Bertolt

Ninemin Yakışıksız Davranışları (160) / Köpekbalıkları İnsan Olsa (166) / Biçim ve İçerik (167) 169 Broch, Hermann

Çöpçatan Baladı (170) / Ses Meseli (183) 189 Canelli, Elias

Körlerin Yakarışı (190) / Marabu'nun Tükürüğü (193) Çarşılar (197) 203 Doderer, Heimito (Ritter) von

Bir Sevginin Toprağa Gömülüşü (204) 213 Döblin, Alfred

Düğünçiçeği Katli (214) 229 Dörrie, Doris Gelin Babası (229) 241 Ebner, Jeannie Saklambaç Oyunu (241) / Görev (242) Büyülenmiş Birinin Günlüğü (243) 257 Eisenreich, Herbert Dostoyevski'yi Andıran Bir Yaşantı (257) 273 Federspiel, Jürg Pencere Önünde Portakallar (273) 6

287 Grass, Günler

Solaklar (288) 295 Handke, Peter

Denetleyici (296) / Savaşın Kopuşu (301) 307 Heckmann, Herbert

Mr. Evergreen (307) 315 Heidenreich, Elke

Öldürülecek Köpek (315) 331 Hermann, Judith

Bir Şeyin Sonu (331) / Camera Obscura (340) 347 Hesse, Hermann

Flütlerin Düşü (347) / Piktor'un Değişimleri (355) İçte ve Dışta (361) 375 Heym, Stefan

Kum Üzerine İnşa (376) 387 Hildesheimer, Wolfgang

Baharlık Açık Gri Pardösü (387) Kaplıca Gezi Yerinde Karşılaşma (390) 393 Hofmannsthal, Hugo von

Mareşal Von Bassompierre'in Bir Yaşantısı (394) 405 Jünger, Ernst

Domuz Avı (405)

7

(Il. kitap)

421 Jünger, Friedrich Georg

Sekreter (421) / Laura (428)

447 Kafka, Franz

Maden Ocağını Ziyaret (447) / Melezleme (450) Şarkıcı Josefine ya da Fare Ulusu (453)

473 Kaschnitz, Marie Luise

Şişko Çocuk (473) / Kuş Rock (481)

489 Kunert, Günler

Banliyö Treniyle Yolculuk (490)

495 Kusenberg, Kurt

Düzen Şart (495)

501 Lampe, Friedo

Fenerde (502)

517 Langgasser, Elisabeth

Sadık Antigone (517) / Guguk (522)

527 Lenz, Siegfried

Dert Ortağı (528) / Noel Babaları Bekleyen Tehlike (534)

541 Lettau, Reinhard

Yarış (541) / Geç Gelen Konuk (545)

551 Mann, Thomas

Harika Çocuk (551) / Tren Kazası (562) 8

573 Mischkulnig, Lydia

Haya tım (573)

589 Mora, Terezia

Susuzluk (590)

607 Musil, Robert

Karatavuk (608)

627 Müller, Herta

Yarım Orman İ çinden Gelen Bir Sinek (628)

643 Nossack, Hans Erich

İşaret (644)

657 Piontek, Heinz

Kardeş ile Kardeş (657)

665 Rilke, Rainer Maria

Pierre Dumont (666) / Bayan Blaha'nın Hizmetçisi (673) Yaşlılar (678)

681 Rinser, Luise

Yaşlı Bir Adamın Ölümü (682)

691 Schlink, Bernhard

Benzin İstasyonundaki Kadın (691)

713 Schmidt, Arno

Komşu Kadın, Ölüm ve Solidus (714) / Tuhaf Günler (717)

723 Schnitzler, Arthur

Bekarın Ölümü (723) / Bir Dahinin Öyküsü (736) 9

741 Schnurre, Wolfdietrich

Balık Sepetleri (741) / Jenö Arkadaşımdı (747) 753 Ullman, Regina

Kambur (754) 765 Walser, Martin

Yöntemimle İlgili Şikayetler Artıyor (766) 773 Walser, Robert

Helbling'in Yaşamöyküsü (774) 787 Weyrauch, Wolfgang

İşaret Dili (787) / Bir Tiranın Katli (792) 805 Widmer, Urs

Gece Anne (805) / Pia 819

ve

Hui (812)

Wohmann, Gabriele

Yeşil Daha Güzel (819) / Bir Buluşma (821) 825 Wolf, Christa

Haziran İkindisi (825) 847 Zweig, Stefan

Orman Ü stündeki Yıldız (848)

10

ÇAGDAŞ ALMAN ÖYKÜSÜ Çağdaş Alman Öyküsü deyince, Almanca yazılan öyküdür söz konusu.

1990 yılında birleşen Almanya'da, Avusturya'da, İsviçre'de, bunlann dışındaki ülkelerde Almanca yazan yazarların öyküleri, Alman öyküleri kapsamına giriyor. Elbette bu öyküleri ülkelere göre ayrı ayrı derlemek de olanaklı. Ama böyle bir ayrım, Almanca yazılan çağdaş öykücülüğe bütünsel bakışı budar, eksik bırakır. Kamuran Şipal'in sunduğu bu kapsamlı derleme, çağdaş Almanca öyküye bütünsel bakışı sağlıyor. Türkçede ilk kez böylesine kapsamlı bir seçkinin bütünüyle XX. yüzyılı ele almasının çeşitli gerekçeleri var. Öykü türüne giren metinler, kabaca birkaç say­ fayla yirmi otuz sayfa arasında değişen hacimli düzyazı anlatılardır ki, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanca yazında nitelik yönünden genellikle roma­ nın önüne geçmiştir. Özellikle yüzyılın ilk yarısında Franz Kafka, Robert Musil, Alfred Döblin, Hermann Hesse, Thomas Mann, savaş sonrasında Günter Grass ve Thomas Bernhard gibi önemli roman yazarlarını biliyoruz. Ama XIX. yüzyıl Almancada özellikle gerçekçi romanın yüzyılıysa, XX. yüzyılın ikinci yarısında anlatı yazınının ağı�ık merkezi öykü türüne doğru kaymıştır. Almancanın ünlü ve etkili yazın eleştirmeni Marcel Reich-Ranicki'nin son cildini 1972 yılında tamamladığı ve izleyen yıllarda güncellenmiş yeni basımları­ nı hazırladığı beş ciltlik Almanca öykü seçkisi, yalnızca kapsamıyla değil, Reich­ Ranicki'nin seçtikleriyle de, XX. yüzyılın en az Almanca roman denli Almanca öykünün yüzyılı olduğunu göstermiştir. Eleştirmenin bu beş cilde koyduğu başlıklar da bir başka açıdan açıklayıcı: Anbruch der Gegenwart - Deutsche Geschichten 1900-1918 (Şimdiki Çağın Başlangıcı - Almanca Öyküler 19001918); Gesichtete Zeit - Deutsche Geschichten 1918-1933 (İzlenen -Dikkat

11

Çeken- Zaman 1918· 1933); Notwendige Geschichten 1933-1945 (Zorunlu Öyküler 1933-1945); Erfundene Wahrheit - Deutsche Geschichten 1945· 1960 (Sanal Gerçek - Almanca Öyküler 1945· 1960); Verteidigung der Zukunft Deutsche Geschichten seit 1960 (Geleceği Savunmak - Almanca Öyküler 1960 Sonrası). Bu başlıkları alıntılamamın nedeni, XX. yüzyılın Almanca konuşulan ülke· lerde, özellikle Almanya ve Avusturya'da, ama aynı zamanda Avrupa'da ve dünyada tarihi değiştiren olaylar ve değişimler yüzyılı olduğunu yansıtmasıdır. Böylesine yoğun, derinden sarsıntıların ve kökten değişimlerin yaşandığı bir yüzyılın, bu olayları yaşayan toplumlar ve insanlar açısından öykü ve roman yazarına müthiş bir malzeme toplamı, ama aynı zamanda bunları irdeleyip yazınsal açıdan değerlendirme sorumluluğu sunduğu ortadadır. Bu açıdan da

XX. yüzyıl özellikle Almanca öykünün yoğun beslendiği bir yüzyıl olmuştur. Sanayiye geçişin Almanya'da diğer Avrupa ülkelerine göre gecikmiş olarak başladığı XIX. yüzyıl, buna koşut olarak siyasi dönüşümün ve sınıf ayrışma· larının da başladığı süreci işaret eder. Bu süreç XX. yüzyıla sarkar, özellikle yüzyıl başlarında Kayser Almanya'sında sanayileşmeye koşut ilkel kapitalizmin doğurduğu toplumsal çelişkiler ve karşıtlıklar tırmanmayı sürdürür. Bu sürecin sonucunda Birinci Dünya Savaşı patlak verir. Almanya'nın hezimetiyle ve onun ortağı Osmanlı'nın bitişiyle sonuçlanan savaşın ardından, işgaller ve tazminat· larla beli bükülen Almanya, ilk cumhuriyet ve demokrasi denemesine girişir. Weimar Cumhuriyeti, 20'1i yıllarda bir yandan özellikle başkent Berlin'de sanat ve kültür alanında, toplumsal yaşamda görkemli bir gelişmeyi sağlarken, öte yandan kapitalizmin ve sanayileşmenin oluşturduğu proleter yığınlarda açlık, işsizlik ve sefilliği körükler. Bunda Birinci Dünya Savaşı tazminatlarıyla Almanya'yı bunaltan Versay Antlaşması da etkili olmuştur. Böyle bir ortamda, Versay Antlaşması ile onurunu kırılmış duyumsayan yığınları siyasi anlamda baştan ve yoldan çıkarmak için, hamaset yeterli olacaktır. Nazi hareketinin hücreleri daha 20'1i yılların başlarında oluşmuştur. Daha önce, 1919 yılında savaş yenilgisinin emekçi yığınlara yüklediği işsizlik ve çaresizlik karşısında Münih'te girişilen komünist devrim hareketi ve Konseyler Cumhuriyeti (Rate· republik) başladığı gibi kanlı biçimde sonlanacaktır. 1929 yılında dünya ekonomisini çökerten Kara Cuma ve büyük kriz, sosyal güvencesiz altı milyonu aşkın işsiz yaratırken, sosyal demokratlar ile komü·

12

nistler arasındaki uyuşmazlık ve kavga 1933 seçimlerinde, biraz da başkan Hindenburg'un hoşgörüsü ile (bazıları basiretsizliği der), Hitler başkanlığındaki Nazi partisini işbaşına getirdi. Yaklaşık yetmiş milyon insanın öldüğü, kentlerin ve kültür varlıklarının enkaza döndüğü, toplama kampları gaz odalarında hola­ caust, Hiroşima ve Nagazaki'de atom bombasıyla soykırım yaşandığı, Almanya' nın hem küçülüp hem bölündüğü, Doğu ve Batı bloklarının ortaya çıkıp Demir­ perdeyle ayrıldığı ve Soğuk Savaş dönemine girilen süreç başlamıştır. 19331945 arası 111. İmparatorluk döneminde ülke çapında, 1939- 1945 il. Dünya Sa­ vaşı süresince de Nazi Almanya'sının işgal ettiği bütün ülkelerde Museviler, Romanlar, ari ırk sayılmayan halklar, Nazi muhalifleri baskı altına alınmış, özel­ likle silah sanayiinde zorla çalıştırılmış, toplama kamplarına götürülmüş, gaz odalarında altı milyon Musevi, yarım milyondan fazla Roman v.d. soykırıma uğratılmıştır. Sanat ve edebiyat Nazi ideolojisinin emrine sokulmuş, kitaplar yakılmış, çağdaş resim ve heykel örnekleri entarteVsoysuz yaftasıyla toplatılmış ve yasak­ lanmıştır. Nazilerin buyruğuna girmeyen, direnen yazar, sanatçı ve bilimciler, tutuklanmaktan ve toplama kamplarına gönderilmekten kurtulmuşlarsa, sür­ güne giderek savaşımlarını zor koşullar altında sürdürdüler. Sürgünde önemli yapıtlar verdiler ve Nazi egemenliğinde sanat ve edebiyat süreçlerinde ortaya çıkan kopukluğu bu yapıtlarla bir ölçüde gidererek, süreğenliğe katkıda bulun­ dular. Ama bu yazarlar, sürgün, yığınlaştırma, savaş ve soykırım gerçekliğinden sürgünde de ister istemez etkilendiler. il. Dünya Savaşı'ndan sonra ortaya çıkan yeni Avrupa haritasında, Alman­ ca konuşulan ülkelerde edebiyat açısından da en keskin yol ayrımı, ortasından Demirperde ve Berlin Duvarı ile ayrılan, dahası birbirinden koparılan Doğu ve Batı Almanya edebiyatlarında görülür. Kopukluk ve hasım rejimler süreci iler­ ledikçe, iki ülkenin Almancasının da ayrıştığı vurgulandı. Bunda Doğu Almanya Almancasındaki rejimsel dil ve söylem biçimlerinin yer yer yazın diline de yan­ sıması etken oldu. Batı Almanya, Avusturya, hatta İsviçre'nin Almanca bölgesi edebiyatları karşılıklı etkileşim ve alışveriş içinde gelişirken, Doğu Almanya edebiyatında rejim etkisi ve baskısıyla farklı yaklaşımlar ortaya çıktı. İki ülkenin resmen ilan edilme tarihi 1949. Batı, 1946 yılını sıfır noktası sayarak sil baştan yeni bir dil ve yazın sürecine girerken, Doğu Almanya, Nazi baskısından sürgüne gitmiş ve sosyalist eğilimleri dolayısıyla dönüşte Doğu Almanya'yı yeğlemiş

13

Bertolt Brecht, Anna Seghers, Arnold Zweig, Stefan Heym gibi antifaşist yazar­ ların geçmişte ve sürgünde verdikleri yapıtlarla, dönüş sonrası verdikleri yeni yapıtlara sarıldı. Ancak, bu köklenmeyle ilgisi olmayan ve rejim bağımlısı evre de buna eklemlendi. Bu süreç 60'1ı yıllara dek baskın göründü. 1934 yılında Moskova'da Stalin'in buyruğu doğrultusunda alınan sosyalist gerçekçilik kararı doğrultusunda rejimsel, savsözsel, partizan bir anlayışı uyguladılar. Bu biçemin ölçütü, "Gerçekliğin, devrimsel süreç içinde, doğrucu ve tarihsel somutlukla canlandırılması" diye ifade edilmişti. Bu uyumcu yazarlar kolu Doğu Almanya 1990 yılında tarihe karışana dek sürdü. Sovyetler'de SO'lerin sonuna doğru Stalin sonrası dönemde görülen yumuşama, uydu ülkelerde, bu arada Doğu Almanya'da da etkisiz kalmamış ve bu yumuşama etkisini, özellikle öyküde göstermiştir. 60'1ı yıllardan başlayarak yazınsal özerkliğe yönelen Christa Wolff gibi genç yazarlar görünmeye başladılar. Bir bölüm yazar, rejime doğrudan muhalefet etmeden yazın özerkliğini, bireyin bakışını ve görüşünü kotarmaya çalışırken, bazı yazar ve şairler de baskıcı rejime karşı açıktan savaşımı aydın ve yazar sorumluluğu bildiler. Stephan Heym ve Erich Loest gibi yazarlar bunun bedelini yayın yasağıyla, Yazarlar Birliği'nden atılarak, tutuklanarak ya da Batı' ya göçerek ödediler. 60'1arda sahneye çıkan Hermann Kant gibi kimi genç yazar ise, rejime bağlı Yazarlar Birliği Başkanlığı da yaparak bir yandan uyumcu oldu­ lar, ama bazıları bu uyumculuğun getirdiği olanakları muhalif bazı yazar ve aydınların tutuklanma yerine, Batı'ya salınması için de kullanmaya çalıştılar. Kamuran Şipal için geçerli ölçüt anlatım niteliklerine sahip çeşitlilik olduğu için, eski Doğu Almanya kökenli yazarlardan seçilenler de, özgünlük ve nitelik yönünden, Almanca öykünün temsilcileri olarak genel kabul görmüş yazarlardır. Tiyatro oyunlarında ve şiirlerinde dil öğelerini bilinçli olarak büyük bir sanat mari­ fetiyle kullanırken içeriğiyle toplumsal olanı kavrayan Bertolt Brecht, aynı özelliği öykülerinde de gösteriyor. XX. yüzyılın Almanca yazınının en önde gelen yazar­ ları arasında yerini alıyor. Canlı ve güçlü bir dille öykülerinde toplumsallığı afişe etmeksizin toplum içindeki insanı ve insancılı sarmalıyor. Johannes Bobrowski, incelikli bir duyarlılıkla öykülerini kurgularken, Doğu Almanya düzlüklerinin doğasını, Alman ve İslav kültürlerinin buluşma ortamında, dümdüz doğanın oluşturduğu sıkkın insanları canlandırıyor. Yakın geçmişin felaketlerini yaşamış­ lığın suçluluk duygusunu ince ince anlatıma yediriyor. Doğu Almanya kökenli diğer yazarlardan Stefan Heym, bir yandan sosyalizme güdümlü yazarken, aynı

14

zamanda sosyalist mahreçli düzenin aydınlar, yazarlar üzerinde kurduğu ağır baskıya açıkça karşı çıkıyor. Bunun sonucu, 70'1erin sonundan itibaren, Wolf Biermann'ın yurttaşlıktan çıkarılmasına (1977) karşı koyduğu sert tepkiler yü­ zünden, yayın yasağına uğruyor ve Yazarlar Birliği'nden atılıyor. Doğu Almanya' nın yetiştirdiği belki de en özgün, içte ve dışta kabul gören yazarı Christa Wolff. Bölünmüş bir ulusun yazarı bilincini yapıtlarında nesnel bir gerçekçilikle yansı­ tıyor. Bu yaklaşım, bağlı olduğu sosyalist dünya görüşüne karşın, içinde yaşa­ dığı düzene kuşkuyu da beraberinde getiriyor. Anna Seghers ile Bertolt Brecht geleneklerinden de beslenen Christa Wolff, Almanya'nın ve iki tarafın P.E.N. kulüplerinin birleşmesinden sonra, Günter Grass ile birlikte birleşik P.E.N. onur­ sal başkanlığıyla saygı görüyor. Doğu Almanya'nın, Almanca konuşulan diğer ülkelerden farklı, onlarınkine karşıt toplum düzeni ve devlet yapısı, ülkede yaşayan, özellikle de başından itibaren orada yetişen yazarları, onların kurgulama sanatlarını, konu seçim ve içeriklerini işlemedeki yaklaşım ve yöntemlerini derinden etkiliyor. Doğallıkla diğer ülkelerin yazarları da kendi toplumlarının, yaşam biçimlerinin etkisi altın­ dadır. Ancak, İsviçre, Avusturya ve Batı Almanya arasındaki örtüşme demok­ ratik düzenle, kapitalist ekonomiyle ve yer yer bu düzene tepkilerle belirgin­ leşiyor. Yine de, hepsi Almanca yazsa bile, bazı farklılıklar var. Aslında aynı ülke ve toplum içinde yaşayan yazarlar arasında da farklılıklar, ayrımlar olması doğal, üstelik gerekli. Edebiyattaki çeşitlilik ancak böyle ortaya çıkabiliyor. Örneğin, Almanca yazan İsviçreli öykücülere bakacak olursak, Peter Bich­ sel, Jürg Federspiel gibi yazarlarda, başka öykücülerde görmediğimiz bir yalınlık ve tutumlulukla karşılaşıyoruz. Her iki yazar da nesnel, yalın gündelik yaşantıları nesnel gerçekçi bir tavırla ve dil tutumluluğu içinde yoğunlaştırarak yazıyor. Bichsel'in biçem özelliği, kısa anatümcelere dayanıyor. Federspiel, öykülerinde burjuva yaşam biçimlerine eleştirel bir yaklaşımla bakıyor. Urs Widmer ise, anlatımını gerçeküstü öğelerle düşlemsel bir alana taşı­ yor. Regina Ullmann, XIX. yüzyıl anlatısını küçük insanların yaşantılarıyla sürdü­ rürken, Almanca yazının etkili ismi Robert Walser, dili kullanmada Barok ince­ liklerle kısa, minyatürsel, şiirsel anlatının ustası olarak anılıyor. Gündelik yaşan­ tıların izini sürerken, güzel görünüm ardındaki yaşamsal boşluklara dönüşen ironili gerçekliği kurguluyor. Bu yaklaşım ve biçemin arka planında Alplerin sarp dorukları, uçurum ve yarıkları, dar vadilere gizlenmiş yerleşimleri, bir anlamda

15

dünyadan kopuk, kendi kendisiyle yetinen bir idil görünümünün arkasında dünya ile en sıkı ilişkiyi belirleyen para ve tarafsızlık tuzakları yatıyor olmalı. Ülkenin özgün doğası içinde yüzyıllardır süren kapalı ve bağımsız yaşamı, bunun yarat­ tığı insan tipi herhalde yalnız Walser'in değil, diğer yazarların öykülerine de yansıyan ve bu öyküleri diğer ülkelerin Almanca öykülerinden farklılaştıran özelliklerin de kaynağı olmalı, diye düşünüyorum. Almanca edebiyatın hemen bütün türlerinde ana damarlardan birini özel­ likle XIX. ve XX. yüzyılda Avusturya kökenli yazarlar besliyorlar - bu durum XXI. yüzyılda da sürüyor. Yenileşmenin öncüleri olarak ortaya çıkıyor Avusturyalı yazarlar. Hofmannsthal'den Musil'e, Peter Handke'den Thomas Bernhard'a, İngeborg Bachmann'dan Elfriede Jelinek'e birçok isim saymak mümkün. Bu seçkide Hugo von Hofmannsthal'dan iki, Hermann Broch'tan iki, Arthur Schnitzler'den iki, Musil'den bir öykü yer alıyor. Musil, çağının düşünce, ruh ve anlağının kilitlerini kurcalarken, içsel olanı gerçek kılan anahtarlar kullanıyor. Hofmannsthal, estetik kaygısına psikolojik derinlik yaratan bir anlatım kurgulu­ yor. Broch da Musil gibi geleneksel anlatı ve biçim sınırlarını indiren, anıtsal bir deyiş biçemine yöneliyor ve çağıyla aydınlatıcı ve çözümleyici bir hesaplaşmaya girişiyor. Buna karşılık Arthur Schnitzler, oyunlarında da olduğu gibi, Viyana ve insanlarının canlı, Freud'un çözümlemelerinden de yararlanan aşk ve sevgi çemberindeki belli anlarını odağa yerleştiren, renkli resimler çizen oyunların ve öykülerin yazarı. Yüzyılın ilk yarısından Stefan Zweig, öykülerinde günlük ya­ şamda insan ilişkilerini, özellikle acılı anları somutlaştırırken, umudu yitirmeyen insancıllığın ve özgürlüğün simgesi olmuş bir dünya yazarı. Heimito von Doderer ise, büyük ölçekte çağını ve insanlarını psikolojik çözümlemeye yöneliyor. Yüzyılın ilk yarısının bu Avusturya İmparatorluğu yazarlarından, il. Dünya Savaşı sonraki kuşakların yazarlarına gelince, seçkimizde şu isimler yer alıyor: İlse Aichinger, İngeborg Bachmann, Thomas Bernhard, Lydia Mischkulnig, Her­ bert Eisenreich. Aichinger'in öyküleri, Sait Faik ve sonrası Türk öykücülüğüne yabancı olmayan, tutumlu bir nesnellik içinde, kısa öykünün anlık parçasallığına yer yer simgesel ve alegorik anahtarlarla doğru olması gerekeni açıklığa kavuş­ turan bir tavır sergiliyor. Bachmann, anlatılarında da kendine özgü bir simge ve eğretileme diliyle insanın, özellikle Avrupalının iç çelişkilerine ve çekişmelerine eğiliyor. Seçkide yer alan en genç Avusturyalı yazar Mischkulnig, öykülerinde özellikle kendi çağının serbest sevişmeye yol açan haplarından, gereçlerinden

16

sonra, sevişmenin sevgi bağını kopardığını, sevgi arayan deneylerin hep düş kırıklığına götürdüğünü, güçlü bir dil ve anlatımla işler. Belki bu tutucu okuru iter görünen izlekler, alttan alta geçmiş dönemlerdeki sevgi bağını arayan, dolayı­ sıyla sanki satır aralarında erdem öneren ya da erdemsizliği açığa vuran bir tavırla sergileniyor. Herbert Eisenreich, insan doğasından ve erdemli özden sapmalara psikolojik neşter vuruyor yapıtlarında. Thomas Bernhard, XX. yüzyılın ikinci yarısında Avusturya'da ortaya çıkan yazarların içte ve dışta belki de en etkili olanı. Yapıtlarında bir tek ana tavır şiddetle ortaya çıkar. Bu, yaşadığı gerçeklikten nefret eden, buna sürekli kin besleyen, dolayısıyla kendisiyle hoşnut olamayan anlatan Ben'in, benzetmeci ya da eğretileyici bir tasarımla, somut bireyden çıkarak yığınların bağnazlık­ larını, ırkçı tavırlarını, aptallıklarını, büyük romanı "Auslöschung'da olduğu gibi, bir çiftliğin idilinden hareketle o idilin sahteliğini, göz boyayıcılığını bir Gleichnis yani benzetiş ve mesel yoluyla en saldırgan biçimde Avusturya'ya, giderek Almanca konuşulan baş ülke Almanya'ya, bunların iğrenti uyandıran küçük burjuva düzenlerine, faşist ve sömürgen yapılanmalarına yöneltiyor. Bunu ya­ parken yarattığı dil ve biçem, elbette bu keskin ve ağır eleştirinin gerektirdiği, geleneksel dil yapı ve kullanımlarını da kıran ve yeren, çerçevesine sığmayan, ama modern tasarımların bütün öğelerini kendine göre kullanan bir dil oluyor. Bernhard'ın yapıtlarındaki bu tavrını ve yaklaşımını, derisini taşa vuran debba­ ğın tavrına benzetebiliriz. Anlatan kişi de bu eleştirel tavırdan kendi payını bolca alır, yani özeleştiri de bu anlatıcının bilinç hanesine geçer. Aynı zamanda top­ lumun kıyısındaki kişilerin ruhsal sarsıntılarını, acılarını, sayrılıklarını ve çare­ sizliklerini onun öykülerinde okuyoruz. Günümüz Almanca yazınının en fazla sivrilen yazarı Thomas Bernhard ile birlikte şimdi Almanya' dan seçkiye giren yazarlara gelebiliriz. Bunlardan yüzyılın ilk yarısına damgasını vuranlar Thomas Mann, Alfred Döblin, Hermann Hesse, Ernst Jünger, Friedrich Georg Jünger, Elisabeth Langgii.sser, Hans Erich Nos­ sack, Marie Luise Kaschnitz, Wolfgang Weyrauch, Friedo Lampe ve Wolfgang Borchert. Borchert, savaşın içinden bir çığlık gibi öykülerini yazarak, cepheden getirdiği zatürreeye genç yaşta yenilir. Adı geçen yazarların bir bölümü savaş ertesinde de yaşamlarını ve yapıtlarını sürdürür. Ancak, savaş sonrası yeni Almanca yazına katkıdan çok, savaş öncesi ve savaş süresinde verdikleri yapıt­ ların uzantılarıyla görünürler.

17

Daha ilk yapıtlarında büyük bir biçem özeni gösteren Thomas Mann, bur­ juva düzeni içinde insanın yaşamla zihin ve sanatçı duyarlığı, sanatçı vicdanı arasında gerili durumlarına eğilir. Günler Grass'ın, ustam, dediği Alfred Döblin, özellikle Berlin'de yaşamın zengin akışının canlı havasını yapıtlarında doğru­ danlık içinde yansıtmayı başarır. İnsanları ve anlatıcının içine girdiği dünya genelde emekçi dünyasıdır. Toplumcu etken insan ile edilgen, köşesinde oturan kişi kutupları arasındaki çeşttliliği kurgu yenilikleriyle yazar. Buna karşılık Her­ mann Hesse, zamanın akışı içindeki olaylara bir anlamda sırtını döner ve daha çok içedönük, kendisiyle barışık, dengeli insanı arar, bunun için doğu ile batıyı bir arada gözlemleyip algılar. Hıristiyanlık ve burjuva değer1erinin belirlediği toplum ve insan tipinin sona geldiğini, bunların yerine kanlı savaşlar1a savaşçı ve emek­ çi insan tipinin, çağdaş teknikle yoğrularak geçtiğini konulaştıran Ernst Jünger, bu anlamda Nazi rejimine de karşı çıkmayarak, savaş sonrası eleştiri oklarına hedef olsa da, Almanca anlatıda benzeri olmayan dili ve saydam biçemiyle önemli bir yazar olduğunu herkese kabul ettirmiştir. Kardeşi Friedrich Georg Jünger ise, yaşamı, yazın geleneklerine bağlı kalarak aydınlık ve neşeli yönün­ den görür. Elisabeth Langgasser, yazın ustalığını, yaşam cümbüşü içinde pusu­ lasını yitirdiğini düşündüğü insanı Katolik inanca yönlendirerek kurtarma tasarı­ mıyla uygular. Hans Erich Nossack, anlatılarında yaşantı kesitlerine yönelirken, açmazlar ve uçurumlar karşısında insanın dürüst davranması türünden erdemci bir tavır sergiler. Maria Luise Kaschnitz de, öykülerinde gündelik yaşamdan ke­ sitleri, yaşantı anlarını işlerken, şiire ve öyküye güneyli bir hava katar. Wolfgang Weyrauch, zamanın görünüm ve olgularına kötümser yaklaşır, bu kötümserlik bazan acı bir ironiye dönüşür. Yaşarken de bugün de fazla tanınmayan Friedo Lampe, öykülerinde gizemsel gerçekçi bir anlatım biçemi geliştirmiş ve bununla il. Dünya Savaşı sonrasında bazı Alman yazarlarını, örneğin Alfred Andersch'i, etkilemiştir. il. Dünya Savaşı sonrasında yapıt vermeye başlayarak isim yapmış Alman yazarlardan bu seçkide öyküleriyle yer alanlar şunlar: Hans Bender, Heinıich Böll, Doris Dörrie, Günler Grass, Herbert Heckmann, Elke Heidenreich, Judith Hermann, Wolfgang Hildesheimer, Günler Kunert, Siegfried Lenz, Reinhard Lettau, Heinz Piontek, Luise Rinser, Bernhard Schlink, Arno Schmidt, Wolfdiet­ rich Schnurre, Martin Walser, Gabriele Wohmann ile Alfred Andersch.

18

Heinrich Böll ile Günter Grass, bu isimler arasında hem Türkiye'de, hem dünyada en fazla tanınanlar. 60'1ı yıllardan beri Türkçeye yoğun olarak çevrili­ yorlar. Heinrich Böll, yalınlığın, sadeliğin ve inandırıcılığın yazarı olarak ortaya çıktı başından itibaren. Geçmişi, yüzyılın ilk yarısında yaşanan acılar ve fela­ ketler içinde yaşayan insanların, bu geçmişin yüküyle gündelik yaşamlarını kotarma çabaları ve aynı yazgıyı paylaşanların ilişkileri yalın bir dille anlatılıyor. Günter Grass ise, savaş sonrası kuşağın Alman edebiyatına damgasını vurmuş yazarı olarak, şiiri, oyunları ve ressamlığı yanında, daha fazla romanlarıyla tanı­ nıyor. Grass, izlek taşkınlığı, canlı, toplumsal eleştiride gözüpek, şaşırtıcı, yer yer ironik dil sanatlarıyla örülü anlatımıyla Böll'deki yalınlığın karşı kutbunu oluşturuyor. Martin Walser ile Siegfried Lenz de bizde ve dünyada Alman edebiyatının bilinen isimlerinden. Lenz, toplum içinde güncel insan durumlarını simgesel bir gerçekçilikle canlandırırken, yine yakın geçmişin badirelerinden ve bunun so­ nuçlarından modern insanın yalnızlığını, suçluluk ve sorumluluk duygularını, bunlar karşısındaki yetersizliğini dile getirir. Savaş sonrası ikinci kuşağın güçlü temsilcilerinden Walser de yapıtlarında, savaşların ve felaketlerin ardından yeniden oluşmakta olan toplumdaki bireyle toplum ilişkilerini ve çelişkilerini yer yer keskin ve ironili eleştiriyle verir. Dildeki yaratıcı ve kışkırtıcı oyunlarıyla deneysel bir dışavurumculuğun yazarı olan Amo Schmidt, dil yapısındaki ve kullandığı sözlerdeki kural tanımaz­ lığıyla bir yerde toplumsal dağınıklığın ve kaosun karşılığını yaratır ve bu düzen­ de bireyin ancak bölük pörçük bir yaşamı olabileceğini tasarımlar. Luise Rinser' de buna karşılık, dinsel öğelerin de kullanılmasıyla, kişilerin mutluluğuna yönelişi buluyoruz. Savaş ertesi kuşakta öne çıkan isimler Wolfdietrich Schnurre, Heinz Pion­ tek, Alfred Andresch. Andersch, yalın bir sanat olarak gördüğü düzyazıda, yakın geçmişin baskıcı düzeninin kişi üzerindeki ruhsal ve dışa vuran etkilerini modem bir anlayışla yazdı. Şairliği ağır basan Piontek, öykülerinde yalın ve düz bir anla­ tımla çağ insanının durumuna eğilir. Wolfdietrich Schnurre, bu küme içinde öykünün önde gelen ismidir. Savaş sonrası yeni Alman öyküsünün öncü ismi olmuş, Nazi ve savaş dönemlerini, savaş sonrasının acılarını yaşamış bir kişi olarak, bağımsız bir erdemcilik anlayışını temsil eder. Yeni bir anlatı dili için garip dil oyunları denerken, gülmecenin gücünden de yararlanır.

19

Herbert Heckmann, Wottgang Hidesheimer, Günter Kunert, Reinhard Lettau, Gabriele Wohmann Almanya'da 60'1ı, 70'1i yıllarda adını duyuran, öne çıkan yazarlardan. Heckmann, öykü olaylarını birkaç çizgiyle ve gülümseten bir yaklaşımla ustalıkla kurgular. Toplumsal düşünce kalıplaşmalarını ve kemikleş­ melerini inceden alaya alarak açığa vuran Hildesheimer, daha çok oyunları ve radyo oyunlarıyla ilgi gördü. Kunert, Lettau ile Wohmann, 60'1ı yıllarda yayınla· nan ilk yapıtlarıyla ilgi odağı olan yazarlar. Bu ilgi, onların dili kullanmada ve kurgu özelliklerinden, yeniliklerden kaynaklanıyor. Kunert, garip ve alaysı dille yazdığı öykülerde içinde yaşadığı durumların çelişkilerini gösteriyor. Lettau, ger­ çekleri gerçeküstü bir düzeye taşıyarak açmazlarını ve saçmalıklarını sergileyen bir tavır izliyor. Wohmann, sıradan insanların gündelik yaşantılarına incelikli ve duyarlı bir yaklaşımla Almancada bilinç akımının ses getiren örneklerine imza atıyor. Bernhard Schlink, Judith Hermann ve Elke Heidenreich seçkideki Alman­ yalı yazarların en yenilerini oluşturuyorlar. Özellikle Schlink, Hollywood tarafın­ dan filme de alınan

"Der Vorleset"

-

Okuyucu adlı romanıyla bir anda ulusla­

rarası üne kavuştu. Yakın geçmişin olaylarına farklı bakışı tartışmalara da yol açtı. Kısa öyküyü en sevdiği tür olarak belirten Judith Hermann, elimizdeki seçkinin en genç yazarı, kısa tümcelerle gündelik yaşamı ve yaşamsal olanı kurgularken, bu biçemle çok katmanlı bir anlatımı oluşturma becerisini sergiliyor. Elke Heidenreich ise, gençlik yıllarında kabare ve sözlü gülmece sanatçısı olarak popüler olduktan sonra, bu alanı terk ederek edebiyata yönelen ve burada da, televizyonda yaptığı programların, polemiklerinin ve çeşitli sanat dallarında çok yönlü çalışmalarının etkisiyle yaygın üne ve çok satışa ulaşan bir yazar. Bugüne dek çeşitli ülkelerden Almanca yazan 13 yazar Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldı. Bunlardan altısı elimizdeki seçkide temsil ediliyor: Thomas Mann, 1929; Hermann Hesse, 1946; Heinrich Böll, 1972; Elias Canetti, 1981; Günter Grass, 1999; Herta Müller, 2009. (Diğerleri; Theodor Mommsen, 1902; Rudolf Eucken, 1908; Paul Heyse, 191O; Gerhart Hauptmann, 1912; Cari Spitteler, 1919; Nelly Sachs, 1966; Elfriede Jelinek, 2004.) Seçkideki altı Nobelli yazardan ikisi, Alman dili ve edebiyatı yazarlığını Almanca konuşulan ülkelerin dışında yaşayarak sürdürdüler: Bulgaristan'ın Var­ na kentinde doğup İngiltere'de yaşarken Nobel'i alan Canetti ile Romanya'nın Besarabya bölgesindeki Alman azınlıktan olup Almanya'ya göç eden ve yapıtla-

20

rında totaliter Çavuşesku rejimiyle insancıl yönden hesaplaşan Herta Müller. Canetti, kültürler arası insanın içinde olduğu durumları, karşı karşıya kaldığı tehditleri, özyaşamsal olandan yola çıkarak, keskin bir gözlem ve eleştiriden ziyade humor ve hafif ironiyle işliyor. Yalnız bu ikisi değil, seçkide Almanca konuşulan ülkelerin dışında Alman dilinde yazanlar kümesi. En başta, İkinci Dünya Savaşı'na dek Alman dili ede­ biyatının en bereketli toprağı olan Prag'tan Kafka ile Rilke gibi, Alman edebi­ yatını derinden ve süreğen etkilemiş, çağdaş gelişme sıçraması kazandırmış yazarlar. İsveç ve Portekiz'de yaşamış Kurt Kusenberg, Macaristanlı Terezia Mora, Avustralya'dan sonra Viyana'da yaşamını sürdüren Jeannie Ebner. Franz Kafka'nın Avrupa'da -önce gerçeküstücülerce- ve dünyada keşfe­ dilmesindeki gecikme, yazarın yazın tasarımının ve tavrının da bir sonucu diye düşünülebilir. Max Brod'un, yazarın vasiyetini dinlemeyip bütün yapıtını imha etmemesi ve yayına hazırlaması, arkadaşı ve dostuna karşı bir vefasızlık gibi görünse de, dünya edebiyatına kazandırdığı yapıtın büyüklüğü ve vazgeçilmez­ liği karşısında Max Brod'a duyulan gönülborcu, onun dostu Kafka'ya da gös­ terebileceği tek ve en büyük vefa ve sorumluluk örneğidir. Kafka'nın romanları, öyküleri, günce ve mektupları, sıradışı bir zihnin ve anlağın ürünleridir. Dışa

değil, insan ruhunun derinlerine sondajda gerçeküstü yaklaşım ilk kez onda olağanüstü bir başarıyla gerçekleşiyor. Kendi yaşamının olduğu gibi, yapıtlarının da temel özelliklerinden biri, sanat yapıtının temel özelliği olan sınırsız açıklığın biçimi sayabileceğimiz fragman, fizikötesi ve gizemli niteliğidir. Keşfedilmesin­ den itibaren sonu gelmeyen inceleme, araştırma, yorum çalışmalarıyla açım­ lanmaya çalışan bu benzersiz yapıt, dünya edebiyatlarını da yoğun etkisi altına aldı. Kamuran Şipal ustanın Cem Yayınevi için Türkçeye çevirdiği toplu öyküler, bu seçkideki örnekleri genişleterek sürdürme olanağı sunar. Aynı olanağı Şipal ustamız Rilke için de sunuyor bize. Özellikle Avrupa şiirinde açtığı çığırla ve bu şiir kaynağından hareketle yarattığı Malte

...

romanıyla tanınan Rilke'nin, öykü, deneme ve mektupları da, o

şiiri ve romanı yaratan zihnin özgün damgasını taşıyor. Rilke'nin yaratıcı evreni sınırsız, ama dış görünümden çok, geçici dünya yaşamının, süresiz ve süremsiz iç Ben'e silinmez biçimde nakşedilmesi, sanat ve sanatçı Ben'inin bu yaşam yalnızlığında varoluşa yönelişidir. İçdünyasız bir yaşamı benimsemeyişin kurgu­ larıdır öyküleri de.

21

Kurt Kusenberg, Jeannie Ebner ile Terezia Mora bu kümenin seçkideki diğer temsilcileri. Kusenberg'in, özgün biçemini, gerçeğin gerçekdışıyla har· manlanması ve humorlu anlatımı belirler. Jeannie Ebner'in öyküleri, başlangıçta Kafka'da olduğu gibi, gerçeküstü alegorik bir anlatıma yönelmişken, sonraları gerçek ve bilinç etkisinde düşsel bir yön alır. Terezia Mora, seçkinin bütünü içinde özel bir yere sahip. il. Dünya Savaşı'ndan sonra Almanya'nın ekonomik mucize sürecinde başka ülkelerden gelen göçmen işçiler arasından yetişen bazı yazarlar, anadilleri dışında ülkenin dili Almanca yazarak Alman edebiyatına katkı sağlamaya başladılar. Bu katkı nitel ve nicel açıdan dikkat çekmeye başlayınca, 1985 yılında bu yazarlar için Adelbert-von-Chamisso Ödülü kuruldu. Her yıl verilen bu ödülü, bugüne dek sayıca en fazla Almanca yazan Türkiye kökenli yazarlar aldılar. Terezia Mora, anadili Almanca olmayan ama Almanca yazan bu yazarların bir temsilcisi.

XX. yüzyıl, bilimden toplumsala, savaşlardan tüketim refahına, politikadan kültüre bütün alanlarda derin değişim ve dönüşüm yaşanan bir yüzyıl. Bu yüzyıl içinde sanatın bütün dallarında olduğu gibi, özellikle edebiyatta önemli yenilikler, çeşitli akımlar ve büyük dünya yazarları ortaya çıktı. Alman dili edebiyatı, Tho· mas Mann'dan Hermann Hesse'ye, Robert Musil'den Bertolt Brecht'e, Alfred Döblin'den Thomas Bernhard'a v.b. çok sayıda önemli dünya yazarı ve on üç Nobelci çıkaran verimli bir edebiyat oldu. Kamuran Şipal'in sunduğu bu kapsamlı seçki, Alman dilinin XX. yüzyılda dünya çapındaki öykücü ve anlatıcılarının he· men tamamını seçkin örneklerle elimize veriyor. Bu öykülerde insanın yaşam ortamını, iş ve çalışma biçimleriyle koşullarını bulduğumuz denli, bireysel ortamı ve bireyin iç derinliğini açmazlarıyla, karanlık labirentleriyle okuyoruz. Ruhsal çözümleme hemen her yerde az çok karşımıza çıkıyor. Büyük savaşların ve felaketlerin sonucunda yaşama sanki sıfırdan, yeni· den başlamak durumundaki insanın, kendini arama, tanıma ve tanımlaması çevresinde gelişen, insan ilişkilerine, iç ve dış dünyaya yeni, kuşkulu, temkinli, eleştirel farklı bakışlar arayan öyküler var. Dilin çeşitli kurgu teknikleri, dil oyun· lan ve hünerleriyle oya gibi ince ince işlendiği, dilin kurallarına ve geleneklerine, kullanım kalıplarına başkaldıran, kuralları ve sınırları dinlemeyen deneysel tasa· rımların öyküleriyle, modern çağın biçemlerinden olan öykü ile röportaj arasın· daki çizgide yürüyen öyküler var. İdeolojilere öfkeli öfkesiz başkaldıran öyküler, 68 kuşağı öğrenci hareketi sürecinde, her durumda toplumsal eleştiriyi içeren bir edebiyat arayışına yönelik beklentiler ve çabalar var. Ama edebiyatın her döne·

22

minde, öykü yazan her yazar için bir biçimde Siegfried Lenz'in "Dünyayı anla­ yabilmek için, benim hikayelere gereksinim var," saptaması geçerli olmuştur. Bu bağlamda da, Marcel Reich-Ranicki'nin ifadesiyle, Avrupa ve Alman dili edebi­ yatında XX. yüzyılda zaman zaman romanın, hatta şiirin krize girdiğinden söz edilmesine karşın, öykünün krizi hiçbir zaman söz konusu olmamıştır. Zira, yine Reich-Ranicki'nin ifadesiyle, "anlatmanın anlamı: yaşanan zamanın çilesini ve acısını çekmek ve çekileni var kılmaktır." Benno von Wiese'nin hazırlayıp yayımladığı eski bir seçki için saptadıkları Kamuran Şipal'in elimizdeki seçkisi için de geçerli: "Çerçeve, röportaj gerçe­ ğinden, gizemli olağanüstüne, gerçeğin hassas betimlenmesinden, tuhaf fantas­ tikliğe, yalına indirgeyen haber tarzından, sanat dolu, çoğun ironili stilize etmeye, safdil anlatımdan imsellikte kilitlemeye dek uzanıyor." Yine Wiese'nin saptama­ sına göre, öykülerin birçoğunda, gerçek olan aldatıcı bir perdedir, asıl gerçek bu perdenin arkasına bakınca görülecektir. Gerçek yaşam yüzeyden bakınca söz­ de gerçektir. Öykülere yansıyan çağı da şöyle belirliyor: "İstikrarsızlığı varoluş sorunu olarak yaşayan, süreğenliğin parçalandığını gören bir çağ, toplumsal ve erdemsel yaşamın diyalektik çatışkılarını, zamanın ve mekanın göreceliğini, artık eski dönemlerde olduğu gibi, öyle yansılayıcı ve şiirsel safdillikle anlatamaz." Çağdaş yazarın insanı ve dünyayı anlatış ve deyiş biçimlerinin çeşitliliğini bu seçkide toplu olarak okuyabiliyoruz. Edebiyatın yücegönüllü emekçisi Kamu­ ran Şipal'in, yine büyük emekler vererek gerçekleştirdiği ve bize sunduğu bu seçkide yer alan öykülerin Türkçelerindeki üstün ustalığı ancak, her zaman oldu­ ğu gibi, Sayın Kamuran Şipal'e kocaman bir gönülborcuyla anabilirim. Ellerine, dillerine sağlık. Bu antolojinin hazırlanması aşamasında, Almanya, İsviçre, Avusturya'daki yazar ve yayınevleriyle bağlantıyı sağlayan, iletişimi sürdüren Can Şipal'e de teşekkür ederiz. Nitelikli kitaplardan çok sulu televizyon yayınlarına ve çoksatar yavanlık­ lara koşullanmış bir ortamda böylesine kapsamlı bir seçkiyi her zamanki alçak­ gönüllü tavrıyla, en ufak bir maddi destek bulmadan nitelik arayan okurlara sunan Cem Yayınevi de her türlü övgüyü ve gönülborcunu hak ediyor. Güzel okumalar.

Yüksel Pazarkaya 23

Aichinger, ilse [ 1 . 1 1 . 192 1 Viyana]

Y

ahudi kökenli bir doktor anneyle Alman kökenli bir

öğretmenin kızı. Çocukluğu Lin:z'de geçti. Viyana'da, 1 939 yılında liseyi bitirdi. Yan Yahudiliğinden ötürü üniversitede tıp okuması engellendi. Savaştan sonra birkaç yarıyıl tıp öğrenimi gördükten sonra üniversiteden ayrıldı, Frankfurt A.M.' da S. Fischer Yayınevi'nde lektör olarak çalış­ maya başladı. Gruppe 4 7'nin bir toplantısında Günter Eich'la tanıştı. 1953'te evlenen çift 1963'te Sal:zburg dolayında Grossmain kasabasına taşındı. 1984'te yeniden Frankfurt'a dönen Aichinger, 1 989' dan başlayarak Viyana'da yaşamını sürdürdü. 1952'de Spiegelgeschichte (Ayna) öyküsüyle Gruppe 4 7'nin edebiyat ödülünü kazandı. 1953'te DerGefesselte (Zincire

Vurulmuş Adam) ismiyle bir öykü derlemesi çıkardı. Düz.

yazı, radyo oyunu ve şiir dalında önemli yapıtlar kaleme aldı. Başarılı çalışmalarına karşılık çeşitli armağanlarla ödüllendi­ rildi. Her an Naziler tarafından evinden alınıp götürüleceği korku­ su içinde yaşayan bir kızla Yahudi kökenli annesinin yaşam öyküsünü simgesel bir dille aktardığı Die grössere Hoffnung (Büyük Umut) isimli ö:zyaşamsal romanıyla ün yaptı. Daha sonra yazdığı öykülerde, radyo oyunlarında ve şiirlerde saç­ ma, gerçek ve düşsel öğelere yer veren lise Aichinger, Alman edebiyatında kısa öykü türünün gelişmesine büyük katkıda bulundu.

PENCERE OYUNU Kadın, pencereye yaslanıp karşıya baktı. Rüzgar ırmaktan doğ­ ru hafif hafif esiyor, bir yenilik getirmiyordu. Açgözlü, meraklı kim­ seler gibi bir donukluk vardı kadının gözlerinde. Bugüne değin 25

kimse çıkıp, hatırı hoş olsun diye evceğizin önünde çiğnenmemişti. J\yrıca, en üstten bir önceki katta oturduğundan cadde hayli aşağı­ sında kal ıyor, sesleri yukarıdan sadece hafif bir uğultu halinde işi­ tebiliyordu. Her bir şey alabildiğine aşağısında kalıyordu. Tam pen­ cereden çekilmek üzereydi ki, karşıda oturan ihtiyar adamın evinde ışık yakmış olduğunu fark etti. Ortalık bayağı aydınlıktı henüz; kendi içine kapalı duran ışık, güneş altında ansızın yanan sokak lam­ baları gibi tuhaf bir izlenim bırakıyordu insanda. Sanki biri, evinin pencerelerindeki mumları dini alay daha kiliseden çıkmadan yak­ mıştı . Kadın pencerede kaldı. İhtiyar adam pencereyi açıp, kadından yana selam verir gibi başını eğip kaldırdı. Bana mı verdi selamı, diye düşündü kadın. Ü stündeki daire boş duruyordu. Altında ise bir atölye vardı ki, bu saatte kapanmış olurdu. Hafifçe başını oynattı. Derken bir kez daha salladı başını ihtiyar adam. Elini alnına götürdü. Başında şapka olmadığını anlayınca, odanın gerisinde kayboldu. Pek az sonra şapkasını ve paltosunu giymiş olarak döndü. Şapkasını çıkarıp gülümsedi . Cebinden beyaz bir mendil alıp salla­ maya başladı; ilkin yavaştan, sonra giderek daha hızlı. Pencerenin pervazına abanmıştı; b aş aşağı düşmesinden korkulabilirdi. Kadın bir adım geriye çekildi. Ama, bu davranışı sanki daha da yüreklen­ dirmişti adamı; mendili elinden atıp, boynundan fularını çıkardı. Büyük renkli bir fuları pencerenin önünde dalgalandırmaya başladı. Bir yandan da gülümsüyordu. Kadının bir adım daha geriye çekil­ mesinden sonra, sert bir hareketle şapkasını atıp fuları sarık gibi başına doladı. Kollarını göğsünün üstünde kavuşturup eğildi. Kadından yana her bakışında, sanki aralarında gizli bir anlaşma varmış gibi sol gözünü kırpıyordu. Kadın, bir vakit zevkle izledi bu manzarayı, adamın birden amuda kalkması, ince ve yamalı kadife pantolonlu ince bacaklarını havaya dikmesi üzerine pencereden ayrıldı. Adam, al al, terlemiş yüzünde dost bir ifadeyle tekrar görün­ düğünde, kadın durumdan polisi haberdar etmiş bulunuyordu. Adam, bir çarşafa sarınmış, bir bu pencerenin, bir öbür pen­ cerenin önüne gidip dururken, kadın daha üç sokak ilerden, tram26

vayların zil vuruşları ile kentin boğuk gürültüsü arasından çevik kuvvet arabasının siren sesini duydu. Çünkü telefonda konuştukları pek anlaşılamamış, sesinde bir telaş sezilmişti. Derken ihtiyar adam güldü. Yüzünde derin kırışıklar belirdi. Elini belli belirsiz bir hareketle yüzünde gezdirip ciddileşti. Gülüşünü bir saniye kadar avucunda tutar gibi yapıp karşı tarafa savurdu. Ancak polis arabasının köşeyi dönmesi üzerine, adamı izle­ mekten kendini alabildi kadın. Soluk soluğa aşağı indi. Polisler arabadan atlamışlar, arabanın çevresini bir kalabalık sarmıştı. Kalabalık, polislerle kadının peşine takıldı. Gelenler dağıtılmak istendi mi, ağız birliğiyle aynı evde oturduklarını söylüyordu. İçlerinden birkaçı en üst kata kadar çıktı. Basamaklarda durup polis­ leri izlediler. Polisler, vurmalarının sonuçsuz kalması, zilin de anla­ şılan çalışmaması üzerine kapıyı kırıp girdiler içeri. Hızlı bir tem­ poyla ve her hırsızın ders alabileceği bir özgüven duygusuyla çalışıyorlardı. Pencereleri avluya bakan hole gelince de bir saniye olsun duraklamadılar. İçlerinden ikisi çizmelerini çıkarıp, usulcacık köşeyi döndü. Ortalık kararmıştı. Bir ara bir gardıroba tosladılar. Daracık koridorun bitiminde bir ışık fark edip, oraya doğru yönel­ diler. Kadın da usul usul arkalarından geldi. Kapıyı birden açtıklarında, ihtiyar adam, sırtı kendilerine dö­ nük, hala pencere önünde dikilmiş duruyordu. Başında kocaman beyaz bir yastık tutuyor, yastığı birine uyuyacağını anlatmak ister gibi indirip indirip kaldırıyordu. Yerden halıyı almış, omuzlarına atmıştı. Kulağı ağır işittiğinden, polisler hemen yanı başına kadar sokulduklarında bile dönüp bakmadı arkasına. Kadın, adamın üzerinden, karanlıklar içindeki kendi pencere­ sine bir göz attı. Aşağı kattaki atölye, tahmin ettiği gibi, kapanmış bulunuyordu. Ama üstündeki daireye yeni kiracılar taşınmıştı anla­ şılan. Aydınlık pencerelerden birinin önüne yerleştirilmiş kafesli bir karyola içinde ufak bir oğlan ayakta dikilmiş duruyordu. Onun da yastığı başında, yorganı omuzlarındaydı. Birden çocuk, durduğu yerde hoplayıp adamdan yana el salladı ve sevincinden bir çığlık attı. 27

Güldü, elini yüzünde gezdirip ciddileşti . Gülüşünü bir saniye kadar avucunda tu tup var gücüyle polislerin yüzüne savurdu.

EV ÖGRETMENİ Anne ve babası gitmişti. Küçük oğlan korkuluktan sarkarak arkalarından baktı. Annesinin açık, babasının koyu renk şapkasını sonunda da artık bir gördü çok aşağıda, derken, daha da aşağıda şey göremez oldu . Merdiven boşluğu yeşildi, deniz gibi yeşil. Sanı­ labilirdi ki annesiyle babası yer yarılıp içine girmişti. Anne ve babası gi tmeden sıkı sıkıya uyarmışlardı onu, sanki kendisini bir saat için değil de daha uzun bir süre yalnız bırakıyorlardı. Oğlanın kafasının içinden hızla geçip gitti söylenen sözcükler: Arkadan zincirini tak­ mayı unutma, kimseye açma kapıyı, sadece öğretmene, sadece ona açacaksın ... Uzun süre hasta yatmıştı oğlan, henüz kendini topla­ yamamıştı, bu yüzden evde kalıyor, evde ders görüyordu. Eve gelen öğretmen üniversite öğrencisiydi, sessiz, genç biri. Genellikle sıkılı­ yordu yanında. Oğlan, boş evin içinde dolaşmaya başladı. Kulağa tutulan bir istiridye kabuğu gibi sessizdi ev. Kilerin kapısını açtı. Bütün bu dolu sepetler bütün kavanozlar onundu şimdi: yabancı bir geminin yükü uzak dünyalar. Sepetin birinden bir elma aldı. Tam da bu anda zili çaldı kapının. Usulcacık kilerden çıktı, kapıya gelince nefesini tuttu, açmakta duraksadı ilkin. Derken zinciri takıp biraz araladı kapıyı. Dışarıda duran yaşlı dilenciyi gördü, kendisini önceden tanıyordu. Ne yapacağını şaşırmış, "Sana verecek başka bir şeyim yok," dedi ve elindeki elmayı uzattı adama. Dilenci elmayı aldı, ama teşekkür edeyim demed i. "Güle güle!" dedi oğlan, ama dilenciden bir cevap alamadı. Kapıyı kapadı adamın arkasından, parmak uçlarına basarak odasına dönüp masanın başına geçti. Hiç ses etmeden otur­ du öylece. Evde yalnız kalacağı için sevinmiş ti, ama şimdi korku-

,

-

28

yordu. Dilenciden korkuyor, boş odalardan korkuyordu. Ev öğret­ meninin kapıyı çaldığını duyunca rahatladı, koşarak gidip açtı kapıyı. "Önce gözetleme deliğinden bakacaktın!" dedi öğretmen. "Boyum yetişmiyor! " diye yanıtladı oğlan. Başını kaldırıp genç öğretmene baktı; öğretmen aynanın önünde eliyle saçlarını sıvazlıyordu, etrafa kulak kabartıyormuş gibi durdu bir an. Masayı pencere önüne çekip derse başladılar. "Sonbahar - gel­ di." Dura dura okuyordu oğlan. "Kuşlar güneye uçuyor." Başını kaldırıp gözlerini pencereden dışarıya çevirdi. "Hani nerede uçuyorlar." "Sen okumana bak!" dedi öğretmen sabırsızlanmış. Derken aklına daha iyi bir düşünce gelmiş gibi, "Denizin üzerindeler artık!" diye ekledi. Oğlan okumaya devam etti. Dökülen yaprakları, büyük büyük bahçelerde toplanan meyveleri, rengarenk üzüm yapraklarını, artık akşamları daha erkenden batmaya başlamış güneşi okudu. "Nerede?" diye sordu oğlan. "Hani nerede batıyor güneş?" "Karşıda!" dedi öğretmen belirsiz bir el oynatışıyla. Derken gökyüzünden, ak bulutlardan, bulutlar üstünden esip geçen rüzgardan okudular. "Hani nerede?" diye sesini yükseltti oğlan yeniden. Ama sorusu yanıtsız kaldı. Başını kaldırınca öğretmenin oracıkta sessizce otur­ duğunu ve d izlerine baktığını gördü. "Nerede bulutları sürükleyip götüren rüzgar?" diye sordu bu kez daha bir ısrarlı. Pencere önünde gökyüzü bulutsuz, nerdeyse saydamdı. Alacakaranlık çökmek üze­ reydi. "Bir şey duyuyor musun?" d iye sordu öğretmen başını kaldırmadan. "Duymak mı?" dedi oğlan. "Hayır, hiçbir şey duymuyorum. " "Sesini çıkarma!" dedi öğretmen. "Hiç ses etmezsen duyarsın." "Neyi?" diye sordu oğlan. 29

"Dinle!" diye sesini yükseltti öğretmen. "Neyi duyacağım?" diye sordu oğlan yeniden. "Bu sesi!" dedi genç öğretmen. "Bu sesi!" Oğlan, kitabın sayfalarını çevirmeyi bıraktı. Başını eğip ellerini kulaklarının arkasına koydu, ama aşağılardan, çok derinlerden gelen, bütün evi büyüleyip bir istiridye kabuğu içine kapatan o hafif uğultudan başka bir şey duyamadı. "Uğultuyu mu?" diye sordu oğlan. "Hayır!" diye yanıtladı öğretmen. "Bağırtıyı!" Oğlan gülmeye başladı. Sıçrayıp kalktı ayağa, ellerini çırptı. "Bir oyun mu?" diye yükseltti sesini. "Okumaya devam et sen!" dedi öğretmen. Ama tam sislerden ve uzun gölgelerden okumaya başlamışlar­ dı ki, yerinden fırlayıp kalktı öğretmen, birini suçüstü yakalamak ister gibi ansızın bitişik odanın kapısını açtı. Oradan salona girdi, salondan oğlanın anne ve babasının yatak odasına geçti, holün bir başından öbür başına yürüdü, sonra dönüp geldi yeniden. Karşıdan yaklaşırken, küçük oğlan şaşkın şaşkın öğretmenin yüzüne baktı. "Evde biri var," dedi öğretmen. Kendisinden önce eve birinin gelip gelmediğini öğrenmek istedi. "Evet," dedi oğlan. "Bir dilenci." "Kapının zincirini taktın mı?" "Taktım." Öğretmen sustu birden. "Devam edeyim mi okumaya?" "Dinle!" "Oyun mu oynuyoruz?" diye gülümsedi oğlan kararsız. Öğretmen düşünceli düşünceli oğlanın yüzüne baktı. "Evet," dedi bir süre sonra. ''Evde biri var oyununu oynuyoruz." "Kim peki?" diye sordu oğlan yüksek sesle, sevinerek. "Biri," dedi öğretmen, "korktuğumuz biri." "Dilenci mi?" 30

"Evet, dilenci. Şimdi seninle aramaya çıkacağız onu." Öğretmen elinden tuttu oğlanı, oğlan elin soğuk ve terden ıslak olduğunu duyumsadı. Parmaklarının ucuna basarak yürümeye koyuldular, usulcacık kapıları açıp bütün köşe bucağa baktılar. Dışarıdaki aydınlık yavaş yavaş sönmeye yüz tutmuş, odaların içi kararmaya başlamıştı. Yalnızca duvardaki resimlerin çerçeveleri parıldarnalarım sürdürüyordu. Ö ğretmen salonda durup oğlanın elini bıraktı, parmağını dudaklarına götürdü. "Nerede?" diye sordu oğlan. Yanakları aramanın heyecanıyla yanıp tutuşuyordu. "Sesini duymuyor musun?" d iye fısıldadı öğretmen. "Nerede?" "Bitişikte." "Ne söylüyor?" "Bize gözdağı veriyor." Oğlan odadan dışarı fırladı, babasının paltosunu askıdan çekip alarak bağırdı: "Yakaladım onu, yakaladım onu!" Sonra sarındığı paltoyu peşi sıra sürüklemeye koyuldu. Öğretmen salondan çıkıp geldi. Ufak, çekingen ad ımlarla ağır ağır oğlana yaklaştı. Oğlan, "Yakaladık onu!" diye bağırdı yeniden. "Yakaladık onu!" "Bak sen!" dedi öğretmen ağır ağır. "Dernek sensin!" Büyük aynanın önünde dikilmiş duruyorlardı. Oğlan aynadan öğretmenin yumruğunu kendisine doğru kaldırdığını gördü. Akşa­ mın yavaş yavaş çöken karanlığında öğretmenin yumruk yapılmış elini ve birbirine karışmış solgun, çarpılmış yüzünü gördü. Zıpladı olduğu yerde, kahkahayla güldü. Öğretmeni hiç böyle komik du­ rumda görmemişti. O anda kilit içinde dönen bir anahtar sesi geldi kulağına, derken anne ve babasının aynaya yansıyan yüzlerini fark etti. Ve annesinin birden bir çığlık attığını duydu. Ama ev öğretmeni üç görevli tarafından kıskıvrak yakalanıp, bitkin halde, ağzından köpükler saçılarak polis imdat arabasından içeri tıkılırken, oğlan kollarına sarıldı görevlilerin. 31

"Ama biz oyun oynuyorduk sadece, oyun oynuyorduk!" İleride ne zaman anne ve babası, "O zaman vaktinde yetişme­ seydik" diye söze başlayacak olsa, kızgınlıkla sözlerini kesiyordu oğlan. "Ama biz oyun oynuyorduk sadece, oyun oynuyorduk!"

AYNA ÖYKÜSÜ Biri yatağını salondan itip çıkarır da gökyüzünün yeşil bir renk aldığını görür, rahip adayını mezarının başında yapacağı konuş­ madan kurtarmak istersen, doğrulup kalkmanın zamanıdır, sabah­ leyin panjurlar arasından sızan pırıl pırıl gün ışığıyla çocukların yataktan kalktıkları gibi usulcacık, hemşireye görünmemek için gizlice - ve çarçabuk. Ama rahip adayı çoktan başladı bile, sesi kulaklarına geliyor, genç, hamarat, önüne durulmaz, çoktan başladı, konuştuklarını işiti­ yorsun. Bırak konuşsun! Güzel güzel sözleri o kör yağmurun içine gömülüp gitsin! Mezarın açılmış duruyor. Bırak o aceleci güveni ilkin yardım aranır duruma gelsin ki, yardımına koşulabilsin. Onu kendi haline bırakırsan, sonunda konuşmaya başladığını bileme­ yecek, bilemediği için de tabut taşıyıcılara gereken işareti verecektir. Onlara da fazla soru sormadan tabutunu mezarın içinden yine yuka­ rı çekip alacaktır. Ve çelengi tabutun kapağından kaldırıp, mezarın kenarında bekleyen genç adama uzatacaklardır. Genç adam çelengi alıp ne diyeceğini bilemeyecek, eliyle kurdelelerini düzel tecektir. Alnını bir an yukarı kaldırınca, yağmur birkaç damla gözyaşını gözlerinden yanaklarına akıtacaktır. Derken cenaze alayı dönüş yolunu tutacak, gömütlüğün duvarları boyunca ilerleyip küçük ve sevimsiz kiliseye gelecektir. Kilisede mumlar bir kez daha yakılacak ve rahip adayı ölüler için belirlenmiş duaları okuyacaktır ki, sen yeniden hayata dönebilesin. Ardından genç adamın elini hızlı hızlı 32

sıkacak, şaşırıp ona mutluluklar d ileyecektir. Bu onun yönettiği ilk defin törenidir ve kulaklarına kadar kızaracaktır yüzü. Hatasını dü­ zeltmeye kalmadan, genç adam da kaybolacaktır. Madem yaslı birine mutluluklar dilemiştir, ölüyü yeniden evine yollamaktan başka yapacak ne kalmıştır kendisine. Hemen ardından içinde tabutla araba geldiği uzun yolda gerisin geri ilerlemeye başlayacaktır. Sağda solda evler vardır, evlerin pen­ cerelerini, hazırlanan bütün çelenklerde de yer alan san nergisler süsler, buna karşı ne gelir elden! Çocuklar yüzlerini kapalı pence­ relerin camlarına bastırmıştır, dışarıda yağmur yağmaktadır çünkü, ama içlerinden biri yine de fırlayıp çıkar evden dışarı. Arkadan cenaze arabasına asılır, derken araba silkip atar kendisini aşağı, araba gider, o kalır geride, iki elini de gözlerine siper edip kötü kötü bakar peşinizden. Gömütlük Caddesi'nde oturan bir çocuğun sıçra­ yıp asılacağı başka ne vardır! Araba kavşakta yeşil ışığı bekler. Yağ­ mur hafiflemiştir. Arabanın tavanında dans eder yukarıdan düşen damlalar. Uzaktan bir ot kokusu gelmektedir. Caddelere isimleri yeni konmuştur, gökyüzünün eli tüm evlerin çatılan üzerindedir. Araban sırf nezaketten tramvayla biraz yan yana gider. Yol kenarın­ daki iki küçük oğlan tramvayın mı yoksa cenaze arabasının mı öne geçeceği konusunda bahse tutuşur. Ama tramvayı tutan bahsi kaybe­ decektir. Sen uyarabilirdin kendisini, ama ucunda bir şey olmayan böyle bir bahis için şimdiye kadar tabutundan çıkan olmamıştır. Sabret! Nasıl olsa ilkyazdır mevsim, sabah geceye dönüşene kadar daha çok zaman vardır. Geç kalmazsınız. Karanlık çökmeden ve yol kenarındaki bütün çocuklar ortadan kaybolmadan, araba köşeyi dönüp hastane avlusunun kapısından girer içeri, aynı zaman­ da girişe bir tutam ay ışığı düşer yukarıdan. Hemen görevliler gelip tabutunu arabadan indirirler. Ve cenaze arabası güle oynaya evinin yolunu tutar. Tabutunu avludan geçirip ikinci bir girişten morga taşırlar. Morgda boş musalla taşı durur siyah, eğik ve yüksek. Ve taşın üze­ rine koyup yeniden açarlar tabutu, görevlilerden biri söylenir, kapa33

ğı tabutun gövdesine tutturan çiviler çok sıkı çakılmıştır. Şu lanet olası kılı kırk yararlık! Çok sürmez genç adam da geli r ve geri getirir çelengi . Tam vaktiydi hani. Görevliler fiyonklarına çeki düzen verdikleri çelengi tabutun başına koyarlar. İçin rahat edebilir, çelengin yerine diyecek yoktur. Sabaha kadar solgun çiçekler dirilecek ve kapanıp tomur­ cuklar oluşturacaktır. Geceyi tek başına geçirirsin, ellerinin arasında haç, bütün bir gündüzü de yine pek sakin geçireceksin. Böyle sessiz sedasız yatmanın üstesinden pek gelemeyeceksin ileride. Ertesi gün genç adam yeniden gelir. Ve kendisine gözyaşı buyur eden bir yağmur yoktur artık, o da gözlerini boşluğa diker, parmak­ larının arasında çevirip durur kasketini. Ancak tabutu yine kaldırıp tahta bir sedyenin üzerine koyarlarken ellerini yüzüne kapayıp ağla­ maya başlar. Uzun zaman morgda kalmayacaksın ki! Neden ağlar! Kapak artık gevşecik durur tabut üzerinde. Dışarıda ışıl ışıl bir sabah vardır. Neşe içinde cıvıldaşır serçeler. Ölüleri uykularından uyandır­ manın yasak olduğunu bilmezler. Genç adam sanki ayakları altında kristal kadehler varmış gibi, sakıngan adamlarla tabutun önünden yürür. Serin, oyunsu bir rüzgar eser, ağzı süt kokan bir çocuktur sanki. Tabutu morgdan hastaneye geri götürüp, merdivenlerden yu­ karı taşırlar. Sonra da içinden çıkarırlar seni. Genç adam gözlerini dikmiş, pencereden avluya bakar. Çiftleşen iki güvercine ilişir gözü, tiksintiyle yüzünü çevirir. Seni yatağına yatırdılar çoktan, çeneni bir tülbentle bağladılar ve tülbent seni bir yabancılaştırdı ki! Birden çığlık çığlığa kalır genç adam, üzerine atılır. Onu usulcacık yanından uzaklaştırırlar. Bütün duvarlarda gürültü yapmayın diye yazar. Hastaneler dolup taşar şu sıra, ölüler vaktinden önce uyandı rılmamalıdır. Rıhtımdan gemilerin düdük sesleri duyulur. Kalkacak gemile­ rin mi yoksa yeni gelenlerin mi? Kim bilebilir bunu. Sessiz olun! Gürültü yapmayın! Zamanı gelmeden uyandırmayın ölüleri, ölüle­ rin uykusu yufkadır. Yine de gemiler düdüklerini öttü rür. Biraz son­ ra tülbendi ister istemez çekip alacaklardır başından. Seni yıkayacak, 34

gömleklerini değiştirecekler ve biri acele üzerine eğilip kalbini dinle­ yecek, henüz ölmüş yatıyorken, acele. Fazla zaman kalmadı artık ve suç gemilerde. Sabahın aydınlığı koyulaşır giderek. Derken kapatıl­ mış gözlerini de açarlar ve beyaz beyaz ışıldar gözlerin. Artık huzura kavuşmuş göründüğünden de söz etmezler. Tanrıya şükürler olsun, sözcükler dudaklarında ölüp gider. Bekle biraz! Çok geçmeden çekip gideceklerdir başından. Hiçbiri ölümüne tanıklık etmek istemeye­ cektir, çünkü günümüzde bile ateşte yakılmakla cezalandırılır böyle bir şey. Seni yalnız bırakırlar sonunda. Öylesine yalnız bırakırlar ki, gözlerini birden açar, yeşil gökyüzünü görürsün. Öyle yalnız ki, nefes almaya başlarsın ağır ağır, hırıl tılı, derinden, suya bırakılan bir çapanın zincirleri gibi takur tukur. Yattığın yerde doğrulur, bağırır ve anneni çağırırsın. Gökyüzü nasıl d a yeşildir! "Ateşlenmeden kaynaklanan sayıklamalar hafifliyor," der bir ses arkanda. "Can çekişiyor artık!" Ah, onlar mı! Ne bilir onlar! Kalk git şimdi! Tam zam anıd ı r Herkes uzaklaştırıldı yanından. Onlar yine dönüp gelmeden, başında fısıldaşmaları yine işitilmeden kalk git, in merdivenlerden, kapı cının önünden geç, geceye dönüşen sabah içinden yürüyüp git. Sanki vücudundaki ağrılar bayram etme­ ye başlamış gibi, karanlıkta ötüşür kuşlar. Eve git! Orası burası çatır­ dasa, henüz dağınık da olsa yine uzanıp yat yatağına. Kendi yata­ .

ğında sağlığına daha çabuk kavuşacaksın. Topu topu üç gün kendi kendinle savaşacak, yeşil gökyüzünü içe içe doyacaksın, topu topu üç gün yukarıdaki kadının ge tirdiği çorbayı geri çevirecek, ama dördüncü gün alıp içeceksin. Ve dinlenme günü olan yedinci gün çıkacaksın evden. Ağrılar seni önüne katıp götürecek, nasıl olsa bulacaksın yolu, ilkin sola, sonra sağa, sonra yine sola, rıhtım sokakları arasından vurup gide­ ceksin. Öylesine sefil sokaklar ki, denize çıkmaktan başka bir şey gelmez ellerinden. Keşke genç adam yanı başında olsaydı şimdi, ama onun yanında değil, tabut içindeyken çok daha güzeldin. Ama şimdi yüzün acılardan karışmış durumda, acıların sevinçten bayram yap35

malarına son verdi. Şimdi alnında yine terler, bütün yol boyunca alnında, yo yo, tabutun içinde, daha güzeldin orada. Çocuklar yol kenarında misket oynarlar. Seğirtip dururken ara­ larına dalarsın onların, sanki arkanla öne doğru seğirtirsin ve çocuk­ lardan hiçbiri senin değildir. Nasıl senin olabilir ki! Sen meyhanenin yanında oturan o yaşlı kadına gidiyorsun. Kadının içtiği içkinin parasını nereden kazandığını da bilmeyen yoktur rıhtım çevresinde. Kadın kapıda dikilmiş durur, kapı açıktır ve kadın karşıdan elini sana uzatır. Kirli pis elini. Kadının evinde temiz bir şey hak getire. Şöminenin yanı başında sarı sarı çiçekler durur, çelenklere yerleş­ tirilen aynı çiçeklerdir bunlar, yine aynı çiçekler. Ve yaşlı kadın faz­ lasıyla güler yüzlü, sevecendir. Ve merdivenler burada da gıcırdar. Ve gemiler nereye gitsen öttürür düdüklerini. Ve sancılardan katılıp kalırsın, bağırmak yasak sana. Gemiler düdüklerini öttürebilir, ama sen bağıramazsın. Yaşlı kadına ver içki parasını. Ona bir kez içki parasını verdin mi, iki eliyle kapar ağzını. İçtiği o pek çok içkiden düpedüz soğukkanlı, ruhsuz, yaşlı kadın. Doğmamış yavruların düşünü görmez rüyasında. Masum çocuklar onu ermişlere şikayet etmeyi göze alamaz, suçlu çocuklar da alamaz. Ama sen - sen göze alabilirsin! "Yeniden canlandır yavrumu benim!" Bunu henüz kimse yaşlı kadından istemiş değildir. Ama sen istersin. Ayna sana güç verir. Sinek pislikleriyle kör ayna, şimdiye kadar kimsenin istemediği şeyi yaşlı kadından istetir sana. "Yine canlandır yavrumu, yoksa senin o sarı çiçeklerinin hepsini deviririm, yoksa gözlerini oyarım senin, yoksa bütün pencereleri ardına kadar açar, bağırırım, dışardakiler bildiklerini bir kez de benden duyarlar, bağırır - " Bunun üzerine birden irkilir yaşlı kadın. Ve müthiş bir korkuya kapılıp kör aynada isteğini yerine getirir. Ne yaptığını bildiği yoktur, ama kör aynada üstesinden gelir bunun. Korku korkunç büyür ve ağrılar sevinçten yine bayram etmeye başlar sonunda. Ve pencereleri açıp bağırmana meydan kalmadan, söyleyeceğin ninni kafanda belirir: "Uyusun da büyüsün bebeğim, ninni, uyusun da büyüsün 36

ninni!" Ve bağırmana meydan kalmadan, ayna karanlık merdi­ venlerden aşağı fırlatır seni, seni yola salar, yolda koşturur seni. Fazla da çabuk koşma! En iyisi gözlerini kaldır yerden, yoksa aşağılarda, boş bir inşaat alanını çevreleyen tahta perdenin orada kasketini elinde döndürüp duran genç bir adama toslaman işten değildir. Kasketi elinde dön­ dürüşünden tanırsın onu. En son tabutunun başında elinde kasketini döndürüp duran genç adamdır bu. İşte yine karşında dikilip dur­ maktadır. Sanki hiç çekip gitmemiştir yanından, tahta perdeye yas­ lanmış durur. Kendini onun kollarında bulursun hemen. Gözlerinde yine yaşlar yoktur, kendi gözyaşlarından ver ona biraz. Kollarına atılmadan veda et kendisine! Veda et! O unutsa bile sen unut­ mayacaksın: İşin başında veda edilir birbirine. Birlikte yürümeye başlamadan, boş inşaat alanını çevreleyen tahta perdenin orada ister istemez veda edersiniz birbirinize, bu son buluşmanızdır. Derken yürümeye koyulursunuz. Bir yol, kömür depolarının önünden denize iner. İkiniz de susarsınız. Onun ağzından çıkacak ilk sözü beklersin sen, ilk sözü ona bırakır, son sözü konuşmak sana kalmasın istersin. Ne diyecek acaba? Acele edilmesi, insanın aklı başında davranmasını önleyen denize varmadan son sözün söylen­ mesi gerekiyor. Ne diyecek acaba? Nasıl bir ilk söz olacak bu? Çok güç söylenecek bir söz müdür? Onu kekeletiyor söyleyeceği söz, gözlerini yere indirmeye zorluyor? Yoksa gözlerini yere indirişi, tahta perde üzerinden dışarılara taşan, gözlerinin altına gölgeler düşüren ve siyahlığıyla gözlerini kamaştıran dağ gibi kömür yığın­ larından mıdır? İlk söz ve işte söyledi ilk sözü: bir sokağın ismidir bu. Yaşlı kadının oturduğu sokağın ismi. Olabilir mi böyle bir şey? -

Bir çocuk beklediğini daha öğrenmeden, sana yaşlı kadından söz ed iyor, seni sevdiğini söylemeden yaşlı kadından söz açıyor sana. Merak etme! Yaşlı kadından geldiğini bilmiyor, nereden bilecek za ten, aynadan hiç haberi yok ki ! Ama yaşlı kadından söz etmesiyle, bunu unutması bir oluyor. Çocuk beklediğini söylemenle, bunu susup gizlemen bir oluyor. Ayna yansıtıyor her şeyi. Dağ gibi kömür 37

yığınları giderek gerilerde kalıyor. Derken deniz kenarında buluyor­ sunuz kendinizi, bakışlarınızın ucunda sorular gibi beyaz kayıkları görüyorsunuz, sesiniz çıkmıyor, cevaplan deniz alıp götürüyor ağzınızdan, deniz birbirinize söylemek istediğiniz ne varsa yiyip yutuyor. O andan başlayarak pek çok kez sahilden yukarı çıkıyorsunuz, sahilden aşağı inip eve gider gibi, koşarak uzaklaşır gibi sahilden, uzaklaşıp eve gider gibi. O parıldayan başlıklarıyla ne fısıldaşıyor oradakiler: "Can çe­ kişiyor artık!" Bırak konuşsun onlar! Günün birinde gökyüzü yeterince soluk bir renge bürünecek; öylesine soluk ki, solukluğu ışıl ışıl edecek. En uç solukluğun parıl­ tısından daha güçlü bir başka parıltı var mıdır? O gün kör ayna lanet olası evi yansıtacak. İnsanlar yıkılan bir evi lanet olası bir ev d iye niteler, daha iyi bir isim gelmez akıllarına. Ama sizi ürkütmemeli bu. Gökyüzü yeterince soluk bir renk almıştır artık. Ve solukluğu içinde gökyüzü gibi ev de lanetlenmişliğin sonunda mutluluğu beklemektedir. Pek çok gülmeden kolayca yaşarır gözler. Ağladın ağlayacağın kadar. Bekaret çelengini geri al ondan. Başın­ daki saç topuzlarını da çok geçmeden yine çözebilirsin. Her şey aynadadır. Ve yaptığınız her şeyin gerisinde yeşil yeşil deniz durur. Evden çıktığınızda karşınızda bulursunuz onu. Evin çökmüş pence­ relerinden geçip dışarı çıkar çıkmaz her şey unutulur. Yapılan her şey bağışlanır aynada. Bu andan başlayarak genç adam o evden içeri girmeye zorlar seni. Ama o telaşla buradan uzaklaşır, sahilden bir başka yana sapar­ sınız. Dönüp bakmazsınız arkanıza. Ve lanet olası ev arkanızda kalır. Irmaktan yukarı çıkarsınız, kendi ateşiniz karşıdan gelir size doğru, yanınızdan akıp geçer. Derken genç adam üstüne varmaz olur. Ve senin de istenileni yapmaya gönlün yoktur artık. Bir ürkeklik çullanır üzerinize. Bu, denizi bütün kıyılardan çekip alan bir cezir olayıdır. Cezir zamanı ırmaklar bile alçalır. Ve karşıda, ağaçların dorukları başlarındaki taçları çıkarırl ar sonunda. Beyaz padavra çatılar bu dorukların altında uyurlar. 38

Dikkat et, şimdi gelecekten söz etmeye başlayacaktır o, bir alay çocuktan, uzun bir yaşamdan söz açacak ve yanakları coşkuyla yanıp tutuşacaktır. Onun yanaklarındaki ateş senin yanaklarını da tutuş­ turur. Çocuklar oğlan mı olsun, kız mı, bu konuda tartışacak, bir­ birinize gireceksiniz, sen daha çok oğlan olmasını is teyeceksin. O, evin çatısının tuğlayla kaplı olmasını isteyecek, sense daha çok. .. ama birden ırmaktan fazlasıyla yukarılara çıktığınızı göreceksiniz. Bir korku çullanacak üzerinize. Karşı taraftaki padavra çatılar ortadan kaybolmuştur, karşıda bundan böyle yeşil düzlükler ve ıslak çayırlar uzanır. Ya sizin tarafta? Yola dikkat et! Ortalık kararmaya başlıyor sabahleyin şafak söker gibi, öylesine kuru, ruhsuz. Gelecek uçup gitmiştir. Gelecek ırmak kıyısında yeşil düzlüklere açılan bir yoldur. Geri dönün! Şimdi ne olacak? Ü ç gün sonra kollarını omuzlarına dolamayı göze alamaz olur. Aradan bir üç gün daha geçince, i smini sorar sana, sen de onunkini sorarsın. Derken birbirinizin isimlerini bile bilemez olursunuz. Ve sorup öğrenmezsiniz de artık. Böylesi daha güzeldir. Birbiriniz için bir giz olup çıkmadınız mı? Sonunda yine suskun yürümeye başlarsınız yan yana. Sana artık bir şey mi soracak, acaba yağmur yağacak mı diye sorar. Kim bilebilir bunu! Giderek birbirinize daha çok yabancılaşırsınız. Gelecekten konuşmaya son vereli hayli zaman olmuştur. Artık birbirinizi seyrek görmeye başlarsınız, ama hala yeterince yabancılaşmış sayılmaz­ sınız birbirinize. Durun, sabırsızlanmayın. Günün birinde o da ola­ caktır. Günün birinde sana öyle yabancılaşacaktır ki, onu karanlık bir sokakta açık duran bir kapının önünde sevmeye başlayacaksın. Her şeyin bir zamanı vardır. İşte şimdi gelmiştir zamanı. "Artık uzun sürmez," der başındakiler. "Yakında bi ter." Ne bilir onlar? Her şey ancak şimdi başlamıyor mu? Bir gün gelecek, onu ilk kez göreceksin. O da seni ilk kez göre­ cek. İlk kez, yani: Bir daha asla. Ama korkmayın! Birbirinize veda etmeniz gerekmiyor, bunu yaptınız çoktan. Bunu daha önce yapmış olmanız ne iyi! 39

Tüm meyvelerin yine çiçeklere dönüşeceği beklentisiyle dolup taşan bir sonbahar günü çıkıp gelecek, her zamanki gibi bir sonbahar, o ışıl ışıl dumanla ve ayaklar altında cam kırıkları gibi duran, Üzer­ lerine basıp bir yerini kesebileceğin gölgelerle. Ve elma almak için pazara gittiğin bir gün gölgeler üzerine kapaklanıverirsin, umuttan ve neşeden düşüverirsin gölgeler üzerine. Genç bir adam hemen yardımına koşar. Sırtında düğmeleri vurulmamış bol bir ceket, gülümser, kasketini döndürür parmakları arasında ve söyleyecek bir söz bulamaz. Ama sonbaharın bu son aydınlık günlerinde neşeniz­ den yerinizde duramazsınız. Genç adama yardımı için teşekkür eder, bu arada başını biraz geriye atarsın, başındaki saç topuzları çözülüp dağılır ve sarkar aşağı. Bak sen, der genç adam, daha okula gitmiyor musun? Sonra arkasına dönüp yürür, bir ıslık oturtur dudaklarına. Böylece birbirinizden ayrılır, bir daha da görmezsiniz birbirinizi, hiç acı duymadan ayrılırsınız, ayrıldığınızı hiç bilmeden. Artık yine küçük kardeşlerinle oyunlar oynayabilir, yine onlarla ırmak boyunda kızılağaçlar arasındaki yolda yürüyüp gidebilirsin ve her zamanki gibi karşıda, ağaçların dorukları arasında evlerin padavradan beyaz çatıları görülür. Gelecek ne getirir sana? Oğullar değil, oğlan kardeşler getirmiştir, havada sağa sola sallayacağın saç örgüleri, havada oradan oraya savrulacak toplar. Kızma bu geleceğe, elinde olan en iyi şey budur. Okul başlayabilir artık. Henüz pek büyümüş sayılmazsın, henüz okulun bahçesinde büyük teneffüslerde başkalarıyla bir arada dolaşır, fısıldaşarak konuşur, kızarıp bozarır, gizli saklı gülersin. Ama bir yıl daha sabret, o zaman ip atlayabilirsin yine, duvarlar üzerinden sarkan dalları yakalamaya çalışabilirsin. Yabancı dilleri öğrendin çoktan, ama işin zorluğu geridedir, kendi anadilini öğrenmen çok daha zordur. On­ dan da zor olan, okuyup yazmasını öğrenmendir, ama hepsinden zoru her şeyi yine unutmaktır. Ve ilk sınavda her şeyi bilmen mi gerekiyor, sonunda hiçbir şey bilmen gerekmeyecektir. Başarabi­ lecek misin bunu? Yeterince bir suskunluğu üstelenebilecek misin? Yeter ki ağzını açmayacak kadar korkmaya başla, her şey yoluna girecektir. 40

Bütün okul çocuklarının giydiği mavi kepi yine baş ından çıka­ rıp askıya asar ve okuldan ayrılırsın. Yine güzdür mevsimlerden. Çiçekler çoktan yine tomurcuklara dönüşmüştür, tomurcuklar yine hiçbir şeye ve hiçbir şey yine meyvelere. Dört bir yanda senin gibi sınavı kazanmış küçük çocuklar yine evlerine döner. Hiçbiriniz de bir şey bilmez olursunuz artık. Sen de evin yolunu tutarsın, baban evde seni beklemektedir ve küçük kardeşlerin avazları çıktığı kadar bağırır, senin saçlarını çekiştirirler. Onları yatıştırır, babanı avu­ tursun. Çok sürmez, uzun gündüzleriyle çıkagelir yaz. Yine çok sürmez, annen göçer bu dünyadan. Babanla gider, onu gömütlükten alıp gelirsiniz. Bir zaman senin gibi, o da üç gün boyunca çıtırdayarak yanan mumlar arasında yatar yatakta. Söndürün mumların hepsini uyanmadan! Ama annen mumun kokusunu alır ve dirsekleri üze­ rinde doğrularak yapılan israftan ötürü usulcacık yakınır. Annenin öldüğü iyi olmuştur, çünkü küçük kardeşlerinle tek başına daha fazla yapamazdın. Ama annen var artık. Evde bütün işleri şimdi o görür ve sana da daha iyi oyun oynamayı öğretir, ne kadar öğrensen yine yeterince öğrenmiş sayılmazsın. Hiç de kolay bir hüner değildir bu. Ama hünerlerin en zoru da değildir henüz. Hünerlerin en zoru konuşmasını unutmak, yürümesini unutmak, bir çaresizlik içinde kekeleyerek konuşmaya çabalamak ve yerlerde emeklemek, sonunda da kundaklara sarılmaktır. Hünerlerin en zoru

sevilip okşanmalara katlanmak ve yalnızca gözlerle bakarak karşılık vermektir bunlara. Sabret! Çok geçmeden her şey yine yoluna gire­ cektir. Yeterince güçsüz durumda olduğun günü bilir Tanrı. Ve bu da doğduğun gündür. Dünyaya gelir, gözlerini açar, ama güçlü ışığa dayanamaz, yeniden kaparsın. Işık tüm bedenini ısıtır, güneşte kımıldanıp durursun, sen de varsın artık, sen de yaşıyorsun. Baban eğilir üzerine. "Bitti artık," der başındakiler. "Öldü!" Sesini çıkarma! Bırak konuşsun onlar!

41

Andlersch, Alfredl

1



[4.2. 1 9 1 4 Münih 2 1 .2 . 1 980 Berzona (Tessin) ] 928'de dördüncü sınıfını bitirdiği liseden ayrılarak kitapçılık öğrenimi gördü. Ardından bir süre işsiz kaldı.

Politikaya anlarak KPD'ye girdi, Komünist Partisi'nin

Güney Bavyera'daki gençlik örgütünün organizasyonuyla

ilgilendi. 1933'teki Reichstag Yangını'ndan sonra üç ay kadar Dachau toplama kampında tutuldu. Daha sonra KPD'den ayrılarak Münih ve Hamburg'da memur olarak çalışn. 1940' ta asker olarak kısa bir süre Fransa'da kaldı. Daha sonra 1 943'e kadar Frankfurt A.M.' de çalışnktan sonra 1 943'te yeniden askere alındı. 1944'te İ talya'da askerden kaçtı. Amerika'da tutsak kaldığı yıllarda Der Ruf isminde savaş tut· saklarının çıkardığı gazetede çalışn. Savaştan sonra Die Neue Zeitung gazetesinin kültür sayfasında E. Kastner'in redaksiyon asistanlığını yaptı. 1 948'den başlayarak ilkin Frankfurt rad· yosunda, ardından 1945-58 arasında Stuttgart radyosunda çalıştı. Daha sonra serbest yazar olarak Berzona' da yaşamını sürdürdü, 1972'de İsviçre vatandaşlığına geçti. Özgürlüğe kaçış, yalnızca askerden kaçışın anlatıldığı Die KirsdıenderFreiheit i simli yapınnın değil, genel olarak düzyazı çalışmalarının ve radyo oyunlarının ana temasını oluşturdu. Yapıtlarında ko· münizm ve nasyonal sosyalizmle, ayrıca çağdaş Alman yaşamı ve bu yaşam içinde varlığını sürdüren geçmişle hesaplaşn. Çağdaş anlannın çeşitli olanaklarını denedi. Düzyazı ve radyo oyunu alanındaki çalışmaları dışında çok sayıda denemeler, gezi kitapları kaleme aldı, çevirileryapn.

FLÜT ÇALAN PİLOTLA DİANA Yaklaşık bir metre doksan santim boyundaydı Kontes Diana. Bu da az buz bir şey değildi. Etrafında oynaşan iri iki köpekle Blaubart sahili boyunca yürüyüp giderken, denizden Korbbaken kumluğu kıyısına yaklaşan balıkçılar için uzun bir siluet çizip ufkun içine 43

oturtuyordu. Blaubart'ta yaşad ığı yirmi bir yaz, keten pantolon­ lardan, yüksek konçlu, daracık lastik çizmelerden başka bir şey giymedi ayaklarına, eskiyip havı dökülmüş bir deri ceketten başka bir şey sırtına geçirmedi. Sıcak günler bunun dışındaydı tabii. Böyle günlerde kumlardaki çukurlardan birine anadan doğma uzanıp yattı, bir yılanbalığı gibi kıvrılıp bükülerek güneşlendi, şimdiye kadar kimsenin kendisine aslında bir kadın için hiç de sıska, boyu hiç de fazla uzun olduğunu söylemediği çıkıp gitti aklından. Bir babası vardı, ara sıra kendisini sevip okşamış, "Yavrucuğum, uzun olmaya bir fasulye sırığı gibi uzun boyun, buna karşılık ayrı bir güzellik var sende," demişti. Yalan da değildi hani, sıska vücudunu sanki tüyler­ den saydam, ipeksi bir cilt sarıp sarmalıyor, yürürken bazen iri iri, güzelim gözleri çevreyi kolaçan eden kocaman güzelim bir kuşu, belki bir turnayı anımsatıyordu biraz. Ama kimse bunu fark ediyora benzemiyordu. Farkına varan biri olmuşsa da, en azından bunu açığa vurmamıştı. İlk bakışta çirkin görünen bir kadına içinden gele­ rek kompliman yapayım demez kimse, çünkü yapacağı kompli­ manın onun özürlü taraflarını yumuşatıp hafifletecekken daha çok öne çıkaracağından korkar. Çirkin, güzel, Kontes Diana bunu daha vaktinde görmüş, gördüğü için de kalkıp Blaubart'a gelerek buraya yerleşmişti. Yaptığı şey doğru muydu, değil miydi, söylemesi güçtü. Babasının kendisinde fark ettiği ayrı güzelliğin Blaubart'ta kuşkusuz farkına varacak kimse yoktu, çünkü Diana'nın geride kalan ömrü­ nün al tmış iki yazında - şunu da söyleyelim ki, şimdilerde nerdeyse doksanına varmıştı - Blaubart'ta bütün gördükleri kendisine her yıl kuzey sahilinden koyun tüyü getiren bir köylüden, bazen sular çekil­ diği için Hever ırmağına ulaşmakta geç kalıp zorla ellerine tutuştu­ rulan boş zamandan yararlanarak, o Genever marka ünlü Hollanda peynirinin bir kez daha tadına bakmak üzere Kontes Diana'nın ziya­ retine koşan birkaç balıkçıdan, ara sıra da Rungholt kumsalında eski bir çanak çömlek kırığı bulabilirim umuduyla kalkıp Blaubart'a gel­ miş bir arkeologdan oluşuyordu. Böyle olunca komplimanlar, iltifat­ lar için pek fırsat çıkmıyordu elbette, ama Kontesin kendisi böyle kararlaştırmıştı; bu konuda fırsatların çıkmasını istemiyor, daha çok 44

bunu önleyecek yollara başvurmaktan hoşlanıyordu. Dolayısıyla, kendisine gösterilen bütün hayranlık, Korbbaken kumsalı kıyısında midye avlayan bir balıkçının ağzıyla gözleri arasındaki dar mekanda gerçekleşiyordu; yeter ki Diana'nın uzun boylu, cılız siluetinin far­ kına varsın bu balıkçı, başkaları gibi ağzını büzüp sırıtarak Diana'ya bakmıyor, sadece göz uçlarını bir gülüş dolduruyordu ki bu da Kon­ tes Diana için bir zafer sayılırdı. Ama ne balıkçının ne Diana'nın ken­ disi farkındaydı olup bitenin. Kontes Diana, iki savaş arasında her yıl kış aylarını Roma'da geçiriyordu. Holstein'daki akrabala rın dan nefret ediyor, bütün kışı beğeni duygusunu inciten mobilyalar arasında geçirmeye bir türlü katlanamıyor, hele bu mobilyaları kendilerinde barındıran sarayla­ rın yapılışlarındaki soyluluğu düşündü mü, söz konusu katlanıl­ mazlık duygusunu daha da güçleniyordu içinde. Her yıl Bayreuth'a giden Retzlaff'lar, kuzeyin o sıra moda olan mitolojisine ilgi duy­ maya başlamış, denizden kazanılmış yer üzerindeki evlerini Münih' teki bir marangozdan aldıkları Lenbach üslubundaki mobilyalarla donatmışlardı. Diana, bu mobilyalar arasında en iyileri olan birkaç · Frizonı ı sandığıyla Danimarka'dan getirtilmiş o sessiz Biedermeier'i kurtarıp Blaubart'a taşımıştı. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Wotan oyma duvar kaplama­ larının - Diana, Münih'ten alınmış çirkin şeyleri böyle niteliyordu­ çevreye saldığı düzeysiz politik entrika havasının bir zamanlar Tele­ • .. mann' ını ı ve Buxtehude'ninı ı incelikli aşina müziğinin egemen ..

olduğu odalara üşüşmesinden bu yana kuzeni Detlev um Retzlaff'ın evine artık hiç ayak attığı yoktu. Detlev'e karşı, " İğrenç şey," demiş(• l

( .. J (•••ı

Frizonlar: Kuzey Denizi kıyılarında yerleşik, 111. yy. sonuna doğru Schlezwig-Hollstein'a ve güneyde Hollanda'ya kadar yayılan, bir ara Karolenjlerin egemenliği altına giren, Ka­ rolenjlerin yıkılması üzerine bağımsızlıklarına kavuşan bir Batı Germen kavmi. (Ç. N.) Telemann, Georg Philipp (1681-1 767). Barok dönemin ünlü bestecilerinden. (Ç. N.) Buxtehude, Dietrich (1 637-1707). Danimarka doğumlu, Alman Barok döneminin ünlü bestecilerinden. (Ç. N.) 45

ti, "bu gezgin satıcılarla bütün çevreyi zehirliyorsun. Sahil bölgesin­ deki köylüler üzerinde bizim söz sahibi olduğumuzu bilmiyorsun sanki!" Detlev onu iknaya çalışmışsa da başaramamış, kuzeninin konuşmasının arka planında Diana bir gezgin satıcının ses tonunu açıkça işitir gibi olmuştu. İğrenç şeydi doğrusu! Kalitesiz malları pazarlayan, ne pahasına olursa bunları elden çıkarmaya bakan bu gezgin sa tıcıların konuşma üslubuyla Retzlaff ailesinden biri! "Ya ben gelir giderim bu eve, ya o haki üniformalı insan sürüsü!" diyerek kesip atmıştı Diana. Ne var ki, kuzeni Detlev gezgin satıcılarla fazla içli dışlı olmuştu. Hükümete muhalifbiriydi, kontes de öyleydi, ama kulaklarını Rheinhold l' l ezgilerinden başka seslere tıkamış biri gibi muhalefet yapmakla, kulakları açık, Blaubart üzerinde al kuşaklı ördeklerin seslerini işitebilen biri gibi muhalefet yapmak arasında büyük fark vardı. 1934 yılının güz sonlarıydı ki, Roma'da bir adam çıktı Kontes Diana'nın karşısına; nihayet adam kendisine adeta hayranlık duyan biriydi, en azından zamanla Diana'nın bir dostu oldu. Spontini isminde bir rahipti bu. San Paola kapısının yanı başında, Olivetan tarikatına ait küçük bir manastırda yatıp kalkıyor, şaka yollu vur­ guladığı gibi "fuori le mura" yaşıyordu. "Duvarlar dışında yaşıyo­ rum Contessa Diana, kuzeyin çok yukarılarındaki adanızda sizin yaşadığınız gibi," diyordu gülümseyerek ikide bir. Diana, Rahip Spontini'yi Oriolos'lardaki bir akşam toplantısında tanımıştı . Yaşlı prensin bir faşisti dünyada evine davet etmeyeceğini bildiği için severek gittiği bir yerdi Oriolos'lar. Zaten Kontes toplumsal yaşama katılmaktan kendini uzak tutan biriydi . Dolayısıyla, Roma'da ner­ deyse Blaubart'taki kadar yalnızdı, İspanyol Merdiveni yakınında İngilizlerin çalıştırdığı sakin bir pansiyonda kalıyor, buna karşılık sigara dumanıyla dolup taşan gürültülü, küçük sinemalara gidiyor, Almanya'daki sinemalarda gösterimi yasaklanan bütün filmleri sey