Demokrasi, Hukuk Devleti ve Sivil Toplum [1 ed.]
 9786054915330

Citation preview

DEMOKRASİ HUKUK DEVLETİ VE SİVİL TOPLUM

ALİ DEMİR

1

Eser Adı: DEMOKRASİ, HUKUK DEVLETİ

VE SİVİL TOPLUM Ali DEMİR

ISBN: 978-605-4915-33-0 Yayıncı Sertifika No: 61978 Kalan Basım Yayın Dağıtım (Kalan Yayınları) Bahçelievler Mh. Yıldırım Sok. Demirdağ Apt. No:19. Batman [email protected] Baskı Tarihi: 2022, Ankara. Baskı: Boyut Tanıtım Matbaacılık Basım Yayın San. ve Tic. Ltd. Şti /Ankara Sertifika No: 49840 Bu eserin bütün hakları saklıdır. Yayınevinden izin alınmadan kısmen veya tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.

2

DEMOKRASİ HUKUK DEVLETİ VE SİVİL TOPLUM

ALİ DEMİR

3

4

Ali Demir, sosyal hizmet, siyaset bilimi ve kamu yönetimi bölümlerini Zürich Üniversitesi’nde bitirmiştir. Doktora tezini sosyoloji teorilerinden yola çıkarak siyaset felsefesinde tamamlamıştır. Tezin adı: Original: Von Muhammad zu Atatürk: Eine Analyse des türkischen Pfades in die Moderne anhand der Theorie des kommunikativen Handelns von Jürgen Habermas [Moderne-Hz. Muhammed’den Atatürk’e: Jürgen Habermas'ın İletişimsel Eylem Teorisine Dayanarak Türk Yolunun Moderniteye Gelişiminin Analizi] Halen, Avrasya Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde Doktor Öğretim Üyesi olarak çalışmakta ve ders vermektedir.

5

6

İÇİNDEKİLER

1. KİMİ TEMEL KAVRAMLAR, TESPİTLER VE BELİRLEMELER…………………………………... 9 2.

OSMANLI İMPARATORLUĞU ............................ 23

3.

DEMOKRASİ, HUKUK DEVLETİ VE KAMUSAL ALAN....................................................................... 38

4.

POLİTİKA VE SİYASET ........................................ 53

5.

İMAMOĞLU RÜZGÂRI......................................... 57

6.

TÜRKİYE’DE PARTİ SİSTEMİ, DEMOKRASİ VE HUKUK DEVLETİ ................................................. 63

7.

KANUN, KURAL VE İSTİSNA .............................. 77

8.

SANAT, BİLİM VE SİYASET................................. 85

9.

TEHLİKE, RİSK, İLAHİ GÜÇ, İDEOLOJİ VE PARA ...................................................................... 97

10. AHMET ŞIK’IN HDP’DEN İSTİFASI, KÜRT AVUKATLAR VE DEMOKRAT YAZARLAR .. 119 11. AYASOFYA İLETİŞİMİ ...................................... 128 12. BİR ASIR SONRA SYKES-PİCOT ANLAŞMASI VE ÖZGÜRLÜK KARARI…………………....…135

7

8

1. KİMİ TEMEL KAVRAMLAR, TESPİTLER VE BELİRLEMELER 1.1. Siyaset Günlük dilde farklı anlamlarda kullanılan siyaset kelimesi Arapça’dan Türkçe’ye geçmiştir. Siyaset kavramı siyasa SWS veya sâsa kökünden gelir ve yönetmek, yönlendirmek, eğitmek ve yetiştirmek gibi anlamları vardır. Siyaseti bir yandan ve öncelikle bu kültürel arka planla atları tımar eden, yetiştiren, eğiten ve bakımıyla ilgilenen kişi olan seyisle ve öte yandan da daha soyut düzlemde şehir ve insan yönetim sanatıyla ilişkilendirmek mümkündür. Siyasetin bu ikinci anlamı daha çok politika kavramıyla ilişkilidir. Politika kavramı ise Antik Yunandaki şehir devletlerinde geliştirilmiştir. Politika, burada kamusal alan olarak tesis edilmiş, kurgulanmış özgürlük ve eşitliğin olduğu polis kavramına dayanmıştır. Polis burada şehir devletleri, ve polites ise polis içerisinde yaşayan yurttaşlar anlamına geliyor. Bunların birlikteliği ile oluşan devlet yapısı, siyasal rejim ve anayasal sistem ise politeia kavramına denk düşer. Politica bu anlamıyla hem yurttaşların hak ve özgürlüklerini ve hem de devletin egemenlik anlayışını birbiriyle ilişkilendiren sanattır. Bu tarihsel arka plandan yola çıkarak şu tespiti yapmak mümkündür: Antik Yunanda bu olguları, eylemleri, kurumları ve beklentileri birbiriyle ilişkilendirerek, kurgulayarak dillendiren birden fazla kavram vardır. Politica, Türkçe’deki politika şehir devleti olan polisin, bugünkü anlamıyla devletin anayasa gibi önceden belirlenmiş bir ilke çerçevesinde yönetim sanatıdır. Günümüz Türkçesinde siyaset ve politika gibi iki kavram bulunmaktadır. Siyaset, uzun erimli bireyin, toplumun ve devletin çıkarlarını savunmak anlamına gelirken, politika 9

daha çok günlük pozisyon, çıkar ve fikir çatışmaları üzerine kurulu eylemleri kapsar. Türkçe’den farklı olarak Almanca’da sadece politik ve İngilizcede ise bu olguları kapsayan üç kavram geliştirilmiştir. Bunlar; polity, policy ve politics’tir. Polity, devletin anayasasına, yapısına dair geliştirilen önermeleri, önerileri, siyasal eylemleri içerir. Örneğin Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ne geçiş buna bir örnek teşkil eder. Buna karşın policy, bir bakanlığın, bir alana, yere ya da gruba dair önerdiği genel değişikliklerin adıdır. Örneğin, covid-19 ile birlikte geliştirilen HES uygulaması, devletin yap-işlet-devret politikaları gibi. Ve son olarak politics kavramı ise günü kurtarma üzerine yapılan öneriler, suçlamalar, medyatik, bireysel çıkışlar gibi eylemleri kapsar. MHP genel başkanı Bahçeli’nin CHP genel başkanı Kılıçdaroğlu’nun kişiliğine dair yaptığı yorumlar buna bir örnek teşkil eder. 1.2. Demokrasi Bir sanat, eylem anlamında siyaseti tabi ki “nerede siyaset ve niçin siyaset?” sorularından ayırmak gerek. Siyaset bu anlamıyla iyi/kötü, doğru/yanlış, güzel/çirkin, adil/adaletsiz gibi nitelemeleri içerir. Yani, iyi siyaset olabileceği gibi, kötü, yanlış ve adaletsiz siyaset de siyasete girer. Kimin için siyaset derken, özellikle günümüzde siyaset hemen demokrasiyle ilişkilendirilir. Bu sadece yanlış ve yanıltıcı değil, ama aynı zamanda demokrasiye de zarar veren bir anlayıştır. Her şeyin, her eylemin demokrasi için yapıldığı bir uzamda hiçbir şey demokrasi için yapılmıyor, yapılamıyor anlamına gelir. Demokrasi özellikle de günümüzde herkes tarafından kabul gören bir sistem olduğu için ve demokrasiler siyasal eşitliği ve özgürlüğü güvenceye almak ve korumak sözünü verdikleri

10

için, bu sanki yapılıyormuş, yaşanıyormuş gibi algılanabiliyor. Bir toplumda yaşayan insanların siyaset ve demokrasi anlayışları, orada yapılan siyaset ve yaşanılan demokrasi biçimine direkt yansıdığı için, her yanlış ve/veya eksik anlaşılma demokrasiye zarar verir. Aynı şekilde, demokrasiden demokrasinin sunamayacağı icraatlar beklenirse, bu da demokrasiye zarar verir. Bu ise bize siyaset ile demokrasi arasındaki farkın açıklanması gerektiğini söylemektedir. Demokrasi siyasetin bir biçimidir. Çağdaş demokrasileri en genel anlamıyla doğrudan ve temsili demokrasi kategorileri altında incelemek mümkündür. Ama buraya gelmeden önce demokrasi kavramının Antik Yunan kültürünün şehir devletlerine kadar dayanan tarihsel arka planının olduğunu ve çağdaş demokrasilerin çoğunluk yönetiminin çoğunluğun baskısına dönüşmesini engellemek üzerine kurulduğunu söyleyebiliriz. Antik Yunan kültüründe demokrasi küçük bir zümrenin kendisini ve yönetime katılmayan, yönetimden dıştalanan yönetilenleri yönetmesi olarak anlaşıldı. Yönetime katılamayan fakirler, bayanlar, yabancılar ve köleler demokrasinin, yani yönetmenin ve birlikte alınmış kurallar çerçevesinde yönetilmenin dışındaydılar. Demokrasiyi; yönetilenlerin, yönetenlerin yönetimini iyi/doğru/ adil olduğuna dair olan inançları şeklinde tanımlamak mümkün. Bununla birlikte demokrasi her şeyden önce birlikte doğru, ortak ve iyi kararlar alma mekanizmasıdır. Demokrasiyi, geniş halk kesimlerinin, karar verme ve verilen kararları uygulama mekanizmasına aktif katılımı olarak da tanımlayabiliriz. Eskiden farklı olarak günümüzde sadece doğru, ortak ve iyi değil ama aynı zamanda bu iyiye katılımın kendisi de demokrasinin belirgin bir özelliğidir.

11

Demokrasi kelimesinin kökleri Yunanca’dan gelir. Demokrasi iki ekten oluşur; demos, halk anlamına gelirken; kratos, yönetim demektir. Temel anlamıyla demokrasi, yönetimde hükümdarların ya da soylular sınıfının değil, halkın egemen olduğu bir siyasal düzendir. Demokrasi ortak çıkarları savunmak, yurttaşların, vatandaşların ve daha genel olarak bütün katılımcıların gereksinimlerini karşılamak üzerine kurulu bir ortak karar verme sürecidir. Bunu yaparken de, bireylerin ahlaki öz gelişimine ket vurmaksızın ve herkesin çıkarını savunarak yapması gerekir. Demokrasiler bu yönüyle sadece kimi kültürel farklılıklar göstermekle kalmazlar, ama aynı zamanda ondan farklı şeyler beklediğimiz için, demokrasi sürekli gelişime ve/veya gerilemeye de açık olan bir siyasal düzen olarak görülür. 1.3. Aristoteles’in Demokrasi Anlayışı Yukardaki bu açıklamalardan sonra, şimdi Antik Yunan filozofu Aristoteles’le siyaseti yönetim anlayışı olan demokrasilerden daha net bir şekilde ayrıştırabiliriz. Aristoteles demokrasiyi diğer siyasal sistemlerle karşılaştırarak tanımlar ve değerlendirir. Aristoteles’e göre üç gerçek ya da anayasaya bağlı yönetişim biçimi olan devlet ve bunlara da denk düşen üç bozulmuş ya da despotik devlet yönetim türü vardır. Aristoteles’e göre anayasaya bağlı devlet biçimleri doğal ve bütün topluluğun yararı kriterine uyarken, despotik devlet yönetimlerinin hiçbiri bütün topluluğun yararını amaçlamaz. Monarşi, kralın ortak iyiliğini amaçlayan bir kişinin yönetimidir. Buna karşın bunun bozulmuş hali olan tiranlık ise tek yöneticinin çıkarı için tek’in yönetim anlayışıdır. Yine aynı kriterden yola çıkarak Aristoteles aristokrasiyi bir kişiden çok, ama bir azınlığın yönetimi seklinde tanımlar ve buna karşıt olarak oligar-

12

şiyi koyar ve onu ise varlıklı bireylerin çıkarını savunan siyasal sistem olarak tanımlar. Aristoteles, demokrasiyi ise ikiye ayırır. Ona göre; ılımlı demokrasi bütün topluluğun iyiliği için yurttaşların hepsinin uyguladığı yönetimdir. Bunun bozulmuş hali ise çokluğun demokrasisidir ve bu anlayış yoksulların çıkarını savunur. Yoksullar ise bütün toplum olmadığı için, bütün toplumu temsil etmediği için çokluğun demokrasisi kötü bir siyasal sistemdir.1 Aristoteles günümüzde hâlâ demokrasi ve siyaset anlayışına ışık tutan bir düşünür olarak kabul görmektedir. Bununla birlikte günümüzün demokrasilerini Antik Yunan demokrasilerinden ayırt eden iki önemli fark vardır. Bunlardan biri, günümüzde demokrasiye sadece zengin, soylu ve bayların değil; kadınlar, fakirler ve hatta vatandaş olmayanların da katılabiliyor olmasıdır. Nitekim, en geniş ve en bilgin katılım (katılanların, kararlarını; bilerek, bilgi üzerine kurarak vermeleri anlamında), demokrasinin kalitesini oluşturan kriterlerin başında gelmektedir. Diğer bir fark ise, bugün bireylerin, yurttaşların, vatandaşların ve de ilgililerin kan bağı üzerine kurulu olduğu ailevi kurumlar değil de, ortak çıkar ve fikirlerden hareketle herkesin katılabileceği kurumlar aracılığıyla yönetime katılma şansımızın olmasıdır. Dernekler, siyasal partiler ve hareketler bunlara birer örnek teşkil ederler. Bundan dolayı, geçmişten farklı olarak günümüzdeki demokratik siyasal akımlarda etkin olan bireyler sahip oldukları özgürlükler sayesinde iktidarın, devletin kimi hukuksal çerçevede sınırlanmasından yana belirleyici tavır takınabiliyorlar.

1

Aristoteles (1909): Nikomachische Ethik. S. 183-186. Jena.

13

Rönesans’la birlikte kolektifin içinde kaybolan birey tarihin belirleyici aktörü olmaya başlamıştır. Birey, kendisini, karar ve eylemlerine bağlı insan-severliği üzerinden tanımlamaya başlamıştır. Tanrı değil de insan, evrenin merkezine konuldukça, Descartes’in “düşünüyorum o halde varım” cümlesi, her geçen gün daha bir anlam kazanmaya başlamıştır. Tanrıdan özerk bir insan anlayışı kanıksanır olmuştur. Rönesans ve Reformasyonla birlikte bu anlamıyla sadece yeni mezhepler ve kiliseler ortaya çıkmamış, ama aynı zamanda vicdan özgürlüğü, hoşgörü, toplumlar arasında eşitlik, mülk güvenliği ve buna uygun hukuksal bir çerçeve de belirmeye başlamıştır. Bu temel, günümüzde özgür, bağımsız ve kamu yarına eyleme geçen bireyin, iktidarın değil de sivil toplumun gücüne dayanarak İngilizce’deki karşılığıyla public intellectual’ın gerektiğinde kamuda yönetenlere diş geçirebileceği bir ortam sağlamıştır. 1.4. Katılımcı ve Temsili Demokrasi Günümüzde hemen hemen her ülke, demokrasiyle yönetildiğini iddia eder. Demokrasiler ise Aristoteles’ten farklı olarak ılımlı ve çokluk değil de, katılımcı (doğrudan demokrasi) ve temsili demokrasi (endirekt demokrasi) olarak ikiye ayırabiliriz. Doğrudan demokraside temel olarak halk, aracılara gerek kalmaksızın kendi kendisini, bu anlamıyla doğrudan yönettiği bir yönetim şekliyken, temsili demokrasiler de halk, temsilcileri aracılığıyla yönetilir. Bununla birlikte günümüzde doğrudan demokrasiyle yönetilen hiçbir ülke yoktur. Demokrasiyi, ‘en geniş halk kesimlerinin katılımıyla ve uzun erimde de doğru/iyi/adil olma ihtimali yüksek olan yönetim biçimidir’ şeklinde tanımladığımızda, demokrasinin Abraham Lincoln formülüyle neden “halkın halk tarafından halk için yönetmesi (government of the people, by the people, for 14

the people)” olduğu daha rahat anlaşılacaktır. Bu ise bize aynı zamanda neden modern toplum bireylerinin oligarşi ve aristokrasinin, yani halkın değil de ayrıcalıklı olduklarını düşündükleri küçük bir grubun iktidar olduğu bir yönetim biçiminin doğru/adil/iyi olmadığını düşündüklerine bir cevap vermektedir. Günümüzde demokrasi, halkın, elitlerin iyi, doğru ve adil kararlarına sadece katılımı değil, ama aynı zamanda uzun erimde de iyi olma ihtimali olan kamusal kararları birlikte alma, hatta belirlemesi mekanizmasıdır. 1.5. Çağdaş Siyasal Akımlar Bu mekanizmaya özellikle de toplumun dinamik kesimlerinin dahil edilmesi sağlamak, demokratik yönetimin önkoşuludur. Bu kesimlerin katılımı ise yukarıda değindiğimiz siyasal hareketlerle mümkün. Aşiret, soylu beyler ve doğuştan yönetmeyi hak ettiğini düşünenlerden farklı olarak çağdaş siyasal akımlar toplumum sürekliliği ile bireyin özgürlüğü arasındaki o hep var olan ve var olacak olan gergin ilişkiyi narin bir iletişime dönüştürme rolünü üstlenmek için tarih sahnesine çıktılar. Sadece dinler değil, sadece dinsel öğretilerle değil, ama aynı zamanda çağdaş siyasal akımlar ve onların dünyevi anlayışlarıyla da aidiyetlikler ortaya çıkmaya ve sunulmaya başlandı. Bu narin ve gergin iletişimin varlığını günümüzün en önemli kurumlarından biri olan hukuk ile demokrasi arasındaki ilişkide de görmek mümkündür. Hukuk; toplumsal ilişkileri evrensel olma ihtimali olan prensipler ışığında ve dışsal, devletin yaptırım gücünü, zoru kullanarak düzenleyen kurallar, ödevler ve yasalar bütünü olarak tanımlanabilir. Hukuk bu anlamıyla yaptırımcı gücünü devletin kolluk güçlerinden alır. Hukuk aynı zamanda bu kuralları, yasaları, ödevleri, hakları ve prensipleri inceleyen bilimin de adıdır. Her iki şekilde de hukuk doğası gereği 15

kimi genel prensiplerden yola çıkarak, ama son tahlilde var olanı koruma fikri üzerine kuruludur. Hukuk bu anlamıyla çoğunluğa rağmen varlığını sürdüren, hatta ona karşıtlığıyla kendisini tanımlayan elit bir kurumdur. Buna karşın demokrasi, var olanı yeni oluşan durum, istek, çıkar ve fikirler çerçevesinden yeniden değerlendirme ve değiştirme azminin kurumudur. Demokrasi ve hukuk gerginliği, özetle, çoğunluğun, yani demosun, halkın, demokrasiyle seçilmişlerin değil de, evrensel olma ihtimali olan, elitlerin üzerinde mutabık oldukları ve bu anlamıyla uzun erimde de doğru olma ihtimali yüksek olan kararların “sadece bu elitler tarafından da” alınabileceği anlamına geliyor. Çağdaş siyasal akımlar, bireyin özgürlüğünden ve iktidarın, devletin kimi hukuksal çerçevede sınırlanmasından yana tavır takınır. Rönesans, Reformasyon ve Aydınlanmayla ortaya çıkan yeni mezhepler, kiliseler ve siyasi akımlar yeni tip insan, yeni tip yaşam biçimlerini de beraberinde getirmiştir. Bu ise toplumun ve yapısının doğal, Allah vergisi olmadığını gösteriyordu. Bu dönemi bir yandan Thomas Hobbes, John Locke, Jean-Jacques Rousseau gibi toplumsal sözleşme kuramcılarıyla ve diğer yandan da bilim, teknik, mantık ve felsefedeki dönüşümlerin aktörleri olarak Galileo Galilei, Thomas Newcomen, Alessandro Volta ve İmmanuel Kant ile birlikte anmak gerek. Bu gelişmeler ve aktörlerin fikirleri sayesinde birey-toplum, birey-kültür arasında kimi gerginliklerin olduğu gerçeği de artık geniş halk tabakaları tarafından da öğrenilmiş ve kabul edilir olmuştur. Bilginin çoğalması, bilimin daha etkili olması ve bu yeni gerçekliklerin artık herkes tarafından kabul edilmesi yeni bir toplumsal düzenin gerekliliği anlamına geliyordu. Bu yeni, sadece toplumdan ve Tanrı-

16

dan özerk bir insan anlayışının gelişmesine değil ama aynı zamanda F. Nietzsche’ye “Tanrı öldü.” dedirtti. Bu yeni anlayışa göre evren, dünya ve toplum artık Tanrı merkezli değil, insan merkezli olması gerekiyordu. Bununla tutarlı bir şekilde, “dulce et decorum est pro patria mori/ yani vatan için ölmek tatlı ve şereflidir.” vecizesi tek gerçek olarak değil de, geçerli olma ihtimali olan önermelerden sadece biri olarak görülmeye başlanmıştır. Bu yargının geçerliliğini kaybettiği bir toplumsal ortama girilmesiyle de, yeni toplum kuramları mümkün ve siyaseten de istenir olmaya başlanmıştır. 1.6. Özgürlük ve Eşitlik Marksistler liberal kuramcılara karşın toplumun özgürleşmesi için güçlü bir devlete ihtiyaç duyulduğundan hareket ederler. Özgürlükle de, sadece düşünsel üst yapıyı değil, ama aynı zamanda onun sosyo-ekonomik alt yapı üzerindeki belirleyici rolünü kastederler. Özgürlük, ancak eşit şartların sağlanmasıyla oluşabilecek bir ortamdır. Özel mülkiyetin olduğu bir mekânda, farklı, hatta baskıcı ekonomik ortamın olduğu anlamına gelir ve böyle bir ortamda bireyler özgürlüklerini birbirlerinin dezavantajlı olmalarından kazanırlar. Birinin özgürlüğü diğerinin zorunluluğu anlamına gelir. Bunu gidermek için, öncelikle eşitlikçi bir toplumun yaratılması gerektiğine vurgu yapılır. Eşitliğin karşıtı olarak zorunluluk, eşitsizliğin hüküm sürdüğü yerde varlık gösterir. Dolayısıyla, eşitliğin sağlandığı bir ortamda özgürlük sorunu da ortadan kalkar. Diğer bir çağdaş siyasal akım ise sosyal demokrasidir. Sosyal demokratlar, Marksistlerin özgürlük yerine eşitliği savunmalarını yanlış bulurlar. Öncelikle, Marksistler, bireyler fakirleştikçe, onların özgürlük istemlerinin artacağını düşünüyorlardı. Sosyal demokrasi işsizlik, hastalık güvencesi, fabrika çalışma koşullarının iyileştirilmesi, çalışma saatlerinin 17

düzenlenmesi gibi konulardaki istekleriyle öne çıktılar. Akımın önderlerinden olan Bernstein, Karl Marx’ın iddiasının tersine servetin her geçen gün daha az kişi ve şirkette monopolleşmediği, bundan dolayı küçük ve orta boy ölçekli işletmelerin yok olmadığı ve de sosyal sınıflar arasında antagonist kutuplaşmanın artmadığını dillendirdi. Bunlar yerine proletaryanın durumunda izafi bir iyileşmenin, diğer bir deyimle Marksist kuramın iddia ettiğinin tersine, proletaryanın kapitalizmle zenginleştiğini ve orta sınıfın ise büyüdüğünü belirtiyordu. Sosyal demokrasi perspektifinden özgürlük ve eşitlik ikilemi açısından bu şu anlama gelir: kimi insanların daha bir özgür olmaları eşitlik ilkesine ders değildir. Tersine; kimi insanların/grupların daha fazla özgürlüklere sahip olması, diğer bütün eşit olan herkese de faydalıdır. 1.7. Dinsel Yaşamın İlkel Biçimleri Toplumsal devinimci siyasal gerçeklik, aslında Roland Ingelhart’ın deyimiyle “sessiz devrim”, yani yavaşça değişen sosyolojik alt yapının bir yansıması olarak tarif edilebilir. Bu tezi savunmak için Emiel Durkheim’in “Dinsel Yaşamın İlkel Biçimleri” isimli kitabı iyi bir kaynaktır. Durkheim’in bu kitabı her ne kadar din sosyolojisi anabilim dalına ait bir eserse de, aynı zamanda bir bilgi sosyolojisi araştırmasıdır. Durkheim döneminde bilginin edinimi ve bu edinimin kavramlaştırılmasına dair iki ana yaklaşım vardı: Ampirizm ve apriorizm. Ampirizme göre kavramlar, duyusal deneyler yoluyla edilir. Apriorizm anlayışına göre ise kavramlar, doğuştan gelen yetilerle edinilir. Durkheim bu iki görüşe de karşı çıkmıştır ve kavramların toplumsal bir inşa, toplumsal bir yaratım, toplumsal bir katılımla oluştuğunu yazmıştır. Durkheim, felsefenin temel kategorileri olan zaman, mekân,

18

sınıflandırma, kuvvet, nedensellik ve bütünlük gibi kategorilerin öncelikle dini kurumlar aracılığıyla oluşturulduğunu ve bu kurumların ise aslında var olan toplumsal gerçekliklere, istemlere ve deneyimlere denk düştüğünü sanıyordu. 2 Buradan bakıldığında bilim, dinsel kuramların deneyler ve mantık yoluyla dünyevi kavramlarla ve dünyada oluşturulma çabasıdır. Din; düşünme, kavramlaştırma, bilim ve kurumlar, kurumsallaşma daha önceden örgütlenmiş bir toplumsal ilişkiler bağlamında oluşur ve anlaşılır. Bir olguyu doğru veya yanlış bulmak, ancak bu kültürel arka planı kavradıktan sonra mümkündür. Toplumsal olgular bu ilintileme, ilişkilendirme süreci içinde oluşur ve açıklanabilirler. Bunlar arasındaki bağlantıları kurmak, sosyal bilimin işlevlerinin başında gelir. Bilim bu çerçevede aslında dinden ayrışıp özerk hale gelen ama dindeki aşkınlık istemini hâlâ koruyan bir kurumdur. Eski toplumlarda bireyler aşkınlığı din yoluyla ararken, modern toplumlarda bu arayış dinden çok bilimle olan uğraşla aranılan bir tercihe dönüşmüştür. Bunu sadece din-bilim ilişkisinde değil, ama aynı zamanda toplumdaki yansımalarında da görmek mümkündür. Kolektif coşku buna bir örnek teşkil eder. Tarihsel süreç içinde var olan, var olagelen temel ahlaki ve bilişsel kategoriler bile değişir ve en nihayetinde yeni kural, kurum ve kategorilere evrilirler. Ancak bunların oluşumu kolektif bir coşkuyla taçlandırılmışsa, bunların uzun süre yaşamaları ihtimal dahilindedir. Reformasyon, Rönesans, uluslaşma ve sosyal devrimler bu türden kolektif coşkuların tekrarlandığı, tekrardan kurumsallaştığı dönemlerdir. Tamda bu kolektif coşku sayesinde bireyler gerektiğinde va-

Durkheim, Emile (1981): Die elementaren Formen des religiösen Lebens. S. 27. Frankfurt am Main: Suhrkamp. 2

19

tanı, bayrağı ve özgürlüğü için canını vermeye hazır olabiliyor. Böylece gerçekliklerle semboller arasındaki iletişim toplumsal düzlemde sadece yenilenmedi ama aynı zamanda dünyevileştirildi. Birey kültü tamda bu dünyevileşmiş kolektif coşku bilincinin bireyselleştirilmesidir. Durkheim’a göre toplumlar geliştikçe, dünyevileştikçe, modernleştikçe o toplumda yaşayan bireyler, dinsel kategorilerin belirleyiciliğinden daha bir özgürleşir; birey eski toplumlarda ancak toplumun bütün kurallarını topyekûn kabul ettikçe toplumda yer sahibi olabilirdi. Buna karşın modern toplumlarda birey topluma rağmen, gerektiğinde topluma karşı da varlığını kurup sürdürebilir. Durkheim bu çerçevede ahlaki bireyciliği egoizmden ayrıştırır. Durkheim’e göre insan, homo duplex (dual) kavramıyla açıklanmalı ve anlatılmalıdır. İnsan hem aşkın bir dünyada hem de mecburiyetler dünyasında ve aynı zamanda yaşamaktadır. Mecburiyet dünyasında insanlar çalışarak, tek başına yaşayabilmeyi becerdikçe ve gerektiğinde diğer bireylerle savaşarak kendisini var edebilir. Ancak birey sadece bu profan (dünyevi) dünyada değil, ama aynı zamanda bütün insanlarla birleşmeye, onlarla barış içinde yaşamaya çalıştığı bir anlam dünyasında da yaşıyor. İnsan burada aşkınlığa, diğer bütün bireylerle, onların istemi, aktif yardımıyla ulaşabilir. İnsan bu anlamıyla kendisini bir yandan diğer bütün bireylerden yalıtmaya, onlardan farklılaşmaya, bireyselleşmeye ve öte yandan da diğer bütün bireylerle de toplumsallaşmaya, onlarla bir olmaya çalışan bir varlıktır. Buna paralel olarak, insan hem yalıtılmış birey hem de toplumsallaşmış varlıktır.3

3

İbid, s. 300.

20

Durkheim’a göre bu bireysel ve toplumsal varlıklarımız arasında sürekli bir çatışma vardır. İşte tamda bu iki benlik arasındaki sürekli gerilimden dolayı, birey toplumun kural ve kurumlarına ihtiyaç duyar. Durkheim’a göre toplumun, kural koyan, yön veren ve bireyi belirleyen, bireyden bağımsız bir varlığı vardır. Birey bu gerginlikte toplumsal olanla barıştıkça egoizmden uzaklaşır ve bireyselliğini toplumsal bir ahlakilik boyutuna eriştirir. O artık bireyselliğini toplumsal etkilenmeye bırakırken bile toplumdan ayrışabilir. Ahlaki bireycilik bu anlamıyla egoizm üzerinde denetim kurabilme sürecidir. Durkheim bu durumu intihar olgusunda netleştirir. Eski toplumlarda intihar toplum için mümkün, doğru ve iyi bir karar olarak görülürken, modern toplumlarda intihar bir suç, toplumun sürekliliğine karşı yapılmış bir saldırı olarak algılanır olmuştur. Bu ise Durkheim’a modern toplumların yapısının ahlaki bireyciliğin gelişimine ön ayak olduğunu gösteriyor. Durkheim bu durumdan şu sonucu çıkarıyor: Toplumun ve bu bireyci ahlakın taşıyıcısı, örgütü ve onun kolektif temsilcisi olarak devletin, intiharı aktif engelleme görevi vardır. Durkheim bu anlamıyla sadece insanı dual olarak betimlemiyor, ama toplumu da iki gruba ayırıyor: eski ve yeni toplumlar. Eski toplumlar, daha doğrusu Ferdinand Tönnies in deyimiyle toplulukların dikey hiyerarşik bir düzenleri varken, yeni, modern toplumlar yatay farklılaşma şeklinde örgütlendiler. Dikey hiyerarşide yöneten ve yönetilen vardır – sultan ve tebaa gibi-. Buna karşın yeni toplumlarda sadece orta sınıf değil, ama aynı zamanda bölgesel farklıklar da sosyal tabakalaşmanın kaynağı olarak ortaya çıkarlar.

21

Tablo 1: Eski ve Yeni Toplumun Kimi Özellikleri

Tabakalaşma Bireyin etki alanı olarak

Belirleyici güç

Eski topluluk Dikey hiyerarşi Din bireyin sahip olması gereken bilgi ve değerinin (önceden oluşturulmuş/tesis edilmiş) toplumsal örgütlülüğüdür. Ahlakın bireyi içten terbiye etmesi beklenir.

Yeni, modern toplum/lar Yatay farklılaşma Bilim bireyin (bizzat kendisinin) kendisini, başkalarını ve evreni gözlemleme yöntemidir.

Topluluk; atanma/ vesayet.

Profesyonel/ler, uzman/lar: adanma/özgürlük.

Hukuk bireye dıştan ödev ve sorumluluklar yükler.

Ancak, Durkheim’ci bir toplum anlayışı çatışmadan ziyade toplumsal dayanışmaya vurgu yapar. Durkheim için toplum, ahlaki birlik bütünlüğüdür. Dışsal, kısıtlayıcı bir güçtür. Bireyi üreten bir varlıktır. Dayanışmanın örgütlenmesidir. Farklı unsurların, oluşumların bir araya gelmesiyle oluşan “sui generis” bir varlıktır.4 Devlet ise bu gerçekliğin örtüsüdür. Böyle yeni toplumlarda din değil bilim; ahlak değil hukuk birleştirici bir rol alır. İş bölümünün ortaya çıkması ve toplumun daha kompleks bir yapıya ihtiyaç duymasıyla dayanışma biçimleri de değişir; organik ve mekanik dayanışma. Birinci dayanışmada asıl olan kan bağı, gelenek, görenek, din, dil ve ahlak iken, diğerinde iş bölümüdür ve bu işbölümünden ortaya çıkan roller ile bu rollerin sosyo-ekonomik yapıya yansıması üzeri kurulu beklentiler bütünlüğüdür. 4

İbid, s. 36.

22

2. OSMANLI İMPARATORLUĞU Bu bölümde, yukarıda daha çok teorik düzlemde anlatılan toplumsal dönüşüm ve değişimin toplumumuzdaki yansımalarına bakabiliriz. Bunu, daha çok Osmanlı İmparatorluğu üzerinden yapmak niyetindeyiz. Buna ise Osmanlı Beyliği’nin bir uç beyliği olduğu tespitini yaparak ve bu tespitle de uç bölgesindeki bu küçük beyliğin nasıl kısa zamanda imparatorluk olduğunu sormakla başlamakta yarar vardır. Osmanlı İmparatorluğu üzerinde çalışan araştırmacılar Osmanlı’nın imparatorluk oluşu ve yıkılışının nedenleri hakkında farklı görüş bildirirler. Neden diğer beylikler değil de Osmanlı Beyliği imparatorluk olma imkânını yakaladığı sorusu araştırmacıların öteden beri özellikle merak ettikleri bir olgudur. Bu soruya farklı cevaplar veren araştırmacılar ve onların temsil ettiği ekoller, diğer bir söyleyişle onların hangi nedenlere vurgu yaptığına baktığımızda, Paul Wittek, Joseph Hammer, Fuad Köprülü, Halil İnalcık ve İlber Ortaylı ilk akla gelen 5 araştırmacıdır. Paul Wittek gaza ruhuna vurgu yapar. Joseph Hammer ise aynı mantıktan hareketle ama daha çok İslam’ın fetih geleneğiyle Osmanlının gelişimi arasında bir ilişki kurar. Bunlara karşın Fuad Köprülü daha çok Selçuklu imparatorluğundan alınan teşkilat geleneğinin Osmanlının imparatorluk olmasında belirleyici bir etken olduğunu ileri sürer. Bu sayılanlardan farklı olarak Halil İnalcık Osmanlının dışa yönelmesini, onun sınır bölgelerindeki savaş başarılarında kritik bir neden olduğunu yazar. Ve son olarak İlber Ortaylı Osmanlının imparatorluk oluşunda feodalite, aile birliği üzerine kurulu dayanışma yerine, ta baştan beri akılcı ordu düzeni, devşirme-kapıkulu gibi sistemlere verilen önem üzerinde durur. Türklerin teşkilat özelliği, köylüyü fazla vergilerle bezdirmeme, fethedilen yerlerdeki din ve dil gibi kültürel 23

motiflere müdahale etmemeleri Ortaylı’nın özellikle öne çıkardığı nedenlerdir. Ortaylı’ya göre Osmanlı, bilinenlerin tersine köylüyü topraklandırma siyaseti güttü. Osmanlı bununla da kalmadı, ama aynı zamanda var olan beylikler/devletler arasındaki çatışmaları da kendi lehine kullanabilme siyasetini güttü. Ayrıca da Osmanlı hem var olan geleneklere, örneğin İslami, Kur’an kökenli kanunlarına sahip çıktı, hem de kimi alanları sultani kökenli kanunlarla düzenlenme iradesini gösterdi.5 2.1. Zaptetmek ve Yönetmek Neden diğer beylikler değil de Osmanlı Beyliği’nin imparatorluk olabildiği olgusunu anlamın bir yolu, onu tarihsel gelişim süreci içinde incelemektir. Bir diğer yol ise, bu olguyu onunla aynı uzamda var olan ve ona yakın başka bir olguyla karşılaştırmaktır. Bu bağlamda İlber Ortaylı “Türkiye Teşkilat ve İdare Tarihi” adlı kitabında Nikola Machiavelli ve Ogier Chiselin von Busbecque’nin Osmanlı İmparatorluğu hakkında aşağıdaki yargıda bulunduğunu yazar: “Hükümdarın lütfu ile yönetici olanların yönettiği Osmanlı İmparatorluğu’nun her parçası hükümdarın otoritesine sıkı sıkıya bağlıdır. Böyle bir ülke zapt edilemez. Ancak, edilirse idaresi çok kolaydır. Oysa bir sürü feodal lordun krala kafa tuttuğu bir Fransa kolayca zapt edilebilir. Ama orada tutunmak müstevli için çok zordur.”6 Bu yargı, merkezi yönetimin güçlülüğünü bir yandan feodalitenin yaygın baskıcı gücünün ve öte yandan da taşranın Ortaylı, İlber (2021): Türkiye Teşkilat ve İdare Tarihi. S. 90-96. Kronik: İstanbul. 6 İbid, s.191. 5

24

merkezkaç, bağımsızlıkçı eğilimi arasında orantısal ilişkisi olduğu varsayımına dayanıyor. Konunun anlaşılması için bu yargıyı aşağıda biraz daha açarak yorumlamakta yarar olduğu düşünülmektedir. Bunu ise öncelikle bu orantının doğru olduğu kanısından hareketle yapmak istiyorum. Bu orantısal ilişkinin doğruluk varsayımı bize bir yandan Osmanlı İmparatorluğu yönetim biçimi diğer yandan da feodalite ve taşranın bağımsızlığı ile merkezi güç arasındaki kimi bilgiler veriyor. Bunları ise şöyle sıralamak mümkün: Bir; bu yargı, varsayım her şeyden önce Osmanlı yönetim biçiminin karşılaştırmalı mantığa göre merkezi bir yapıya sahip olduğunu söylüyor. Avrupa’da dağınık, merkezden özerk, farklı ve küçük krallıklar, şehir ve din bazlı yönetim türleri baskınken, Osmanlı farklı milletlerin tek merkezden, tek sultanlık çatısı altında ve tek baskın din felsefesi etrafında örgütlenmişti. Bununla birlikte, bütün geleneksel toplumlar güçlü bir merkezî denetimin olmadığı, ancak mali yönden özerk birimlerden oluşan, bürokrasinin yöneticiye yakın, onunla akraba ilişkisi olan dar kadrolardan oluştuğu, yaygın ekonomik, siyasi ve kültürel alış verişin bulunmadığı bir devlet sistemine sahiptiler. Bu anlamıyla bütün devletler önce krallıklar şeklinde örgütlendiler. Ancak ve buna rağmen bu toplumların günümüzdeki anlamıyla merkeziyetçi olduğunu söylemek doğru olmaz. Merkezi otorite, güçlü devlet ancak güçsüz birimlerin varlığı ve onlar üzerinde etkili olmakla, onlar üzerinden fikirsel düzlemde de hegemonya kurmakla oluşur. Bu ise daha sonraki döneme denk düşün bir gelişmedir. İki; merkantilizmin ve/veya Max Weber’in deyimiyle patrimonial bir yönetim sisteminde merkezden bağımsız bir gücün varlığı, merkezi hükümetin moralen de zayıflığı anla-

25

mına gelirdi ki, buna özelikle 1600’lerden sonra dünyayı İslamlaştırmak isteyen Osmanlının izin vermesi mümkün değildi. Osmanlı dünyayı İslamlaştırmak istiyordu. O Devlet-i Aliyye-i, yani dünya devletiydi. Osmanlı dar-ul İslam motivasyonuyla dünyayı İslamlaştırmak istiyordu. Bu istemi anlamak ve anlatmak için öncelikle Max Weber’e başvurmak gerekmektedir. 2.2. Weber’in İdeal Meşruluk Biçimleri Bilindiği üzere Max Weber üç ayrı ideal meşruluk biçiminin olduğunu yazmıştır.7 Weber meşruluğu hukuki değil, sosyolojik anlamda incelemiş ve ele almıştır. Weber’in toplumbilim anlayışına göre meşruluk, sosyal gerçeklikte var olan ve otorite için, otorite altında bulunanlar tarafından beslenen gerçek bir inancın karşılığı olarak ele alınmalıdır. Her otorite, meşruluğu hakkında geniş̧ halk tabakalarında sağlam bir inanç uyandırmaya ve bu inancı sürdürmeye çalışır. Weber; ideal, analitik düzlemde bunları üç ayrı kategoriye indirger. Bunlar geleneksel, karizmatik ve yasal-ussal meşruluk biçimleridir. Geleneksel otorite eskiden beri var olagelen, geleneklere uygun otorite biçimidir. Soy, statü ve emirler birbirini tamamlar. Burada geleneksel sadakat duygusundan hareket edilerek yönetim meşrulaştırılır. Verilen emirler geleneklere aykırı olmadığı için meşrudurlar. Karizmatik otoritede ise yöneten yönetimini olağanüstü güçlerden aldığını iddia eder, gücünü kahramanlığına, sihire ya da mitlere dayandırır ve kendisini de olağanüstü kişilik olarak görür. Yönetilenlerden yönetene mutlak bağlılık ve güven beklenir. Hukuk daha çok yönetenin emirlerinin somutlaştırılmış halidir. Weber’e göre Weber, Max (1985): Gesammelte Aufsätze zur Wissenschaftslehre. Hrsg. von Johannes Winckelmann. 6., erneut durchgesehene Auflage. S. 474-487. Tübingen: J. C. B. Mohr. 7

26

kimi gelişmelerin, rasyonelleştirmelerin sonucunda geleneksel ve karizmatik otoritenin yanı sıra yasal-ussal otoritenin de toplum yönetim biçimi olarak kabul edilmesi ve meşru görülmesini sağladı. Yasal-ussal otorite yasalara, rasyonel kurallara dayanan bir egemenlik anlayışıdır. Bürokrasi hükümdarın, yönetenin veya yönetenlerin halkı kontrol aracı değil, modern hukuk gibi rasyonel kurallarla toplumdaki refah düzeyini iyileştirme aracıdır. Bürokrasi bu çerçevede kaldıkça, burada edinilen yetenekler, bilgi, eğitim ve öğretim yoluyla bir sonraki kuşağa aktarıldıkça bu otorite biçimi meşru görülür. Weber’in bu belirlemelerinden hareketle sorulması gereken soru, Osmanlı’nın bu dönemde hangi meşruluk biçimiyle yönetildiğidir. Buna cevaben şunu yazmak yanlış olmaz: Osmanlı hanedanları hâkimiyetlerini öncelikle Orta Asya Oğuz geleneklerinin hakanlık otoritesiyle meşrulaştırdılar. Onlar son durumda efsanevî hükümdar Oğuz Han ya da Cengiz Han’ın neslinden gelmekle övündüler. Bu ise Osmanlı’nın varlığını, eskiden beri var olagelen geleneklere, soya, statüye uygun otorite biçimini öne çıkardığına dair bir bilgi vermektedir. Bununla birlikte Osmanlı, varlığını aynı zamanda direkt Allah’a dayandırıyordu. Sultan, Allah’ın yeryüzündeki temsilcisiydi. O, sadece hakan değil, ama aynı zamanda halifeydi. Yani gücünü olağanüstü yeteneklere sahip olmakla meşrulaştırıyordu. Sonuç itibariyle Osmanlı’nın meşruiyet tipinin, Weber’in yukarıda bahsedilen meşruluğun üç ideal tipinden, daha çok karizmatik ve geleneksel ilkeye uyduğu anlaşılıyor. Burada yine Weber’in gözüyle tespit edilmesi gereken diğer bir hususta, Osmanlı’nın Weber’e göre patrimonial

27

bir ekonomi sisteme sahip olmasıdır. 8 Bilindiği gibi Osmanlı’da özel mülkiyet yoktu “toprak, senin benim değil, Allah’ındır” denirdi. Özel mülkiyetin olmadığı bir yerde ise, ne (toplumsal) sözleşme ne de özel hukuk olur ve gelişir. Bu anlamıyla Osmanlı ekonomik olarak en iyimser yargıyla merkantilist bir sürece kadar gelebildi. Osmanlı’nın sosyo-ekonomik yapısı buradan bakıldığında kapitalizmden uzaktı. Bu anlamda direk bir karşılaştırma yaparsak; İngiltere’de kral 1215’te Magna Carta’yı imzalarken, Osmanlı da buna yakın olan Sened-i İttifak 1808’de imzalanmıştır. 2. 3. Güçlü Merkez ve Bağımsız Çevre Çelişkisi Konumuz bağlamında Osmanlı’nın sosyo-ekokomik ortamını şu şekilde yorumlamak yanlış değildir: Osmanlı’nın kuruluş döneminde devlete dâhil olmayan, devlete katılmamış birimler aslında siyasal olarak hep özerktiler, ama bu onların Osmanlı’nın gelişim döneminde de ve aynı zamanda ekonomik olarak da özerk, ya da bağımsız, zenginliklerle bezenmiş olduğu anlamına gelmez. Özellikle de Osmanlı’nın gelişim döneminde siyasi ve ekonomik birikim ancak merkezin gölgesinde, onun en azından zımni kabulüyle mümkündü. Özerklik, bağımsızlık her ne kadar teorik olarak mümkündüyse de, Osmanlı gerçekliğinde hiçbir zaman hayat bulmamıştır. Yani varsayım olmanın ötesine geçmemiştir. Mantıken de güçlü, yani kontrol eden merkezin varlığıyla bağımsız çevre birlikteliği birbiriyle çelişen olgulardır.

8

Weber, Max (1980): Wirtschaft und Gesellschaft. Grundriss der verstehenden Soziologie. Zweiter Teil. Kapitel IX. 3. Abschnitt. S.580-624. Besorgt von Johannes Winckelmann. Studienausgabe. Tübingen.

28

Yukarıda açıklanan analitik ve zamansal boyuttan hareketle şu tespiti de yapmak gereklidir: Nikola Machiavelli ve Ogier Chiselin’in, Osmanlı hakkındaki yargıları Avrupai bir bakışın sonucudur. Avrupa’da yerel birimler zenginleştikçe, bağımsız, özerk olmak istediler. Dolayısıyla bunları merkezden yönetmek zorlaştı. Bununla birlikte bu yönetimler bölgesel düzlemde nüfus sahibi bir prens etrafında örgütlendikleri için bu durum sadece özerkliği değil ama aynı zamanda feodaliteyi de güçlendirdi. Küçük devletçiklerle, prenslikle, krallıklarla, ya da adem-i merkeziyetçilikle feodalite arasında bu anlamıyla hem tarihsel-sosyolojik ve hem de zamansal mantıki bir ilişki vardır. Bu küçük, dağınık, merkezden uzak birimleri yutan, bunları ekonomik olarak ya da hukuken kendisine bağlayan, bunları fetheden devletler, sadece merkezileşmediler, ama aynı zamanda imparatorluk oldular. Diğer bir söylemle, merkezden uzak küçük feodal krallıkların varlığı, evrimsel olarak doğal ve asıl olandır. Buna karşın, merkezi bir otoritenin oluşumu ve de milletlerin, krallıkların özerkliklerini kaybetmeleri ve imparatorlukların oluşumu arasında Avrupai anlamda bir ilişki vardır. Buradan bakıldığında, Machiavelli ve Chiselin’in, Osmanlı hakkındaki yargıları Osmanlı’nın yapısı hakkında bilgi vermekten çok aslında kendilerine yaptıkları bir övgüdür. Bu anlayışa göre, Avrupalılar özgürlüklerine ve özgürce seçtikleri yöneticilerine bilgiyle bezenmiş fikir ve çıkarlarından dolayı bağlıdırlar. Buna karşın Osmanlılar ne ideolojik olarak ne de bireysel özgürlükleri bakımından sultanın seçimi ve/veya kararlarına müdahale, böylece de savunma olanakları var. Gerçekten de, imparatorlukların günümüzdeki anlamıyla merkeziyetçi olduklarını iddia etmek siyaset sosyolojisinin

29

kimi temel varsayımlarıyla çelişir. Ve klasik Osmanlı idaresinde eyalet bir üst örgütlenmeden, ya da Avrupa’daki gibi kültürel, yasal ve idari olarak özerk yönetiminden çok merkezin kontrol ve koordinatörlük fonksiyonu etrafında bir birim olarak doğdu. Tam da bu yüzdendir ki bu birimlerin idaresi feodal bir liderde değil de, merkezden atanmış bir beylerbeyindeydi. Bunu ise bizzat Ortaylı’nın kendisinden hareketle; a) Toprak sistemi, demokrasi ve hukuk arasındaki ilişki, b) Osmanlı şehirlerinin yönetim ve yapısal özellikleri yönünden Avrupa kentleriyle karşılaştırılmasında göstermek yararlı bir katkı yapabilir. 2. 4. Toplumsal Yapı ve Katılım a) Toprak Sistemi, Demokrasi ve Hukuk: Ortaylı, “Türkiye Teşkilat ve İdare Tarihi” eserinde Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk dönemlerinde devletin, vergi toplama işini bizzat kendisinin yaptığını, zamanla aracılara bırakma sistemine geçtiğinin altını çizmektedir. Buna iltizam sistemi de denilmektedir. Ona göre iltizam sistemi, “Yeniçağ Avrupa’sında modernleşen devletlere sabit bir gelir sağlamış, bütçe ve hizmetlerde belirlilik getirmiş, bir yandan da burjuvazinin doğmasına imkân vermiştir. Richelieu Fransa’sında, Petro Rusya’sında, iltizam bu gibi sonuçlar doğurmuştur. Osmanlılar’da ise tarımsal zenginlik artmadığından devlet bu gelirlerle fazla bir yarar sağlamayıp gelişmediği gibi güçlü bir şehir burjuvazisi de doğamamıştır. Bu usûller sadece yolsuzluğu ve yerel nüfus

30

gruplarının gücünü arttırmıştır. Onun içindir ki Tanzimat’tan itibaren devlet adamlarının başlıca sorunu da bu sistemin kaldırılması olmuştur.”9 Ortaylı’nın bu yargısına göre iltizam sistemi Fransa ve Rusya’da modernleşmeye, Osmanlı ve Türkiye’de ise burjuvazinin değil de, toprak ağalarının doğmasına neden olmuştur. Bu yargının demokrasi ve hukuk devletinin evrimsel gelişimi bağlamında değerlendirildiğinde yanlış olabileceğini söylemek mümkündür. Bu tezi geliştirmek için öncelikle demokrasi ve hukuk kavramlarını belirleyerek başlamak doğru olacaktır. Hatırlanacağı gibi, demokrasi yukarı ki bölümlerde en genel anlamıyla toplumsal katılımın sağlandığı, birlikte karar alma mekanizması olarak tanımlanmıştı. Buradan hareketle hukuk da, bu toplumsal katılımın evrensel olma ihtimali yüksek kurallar çerçevesinde belirlenmesidir. Bu ise tabii ki sınıf ve diğer kimi toplumsal fay hatlarının belirlenmesi ve kendi istemleri çerçevesinde katılımı anlamına gelir. Bunlardan biri yerel nüfus gruplarıdır. Diğer bir söylemle, demokrasi ve hukuk sistemlerinin geliştiği yerlerde yerel nüfus gruplarının gücünü arttırması tabiidir, beklenendir. Tersinden bakıldığında, demokrasiler, ancak yerel nüfus gruplarının gücünü arttırmasıyla mümkündür Sadece dikey değil, yatay katılım, demokrasinin olmazsa olmazlarındandır. Buradan bakıldığında Osmanlı devleti ve onun bürokratları işte tam da bu açılımın önünü kesmeye çalışmakla demokrasi ve hukukun gelişiminin önüne geçmişlerdir Osmanlı gibi sanayileşmemiş bir toplumda, merkantilist ekonomi ve Max Weber’in deyimiyle de patrimonial bir devlet sisteminin hâkim olduğu bir yerde, iltizam sistemine 9

Ortaylı, Türkiye Teşkilat ve İdare Tarihi, s. 109.

31

geçişin yerel nüfus gruplarının gücünü arttırmış olması gayet tabiidir. Sanayinin olmadığı bir yerde, (sanayi) burjuvazisinin oluşmasını beklemek mantıken mümkün değildir. Tarihsel olarak da, 1800’lerin başında ne Fransa, ne de Rusya, modern demokrasi ve hukuk anlayışıyla yönetiliyordu. Günümüzde de Rusya diktatörlük yapısını hala koruyor. Bu eğilim Fransa’nın Avrupa Birliğine girişi ve 2003’te yerel, daha doğrusu bölgesel kalkınmanın önünü açan anayasadaki köklü değişikler ile torpillenmiş olsa da, Fransa günümüzde bile Avrupa devlet sistemi içinde merkezi yönetim ve otoriter yapılara en yakın olan devletlerin başında gelir. Sonuç itibariyle, yerel nüfus gruplarının gücünün arttırılmasıyla demokrasi ve hukuk devletinin gelişimi arasında negatif değil, pozitif bir ilişki vardır. Bu ilişki geliştikçe de evrensel olma ihtimali yüksek olan kurallar çerçevesinde birlikte karar alma kültürü de gelişmektedir ve ayrıca bu ortam uzlaşmacı demokrasilerin olmazsa olmaz kriterlerinden biridir. b) Osmanlı Şehrinin Yönetim ve Yapısal Özellikleri Yönünden Avrupa Kentleriyle Karşılaştırılması: Yine İlber Ortaylı, “Türkiye Teşkilat ve İdare Tarihi” eserinde “Osmanlı Şehrinin Yönetim ve Yapısal Özellikleri Yönünden Avrupa Kentleriyle Karşılaştırılması” alt başlığını şu tespitle özetler: “Türkiye şehirlerinde geleneksel şehir yönetimi 19. yüzyıl başlarından itibaren büyük değişikliklere uğramıştır. Bu değişim Batı’daki gibi belirli kuvvet gruplarının etkisi ile olmamışsa da dış dünyanın zorlayıcı şartlarından dolayı değişen ülkesel sosyo-eko-

32

nomik yapı, şehirlerin yapısında, yönetim kurumlarında ve beledî fonksiyonların yerine getirilmesi üzerinde de etkili olmuştur.”10 Bu belirlemeden hareketle, Türkiye’de geleneksel şehir yönetiminin yapısal gelişimi kimi kategoriler etrafında incelenebilir ve bu ilinti üzerinde de şehirlerin yapısı ile halkın yönetime katılımı arasında bir ilişki kurabilir. Bunu ise bizzat Ortaylı’nın kendi belirlemeleriyle yapabiliriz. Şehir yönetiminin kısa bir gelişimi şu şekilde veriliyor: Ortaylı’ya göre Avrupa şehirlerinde 12. yüzyılın son dönemlerinde tarımsal teknolojilerde değişiklik başladı. Ancak bu gelişme, büyüme ve zenginleşme diğer kıtalarda görülmediği gibi, Avrupa’nın da her yerinde aynı yoğunlukta yaşanmadı. Sanayi ve tarım devriminin bir sonucu olarak kimi kentlerde hem kapital/sermaye hem de siyasal nüfuz olarak güçlü bir tüccar ve sanayici sınıfı oluştu. 11 Bu sınıfın üyeleri güçlerinin şehir yönetimlerinde temsilini talep ettiler. Bu mücadelenin bir sonucunu, bu grubun şehir yönetiminde yer almasında ve kimi imtiyazlara sahip olmalarında görmek mümkündür. Bu çerçevede Ortaylı; Almanya, İtalya ve Rusya’daki şehir gelişmelerine göz atıyor. Onun yaptığı analize göre, Almanya’da 13. yüzyılda serbest şehir olarak Hansa Birliği meydana getirildi. Kuzey İtalyan liman şehirleri çok önceden Avrupa dünyasının zenginliğinden ticaretle yararlanarak zenginleştiler. Oligarşik sistemli şehirlere Kuzey İtalya, Kuzey

İbid, s. 224. Demir, Ali (2022): “Deliberation as a Consequence of the Right to Rights.” In: İyit, N. & Özbek, B. H. & Toptaş, A. (ed.): Current Research in Social, Human and Administrative Sciences. P. 239260. Ankara: Gece Kitaplığı. 10 11

33

Alman, Hansa, Flandr şehirleri örnektir. Böyle ticarette uzmanlaşmış şehirlerde ilk olarak şehir meclisleri ortaya çıktı. Meclis üyeleri şehrin ileri gelen tüccarlarından oluşurdu. Yasama ve denetim görevini onların seçtiği kurullar yerine getiriyordu. Beledi yaptırımların uygulanması ve yargılama görevi bunlara bırakılmıştı. Bu uzumda da Rusya Novgorod, Hansa Sistemi’ne entegre oldu. Böylece yasama, yürütme ve yargı bu grubun elinde toplandı. Endüstri öncesi şehirlerde, belediyenin üstlendiği kimi fonksiyonlar devletin sunduğu diğer ödevlerle aynı tutulurdu. Bu ayrışım şehirlerin siyasal olarak güçlenmesiyle ortaya çıktı. Bundan böyle kent belediyeleri de merkezi devlet gibi yasalar koyan, kural belirleyen ve bunları kontrol eden bir kolluk sistemi geliştirdiler. Diğer bir deyimle, Ortaylı, şehir yönetimi, monopolleşme ve katılım arasında mantıki bir ilişi kuruyor. Bu ilişki onu 14. yüzyıl Viyana, Kiev, İspanya ve Osmanlı şehirleri arasında bir karşılaştırma yapmaya götürüyor. Ortaylı şu tespiti yapıyor: “Geleneksel şehrin yönetici beyninin yönetimi mutlak olarak elde tutması ve bütün nizam ve uygulamalarının bu kalıp etrafında biçimlenmesi, her şeyden önce şehir ahalisinin meydana getiren bir takım grupların yeterince güçlenip zenginleşmediği ve teşkilatlanmadığı şehirler için söz konusudur.”12 Bu tespite göre şehir yönetimi, şehir yönetimine katılım, şehir olmakla ilgilidir. Ancak Viyana şehir belediyelerine katılım yerelden başlarken, Osmanlı şehirlerinde kadı, merkezi otoritenin tayiniyle göreve gelirdi. Viyana’daki bir ödeve

12

Ortaylı, Türkiye Teşkilat ve İdare Tarihi, s. 224.

34

adanmışlıkken; İstanbul’daki bir atanmaydı. Türkiye’deki şehirlerin Avrupa’daki şehirlerin mantığına göre işlevselleşmesi ancak 19. yüzyıldan sonra başladı. Bu ise kendi iç dinamiklerinin değil de daha çok ve Avrupa’dan farklı olarak dış dünyadaki sosyo-ekonomik yapının değişiminin sonucuydu. Şimdi, Ortaylı’nın verdiği bu tarihsel arka plan ve analizden hareketle şehirlerin yapısı ile halkın yönetime katılımı arasındaki ilişki açısından şehirleri iki gruba ayırmak mümkündür: a) Oligarşi şehri Ragusa: Ortaylı’ya göre Hansa şehirlerinde “magister” ve İtalyan şehirlerinde “podesta”, Adriyatik Ragusa (Dubrovnik) şehri “rektürü” veya Novgorad şehri “knezi”si oligarşik şehir yönetimine işaret ediyorlar. b) Aristokrasi şehri Kiev: Buna karşın Kiev de şehirlerde örgütlenmiş bir tüccar sınıf bulunmadığından, bu gibi şehirlerde boyalar (zadegan) knezin muti memuru olarak kaldılar. Bu analiz ve kategorileştirme üzerinden şu tespiti yapmak yanlış olmaz: Osmanlı şehirleri ne a ne de b grubuna giriyor. Çünkü Ortaylı’nın belirlemelerine göre sanayinin olmadığı Osmanlı toplumunda tabii ki sanayi burjuvazi sınıfı da yoktu, olamazdı. Osmanlı özel mülkiyeti yasaklayarak bu tip grupların yeterince güçlenip zenginleşmediği ve teşkilatlanmadığı şehirlerin gelişimini de engellemiş oldu. Burada önemli diğer bir gerçeklikte, bu sınıfın gelişimini aristokratlar değil de bürokratlar (kadılar ve valiler gibi) engellediler. Dolayısıyla, Osmanlı şehir yapıları Slav ruhunun ve yönetiminin despotik biçimi ve toplumsal yapısının hâkim olduğu Rus Novgorod sistemine yakındır. Bunlarda ise asıl olan katılım değil hükümdür, hükmetmektir; adanma değil, atanmadır. Buradan hareketle ve demokrasiyi halkın otoriteye, hükmedenlerin hükmüne katılımı olarak tanımladığımızda, Osmanlı şehirlerinin neden gelişmediği hakkında da bir bilgi edinmiş 35

olacağız. Avrupai şehirlerin yönetimi ve gelişiminde halkın katılımı, demokrasiye yapılan vurgu belirleyiciyken, Osmanlı şehirlerinin gelişimi ve yönetiminde devletin ihtiyaçları esas alınmıştır. Bu ise devlet, belediye ve halkın katılımı gibi fonksiyonel/işlevsel ayrışmayı engellemiştir. Bunun yerine topdown, yukarıdan aşağıya normatif devletçi bakış belirleyici olmuştur. Sonuç olarak, şehirleri iki değil de üç gruba ayırmak gerek; (a) Machu Picchu, Atina, Kiev ve Edinburgh gibi aristokrasi şehirleri. (b) Hamburg, Liverpool, Monaco ve New York gibi burjuva şehirleri ve (c) İstanbul, Ragusa, Novgorod ve Belgrad gibi patrominal şehirler. Bunlar, halkın katılımı değil de, hükümdarların sarayları/evleri/oikos ve (askeri) güvenlik mantığı çerçevesinde geliştirilmiş şehirlerdir. Özetlersek, yerel yönetimlerle demokrasi arasındaki hem tarihsel-sosyolojik ve hem de mantıki bir ilişki vardır. Demokrasi sadece oy kullanma anlamına gelmez. Demokrasi bununla birlikte bir de halkın kendini ilgilendiren işlerin belirlenmesi ve yönetime katılması, bu amaçla kurulan organlarda aktif yer alması, bu organlara seçtiği yöneticilerini mümkün olduğunca etkilemeye ve de denetlemeye çalışmasıdır. Bu mekanizma, yani katılım ve denetim, yerinden yönetim ilkesine göre örgütlenmiş kuruluşlarda daha kolay olmaktadır. Bu anlamıyla da merkez ve geniş çaplı değil ama yerinden ve küçük ölçekli projeler genellikle yerel birimlerin inisiyatifiyle gelişir. Diğer bir söylemle, merkezi yönetim ile demokrasi ve katılım arasında negatif bir ilişki vardır. Merkeziyetçi demokrasilerde her karar merkezde verilir, merkezin çıkarı önemsenir ve merkezden başlanarak yapılır. Halkla, merkezi yönetim arasındaki kültürel farklılıklar gözden kaçabilir.

36

Kırtasiyeciliğin artma ihtimali yüksektir. Buna karşın, yerinden yönetimlerle demokrasi arasında pozitif bir ilişki vardır. Özellikle de günümüzde katılımın önemi merkezden yerele doğru kaymıştır. Merkez, yerelde başarıyla uygulanan politikaların havuzu olmaya başlamıştır. Vatandaşa yakın olmak demokrasinin olmazsa olmaz bir kriteri olarak kabul görmüştür. Ne istediğini bilen, istediğinin arkasında duran, onu bütün zorluklara rağmen takip eden vatandaşın devlete katılımı, devletin hesap verebilirliğini güçlendirmiştir. Demokrasi, ancak katılımla olacağı için, katılım artıkça, demokrasi de güçlenir.

37

3. DEMOKRASİ, HUKUK DEVLETİ VE KAMUSAL ALAN Bu tartışmadan sonra sorulması gereken soru, neden örneğin Almanya iki dünya savaşından sonra gelişip demokratik bir hukuk devletine dönüşürken, Türkiye aynı başarıya imza atamıyor? Kimi gözlemcilere göre Türkiye yerinde sayıyor ve hatta her geçen gün daha bir geriliyor. Nasıl askeri darbelerin, darbe girişimlerinin olmadığı toplumsal yapı mümkün kılınabilir? Bir toplumun krallıktan, sultanlıktan demokratik hukuk devletine geçişi için neler olmazsa olmazlardandır? Bu ve bu türden sorulara verilen cevap aslında gayet basittir: Evrensel hukuk anlayışıyla bezenmiş özgürlükçü kamusal alan, güçlü, atak bir sivil toplum, bilinçli, bilgili, bağımsız birey ve bunların sürekli iletişimde kaldığı ortak bir toplumsal kültür. Diğer bir söylemle, sorun soruyu ya da soruya verilecek cevabı bilmemekte değil, sorun daha çok bu cevaba uygun toplumsal mutabakatın eylemsel dönüşümünü pratik olarak sağlamada. Bu ise bizi; elitlerle, yani bir yandan aydın, iyi, güzel, adil, uyuşmacı, devrimci vs. fikir sahipleri ve diğer yandan da işverenler gibi kimi çıkar grupları, halkın aynı mutfaktan çorba içebilmeleri ihtimalinin nasıl mümkün kılınacağı sorusuna götürüyor. Bu sorunun da iyi bir cevabı var; bu ise halkla elitlerin yaklaşık olarak aynı kural, kanun ve etik anlayışla yaşamaları gerektiğidir. Yöneten X ve yönetilen Y, kendi kuralı ve anlayışına göre yaşıyorsa, elitlerle halkın ortak zemini yoksa, tamamen farklı dünyalarda yaşıyorlarsa bu o toplumun, düzeninin, özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve adalet gibi kavramlar üzerine değil de (fiziki) zor üzerine kurulduğunu gösterir. Buna karşın halk ozanı Neşet Ertaş’ın anlam dünyasından yola çıkarak yazarsak; evrensel olma ihtimali yüksek normlarla eylemlerini düzenleyen elitlerle günlük yaşamın 38

zorluklarına rağmen iyi olma üzerine bir yaşam biçimi kuran halk arasında kurulması kolay bir gönül köprüsü varsa, bu o toplumda barış, refah ve adalet tohumlarını ekmenin zor olmayacağı anlamına gelir. 3.1. Organik Aydın, Hegemonya ve Tarihsel Blok Antonio Gramsci’nin deyimiyle organik aydın, yani bir toplumsal formasyonun örtük bilgisinin, değer yargılarının ve normlarının öznesi olan entelektüelleri gerekli kılar. 13 Bunların özelliği, rızalık ilkesi üzerine kuruludur ve bu ilkeyle süzülmüş fikirlerini yönlendirici üstünlüklerine, yani hegemonyalarına çevirip eylemlerini halkın gücüyle meşrulaştırabilmektedirler. Bu ise, toplumdaki güç dengelerini gözeterek toplumu bir üst seviyeye taşıyabilecek ortak bir projeyi geliştirmiş olmakla mümkündür. Bu koşullar oluştuğun da, halkla derin birlikteliği olan organik aydınların önderliğinde, onların hegemonyalarıyla toplumun diğer bileşenleri iletişime geçer ve böylece de Gramsci’nin deyimiyle tarihsel bloğu oluşturmak mümkün olur. Bu birlikteliğin ve iletişimin sadece felsefesi değil ama aynı zamanda onun toplumsal düzlemdeki pratik karşılığının da oluşturulması ancak sivil toplumun varlığı, güçlü sivil toplum kuruluşlarıyla mümkündür. Sivil toplum entelektüel birikimin folklorik biçimleri halinde kendisini var olan gelenekler, pratikler, düşünceler ve kurumlarda tekrardan üretiyorsa, işte orada istenilen transformasyon zor, tahakküm kullanmaksızın da sağlanabilir.

Gramsci, Antonio (1991): Gefängnishefte (Quaderni del carcere): deutsche Gesamtausgabe in zehn Bänden. Herausgegeben von Klaus Blochmann und Wolfgang Fritz Haug. Berlin. 13

39

3.2. Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu Aşağıda bu transformasyona bir örnek olarak Max Weber’in “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” kitabını tartışmak istiyorum. Bu kitap bize bir yandan yukarıda bahsini ettiğimiz dönüşümün, transformasyonun bir aktörü olarak Protestan etiğini ve bu etiğin temsilcisi olarak Max Weber’i tanıma fırsatı, diğer yandan da daha öncesinde tartıştığımız demokrasi, yerel yönetimler ve hukuk devleti arasındaki ilişkiye de tekrardan göz atma şansını verecektir. Weber’in konuyu değerlendirme bağlamı Gramsci’nden farklıdır; ancak Weber’de Gramsci gibi bölgesel, yerel bir fenomen değil de evrensel bir olguyu incelediğini düşünüyor. Bu bağlamda Weber, hangi kültürel koşullar bütünselliğinin sadece Batı’da görülen ama evrensel öneme ve geçerliliğe sahip kapitalizme ön ayak olduğunu öğrenmek ister. Weber “Protestan Ahlakı ve Kapitalizm Ruhu” eserinin önsözüne şu cümleyle başlar: “Çağdaş Avrupa kültür dünyasının bir üyesi, evrensel tarihin herhangi bir sorununu, kaçınılmazcasına ve haklı olarak şu soru çerçevesinde ele alacaktır: Batı’ya özgü ve yalnızca orada ortaya çıkmış kültür olgularının yine de evrensel - en azından öyle olmasını içtenlikle varsaydığımız- anlam ve geçerliliğe sahip bir gelişme çizgisi içinde yer almalarına, koşulların ne tür bir biraradalığı yol açmıştır?”14 Weber, “Batı’ya özgü ve yalnızca orada ortaya çıkmış kültür olguları” derken rasyonel düşünüş biçimi olarak bilimi, olay ve olguların dramatize ediliş eylemi olarak sanatı, 14

Weber, Max (2018): Protestan Ahlakı ve Kapitalizm Ruhu. Önsöz, S.13. Yarın: Ankara.

40

felsefenin bir kolu olarak estetik ve felsefede duyum ya da algı teorisi, toplumun, kurumların ve/veya devletin gelir ve giderine ilişkin eylemleri kapsayan ekonomi ve bürokrasi, rasyonelleştirilmiş, bireylerin diğer dünyaya ilişkin düşünüş ve pratiğinin örgütlülüğü olarak din, evrensel olma iddiasında ve devletin gücüne kullanma meşruluğu olan kurum ve kurallar bütünlüğü olarak hukuk, toplumsal değer yargıların mantık yolluyla tekrardan tartışılması olarak ahlak, çalgı, ses bilimi ve pratiği olarak müzik gibi etki alanlarını kastediyor. Weber bu olguları sadece Batı’ya mal ederken kapitalizmin ve onunla bağdaştığını düşündüğü ussallığın/rasyonelliğin da sadece Batı’da geliştiği prensiplerinden yola çıkıyor. 3.3. Ussallık Weber bu yargısını aşağıdaki varsayımına dayandırıyor: Weber’e göre kazanma açlığı, hiçbir biçimde kapitalizm ile aynı şey değildir; ne de onun ruhuyla, etiğiyle, hukuk anlayışla bağdaştırılabilinir. Kapitalizm, olsa olsa daha çok bu türden usdışı güdünün dizginlenmesi, en azından ussal olarak dengelenmesi ile anılabilir. Kapitalizm, kazancın ussal bir biçimde düzenlenmesidir. Diğer bir deyimle, Weber’e göre Batı, dünyanın hiçbir yerinde gelişmemiş olan tamamen farklı bir tür kapitalizm geliştirdi. Weber’in bahsini ettiği kapitalizm, biçimsel özgür emeğin işletmede, holdinglerde, borsada vs. örgütleniş halidir. Bu ise ussal eylemlerle, aklın doğru kullanımıyla mümkündür. “Akılsallık Ussallık , Batı biliminin özelliklerine, özellikle matematik, deneysel ve ussal temeller üzerine kurulan doğa bilimlerine bağlıdır. Bu bilimlerin gelişimi ve onların üzerine kurulu pratik ekonomik

41

uygulamalar kapitalist çıkarlar tarafından belirlenirler. Ama doğal olarak, Batı biliminin ortaya çıkışının bu tür çıkarlarla belirlendiği söylenemez. Hesap, ondalık sistem hesabı, cebir, ondalık sistemin kâşifi olan Hintlilerce de biliniyordu ve kapitalizme hizmet etmek üzere Batı‘ya adımını atmıştı; oysa aynı sistem Hindistan'da çağdaş hesaplama sistemini ve defter tutma yöntemini yaratmamıştı. Ayrıca matematiğin ve mekaniğin doğuşunda kapitalist çıkarların da rolü olmamıştı. Ama buna karşılık insan yığınlarının yaşamı için çok önemli olan bilimsel bilginin teknik kullanımı, ekonomik açıdan teşvik edilmişti. Batı'da çok gerekli olan bu tür teşvikler, Batı'nın sosyal düzeninin özelliklerinden kaynaklanıyordu. Bu sosyal yapının her parçası aynı derecede önemli olmadığına göre, belirleyici olanın hangisi olduğunun sorulması gerekir.”15 Akılsallık, ussallık, daha önceden kimi etik ve/veya hukuki kurallara uyarak belirlenmiş davranış, düşünüş ve eylem biçimidir. Olay ve olguların üzerinde akli olarak direkt etkili olma çabasıdır. Kader ve kısmet yerine var olan koşulları kendi lehine çevirebilme becerisidir. Ussallık, Batı biliminin özelliklerine, özellikle matematik, deneysel ve ussal temeller üzerine kurulan doğa bilimlerine bağlılıktır. 3.4. Ayrıştırma Prensibi Bu sistemin ve bilimlerin gelişimi ve onların üzerine kurulu pratik ekonomik uygulamalar kapitalist çıkarlar tarafından belirlenirler. Ama doğal olarak, Batı biliminin ortaya çıkışının bu tür çıkarlarla belirlendiği söylenemez. Weber’e 15

İbid, s. 21 f.

42

göre hesap, cebir, ondalık sistem Hintliler tarafından da biliniyordu ve kazanca hizmet etmek üzere iş yaşamına adımını da atmıştı; ama aynı sistem Hindistan’da çağdaş hesaplama sistemini ve defter tutma yöntemini yaratmamıştır. Avrupa’da matematiğin ve mekaniğin doğuşunda kapitalist çıkarların rolü direkt değildir. Bunlar başka bir amaca uluşmak için değil, tersine sadece alanındaki sorunlara cevap olarak geliştirildiler. Bununla birlikte Batıda insan yığınlarının yaşamı için çok önemli olan bilimsel bilginin teknik kullanımı, ekonomik açıdan da teşvik edilmişti. Batı’da çok gerekli olan bu tür teşvikler, Batı’nın sosyal düzeninin özelliklerinden kaynaklanıyordu. Weber işte tam da bu sosyal yapının belirleyici öğesinin ne olduğunu merak ediyordu. Weber’e göre bu ilişki ağının en önemli, belirleyici özeliği ayrıştırma prensibidir. Bu ayrıştırma prensibini hemen hemen her alanda görmek mümkündür: Sosyal yaşamda ayrıştırma prensibini, örneğin ev ile işin birbirinden ayrılması ve ussal defter tutma anlayışında görmek mümkündür. Bu ussal defter tutma aynı zamanda ekonomi ve hukukla da ilgilidir. Bu ayrıştırma prensibini ekonomik alanda bir ticarileşme prensibi olarak da görmek mümkündür. Buradan bakıldığında kapitalizm, kapitalist iş örgütleri, sendikalar, işveren örgütleri, borsalar vs. birbirinden farklılaşmış, farklı amaç, araç, değer ve sonuçlar için örgütlenmiş ama son tahlilde hepsi bir kültürün, kültürel birliğin spekülasyonu ussallaştırmanın kurumları olarak karşımıza çıkarlar. Yine toplumsal bilinçlenme prensibinde de ayrıştırma ilkesinin baskınlığını görebiliriz; dünyanın çeşitli yerlerinde maceraperest ticaret adamları ya da savaş, siyaset, işletme ve kazanç biçimlerine dayalı ticaret de vardı; ama işletme üzerine kurulu, sınıf bilincine sahip bur-

43

juva ve proletarya sınıfının varlığı Weber’e göre sadece Avrupa’da var. Ve bunlar bir bütün olarak sadece akılcılık, bilimsellik ve de ussallık üzerine kurulu eylemler değiller. Kapitalizm sadece bu gerçeklikler üzerine kurulu bir toplum düzeni değildir. Tersine bu alandaki aktörler ussallıklarını aşkınlıkla da ilintiledikçe, oluşturulan sistem evrensel bir eylem biçimine dönüştü. Protestan kapitalistler Weber’e göre sadece dünyevi değil, ama diğer dünyaya ait olgu ve soruları da aklın süzgecinden geçirdikleri için Avrupa’nın dışına çıkan bir sistem geliştirdiler. 3.5. Din ve Kapitalizm Bu çerçevede Weber, dine bir toplumun ilerlemesinde öncül bir rol biçer. Bunu ise arınmacılık/ascetism ve mistisizm kavramlarıyla inceler. Weber’e göre din toplumsal yaşamı düzenlemede teker teker bireylerin sorgulama sahasından çıkarılan sosyolojik gerçekler bütünlüğüdür. Bunun için de dinler farklı farklı önerilerde bulunurlar. Birey bu öneriler sayesinde dünyadaki kalabalığa rağmen mutlu olma şansı yakalar. Bu öneriler arasında ascetism ve mistisizm bu kalabalıktan kurtulmanın en önemli iki kurtuluş yoludur. Weber bunları kendi içinde ikiye ayırmış olsa da, biz burada bunları kendi içlerinde ayrıştırmaksızın vermeyi deneyeceğiz. Çünkü buradaki amacımız karşılaştırmalı din sosyolojisini tanıtmak ya da uygulamak değil de daha çok dinle kapitalizm arasındaki ilişkiye bakmaktır. Buradan hareketle, ascetism dünyaya ve/veya dünyadaki müdahaleyi zevkten arınarak yapılması gerektiğini önerir. Bunun ise içsel arınmayla yapılması gerektiğini salık verir. Burada önemli olan sadece dünyevi eylemler değil, ama aynı zamanda bunların öteki dünyayla da ilişkisini kurmaktır. Eylemci arınmacılıkta, dünyadaki her eylemin, öteki dünyaya dair bir kurtuluş işareti olarak görülmesi buna 44

bir örnektir. Weber yine benzer şekilde mistisizmin bir kurtuluş yolu önerdiğini yazar. Weber; mistisizmi ya dünyaya yönelik, dünyevi bütün eylemlerden kaçış olarak, ya da iç dünyaya yönelik ve dünyayı anlamaya yönelimli kavrayış, düşünüş ve eylem biçimi olarak açıklar. Ancak Weber mistisizmin dünyanın zorluklarından kaçma hedefli çabalarının başarısızlıkla sonuçlanmak zorunda olduğunu düşünür. Mistisizmde, dünya bireyin eylem alanı değildir. Tersine bu dünya Tanrının insanı diğer dünyaya hazırlamak için dizayn ettiği bir meşguliyet alanıdır. Birey bu dünyayı kavrayamaz, anlayamaz, anlatamaz. Onu sadece kabul edebilir. Weber din sosyolojisinde dinle kapitalizmin gelişimi arasındaki ilişkiyi işler. Din, bu dünyada bütün adaletsizliklere rağmen Tanrının adil, doğru ve iyi olduğunu savunabilmesi için (teodise), ilahi önermeleri aklın süzgecinden geçirme kurumudur. Bunun da en önemli koşulu daha önce bahsini ettiğimiz ayrıştırma prensibinin uygulanmasından geçer. Buna göre din gücünü, diğer dünyaya ait bütün ilişkileri dünyevi ilişkilerden ayrıştırma ama aralarındaki iletişimi sürdürmeden alır. İnsan dünyadaki başarılarını gördükçe, onların diğer dünyaya, cennete gideceğinin birer işareti olarak yorumladıkça, daha çok çalışmak, sahip olmak isteyecektir. Bu ise kapitalizmin, belli bir hukuk, ahlak çerçevesinde dünyaya müdahale etmek girişimi anlamına gelir. Kapitalizm ve din böylelikle karşılıklı bir gerginlik içinde birbirilerini besler oldular.

45

3.6. Din, Aşkınlık ve Ussallık Soru; bir yandan aşkınlığı arayan dindar birey, nasıl tam da ussallık aracılığıyla kapitalizmin gelişimine önayak olduğudur. Weber protestan ahlakı ile (kapitalist) ussallık arasındaki nedensellik ilişkisini açıklamak adına aşağıdaki cümleyi kurar: “Her şeyden önce, bu ahlakın ‘en üstün’ olan daha fazla para kazanma, doğal bütün zevklerden daha fazla kaçınma ile birleşince tamamen bütün eudaimonist ya da hatta hedonist bakış açılarından yoksundur; kendi içinde amaç olarak düşünüldüğünde bireyin „mutluluğu’ ya da ‘yarar’ı karşısında her zaman bütünüyle aşkın ve tamamen akıldışı görünmüştür.”16 Weber’in neden protestan ahlakı ile (kapitalist) ussallık arasındaki nedensellik ilişkisini açıklarken bu ilişkinin tamamen akıldışı göründüğüne vurgu yaptığını açıklamak için, öncelikle Weber’in eylem tipolojisini tanımak lazım. Aşağıda bu çerçevede önce Weber’in eylem anlayışı ve tipolojisi, onun din sosyolojisini ve de neden protestan ahlakın akıldışı göründüğünü açıkladıktan sonra, toplumsal transformasyonun önkoşulunun sadece aşkın eylem türlerini ödüllendiren kültür, aydın profili, sivil toplum formatın oluşumu değil, ama aynı zamanda iyi bir kamusal alanın gerekliliğine değinilecektir. Weber’e göre sosyal eylemi, araç, amaç, değer ve sonuçtan yola çıkarak belirlemek gerek. Sosyal eylem amaçsal olarak dünyadaki nesnelerden ve insanlardan beklentileri ras-

16

İbid, s. 43 f.

46

yonel, başarılı, istenilen ve öncesinden belirlenmiş ilkeler ışığında gerekli koşullar ve araçlar belirlenerek hayata geçirilendir. Değer odaklı eylem, belirli bir etik, estetik ve/veya dini eylemin sosyal hayattaki başarı ihtimalinden bağımsız olarak, sadece bu alandan gelen öz-değerlerle uygulanmasıdır. Duygusal eylemde belirleyici olan araç, amaç, değer ya da sonuç değil de, sadece o anki duygunun kendisidir. Geleneksel eylemde ise, duygusal eylemde olduğu gibi araç, amaç, değer ya da sonuç önemli değil, belirleyici olan, yapılanın daha önce de yapılmış, alışkanlık haline gelmiş ve artık hayata geçirilmesinde entelektüel çabanın gerekli olmama özeliğidir. 17 Jürgen Habermas, Max Weber’in eylem tipolojisini aşağıdaki tabelada şöyle vermiştir.18 Tablo 2: Weber’in Eylem Tipolojisi Artan rasyonellik derecesine göre eylem tipleri Amaçsal-rasyonel Değersel-rasyonel Coşkusal Geleneksel

Öznel anlam şu unsurlarla ilgilidir Araçsal Amaçsal Değer- Sonuçler lar +

+

+

+

+

+

+

-

+ +

+ -

-

-

Weber, Max (1985): Gesammelte Aufsätze zur Wissenschaftslehre. Hrsg. von Johannes Winckelmann. 6., erneut durchgesehene Auflage, s. 565. Tübingen: J. C. B. Mohr. 18 Habermas, Jürgen (2019): İletişimsel Eylem Kuramı. S. 373. Alfa: İstanbul. 17

47

Weber bu eylem tipolojisiyle amaçsal-rasyonel eylem biçimlerini diğer bütün eylem formlarına göre en iyi, en üstün olarak görüyor. Tablo 2’de, geleneksel eylem biçiminde sadece araçsal anlam önemliyken, coşkusal eylemde hem araçlar hem de amaçların önemli olduğunu gösteriyor. Değerseldoğrusal eylemde ise araç, amaçların yanı sıra bir de değerler önemlidirler; dolayısıyla bu eylem biçiminde hangi kritere göre eylem gerçekleştirilmeli sorusu önem kazanır. Son olarak, amaçsal-rasyonel eylem biçiminde araçlar, amaçlar ve değerlerin yanı sıra, bir de sonuçlara göre eylemin iyi, doğru ya da adil olduğuna karar verilir. Örneklendirmek gerekirse; Weber, amaçsal-rasyonel eylemi en iyi eylem biçimi olarak ve kapitalizmin de, modernleşmenin de kriteri olarak görür. Weber, kapitalizmi kimi etik kurallar çerçevesinde çalışmayı, üretmeyi ve bundan elde edilen gelirle tekrardan bir iyi için yatırım yapmayı anlıyor. Ancak Weber tam da kavrayış ve yukarıda tanıtılan eylem tipolojisine dayanarak, örneğin finans kapitale ve/veya ticaret aristokrasisine karşı çıkar, karşı çıkması gerekir. Weber’in ticaret aristokrasisine karşı çıktığını, karşı çıkması gerektiğini şöyle açıklayabiliriz: her tip aristokrasi gelenekler üzerine kurulu ve buradan meşruluğunu iddia eder. Bunda ise sadece araçlar önemli, yani amaçlar, değerler ve sonuçlar önemsizdir. Buna karşın modern kapitalist bir kişilik Weber’e göre kimi değerlerden yola çıkar ve sonuçları ile araçlar, amaçlar ve değerler arasında bir neden-sonuç ilişkisi kurar. Bu ilişki bir bütün olarak uygunsa, eyleme geçilir ya da eylem gerçekleştirilmez. Bu anlamıyla eylem sadece rasyonel amaç-araç ama son tahlilde bireysel ilişki, düşünüş, anlam dünyası içerisinde kalmaz. Tersine bireysel kararlar toplumsal değerlerle

48

bezenerek rasyonelleştiği oranda, bu anlamıyla toplumsallaştığı oranda, modern ilişkiler biçimine, toplumsal düzlemde bir hukuksal çerçeveye geçiş ve bu geçişin meşru otoritesi mümkün hale gelir. 3.7. Dünyaya Müdahaleci Ascetism Weber “Protestan Ahlakı ve Kapitalizm Ruhu” adlı çalışmasında aslında yukarıda tanıttığım eylem teorisinin tarihsel bir öznesi olarak gördüğü rotestan ahlakını inceler. Weber’e göre ticaret, kapitalizmin, ussallığın, rasyonelliğin hâkim olduğu bir alandır. Buna karşın ahlak ussallığın değil, geleneklerin, doğrulanması mümkün olmayan, bu anlamıyla da “akıldışı” yaşam biçimlerinin var olduğu alandır. Weber bu iki alanın birleşiminde, bu iki alanın iletişiminden Protestan ahlakla bezenmiş kapitalizmin ortaya çıktığını düşünüyor. Weber, kapitalizmin bu iki eylem prensibinin birlikteliğinden, ama hiçbir zaman bilinçli bir şekilde amaçlanmamış ve bu anlamıyla da amaçsal-rasyonel eylem tipinin bir yan ürünü olarak ortaya çıktığını düşünüyor. Bununla birlikte, Weber bu eylem tipolojisinde protestan ahlakın amaçsal-rasyonel eylem biçimine mi, yoksa değersel-rasyonel eylem türüne mi bir örnek teşkil ettiği konusunda çok emin değildir. Bu, olmakla görünmek arasındaki ince çizgiyi şu şekilde açıklamak mümkündür: Weber’e göre kapitalizm, Protestan ahlakı taşıyıcılarının amaçladıkları bir yaşam biçimi değildir. Onlar kapitalizmi değil de, daha çok Tanrıyı övmek adına, O’na her şeye rağmen bağlılıklarını bütün yalınlığıyla diğer bütün insanlara da gösteren yaşam biçimini aradılar. Bu arayış onlara dürüstlüğü, doğruluğu, her şeye rağmen gerçekliği kabul etmeyi, yararcılığı, meslek yaşamının önemini, ödevlerin önemini, şaşalı yaşam biçimlerin49

den uzaklaşmayı vs. içselleştirmeyi öğretti. Bu araçsal, enstrümantal olmayan, sonuçlarına bakılmaksızın istenilen yaşam biçimi geniş topluluklar tarafından kabul gördükçe, akılcılığı, kimi mesleki etik çerçevesini kabul ederek eyleme geçme, sanatta, bilimde, hukukta ve de ekonomide baskın biçim haline geldi. Bu baskın biçim, kapitalist ussalcı ve Protestan ahlakının aşkın biçimiyle, özelliklede diğer dünyada cennet gitme istemiyle birleştikçe de, akıldışı görünür oldu. Weber buradan da hareketle niyetlerle sonuçlar arasında mantıksal nedensellik kurulmasının doğru olmadığını yazdı. Burada da görüleceği gibi niyetlerden her zaman beklenen sonuç çıkmaz. Bu nedensellik ilişkisi ussallıkla aşkınlığın, görünenle görülenin birbirine yaklaştığı anda fark edilir, ama bir önkoşul olarak beklenemez. 3.8. Kültür, Birey ve Kamusal Alan Diğer bir deyişle, kapitalizmi ve onunla birlikte, ona uygun oluşan bilgiyi, eylemi, hukuk ve etik biçimi Avrupai, hatta Protestan kökenli oluşuna rağmen evrensel yapan şey, onun doğduğu alanının dışına çıkarken de kendisi kalabilme özelliğidir. Doğruluk, dürüstlük, akla uygunluk, hesap verebilirlik, planlama, ayrıştırma vs. kültür değil, rasyonel bireyin özellikleridir. Bu özelliklerin kapitalizmde öne çıkması, kapitalizmin, en azından Weber’e göre akla uygunluğunu, rasyonel bir eylem biçimi olduğunu gösteriyor. Bu birey, eylem biçimi ve aşkın üçgenin, biraradalığının bir kültüre mi yoksa bireye mi ait olduğu sorusu, aslında Weber’in değil, Webercilerin sorusudur. Bu anlamıyla özelliklede Jürgen Habermas gibi bir filozofun cephesinden sorulması gereken soru normatif doğruluğun ve özgünlüğün soyut değer ölçütleri altında bütün dışsal elverişsiz koşullara rağmen ortaya çıkan kültürel değerlerin, evrensel post-geleneksel bilinç, hukuk, ahlak, bilimsel 50

düşünce yapılarının ve Batı kültürü çerçevesinde ortaya çıkan özerk sanat düzenleyicisi gibi bir fikir olarak dünya insanına nasıl mal edileceğidir?19 Bu soruya, yazdıklarımdan hareketle iki ayaklı tek bir cevap geliştirmek mümkündür: Bunun ilk ayağı Durkheim, Gramsci ve Weber gibi sosyal bilimcilerle bir tip sosyal mühendislik projesi geliştirmek. Rönesans ve Reformasyon, Aydınlanma, kültür devrimi, uluslaşma, postmodernite gibi hareketler bu çerçevede akla gelen ilk projelerdir. Bunları değerlendirirken, bunları doğru ya da yanlış bulmak gibi dar bir bakıştan çok, bunların en iyi hallerinde bile elitlerin projesi olduklarını hatırlamak gerekir. Bu bakışla da cevabın ikinci ayağını, bu akımlara önderlik eden entelektüellerin yaşam alanının dışına çıkabilmelerinde arayabiliriz. Hiç bir toplumsal proje topluma mal olmadığı sürece bu isme layık değildir. Her iyi proje topluma katkı sağlar. Her iyi toplumsal proje bireylerin özgürlüğünün, eşitliğinin, bağımsızlığının ve toplumsal adalet ve barışın önünü açar. Bunun olabilmesi için de iyi bir kamu alanına ihtiyaç vardır. Öte yandan kamu alanın ne olduğu her ne kadar tanımsal olarak zor ise de, pratik yaşamda nerede iyi bir kamu alanının olup olmadığını anlamak zor olmayacaktır. Gerçekten de Jürgen Habermas’ın yazdığı gibi, kamusal alan hem sosyolojinin ve hem de felsefenin temel kavramlarındandır. Sosyolojik olarak kamusal alan en azından eylem, aktör, grup ya da kolektif kadar önemli bir toplumsal olgudur. Bununla birlikte kamusal alan toplumbilimin geleneksel olarak toplum düzenini anlatmada kullandığı grup, aile, rol, işlev vs. gibi kavramlarında ilerisine gider. Kamusal alan ne bir kural, örgüt, ne de bunların dışında

Habermas, Jürgen (1981): Theorie des kommunikativen Handelns. Band 1. Handlungsrationalität und gesellschaftliche Rationalisierung. S. 254. Frankfurt am Main: Suhrkamp Verlag. 19

51

olan bir olgudur. Nasıl anlaşılırsa anlaşılsın, kamusal alan her ne kadar bir örgütlülüğü, yetkinliği zorunlu kılsa da, o hiçbir anlayışta klasik bir işlevsellik dizgesi olarak kavranmaz. Burada roller, üyelikler değişken, anarşiktir. Kamusal alan ne bir rol farklılaşmasına ve sistem temsiline uygun ne de kendisini kimi kültürel, etnik, dinsel vs. sınırların içine hapseder. Bu yüzden de Habermas kamusal alanı daha çok içerik ve görüşlerin iletişimi ağı olarak tanımlar. Burada iletişim akışları, belirli bir konuya özgü kamu görüşlerinde yoğunlaşacak şekilde filtrelenir ve sentezlenir.20

Habermas, Jürgen (1998): Faktizität und Geltung. Beiträge zur Diskurstheorie des Rechts und des demokratischen Rechtsstaates. S. 435-436. Frankfurt am Main: Suhrkamp Verlag. 20

52

4. POLİTİKA VE SİYASET21 Amerika Birleşik Devletleri Başkanı tarafından Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanıma kararı, İslam ve Avrupa ülkeleri arasında duygusal tepkilere yol açtı. Bu karar neticesinde, hemen protestolara, Amerikan bayrağını yakmalara, Amerikan simgelerine saldırılara tanık olduk. Sorun, bu karardan sonra İsrail ile Filistin arasındaki çatışmanın yeni bir seviyeye yükseleceği korkusu. Fiili olarak dünya en önemli gücü Amerika’nın çatışmanın taraflarından birinin lehine açıktan taraf olması, diğer tarafın çatışmayı diplomatik araçların dışında yanıt vermesi gerektiği olasılığına itmesi anlamına geliyor. Bu varsayım haklı çıkarsa maalesef bölgemizde yeni savaşları hesaba katmalıyız. Fakat durum belki de bu kadar vahim değildir. Özellikle de biz dilden, yani kültürel gerçekliği yansıtan bir araçtan yola çıkarak, çatışmaların daha da tırmanacağı varsayımının nispi olduğunu görebiliriz. İngilizcede polity, policy ve politics diye üç ayrı kavram vardır. Polity, bir ülkenin sosyo-ekonomik ve yasal yapısı üzerine geliştirilen siyaseti ifade eder. Türkiye’nin Cumhurbaşkanlığı Sistemini seçmesi, Anayasal değişikliğe gitmesi buna iyi bir örnek teşkil ediyor. Yine, Avrupa düzeyinde, İngilizlerin Avrupa Birliği'nden çekilme kararları, yani Brexit, yine polity kavramı ile açıklanabilir. Buna karşın, halka açık yerlerde sigara yasağı veya yeni gerçeklik içinde, eğitim sis-

21

Bu makale daha önce Gazete Duvar’da URL: https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2017/12/08/trumpin-adimi-politika-ve-siyaset-icin-ne-demek yayımlanmıştır.

53

temini adapte, emeklilik yaşını yükseltme gibi kararlar ise policy kavramına denk gelir. Policy, ülkenin durumuna uygun kararlar almak, bunun içinde uygun araçları seçerek yapılır ve uzmanlığa dayanır. Polity, kültür, demokrasi, hukukun üstünlüğü gibi temel yönetim anlayışına dayanır. Buna karşın policy`de bunlar direkt önemli bir rol oynamazlar. Siyasetçiler kararlarında politik olmaktan çok, gerçekçi olmak zorundalar. Policy politikacılardan çok teknokratların etkin olduğu bir alan. Siyasetçiler onların bilgisi, tecrübesi ve önerileri dâhilinde kararlar alırlar. Ve son olarak, politics daha çok günlük politika unsuruna dayanır. Politics, günlük siyaset olaylarıyla; kimin neyle suçlandığı, kimin neyi söylediği ve hangi sembollerin, nasıl kullanıldığıyla ilgilenir. Sayın Melik Gökçek usulüne uygun olarak görevden alındı mı? Sayın Deniz Baykal veya sayın Ahmet Davutoğlu, sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan'a karşı yapılacak bir sonraki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde rekabet edecek mi? Bu ve bunun gibi sorular politics çerçevesinde sorular sorulardır. İngilizce’den farklı olarak Türkçe’ de üç değil ama iki terim bulunmaktadır: Politika ve Siyaset. Siyaset, polity ve policy’i tasvir ederken; politika, İngilizce’deki politics kavramına karşılık gelir. Sadece nitel değil, ama nicel olarak da farklıklar vardır. Türk siyasetinde, siyaset kavramı, elitizm, bürokrasi ve entelektüalizmi anımsatırken, politika kavramı ülkenin kültürel bileşenleri ve kişileriyle daha yakın bir temas halindedir. Günlük yaşamımızda da arkadaşlarımızla konuştuğumuzda ve "lafının arkasında durmayan" kişilere "politika yapma" deriz. Birisi, her hangi bir şey için sofistike bir plan sunduğunda ise ona, "tam bir siyasetçi" deriz. Bu bakımdan, "politika" ve "siyaset" Türkçe'de karşıttır, antagonisttir.

54

Tam da bu kültürel farklılık, Trump'ın Amerikan Büyükelçiliğini Tell-Aviv'den Kudüs'e taşıma kararına yansır. Amerika Birleşik Devletleri, siyasette eylem özgürlüğü sağlayan ama aynı zamanda onu disipline eden bir dizi checks and balances’a sahiptir. Bu sayede ülkede cumhurbaşkanı suçlanıyor ve yasal olarak görevden alınabiliyor. Sistem bunun için net bir seyir öngörür. Bu siyasi kültürü, Amerika Birleşik Devletleri Başkanına, Sayın Trump’ın Kudüs'ü İsrail’in başkenti olarak ilan etmesi anında, aynı zamanda bu kararın Amerika'nın İsrail ve Filistin arasındaki çatışmaların barışçıl çözümü için yaptığı taahhütlerden vazgeçtiği anlamına gelmediğini söylemek zorunda kalmasında da görebiliriz. Bu siyasi kültürün etkisini yine Trump’ın bu son kararında ve bunu ise hem ulusal hem de uluslararası düzeyde görmek mümkündür. Ulusal olarak, Sayın Trump şu anda siyasi baskı altında. Seçmenlerini siyasetle değil politikayla ikna etmek istiyor. Sembolik bir eylem gerçekleştirerek, onu destekleyenleri partisinin bünyesinde bir araya getirme şansı var. Onlara, tarihsel bir kararın bir parçası olabilecekleri hissiyatını verebilir. “Trump diğer politikacılar gibi sadece konuşmaz, ama yapar, sözünün eridir” izlenimini güçlendirebilir. Aynı zamanda, medyaya da üzerinde yazıp çizebilecekleri yeni bir konu sunmuş oluyor. Duygusallaştırma, simgeselleştirme, bireyselleştirme, kültürelleştirme, dini ve ahlaki bilinci politikanın bir aracı olarak kullanma bu siyasetin tipik bir özelliği. Uluslararası düzeyde de bu karar şu an itibariyle sembolik bir eylem. Trump grubu, Obama yönetiminin aksine, İran'la olan anlaşmayı sorguluyor. Trump, İsrail, Suudi Arabistan ve Mısır ile ittifakta. Amerikan elçiliğini Kudüs'e alarak, Trump İran, Türkiye ve Rusya'ya mesaj gönderdi. Bu üç 55

ülke Kazakistan'ın başkenti Astana'da ve daha sonra Rus şehri Soçi'de Suriye'nin kaderi üzerine bir çerçeve anlaşması imzaladı. Onlara sembolik düzeyde dünyanın kimin yönettiğini göstermek politik bir karar. Özetlersek; politika ve siyaset, bir gerçekliğin gösterimi için analitik terimlerdir. Türkçe'de politika ve siyaset arasında bir karşıtlık var gibi görünürken, polity, policy ve politics İngilizce'de tamamlayıcı nitelikte terimler. Bu kavramlar, güç ve kaynaklar için farklı güçlerin savaştığının gerçekliğini resmederler. Sayın Başkan Trump'ın Amerikan Büyükelçiliğini Tel Aviv'den Kudüs'e taşıma kararında, Amerika Birleşik Devletlerinin İsrail ve Filistin arasındaki çatışmasında İsrail lehine tek taraflı ve nihaiyi olarak verilmiş bir karar olarak görmek çok erken. Başkan Trump, bu kararıyla sadece, bilinen politikasını devem ettireceğinin altını çizmiş oldu. Oda şu: duygusallaştırma ve kişiselleştirme politikalarını daha bir öne çıkarmak. Buna ancak siyaseten iyi bir cevap verilir. Buna karşın, bu karara karşı tepkiler duygusallaştığında, bilindiği gibi ilk hamleyi yapan kazanır.

56

5. İMAMOĞLU RÜZGÂRI22 Bir Ekrem İmamoğlu rüzgârıdır esiyor, umut dolu. Nazım Hikmet gibi o da güzel günler göreceğimizi sanıyor. Nazım vatandan uzak, fakirlik için de öldü. CHP’nin cephesinden bakıldığında, Nazım’ın tanıklık ettiği dönem, devletin en güzel günleriydi: Mustafa Kemal’in ölümünden sonra Türkiye Cumhuriyeti Devleti hem ekonomide, diplomaside, hem de hukuk devleti alanlarında dünyanın saygın ülkeleri arasındaydı. Asya’dan uzattığı kısrak başını Avrupa’ya yöneltmişti. Karanlık geçmiş değil, aydınlık gelecek onu tanımlayacaktı. 5.1. Bireyler ve Kimlikler CHP bu amaca ulaşmak için Osmanlı’nın din-u devlet denklemini birey ve toplum bileşenine dönüştürmek istedi. Bunun içinde toplum ve devleti bir araya getirmek istedi. Bu; CHP’nin kuruluşundan beri onun en önemli amacı. CHP cephesinden bakıldığında devlet-toplum ilişkisini güçlendirmek için demokrasi ve hukuk devletine geçiş gerekiyor. Buna birey-toplum ilişkilerini düzenlemede sosyal demokrasiyle, uluslararası ilişkilerde Avrupa’ya yaklaşmakla, demokraside çok partili döneme geçişle ve hukuk alanında ise din ve etnik kimlikleri bir arada tutmaya çalışmakla ulaşmak istedi. Ancak Türkiye, bugün Avrupa Birliği üyesi değil. Demokrasiye, çok partili döneme geçiş bugüne kadar sağlanmış değil. Buna parti liderlerinin cezaevinde olması kuvvetli bir işaret. Hukuk devletinin önkoşulu olarak görülen birey, din ve diğer kimlikler ilişkisi hâlâ siyasetin en çelişkili fayı. 22

Bu makale daha önce Nokta Haber Yorum sitesinde yayımlanmıştır. URL: https://noktahaberyorum.com/imamoglu-ruzgari.html#.XmYZaZNKiu4

57

Günlük siyasette, CHP ne etnik, nede dini kimliklerin temsilcilerini onların arzu ettiği şekilde ve düzeyde içine çekebildi. CHP amacına ulaşmak için dönem dönem bu aktörlerden birine yaklaştı. Bu gerçeği Ecevit-Erbakan hükümetinde veya SHP ve HDP’nin öncülü partilerle koalisyonunda görmek mümkün. Ama hiçbir dönem ikisine aynı anda yaklaşmayı denemedi, deneyemedi. CHP bu ara, bu dönemden geçiyor. Kemal Kılıçdaroğlu, Muharrem İnce ve Ekrem İmamoğlu bu dönemin aktörleri. 5.2. Hak, Hukuk ve Demokrasi Kılıçdaroğlu tam da Atatürk gibi bürokrasiden gelen elit bir siyaset adamı. Bu aktörleri siyaset mühendisi olarak tabir etmek lazım. Nizam-ül Mülk bu tiplemelerin ilk örneklerindendir. Bunlar, masa başında geliştirilen prensiplerle, planlarla, kurallarla hayatın değiştirilebileceğini bilen ve inanan insanlar. Kılıçdaroğlu, ideal yönetim anlayışında hak ve hukuk devletini temsil eder. Hak ve hukuk güç, ya da çoğunluğun değil, doğrunun, hakkaniyetin yönetmesi gerektiği anlayışıdır. Kılıçdaroğlu bu iddianın aktörü. Bu iddia onu siyaseten hem sosyal demokrasiye hem de demokratik hukuk devleti anlayışına yakın kılıyor. Bunun tersine Muharrem İnce, siyasi çizginin veya siyasi bir partinin değil dostların, bir hareketin aktörü. Bunu sembolik olarak Muharrem İnce’nin traktöre, bisiklete binerek, şapka takarak, ya da bireylere dönük politik söylemleriyle cumhurbaşkanı olma isteminde görmek mümkün. Bu kişiliklerin en önemli özellikleri karizmaları. İnce, CHP’nin en karizmatik ve aynı zamanda en tipik siyasetçilerinden. Laiklerle dost, Kürtlerle cumhuriyetçi vatandaş, dindarla devletçi birey, Avrupalılarla ilerici Türk. Buna karşın Ekrem İmamoğlu tam bir politika adamı. Günlük hengamenin, çelişkili ilişkilerinin girdabında da yürüyebilen 58

biri. O, Kılıçdaroğlu’nun tersine ve İnce gibi masa başında değil, sahada, sokakta, günlük eylemde rüştünü gösterir. İmamoğlu gibi aktörleri politika ustaları olarak tabir edebiliriz ve bu kişilikleri Türkiye’de AKP lideri ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan temsil ediyor. Erdoğan’ın en önemli karakteristiği taraf olabilmesi ve aynı zamanda Nicolas Machiavelli’nin deyimiyle fortune’ye, Türkçesiyle talihe, kısmete inanması. Bu anlayışa göre, başarı günlük fırsatları değerlendirerek iktidarı güçlendirmektedir. Yine bu anlayışa göre, İktidar, iyi ve güzel içindir. Neyin iyi ve güzel olduğuna ise çoğunluk karar verir. Çoğunluğa rağmen iyi ve güzel, diktatörlüktür. Diğer bir deyişle, bu kişilikler, son tahlilde hak ve hukuk, ya da evrensel doğrulardan değil de, çoğunluğu temsil etme gücünden, belli bir alanda çoğunluk olmaktan, bu anlamıyla demokrasiden güç alırlar. 5.3. Çıkarsamalar Yazılanlardan, Kılıçdaroğlu’nun Muharrem İnce’den sonra umudu İmamoğlu’na bağladığını çıkarmak mümkündür. Bu anlayışa göre, Kılıçdaroğlu hak ve hukuku temsil edebiliyor, ama çoğunluğu arkasına alarak iktidar olabilmesi için İmamoğlu’na bel bağlamak zorunda. Yazılanlardan, CHP’nin başarılı olabilmesi için hem politikacı İmamoğlu, dost İnce ve hem de siyasetçi Kılıçdaroğlu’na ihtiyacı olduğunu da çıkarsamak mümkün. Yani, bu insanları farklı birey olarak değil de, farklılıklarıyla teke dönüşmüş bir bütün olarak düşünmek gerektiği. Diğer bir söylemle, İnce’nin başarısızlığını CHP’yle, İmamoğlu’nun başarısını ise Kılıçdaroğlu’nun öngörüsüne; ve Kılıçdaroğlu’nun dehasını ise İmamoğlu kabiliyetiyle açıklamak. Son bir çıkarsama ise, CHP’nin başarısını İmamoğlu’nun liderliğinde görmek.

59

5.4. Ayrışımlar Öncelikle, Kılıçdaroğlu, İmamoğlu’suz da dindar kesime ve etnik guruplara yaklaşabildi. Hak ve hukuk anlayışı, evrensel doğruların ilkesi olduğu üzerine kurulu. Yani Kılıçdaroğlu, bireylerin kimlikleriyle demokrasiye katılımından yana. Diğer yandan Kılıçdaroğlu şu gerçeği de görüyor: özellikle de günümüz Türkiye’sinde, politika, bireylerin ve onların tercihleri üzerine değil, tarafların kimlikleri üzerine kurulu. Bu ise siyasi partileri ya etnisite ya da dinden yana taraf olmaya zorluyor. Sosyolojik olarak dikey, sınıfsal değil, yatay ayrışım siyaseti belirliyor. HDP, MHP ve İyi Parti etnik kimlikler, AKP ve Saadet Partisi ise din kimliği üzerine kurulu. Kılıçdaroğlu liderliğindeki CHP laiklik kimliği üzerine kurulu, sosyal demokrasiye ve aynı zamanda her iki yatay politikaya yaklaşmak istiyor. Buna karşın, İmamoğlu liderliğindeki bir CHP, evet MHP, İyi Parti, AKP ve Saadet Parti’sine seslenebilir, ama böyle bir CHP hem HDP’nin sosyal demokrat tabanını hem de CHP’nin laik kesimini kaybetmesi anlamına gelir. Daha net bir söylemle; İmamoğlu en fazla Erdoğan, AKP kadar kimlikler üzerinden politika yapabilir. Böyle bir yakınlaşma Erdoğan, AKP örneğinde de görüldüğü gibi yapısal olarak belki demokrasiyi, çoğulculuğu geliştirebilir ama hukuku geliştirmiyor. İmamoğlu, toplumdaki ayrışmalara, kamplaşmalara sosyolojik yeni bir çözüm üretemez. Diğer bir deyişle, ayrışımlardan yola çıkarak türevlenen çıkarsamalar dere, nehir, göl ve denizin farklı dünyalarda olduğu varsayımı üzerine kuruludur. Çünkü bu denklemler diğer partileri, güçleri, çevreleri, gelecekteki gelişmeleri, fortune’yi görmemezlikten geliyorlar. Bunu İmamoğlu rüzgârında görmek mümkün; İmamoğlu’nun başarısını Kılıçdaroğlu ile,

60

CHP ile açıklamak Erdoğan gerçeğini görmemezlikten gelmektir. Dolayısıyla en önemli çıkarsama, görülenin olduğu gibi, olanın ise görüldüğü gibi olmadığı. Can Yücel’in söylemiyle, bir ihtimal daha var. 5.5. Futbol Analojisi Bu durumu futboldan bir örnekle açıklamak isterim. Bilindiği gibi, Manchester United teknik direktörü Ole Gunnar Solskjær teknik direktörlüğünün ilk günlerinde başarı ve umut doluydu. Ancak soru, bu başarının kime ait olduğudur; eski teknik direktör José Mourinho’ya mı yoksa mı yeni antrenör Solskjær’a mı? Futbol; takım, strateji ve birey’in tekleştiği bir sistem. Bu yönüyle siyasi partilere benzer. Her teknik direktör kendi takımı, stratejisi ve oyuncularıyla başarılı ya da başarısızdır. Parti liderleri gibi. Bu açıdan bakıldığında, Solskjær, Manchester United teknik direktörlüğüne başladığında, döneminin oyuncuları José Mourinho’dan o kadar mutsuzdular ki, Mourinho’dan sonra gelen her teknik direktör Manchester United başarısının ilk adımıydı. Mourinho’nun gidişi, oyuncular ve kulüp için başlı başına bir başarıydı. Solskjær’in oyunculara “siz iyisiniz” demesi onları motive etmeye yetti. Mourinho’nun başarısızlığı Solskjær’in başarısı oldu. Oysa başarı, ilk günlerin motivasyonunu işe, aşa, zora, güce, ilişkilere, gollere, ödüllere, kupalara, üne, paraya vs. dönüştürülebilmektir. Yani, José Mourinho’nun gölgesinde başarılı olmak, zor değil. Zor olan, José Mourinho gibi ama José Mourinho olmaksızın, ona dönüşmeksizin başarılı olmak. Sonuç Futbol analojisini politikaya dökersek: İmamoğlu’nun ekonominin her geçen gün kötüye gittiği, siyasetin

61

kutuplaştığı ve ne Erdoğan’ın kendisinin nede iktidarının tehdit altında olduğu bir seçimi kazanması zordu, ama özelliklede Kılıçdaroğlu’na sorsaydık, ihtimal dâhilindeydi. Bu ihtimalin gerçekleşmiş olması, İmamoğlu’nun siyasetine bağlamak, onunla açıklamak zor. Siyasetin siyasetsiz kazanılır olma ihtimali ise, toplumu bir bireyden diğerine götürür. Siyasetin dokusunun değişmediği ama siyasetçilerin değiştiği bir ortamdan da hak, hukuk ve demokrasi, karizmanın değişim birimine dönüşür. Bunu Türkiye’de özellikle de son yıllarda daha da bir merkeziyetçileşen devletin kendisinde, günümüzün devlet, kimlikler ve toplum anlayışında ve bireylerin siyasetçilerden beklentilerinde görmek mümkün. Bu, kamu alanının kimlikler, yatay taraftarlıklar üzerinden şekillendiği, seçmenin evet/hayır dışında başka bir tepki verme olanağının olmadığı bir ortamda, demokrasiyi kitlelere seslenebilme, karar alabilme, alınan kararları hayata geçirebilme yetisiyle aynılaştırma güdüsüne dönüşüyor. Buradan bakıldığında, her toplumun, siyasi partinin ve hatta her kurumun hak/hukuk/doğru ile, iyi/güzel/çoğunluk/demokrasi ikilemine cevap verebildiği oranda başarılı olabildiği gerçeği. Dolayısıyla bunlar çelişki değil de, Alman sosyolog Niklas Luhmann’ın deyimiyle iletişimin ve/veya adil kalkınmanın olmazsa olmazlarıdır. Bunun da ilk adımı, her şey de olduğu gibi, farklıkları bileşenleriyle ayrıştırabilmektir. Elma armut değil, ancak her ikisinin de meyve olduğunu bilmektir. Siyaset politika değildir, ama politikasız siyaset de olmaz. Yani, hak, hukuk ve demokrasi mücadelesi toplumsallaştırılabilinen çıkarlar üzerinden bir araya gelebilme yetisidir. Bu ise siyasi ve/veya İtalyan siyaset bilimci Antonio Gramsci’nin önerdiği tip koalisyonlarla mümkündür.

62

6. TÜRKİYE’DE PARTİ SİSTEMİ, DEMOKRASİ VE HUKUK DEVLETİ23 Demokrasi ve hukuk devleti arasında gergin bir ilişkinin olduğu tezi, siyaset felsefesinin tespit ettiği temel çelişkilerden. Teze göre, gelişmiş (Avrupai) toplumlar iki ana kolon üzerine kurulu: demokrasi ve hukuk devleti. Avrupa siyaset kültürü, demokrasisini Antik Yunan’ın, hukuk anlayışını ise Roma İmparatorluğu’nun mirası üzerine inşa etti. Demokrasi, özgürlükler, bireysel gelişme ve özerklik, hukuk ise toplumsal birliktelik alanında karşılıklı hakların tanınması ve korunması üzerine kurulu. Siyaseten özgürlük, eylem özgürlüğüdür, bireylerin toplumsal sınırları zorlayabilme yetileridir. Altını çizerek söylemek gerekirse, siyasi eylemin anlamı özgürlüktür. Bireysel düzeyde, özgürlük yetenek, nesnel olanaklar, eğitim, girişim ve iletişim kabiliyeti gerektirir. Buna karşın hukuk, insan olmakla ilintili. Hiçbir şey yapmadan da haklı kalmak ve olmak mümkün. Ama özgürlük (toplumsal) eylemi zorunlu kılar. Hiçbir şey yapmaksızın, eyleme geçmeksizin özgürlük sadece ontolojik düzeyde var. Siyasi yaşamda bunun bir karşılığı yok. Buna karşın hukuk, bireysel becerilerden çok, özgürlüklerin sonuna kadar kullanıldığı toplumsal yapı içerisinde de özgür olmayan bireylerin kollanıp, korunması gerektiği fikri üzerine kurulu. Hukuk, bireylerin toplumsal kurumlardan beklentilerinin biçimlendiği alan.

23

Bu makale daha önce Nokta Haber Yorum sitesinde yayımlanmıştır. URL: https://noktahaberyorum.com/turkiyede-parti-sistemidemokrasi-ve-hukuk-devleti-ali-demir.html#.XjNM4BNKjjA

63

Alman Frankfurt ekolünün temsilcilerinden ve günümüzün hala yaşayan önemli filozoflardan olan Jürgen Habermas, bu iki toplumsal kurumun Demokratik Hukuk Devletinde (DHD) birbirilerini destekleyen, tamamlayan prensipler olduğunu savundu. Habermas, DHD’nin oluşabilmesi ve toplumun diri tabakaları tarafından desteklenmesinin koşulu olarak, özgürlükler üzerine kurulu kamu alanının, bu alanı kollayan hukuksal çerçevenin varlığının yanı sıra, aynı zamanda bu alanı kullanabilen güçlü iletişimci bireylere, bu bireyleri yapısal olarak destekleyen kültür ve toplumsal yapının da gerekli olduğunu savundu. Hukuk ve demokrasinin birbirlerini tamamladığı ortamda, bireyler özgür, kamu örgütlerinin eylem alanları geniş ve bu sayede hukuk, var olanla ihtimal dahilinde olanı karşılıklı iletişime geçirebilir. Bunların bir bütün olarak hayata geçirildiği, böyle ideal bir toplum henüz yok. Fakat Habermas, Avrupai toplumların buna yakın olduğunu yazmıştır. Bu bağlamda, modern toplumların tesisi esnasında daha bir belirginleşen rasyonelleşme ve tekleşme üzerinde ve buna bir örnek olarak da özellikle parti sisteminin önemi üzerinde durmak yararlı olabilir. ABD, Demokrasi ve Paradokslar Buradan yola çıkarak ve organizasyon toplumbilimi gözünden Amerika Birleşik Devletleri’ne dikkatle bakmak gerektiğini düşünüyorum. ABD burjuva demokrasisi, John Locke’ un felsefesi üzerine inşa edilen ve kapitalizmin en geliştiği yer. Kısaca ve sistemi dizayn edenlerin gözünden, bu anlamıyla pozitif bakarsak, ABD birden fazla demokrasi, hukuk ve güçler ayrılığı prensibi anlayışının, beklentilerinin uygulandığı, ırk, din ve cinsiyet değil de, hak ve hukuk üzerine kurulu ve hukukun üstünlüğünün toplumun her katmanında kabul gördüğü federal devlet. Siyaset başkanlık ve ikili parti 64

sistemi üzerine kurulu. İktidar, ya Cumhuriyetçiler’de ya da Demokratlar’da. Üçüncü bir olasılık yok. İşte, tam da bu üçüncü bir olasılığın olmama durumu, hiç de beklenmeyen, paradoks sonuçlar üretiyor. Örneğin bu sistemde, yüz çiçek üretip, bin fikir tartıştırmak yerine, milyonlarca istekleri ve talepleri ikili parti ve kongre kurumları aracılığıyla tek bir güce çevirmek mümkün. Bu, iktidardaki başkana ve partiye en geniş eylem olanakları, muhalefetki partiye hazırlıklı olma zorunluluğunu, devlete ise kriz dönemlerinde de işleyen bir organizasyonu sunuyor. Sistem hukuksal düzeyde azınlıkların haklarını koruyor ve onları politik olarak da farklı konularda ve dönemlerde bu iki partiden biriyle koalisyona ve güç birliklerine teşvik ediyor. Sistem fikir olarak, farklı koalisyonların mümkün olduğu, değişik güç gruplarının birbiriyle yarıştığı, ama uzun erimde hiçbirinin süresiz iktidarda kalmaması üzerine kurulu. Bu sistemin eksiklikleri, yanlışları, günahları vs. var. Bunların en başında güç ayrılığı ilkesinin yerine gücün merkezîleştiği gerçeği geliyor. Sistemin, güçlü olanları daha bir güçlendiren, zenginleri her geçen gün daha bir zenginleştiren, fakirleri ise daha bir fakirleştiren, bu özelliğini, liberal demokratlar bile eleştiriyor. Modern Toplum ve Aynılaşma Fakat burada tartışılmak istenen konu, bu ikili parti sisteminin aşağı-yukarı bütün Avrupai toplumlara ve hatta dünyanın her yerine sıçradığı. Bunu ABD’nin sistemini diğer toplumlara dayatmasıyla açıklamak mümkün. Fakat bu var olan nesnel durumu açıklamaya yetmez. Bunun yanı sıra, bu daralma bir de modern toplumların bünyesinde olan bir çelişki. Modern toplumların en önemli özelliklerinden biri, onların her geçen gün daha çok birbirilerine benzemeleri. Bunu 65

insanların farklı toplumlarda yaşamalarına rağmen birbirine benzeyen yaşam biçimlerinde ve dünyayı algılamalarında görmek mümkün. Bunu, örneğin zenginlerin, bilim insanlarının, kadınların, sanatçıların bütün kültürel farklılıklarına rağmen, yaşam tarzlarında kimi temel konuların ve birlikteliklerin varlığında da ve bu meselelerde benzer reflekslerde bulunmalarında da görmek mümkün. Bu fakirler, orta sınıf, gençler, öğrenciler, taksi şoförleri ve anneler için de geçerli. Yine bu aynılaşmayı bilimde, hukukta, teknolojide, modada, sporda vs. yani toplumun her alanında görmek de mümkün. Bunu; kurumların ve devletlerin aynılaşmalarında da görebiliriz. Şehirlerin aynılaştığını örneğin beş yüz yıl önce Konya, Diyarbakır ve İstanbul’u ziyaret eden birinin gözünden bakıldığında hemen netleşir; onun gözünden bu şehirlerin birbirinden farklıkları sadece yapay. Oysa bu şehirler faklı dünyaları ve yaşam biçimlerini temsil ediyorlardı. Bunu, değişik devletlerin ve devlet adamlarının, onların siyaset yapış tarzlarında, gittikçe daha çok birbirine benzemelerinde de görmek mümkün. Bu yüzden de Ahmet Davutoğlu, Diyarbakır surlarını Toledo yapacağının sözünü verdi. Ama Davutoğlu bu meşrulaştırma yöntemini Osmanlı’dan değil ama Amerikalılar’dan öğrendi. Onlar savaşı, kimyasal bombaları yok etme niyetleriyle, Davutoğlu ise devletin vatandaşını bombalamayı turist getirmesiyle gerekçelendirdi. Ancak mantık aynı. Topluma, din, demokrasi veya hukuk değil, ama teknik nedenlerle savaşın, haksızlıkların, kanunsuzlukların vs. gerekliliğini anlatmak daha kolay. Bu mantığa göre, politika manipüle tekniklerini de kullanarak, ne yaptığının değil, iktidarda kalmak için nelere hazır olduğunun gösterildiği alan.

66

Bununla beraber, dünyanın her yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de hem bu gelişmelere, istismarlara, aynılaştırmalara, benzeşmelere karşı çıkan hem de bu dönüşümü destekleyen kişiler, gruplar ve çevreler var. Dünyanın her yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de bunu oportünist, samimi nedenlerden ve/veya çıkar ilişkilerinden dolayı destekleyen entelektüeller var. Türkiye’de de iktidarın yaptıklarını ya hep doğru ya hep yanlış, ya da olaya bakarak, nesnel durumu inceleyerek karar veren kişiler var. Yine, her yerde olduğu gibi, Türkiye’de de siyasi gelişmeleri kişilere, kültüre, dine, hırsa, kine, komplo tezlerine bağlayarak açıklayan kişiler var. Bu listeyi uzatmak mümkün. Fakat, hayat alanının çoğulculuğuna rağmen, bu farklılıklar ve ayrışmalar günümüzün çatışmacı ortamında uçlaşmaya, ya/veya ikilemine ve oradan da tekleşmeye dönüşüyor. Bu belirlemeden yola çıkarak, şu soruyu sormak mümkündür: Şu andaki politik, siyasi çıkmaz, Türkiye’ye ait özel bir durum mu? Aşağıda bu soruyu Türkiye’deki siyasi parti sistemine uyarlayarak, dünyanın her yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de siyasetin ikili parti sistemine dönüştüğü tezi üzerinden savunmaya çalışacağım. Buna göre, eskilerde sağsol, merkez-merkezkaç olarak kavramlaştırılan durum, günümüzde yüzde 51-49’a dönüştü. Devrimciler ve Sosyal Demokratlar Bu durum özelliklede devrimci güçleri toplumu ve siyaseti yeniden tanımlamaya, anlamaya ona göre yeni fikirler ve birliktelikler üretmeye zorluyor. Bunu sosyal demokratların durumuna bakarak tespit etmek zor değil. Şu anda Avrupa’nın hiçbir yerinde sosyal demokrat güçler, tutucu veya liberal güçlerle koalisyona gitmeden, onların değer yargıla67

rına adapte olmaksızın iktidar değiller, bunu yapmadan iktidar olma ihtimalleri de yok. Bu şemaya uymayan Jeremy Corbyn önderliğindeki Labour Party ve Bernie Sanders’in Amerika’da temsil ettiği Demokrat Parti. Her ikisi de hem iktidara ve hem de bilinenin aksine sosyalist sol tanımından çok uzaklar. Corbyn ve Sanders kapitalist sistemi koruyarak savaş sanayisini sonlandırma, devrim yapmadan ekonomiyi adilleştirmek gibi, aslında devrimci solun cephesinden bakıldığından anlaşılması güç pozisyonları savunuyorlar. Her ikisinin de amacı değiştirmek değil, dönüştürmek, evrim yoluyla hayatı iyileştirmek. Oysa devrimci solun en tipik özelliği, radikal gelecek projeleriyle çıkarları genelleştirebilmekte. Buradan bakıldığında da, hem Corbyn hem de Sanders geçmişi, eski anlatımı temsil ediyorlar. Her ikisi de günümüzün sorunlarına çözüm sunarlarken, sınıfsal ve sosyo-ekonomik ayrışım söyleminden yola çıkarlar, iletişim kurarlar. Ve günümüzün siyasi kurumlarını koruyarak iktidara gelebilmek için, var olan sınıfsal çelişkileri koruyarak da, sosyalizmin mümkün olabileceğini savunuyorlar. Ancak buna bizzat kendi örgütlerinin bilinen şahsiyetleri bile inanmıyor. Gerçekten de insanları bireysel çıkarlarına rağmen, eski fikirlerle yeni duruma ikna etmek zor. Bu onlara sol popülizmle suçlanmalarına, devrimci sol güçlere ise toplumda ki güven kredilerinin azalmasına mal oluyor. Gerçek şu ki, farklıkların ve ayrışımların programlandığı ve geniş katmanların desteğini alabilen devrimci sol hareket yok. Onların fikirlerinin hayatta karşılık bulamamasını, sadece kültürel, siyasi hegemonya, dengesiz güç ilişkileri ve ideolojik güven kaybıyla açıklamak da yeni durumu anlamaya yetmiyor. Tersinden söylemek gerekirse, iklim ısınması, göç, dijitallik, kimlikler siyaseti ve yeni tip derebeyliklerin sınıfsal 68

dimensiyonu olmakla birlikte, bu sayılan olguların hiçbiri sadece işçi sınıfını zorlayan, sadece onları etkileyen ve sadece onların fikirleriyle, onların çıkarlarından yola çıkılarak anlaşılacak ve çözülecek fenomenler değildir. Buna rağmen devrimci sol hala kendisiyle uğraşır durumda ve hala kimi fikir farklılıklarından dolayı çıkarlar üzerine kurulu koalisyonlardan kaçınıyor. Oysa siyaset, sırf siyaset yapmak için değil, insanların yaşam koşullarını iyileştirmek için yapılır. Bunun için de yakın çıkar gruplarıyla koalisyonlara girmek, bloklar oluşturmak, devrimci sol siyasetin yapması gerekenlerden. Zorunlu Koalisyonlar Devrimci sola karşın, pragmatist güçler bunu çok erken kavradılar ve örgütlerini de zorunlu koalisyonları mümkün kılma çerçevesine uyarladılar. Bunu günümüzün koalisyonlarında görmek mümkün. Avrupai devletlerde, işveren kurumlara yakın Hristiyan kökenli partiler ideolojik olarak (radikal) sağ partilerle koalisyondalar. Buna Amerika Birleşik Devletleri’nde Tea-Parti ile Cumhuriyetçilerin, İtalya’da Demokratik Parti ile Beş Yıldız Hareketi’nin, İngiltere’deki Tory ve Nigel Farage’nin Brexit partisiyle ve son olarak Türkiye’de AK-Parti ile MHP arasındaki koalisyonları örnek olarak gösterebiliriz. Yine bunu Avrupai devletlerde, sendikalara yakın sosyal demokrat partilerle günümüzde tekrardan Adam Smith, Hayek, Keynes, John Rawls gibi teorisyenlerin prensipleri etrafında siyaset yapan, ya da yapmak isteyen partiler arasındaki koalisyonlarda da görmek mümkün. Buna Fransa ve Alman hükümetleri iyi örnekler. Bu son ikisinde aslında Hristiyan Demokrat Parti hükümetleri Sosyal Demokrat Parti’nin oylarıyla, koalisyonuyla iktidardalar. 1990’lara kadar böyle hükümetlerin oluşması mümkün değildi. Almanya’nın yeniden birleşiminde bile, Sosyal Demokratlar ve 69

Hristiyan Demokratlar birbiriyle uyuşması zor pozisyonlar savundular. Bugün bu hükümetlerin kurulabiliyor olması, onların uzlaşma veya uyuşma kabiliyetlerinden çok, içinde bulundukları toplumların bölünmüşlüğünden kaynaklanıyor. Bu koalisyonların ideolojik arka planı, aktörlerin devrimci solu engelleme ve pragmatik nedenlerini ise var olan bölünmüşlüğe, antagonist pozisyonlara rağmen, bilinen çıkar ortaklıklarını sürdürme istemlerinde. AK-Parti ve MHP Koalisyonu Buradan da bakıldığında, bölünmüşlük, çatışmacı ortam, sadece Türkiye’ye özgü ya da Erdoğan ve hükümetinin yarattığı bir durum değil. Erdoğan’a endeksli olmayan bu sorunu Erdoğan’ın iktidarını sona erdirmekle de çözmek mümkün değildir. Hatta, tersi bir durum var: Erdoğan’ın hükümetleri döneminde din, demokrasi, hukuk ve geçmişe özlemler tekrardan filizlendirilerek toplumda var olan çatışmacı ortam örtbas edildi. Birlikte yeni bir gelecek kurulabileceği izlenimi yaratıldı. AK-Parti, topluma genel olarak sosyal demokratlardan beklenileni sunabildi. Buradan bakıldığında, aslında eskiden beri var olan çelişki faylarının bugün tekrardan gözlemleniyor olması, mevcut iktidarın toplumsal barışı inşa edememesi ve topluma gelecek projeleri sunamamasından. Gözlemlediklerimiz, bu iktidarın nesnel durumunu gösteriyor. AK-Parti tutucu bir parti. Partiyi destekleyenlerin ortak özelliklerinden biri, geçmişe özlem, bilinmeyene şüphe ile bakmaktır. Bu tipten partiler ağa, şef, reis, büyük önder gibi kült kişilikler, karizması olanların etrafında iktidar olurlar. Başkanlarının demokratik yollarla değiştiği Türkiye’de görülmüş değil. Bunu ihtimal kılmak için, kültürel bir değişim ge-

70

rek. Buna ise kişileri değil, parti yasasını değiştirmekle başlanılır. AK-Parti bu anlamıyla MHP’ye yakın bir parti. AKParti geleneği MHP geleneğine hep kol kanat germiştir. Burada özellikle vurgulanmak istenen olgu, AK-Parti ve MHP koalisyonunu sadece başkanlık tarzı Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ne geçişle ve/veya sadece bu partiler arasındaki yakın ruhani ilişkiyle açıklamak, siyasetin günümüzdeki yapılış tarzını dünyadaki diğer gelişmelerden yalıtmak anlamına geleceği. Bu eksik ve hatalı değerlendirmeyi yapanlar bununla kalmıyorlar. Bu eksik analizden dolayı, Türkiye’deki siyasetlerini anti-Erdoğan ekseni üzerine oturtuyorlar. Bu ise yanlış. Örneğin, yeni kurulan Gelecek Partisi’nin tek varlık nedeni Erdoğan. Ahmet Davutoğlu’nun bizzat kendisi Yavuz Oğhan, İsmail Saymaz ve Akif Beki ile 18.07.2019 tarihinde yaptığı söyleşide parti kurma gerişimin en önemli nedeni olarak, şu andaki hükümetin, kendisi gibi yetişmiş devlet adamlarına iş vermemesi olduğunu dillendirdi. Yani sayın Davutoğlu’na mevcut iktidarda iş verilseydi, partiyi kurması gerekmeyecekti. Yine Etyen Mahçupyan, 14.01.2020’de t24’deki sohbette, amaçlarının iktidara gelmek değil, Erdoğan ve çevresindekilerden rahatsızlık duymalarından siyasi parti kurduklarını söylüyor. Mahçupyan, Davutoğlu’nun başkan olarak seçilmesinin nedenini ise, onun Türkiye hakkındaki konularda en çok kafa yoran kişi olmasını gösteriyor. Aslında bu vasfa uyan kişilerin sayısı hayli çok. Bu kriterden yola çıkarsak, parti başbakanlığını en çok profesörlerin hak ettiğini söyleyebiliriz ve bu görevi onların üstlenmesini talep edebiliriz. Ancak böyle bir istem ampirik olarak ne Türkiye ne de dünya genelinde anlamlı ya da geçerli. Sayın Mahçupyan bunu çok iyi biliyor. Onun, buna rağmen böyle bir iddia da bulunmasının nedeni, 71

kendisinin elit bir kişi olması ve de elit tabakaya seslenmesi. Diğer bir söylemle, bu bilgiye rağmen, bu görüşü ancak Mahçupyan gibi ekmeğini kamuyu yönlendirmekten kazanan kişiler söyler. Danışmanların işi, ona parayı verenin düdüğünü çalmaktır. Burada görülmesi gereken nokta, anti-Erdoğan ekseni üzerine kurulu bir siyasetin akli ve özgür bir seçimden çok, etki-tepki üzerine kurulu bir refleks olduğudur, buna dönüştüğüdür. Siyaset öretilmediğinde, kamu alanı artık tikel çıkarların prizmasından anlaşılır hale geliyor. Rasyonel karar alabilme yetisi, kamuda üretilen görüş ve fikirlerden uzaklaşıldıkça mümkün oluyor. Bu ise siyasetçilerle iktidar, medya ile okur, kurumlarla insanlar, öğretmen ile öğrenci, anne ile kızı arasına telafisi zor kuşku, şüphe, itimatsızlık ortamına ve zamanla da bütün kültürel kazanımların sadece paranın, gücün ve de silahın olduğu ortamda geçerli olduğu arkaik ortama dönüşür. Dil, zekâ, rasyonalite, teknik bilgi vs. yerine taraf olmak, kamudaki eylemi belirler. Böyle bir ortamda, hukuk, demokrasi ve özgürlükleri geliştirmekten bahsetmek anlamını yitirir ve yapılanlar sadece, dünyanın çeşitli yerlerinde de görüleceği üzere, IMF’nin ekonomik programlarını yerine getirmeye dönüşür. Sağda Koalisyonlar AK-Parti, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderliğinde sol, liberal güçlerle iletişim, etkileşim halinde hükümete geldi ve ikinci hükümetini kurdu. Bu etkileşim sayesinde ciddi adımlar atıldı. Bugün ise, AK-Parti ya MHP, İyi Parti, Saadet Partisi ile ya da CHP, HDP, ÖDP veya işçi örgütleri ile koalisyonlara giderek hükümet kalabilir. Bu Erdoğan’dan bağımsız bir durum. AK-Parti’nin başında kim olursa olsun, bu soruya akli bir cevap vermek ve verilen cevabı halka, seçmenine 72

açıklamak durumunda kalır. AK-Parti, MHP, İyi Parti, Saadet Partisi ve yeni kurulan Gelecek Partisi organik olarak birbirlerine yakınlar, birbirilerinden oy ve seçmen alırlar. Bu grupların ortak özelliği sağda ve tutucu olmalarında. Bu ise, var olanı, statükoyu korumak, kollamak, yönetmek ve beslemek demek. Dolayısıyla da, bu çevrenin liderliğindeki bir hükümet, mevcut olanı, bilineni koruduğu ve kolladığı sürece başarılı sayılır. Erdoğan ve çevresindekiler bundan yana. Dolayısıyladır ki MHP ile işbirlikleri bu çerçevede sürer. MHP hep bireylerin baskın olduğu bir parti oldu. Tarihinin hiçbir döneminde, iktidar teklifi geldiğinde ret etmedi, etmez de. Onlarınki görev aşkı! Görev verildikçe, görevlerini en sadık biçimde yerine getirirler. Bu anlamıyla, günümüz AK-Parti’nin MHP ile koalisyonunu yukarıda sözünü ettiğim tekleşme çerçevesine oturtmak mantıklı. Kimin kime benzediği, sadece dönemsel bir soru. AK-Parti’nin; CHP, HDP, ÖDP gibi partilerle gittiği işbirliği ve koalisyonları, organik değil ama işlevseldir. Halkın diliyle; köprüden geçinceye kadar sürdürülürler. Bu yüzdendir ki, AK-Parti’nin HDP ve liberallerle yaptığı dönemsel işbirliği, yerlilik, vatan, bayrak, dış düşmanlar vs. konularında sona erdi ve sona ermek zorundaydı. Bu konular bütün sağ partilerin DNA’sında var ve bütün sağ partiler bu konuda mutabıklar. Örneğin, kimlikler bu cepheden bakıldığında yegâneler, karşılaştırılamaz, birbirileriyle ölçülemez, birbirilerine katılamazlar. Bu mantığa göre, dindarlar hep dindar, Kürtler hep Kürt, Türkler hep Türk, yönetenler hep yöneten ve yönetilenler de hep yönetilen olarak kalacaklar. Dolayısıyla, bunlar arasındaki iletişim; ya galibiyet ya da yenilgiyle, yani son tahlilde savaş alanında sonuçlanır.

73

Olgusallıktan yola çıkarak siyaset yapan bu grubun aşırılıkları, işte bu ideolojik anlayışlarından kaynaklanır. Ve yine bu grup, olandan, sürdürülenden yola çıkarak değişime karşı çıkmadan, yaşam alanında çoğul olanı çoğunluğa, çoğul olmaya indirgemeden, doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin, bizden-ötekinden vs. ayrıştırmalarıyla polarizasyon yaratmadan güç alırlar. Bunların hiçbiri hak, hukuk, prensip veya bilimsel gerekçelerin/gerekliliklerin üzerine kurulu beklentiler, istemler, dünya görüşü değil. Bu yüzdende, bu grup genel olana karşı çıkar. Genelin yerine, geleneksel ve kendisinden yana olandan tavır takınır. Bunun için de, slogan, “kim olursan ol, benden yana oldukça iyisin, benimlesin.” Bu anlayış, hukukta değil ama, demokraside hayat buluyor. Bu yüzden de 51-49 diktası bu gruba yarıyor. Solda Koalisyonlar Buna karşın, değişimden yana olanların iktidara gelebilmelerinin ilk şartı, topluma umut dolu gelecek projeleri sunabilmeleri. Bu grupların ideolojik yapıları, destekleyenlerin yaşam biçimleri gelecek, değişim, dönüşüm, geçerlilik üzerine kurulu. Buradaki insanlar, kendisi için doğru olanın, başkası için de doğru olabileceğinden yola çıkarlar. En genel yasalarla, en ortak prensiplerle ve de eşitlikçi karar alabilme mekanizmalarıyla ortaklığa gidilmesi gerektiğini savunurlar. Aynı zamanda, kimlikler, yasalar, prensipler, güç ilişkileri işlevseldir; Ahmet, Erkek, Kürt, Müslüman veya beyaz tenli olduğundan değil, temizlik işçisi olduğu için Angela’yla, Sibel’le, Roger’le, Won’la ya da Tensin’le birlikte yürüyor veya buna hazır. Kötü koşullarda yaşayan bir Türk, iyi bir yaşam sürdürecekse, Alman, Hristiyan, ya da taksi şoförü olabilmeyi abes görmez. Ayıp ve günahın yerini çıkar ve işlevsellik alır. Bu yüzden de, eskiden Osmanlı olan, bugün Türk, Kürt, Arap, 74

Boşnak ya da Avrupalı, sosyalist, demokrat, devrimci olabiliyor. Kimlikler, aidiyetlik ve hatta birey olma durumu, mutlak değil, değişen, dönüşen, iletişim halinde olan varlıklar, olgulardır. İletişim değişmez sabitler üzerinden değil, yeniden kurumsallaştırılabilenler üzerinden kurulur. Dolayısıyla, bu anlayışa göre, olabilirlikler olgusallığı, var olanı ortak ve meşru bir prensip çerçevesinde belirlemeli. Bunu en iyi hukuk sistemi temsil eder. Hukuk, kültürel, etik, coğrafi ve diğer anlamlı farklıkların korunduğu ancak yeniliklerin ve değişikliklerin teknik nedenlerle de yapıldığı bir alan. Kurumlar ve Kişiler Demokratik Hukuk Devleti (DHD) güçlü kurumların kurulması gerektiği talebi üzerine inşa edilmiş bir öneri. ABD ise John Locke’un önerdiği mülkiyet hakkı üzerine kurulu işte bu DHD kuramının bir versiyonu. Varsa devrimci solun bu birikimden öğreneceği bir şey, oda %51 çoğunluğu mekanizmasının toplumu nasıl değiştirdiği. Buna rağmen, genel olarak sol, kurumlar geliştirmekle siyaset yapılacağı tezi üzerine kurulu. Özerk yapılar, yasama yürütme ve yargının ayrıştırılması, sendikalar, emeklilik ve işsizlik sigortaları gibi kurumlar bunlara örnek. Buna karşın sağ, hep bireyler üzerinden siyaset yaptı. Ve tarihsel olarak da bireyler üzerinden yapılan siyaset, kurumlar arıcılığıyla hayata geçirilen siyasetten çok önce gelişti ve daha da kolay. Fakat bir toplumun özgürleşmesi ancak istikrarlı kurumlarla, devrimci güçlerin talepleriyle mümkün. Hukuk bu tipten kurumların başında gelir. Türkiye’de bu tipten güçlü kurumlar, teknoloji ve teknolojik bilgi üretimi eksik. Bu durum siyasete de yansıyor. Artık, 10 yıl değil 10 saat sonrasını bilerek, düşünerek, karar vererek planlayabilmek ciddi bir beceri. Ancak, Mısır’dan yola çıkarak, örneğin iki yıl sonra, Erdoğan’ın olmadığı, ama var olan 75

hükümetin değişmediği bir ortamla karşılaşılmak istenmiyorsa, sol güçlerin gelecek projeleri olmalı. Ve bu projeler sol kurumların güçlendirilmesi üzerine kurulmalı. Demokratik Hukuk Devleti (DHD), böyle bir proje. Bu çerçeve de koalisyonlar mümkün ve denenmeli. DHD, bütün zorluklara rağmen 51-49 mekanizmasını ortak prensip çerçevesinde lehte kullanabilmenin de bir yolu.

76

7. KANUN, KURAL VE İSTİSNA24 Eski Yunanca, panta rhei Latinceye cuncta fluunt ve Türkçeye ise bir suda iki defa yıkanılmaz şeklinde çevrildi. Bu prensip, Antik Yunan felsefesinden öğrendiklerimizin başında yer alır. Öğretiye göre, her şey değişir ve dönüşür. Buna, doğada mutlaklığın, mutlak kuralın, kaidenin, belirleyiciliğin vs. olmadığı kanun da diyebiliriz. Tarihsel olarak, panta rhei anlamı, ona yüklenen misyona dönüştü ve değişti. Ancak öğreti, bu evrimi de kapsadığını iddia edebilecek güçte. Her şey, her şeyin değiştiği, dönüştüğü kanununa göre doğar, gelişir ve akar. Hiçbir şey, bu kanunun dışında değildir. Fakat, bu özgüvene rağmen, Karl Popper’ın bilimsel realizmi cephesinden bakıldığında, böyle bir doğa kanunun olduğu bugüne kadar ne verifize, yani ne doğrulandı, ne de bunun böyle olmadığı falsifize, yani yanlış olduğu kanıtlandı. Bununla beraber bu, onun kuvvetli bir varsayım olarak kabul görmesinin önünde bir engel teşkil etmiyor. Yanlış olduğu kesinleşinceye kadar, bu hipotezin yanlış olmadığını varsaymak doğru olandır. Kanunlar ve Kurallar Gerçekten de günlük yaşamda kurallar ve kanunlar tarafından çevrelendiğimizi görmemek mümkün değildir. Yaşamın, kurallar ve kanunlar bünyesinde değiştiği, dönüştüğü ve yenilendiği aşikâr. Her şeyin bir anlam dünyası içerisinde olduğunu, bu anlam dünyasının da ancak kurallar ve kanun-

24

Bu makale daha önce Nokta Haber Yorum URL: https://noktahaberyorum.com/kanun-kural-ve-istisna-alidemir.html#.XmYaWJNKiu4 ve Demokrat Haber URL: https://www.demokrathaber.org/kanun-kural-ve-istisna-makale,10703.html sitelerinde yayımlanmıştır.

77

larla idame edildiğini görüyor ve yaşıyoruz. Mevsimleri, doğayı, doğa da var olanları, insanları, doğumları, aileleri, aile içi ilişkileri ve de aile de bulunun her eşyayı kurallar ve kanunlar olmaksızın düşünemeyiz, yerli yerine koyamayız ve de anlayamayız. Ancak bu kanun ve kuralların varlığı, onların zaman içerisinde değişmediği anlamına gelmez. Her kanun ve kuralın geçerliliği kimi şartlara bağlı. Fizik ve matematik kanunları bu evren için geçerli. Dünyanın her yerinde hâkim olan yerçekimi kuvveti, evrenin her yerinde geçerli değildir. Bir canlının oluşabilmesi için, belirli, zaruri bir ortamın varlığı gerekir. Bu ortam ve bu ortamın varlığını oluşturan kanunlar, kurallar olmaksızın, bir canlının oluşabilmesi mümkün değil. O halde, madem ki her şey kural ve kanunlar çerçevesinde oluşuyor, dönüşüyor, değişiyor ve akıyorsa, o zaman bir suda iki kez yıkanmanın da bir kanun değil, sadece günlük, sıradan ve de değişime uygun bir kural olduğu sonucuna varmak gerekmez mi? Gerçekten de bütün bu görünenlere rağmen, bir suda iki kez yıkanmanın mümkün olmadığı varsayımının bir kanun olduğu hükmü nasıl hâlâ geçerliliğini koruduğunu açıklamak zor. Bu zorluğu, istisnaların varlığıyla açıklamak, sıkça başvurulan bir yöntem. Buna göre, asıl olan, hiçbir şeyin değişmediği ve her şeyin, tekrarından ibaret olduğu kanunudur. Bu kanuna rağmen, değişenin, dönüşenin varlığı sadece bir istisna. Ancak, kanunların tanım özellikleri, onların değişmemesi. Hatta bu varsayımı kabul ettiğimizde de karşımıza hiçbir şeyin değişmediği bir dünyada görüleni ve günlük yaşamda tecrübe edinilen dönüşümleri, değişiklikleri, doğumları ve de ölümleri istisna saydığımızda, bu istisnaların niceliği ve niteliği karşısında, sanki geriye gerçek olarak görülen çok bir şeyin kalmadığı hissiyatı bir zorluk olarak çıkıyor. Bu zorluk karşısında verilen en tipik cevap, bize değişi-

78

yormuş gibi görünen gerçeklik değil, sadece gerçekliğin yansıması olduğu. Yani, görünenle gerçeklik arasında bir hiyerarşinin olduğu, dönüşüm ve değişimin bu hiyerarşinin sadece bir yerinde olduğu, ancak bu yerin de asıl olmadığı, fenomenler dünyası olduğu fikri. Yine buna göre, asıl olan, hiç değişmeyendir, hep aynı kalandır. Aynı olan ve kalan ise gerçekliktir. Dönüşen, doğan, ölen ve değişen ise sadece görünendir. Yani, fenomenleri ve varlıkları ayrı kategoriler olarak saymak, ilkinin varlığını ikincisine endekslemek. Gerçekten de gölge, gölgenin sahibinin kendisi değil. Gerçek, Evrensellik ve Evrensel Gerçek Ve tabii ki, hiçbir şeyin varlıklar ve kanunlar çerçevesinin dışında olmadığını, bir suda iki kez yıkanmanın mümkün olmadığını varsaymak ve bu çerçevede düşünmek ve de bu düşünceyi, ya da tam tersini savunmak meşru. Bu yapılıyor da. Ve bu düşünenleri siyaset alanında hem sağda ve hem de solda görmek mümkün. Devletin ilelebet olduğunu düşünmek, değişimin olmadığını savunmaya açık bir örnektir. Yine, varlığın, kanunların sadece Tanrı ve onun gerçeklerinde olduğu fikri yaygın. Solda bir gerçeğin olduğu ve bu gerçekliğin evrensel olduğu düşüncesi baskın. Bir zamanlar Gerçek dergisi çıkardı. Bugün bu dergiyi düşünsel düzeyde Evrensel gazetesi devam ettiriyor. Bu yayınların isimlerinden de rahatlıkla görüleceği üzere, bu gelenekteki baskın fikir şu: Bir; bir gerçeklik, bir de gerçek olmayan; bir evrensellik, bir de evrensel olmayan var. İki; gerçek ve evrensel olan asıl olandır. Günün sonunda, orijinal deyimiyle, at the end of the day, gerektiğinde gerçek ve evrensel olmayandan taviz vermek, hatta ondan vazgeçmek mümkün, doğru ve yapılmalı. Kanun, gerçek ve evrenseldir. Asla değişmeyendir. Kural ise taktik ola-

79

rak başvurulan, gündelik hengamenin gürültüsünden kurtulmak için üretilen bir bahanedir. Kanun asıl olan, gölge ise kuraldır. Böyle bir anlam dünyası yaratmak ve onun gerçekten de var olduğunu düşünmek yanlış değil. Bu anlam dünyasını belirleyen tek bir kanunun var olduğunu da düşünmek yanlış değil. Ancak soru, gelecekte de böyle olması gerektiğini düşünmenin doğru olup olmadığı. Daha da ileri gidenler var. Buna göre, var olan her şeyin bu gerçekliği, bu kanunu temsil ettiği oranda geçerliliğini koruduğu. Bu söylem teorisine göre, gerçekliği deformeden kurtarmak için kimi somut zorunlu adımlar atmak gerekiyor. Sorunun çıktığı yer ise, böyle düşünmekte, yani olanı yorumlamakta değil, ama düşünülenin, varsayılanın olması gerektiğini de belirleme isteminde. Bu sorun, düşünülenin, bireylerin farklı ve diğer istemlerine rağmen hayata uyarlamaya çalışıldığında ise toplumsal bir probleme dönüşüyor. Sol, bunu Karl Marx’ın asıl olanın dünyayı yorumlamak değil, onu değiştirmek olduğunu ve Marksizmin de bilimsel olduğunu söylemekle meşrulaştırdı. Buna karşın, bilimsel bilgi gerekmeksizin de, olduğu varsayılan bir kanuna göre, olması gerekeni belirlemenin yanlış olduğunu söylemek zor değil. Hiçbir canlı, daha sonra yiyeceği ekmekle şimdi doymaz. David Hume’den açıklarsak, bugün itibariyle var olan bir gerçeklikten yola çıkarak, yarın için olması gerekeni belirlemek yanlış. Özetlersek, asılla fenomenler arasında bir ayrım yapmak ve bu ayrım üzerinde de neyin gerçek ve neyin gerçek olmadığına karar vermek, bireyin özel yaşam alanının dışına çıktığı andan itibaren, kamu alanını belirlemeyi istediği andan sonra, sorun haline gelebiliyor. Bu soruna cevaben kanun ve kural arasında bir ayrıma gitmek ve kanunu doğaüstü

80

güçlerle, kuralı ise bireysel kararla açıklamak hem solda ve hem de sağda sıklıkla rastlanan bir öneri. Kanûn-u Kadîm ve İçtihat Kapıları Olanı, görüleni, olması gerekeni gerçek saymanın, ya da olduğu varsayılan bir kanuna göre, olması gerekeni belirlemenin yanlış olduğunu tarihsel bir örnekle perçinlemek gerekirse; Osmanlı yöneticileri anlam dünyalarını, yapılan her şeyi gerçek saydıkları kanûn-u kadîm kanunu üzerine, her şeyin bu kanunu desteklemesi gerektiği ve her eylemin bu gerçekliğe hitap ettiği oranda hayatta meşruluk kazanacağı ve de kazanması gerektiği savı üzerine kurdular. Hatta bununla da kalmadılar. Bu kanunun, devletin, iktidarlarının gücüyle geliştirilen kurallarla desteklenmesi, pekiştirilmesi ve de muhafaza edilmesi gerektiği fikrini geliştirdiler. Bu fikre göre, İslamiyet’le beraber bütün gerçek kanunlar ve bu kanunları hayata geçirmek için gereken kararlar ve de bilgi biliniyordu, ve bundan böyle yapılması gereken, bu gerçek bilinci yeryüzünde hâkim kılmaktı. Bunun için de yapılması gereken ilk şey, içtihat kapılarının kapandığını ilan etmek ve insanlara bu inanca göre yaşamlarını düzenlemelerinde yardımcı olmaktı. Devleti yönetenler, bu yardımın bazen, yani istisnai durumlarda zora dönüştüğünde, “olmuştur, olabilir ama bu olanlar kanunun yanlış olduğu anlamına gelmez” gibi cevaplarla olanı, yaşatılanı, önce bir istisna, sonra bir kural olarak görmeye ve zamanla da yaşamın her alanını kapsayan bir kanun haline getirdiler.

81

Dar-ul İslam/ Dar-ul Harb, Celâlettin Rumi ve Üniversiteler Bu insan anlayışının hayat alanında var olan günlük münakaşaları körüklediğini, onları sorunlara ve çatışmalara dönüştürdüğünü öngörmek zor değil. Bunu Osmanlı’nın felsefi anlayışında, dünyayı kavrayışında, örneğin onu dar-ul islam ve dar-ul harb’a bölüştürmesinde de görmek mümkün; var olan bütün dünyevi sıkıntılar, dünya İslamlaştığı oranda azalır. O güne kadar iyilerle (dar-ul islam: iyilerin, barıştan yana olanların evi), kötüler arasında savaş, harp devam edecektir. Bu anlayış insanlar arasında bir yandan İslam’dan yana olanları, bir yandan da İslam’a karşı olanları yaratır ve karşı karşıya getirirken, bir yandan İslam milletleri içerisinde, Osmanlılar arasında da, yani kendi aralarında da diğerini, diğerinin varlığını varsaymaya, hesaba katmaya ve de ona göre tavır takınmaya zorladı. Arayanın mevlasını da belasını da bulduğu bir toplumda, kötüyü, ötekini, bizden olmayanı ve bize karşı olanı bulmak tabii ki kolay. Bu gerginliği hayatın her alanında görmek ve göstermek mümkündür. Konumuz açısından bunun iyi bir örneği üniversitelerin durumu. Mevlâna Celâlettin-i Rumi, Afgan asıllı ve Konya’da babasının kurduğu kürsüye geçerek şöhretine ilk adımını atar. Rumi 1300 gibi öldü. Osmanlı’nın İstanbul’u fethetmesinden önce İslam dünyasında yaklaşık 80 üniversite vardı. Bu sayı 16. yüzyıl Osmanlı’sında 320’ye çıkar. Ancak 1800’lerin başında tek bir üniversitenin bile olmadığı bir imparatorlukla karşı karşıyayız. İlk dönemin akılcılığı, çoğulculuğu ve primus inter pares anlayışı yerini, ümmetçiliğe ve zorbalığa bıraktıkça, teknoloji, felsefe, matematik, mantık ve sosyolojinin yerine de ilkel savaş anlayışları, ideolojiler,

82

kadercilik ve de milliyetçilik alır başını gider. Buna ters orantılı olarak, yani Osmanlı çöktükçe, özgürlük alanları genişler, üniversiteler çoğalır ve dünyaya tekrardan açılmak mümkün olur. Kanun, Kural ve İstisna Hem kanûn-u kadîm kanunu, hem içtihat kapısını kapatma istemi ve hem de dar-ul islam ve dar-ul harb ayrıştırması bir kanun ve/veya kural olarak görmek mümkün. Aynı şekilde, olduğu varsayılan kanunları, gerçek kanunlar olarak tabir etmek, ne varsayılanın bir kanun olduğunu gösterir ne de bundan türetilen kuralları kanunlaştırır. Bununla beraber, kanunları kurallardan ayıran, kanunların gerçek, kuralların gerçek olmaması değil. Her kanundan bir kural, birçok kuraldan bir kanun elde etmek mümkün. Bir suda bir veya iki defa yıkanmak mümkün. Her iki olanak, ihtimal veya geçerlilik mümkün. Bunu mümkün kılan, bizim, insanlar olarak bu durumu, gerçekliği ve ortamı tanımlamamızda. Bu işi en iyi yapanlarımız, bilim insanları. Onlar söylediklerinin, yazdıklarının arkasında durduklarını gösterebilmek için, “bir suda iki defa yıkanılmaz” belirlemesindeki bütün terimleri akli bir sistematikle çelişkisiz tanımlamak zorundalar. Bu çerçevede yapılan akli tanımlamalarda “bir suda/karda/çamurda iki/on defa yıkanılmaz/yıkanılır” tezini savunmak mümkün. Kanun ve kural arasında bir ayrıştırma yapmak gerekirse, kanunları kurallardan ayıran özellik, kanunların istisna tanımamaları. Bu özellikle doğa bilimlerinde böyle. Sosyal bilimlerde işler daha karmaşık. Tabii ki, burada kanunlar var. Doğa bilimlerinde ve sosyal bilimlerde, nerede bir istisna mümkünse, orada bahsi edilen kanun, gerçekte bir kural. Bu anlamıyla, hiyerarşi ontolojik olarak var olanla var olmayan, 83

ya da gerçekle gerçek olmayan arasında değil, biz insanlar tarafından belirlenen kanunla kural arasında. Biz, düşünen insanlar olarak, aramızdaki ilişkileri düzenlemek için kanunla kural arasında şöyle bir ayrım yapıyoruz: Kanun bizim birbirimizle yaptığımız anlaşma ve kural ise benim kendime verdiğim sözdür. Kanun herkesi bağlayan nesnel gerçek bir anlaşma, kural ise sadece söyleyeni bağlayan özel/bireysel gerçek bir sözleşme. Bu sözleşme ve/veya anlaşmaya bakarak, istisnasız kimin keyfi, kimin prensipler çerçevesinde karar verdiğini, kimin ortak akla göre hareket ettiğini ve neyin nesnel/bireysel gerçek olduğuna karar vermek mümkün. Özetle, istisna sözleşmelerde mümkün; anlaşmalarda şüpheli ve gerçekte hep değişendir.

84

8.

SANAT, BİLİM VE SİYASET Sanat, bilim ve siyaset kamu alanında buluşurlar. En geniş anlamıyla bilim, olanı en yalın haliyle anlatır; sanat, onu dramatize eder, ona yeni anlamlar kadar ve siyaset ise, bilim ve sanatın merceğinden geçmeyeni de toplumsal idealler adına harekete geçirir. Bu makalede sanat, bilim ve siyaset arısındaki bu ilişkiyi, Recep Maraşlı, Selahattin Demirtaş ve Ahmet Davutoğlu üçlüsünün eylemlerine bakarak incelemek istiyorum. Yazı, Recep’e övgünün, Demirtaş’a telkinin ve Davutoğlu’na ise yerginin nedenlerini içeriyor.

Sanat, bilim ve siyaset arasında kırılgan bir ilişki var. Sanatın siyasetle aynılaştığı, bilimin ise bunu meşrulaştırdığı veya bunun tersine sanatın bilimsel bilgilerle tamamen siyasetsizleştiği, siyasetten uzaklaştığı an, toplumların karanlık dönemleridir. Bu üçlünün iletişim halinde olduğu, birbirini ilkeler çerçevesinde etkilediği, birbirinden öğrendiği dönemler ise, değişik kimliklerin, fikirlerin, yaşam biçimlerinin ve farklı çıkar ilişkilerinin bir arada olduğu, anlam kazandığı ve kazandırdığı dönemlerdir. Bu üçlü arasındaki iletişim ne bunlardan birinin kimliğini kaybetmesi ve ne de hepsinin tek bir kimliği kabul etmesi anlamına geliyor. Tersine, iletişimin doğası gereği kararlar, yani evet ya da hayır değil de, evet’ ten nasıl ve niçin hayır’a, ya da hayır’dan nasıl ve niçin evet’ e gelindiğinin izahıdır. Bu üç alan arasındaki iletişimin kalitesi, bir kültürde insana verilen değerin de iyi bir kıstasıdır. Gerçek şu ki, teorik ve ampirik olarak, günümüz toplumlarında sanat, bilim ve siyaset arasındaki ortak alanının kullanımı bir yandan, siyaset-

85

çiyle sanatçı ve bilim insanı arasında ki ilişkilerin düzeyi diğer yandan, bir toplumun kültürel dokusu hakkında net yargılarda bulunmaya yetebiliyor. Eski toplumların tersine günümüzde sanat, bilim ve siyaset birbirinden farklı istemlerin, aktörlerin, amaçların ve işleyiş mantığının temsil edildiği alanlar olarak ayrıştılar ve yine aynı şekilde sanatçılar, bilim insanları ve siyasetçiler de artık ortak bir tahakküm veya alt/üst ilişkisinin belirlendiği ortak bir tabakayı değil de, bu evrimsel ayrılıklardan doğan farklı çıkar ve fikirlerin temsilcileri olarak kabul görüyorlar. Sanat, bilim ve siyaset sadece değişik alanlar değil, ama aynı zamanda farklı eylem biçimleri. Sanat ve Siyaset Bunun bir izdüşümünü, siyasetle sanat arasındaki zamansal ayrışmada görmek mümkün. Bilindiği gibi, burjuva siyasetçileri özellikle de Amerika’da aktif siyasi yaşamlarından sonra sanata ya da bilime (tekrardan) yönelirler. Buna en tipik örnek, onların biyografilerini yazmalarıdır. İstisnalar var. Örneğin, Barak Obama başkan olmadan önce yaşam hikâyesini yazdı ve bunun için de çeşitli ödüller aldı. Ve bilindiği gibi, Obama bir hukukçudur, üniversitelerde ders verdi. Türkiye’den bir örnek vermek gerekirse, Bülent Ecevit sadece siyaset adamlılığıyla değil, ama aynı zamanda gazeteciliği, çevirmenliği ve şairliğiyle de bilinir. Obama ve Ecevit örneğinde de görüleceği üzere, sanat, bilim ve siyaset dönemleri ayrı. Kural, aktif siyaset döneminde bilimde ve/veya sanatta pasif ve aktif sanatçılık ya da bilim döneminde ise siyasete ve/veya sanatta pasif olmaktır.

86

Recep Maraşlı Devrimci solda durum farklı. Onlarda bilim, sanat ve siyaset hep iç içeydi. Nokta Haber Yorum’ da yazan sayın Recep Maraşlı buna çok iyi bir örnek teşkil ediyor. Maraşlı, son derece iyi bir sosyal bilimci, iyi bir şair, ressam, karikatürist, öykücü, eleştirmen, siyasetçi ve de emektar bir devrimci. Bu kimliklerin devrimcilerdeki iç içeliğinin bir nedeni, tarihsel olarak sanatın ve bilimin, daha doğrusu bilimsel/ mantıki düşüncenin değil ama siyasetin, iktidar olma yolunun devrimci sınıflara kapalı olmasında. Bilim ve sanat bu anlamıyla iktidar olma isteminin kamuoyuna, topluma ilk iletildiği alanlar olmuştur. Örneğin akli düşünce, var olan iktidar ilişkilerinin Tanrının değil ama toplumsal kanunların çerçevesinde elde edildiğini rahatlıkla görebilir. İyi bir sanatçı işte tam da bu bilgiyi bir isteme, iktidara gelmek isteyenlerin bir istemine dönüştürebilir. İktidar sahipleri ise, iktidara gelmek isteyenlerin bu istemini fark ettiklerinde onları ya satın almayı, “yanına” almayı, kendine katmayı ya da bastırmayı ve gerektiğinde ise cezalandırmayı denediler. Kimi zaman başarılı olamadılar. Maraşlı, buna da iyi bir örnek. Antonio Gramsci gibi Maraşlı da bütün baskılara rağmen cezaevinde bilimsel değeri olan eserler üzerinde çalıştı, yayımladı. Bununla beraber, sayın Maraşlı, sol, sanat, bilim ve siyaset arasındaki ilişkiyi tartışmak için iyi bir örnek; ama Maraşlı günümüzün, bilinen domine bilim, sanat ve siyaset arasındaki ilişkiyi tartışmak için ideal bir örnek değil. Bunun nedeni, Maraşlı’nın ne diplomalı bilim adamı, ne üniversitede öğreten akademisyen ve sanatçı ve ne de parlamenter siyasetin önemli aktörlerinden biri olması.

87

Selahattin Demirtaş Buna karşın Selahattin Demirtaş, hem diplomalı bir hukukçu, hem bir parlamenter ve hem de sanatçı kimliğiyle tanınan biri. Bu satırlar yazıldığında hala cezaevindeydi. Demirtaş hem siyasetin, bilimin, sanatın ve hem de kamu alanının önemli aktörlerinden. Demirtaş, dili, kültürü ve yaşam idealleri baskı altına alınmış bir halka liderlik yapmış olması ve aydın kimliğiyle, siyaset, bilim ve sanat kişiliklerinin ideal bir sentezini de temsil ediyor. Demirtaş’ı bu anlamıyla son yılların kamu ahlakı kişiliğinin en önemli temsilcisi olarak tabir etmek abartılı olmaz. Sayın Demirtaş, cezaevinde bir tiyatro oyunu yazdı. Oyun sahnelendi. Oyun, içeriği, dili ve konusu itibariyle elit kesime hitap ediyor. Dolayısıyla da, oyun sahne aldığında bayan Demirtaş’a dilinden, evinden, yurdundan ve insani haklarından mahrum edilmiş Kürt halk temsilcileri değil ama CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun eşi bayan Kılıçdaroğlu ve CHP İstanbul il başkanı bayan Kaftancıoğlu eşlik ettiler. Siyasetçilerin roman, hikâye, şiir ve film ya da tiyatro oyunları yazmaları güzel bir şey. Buna karşı aklıselim hiç kimsenin söyleyeceği bir şeyi yok. Böyle eserler üreten siyasetçiler, kendilerini, yaptıklarını sadece vatandaşın değil ama aynı zamanda kritik düşünen izleyicilerin ve eleştirmenlerin de beğenilerine sunabilecek güçte, kalitede ve de derinlikte olduğunu iddia ediyorlar. Bu cesareti gösterebilen siyasetçilerin sayısı az. Bir siyasetçi bu cesareti gösteriyorsa, bize, birey ve toplum olarak düşen, üretilen bu sanat eserinin hakkını vermeye çalışmaktır.

88

Sanat ya da Siyaset Ancak, işte tam da burada sorulması gereken soru, halkçı bir siyasetçinin neden siyaset geliştirmek yerine roman ya da tiyatro oyunları yazdığı. Siyasetçinin işi siyaset yapmaktır, onu geliştirmektir. Siyasetçi, geliştirdiği, hayata uyarladığı siyasetinden dolayı anılır, anılmak ister. Buradan bakıldığında da, özellikle de devrimci, halkçı siyasetçinin en önemli ödevi tiyatro oyunları üretmek değil, halkla siyasi iletişimi kurabilmektir. Genel olarak siyasetçinin işi, sanat yapıtı geliştirmek değil, sanatçıya siyaseti ve toplum projeleriyle sanatının icrası için gereken ortamı sağlamaktır veya sağlamaya çalışmaktır. Sayın Demirtaş cezaevinde. Dolayısıyla, onun siyaset yapma olanaklarının kısıtlandığını görmek zor değil. Ama cezaevinde olup da ciddi siyasi projeler geliştiren bireylerin varlığı biliniyor. Bu engel bir neden değilse, dikkatleri başka bir alana çevirmek gerek. Akla ilk gelen, Demirtaş’ın siyasi projesinin ve/veya bu projeyi formüle edebilecek siyasi desteğinin olmaması. Siyasi projeleri, bilimsel ve/veya sanatsal eserlerden ayıran şey, siyasi projelerin halkın desteğine ihtiyacı olduğu gerçeğidir. Cezaevindeki bir insanın halkla direkt iletişimsel ilişkisi olamayacağına göre, onun buna rağmen halkla siyasi iletişiminin olabilmesi için, onun sadece halk tarafından destekleniyor olması yetmez, ama aynı zamanda onun için, onun düşünsel liderliğinde bir siyasi yapının varlığı ve o düşünsel anlayışı siyasi ilişkiye, eyleme dönüştürecek kurumsal bir eylem planının varlığı gerek.

89

Hem Sanat ve Hem de Siyaset Siyasi değil ama bireysel bir neden de, Demirtaş’ın korktuğu. Bu da düşünülebilir. Bu korkudan dolayı da, tam da iktidarın ondan istediklerini yapıyor; gazete makaleleri, şiirler, tiyatro oyunları yazmak gibi. Tez şu: Demirtaş bu türden girişimleriyle, yani halka değil de, sanat sevicilerine, elit kesime seslenmekle, öncelikle iktidarın kendisinin yapamadığı, ama toplumda var olan ve de mutlaka karşılık bulması gereken kültürel ve entelektüel istemlere cevap vermiş oluyor. Böylece de saha, bilinmeyen, kontrollü güç aktörlere kaymadan idare edilmiş oluyor. İki; bu aynı zamanda, HDP’nin de işine geliyor. Parti böylelikle kapatılmıyor ve Demirtaş’ın popülaritesi sayesinde de oy oranını en azından sabit tutuyor. Diğer bir deyişle, siyasi projenin olmaması veya onun halka iletilmemesi Demirtaş, iktidar ve HDP için en uygun olandır. Tam da böyle tiyatro oyunları, şiirler, gazete makaleleri üretmek gibi aktivitelerle bir yandan iktidar ve HDP ve diğer yandan da Demirtaş’ın kendisi bir sonraki siyasi hamleye hazırlanmak için zaman kazanıyorlar. Demirtaş’ı tanıyanlar için, o ve/veya partisi hakkında böyle düşünmek belki abes, ama mantığa tamamen ters bir senaryo değil. Burada altı çizilmek istenen iki nokta var: Birincisi, Demirtaş’ın siyaset yerine kültürel alana yönelmesini, onun var olan maksimal zorluklardan en minimal zararla çıkmaya çalışmasıyla açıklamaya çalışmak. İkincisi, Demirtaş bunu, siyasetten en az uzaklaştığı ve aynı zamanda bu uzaklaşmayla da siyasetine en az zarar verdiği bir alanı seçerek, yani sanatı seçerek yapmayı düşünüyor olabileceği ihtimali.

90

Ahmet Davutoğlu Bu ara siyaset geliştirmek uğruna (belki de yerine demek lazım), sanat değil de, bilime yönelen bir başka siyasetçi daha var: Ahmet Davutoğlu. Davutoğlu, yeni bir kitapla okur karşına çıktı. Kitap İngilizce ve akademisyenlere hitaben yazılmış. Kitabın adı, “Systemic Earthquake and the Struggle for World Order.” Kitabın başlığını Türkçeye “Sistematik Deprem ve Dünya Düzeni İçin Mücadele” olarak çevrildi. Bu çeviri ne yanlış ne de doğru. Bunu görmenin ve anlamanın ilk koşulu, Davutoğlu’nun bilinçli, içten içe inanan ve hatta koyu bir Müslüman olduğunu bilmek. Buradan bakıldığında, kitabın ismi Davutoğlu’nun ideolojik tutumunu iyi yansıtıyor. İki, Davutoğlu’nun İslami anlayışa göre, yaşam cennet/cehennem, savaş/barış, yok oluş/diriliş vs. gibi karşıtlıklardan meydana gelir. Bunlar arasındaki çatışma hem dünyevi, toplumsal ve hem de bireysel düzeyde verilir. Osmanlı’da bu dünya görüşü baskın İslamiyet’in hâkimiyetiyle dar-ul harb ve dar-ul islam şeklinde formüle edilmişti. Bu anlayışa göre, bütün dünya İslamlaşıncaya kadar bu dava uğruna sürdürülen savaş/cihat devam eder ve etmeli. Üç, işte tam da bu dava sürecinde ve de uğrunda bireylerin toplum içindeki yerini bilmesi ve toplumların ise liderlerine/halifelerine itaat etmesi gerek. Reaya Oğlu Reayadır Bu yüzden ve bireysel düzeyde Osmanlılar, reaya oğlu reayadır, yani köylünün oğlu köylüdür, köylü kalır, derlerdi. Anlayışa göre, bireyin toplumdaki yerini Allah tayin eder. Kadere boyun eğmek, her kulun yapması gerekendir, adil olandır. Toplumdaki yerlerinden dolayı sadece gü-

91

nahkârlar isyan ederler. İnsanın, daha doğrusu inananın toplumdaki yeriyle mutlu olması, ona şükretmesi ve onu savunması, Allah’ın kanunlarına saygısının, onlara olan itiyatın bir göstergesidir. İtiyat, kötülükler ve var olan problemlere rağmen de Allah’ın kudretini, O’nun yasalarının haklılığını, O’nun düzenini ve adaletini savunmaktır. Bu anlayış, toplumsal düzeyde var olan düzenin adil olduğunu kabul etmek anlamına gelir. Bu ise, insanları kültürel olarak günlük pratik yaşamda devletin toplumdaki üstün yerini ve devletin başındaki halifenin dediklerinin kanun olduğunu savunmaya zorluyor. Hak, hukuk ve adalet; bilim ve sanat, halifenin, şeyhülislamın ve sultanın belirlediğidir. Doğruyu/yanlışı, iyiyi/kötüyü, haklıyı/haksızı, güzeli/çirkini vs. o belirler. Gerçek odur veya onun dediğidir, belirlediğidir. Onun söyledikleri kanun, yaptıkları ise bu kanunun icrasının birer örneğidir. O yanlış yapmaz, doğrudan sapmaz ve her zaman haklı olandır. Şiiler bu anlayışın, örneğin sınıfsal çatışmaları dinsel çatışmaya itmesini önlemek ve dünyevileştirmek için, devletin başındaki kişinin Mehdi’nin memuru, yaveri olduğu formülünü geliştirdiler. Dolayısıyla, halifenin, daha doğrusu imamın yoldan sapma ihtimali kabul edilir ve o olur da yoldan saparsa, ona karşı çıkmak, onu iktidardan indirmek meşrudur. Şiilerde bu siyasi itaatsizlik mümkün. Bu yüzden de İran’da devrimlere tanık oluyoruz. Ancak, ülkemizdeki Müslümanların iktidar anlayışını örneğin İran’daki Şii anlayış değil, ama Suudi Arabistan’daki örnek belirliyor.

92

İlahi Deprem ve Cihat Bu ortodoks İslami anlayışı da göz önünde tuttuğumuzda ve Ahmet Davutoğlu’nun bu söylemi prensip olarak doğru bulduğunu düşündüğümüzde, onun kitabının adını, “İlahi Deprem ve Cihat” olarak çevirmenin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Gerçekten de, Davutoğlu, ilahi güce ve dünya düzenin de bu ilahi güce dayandığına inanıyor ve siyasetin bu ilahi gücün gölgesinde iyilerin kötülere karşı sürdürdüğü bir cihat/savaş olduğunu düşünüyor. Günümüz siyasetinin bir deprem olduğunu yazmasının nedeni ise, onun her geçen gün kötülerin kazanma ihtimalinin artığını düşünmesi. Davutoğlu, şu andaki gidişin, olması gerekene rağmen yaşandığını ve eğer iyiler bir araya gelmezlerse, ilahi depremin olacağını öngörüyor. Bunun içinde insanları mücadeleye, cihata çağırıyor. Bilindiği üzere, cihatın İslami literatürde iki anlamı var: Bir, Müslümanların iyilik, doğruluk, barış ve kardeşlik adına kâfirlere karşı sürdürdüğü savaş; iki, bireylerin ihtiras ve şehvetlerini zapt etmeye karşı verdikleri çaba. Bilim, Terbiye ve Önyargılar Davutoğlu öncelikle bu cihatın toplumsal düzeyde devam etmesi ve bireysel düzeyde ise herkesin kendisini bu yeni cihata hazırlaması gerektiğini düşünüyor. Davutoğlu, Gelecek Partisini kurmakla bu iki amaca aynı (zam)anda ve bir cevap vermek istiyor. Davutoğlu, Gelecek Partisi’ni kurma ve ona önderlik etmekle bir taşla iki kuş vurmak istiyor; bir toplumsal düzeyde cihadı organize etmek ve iki bunun için yeni bir bireyin oluştuğunu göstermek. Ve Davu-

93

toğlu, Gelecek Partisini kurmakla kendisinin bu zorunlu cihadı kendisine karşı verdiğini ve de kazandığını göstermiş sayıyor. Davutoğlu, terbiyesi ve eğitimi itibariyle yönetenle yönetilen arasındaki ilişkinin, yani kimin yöneten ve kimin yönetilen olduğu gerçeğinin, Allah tarafından belirlendiğini düşünüyor olmasına rağmen, Gelecek Partisi’ni kurmakla, Cumhurbaşkanı ve AK-Parti lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinin ve iktidarının bu şemaya uymadığını ve hatta artık bitmesi gerektiğini dillendiriyor ve organize ediyor. Bu, yani bunu düşünmek, dillendirmek ve hatta buna uygun pratik adımlar atmak, Davutoğlu için çok büyük bir dönüşüm. Bu dönüşümü betimlemek için Franz Kafka’yı diriltmek gerekiyor. Bilimin, Davutoğlu’na bu adımı atarken, ona bu cihadı verirken güç, destek ve cesaret verdiğini düşünmek zor değil. Terbiye, Atom Bombası ve Spor Bu adımın anlamını görmek için, öncelikle Albert Einstein’ın, bir önyargıyı yıkmak, atomu parçalamaktan daha zordur, sözünü hatırlamak gerek. Aile terbiyesi, eğitim, öğretim ve toplumsallaşmayla öğrenilen, edinilen ve pekiştirilen değer yargılarını değiştirmek, atomu parçalamaktan daha zordur. Ve tam da atom gibi, bir parçalandı mı, aynı eylemi bir daha göstermek ve gerekiyorsa başka alanlara da taşımak, hayata uyarlamak ve de öğrenmek kolaylaşıyor. Bu gerçeği örneğin sporda çok rahatlıkla görebiliriz; herhangi bir dalda dünya rekorunu kırmak zor. Ama bir kırıldı mı, o rekora tekrardan ulaşanların sayısı kısa süre içinde üslü artıyor. Beyin, o rekorun artık imkânsız olmadığını öğrendiği anda, o ana kadarki ezberleri, yani önyargıları yok sayabiliyor. Karl Marx, beynin sınırlarından bahsederken işte tam da bu gerçeklikten söz ediyordu. 94

Ne Bilim, Ne Sanat, Ne Siyaset, Ne Spor Davutoğlu’nun parti kurarak özellikle de bireysel düzeyde büyük bir iş yaptığını düşünmek yanlış değil. O, bu adımla AK-Parti çevresindeki insanlara örnek olduğunu çok iyi biliyor. Sadece Ali Babacan değil, daha yeni aktörlerin siyaset sahnesine çıkacağı tahmin dahilinde. Bununla beraber, Ahmet Davutoğlu’nu yukarıda adı geçen diğer siyasetçilerden ayıran, onun ne sanatçı, ne sporcu, ne de bugüne kadar sosyal çıkarlarından yola çıkarak, yani kendi ayakları üzerine basamadan siyaset yapan bir siyasetçi olmasıdır. Ahmet Davutoğlu, sanatçı, sporcu, siyasetçi değil, ama ilahi güçlere inanan, sadık ve cihatçı bir bürokrattır. Davutoğlu, ne siyasette bir siyasetçi gibi, ne de bilimde bir bilim adamı gibi davranabildi. Bilimde danışmanlığı, siyasette akıllı bilirkişi olmayı seçti. Oysa bilim doğruları çıkar ilişkilerine rağmen dillendirme, siyaset ise güç dengelerini en iyi şekilde seçmeninin, halkın ve de devletin çıkarları çerçevesinde kullanabilme yetisi üzerine kurulu. Bilim de fikirler, siyasette çıkarlar günlük eylemi belirler. Oysa Davutoğlu siyasette cihada, bilimde ise ilahi gerçeklikler, din kardeşliği üzerine inşa edilmiş fikir birlikteliklerine taraf olmayı seçti. Vatandaşın Oyu ya da Akademisyenlerin Övgüsü Davutoğlu’nun bu eylem hatasını, yayımladığı kitabında yazmasında da görebiliriz. Davutoğlu şu anda bir siyasi partinin başında ve bu partiyle iktidara gelmek istiyor. Davutoğlu’nun, iktidara gelebilmesi için İngilizce okuyan akademisyenlerin övgüsüne değil, genel olarak Türkçe ve Kürtçe konuşan vatandaşların oylarına ihtiyacı var. Soru şu, neden Türkiye’de ve henüz yeni kurulan bir siyasi partinin lideri kendisini İngilizce ve akademik bir kitap yazmak zorunda hissetsin? Bu sorunun net bir cevabını tabii ki bilmiyoruz. Bu 95

soruyu dolayısıyla da Davutoğlu’nun kendisine sormak lazım. Ancak, Davutoğlu, bu sorunun cevabını bize verir mi, bu konuda pek emin değilim. Hatta Davutoğlu’nun bu sorunun cevabını bilip bilmediği konusunda bile pek emin değilim. İşte tam da böyle sıradan kahrolası belirsizlikler, Davutoğlu’nun kaderi. O, bunu iyi bildiği için, geneller üzerine, yani dünya, cihat ve Allah üzerine düşünmeyi, yazmayı tercih etti. Huylu Huyundan Vazgeçmez Huylu huyundan vazgeçmez, denir. Bütün yaşamı karar almaktan çok, karar alan, alınan kararın arkasında gerektiğinde hayatını ortaya koyarak duran ve kimi zaman çatışma, uzlaşı veya uyum yöntemleriyle koalisyonlar kurabilen birine/birilerine akıl vermekle geçen bir insanın, bugün parti kurdu diye bu alışkanlığından, geleneğinden vazgeçmesi kolay değil. Özellikle de henüz yeni ve önemli zihni dönüşüm ve değişimlerin safhasından geçen birisinin, diğer konularda mümkün olduğunca tutucu davranması beklenir ve anlaşılır bir durum. Nasıl ki bir camide iyi vaaz verebilen bir imam dolaysıyla iyi bir siyasetçi olamıyorsa, aynı şekilde üniversite kürsülerinde ders vermeyi bilen sayın Davutoğlu’nun bu yeteneği onu iyi bir siyasetçi yapmıyor. Ancak siyasete girmek isteyen her imam gibi, sayın Davutoğlu da antrenman yapmak zorunda. Antrenman ise bilineni, öğrenilmiş olanı tekrarlamaktır. Davutoğlu’nun yazdığı kitabın anlamını, değerini, kıymetini ve de ondan beklenileni bu çerçevede düşünmek gerekir. Bir vatandaş olarak sormamız gereken soru, bizim bu idmana ihtiyacımızın olup olmadığı. Bence Türkiye, geçtiğimiz süreçte ve özellikle de Mesut Yılmaz tecrübesinden sonra bilineni tekrarlama lüksü yok. Yapılması gereken, sayın Davutoğlu’na cesareti için teşekkür etmek ve solda siyasi koalisyonlar kurma çabasına devam etmek. 96

9. TEHLİKE, RİSK, İLAHİ GÜÇ, İDEOLOJİ VE PARA25 İnsanlık, tarihin hiçbir döneminde bu denli tehlikeler ve onların gündelik yaşamdaki izleriyle bu yalınlığıyla karşı karşıya gelmedi. Bu gerçeklikten dolayıdır ki bugün anthropocene çağında olduğumuz dillendiriliyor. Teze göre, bugüne kadar dünyanın şekillenişinde asteroid düşmesi, depremler ve tufanlar gibi doğal felaketler belirleyici olurken, bugün insanların bizzat kendileri dünyayı binlerce kez imha edebilecek kimyasal, biyolojik silahlara sahip. Çevre kirliliği, iklim değişikliği ve eko sistemlerin yok edilişinde de görüleceği üzere, bugün insanlık sadece kendi kaderini kendi eline almakla kalmadı, ama aynı zamanda dünyanın da geleceğini belirlemeye başladı. İnsanlık bununla da kalmadı, bu kapasitesini küçük bir azınlığın çıkarları çerçevesinde belirler oldu. Buradan bakıldığında covid-19 gibi öldürücü salgın hastalıkların pandemi haline gelmesini doğayla, çevreyle ya da biyolojik yapıyla değil de, bizzat biz insanların oluşturduğu sosyo-ekonomik koşullar ve bunların azınlık ama örgütlü bir çevrenin siyaseti tarafından korunmasıyla açıklamak gerek. Yazı bu çevre, ekonomi, insan eylemleri ilişkisinin ağını, tehlike, risk, ilahi güç, ideoloji ve para kavramlarından yola çıkarak irdeliyor.

25

Bu makale daha önce Nokta Haber Yorum sitesinde yayımlanmıştır. URL: https://noktahaberyorum.com/tehlike-risk-ilahi-gucideoloji-ve-para-ali-demir.html

97

Belle Époque Avrupa’da bu insan-doğa ilişkisini özellikle de onun çatışmalı ilişki biçiminden yola çıkarak Belle Époque’le başlatmak mümkün. Buradan Parisliler’in gözünden bakıldığında, 1870’den Birinci Dünya Savaşı’na kadarki dönemi kapsayan bu devirde sosyal bilimlerde, tıpta, teknikte, sanatta ve siyasette umut dolu gelişmeler kaydedildi. Bilim, Galileo Galilei (1564-1642) izinden giderek çıplak göze inanmak yerine teleskop kullanmaya, ilahi kitaplar ve ilahi güçler yerine ise sosyal bilimleri, matematiği ve deneyi tercih etmeye başladı. Teknikte Thomas Newcomen (1663-1729) tarafından geliştirilen buhar makineleri zamanla trenlerin kullanımına, telefon cihazlarının keşfine, şehirlerin yeniden dizaynına önayak oldu. Bu araçlar insanların yaşamlarını ve onların birbiriyle olan genel iletişimlerini de radikal düzeyde iyileştirdi. Thomas Hobbes (1588-1679), John Locke (1632-1704), JeanJacques Rousseau (1712-1778), İmmanuel Kant (1724-1804) ve tabii ki Karl Marx (1818-1883) gibi düşünürler fikir ve eylemleriyle sosyal devrimlere öncülük ettiler. 1765 Amerikan Devrimi, 1789 Fransız Devrimi ve 1848 ulusal devrimlerle ve böylece her geçen gün daha net adımlarla siyasette krallıktan, sultanlıktan demokratik parlamenter sistemlere, ekonomide toprağa bağımlı patrimonial feodal sistemden, bankaların, fabrikaların ve paranın iletişim aracı olarak kullanıldığı kapitalizme ve hukukta ilahi, ceza hukukundan birey odaklı medeni hukuka, bireysel ve toplumsal sözleşmeye geçiş yapıldı. Kitle İmha Silahları ve Para Bu ve benzeri geçişler ve umutlu gelişmeler Birinci Dünya Savaşı’yla ve hemen akabindeki İkince Dünya Savaşı’yla kırılmaya uğradılar. Bu savaşların konumuz açısından üç önemli yanı var. Birincisi, tam da bu dönemde insanlık 98

tarihinde karşılaşılmamış düzeyde kitle imha silahları geliştirildi. Kitle imha silahları, Avrupa’da Belle Époque’yle başlayan bu yeni dönemin hem umut ve hem de korku dolu sembolü. Umut, çünkü kitle imha silahlarını mümkün kılan teknoloji insanlık tarihinin hiçbir döneminde görülmeyen bir kısa zaman diliminde geliştirildi. Aynı teknolojiyle ve hayatın her alanını kapsayan birikim sayesinde insanların yaşamları da hızlı bir şekilde iyileşti. Bununla beraber aynı teknik bilgi ve beceri korku salıyordu, çünkü ona önderlik eden ideoloji toplama kamplarını, toplu mezarları, sürgünleri, katliamları ve jenositleri rasyonel seçimler olarak görmeye başlamıştı. Bu umut ve korku dolu dönemi anlamada Amerika Birleşik Devletleri’nin Japonya’ya karşı atom bombası kullanması, hem bilimsel teknik bilginin kullanım düzeyini ve hem de bu savaş toplumlarının barış adına başvurdukları eylemlerin insanlık ve doğa üzerindeki etkilerini göstermesi açısından iyi bir örnek teşkil ediyor. İkincisi, insanlık tarihini mekân/vatan, kişi, liderlik ve din savaşlarıyla özetlemek mümkün. Ancak dünya savaşlarını diğer bütün savaşlardan ayıran, onların bu kategorilerin hepsini kapsıyor ve daha da ileriye gitmiş olmaları. Dünya savaşlarını daha önceki savaşlardan ayıran özellik, ilk kez bir savaşa önderlik eden ideolojinin o güne kadarki bilimsel-teknolojik güçle elde ettiği üstünlüğünü vatana, dine ya da belli bir kişinin liderliğine, kral, peygamber, sultan gibi değil de ekonomik güce, sermayeye ve son tahlilde paraya dönüştürmek istemesidir. Özellikle de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, vatana, mekâna, liderliğe, dine, eğitime veya karizmaya rağmen, güçsüz olmak mümkünken, paraya rağmen güçsüz olmak mümkün görünmemeye başladı. Bu ise paranın bizzat kendisini savaş amacı haline getirdi. Liderlik, savaş ya 99

da diğer dünyevi nedenlerin aracı olarak para amaca dönüştükçe, savaşların da şiddeti, çapı ve yürütülüş biçimi değişmeye başladı. Artık coğrafyanın gittikçe önemsizleştiği, para için milyonlarca insanı yerinden yurdundan etmenin normalleştiği ve en küçük direniş durumunda onları yok etmenin meşru görülmeye başlandığı bir döneme girilmişti. Artık din, savaş için para değil, para için savaşlar yürütmek, ordular kurmak, dinler değiştirmek ya da keşfetmek meşruluk kazanmaya başladı. Devletler de din, ulus ya da (coğrafi) liderlik için değil, para için var olmaya başladı. Üçüncüsü, bu savaşı, devlet ve varoluş amacı daha önceki diğer bütün amaçlardan ayıran en önemli özellik ise, onun somut başarısını paranın son derece soyut bir kriteriyle, değeriyle ölçmesi. Öncellikle paranın kendisinin soyut yönünü onun son tahlilde üretimi zor olmayan bir kâğıt parçası olmasında görmek mümkün. Paranın diğer bir soyut yönünü ise şu gerçeklikte de görmek mümkün: dünya savaşlarını kazanan sadece somut olarak altın gibi değerli (ham)maddeler ve yeni pazarlar değil, ama aynı zamanda miktarını bizzat kendisinin belirlediği parasına da değer kattı. Bu değer katma da son derece soyut bir olgu. Ama, işte tam da bu soyut gerçeklikten dolayı, bugüne kadar Amerikan Doları uluslararası para birimi olarak kabul görüyor ve diğer bütün ulusal paraların değeri Amerikan Doları üzerinden belirleniyor. Rezervlerin altın stokuna endekslenmesi uygulamasının kaldırılmasıyla beraber, Amerika Birleşik Devletleri işte tam da bu soyut değer sayesinde finans kapitalizmin merkezi olabildi.

100

Karl Marx ve Para Para, günlük, dil ve kültür aracılığıyla yapılan karmaşık iletişimi son derece kolaylaştıran, ama aynı derecede etkili olan bir iletişim aracı. Nasıl ki bir tanıdığımıza selam ver(me)mekle, ona olan il(gisizli)gimizi son derece efektif bir şekilde iletmiş oluyorsak, aynı şekilde paraya sahip ol(ma)makta aynı derecede etkili bir iletişim aracıdır. Ortalamanın üzerinde paraya sahip olanlar çevresindekilere sahipliklerini uzun uzadıya dillendirmeksizin eşyaları, statüleri, arkadaşlarıyla vs. en efektif biçimde iletebiliyorlar. Ona sahip olan kişiler, dillendirmeksizin ne kadar önemli olduklarını, kiminle, nasıl ve niçin önemli ilişki kurduklarını sadece sahip olma gerçeğiyle hiç kimsenin görmemezlikten gelemeyeceği bir dille iletebiliyorlar. Parasızlar için durum tam tersi, ama söylem açısından durum çok daha farklı değil. Birey ona sahip olmadığını bizzat varlık biçimiyle iletilmiş olabiliyor. Bu özellikleriyle para, onun mantığının hâkim olduğu her yerde, bütün iletişimleri en geniş düzeyde belirleme potansiyeline sahip. Hiçbir iletişim aracı bu kapsamda ilişkileri düzenlemiyor. Özellikle de ekonomide paranın geçersiz olduğu bir sistem düşünmek zor. Gerçekten de modern ilişkiler kümesinde, paraya rağmen verimli, düzenli ve evrensel düzeyde bir iletişime geçmek mümkün görünmüyor. Bunlar paranın genel özellikleri. Bununla beraber finans kapitalizmde para, sadece ekonomide değil, yanı sıra bir de hukuk, bilim, sanat ve siyaset gibi diğer bütün alanlara da girdi ve de girmekle kalmadı, ama aynı zamanda onları, onların işleyiş biçimini de belirlemeye başladı. Paranın bu yönünü, paranın kendisiyle değil, fakat ona önderlik eden ideolojiyle açıklamak gerek. Finans kapitalizmde parayı diğer bütün iletişim araçlarından farklı 101

kılan, onun araç değil, ama amaç olma, amaca dönüşme özelliği. İşte tam da bu potansiyelinden dolayı, nasıl ki feodalizmde kral adaleti, savaşı, dini, dili ve ekonomiyi belirlediyse, bugün de aynı şekilde para, fiziki zora karşı bile, iletişimi, sahip olanın istemi yönünde belirleyebiliyor. Parası olan sağlığı, güzelliği, eğitimi, sanatı, siyasi gücü, adaleti ve de demokrasiyi satın alabiliyor. Ona karşı çıkan, ona diz çökmeyen feodaller, dindarlar, bilim insanları, sosyalistler, kadınlar, çocuklar, siyasetçiler, öğrenciler, sendikacılar, sanatçılar vs. var olmakla birlikte, para bu güçleri toplumdan, örgütlülükten ve de dayanışmadan uzaklaştırmaya, kendi içine kapanmaya zorluyor. Karl Marx, paranın kapitalizmdeki bu sistemsel yönünden dolayı, onun kapitalizmin kuyusunu kazıdığını yazdı. Bunun için ise özellikle iki nedeni öne sürdü. İlki; Marx’a göre paranın anası, babası, dini ve vatanı yok. Bu şu demek; kapitalizmde amaç toplumsal üretimi artırmak, geliştirmek, toplum olarak gelişmek, kalkınmak, dayanışmak ya da aydınlanmak değil. Bu kavramların hepsi kapitalizmde birer araç. Özellikle de finans kapitalizmin amacı, en kısa sürede, en minimal çabayla eldeki sermayeye en maksimal artı değeri katmaktır. Bunun en keskin, en etkin yolu ise paradan para kazanmaktır. Bu yüzden günümüzün en etkin kurumları borsalar, bankalar ve sigorta firmalarıdır. Ve yine işte tam da bu yüzden Marx, Kapital isimli eserinde eşyanın, malın paraya, değere ve de artı değere dönüşümü üzerine uzun uzadıya durur. Marx’a göre, amacın artı değer olduğu ve uzun erimde tekleştiği bir sistemde bu ancak emeği sömürmekle mümkün. Marx’a göre bu gerçeklik, zamanla emeği sömürenin dönüp kendi emeğini sömürmeye başlayacağının, bunun artı kârcılar

102

arasında kannibalizme ve de sistemin çöküşüne sürükleyeceğinin göstergesidir. İki; Marx kapitalist sistemde sadece üretilenin değil, ama aynı zamanda üretenin de metalaştığını dillendirdi. Tek amacın artı değer olduğu bir sistemde, soru nasıl değil, artı değerin üretilip üretilmediğidir. Bu ise insan, domates, toprak, ev, domuz ya da iş makine arasındaki farklılıkları onların kendi mevcut değerlerine göre değil, tersine onların mevcut sermayeye kattığı artı değere göre belirlenmesine zorluyor. Karl Marx, her şeyin paraya, artı değere bağımlı olduğu, paranın ise araç değil, ama amaç olduğu, hem parayı kazandıranın ve hem de parayı kazananın bizzat paranın amaç olma merceğinden değerlendirildiği bir sistemin, tam da bu iç işleyişinden dolayı krizlere ve uzun erimde çöküşe mahkûm olduğundan emindi. Devlet ve Para Özellikle de bugün, paranın hem devrimci yönünü, hem de toplumu yok etme potansiyelini daha net görebiliyoruz. Bunu kitle imha silahlarında görmek mümkün. Var olan bilimsel bilgi ve teknolojiyle çok kısa bir zaman diliminde bir yandan hayatın her alanında kalkınmalar, ilerlemeler ve devrimler yapıldı, öte yandan da aynı teknolojik bilgi birikimi kapitalizmin önderliğinde kar, artı değer, para adına bütün bu gelişmeleri ve bizzat hayatın kendisini binlerce kez yok edebilen kitle imha silahları üretildi. Bu paradoksu sadece insanın yıkıcı yanıyla, onun doğasıyla açıklamak ve de kapitalist üretim ilişkilerinden, insanın bu ilişkilerdeki yerinden bağımsız değerlendirmek yanlış. Buradan bakıldığında, bugün anthropocen’deysek, bu bizim kolektif olarak yıkıcı özelliklerimizin kapitalizmde özellikle teşvik edilmesiyle ilgili. Marx bu ge103

lişmeleri henüz embriyo halindeyken görebildi. Ama onun takipçileri, Marx’ın öngörülerinin nasıl hayat alanında tezahür ettiklerine tanıklık ettiler. Bu yüzden, Ekim 1917 Sosyalist Devrimi’nin önderi Lenin kapitalizmin tahripkâr, yok edici yönünün önüne geçmek için, paranın devrimci potansiyelinin örgütlü ve toplumsal bir kapasiteye dönüştürülmesi gerektiğini savunuyordu ve bunun gerçekleştirilmesine önderlik etti. Bilimsel Bilgi ve İdeoloji Tam da burada kitle imha silahları, bilimsel bilgi, tehlike ve riskle, devlet, savaş, ideoloji ve para arasındaki ilişkiye parmak basmak gerek: Tarihsel olarak özellikle de Belle Époque’la başlayan kapitalizmin umut dolu dönemi, atom bombasının kullanımıyla en dibe vurdu. Atomu, bilimi, teknolojiyi ve bütün insanlığı yok etme tehlikesine rağmen patlatmak ancak ideolojik bir güçle mümkün. Kapitalizm bu ideolojik gücünü paradan aldı. Para adına olası felaketleri, tehlikeleri tehdit olarak kullandı. Aynı zamanda bu teknolojiler sayesinde yeni ürünler geliştirdi ve topluma bunların yardımıyla atom bombası gibi insanları kitlesel olarak öldürme amacı taşıyan bir silahın bile insanlık, kardeşlik ve özgürlük için üretildiği ve kullanıldığını zorla anlattı. Böylece de tehlikeleri risklere dönüştürebildiğini gösterdi. İnsanlara, atom enerjisiyle sadece atom bombasının değil, aynı zamanda arabaların, televizyonların, elektriğin de üretildiği gösterildi. Toplumda, fabrikaların, üniversitelerin, hastanelerin ve kahvehanelerin de bu enerjiye ihtiyacı olduğu kabul gördü ve kanıksandı. Öyle ki, o zamanla artık üzerinde düşünülmesi gereken bir olgu olmaktan çıktı. Bu yüzden de bugün, atom enerjisini kullanma toplumsal bir sorun olmaktan çok, sadece artısı ve eksisi olan riskli bir proje olarak görülüyor.

104

İşin garip tarafı, aynı söylemin Sovyetler Birliği tarafından da kullanılmış olması. Orada da bilim, teknoloji ve kalkınma, ilerleme, adalet, devrim gibi sosyal emeller adına tehlikeli siyasi adımlar atıldı. Orada da, insanlar sanatın, bilimin, teknolojinin ve paranın sadece tek bir amaca hizmet etmesi gerektiği konusunda ikna edildi. Sovyetler Birliği’nde para, para için bir amaç değildi ama, para devlet, devletin varlığı için bir araçtı. Bugün geriye dönüp bakıldığında, sosyalist devletlerdeki bu tecrübenin de insanı özgürleştirmek yerine, hapsettiğini rahatlıkla görebiliyoruz. Özetle ve en genel anlamıyla bilim, teknoloji ve para, her iki sistemde de iletişim aracı olarak görüldüler. Bununla beraber kapitalizmde ve özelliklede finans kapitalizminde paranın bizzat kendisinin amaç olma eğilimi gittikçe daha bir netlikle gün yüzene çıktı. İdeolojik olarak, kapitalist devletlerde bilim, teknoloji ve para, bireyi devlete karşı; Sosyalist Sovyetler de ise devleti, bireylere karşı koruma misyonu yüklendi. Bununla beraber, dünya halklarının bu dönemde ideolojik olarak gelişme, kalkınma, ilerleme ve devrim gibi kavramlar çerçevesinde tek bir yöne kilitlendiklerini de söyleyebiliriz. Her iki sistemde de yöneten elit insanlığın geleceğini bütün tehlikelere rağmen, tahmin edilebilen riskler alınarak gelişeceği, geliştirilmesi gerektiği konusunda hemfikirdi. Bunun için de kapitalist devletlerde bilim, teknoloji ve para bireyi; sosyalist devletlerde ise bizzat devletin kendisini, bürokrasiyi bu riski alabilmeye teşvik eden araçlar olarak görüldü. Dönüp geriye bakıldığında, bu dönemin sadece ideolojik çatışmaların değil, ama aynı zamanda yaşam alanlarının ve biçimlerinin birebirine benzemeye başladığı, çoğu zaman aynılaştığı bir dönem olarak görmek mümkün. O kadar ki, Al-

105

man sosyolog Ulrick Beck bundan böyle sosyolojinin toplumları sosyal sınıf, ulus ve cinsiyet gibi kategoriler üzerinden değildi, risk ve tehlike gibi her insanı ilgilendiren, her insanın her sistemde etkilendiği kavramlarla incelenmesi gerektiğini önerdi. Ulrick Beck bu dönemi “Risikogesellschaft” (Risk Toplumu) olarak adlandırdı. Tehlike, Risk, İlahilik ve İdeoloji Bu çelişkiyi sonun başlangıcındaki paradoks olarak nitelendirmek gerek. Paradoksla kastedilen, doğru, iyi ve barış adına girişilen bu tarihsel eylemlerin, niyetlerin tersine yanlışa ve savaşa sürüklediği gerçeği. Sonun başlangıcıyla ima edilen, insanlığın dünyayı binlerce kez yok edebilme kapasitesinin onun en iyimser döneminde başlamış olması. Bununla beraber, bu tehlikeyi mümkün kılan teknik-bilimsel bilgi hem kendisini yok etme ve hem de dünyayı daha özgür yaşanabilir hale getirme potansiyeline sahip. Bu potansiyelin kullanımı ideolojik duruşa göre değişiyor. Başlangıçtaki paradoksla kastedilen iste bu öngörülebilir çelişki. Bu paradoksu tehlike, risk, ilahilik, ideoloji ve para kavramları çerçevesinde incelemek mümkün. Bunun için de üç nokta önemli. Birincisi; tarihsel olarak insanlık önce (fiziki) tehlikelerle karşı karşıyaydı ve onları zekâsıyla, öngörü yeteneğiyle, kısacası fikirleriyle risklere çevirdikçe, yaşam alanını belirlemeye başladı, belirlemesinden yola çıkmak gerek. İnsanlığın bu dönemdeki amacı genellikle anlamadığı, üstesinden gelemediği tehlikelere anlam vermek, onlarla yaşamayı öğrenmek ve mümkünse onları kontrolüne almaya çalışmaktı. Bu dönemde insanla doğa arasında her yönüyle bir yakınlık olduğunu söyleyebiliriz. İnsanlar ilahiliği doğa üstü

106

güçlerde değil, bizzat doğanın kendisinde aradılar; hayvanlarda, mekânlarda ve doğa güçlerinde. Jean-Jacques Rousseau’ya göre bu, insanlığın en mutlu dönemidir. İnsanoğlu bu tehlikelerin doğasını anladıkça, onları isteği doğrultusunda yorumlamayı, yönlendirmeyi, kullanmayı ve de yönetmeyi öğrendi. Onu anladığı ama gücü yetmediği yerde, onun da tabii olabileceğini düşündüğü bir üst güce başvurma gereksinimi duydu. Bunun için de önce ilahi güçlerden yardım istedi. Bu güçler birbirine benzedikçe, bu güçler etrafındaki toplumsal istemlerde birbirine benzemeye başladı. İnsanlık, zamanla tek bir amaç uğruna, tek bir ilahi gücü kutsamak adına bir taraftan yeni teknikler ve araçlar geliştirirken, bir taraftan da yaşam biçimini, yaşam alanını bu amaca göre düzenlemeyi öğrendi. Bir yandan kutsadığı tek ilahi güce tapınaklar yaptı, diğer yanda da onda aradığı özellikleri kendisine bahşetmeye başladı. Zeus, Gılgamış, Asena, Zerdüşt bu dönemin aktörleri. İlahi güçlerin insanlaştığı ve insanların ise aynı hızla ilahileştikleri dönemde, kimi insanların diğer bütün insanlardan daha ilahi, daha farklı olduklarını düşünmeye ve bunu hayata uyarlamalarıyla yeni bir süreç başladı. Bu süreçle, insanlık sadece bu güçleri yaratmak, bu güçlerle kendisini tanımlamak, kendisini bu güçlerle var etmeye ve var olan tehlikelere de sosyal anlamlar vermeye ve onlardan sosyal anlamlar türetmekle kalmadı, ama zamanla onların acılığıyla geleceği de dizayn etmeye başladı. Bununla da bir yandan var olan tehlikeleri riske dönüştürmenin, diğer taraftan da bu risklerin bizzat kendisini bir amaç etrafında yorumlamanın mümkün olduğunu öğrendi. Bu tünelin sonunda ilahi güçlerin temsilcilerinin peygamberlere, yazarlara, imamlara, hocalara, öğretmenlere, profesörlere ve de ideologlara dönüştüğünü görürüz. 107

İkincisi; bu tarihsel gelişmeyi tehlike, risk, ilahilik ve ideoloji kavramlarıyla incelemek için, tehlike, risk, ideoloji ve para arasındaki diyalektik ilişkiyi çıkarlar cephesinden de değerlendirmek gerek. Buna ise şöyle bir belirlemeyle başlamak lazım: Risk, belli bir amaç uğruna ihtimal dâhilindeki olabilirliklere rağmen, mümkün tehlikelerin önceden hesaplandığı ve de bu tehlikelerin var olan bilgi ve tecrübeyi kullanarak en minimize edildiği ama hiçbir zaman tamamen ortadan kaldırılamadığının bilinciyle tercih edilmiş konumdur. Tehlike ise bütün tedbirlilere rağmen risklerin varlığı, onların hiçbir zaman bütünüyle ortadan kaldırılamaması durumdur. Sosyal anlamda, onlara karşı tedbir almadan olası zararın kabul edilişidir. Tehlikeleri öngörmek ve riskleri ise minimize etmek mümkün. Örneklemek gerekirse, bu ara covid-19’a yakalanmış bir yakınımıza covid-19’a karşı tedbir almadan dokunmak tehlikeli, ama bir bilim insanı olarak covid-19 virüsünü belli şartlar altında incelemeye çalışmak ise riskli bir eylem. Bununla beraber, bir olguyu tehlike veya risk olarak belirleyebilmek için o olgu hakkında güvenilir bilgiye sahip olmak şart. Güvenilir bilgiye ise günümüzde kişiler değil, kurumlar sahip. Modern ilişkiler de genel olarak tanıdığımız, sevdiğimiz, beğendiğimiz, güvendiğimiz insanların değil, alanında otorite olmuş kişi ve kurumların söyledikleri önemsenir ve onlara güvenilir. Bu kurumlar günümüzde de var olan ilişkiler bünyesinde kuruldular, yönetiliyor ve bilgi üretiyorlar. Bilgi ise özelliklede günümüzde çıkarlardan bağımsız değil. Bugün, “neyi öğrenmek istiyoruz”, sorusunu sormadan önce, “neyin öğrenilmesi için ne kadar yatırım yapılıyor” sorusu sorulmalı. Kim, hangi bütçeyle nerede, neyi ve nasıl öğrenmek

108

istiyor? Burada altı çizilmesi gereken nokta, neyin risk ve neyin tehlike olduğunu belirlemede bilim, fikir ya da ilahi güçler değil, son tahlilde çıkarların belirleyici olduğu gerçeğidir. Marx Weber’in ağzından yazarsak: “Interessen (materielle und ideelle), nicht: Ideen, beherrschen unmittelbar das Handeln der Menschen.” Üçüncü nokta ise şudur: Tehlike büyük ise, yani sadece riski alanı değil, bütün grubu, toplumu, hatta bütün dünyayı etkiliyorsa, bu durumda riski alan kişi veya kurumlar eylemlerini bilimle, ilahilikle, ideolojilerle, bilimsel/ilahi/ideolojik amaçların böylesi radikal tehlikeleri mecbur kılmasıyla meşrulaştırırlar. Örneklersek, atomu parçalamak tehlikeli, ondan enerji üretmek ise riskli. Neyin tehlike ve neyin ise risk olduğuna anlamak ve de böyle tehlikeli/riskli eylemleri meşrulaştırmanın en önemli koşulu ise ya teknolojik bilgi ve bu bilgiyi anlayacak birikim ya da ortak kültür, ilahi güce inanma ve de ideolojidir. Bilgi, kültür, ilahi güç ve de ideolojilerin ortak özelliği, bunların selam vermek gibi, para sahibi olmak gibi Pierre Bourdieu’nin deyimiyle yapılandıran yapıcılar olmaları. Bunlar bir sonraki eylemi tanımlar, saptar ve belirlerler. Bunu, ilahi olanla, ideoloji ve bilimsel bilgi arasında hem tarihsel ve hem de kavramsal olarak yakın bir ilişkinin varlığında görebiliriz. Avrupa’da din, felsefe, bilim, teknik, reformasyon ve aydınlanma önceleri yan yana, birbirini etkileyerek, birbirinden öğrenerek ve de zamanla birbiriyle çatışarak ama hep aynı alanda ve de alanları kullanarak gelişti. En kısa şekliyle, ilahilerden farklı olarak ideolojiler daha teknik ve bilimsel bilgiye dayanırlar. Her üçünün ortak yönü ise, onların bilinç üzerinden edinildiğidir. Birey, bunlarla enformasyon, bilgi ve düşünce arasında mantıki bir ilişki kurabiliyor. 109

Bilgi kuramınca ilahi olanla, ideoloji ve bilgi arasındaki farkı, ilklerinin ampirik bilgiyi belli bir yönde elebora etmelerinde, en ince ayrıntısına kadar inerek göstermede, tanımlamalarında ve onu yorumlamalarından görmek mümkün. İlahiler ve ideolojiler ampirik bilgiyi çıkarları çerçevesinde yorumlarken, onu çıkarlarına uluşmada birer araç olarak kullanırken, bilim aynı bilgiyi bilgi, fikir ve düşünce adına yorumlar ve bunda ise amacın kendisini görür. Jürgen Habermas’ın Türkçe’ye Tanıl Bora tarafından “Kamusallığın Yapısal Dönüşümü” olarak çevrilen “Strukturwandel und Öffentlichkeit” eseri bu ilişki iyi anlatan kitapların başında gelir. Buradan özetlersek, ilahi, dini, felsefi ve bilimsel bilgi ancak yorumlandığında anlam kazanır. Anlam yükleme ise ya çıkarlarla ya da fikirlerle mümkün. Her ikisi de toplumdan, dinden, ilahiden, ideolojilerden, kısacası bireyin insan ve dünya görüşünden bağımsız değil ve olamaz. Bu anlamıyla, doğa, fizik kanunlarını sosyal kanun ve kurallardan ayıran, sonuncuların bireysel, toplumsal, tarihi, ilahi, dini vs. kararlar olmalarıdır. Bu yüzden de bir olgu farklı cephelerden farklı değerlendirilir. Bu farklılıkları görmek ve anlamak için, kimin hangi fikirleri ve hangi çıkarları temsilen neyi savunduğuna bakmak gerek. Buradan şu sonucu çıkarmak mümkündür: İnsanların olayları ve olguları değerlendirmelerindeki farklılıkları onların zihniyetleri ya da çıkarlarıyla açıklamak mümkün. Örneğin din, bilim, kapitalizm ya da sosyalizm bir çevre için araç ve çıkarları temsil ederlerken, diğer bir çevre için amaç ve fikirleri ifade ederler. Covid-19 bir çevre için para kazanma alanı olarak görülürken, diğer bir çevre burada bir insanlık dramı görüyor. Bir çevre bir alana sadece artı değer sağlayacaksa yatırım yapılması gerektiğini savunurken, diğer 110

bir çevre insan yaşamını kurtaracaksa yatırım yapılmalı prensibinden yola çıkıyor. Kimi çevreler vergilerin Covid-19 gibi salgın hastalıklara karşı aşı araştırmalarında kullanılması gerektiğinden yana tavır takınırken, başka bir çevre aynı kaynağın ulusal güvenliği sağlamada kullanılması gerektiğinden yana. Bir yandan işsizliğin arttığı, göç dalgalarının yaygınlık kazandığı, ulusal sınırların anlamsızlaştığı, makineleşmenin günlük eylemleri belirlediği ve öte yandan da iklimin ısındığı, ormanların her geçen gün daha bir azaldığı, kimyasal, biyolojik ve daha bir sürü kitle imha silahının yaygınlık kazandığı bir dünyada neyin tehlike, neyin risk, neyin bilgi, ve neyin ideoloji olduğuna karar vermek her geçen gün daha bir zorlaşıyor. Bununla beraber, örneğin kapitalist olmayan herkes tarafından, anthropocenenin normal seyir, evrim ya da insanların, bireylerin yıkıcı özelliğini değil, ama sonların azınlık ama güçlü bir çevre tarafından bir ideolojiye dönüştürülüp insanları kolektif olarak ve düşünmeksizin dünyayı yok etmesi anlamına geldiği konusunda geniş bir mutabakat sağlanmış durumda. İlahi Evlilik ve Günlük Yaşamda İdeoloji İlahi güçlere iman ve ideolojilerin en önemli özelliklerinden biri, onların insanların günlük yaşamlarını açıklama gerektirmeden, yani üzerinde hiç düşünmeksizin belirleyebilmeleri. Bu belirlemeyi risk ve tehlike bağlamında, örneğin Nil Gönce’nin evlilik üzerine yaptığı şu gözlemle açmak mümkün: “Son yıllarda boşanan çiftlerin sayısı hızla artmış durumda. Evlilikler‚ ‘bir yastıkta kocayın’ yerine, ‘anlaşamazsak boşanırız’ diyerek başlıyor.”

111

Bu olguyu, insanların geleceği öngörebilme yetisiyle veya onların günlük yaşamlarını idamede kültürel değer yargılarına olan güvensizlikleriyle açıklamak mümkün. Çevremizde her geçen gün ayrılan çiftlerin sayısı artıyorsa, bu gerçekliği görmemeyi tercih etmek, görmemezlikten gelmek ve bu gerçekliğe rağmen tedbir almamayı doğru bulmak zor. Yine çevremizde bunu doğru bulanların, bu doğruluklarını gerçekliğe, bilgiye, ampiriğe dayanarak değil, ortak ahlakla, kültürle, mecburiyetle veya bireysel rüyalarıyla açıklıyorlarsa, o zaman (sırf) bilinen kültürel, dini, coğrafi, ulusal motiveleri, anlatım ve yorumlama biçimlerini ayakta tutmak adına böyle bir seçim yapmak belki riskli ama hala akli; fakat bunu bütün insanlardan beklemek hem tehlikeli hem de yanlış. İlişkilerini bildik öngörü yöntemleriyle ele alarak riskleri minimize etme üzerine kuran bir kişi, bu tip insanların eylem prensibinin bilgi değil, bilgiyi reddetme üzerine kurulu olduğu yargısına varır. Diğer bir söylemle, rasyonel öngörünün merceğinden, bu insanların retleri, bildiklerinden değil, bilmek istememelerindendir. Bu ise, yani bilgiye rağmen, ezbere göre davranış ise ancak ilahi güçlere imanla, toplumsallaşma, eğitim veya ideolojiyle mümkün. Hukuk ve İdeoloji Hukuk, ahlak ve dini kurallar, eğitim, öğretim ve felsefi prensipler üzerine kurulu bir disiplindir. Toplumların hukuk anlayışları onların tarihi ve kültürel yapısıyla orantılı olarak farklı farklıdır. Bunları birbiriyle karşılaştırmak ve değerlendirmek mümkün. Bütün kültürel farklılıklara rağmen, modern hukuku maksatlı eylem biçimlerinin kurumlaştırıldığı yer olarak tanımlamak yanlış olmaz. Hukuk bu açıdan bakıldığında var olan gerçekliğin ve güç ilişkilerinin, ideolojik hükümlerin de formüle edilişidir. Bu yönleriyle modern yasa ve 112

onların temsil ettiği mantık biçimi, bir toplumun geleneklerinin, göreneklerinin, kültürel değer yargılarının ve onların bireyler üzerinde etkisini gösterdiği ve incelendiği alandır. Buradan bakıldığında ve Gönce’nin gözlemine geri dönersek, modern hukukun evlilikten değil, evli olmama durumundan yola çıktığını görürüz. Bu gerçekliği örneğin evlilik için bilinçli ve resmi bir sözleşmeye gerek duyulmasında görebiliriz. Buna karşın, evlenmemek gerekçelendirilmeksizin de mümkün. Bu anlamıyla hukuk, evlenmemeyi gerekçelendirilmesi gereken bir gerçeklik olarak görmüyor. Buna karşın evlenmeyi riskli bir eylem olarak kodluyor ve bu yüzden de tarafları hakları ve ödevleri hakkında tehlikelere karşı korumak adına bilgilendiriyor. Bu gerçekliği kapitalizmin ilahisi olan paranın mantığından geçirdiğimizde, evlilik eylemi ayrılık anındaki paylaşımın sözleşmesi halini alıyor. Bu anlaşmaya göre, evlilik, ayrılık durumunda kimin neyi niçin alacağının sözüdür. Gerçekten de, kısa bir döneme kadar evlilik ilahiydi ve evlilik değil ama ayrılıktı zor olan. Ama bugün, insanlar 55 yaşındaki olası ayrılığı, ayrılığın rizikosunu bugünden, daha doğrusu genç yaşta düşünmek ve en iyi/kârlı sigortasını yapmak zorunda hissediyorlar. Kapitalist, çıkarcı bir bireyin gözünden, bu sigortayı yapmayanların davranışlarını ya onların tehlikeli yasam tercihleriyle ya da tehlikeyi görmemeleriyle açıklamak gerek. Her iki durumda da, onların gözünden rasyonel olmayan bir davranış biçimiyle karşı karşıyayız. Bu yüzden günümüzün hukuk sistemleri ikinci durumda olabilme ihtimali olan insanların sözleşme yapma yetilerini onların tersi istemine rağmen kısıtlayabiliyor ve bu kısıtlamayı ise riski minimize etme olarak tanımlıyor.

113

Corona Virüs ve Sorumluluk Tabii ki çıkarcı olmayan ve böyle davranmayan insanlar var. Ama kimin koyun ve kimin kurt olduğunun bilinmediği, neyin risk ve neyin tehlike olduğu yorumlara açık bir iletişim toplumunda hukuk, bu durumda zenginden, parası olandan değil, fikirsel düzeyde ve zayıftan yana tavır takındığını söylüyor. Oysa yapılması gereken sorumluluk alabilme yetisini geliştirmektir. Sorumluluk, hem evlilik ilişkilerinde, iş yaşamında ve hem de bireysel ve toplumsal kararlar almada geçerli bir prensip. Fakat bu prensip paraya para katmaktan çok uzak. Hatta bu prensibin uygulanabilmesi için ciddi yatırımlar gerekiyor. Tamda bu yüzden bu kavrayış günümüzde gerçekçi, hayata uyarlanabilir bir prensip olarak görülmüyor. Buna karşın, yani sorumluluk yerine para kazanmaksa bütün amaç, o halde tehlikelerin risk, risklerin ise ilahileştirildiği bir toplumsal formasyona sürüklenmemek, işte tam da bu ilahi güçlerin hakim olduğu toplumlarda mümkün görünmüyor. Bu gerçekliği içinde bulunduğumuz korana virüs döneminde görmek daha bir kolaylaştı. Kriz önce uzun yılların mücadelesi, büyük bedellerin sonucunda elde edilmiş demokratik ve hukuksal kazanımlara vurdu; bir anda ulusal sınırlar tekrardan beliriverdi. Avrupa Birliği değil, uluslar krallıklar ve iyi durum da ise Birleşik Ulusal Avrupa karşımıza çıktı. Karantinayı sokağa çıkma yasağına dönüştürmenin ve ilan etmenin ne kadar kolay olduğunu gördük. Buna karşın tam da bu corona virüs krizi, kapitalizmin içinden geçtiği ekonomik krize ilaç oldu; çünkü tam da bu virüs krizi döneminde sağlık tedbirleri almak yerine, bu krizi fırsat bilerek ekonomik krizi virüsle açıklamaya, meşrulaştırmaya ve para basarak ekonomik ve ideolojik krizden çıkmanın yolları aranıyor. Ve yine

114

tabii ki bu krizden en büyük zararı her zaman olduğu gibi bu sefer de maalesef toplumun en dışına atılmışlar görüyor. Bu kriz sürecinde, çarpıklıkları günlük yaşamın her alanında görmek mümkün hale geldi. Bir yandan doğumları ve ölümleri ilahin güç(ler)e bağlayan bu yüzden de ilahi merkezlerde şifa arayan inanlar, diğer yandan tam da bu ilahi merkezlerden diğer bütün inananlara bulaşan öldürücü bir virüs. Bir yandan sağlık sistemine ulusal bütçelerden ayrılan milyar dolarlar, diğer yandan sağlık sisteminin yetmezliklerinden dolayı ölen insanlar. Bir yandan bu ayrılan milyar dolarlar sayesinde palazlanan firmaların sahipleri ve yöneticileri, diğer yandan hiçbir sağlık güvencesi olmayan milyonlarca insan. Bir yandan hastaneler, yaşlılar yurdu, hasta ve yaşlılarla hiçbir akli ilişkisi olmayan yöneticiler, diğer yandan tıbbi cihazı olmaksızın da, zor ve uzun iş saatlerine rağmen hastaya, yaşlıya yardım etmek isteyen doktorlar, hasta bakıcıları, hemşireler ve öğrenciler. Gerçek şu ki, günümüzün sağlık sisteminin mantığı ticari rekabet ve kârı azamileştirme amacı etrafında örgütlendi. Bunun direk bir sonucunu örneğin tıbbı cihaz veya doktor sayısını ihtiyaca göre değil de, işte bu kârı azamileştirme mantığına göre belirlenmesinde görebiliriz. Bu yüzden, böyle kriz dönemlerinde ne herkesi test edecek finansal gücü, ne bunu organize edecek personeli, ve ne de bu istemde bulunan, veya hasta, doktor ve öğrenciyle dayanışan halkı sokaklarda görüyoruz. Sağlık ya ilahi güce, kadere, kısmete, şansa, ya da paraya, siyasi güce, itibara ve bireysel ilişkileri kullanabilme yetisine teslim ediliyor.

115

İlahi, Ekonomik ve Kültürel Güç Tarihin her döneminde ilahi güçlere güven, fiziki güç ve zor kullanılarak inşa edildi. İlahi güçlerin özelliği, onların aklıselim bir gerekçeye ihtiyaç duymadan da yaşam alanındaki geçerliliklerini iddia edebilmeleri. Buna benzeyen yaklaşık bir tanım paranın kapitalizmdeki fonksiyonu için de geçerli; para bütün diğer akli olası ihtimallere rağmen yaşam alanında geçerliliğini koruyabilen bir iletişim aracı. Bu aracı, özellikle de bugün toplumsal bir amaca, ya da toplumsal bir korkuya, ilahi bir güce dönüştürmek için ciddi yatırımlar yapılıyor. Onun gerçek özelliğini, fonksiyonunu, sosyal, ekonomik ve siyasi üretimi nasıl etkilediğini göstermek ve anlamak yerine, paraya lanet okumak ya da ona tapmak, sadece olanı örtbas ediyor. Bu ise sadece yöneten elitin işine yarıyor. Tarihin her döneminde yönetenler var olan üretim ilişkilerini devam ettirmek, kendisini üretmek için hep ilahi güçlere başvurdular. Kapitalizmin bizzat kendisi ilahi güçlere, krallara karşı savaşarak iktidarını kurdu. Bugün iktidar kapitalistlerde. Onlar da daha öncekiler gibi ilahlarını yaratmak ve üretmek zorunda hissediyorlar. Bunun bir yolu fetişizmdir. Bununla birlikte, kapitalizmde para üretim ilişkilerinden koparılarak yapıldığı için, para ya canavar, aracı meşrulaştıran amaç, ya da bizzat amacın kendisi olarak görülüyor. Oysa onun iyi veya kötü olma ihtimali bir masanın, gülün ya da kuru fasulyenin iyi veya kötü olma ihtimalinden daha az ya da daha çok değil. Para bir iletişim aracıdır. Günümüzün finans kapitalizminde her şey örtbas edildiği, her şey ya dost ya düşman, ya dünyevi ya da ilahi ilan edildiği için, para da ya iyi ya da kötü ilan ediliyor. Bunun yanı sıra, kapitalizm bu ideolojik örtbas-etme işini yaparken mümkün olduğunca bi-

116

limi kullanmak istiyor. Hatta bu kapitalizmde bir gelenek. Örneğin Adam Smith, bu yüzdendir ki kapitalizmin işleyiş mekanizmasını akli nedenlerle değil, sihirli/görünmez el ile açıkladı. Doğası gereği bu görünmez el hiç kimse tarafından tecrübe edilmedi. Buna rağmen bu görünmez el insanların yaşamını belirledi, belirliyor ve bir eylem birliğine gidilmezse belirlemeye devam edecek gibi görünüyor. Ne Yapmalı? Dolayısıyla yapılması gereken ilk şey, bu işleyişi, ilişkiyi, belirleyişi görmeye ve göstermeye çalışmaktır. Bu çaba örgütlü hale geldikçe, anlama da toplumsal bir birikim haline gelir. Bunun için de, her aklıselim insanın gerektiğinde bir ekonomist veya sosyal bilimci gibi bilimsel yöntemleri de kullanarak olanı birbiriyle ilişkilendirmeye, bu ilişkiyi görmeye ve açıklamaya çalışması gerek. Buna karşın bu ilişkiler anlaşılmaya çalışılmadığında ya da açıklanmadığında insanlar var olanı görmede, anlamada ve yorumlamada ilahi güçlere ya da ideolojilere başvurmak zorunda kalıyorlar. Nasıl ki ilahi olan doğaüstü gücü, öbür dünyayı temsil ediyorsa, buna benzer olarak ideolojilerde olası olmayanı içerirler. İdeoloji, bütün ihtimallere rağmen yanılmama durumudur. Aileler çocuklarından başarılı, okulda en iyi notu olmasını beklerler, ama bunu başaranların sayısı pek azdır. Kapitalizmde işsizliğin sıfıra düşme ihtimali olmamasına rağmen, bütün iktidarlar bunu savunurlar. Hukuk sistemi amacının adil düzeni inşa etme olduğunu savunmasına rağmen, dünyanın her yerinde hukuksuzluk diz boyu. Hukuk sistemi en detaylı kuram, yasa ve kurumlarını insan hakları değil, tüzel kişiliklerin hakları alanında geliştirdi. Eğitimde fırsat eşitliği savunulmasına rağmen, eşitsizlik en geçerli kural. Sağlık sistemi insanları iyileştirmek üzerine değil, sağlık sistemin 117

kriterlerine göre değil de paranın gücüyle, kâr, artı değer adına kimin ölmesi ve kimin yaşaması gerektiğinin rasyonalize edildiği yer. Böyle daha birçok örnek vermek mümkün. İdeolojilerin bu yönünden dolayı “gerçekçi ol, imkânsızı iste” vecizesi bu popüleriteyle oluşabildi. İdeolojiler, olası olmayanı istedikleri ve savundukları için, onların yanılma payları yok. Bu yüzden de ideolojik tartışmalar birbirinden öğrenme üzerine değil, ama karşıdakini ikna etmek üzerine kurulu ve kurguludur. Sonuç Yerine Hiçbir bilim insanının bilimsel yöntemleri kullanarak tanımlayamadığı, kimi ilahi güçler, görünmez eller yaşamımızı belirliyorlar. Bu çarpıklığı anlamak ve anlatmak ilahi güçlere ya da ideolojilere başvurmaksızın da mümkün. Aynı belirleme kitle imha silahları ya da anthropocene için de geçerli. Neyin değil, neyin nerede ve niçin ortaya çıktığı önemli. İnsanoğlunun dünyayı yok etme kapasitesini sadece insankızının üstün bilimsel-teknik bilgiyi yanlış kullanımıyla değil, ama bundan da önemlisi ona kapitalizmin önderlik etmesiyle de açıklamak mümkün. İktidar sahipleri aklı, rasyonelliği ya da içtihatı değil ama ekonomik ve siyasi çıkarlarının kültürel kodlayışıyla ilgilenirler. Bizim yapmamız gereken ise bu sihri bozmaktır. Bu sihri bozmanın ve krizlerden kurtulmanın yolu ise kültürel birikimle mümkün. Kültürel birikim aynı zamanda tehlikeleri risklere dönüştürmenin de iyi bir yolu.

118

10. AHMET ŞIK’IN HDP’DEN İSTİFASI, KÜRT AVUKATLAR VE DEMOKRAT YAZARLAR26 Demokrasi, olması gereken ama bir türlü ulaşılamayan bir ütopya değil. Demokrasi ortak karar verme mekanizmasıdır. Ahmet Şık HDP’de devletçi memurları ya da avukatları değil, halkçı yazarları temsil ediyor. Akla, acaba Şık’ın HDP’den istifası, sadece onun mu bu mekanizmanın HDP’deki verilerine güvensizliği anlamına geldiği sorusu geliyor? Ahmet Şık HDP’den istifa etti. Kürt parlamenter demokrasi arayışı siyaseti için acı, HDP’nin demokratikleşme projesi için ise karanlık bir gün. Her geçen gün mutlak zıtlıkların siyaseti belirlediği, uyuşma değil, çatışma siyasetinin bireysel davranış ve kültürel alışkanlıklarda da baskınlaştığı bir dönemde, HDP’nin Ahmet Şık’ı kaybetmesi, HDP’nin bir yol ayrımında olduğunun ilk büyük göstergesi. Kürt parlamenter siyasi hareketi ta baştan üç büyük bloktan oluştu: Avukatlar, aşiret liderleri ve serbest meslek temsilcileri, yazarlar, sanatçılar, iş insanları vs. gibi. Orhan Doğan, Hatip Dicle, Hasip Kaplan vs. avukatlar grubundan; Ahmet Türk, Sırrı Sakık, Altan Tan aşiret liderleri grubundan; Musa Anter, Ertuğrul Kürkçü ve Ahmet Şık gibi aktörler ise yazarlar grubundan. Bu gruplar arasında ciddi sosyal, ekono-

26

Bu makale daha önce Nokta Haber Yorum URL: https://noktahaberyorum.com/ahmet-s-ali-demir.html ve Demokrat Haber URL: https://www.demokrathaber.org/ahmet-sikin-hdpden-istifasi-avukatlar-ve-yazarlar sitesinde yayımlanmıştır.

119

mik, siyasi ve kültürel ayrışımlar ve çelişkiler var. Ben bu yazımda Ahmet Şık’ın HDP’den istifasını bu üç grubun demokrasi taleplerine bakarak açıklamak istiyorum. Demokrasi ve Hukuk Bunun için önce bu üç grubun demokrasiyle ilişkisine ayrı ayrı bakmak gerekir. Analize şu tanımla başlamakta yarar vardır: Demokrasi ne cennet ne de cehennemdir. Demokrasi, olması gereken ama bir türlü ulaşılamayan bir ütopya da değildir. Demokrasi ortak karar verme mekanizmasıdır. Bu anlamıyla, yaklaşık her gün her birey, her aile, her şirket yöneticisi, her arkadaş demokrasiyle direk ilişki halindedir. Ortak karar alma mekanizması olarak demokrasiyi yaşamak ise günün sonunda iki şekilde mümkündür; ya azınlık ya da çoğunluk, ya katılım ya da temsili şekliyle. Bu seçeneklere göre farklı demokrasi kültürleri, pratikler, anlayışlar ve kurumlar var. Çoğunluk ve katılımcı demokrasi günümüzde arzu edilendir. Ama tarihsel olarak, demokrasilerin geçirdikleri evrimsel gelişimde azınlık, elitlerin konsensüsü üzerine kurulu temsili demokrasiler sadece kötü işler yapmadılar. Bu yönleriyle demokrasiler sadece azınlık-çoğunluk değil, bir de performanslarıyla ölçülürler. Hem çoğunluğun gücüne rağmen başarısızlık, hem de azınlığa rağmen başarı, demokrasilerde mümkündür. Bununla beraber, hakkın, haklının, azınlık olmasına rağmen doğruyu söyleyebileceği, onun bu yüzden devlet kurum ve kuruluşlarında adaletsizliklerle karşılaşmaması gerektiği fikri, demokrasinin değil, hukuk sisteminin kültürel kodlaması. Söylenenin değil, katılımın belirleyici olması gerektiği fikri ise demokratların anlayışına denk düşüyor. Bu ikilemden dolayı demokrasi hukukla gergin bir iletişim kurar. Hukuk azınlık ve temsili karar almayı, demokrasi ise çoğunluk ve direk katılım üzerinden toplumsal rızayı destekler. 120

Demokrasi ve Kamu Alanı Bu seçenekler ve istemler bireylerin sosyal ve ekonomik çıkarlarıyla, cinsiyet ve dünya görüşüyle direkt ilintili. Örneğin, bir aşiret lideri evrensel prensipleri tabii ki savunabilir. O da doğruluk, dürüstlük, hakkaniyet, özveri ve saygı gibi erdemlerin, sanat, bilim veya daha farklı düzenlerde edinilen kimliklerin aşiretinin üyelerine iyi gelebileceğini görebilir. Fakat o bunu gördüğünde Ahmet, Sırrı, Altan ve Pervin olmaktan, yani bir aşiret lideri veya bir kurumun üyesi olmaktan çok, birey olur. Bu ise geleneksel toplumsal kurumlara (aşiret gibi) ve alışkanlıklara, örneğin eğitim yoluyla belli, dozajlı mesafe koymayı öğrenmiş olmayı gerektirir. Örneğin Urfa’da doğup büyüyen genç bir kadının kamu alanında demokrasiyi savunmasıyla, yine Urfa’da doğup büyüyen ve yaklaşık olarak aynı sosyal ve ekonomik ilişkilerde yetişmiş genç bir erkeğin demokrasiyi savunması arasında farklıklar vardır. Bu farklıkları örneğin, onların hem bizzat kendilerinin ve hem de toplumun yaptıkları işe yükledikleri anlam ve de günlük yaşamda bu anlama yüklenen eyleminden dolayı karşılaştıkları zorluklarda ya da kolaylıklarda da görmek mümkün. Örneğin erkeğin her kahvehanede, her camide ve her sokakta halka seslenme, gerektiğinde megafonla bağırma hakkı varken, aynı hak toplum nezdinde kadına tanınmıyor. Aynı eylemlerin başarı ihtimalleri göz önüne alındığında, bu iki bireyin sadece cinsiyetlerinden dolayı çok farklı koşullarla karşı karşıya kaldıklarını ve de bu koşulların farklı sonuçlara sebebiyet verdiğini hemen görebiliriz. Toplum, kadın ile erkeğin eşit şartlarda yarışmadığını ve yine toplum erkeğin bunu görüp kullanabileceği ihtimalini göz önüne alarak yeni kurumlar, kurallar ve beklentiler geliştirdiği oranda, biz sadece birey olarak değil ama aynı zamanda aşiret lideri, aşiret üyesi ya da 121

başka bir kurum ve gelenekler ağına ait olma özelliğimizle de barışık yaşamaya başlarız Bu beklentiler kurumsal destek olmaksızın sadece bireyden bekleniliyorsa, o zaman zaten doğası gereği gergin ortam, çatışmalı, bireysel çözümlerin üretildiği ilişkilere dökülür. Güven, yerini belirsizliklere bırakır. Bu ise insanları daha bir aşiret ilişkilerine bağlanmaya zorlar. Doğaldır ki bu koşullar bahsini ettiğim erkek ve kadının dünya ve demokrasi anlayışları üzerinde etkilidir. Erkeğin çoğunluk ve direk katılımdan, kadının ise azınlık ve temsili katılımdan yana tavır takınması beklenir. Bu koşullarda, kadın azınlık, daha da doğrusu temsil edilmeyenlerin temsil ve katılım haklarından yana, erkek ise çoğunluğun çıkarlarının kurumsallaştırılmasından yana tavır takınır. Kadının siyasette kadın kotasının kanunlaştırılması gerektiğini, erkeğin ise bu işin bürokratik oranlara değil, bizzat halkın teveccühüne bırakılması gerektiğini savunması ihtimaldir. Kültürel Birikim Olarak Demokrasi Kadın ve erkek, birlikte karar verme anında biyolojik anlamından uzaklaşırken, toplumsal anlamına ise yakınlaşır. O anda kadın ve erkek sadece bir cinsi değil ama aynı zamanda bir dünya görüşünü temsil ettiklerinde berraklaşırlar. Demokrasi işte tam da burada başlar; demokrasi bireylerin karşıdakini, onun somut çıkarlarına rağmen, onu soyut fikirler aracılığıyla, sözle, lafla, konuşma becerisi ve kültürüyle ikna edebilme ihtimalinin büyütülebilmesi kurumudur. Bunu kavramak ve buna göre içselleştirilmiş tavır geliştirmenin en iyi yolu, tabii ki günlük yaşamda samimi, örnek eylemleri görmek, yaşamak, yaşatmak ve de gelenekleştirmekten geçer. Bu ise o kültürel birikimi, geleneği ve ilişkiler ağının varlığını gerektirir. Varsa, şanslı ve demokrat olma ihtimaliniz, yoksa 122

demokratik olmayan, demokrasiden uzak, antidemokratik kararlar alma eğiliminiz yüksek demektir. İkinci ve en azından aynı derecede etkili diğer bir yöntem de eğitimden geçiyor. Eğitimle, daha önce görmeksizin, bizzat direkt yaşamaksızın iyiden, doğrudan, güzelden, haklıdan ve de demokrasiden yana tavır almak mümkün. Buna karşın, eğitilmeksizin, anlamını kavramadan demokrasiyi savunmak, demokrasiden yana tavır takınmak sadece tek ayak üzerinde mümkün. Bu durumda, fikirler ve çıkarların iletişiminden değil, sadece çıkarların baskısından tavır takınılır. Bu ise şunu gösteriyor: çıkarlara rağmen fikirlerden yana tavır, ancak kültür, bilgi ve eğitim gibi kurumlar üzerinden kurulan iletişimle mümkün. Çıkarlara rağmen fikirlerden yana tavır takınabilme kabiliyeti olmayan toplumlar, günün sonunda özel bir şirkete, alışılagelinen aşiret ilişkilerine dönüşür; faydacılık ve kısa erimli istemlerin ilerisine gidemeyen biyolojik ihtiyaçlar, kültürel istemlerin üzerinde hâkimiyet kurar. Yok Etmek ya da Kendine Katmak Bu yüzden, beyin gücünün zayıf olduğu bir mekanda çoğunluğu esas alan seçimler ya din, dil, ırk, cinsiyet ya da karizma, şöhret, itibar ve nüfuz üzerinden yapılır. Bir halk tabakası ne kadar eğitimden uzak ne kadar fakir ve ne kadar toplumsal gelir paylaşımının dışındaysa, o kadar bu eksenlerden biri üzerinde seçim yapma ihtimali yükselir. Bir toplum ya da bir siyasi güç, kontrol edebildiği bir halk tabakasını ne denli zor ve güç ilişkilerini kullanarak bu yöne yönlendiriyorsa, o iktidar, o siyasi güç, o parti, kurum ve kuruluş o kadar tutucu, otoriter ve de arkaik politikalar geliştiriyor ve geliştirmek zorunda kalıyor. Silah zoru ve açlık tehlikesi bu zor ve 123

güç ilişkileri yöntemlerinin en kabaları. Ve bu sadece toplumsal düzeyde değil, bireysel düzeyde de böyle. Tarih boyunca yönetenle yönetilen arasında ki bu diyalektik ilişki süregeldi. Apartheit, ırk ayrımı ve jenositler bu diyalektiğin aşırı siyasi geleneklerine birer örnek teşkil ediyorlar. Bununla beraber aynı siyasi tavrın bir de ılıman türevi var. Böl-parçalayönet, ya da sömürgecilik buna bir örnek. Sömürgecilik, hem böl-parçala-yönet’e ve hem de ırk ayrımı ve jenositlere nazaran daha karmaşık bir düzen; böl-parçala-yönet’i sadece fiziki gücü kullanarak gerçekleştirmek mümkün. Fakat sömürgecilik, direkt ve tamamen yok etmek yerine, kendine katmayı ve kimi kurum ve kuruluşları zorunlu kılıyor. Kendine-katmaeylemi geleneksel olarak din ve eğitim üzerinden yapıldı. Sömürgeleştirilmiş halkların sömürgecilerin dinlerini tatbik etmeleri ve dillerini konuşmaları bundandır. Fakat, işin sömürgecilerin gözünden bakıldığında beklenmeyen, onlara göre garip şöyle de bir yönü var: sömürgecilere başkaldıran, başkaldırımı organize eden, yöneten ve yönlendirilenler de iste tam da bu asimile edilen grubun içinden çıktılar. Martin Luther King, Mahatma Gandhi, Nelson Mandela bunlara iyi birer örnek teşkil ediyorlar. Din Adamları ve Avukatlar Bu gerçeklik, sömürgeleştirilmiş toplumlara uzun süre umut verdi. Bununla beraber, her olguda olduğu gibi, bu gerçekliği de tersine çevirmenin yolu ve yöntemini bulmak mümkün. Amaç belirlendiğinde ona uygun araç bulmak kolaylaşır. Sömürgeciler de, bu durumdan öğrendiler. Onlar da artık işlerini, ilişkilerini daha sıkı tutuyorlar. Burada özellikle altını çizmek istediğim olgu ise şu; bu liderlerin din adamları ya da avukat olmaları tesadüf değil. Bilindiği gibi, hem din adamlarının ve hem de avukatların ikna etme kabiliyetleri 124

güçlüdür. Her ikisi de misyonerliğe adaydır. Kurumsal olarak, her iki grup temsilcilerinin de mesleklerinde başarılı olabilmeleri için hem sömürgecileri hem de sömürülenleri iyi tanıması, her iki halk grubuyla da iyi, organik ilişkiler içinde olması gerek. Hem din adamlığı hem de avukatlık birer akıl mesleğidir. Her ikisi de bilimsel bilgi, ya da teknik, mühendislik becerisini değil, idrak, müzakere, sosyal iletişim ve etik kurallarını beklenilen şekliyle icra etme üzerine kuruludur. Her iki meslek grubunun üyeleri de genellikle resmi okul öğretiminde edinilen ideolojik amaçları istemlerine adapte etmiş, onları kişiliklerinde hazmetmiş insanlar olurlar. Ve yine her iki meslek grubuna aidiyetlik, ancak fakültelere üyelik, oradan da barolar gibi mesleki loncalara girmek ve burada ise sadakat, bağlılık ve güven kazanımı üzerinden mümkün. Toplumsal çıkarlar düzleminden bakıldığında, bu, böyle avukatların başarıları, sömürgeci gücün orantısız güç kullanımıyla direk ilintili; sömürgeci güç ne kadar çok insan hak ve hukukunu çiğniyorsa, bu avukatların aktivitesi o kadar çok artar ve bu avukatlar sömürgeleştirilen toplumda o kadar çok karizma ve etki sahibi olurlar. Sömürge ilişkilere böyle direk, organik bağımlı, yani bir yandan sömürgeci gücün en prestijli kurumlarıyla yapısal ilişki kuran ve aynı zamanda bu ilişkiyi hukuken, sömürgecinin bilgisi ve isteği dahilinde sömürgeleştirilen halk için kullanan, en azından eylemlerini böyle meşrulaştıran ve parasal güce dönüştüren başka bir meslek grubu yok. Tabii ki, bu gücü gerçekten de sömürgeleştirilen halk adına ve halk için kullanan din adamları, memurlar ve avukatlar da var – çoğu maalesef çok genç yaşta öldürülüyor, sürgüne zorlanılıyor, kriminalize ediliyor ya da nerede mümkünse orada da satın alınıyor.

125

Avukatlar, Yazarlar ve Demokrasi Konumuzla direk ilişkisi ise şu: avukatları taşıyan, besleyen, palazlandıran yapı hukuk sistemi olduğu için, bir de avukatlar hukuku tanıdıkları, bildikleri, hazmettikleri için, onlar son tahlilde demokrasi değil, hukuktan yana tavır takınırlar – onlardan bu beklenir. Bu ve bu gibi nedenlerden dolayı, bir siyasi yapıda belli bir çıtadan sonra ne kadar çok avukat varsa, o siyasi kurum çıkarları gereği o kadar elitlerin baskın olduğu azınlıkçı, temsili demokrasiyi savunur ve o siyasi güç o kadar demokrasiden uzaklaşır. Buna karşın yazarlar, sömürgeci güce karşı, ya da genel olarak halktan yana tavır aldıkça öz, istedikleri, benimsedikleri, gıpta ettikleri kimliklerine ulaşırlar. Başarı bilineni, kanunda yazılanı, zaten söyleneni, genel olarak anlatılanı, herkesin bildiğini yazmakla değil, fısıldayanı, fısıldatılanı, herkesin bildiği ama söylemediğini, söyleyemediğini yazmakla, dillendirmekle mümkün. Benim uzaktan uzağa görebildiğim kadarıyla, Kürtçe roman, yazım dili yolunda, hala işin başında. Kürtçe üzerindeki baskılar, Kürt yazarları Türkçe yazmaya zorladı. Bu ise, yani Türkçe roman yazarak başarılı olmak ise, din adamları ve avukatlarda da görüldüğü gibi, ancak loncalar üzerinden mümkün. Bunun ise iki farklı sonucu var. İlki; Kürtler sırf kendilerini dillendirmek için de olsa, Türk ve diğer halk yazarlarına yakın olmaya, onlardan öğrenmeye çalıştılar. İyi birer Kürt yazarı olarak tanınan kişiliklerin İstanbul’da, Berlin’de, Londra’da, Stockholm’de vs. yaşamaları buna çarpıcı bir örnek. İki; Kürtçe hala loncasız bir dil. Bu ise yine Kürt yazarlarını halka yakın kıldı. Kimin iyi ya da kötü yazdığını işi bilenler, uzmanlar değil, yani lonca yöneticileri ve üyeleri değil, fakat direkt tüketicinin, okuyucunun kendisi belirliyor.

126

Loncaların ve devletin desteğini almadan başarılı olan, dolayısıyla da gerçek bir halk kahramanı olmaya aday. Kürt yazarlar bu kahramanları yarattıkça, onlara kendi günlük yaşamlarında da benzedikçe, benzemeye çalıştıkça, demokrasi, onların demokrasi istemleri daha bir biçim almaya ve de halkın içinde yayılmaya başladı. Diğer bir söylemle, bu yazarlar Kürtleri demokrasiden uzaklaştırmadıkları gibi, tersine hep yakınlaştırdılar. Kürt halk önderleri, siyasetçileri, aydınları ve sanatçıları bu damarlarını korudukça, geliştirdikçe ve de kurumlar aracılığıyla gelecek kuşaklara taşıdıkça, Kürtler de bir halk olarak demokrasiyi daha bir sindireceklerdir. Ahmet Şık halkına, halklara ve demokrasiye yakın bir yazar. Ahmet Şık’ı kaybetmek, HDP’nin avukatlara bağlılığını daha çok artıracaktır. Bu ise ne Kürler ve ne de demokrasi için iyi bir gelişme. HDP, avukat ve yazar Selahattin Demirtaş’la uzun bir süre çıkarları ve fikirleri iletişimde tutabildi. Ahmet Şık’ın HDP’den istifasını, ya Ahmet Şık’ın yine yazar olma isteminde ya da HDP’deki bu dönemin kapandığıyla açıklamak gerek. Her iki ihtimalde ne Kürtler ve ne de demokrasi adına iyi gelişmeler. Umarım, yanılan ben olurum.

127

11. AYASOFYA İLETİŞİMİ27 Ayasofya, sadece mimarisi, temsil etiği etik anlayışları, onların tarihi, bulunduğu yer anlamında değil, ama aynı zamanda Ayasofya’nın insanlar, tarih, coğrafya, dil ve öteki dünyayla bağ kurabilme sembolü olması açısından da anlamlarla dolu ve atfetmelere gebe külliye ve de amalgam. Orada ve oraya ilişkin yapılan yaklaşık her şey kamuyu hep ilgilendirdi. Soru, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Ayasofya’yı tekrardan camiye dönüştürme kararını nasıl değerlendirmek gerektiği? Bu siyasi-ekonomik egemenlik vurgusu karar mı, ya da politik-etik iletişim mi? Bunlar birbirine yakın, ama aynı şeyler değiller. İktidarlar, tabiatları gereği bu alanları sanki tekmiş gibi göstermek, iletmek isterler. Buna karşın aydınların görevi, aradaki farklılıkları görmek ve de göstermekte. Ekonomi, hukuk, siyaset ve de uluslararası ilişkiler farklı alanlar. Görebildiğim kadarıyla bu karar hemen hemen her yönden, her çevreden ve cephelerden yorumlandı. Örneğin, Mete Kaan Kaynar, “Patrimonyalizm, Ayasofya ve Cumhurbaşkanlığı Sistemi” başlıklı yazısında bu kararın siyasi-ekonomik bir karar olduğunu dillendiriyor. Fakat burada da siyaset ile ekonomi arasında bir ayrışmaya gidildiğinde soru, bunun siyasete mi yoksa ekonomiye mi dayalı bir karar olduğu? Çünkü, patrimonyalizm siyasi değil, toprağın sadece yönetene ait olduğu ve yönetenin ise meslek, beceri, bilgi, karizma ya da dinsel eğitim değil, kan bağının belirlediği ve bu anlamıyla feodal Bu makale daha önce Nokta Haber Yorum. URL: https://noktahaberyorum.com/ayasofya-iletisimi-ali-demir.html, Demokrat Haber. URL: https://www.demokrathaber.org/ayasofya-iletisimi sitelerinde yayımlanmıştır. 27

128

ekonomik sistem. Bu sistemin ne şu anda dünyanın hemen hemen her yerinde hüküm süren ekonomik yönetim biçimi olan kapitalizmle bağdaşır, ne de Türkiye’de uygulamada olan siyasi Parti-Cumhurbaşkanlığı Sistemi (PCS) ile yapısal bir ilişkisi var. Bunlar tabii ki birbirine yakın, ama aynı değiller. Irak ne İran ne de Suriye. Teyze ve hala, amca ve yeğen değiller. Konumuza geri dönersek, nasıl ki AK-Parti’nin yükselişi döneminde Anadolu Aslanları olarak tabir edilen girişimcilerin dinsel motifleri ile Max Weber’in Protestan etiği üzerine inşa ettiği modernite anlayışı arasında kurulan bağ yanlıştıysa, ki biz bunun yanlış olduğunu şu anda içinde bulunulan durumla daha iyi anlıyoruz, aynı şekilde şu andaki PCS ile ErdoğanPatrimonial-Sistem denklemini kurmak ve buradan verilen politik kararları yorumlamak biraz maksatlı gibi geliyor. Sanırım biri çok iyimserken, diğeri ise hem çok karamsar, hem de fazlasıyla yukarıdan aşağıya mantığı üzerine dizayn edilmiş ve aradaki nüansları görmeyen bir bakış. Bu bakış, özellikle de bu son anlamıyla, yani yapısal dönüşümü, aradaki ilişkiler ağını görmenin de önünde engel teşkil etme potansiyeli taşıdığı için yanlış. Aşağıdan Yukarıya İletişim Ayasofya’yı ibadete açmanın, ya da tekrar camiye çevirmenin olası ekonomik sonuçlarının negatif olması ihtimalinden dolayı ekonomi mantığı süzgecinden geçirilerek verilen bir karar olduğunu varsaymak biraz zor. Bunun hukuki bir karar olduğunu düşünmek ise, verilen kararı sadece teknik bir bakışla yorumlamak anlamına gelir. Buna karşın, bunda dini ve etik nedenlerle verilmiş, ya da hükümet güçlerinin iktidarlarını değişen koşullara rağmen bildikleri, alışageldikleri şekliyle sürdürebilmeleri adına aldıkları (zaruri) ama son dâhilde

129

siyasi bir karar olduğunu görmek, hiç de zor değil. Fakat burada mutlaka görülmesi gereken, gözden kaçırılmaması gereken ise şu: Bu yukarıdan aşağıya verilen emrin yerine getirilmesi değil, tersine, aşağıdan yukarıya dayatılan bir karar. Bunu görmek için ise, AK-Parti’nin gerektiğinde ulusçu demokrasi anlayışını sistematik olarak hukuk devletine, ekonomik çıkarlara ve de etik ve etnik eğilimlerine yeğlemesine bakmak gerek. AK-Parti ve geleneği, dinden, ekonomiden, etik değerlerinden değil, çoğunluktan gücünü, güçlerini aldılar. Bunun için de Suudi Arabistan’la değil ama Rusya Cumhuriyeti ile iş birliğini tercih ettiler. Yine, AK-Parti, dindaşları oldukları Kürtlerle değil, izi gibi kendisini de kaybetmiş ama AK-Partiye çoğunluğu garanti eden MHP ile işbirliğini tercih etti. Daha bir uç söylemle, AK-Parti’nin dini, etik, ulusal değerlerden ve hak anlayışından yola çıkarak siyasetini belirlemediğini, Kemalistler, eski-solcular, bürokrat-entelektüeller ve de koyu dindarlar dışında herkes biliyor. Ayasofya’nın ibadete açılması, tekrardan camiye dönüştürülmesi kararının krizin derinleştiği bir dönemde alınması, hükümetin var olan hukuki, sosyal, ekonomik ve kültürel sorunları diğer partilerin ve gerekiyorsa uluslararası kurumların da desteğini alarak halletmek yerine, tek başına çözmek istediğinin bir göstergesi. Bu anlamıyla bir iletişim kararı. Fakat bana, özelliklede solda sanki bu iletişimin doğası pek anlaşılmıyor gibi geliyor. Batıda bu kararın siyasi olduğu anlaşıldığı için, buna tepkiler söylemde kaldı. İş daha çok din adamlarına (bu alanda kadınlar hemen hemen yok maalesef) bırakıldı. Siyaset bilimin cephesinden bakıldığında, meşru yönetebilmenin koşullarından biri, yönetenlerin yönetilenlerin dilini konuşabilmesi ve bu anlamıyla onların değer yargılarını iktidara taşımasıdır. Böyle kararlar bu anlamıyla siyasi 130

iletişimin gözde örneklerinden. İktidar, bu kararla kiminle hangi yola gitmek istediğini iletmiş olur. Fakat bu kararda, sanki tam tersi bir durum var. İktidar var olan devasa sorunlar karşısında da bildiğini bozmak zorunda kaldı. Bu istenilen değil, dayatılan bir karar. Bu beklenen değil, şaşırtan bir karar. Ve bu iletilen değil, anlaşılan bir karar. Karar Doğru Bir kararı rasyonel değerlendirmenin en eski yolu, onun doğru olduğunu ve kararı verenin rasyonel davrandığını varsaymaktan geçer. Bu mercekten bakıldığında, yani bu kararın, kararı verenlerin cephesinden bakarak doğru olduğunu varsaydığımızda, karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor: Bir; iktidar var olan katılımdan memnun ve iktidarını sadece bu çevreye dayanarak da sürdürebileceğini düşünüyor. Bu katılımın şu anda % 50’nin altında olduğu kesin. Ama bir; AK Parti hala en güçlü parti ve yakın bir sürede diğer siyasi güçleri bölme, onları kendisine katma projeleri geliştirebilir. İktidar, göründüğü kadarıyla, bunun için atılması gereken ilk adımın, AKParti’nin eski tabanını tekrardan kazanmaya yönelik politik ve sembolik girişimlerde görüyor. İki; hükümet ortaklarının medyayı kontrol altına alması, alternatif medyada üretilen içeriklere saldırması, masumane yazıları bile cezalandıracağını dillendirmesi, onun var olan toplumsal çatışmacı ortamı daha da bir derinleştirmek istediğini ele veriyor. Hükümet ortakları, bunun için de sadece medyayı kontrol altına almak değil, ama bunun yanı sıra bir de alternatif güç birlikteliklerinin önüne geçmek istiyor. Bunun için ise, gücünü gerektiğinde sokağa taşımaya hazır hale getirmek ve var olan çatışma anlarını daha bir belirgin kılarak yapmak istiyor. Bundandır ki, teknik sorunları, bilimsel bilgiyi ve hatta biyolojik verileri

131

bile politik dile döküyor. Bu yüzdendir ki, Türk parasının değer kaybetmesi dış güçlerin Türkiye’yi parçalamaya çalışmasıyla direkt ilintilendiriliyor. Bunu şöyle yorumlamak mümkün: ekonominin daha da kötüye gedeceğini gören hükümet, örneğin yatırımların yapılmamasını, dış sermayenin Türkiye’ye gelmemesini, Türk parasının her geçen gün değer kaybetmesini, işsizliğin artmasını vs. Ayasofya’nın camiye çevrilmesi kararıyla açıklamak istediği: “Ey halkım; ben sizin için böyle tarihi bir karar verdim. Bu yüzden de içten ve dıştan bana, hükümetime ve de devletime saldırılar var. Siz bu saldırılarda kimin yanındasınız?” Buradan bakıldığında bu kararda hükümetin en azından eski kitlesiyle (tekrardan) eylemsel bağ kurmak istediğini görmek mümkün. Üç; bu karar, bilinilen sembol politik iletişimi kullanma becerisinin ötesinde bir durum. Sembol politikasının özelliği, söylenin retorik, sembolik düzeyde kalması. Örneğin, Türkiye bütün siyasi ve ekonomik ilişkilerini İsrail ile keseceğini defalarca söylemesine rağmen, bu ilişkiler hâlâ gayet iyi devam ediyor. Yine Trump ABD’nin başkonsolosluğunu Kudüs’e alarak yeni bir Ortadoğu siyaseti yürüteceğini söylemesine rağmen, ABD hala eski ilişkiler dinamiği üzerinden diplomasisini sürdürüyor. CHP, demokrat, devrimci, ilerici, halkçı vs. olduğunu söylemesine rağmen, hâlâ tekçi devlet ve millet anlayışını sürdürüyor. Oysa burada, Ayasofya’nın ibadete açılması kararın da sadece sembollerin kullanımı değil, bir de direkt eyleme dökülen bir iletişim var. Aslında, AK Parti gibi tutucu siyasi güçler, var olan düzenden yeni normal düzene geçişi devrimci radikal kararla değil, devinimci, dönüşümcü ve geleneksel motifler üzerinden yürütürler. Bunu ise çoğunluğun değer yargılarını var olan teknolojik gelişmeler veya bilimsel bilgilere rağmen korumakla değil, onların 132

işlevselliğini yeni düzende de koruyacağının sözünü vermekle yapar. Bunun da bir yolu Giuseppe Tomasi di Lampedusa’nın önerisiyle mümkün – ve bu aynı zamanda II. Abdülhamit yöntemi. Bu ise her şeyi değiştirmekten geçer. Böylece hiçbir şeyin değişmeyeceğini, her şeyin eski mantığıyla yeni duruma uyarlanmış şekliyle devam edeceğini garanti altına almış olursunuz. Bunu bilmek ve buna uygun adım atmak, elitlerin, hükümetlerin, siyasetin ve de diğer kültürel verilerle dokunmuş kurumların işi. Bunun bir iş ve elitlerin işi olduğunu ise elitlerin sembollerle, sokakla direkt ve geleneksel ilişkiler düzleminde değil, akli, mesafeli ve uzun erimli iletişim kurmaya zorunlu kılan kurumlar aracılığıyla karar alma gereksiniminde görebiliriz. Demokrasi, bu anlamıyla uzun erimde de doğru olma ihtimali yüksek olan kararları alma mekanizmasıdır. Çoğunluğu, iktidarı koruma ya da %51’in oyunu almakla yetinme anlayışında ise, demokrasi, kurumsal dönüşüm, geçişler, geçişlerin meşruluk iletişimi yönetenlerin karar alabilme cesaretine ve bu cesareti en çok ses getiren eylemlerle hayata uyarlamaya dönüşür. Sokak ve Elitler Dili Diğer bir söylemle, elitler zayıf dönemlerinde sembol politikalarını direk pratiğe dökme gereği duyarlar. Onlar artık tabandan gelen taleplere direk, eylemsel düzeyde cevap vermek zorunda kalıyorlarsa, sembol politikalarını pratiğe, eyleme dökmek zorunda hissediyorlarsa, bu onların dayandıkları tabanını artık sadece lafla ikna edemeyeceğinin göstergesi olmakla kalmayıp, ama aynı zamanda bu tabanın onlar üzerinde direkt ve diğer çevrelere göre orantısız etkili olduğunu da ifade ediyor. Bu yüzdendir ki liyakat tartışmaları daha bir alevlenecek. Daha da önemlisi, sokağın dilinin filtresiz elitle-

133

rin eylemine dönüştüğü anlar, toplumda var olagelen ama çözümü için henüz mutabakatın geliştirilemediği gerilimlerin sokağa döküldüğü dönemlerle kesişiyorsa, öngörülebilir değişim, dönüşüm veya yukarıdan aşağıya idare edilen dönemler değil, kontrolsüzlüğün hüküm sürdüğü anlardır. Bilindiği gibi, işini bilen araba satıcıları, kullanışlı bir aracı kötü bir aracın yanına koyarak satma taktiğini kullanırlar. Standart araç, kötünün yanında parıldar. Ancak, yanlış bir karar, daha kötü bir yanlışla karşılaştırıldığında iyi bir kararmış gibi görünmesini rağmen, onun yanlış olduğu gerçeğini değiştirmez. Ayasofya’nın ibadete açılması politik iletişimin kararıdır. Bu kararı veren iktidar hırslısı Recep Tayyip Erdoğan değil, kararını çoğunluğun iktidara katılımı adına veren Cumhurbaşkanı Erdoğan’dır. Bu fark görüldüğünde, verilen kararın nedenlerini irdelemek için daha derinlikli analizlerde bulunabiliriz.

134

12. BİR ASIR SONRA SYKES-PİCOT ANLAŞMASI VE ÖZGÜRLÜK KARARI Sadece bireylerin değil, halkların tarihlerinde de onların kaderini belirleyen anlar vardır. Böyle anlarda toplumlar bir yol ayrımındalar; böylesine hayati bir karar bilerek ve isteyerek alınmışsa, o toplumun karar verme yetisi artar ve halk olarak yeniden bir yol ayrımına geldiklerinde, sonuçlarını bilerek ve tarihlerinden de öğrenerek yeni bir karar alır. Buna karşın karar yukarıdan aşağıya dayatma mekanizmasıyla verildiyse, o karar o topluma dışardan dayatıldıysa, o topluma rağmen o toplum hakkında verildiyse, o zaman o toplumun öğrenme, karar verme, verilen (iyi) kararlara da katılma yetisi her geçen gün düşer. Bu teorik belirlemenin hayattaki karşılığını SykesPicot 28 anlaşmasında görmek mümkündür. Anlaşma, Kasım 1915’den itibaren Fransız diplomat François Georges-Picot ve İngiliz diplomat Mark Sykes tarafından müzakere edildi ve 16 Mayıs 1916’da Londra’da imzalandı. Fransa ve İngiltere arasında gizli olarak imzalanan bu anlaşma hasta adam olarak teşhisi konulmuş Osmanlı İmparatorluğu’nun nasıl iyileştirileceğini, yani nasıl paylaşılacağını öngörüyordu. Yüz yıl önce imzalanan Sykes-Picot Anlaşması sadece Osmanlı İmparatorluğu dağılımında değil, ama aynı zamanda günümüzde siyasal Avrupa’nın da oluşumunda ve gelişiminde belirleyici bir rol oynadı. Bu anlaşmanın önemine geçmeden önce; dünya kamuoyu, anlaşmanın detaylarını Bolşevik devrimcilerin Kasım 1917’de Prawda ve Iswestija gazetelerinde yayımlanmasıyla öğrendi. SSCB yöneticileri anlaşmanın tarafı olmadıklarını, 28

URL: https://avalon.law.yale.edu/20th_century/sykes.asp

135

bu anlaşmanın onlara rağmen imzalandığını vurguladılar. Anlaşmanın yayımlanmasıyla Sovyetler, halkların değil de, olagelen güç odaklarının perde arkasındaki bu belirleyiciliğine karşı çıktılarını göstermek istediler. Bununla birlikte bizler bugün bu isteğin aslında hiçte bu kadar masun olmadığını biliyoruz. Günümüzden bakıldığında bu anlaşmanın önemini üç kalemde toplayabiliriz: Bir, bugüne kadar Ortadoğu sınırları içerisinde etnik, kültürel ve siyasal sorunlar hep vardı ve önümüzdeki yüzyılda da devam edeceğine dair güçlü veriler var – coğrafyamız otokratik yönetimler, bilgi, eğitim, gelir dengesizliği ve güç odaklarının orantısız, ölçü üstü görüldüğü bir mekân. Bu çatışmacı, dağınık, belirsiz ve dengesiz ortamda özlenen, ümit edilen ve de bütün olumsuzluklara rağmen varılmak istenilen refah ve barış ortamı, şu an ulaşılmaz, imkânsız gibi. Türkler, Araplar, Kürtler, İranlılar ve Arap ya da İranlılardan sayılan halklar bir araya gelemiyorlar. Bu halklar kendi içlerinde de bölünmüş, çözülmesi mümkün görünmeyen sorunlarla boğuşuyorlar. Örneğin, Şii ve Sünni farklılığı sadece bu halklar arasındaki bir çatışma sahası değil, yaklaşık olarak 1300 yıldır süregelen ve aşağı yukarı bütün Ortadoğu halklarının kendi içlerinde de sürdürdükleri bir ayrışım anı. İki, günümüzde ki durumdan geri dönüp bakıldığında, hasta adam olarak teşhisi konulan Osmanlı İmparatorluğu’nun bu anlaşmadan dolayı yıkılmadığını tespit edebiliriz. Aslında hiçbir imparatorluk dışarıdan güçlerin zorlamasıyla yıkılmadı. Osmanlı İmparatorluğu yıktırılmak istendiği için değil, daha çok kendi içinde, iç dinamiklerinden dolayı çöktü. Aslında bunun böyle olduğunu herkes bilir ve söyler;

136

günlük dilde de “Osmanlı İmparatorluğu yıktırıldı” demiyoruz. Bunun yerine “Osmanlı İmparatorluğu çöktü” diyoruz. Bu anlamıyla sadece politik değil, günlük yaşamda da yıkım ve çöküş arasındaki farkı biliyoruz. Bir binanın yıkımı ve çökümünde görüleceği gibi, yıkım da dışardan bir gücün aktif varlığı gerekli önkoşulken, çöküm içten olur. Üç, İmparatorluk 1400’lerden itibaren hep bir halk ayaklanmasıyla karşı karşıyaydı. Bu halk ayaklanmalarının en önemli aktörlerinden biri bugün bile özellikle sol kesimde iyi bilinen Şeyh Bedreddin’dir. Nazım Hikmet onu Şeyh Bedreddin Destanı’nda son derece iyi dramatize etti. Bedreddin bilindiği üzere 1420’de asılarak öldürüldü. Ancak onun iletişimsel eylem mirası bugüne kadar geldi. Bu mirasa göre, toplumların kendi kaderlerini belirlemede ne yaratana ne de yönetene tapmak zorunda olduğudur. Halk farklı gelenek, görenek, dil, din ve dünya görüsü olan insanların kimi ortak değerler, prensipler etrafında bir araya gelerek oluşur. Bu olması gereken ideallerin gerçekleşmişi için var olan değer etrafında örgütleme işi tamda bir yönetmeyi gerekli kılan olgudur. Yönetim kavramını buradan bakarak yaşanan gerçeklikle istenen ideal yaşam arasındaki ilişkinin birbirini tamamlaması gerektiği prensibine uyarlama eylemi olarak tanımlayabiliriz. Bu ise bize Osmanlı Devleti, ona ait kültürel ve siyasi özelliklerini kullanarak diğer halklarla iletişimde kaldıkça imparatorluk yapabildiğini söylüyor. Ne zaman ki sadece yönetenin zoruna veya yaratanın ilahi gücüne dayandığını iddia ederek, ama gerçekte sadece devletin kısa erimli çıkarları esas alınmaya başlayarak hüküm verdi, o zaman çökümüşe doğru adımlarını da atmış oldu. Diğer bir söylemle; insanların bir arada yaşayabilmesi için, hem ortak değer yargılarının varlığı gerek, hem de bu ortak etik değerlerin hayata uyarlanması ve 137

buna rağmen doğacak çıkar çatışmalarının herkesin yararına çözüleceğinin garantisi olan bir yönetim erki lazım. Fakat ne zaman ki Osmanlı İmparatorluğu sadece yönetim erkine, zora başvurmayı ve ortak değerleri, prensipleri birlikte geliştirme istemini önemsememeyi tercih etmeye başladı, o zaman çöküşünü de bizzat kendisi hazırlamaya başladı. Gerçekten de Osmanlı İmparatorluğu, Şeyh Bedreddin’in temsil ettiği anlayıştan çok, kendisini Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olarak tanımlanan feodal sultanlık prensiplerine dayalı bir devlet geleneği geliştirdi. Bu model moderniteyle dağıldı. Buradan bakıldığında, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünün nedenlerini Sykes-Picot anlaşmasında aramak mümkün ama yetersiz, hatta gereksiz. İmparatorluklar, Çokluk ve Çöküş İmparatorlukların en önemli özelliği, onların çeşitliliği temsil etmeleridir. Onlar çok kimlikli, çok dilli, çok yönlü, çok dinli, çok kültürlü vs. yapılardı. 29 Onların devletliği, yaşam alanının çokluğu ve çoğunluğu karşısında, orada yaşayan bireylerin birlikteliği, beraberliği, bütüncüllüğü sunabilmeleri üzerine kuruluydu. Moğol, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorlukları her halkın, her kişinin, evet bütün insanlığın devleti olduklarını düşünürlerdi. Onların farklı dillere, dinlere, yaşam biçimlerine ve hukuk anlayışlarına karşı gösterdikleri tolerans; siyasal bir toplumsal bilinç üzerine kurulu tavırdan çok, var olan gerçekliğin ortak bir telaffuzuydu.

29

Hardt, Michael and Negri, Antonio (2004): Multitude. War and Democracy in the Age of Empire. Ney Work: The Penguin Presss. Türkçesi için bakınız: https://anarcho-copy.org/libre/m-hardt-anegri-imparatorluk.pdf

138

İmparatorluklardan önce krallıklar vardı. İmparatorluklar aslında birçok krallıktan oluşan bir süper-krallıktı. Her kral başlı başına bir hüküm, devlet ve yaşam biçimiydi. Bu anlamıyla, yapısal düzeyde de çeşitlilik hayatın kendisiydi ve bunu görmemek mümkün değildi. İmparatorluklardan önce hüküm süren krallıkların tersine, imparatorluklar devlet sistemlerini ortak bir anlam üretme istemi üzerine kurdular. Bu isteme en iyi cevabı ise tek tanrılı dinler verdi. Tek tanrılı dinlerin en önemli özelliği, onların her insana seslenmeleri ve iki her insanı eşit saymaları. Kral ve kölenin işit sayıldığı bir anlam dünyasında, devlet anlayışı ve devleti yönetme meşrutiyeti de değişmek zorunda kaldı. Bu dönüşüm öncelikle ve özelliklede İbranilerde bir gerginlik olarak karşımıza çıkıyor. Peygamber bizim mi yoksa hepimizin mi? Bu soruya ilk ahitler, İsrail halkını diğer bütün halkların üstünde tutmakla cevap verdi. Yahudiliği krallıklardan farklı kılan ilke, onun İsrail halkına bütünlüğü ve bu bütünlük/halk içerisinde de bütün farklılıkların kaldırılma sözünü vermesi. Krallıklar son tahlilde kan bağı, aşiret ilişkileri üzerine kuruluydular. Kral, bir halkın kralıydı. Kralın kimliği halkın kimliğiydi. Bu yüzden de, savaşlarda yenik düşen kralların din değiştirmesiyle, halkının din değiştirdiği sıklıkla karşılaşılan bir durumdu. Buna karşın imparatorlar çok dinli, dilli, kültürlü ve sosyal sınıfların varlığının bilindiği, korunmak istendiği bir topluma liderlik yaptılar. İmparatorluklar parçalanırlar, çökerler ve göçerler ama onların bir bütün olarak fethi tarihte karşılaşılmış bir durum değil. İmparatorluklar bu yapısal özelliklerini onların savaş sürdürme anlayışlarında da görmek mümkün. İmparatorluklar bir alanı değil, bütün dünyayı fethetmek isterler. Bunun içinde, onların bütün insanlara seslenen tek tanrılı dinlere yakın içeriksel bir ilişkileri 139

var. Tek tanrılı dinlerin de yardımıyla imparatorluklar dünyayı ve insanları bir bütünün parçası ve kendilerini ise tanrının yeryüzündeki gölgesi olarak kavradılar. Çokluk, çeşitlilik ve bütünlük onların temsilciliklerinde mümkündü. Peygamberler cenneti diğer dünyaya sevk ederlerken, imparatorlar cennetin bu dünyada da var olabileceği ve kurulabileceği sözünü verdiler. Bu yüzdendir ki, Osmanlı İmparatorluğu dünyayı dar-ul harb ve dar-ul İslam’a böldü. Osmanlıda, dar-ul İslam’ın lideri Halife, Şeyhülislam ve devletin, yani imparatorluğun lideri ise Hakan’dı. Sultan, bu iki fonksiyonun bileşkesidir. Hakan olmakla kralların ve Şeyhülislam olmakla da Peygamberlerin rolünü üstelenebildi. Bu anlamıyla da, imparatorluklar kendilerini daha önceki bütün devlet ve siyaset geleneklerinin iyi bir sentezi olarak gördüler. Gerçekten de imparatorluklar hem çeşitliliği ve hem de, aynı zamanda merkezîleşmeyi sadece sembolize etmekle kalmadılar, onlar aynı zamanda pratik olarak bunları birada tutabildiler. Bu onların hanesi yazılacak en önemli başarıdır. Onların gözünden bakıldığında hem krallıkların ve hem de imparatorlukların içlerinde ki çekişmelere, gerginliklere ve sosyal çatışmalara cevaben verdikleri en başarılı cevap, savaşlardır. Bu yüzdendir ki, Osmanlı İmparatorluğu dönemi, hilafet, şeriat ve halk savaşları dönemidir. Osmanlının en geliştiği saha, savaş alanıdır. En önemli devlet adamları, savaş liderleridir. Savaş, toplumsal yapıyı, ekonomiyi, dini, dili, kültürü, kadın-erkek ilişkisini, kısaca hayatın her alanını belirleyen güçtü. Bu dönemde, sınıfsal çatışmalar da dahil olmak üzere, her tür farklılıktan çıkabilecek gerginlikler, milletler ve/veya dinler arası savaşa, çelişkilere dönme ihtimali vardı. Bir yandan büyük kahramanlıkların, destanların ve de

140

diğer yandan büyük yenilgilerin, acıların, yoklukların yaşandığı bir dönemdir. Sanırım, insanlık tarihinin o güne kadarki en kanlı dönemini yaşadılar. Modern Birey ve Topluma Doğru Savaş alanı aynı zamanda imanın, dinin, dilin ve cinsiyetin değil de, teknik gücün, silahın başarıyı veya yenilgiyi belirlediği bir alan. Burası hem savaş stratejilerinin, taktiklerinin, koalisyonlarının ve karar verme mekanizmalarının rasyonelleştiği bir alan ve hem de dini değil askeri disiplinin, aşiret ilişkilerinin değil de, bürokrasinin güçlendiği ve sadakatin yerine liyakatin aldığı bir yerdir. Burada ve bu dönemde, büyük kahramanların yanı sıra, büyük devlet adamlarının, teknisyenlerin, sanatçıların ve halk liderlerinin de ortaya çıktığını görüyoruz. Osmanlının çöküşüne yaklaştıkça, sadece sultan değil, onunla beraber daha birçok kişinin de isminin resmi tarihlere geçtiğini görmeye başlarız. Vezirler, paşalar, beyler ve de ayanlar sultana kafa tutmaya, ona borç vermeye, verilen borcu zamanı geldiğinde anaparayı zammıyla istemeye başlarlar. Bu gerçekler, halkların uluslaşması ve devletleşmesinin önünü daha da bir açar. 1800’lere gelindiğinde dünya siyasetini imparatorluklar ya da dinler değil de gittikçe artan bir oranda ulus devletler ve onların temsilcisi olan burjuva sınıfının temsilcileri belirlemeye başladılar. Siyasetin asıl aktörleri artık din değil ama hukuk, demokrasi, özel mülkiyet ve paranın temsilcileri. Aynı dine ait olan birden fazla ulus devletlerin varlığı, onların meşrutiyetlerini din (SA), dil (DE), coğrafya (AU), sınıf (SSCB) ya da hepsinin bir arada olduğu bir yapı (CH) üzerine kurmaya yöneltti. Bu dönemde savaşlar hem ulusallaşır ve hem de artık sadece siyasi gücün değil ama aynı zamanda bir de ekonomik gücün de kazanıldığı ya da kaybedildiği bir 141

alana dönüşür. Siyasette artık sadece fiziki zorun (hard power) değil ama daha fazlasıyla soft power, yani fiziki gücü arkasına alan ama son tahlilde diğer ikna yöntemlerinin de kullanıldığı bir alana dönüştü; bu yeni ikna yöntemlerinin başında para gelir. Ama paranın yanı sıra bilim, teknoloji, sanat, spor, hukuk vs. kendi diliyle, kendi prensipleri çerçevesinde siyasetle ilişki kurmaya, ilişki biçimini siyasete dayatır oldu. 21’yüzyılda demokrasi ve hukuk adına yapılan savaşlar bunlara birer örnektir. Devletler düşman belledikleri devletleri demokrasi, hukuk veya özgür düşünce ortamının olmadığını bahane ederek siyasi, ekonomik, teknolojik ve askeri olarak zayıflatabiliyorlar. Bilim de bu süreçte masum kalmadı, kalamaz. Amerika Birleşik Devletleri’nin İkinci Dünya Savaşı’nı Albert Einstein gibi bir bilim adamı olmaksızın kazanmasını düşünmek zor. Bilim insanlarını sadece teknolojilerin gelişiminde değil, savaşları meşru kılmalarında, onları öngörmede ya da onları önleme çabalarında da görmek mümkün. Bilim bu mercekten bakıldığında her geçen gün daha da artan bir oranda dinin toplumsal rolünü almakla kalmadı, onu birde yeni bir seviyeye çekti, kaldırdı. Bu sayede de artık giz ve büyüye değil de, toplanılan verilere ve o verilerin mantıki analizine güven duyulmaya başlandı. Bilgiden yola çıkarak örneğin şöyle bir öngörüde bulunabiliriz: Savaş ihtimali, savaşı başlatan devletin kendisi savaş açtığı devletten ekonomik ve askeri olarak güçlü ve hükümeti de aynı zamanda güçlüyse artar. Buna Osmanlı İmparatorluğu’nun gelişme dönemindeki, Fransa ve İngiltere’nin koloniler dönemindeki ve son olarak ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yürüttükleri savaşları örnek olarak gösterebiliriz. Yine, savaş ihtimali, hükümetin güçlü, devletin ise zayıf olduğu dönemlerde de artar. Bu teze örnek olarak, Hitlerin Rusya’ya, Saddam Hüseyin’in 142

İran ve Kuveyt’e ve de Miloseviç’in Bosna’ya karşı girdiği savaşları gösterebiliriz. Bu savaşların hepsinde agresör/saldırgan saldırı döneminde devleti elinde tutuyor, kendinden, halktan aldığı destekten ve hükümetinden emin. Bununla birlikte hüküm ettiği devlet, karsısındaki güç ve/veya güçlere oranla daha zayıf. Son olarak, iki süper güç aynı dönemde zayıflıyorlarsa da savaş ihmali artar – özellikle de İkici Dünya Savaşı bir paylaşım ve aynı zamanda iki büyük gücün, yani İngiltere ve Fransa’nın zayıfladıkları dönemdir. Bugünde bu ihtimal büyük; ABD ve Rusya hem savaş ve hem de ekonomik alandaki güçlerini Çin Cumhuriyeti karşısında her geçen gün daha bir kaybediyorlar. Rusya-Ukrayna savaşının kazananı Çin Cumhuriyeti olabilir. Bu yeni dönemin diğer bir özelliği ise çokluğun gücü, güçlülüğü, tekliğin ise zayıflığı temsil ettiğidir. İşbirliği, koalisyonlar, sinerji kullanımı bu dönemin tipik kavramlarıdır. Geçen yüzyılın başında Emil Durkheim bireyin tanıdığı, işbirliği yaptığı insan sayısıyla o bireyin gelişmişliği arasında orantısal bir ilişki kurdu; modern insanlar diğer bireylerle soyut hukuk prensipleri etrafında bir araya gelmesini becerdikçe, eski toplumun din ve ahlak üzerine kurulu baskıcı yapısından kurtulabildiler. Bu sadece bireyler için değil, kurum ve devletler içinde geçerli; uluslararası ve çok taraflı ilişkilerden de bilindiği üzere, karar mercii özelliği verilecek kararın sonucunu belirliyor. Her iki tarafta karar veren belli ise, orada müzakereler kısa ve sonuçlar net oluyor; taraflardan biri kazanır ve diğeri ise kaybeder. Bir tarafın kazancı diğer tarafın kaybıdır. Bu literatüre zero-sum game, yani sıfır toplamlı oyun olarak geçti. Buna karşın, karar mercii bir egemenin değil de, birden çok aktörün ve seviyenin olduğu müzakerelerden oluşuyorsa, o durumda müzakerelerin sonucunu önceden 143

kestirmek zor. Örneğin ABD ve İran atom anlaşmasında da görüleceği özere, ABD’de bazen Başkanın yanı sıra eyaletler, senato ve anayasa mahkemesi gibi mercilerde sadece etkili değil ama aynı zamanda belirleyici olabiliyorlar. Yine Avrupa Birliği’nde sadece Avrupa Komisyonu ve Parlamentosu değil, ama aynı zamanda üye ülkelerin parlamentoları, hükümetleri sonuçları belirleyebiliyorlar. Dolayısıyla böylesi yapılarda atılan her adımın sonuçlarını önceden kestirmek ve mümkün sonuca göre pozisyon belirlemek zor. Bu ise uluslararası ilişkilerde bu ülkelere daha geniş bir manevra alanı tanıyor; istenilenin olmaması durumunda tek bir adres gösterilemeyeceği için, istenmeyeni reddetmek bir merciin değil bir bütün olarak devletin ve hatta demokrasi ve sivil toplum kurumlarını da düşünerek genel olarak bütün bir toplumun sorumluğunda ortaya çıkar. Çokluğun tam da böyle durumlarda zayıflığın değil de, güçlülüğün bir özelliği olduğunu görmek ya da göstermek mümkün hale geliyor. Sosyal Bilimciler ve Falcılardan Sosyal bilimcileri kadercilerden, falcılardan ayıran en önemli özellik, falcıların bütün ampirik bilgilere rağmen gelecek hakkında öngörmelerde bulunmalarıdır. Buna karşın sosyal bilimciler mantık ve sosyal araştırıma yöntemlerine dayanarak olabilirlikler hakkında bilgi verirler. Falcılar kararlı spekülasyonlarıyla bilim insanları ise itinalı modelleriyle övünürler. Bu iki meslek grubunun toplumdaki etkinlikleri sadece bu meslek gruplarının toplumdaki statüleri hakkında değil ama aynı zamanda bir bütün olarak toplumun yapısıyla direk bağlantılıdır. Hangi toplumlarda, hangi türden belirsizliklerin, hangi yöntemlerle öngörüldüğü, o toplum, kültür ve kişiler hakkında geniş bilgiler verir.

144

Bilim ve bilginin önemli olduğu bir toplumda o bilgiye ulaşmanın yolu kolaydır. Falcılığın daha önemli olduğu toplumdaysa veriler ve onların güvenirliği hakkında şüphelerin yanı sıra, bir de bu enformasyonlara ulaşmak zordur. İlkinde şeffaflığın, ikincisinde ise muğlaklığın hissedilir olduğunu varsaymak zor değil. Bilimin olmadığı yerde toplumda oluşan bir krizin nasıl başladığı ve bir sonraki tehlikeye nasıl evrildiği hakkında yaklaşık öneriler varken, diğerinde öngörülen tehlikelerin nasıl risklere dönüştürüldüğüne tanıklık ederiz. Bu fark bilgiyle önsezi arasındaki farka denk düşer. Bilgi tanı, önsezi ise idrak etme üzerine kuruludur. İdrak edebilmek için, o toplumun DNA’sını tanımak gerek. O toplumun kültürüyle harmanlanmış olmak gerek. Buna karşın iyi bir tanı sosyal yaşamda var olan çoğunluklardan soyutlama yeteneğini zorunlu kılar. Tanı daha çok filozofların, idrak ise daha çok kültür bilimcilerin işi. Tanı şeffaf toplumlarda, idrak ise daha sıkı dokunulmuş toplumlarda daha yoğunlukla gözlemlenir. Şeffaflığın kısıtlı ve bireylerin idrak üzeri geleceklerini idame etkileri bir toplumda neyin hangi sonuçlara yol açacağını kestirmek sosyal bilimciler için zor. Bir toplumda ne kadar çok akılcı rasyonel yöntemle edinilmiş bilgi ve bu bilgiler üzerinde kurulu örgütler, kurumlar varsa, o toplum o kadar çok bilgiden beslenen uzman kişiler yetiştirir ve aynı zamanda o kadar az önsezileriyle çalışan meslek gruplarına ait bireylerin kararlarıyla örgütlenir ve yönetilir. Buna karşın, sosyal bilimin gelişmediği, vatandaşın bilgiye önem vermediği bir toplumda spekülasyonlar artar. Diğer bir söylemle, kimi toplumlar bilgi değil de seziden yola çıkarak spekülasyonları geliştirme geleneğini aile, din, bireysel korku alanlarıyla sınırlamada diğer toplumlara nazaran daha başarılılar.

145

Bu toplumlar sporda, bilimde, uluslararası ilişkilerde, ekonomide, siyasette vs. uzmanlaşmayı önsezi değil bilgi uzmanlığı üzerine kurarlar. Akla şöyle bir soru gelir; önsezi üzerine kurulan ve falcıların kamudaki olayları yorumlamada etkili olduğu bir toplumda bilgi üzerine kurulu kurumların çalışma biçimine nasıl yansır? Bunun herhalde şöyle bir yansıması olur; spekülasyonlar ve komplo teorileri politikayı belirlemeye başlar. Her siyasi gelişme dış güçlerin müdahalesiyle açıklanmaya başlanır. Bilimsel bilgi gerektiren kararlarda bile uzmanlar değil, siyasetçilerin belirleyiciliği başlar. Kamu, herkesin her şeyi bildiği bir öneriler denizine dönüşür. Geleceğe dair öngörüler, ihtimaller önsezilere dönüşür. Falcılar objektif verilerin sübjektif kullanımıyla ilgiliyken, sosyal bilimciler sübjektif verileri de objektif kriterlerden yola çıkarak değerlendirmeyi yeğlerler. Modern birey bu farkı bilerek, yaşadığı uzamın yoğunluklarını anlayarak, sindirerek ve paylaşarak yaşar. O İmmanuel Kant’ın deyimiyle diğer bireylerle evrensel olma ihtimali olan kanun ışığında iletişime geçer. 30 Bu ise modern toplumların siyaset sahnesi olan kamudaki iletişimin en önemli özelliklerinin başında gelir. Burada her aktör söylediğinin, yaptıklarının, yazdıklarının gerektiğinde, istendiğinde nedenlendirebilmek, altını doldurabilmekle görevlidir. Kamu alanını kullanan herkes bu sözleşmeyi en azından zımnen imzalamış sayılır. Nedenlendirebilme bu anlamıyla herkese verilmiş bir sözdür. Kamuda yapılan her paylaşım kamu alanını kullanarak, kamuya mesaj Demir, Ali (2021): Çoğulcu Kamusal Alanda Dini Kimliklerin Özgürlüğü ve Demokrasi İletişimi. Etkileşim Dergisi, Vol.7, S. 98127. URL: https://dergipark.org.tr/tr/download/articlefile/1608972 30

146

vermek üzere yapılır. Bu ise onun artık özel olmayan, kamunun ışığında aydınlanmış bir paylaşım olduğu anlamına gelir. Şu an bu satırların yazarı olarak benim de yaptığım gibi. Bu ise beni kamuyu kullanan diğer bütün bireylerle eşit koşullarda olduğumu ve/veya var olan eşitsiz koşullara rağmen iletişimimin aynı koşullarda yapıldığının tarafımca en azından tanındığını gösterir. Aktörler tam da bu birlikteliğe sığınarak gerektiğinde diğer bireyler de lafının altını doldurabilmelerini beklerler. Yazar yazarken herkese hitap edeceği için, yazılanı nedenlendirebilmenin herkesi ilgilendirdiği kabul edilir. Sonuç olarak, güç ilişkileri, devlet yapıları ve de toplumsal ve uluslararası temel durum arasında hep çok düzeyli, çok katmanlı bir ilişkiler bütünlüğü vardı. Bu bütünlüğü görmeksizin Batı’da yapılanın hep belirgin ve Doğu’da yaşanılanın ise hep edilgen olduğunu düşünmek kolaycılıktır. Batılıların31 gücü Doğuluların zayıflığından kaynaklanmıyor. Son 100 yıldır Batılıların siyasi-ekonomik-kültürel ve askeri emellerinin Doğuluların siyasi-ekonomik-kültürel ve askeri amaçlarını bastırmasını, Batılıların hilekârlığı, düzenbazlığı, perde arkasında karanlık işler çevirmeleri gibi ithamlarla açıklanamaz. Bu atıl durumda olmanın bir sürü nedeni var. Ancak şu bir gerçek ki, bu asimetrik güç dengesini SykesPicot anlaşmasıyla açıklamak var olan kompleks, karmaşık durumu görmemezlik gelmek demektir. Geri dönüp bakıldığında bu “geri kalmışlığın” önemli bir kaynağının Doğu kültüründe veya kültürlerinde bireylerin karar verme yetilerini kendilerinde görmemelerinde görmek

"Batılılar ve Doğulular" kavramları son derece muğlak olmasına rağmen, söylenmek istenileni en basit şekliyle anlatabilmeleri nedeniyle kullanılmıştır. 31

147

mümkün. Tespitim doğruysa, şunu gözden kaçırmamak lazım: Doğuluların bireysel karar verememeleri, Batılıların verdikleri kararların sonuçlarını, gerektiğinde değiştirme ve bundan doğan sonuçları yeniden kendi lehlerine çekmelerine yardımcı oluyor. Ancak bu olguyu Batı hegemonik güçlerine rağmen değiştirmek biz Doğuluların istemi, dolayısıyla da görevidir. Bunun da ilk adımı, bireylerin varlığıdır - doğru olduğundan emin olduğu kararlarını diğer istemlere rağmen vermekte zorluk çekmeyen insan. Böyle bir bireyin oluşumunda eğitim tabii ki hayati bir öneme sahip. Nasıl ki bir insan, toplumun gelenek ve göreneklerini eğitim yoluyla kendisinde toplayarak, onları var olan bilgi ve teknoloji ışığında felsefi olarak kendisine katarak özgürleşiyorsa, aynı şekilde toplumlarda kendi kaderini tayin etme sürecinde var olan değer yargılarını evrensel olma ihtimali olan bir prensiple güncel zorluklar karşısında yeniledikçe ve genelleştirdikçe, karar almada soyut ve mantıken doğru olan prensipleri kullandıkça kendileri olabilirler ve diğer toplumlarla iletişimde kalabilirler. Bu dönüşü olmayan kararı verebilen, kendiyle barışık özgür bir birey veya toplum oluyor. Diğeri ise, kendisince hep mazlum ama objektif olarak kurban kalıyor.

148