Gezgin ile Gölgesi [2 ed.]
 9789754688665

Citation preview

GEZGİN ile GÖLGESİ

Friedrich (Wilhelm) Nietzsche (d. 15 Ekim 1844, Röcken - ö. 25 Ağustos 1900, Weimar, Almanya)

Alman asıllı İsviçreli filozof, ilkçağ uzmanı, kültür eleştirmeni ve Şair.

Babası da, dedesi de papaz olan Nietzsche, klasik öğrenimini ünlü din okulu

Schulpforta'da yaptı. 1869'da Basel Üniversitesi klasik filoloji profesörlüğüne atandı. Nietzsche, eski metinlerin okunmasından kaynaklanan felsefi sorunlara açık tutumuyla zaman içinde öbür filologlardan ayrıldı. Özellikle

trajedi konusunda, Yunanlılarda sanatla dinin ve şanatla sitenin birliğini kavramak gerektiğini gösterdi. Ocak 1872'de yayımlanan ve Yunanlıların Dionysosçu yanını ilk kez ortaya koyan Müziğin Ruhundan Tragedyanın Doğuşu adlı ilk yapıtı, onun Alman filoloji çevrelerince dışlanmasına yol açtı. Yapıt, özgün karakteri ve özellikle yazarın, çağdaş kültüre ilişkin sorunlar üzerindeki kişisel görüşleriyle sarsıcı bir nitelik taşıyordu. Yapıtta filolog, giderek bir estetikçi, hatta bir filozof ve bir ahir zaman peygamberi halini alıyordu. 1874'ten itibaren Nietzsche, sürekli baş ağrılarından yakınmaya başladı. Aynı yıl, iki yıllığına fakültesinin dekanlığına atandı. Mayıs 1879'da sağlık nedenleriyle istifa etmek zorunda kaldı. Bundan böyle, on yıllık öğretim görevinden dolayı kendisine bağlanan emekli aylığı ile kanton yönetiminin bağışları tek geçim kaynağını oluşturdu. Menschliches, Allzumenschliches

(İnsanca, Pek İnsanca) adlı yapıtının ilk iki cildini tamamladı. 1873-1876 ara-

sında Unzeitgemaesse Betrachtungen (Çağa Aykırı Düşünceler) adlı dört ciltlik yapıtını yayımladı. Daha sonra yaşamı, bir kentten öbürüne göçmekle geçti; Marienbad, Rapallo, Roma, Nice, Venedik, Torino, Sils-Maria. Yapıtlarını bu göçebeliği sırasında yazdı. Wagner'e olan dostluğu, bestecinin Menschliches, Alizumenschliches'in ilk cildini, filozofun da Parsifal'i yermesi üzerine son buldu

(1878). Tüm aldatmacaları açığa vurmak ve tüm önyargıları yıkmak isteyen

Nietzsche, 1881'de Morgenröte'yi (Tan Kızıllığı), 1881-87'de Diefröhliche Wissenschaft'ı (Şen Bilim), 1883'te Also sprach Zarathustra'nın (Böyle Buyurdu Zerdüşt) ilk bölümünü yayımladı. 1885'e kadar bu sonuncu yapıtını yazmaya devam

etti. 1886'daJenseits von Gut und Böse (İyinin ve Kötünün Ötesinde), 1887'de de

Zur Genealogie der Moral'i (Ahlakın Soykütüğü Üstüne) yazdı ve yayımladı.

1888'de Götzen-Dâmmerung'u(Putların Alacakaranlığı, kitap ertesi yıl basıldı), Der Fall Wagner Wagner Olayı, Eylül 1888'de basıldı) ve Der Antichrist'i (Deccal, 1888'de basıldı) yayımcıya gönderdi. 1889'da, Torino'nun bir sokağında aniden yere yıkıldı. Jena'da hastaneye yatırıldı. Önce annesi onu yanına aldı, sonra kız kardeşi Flisabeth Förster-Nietzsche, kardeşini Weimar'daki evine götürdü. Nietzsche, yaşamının sonuna kadar hiç konuşmadı. Yalnız zaman zaman zekâ belirtileri gösterdi. 1888'de Nietzsche contra Wagner (Nietzsche Wagner'e Karşı); 1888'de Ecce Homo adlı yapıtları yayımlandı. 1886'dan beri

yazmakta olduğunu arkadaşlarına söylediği Der Wille zur Macht (Güç İstenci)

adlı yapıtındantaslaklar, aforizmalar ve parçalar Nietzsche'nin özgün yanı, Bat uygarlığının temel felsefi sorunlarını köktenci bir kuşkuyla ele almasıdır. Nietzsche, bilginin (bilim), varlığın

(Batı'ya özgü apaçık hakikatler) ve nihayet eylemin (ahlak vesiyaset) yeni-

den sorun haline getirilmesine olanak sağladı. Kantçı eleştirinin sonucunu daha ilerilere vardıran Nietzscheci eleştiri, giderek Kantçı eleştirinin kendisine yöneldi; aklın sözde önsel kategorilerini kabul etmeyerek bunların, bedensel ve sosyoekonomik kökenli, salt “yaşamsal' zorunluluklardan başka bir şey olmadığını ileri sürdü. Nietzsche, bilimsel hakikat de dahil olmak üzere, her türlü hakikatin içyüzünü ortaya çıkardı; insanın ayırt edici özelliği olan icat gücünü ve aynı zamanda yeniliğe karşı direnişini (yabancısı olduğu şeyi "barbarca, kendi aklına uyduramadığı şeyi 'akıldışı' diye niteleyen o değil midir?) göstermeyeçalıştı. Nietzsche'den yoğun biçimde etkilenen düşünür ve sanatçılar arasında, edebiyat alanında Thomas Mann, Hermann Hesse, Andre Gide, D. H. Lawrence, Rainer Maria Rilke ve William Butler Yeats; felsefe alanında Max Scheler, Kari Jaspers, Michel Foucault sayılabilir. Psikoloji alanında ise başta Sigmund Freud olmak üzere Alfred Adler ve Carl G. Jung, birçok görüşünü Nietzsche'ye borçlu olduklarını belirtirler.

Başlıca Yapıtları: Müziğin Ruhundan Tragedyanın Doğuşu (Die Geburt der Tragödie aus dem Geiste der Musik, 1872, ); David Strauss, İtirafçı ve Yazar (David Strauss, der Bekenner und der Schriftsteller, 1873); Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Yararsızlığı Üzerine (Vom Nutzen und Nachteil der Historie für das Leben, 1874); Eğitimci Olarak Schopenhauer (Schopenhauer als Erzieher, 1874), Richard Wagner Bayreuth'da (Richard Wagner in Bayreuth, 1876); İnsanca, Pek İnsanca (Menschliches, Allizumenschliches, 1878); Tan Kızıllığı (Götzen-Daemmerung,1881); Şen Bilim

(Die fröhliche Wissenschaft, 1881-1887); Böyle Buyurdu Zerdüşt - dört bölüm (Also sprach Zarathustra, 1883-85); İyinin ve Kötünün Ötesinde Jenseits von Gut und

Böse, 1886); Ahlakın Soykütüğü Ustüne (Zur Genealogie der Moral, 1887); Dionysos Dithyrambosları (Dionysos-Dithyramben, 1888); Wagner Olayı (Der Fall Wagner, 1888); Putların Alacakaranlığı (Götzen-Daemerung, 1888); Nietzsche Wagner'e Karşı Nietzeche contra Wagner, 1888); Deccal (Antichrist, 1888); Ecce Homo (Ecce Homo,1888). Say Yayınları Nietzsche Kitaplığı: 1) Müziğin Ruhundan Tragedyanın Doğuşu; 2) Tarihin Yaşar İçin Yararı ve Yararsızlığı Üzerine; 3) Putların Alacakaranlığı; 4) Tan Kızıllığı; 5) İyinin ve Kötünün Ötesinde; 6) İnsanca, Pek İnsanca (1 Kitap); 7) ŞenBilim (Şiirler); 8) Wagner Olayı/Nietzsche Wagner'e Karşı; 9) Ahlakın Soykütüğü Üstüne; 10) Eğitimci Olarak Schopenhauer; 11) Ecce Homo 12) Yazılmamış Beş Kitap İçin Beş Önsöz-YunanlılarınTrajik Çağında Felsefe; 13) Richard Wagner Bayreuth'da; 14) Dionysos Dithyrambosları, 15) Öğretim Kurumlarımızın Geleceği Üzerine; 16) Şen Bilim (Ana Metin 1); 17) Yunan Tragedyası Üzerine İki Konferans; 18) David Strauss-İtirafçı ve Yazar; 19) Böyle Buyurdu Zerdüşt; 20) Deccal; 21) İnsanca Pek İnsanca (2. Kitap). 22) Gezgin ile Gölgesi; 23) Güç İstenci; 24) Seçilmiş Mektuplar.

GEZGİN ile GÖLGESİ

Almancadan çeviren:

Murat Batmankaya

Say Yayınları

Friedrich Nietzsche / Bütün Yapıtları 22 Gezgin ile Gölgesi

Özgün Adı: Der Wanderer und sein Schatten

Der Wanderer und sein Schatten, Herausgeber: Klaus H. Fischer (1994); Mensechliches, Allzumenschliches II, Goldmann (1981)| ISBN 978-975-468-866-5 Sertifika no; 10962

Türkçe Yayın Hakları © Say Yayınları Bu eserin tüm hakları saklıdır. Yayınevinden yazılı izin alınmaksızın kısmen veya tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz. Almancadan çeviren: Murat Batmankaya Sayfa düzeni: Tülay Malkoç Baskı: Kurtiş Matbaası

Topkapı/ İstanbul

Tel: (0212) 613 68 94 Matbaa sertifika no: 12992

1. Baskı: Say Yayınları, İstanbul, 2010

2. Baskı: Say Yayınları, İstanbul, 2013 Say Yayınları

Ankara Cad. 22/12 e TR-34110 Sirkeci-İstanbul

Telefon: (0212) 512 21 58 e Faks: (0212) 512 50 80

www.sayyayincilik.com * e-posta: sayOsayyayincilik.com www.facebook.com /sayyayinlari e www.twitter.com /sayyayinlari Genel Dağıtım: Say Dağıtım Ltd. Şti.

Ankara Cad. 22/4 e TR-34110 Sirkeci-İstanbul

Telefon: (0212) 528 17 54 e Faks: (0212) 512 50 80 İnternet satış: www.saykitap.com * e-posta: dagitim©saykitap.com

GEZGİN ile GÖLGESİ

Gölge: Uzun zamandır konuşmadığın için sana bir fırsat vermek istyorum. Gezgin: Biri konuşuyor - Nerede? Kim? Sanki konuşan benim, sadece dahacılız bir ses benimkinden.

Gölge (bir süre sonra): Konuşmafırsatı bulduğun için sevinmiyor musun? Gezgin: Tanrı ve inanmadığım diğer kutsal şeyler adına, gölgem konuşuyor; duyuyorum, ama inanmak istemiyorum. Gölge: Olduğu gibi kabul edelim ve üzerinde fazla kafa yormayalım; bir saat sonra hepsi geçecek. Gezgin: Pisa yakınlarında bir ormanda önce iki, sonra beş deve gördüğümde ben de böyle düşünmüştüm. Gölge: Aklımız durduğunda kendimize karşı ne hoşgörülü oluruz ne de iyi. Böylece çıkışmayacağız sohbetimiz sırasında da birbirimize ve söylediklerini anlamadığımızda, diğerine hemen kelepçe takmaya kalkışmayacağız. Cevap veremiyorsak,bir şeyler söylemek bile yeterlidir. Biriyle konuşmak için ön koşulum budur. Uzun bir sohbet sırasında en bilge kişi bile bir kez maskara ve üç kez budala olur. Gezgin: Kanaatkârlığın, bunu itiraf ettiğin kişi için hiç de gönül okşayıcı değildir. Gölge: Gönlünü okşamamamı mı istiyorsun? Gezgin: Ben .hep insanın gölgesinin kendi kibri olduğunu düşünmüşümdür. Ama kibir hiçbir zaman: “Gönlünü okşamamamı mı istiyorsun?” diye sormazdı.

Gölge: İnsanın kibri, benim iki kez yaptığım gibi, “Konuşabilir

miyim?” diye de sormaz; o hep konuşur.

Gezgin ile Gölgesi

Gezgin: Sevgili gölgem, sana karşı ne kadar kaba davrandığımı ancak şimdi anlıyorum. Henüz sana, seni sadece gördüğüme

değil, konuşurken duyduğuma da ne kadar sevindiğimi tek

bir kelimeyle dahi ifade etmedim.Bilirsin ki, gölgeyi de en az ışık kadar severim. Yüzdeki güzellik, konuşmanın belirginligi ve karakterin iyilikseverliği ve sağlamlığı için gölge en az ışık kadar gereklidir. Onlar rakip değildir; aksine sevecenlikle birbirlerinin ellerini tutarlar ve ışık kaybolduğunda, gölge de onun ardından gider. Gölge: Ben de tıpkı senin gibi geceden nefret ederim. İnsanları seviyorum, çünküonlar birer ışık taşıyıcısıdır ve dur durak bilmeyen yorulmaz kavrayıcılar ve kâşifler olarak bir şeyi kavradıklarında ve keşfettiklerinde gözlerindeki ışığı seviyorum. Ben de bilgi güneşi üzerlerine düştüğünde onlara her şeyi gösteren gölge gibiyim - o gölgeyim ben.

Gezgin: İfadelerin biraz belirsiz de olsa, sanırım seni anlıyo-

rum. Ama haklısın: Dostlar, birbirlerine kimi zaman anlaşmanın bir işareti olarak başkaları için bir bilmece gibi gelen söz-

cükler söylerler. Ve biz de dostuz. Öyleyse bu kadar ön konuş-

ma yeter! Ruhumu rahatsız eden yüzlerce soru var ve bunlara cevap verebileceğin zaman belki de çokkısıtlı. Hızlı bir biçimde ve barış içinde hangi konular hakkında anlaşmaya varabilecegimizi görelim.

Gölge: Yalnız, gölgeler insanlardan daha utangaçtır. İkimizin

nasıl konuştuğunu kimseye anlatamayacaksın! Gezgin: Nasıl konuştuğumuzu mu? Uzun yazılı sohbetlerden Tanrı beni korusun! Platon, delillikten bu kadar zevk almasaydı, belki okuyucuları şimdi Platon'dan dahafazla zevk alırlardı. Gerçek dünyada zevk veren bir sohbet, yazıya dökülüp, okunduğunda yanlış perspektiflere sahip bir resim gibidir. Her şey ya fazla uzun ya da fazla kısadır. - En azından ne hakkında anlaşmaya vardığımızı aktarmamaizin verir misin?

Gölge: Bu bana yeter. Zira herkes senin görüşlerini tanıyacak-

tır. Gölgeni kimse düşünmeyecektir. 8

Gezgin ile Gölgesi Gezgin: Belki de yanılıyorsun, dostum! Bugüne kadar herkes benim görüşlerimde benden çok gölgemi algılamıştır. Gölge: Işıktan çok gölgeyi mi? Bu mümkün mü? Gezgin: Ciddi ol, sevgili aptalım! Daha ilk sorum bile ciddiyet ister.

1 Bilgi ağacı hakkında. - Olasılık, ama gerçek değil; özgür görünmek, ama özgür olmamak — bu meyveleri yüzünden bilgi ağacının, yaşam ağacıyla karıştırılmaması gerekir.

2. Evrenin aklı.- Ebedi bir akıllığın toplamı değil evren, bildiğimiz dünya parçasının -insanın aklını kastediyorum- akla uygun olmadığı gerçeği ile kanıtlanabilir. Ve bu parça sürekli ve tam olarak akla uygun değilse, dünyanın kalan kısmı da akla uygun olmayacaktır. Bu durumda büyük bir güçle nihai olarak geçerli olan şudur: a minori ad majus, a parte ad totum.

3. “Başlangıçta vardı. - Yaradılışı yüceltmek — Bu, tarihe baktıgımızda tekrar ortaya çıkan ve her şeyin başlangıcında en değerli ve en önemli olanların var olduğuna bizi inandıran metafızık bir dürtüdür.

4. Hakikatin değer ölçüsü. - Dağların yüceliğinin ölçüsü, dağlara çıkmak için harcanan çaba değildir. Bilimde bu farklı olmalı! — diyor bu konuda bilgi sahibi olduğunu zanneden bazı kişiler-, hakikat için gösterilen çaba, hakikatin değeri hakkında 1

Gezgin ile Gölgesi

karar vermelidir! Bu delice erdem, “hakikatlerin”, aslında yorgun düşene kadar üzerinde çalışacağımız spor aletlerinden başka bir şey olmadıkları düşüncesine dayanır - tinin atletleri ve sıkı jim-

nastikçileri için bir erdem fahlak)|.

o. Dilin kullanımı! ve gerçek. — İnsanlar için gerçekte çok önemli olan şeyler, ona en yakın olanla, bazen sahte bir

küçümseme ile hor görülür. Örneğin “Sadece yaşamak için

yemek yenir” denmektedir. Bu, tıpkı şehvetin asıl niyetinin sadece çocuk yapmak olduğunun söylenmesi gibi lanet olası bir yalandır. Diğer taraftan “en önemli şeylerin” yüceltilmesi de genelde hiçbir zaman gerçek değildir. Gerçi papazlar ve metafizikçiler bizleri bu gerçi abartılı bir dil kullanımına alıştırdılar ama bu önemli şeyleri hor görülen şeyler kadar önemsemeyen

duyuyu değiştiremediler. — Bu çifte sahteciliğin İriyakârlığın| sonucu bize, örneğin yemek yemek, barınmak, giyinmek,ilişki kurmak gibi en yakın olan şeyleri sürekli doğal ve genel bir düşüncenin ve değişikliğin nesnesi haline getirmeyip, aksine onur kırıcı kabul edildiği için, entelektüel ve sanatsal ciddiyetimizi bunlardan uzaklaştırmamıza neden olmasıdır. Böylece bedenin ve tinin en basit yasalarının sürekli ihlali, ister genç, ister yaşlı olsun, hepimizi utanç verici bir bağımlılığa - yani

baskıları hâlâ toplumun tamamı üzerinde var olan doktorla-

ra, öğretmenlere ve ruhumuzla ilgilenenlere karşı duyulan bağımlılığa - ve özgürsüzlüğe iterken, alışkanlık ve havailik daha dikkatsiz olanlar, yani tecrübesiz gençler üzerinde hüküm sürebilmektedir.

1

2

“Sprachgebrauch” sözcüğünüyalnız “dilin kullanımı” yahut “dil gereksinimi” olarak yorumlamamak gerekir; bu bileşik sözcük zaman zaman “dil geleneği”, “dilsel gelenek”, “dile ilişkin görenek” anlamlarına da gelir. (Çev. n.)

Dünyevi Kırılganlık

6. Dünyevi? kırılganlık ve ana nedenleri. - Hayatları boyunca yumurta yediğinden ağzının tadına pek düşkün kişiler hemen hemen her yerde görülürler. Bilmezlerfırtınanın karın-

larında koparacağını; mis kokuların soğuk ve berrak havalarda çok güçlü koku yaydıklarını; tat alma duyumuzun ağzın farklı bölgelerinde farklı olduğunu;iyi sohbet edilen veyaiyi sohbetlerin dinlendiği her yemeğin midemiz için yıkım yarattığını. Gözlem yapma eksikliğinin birer kanıtı olan bu örneklerle yetinmeyip, aksine ınsanların kendilerine en yakın şeyleri görmedikleri ve bunlara nadiren dikkat ettiklerini itiraf edelim. Bu kadar mı önemsizdir onlar? — Aksine bireylerin neredeyse tüm bedensel ve ruhsal şikâyetlerinin bu eksikliklerden kaynaklandığını unutmayalım. Yaşam tarzımızı düzenlerken, günümüzüplanlarken, ilişkilerin zamanını belirlerken ve seçimimizi yaparken, meslekte ve boş zamanlarımızda, emirlerde ve itaatkârlıkta, doğa ve sanat duygularımızda, yemek yerken, uyurken ve düşünürken neyin yararlı, neyin zararlı olduğunu bilmemek; en küçük şeylerde ve günlük yaşamda tamamen bilgisiz olmak ve keskin gözlere sahip olmamak — dünyayı birçoğu için “felaketlerin çayırı” haline getiren işte bunlardır. Bunun da her zamanki gibi insanların akıl yoksunluğundan kaynaklandığını söyleyemeyiz. Aksine akıl yeterli derecede, hatta fazlasıyla mevcuttur, ama yanlış ayarlanmakta ve dikkatimiz suni olarak küçük ve bize en yakın şeylerden başka yönlere çekilmektedir. Papazlar ve öğretmenler ve ister ince, ister daha kaba olsun, her türlü idealistin yüce hüküm sürme tutkusu, insanların bilinçaltına daha çocuklukta, önemli olanların daha farklı şeyler olduğunu yerleştirmeye çalışmaktadır. 2 “Die irdische Gebrechichkit” çoğu yerde “toprak gevşekliği” olarak yorumlanmış-

tır; halbuki muteber İngilizce çeviriler (R. |. Hallingdale, H. L Mencken) dahil, bu

tanımlama “Farthiy frailty” olarak kabul görmüştür. Kaldı ki “irdisch”, “unirdisch” (dünyadışı) karşıtlığı bağlamında da önem arz etmektedir.

3

Gezgin ile Gölgesi

Bireyin ihtiyaçları, yirmi dört saatlik bir günün içerisinde küçük veya büyük sorunları, sanki hor görülmesi veya önemrsenmemesi gerekirken, önemli olan şeylerin ruhun mutluluğu için, devlete hizmet, bilimin desteklenmesi veya bütün insanlık uğruna kullanılacak birer araç olarak itibar ve mülk edinmek adına gerektiği anlatılmaya çalışılır. — Sokrates, tüm gücüyle insanca şeylerin insanlar lehine büyük gönüllülükle ihmal edilmesine karşı çıkıyordu ve Homeros'un bir sözüyle tüm önemsemelerin ve düşünmenin gerçek kapsamı ve içeriği hakkında uyarıda bulmayı seviyordu: “Evde iyi veya kötü karşılaştığım” her şey budur, sadece budur.

4.

İki teselli sebebi. - Eskiçağın son dönemlerinin ruhları yumuşatanı olan Epiküros, bugün çok nadiren bulunan ve gönüllerin sakinleştirilmesi için son ve en uçtaki teorik soruların çözülmesi gerekmediğinden oluşan bir bilgeliğe sahipti. Bu nedenle “Tanrı korkusu”ndan dolayı acı çekenlere, Tanrıların gerçekten var olup olmadıklarına dair en uçtaki soru üzerinde verimsiz bir şekilde ve uzaktan tartışmak yerine: “Tanrılar varsa bile bize acı çektirmezler,” demekle yetiniyordu. Böyle bir pozisyon çok daha avantajlı ve güçlüdür. Diğerine birkaç adım gösterilerek, dinlemeye ve nasihat almaya daha uygun hale getirilir. Ancak tam tersini -Tanrıların kendisi ile ilgilendiğini- kanıtlamaya başladığı anda, zavallı insan kendiliğinden, bu oyun karşısında duyduğu acıma hissini saklamak için sadece insanlık ve incelik duygularına sahip olması gereken konuşmacının hilesi olmadan yanılgılara ve dikenli çalılara düşer. Sonunda diğeri kötülüğü, her cümleye karşı kullanılabilecek en güçlü argümanı ve kendi iddiasının kötü yönünü bulur: “Tanrılardan bana ne! Şeytan onları götürsün!” — Yarı

fiziksel, yarı ahlaki |töresel| bir hipotezin gönlünü karattığı

başka bir durumda ise bu hipotezi çürütmeyip, doğru olabile14

Gece Vakti

ceğini kabul etti ama aynı durumu açıklamak için belki ikinci bir hipotez de var olabilirdi. Belki de durum farklıydı. Hipotezlerin çoğunluğu bizim dönemimizde de örneğin vicdan azaplarının kaynağı hakkında bir hipotez gibi, tek ve tek başına görünebilen ve böylece yüz kat fazla değer verilen bir hipotez hakkında düşünmekten dolayı kolayca ortaya çıkan gölgeyi ruhun üzerinden almak için yeterlidir. —Bahtsızlara, suçlulara, hastalık hastalarına, ölüm döşeğinde olanlara teselli vermek isteyenler, Epiküros'un birçok soruya uygulanabilen iki rahatlatıcı ifadesine başvurabilir. En basıt haliyle bunlar şöyle olurdu: Birincisi, diyelim ki öyle, bizi ilgilendirmez; ikincisi, böyle olabilir, ama olmayabılır de.

8. Gece vaktı. - Gece bastırınca, bize en yakın şeyler hakkındaki duygularımız değişiverir. Sanki yasak yollardan dolanıp gelen bir rüzgârdır bu, fısıldayarak, sanki bir şey arıyormuş da bulamıyormuş gibi yüzü asıktır. Donuk, kırmızımsı ışığı ıle yorgun yanıp sönen, geceye zorla dayanan ve uyanık ınsanın sabırsız bir kölesi olan lambanın ışığıdır bu. Uyuyan ınsanın, sankı melodisi sürekli geri gelen bir sorun tarafından çalınan, korkunçbir ritme sahip nefes alış verişleridir bu. Sorununu duymayız, ama göğsü kalktığında kalbimiz sıkışır ve nefesi düşüp, sanki bir ölüm sessizliğine büründüğünde, kendi kendimize: “Acı içindeki zavallı tin, dinlen biraz!” deriz. Baskı altında yaşadığından her canlı için ebedi istirahatı arzu

ederiz; gece bizi ölüme ikna eder. — İnsanlar güneşten sakı-

narak, ay ışığı ve lamba yağı ile gece ile mücadele etselerdi,

hangi felsefe etrafına tüllerini sarardı! İnsanın tinsel ve ruhsal karakterinden, yaşamı saran yarı yarıya karanlık ve güneşten sakınmadan dolayı bir bütün olarak nasıl karardığı kolayca anlaşılmaktadır. 15

Gezgin ile Gölgesi

9.

Özgür irade öğretisinin doğduğu yer. - Gereklilik-

ler, birinin üzerinde tutkuları şeklinde; bir diğerinin üzerinde

dinleme ve itaat etme alışkanlıkları olarak; üçüncü kişinin

üzerinde mantıksal vicdan olarak ve bir dördüncüsünün üzerinde kapris ve mantıksız aldatmalardan duyduğu zevk olarak durmaktadır. Dördü de özgür iradeyi en sıkı bağlı oldukları yerlerde arayacaklardır. Sanki ipekböceği, iradesinin özgürlügünü ağını örerken arıyormuş gibi. Bunun nedeni nedir? Nedeni, göründüğü kadarıyla herkesin kendini yaşam duygusunun en güçlü olduğu yerde, yani kimi zaman tutkularında, kimi zaman sorumluluklarında, kimi zaman bilgisinde, kimi zaman da mantıksızlığında özgür hissetmesidir. Birey, güçlü olduğu ve kendini canlı hissettiği yerlerde gayriihtiyari olarak özgürlüğün unsuru olması gerektiğine inanmaktadır. Bağımlılığı ve aptallığı, bağımsızlığı ve yaşam duygusunu bir arada bulun-

ması gereken çiftler olarak kabul etmektedir. İnsanların top-

lumsal siyasi alanlarda edindikleri bir tecrübe, yanlışlıkla en uçtaki metafizik alanına aktarılmaktadır. Burada güçlü olan, aynı zamanda özgür olandır ve ezilen, köle olan baskı altında ve donuk bir biçimde yaşarken, sevinç ve acının canlı duygursu, umutların ulviliği, arzunun cüretkârlığı ve nefretin gücü

hüküm sürenlerin ve bağımsızların aksesuvarlarıdır. — Özgür

iradenin öğretisi, sadece hüküm süren sınıfların bir uydurmasıdır.

10. Yeni zincirler hissetmemek. - Hicbir şeye bağımlı olmadığımızı hissetmediğimiz sürece kendimizi bağımsız

sanıyoruz. Bu da insanın ne kadar gururlu ve hâkimiyet kur-

maya düşkün olduğunu gösteren bir yanılgıdır. Zira bağımsızlığı yaşadığında, genelde bağımsızlık içinde yaşadığı ve bağımsızlığını istisnai bir durumda kaybettiğinde hemen 16

İradenin Özgürlüğü

karşı bir duygu hissedeceği şartıyla bağımsızlığı her halükârda hissedip, tanıyacağını düşünür. — Ya tam tersi doğru olsa: Her zaman birkaç kat bağımlılık içinde yaşıyor, ama uzun zamandır alışkanlık haline geldiği için zincirlerin baskısın artık hissetmiyorsa? Sadece yeni zincirlerden dolayı acı çekmektedir. Dolayısıyla “iradenin özgürlüğü”, yeni zincirleri hissetmemekten başka bir şey değildir.

11 İradenin özgürlüğü ve hakikatlerin izole edilmesı. - Her zamankibelirsiz gözlemlerimiz bir görüntü grubunu

tek bir nesne olarak kabul edip, onlara olgulolayP (Faktum)

adını verir. Bu olgu ile başka bir olgu arasına düşüncesindebir boşluk ekler ve her olguyu izole eder. Gerçekte ise faaliyetlerimiz ve anladıklarımız, olgular ve boşluklardan oluşan bir dizi değil aksine sürekli akan bir nehirdir. Ancak özgür iradeye duyulan inanç, sürekli, tek tip, bölünmemiş ve bölünemez bir akışın görüntüsü ile bağdaşmamaktadır. Aksine her faaliyetin

izole edilmiş ve bölünmez olmasını şart koşar. Özgür irade,iste-

me ve anlama alanındabir atomistiktir. — Nasıl ki karakterleri tam anlayamıyorsak, olgulara da aynı muameleyi yapıyoruz. Aynı karakterlerden ve aynı olgulardan konuşuyoruz, ama ikisi de yoktur. Sadece bu yanlış koşullar altında daha sonra aynı olguların var olduğunu ve olgu türlerinin aşamalı bir değer düzenine eşit hiyerarşik bir düzeni olduğunu övüyor ya da kınıyoruz. Böylece sadece bireysel olguyu izole etmeklekal-

mayıp, sözde aynı olgu gruplarını da izole ediyoruz (iyi, kötü,

acınası, kıskanç faaliyetler vs.) ve her ikisinde de yanılıyoruz. 3 “Faktum”herne kadar “hakikat” ile açıklanabilse de, Nietzsche'nin “atomik” vurgusunedeniyle “olgu” olarak karşılanmıştır. Değil mi ki olgu, “tikel bir şeydeki bir nitelikten ya da tikel şeyler arasındaki bir ilişkiden meydana gelen en basit, en temel ve başka bir şeye indirgenemeyen, kendisiyle atomik bir önerme arasında bire bir ilişkilerin bulunduğu şey, vakıa,” (Ahmet Cevizci, Felsefe Terimleri

Sözlüğü, Paradigma Yayınları, 1. Basım, s. 246) olarak tanımlanmıştır. (Çev. n)

17

Gezgin ile Gölgesi

-— Faaliyet gruplarının bu izolasyonuna neden inandığımız, sözcüğün ve terimin kendisinden anlaşılabilir. Onlarla sadece nesneleri adlandırmakla kalmıyor, aynı zamanda onları kullanarak karakteri de kaydedebileceğimizi düşünüyoruz. Hâlâ sürekli olarak sözcükler ve terimlerle nesneleri olduklarından daha basit bir biçimde ve birbirlerinden ayrı, bölünemez bir şekilde ve her birini tek tek düşünmeye itiliyoruz. Dilde, ne kadar davranırsak davranalım, her an ortaya çıkabilecek İfelse-

fi bir gizem gizlidir. Özgür iradeye, başkabir deyişle aynı olgu-

lara ve izole edilmiş olgulara duyulan inanç, dilimizde sürekli bir Evangelist'e*! ve avukata sahiptir.

2. Temeldeki yanılgılar. - İnsanın ruhsal bir haz veya hoşnutsuzluk hissedebilmesi için iki illüzyondan birinin egemenliği altında olmak zorundadır. Ya bazı olguların, bazı duyguların aynı olduğuna inanır, ki böylece şu andaki durumları eskiden var olan durumlarla kıyaslayarak veya onları eşitlik ya da eşitsizlik boyutuna getirerek ruhsal bir haz veya hoş-

nutsuzluk hissedebilir (her türlü hatırlamada olduğu gibi); ya

da örneğin “bunu yapmak zorunda değildim” ve “bu başka türlü olabılırdı” diye düşünerek iradenin özgürlüğüne inanır ve bundan da haz veya hoşnutsuzluk kazanır. Her türlü ruhsal haz veya hoşnutsuzlukta ortaya çıkan yanılgılar olmadan, insanlık oluşmazdı. Zira insanın en temel duygusu her zaman ınsanın esaretler dünyasında özgür olan; ister Iyi, ister kötü niyetle hareket etsin, ebedi mucize yaratan; hayret verici bir istsna; üstün nitelikli hayvan; neredeyse Tanrı; yaratılışın anlamı; olmazsa olmaz; kozmık bilmecinin çözümü; doğanın büyük hükümdarı ve aynı zamanda onu küçümseyen ve tari4 “Evangelist”i, Nietzsche burada “kötü haberci” olarak da okunabilecek “Dysongelist” karşılığında kullanıyor; gezici, vaiz yahut misyoner ikincil karşı-

lıklar olsa gerek. (Çev. n.)

18

İki Kez Söylemek hini dünya tarihi olarak adlandıran yaratık olduğudur! — Vanitas vanitatum homo.

13. İki kez söylemek. - Bir olayı derhal iki kez söyleyip, ona bir sağ, bir de sol ayak vermek iyidir. Gerçek her ne kadar tek bir ayak üzerinde durabilse de, iki ayakla yürüyüp,farklı yerleri gezebile-

cektir.

14.

Dünyanın komedyeni insan. - İnsanın kendisini dünyanın varoluşunun amacı olarak görmesinde ve insanlığın kendini ciddi bir biçimde bir dünya misyonu üstlenme umuduyla yetünmesinde yatan esprinin tam olarak tadına varabilmekiçin bile ruhsal açıdan insanlardan daha gelişmiş yaratıklar, olmalıydı. Dünyayıbir Tanrı yarattıysa, insanı da Tanrının maymurnu ve çok uzun ebediyetinde gülmesini sağlayacak bir neden

olarak yaratmıştır. Öyleyse dünyanın etrafındaki küre müziği

de insanın etrafındaki tüm diğer yaratıkların alaylı gülüşlerinden başka bir şey değildir. Canı sıkılan, ölümsüz, gururlu, trajik hareketleri ve acılarını gösteriş şekliyle, en kibirli yaratığının tinsel hassasiyetini görerek sevinmek için en sevdiği hayvanını, yaratanın yaratıcısı olarak acı ile gıdıklar. Zira insanı bir eğlence olarak yaratan, insandan daha büyük bir espri anlayışına sahip olduğundan, bu espriden de dahafazla haz almasını

bilmektedir. -İnsanlığın bir kez olsun gönüllü olarak kendini

küçük düşürmekistediği bu yerde bile, kibrimiz bize bir oyun oynar, zira biz insanlar bu kibirde bile muhteşem ve mucizevi bir şey olmak isteriz. Dünyamızdaki eşsizliğimiz! Ah, bu hiç de mümkün görünen bir şey değildir! Kimi zaman dünyadan uzak bir bölümü de görebilen astronomlar, dünyadaki yaşam damlasının varoluş ve yok oluşun devasa boyuttaki denizinin karak19

Gezgin ile Gölgesi

teri için hiçbir önem taşımadığını ve sayısız yıldızın —canlı isiliğe hiç yakalanmamış olanlara veyaiyileşenlere kıyasla tabii ki sadece bir avuç kadardırlar- yaşamı yaratmak için gerekli koşullara sahip olduklarını; bu yıldızlardan her birinde yaşamın, varlığının süresi ile ölçüldüğünde ardından uzun uzun dönemler gelen tek bir an, bir parlama olduğunu, dolayısıyla hiçbir şekilde varolmalarının hedefi ve nihai amacı olmadığını anlatırlar. Nasıl ki hayalimizde insanlığın yok oluşunu gayrihtiyari olarak dünyanın yok oluşuna bağlıyorsak, belki de ormandaki karınca da ormanın varoluşunun hedefi ve amacı olduğunu düşünüyordur. Hatta dünya yok olurken durup, son insanın cenazesi için bir dünya ve Tanrı şafağı yaratmıyorsak, mütevazı olduğumuz bile söylenebilir. En önyargısız astronom bile yaşamsız bir dünyayı, insanlığın parlak ve süzülen mezarından farklı bir şey olarak hissedemez.

15 İnsanın mütevazılığı.- Bir çoğu, yaşamı iyi bulmak için ne kadar az arzuya ihtiyaç duymaktadırlar; insan ne mütevazıdır!

16. Boşvermişliğin gerekli olduğu yer.- Hiçbir şey, oturup da bilimin birinci ve sonuncu şeyler hakkında nihai olarak neler tespit edeceğini beklemekten ve -çoğunlukla tavsiye edildiği gibi- o güne kadar geleneksel tarzda düşünmekten

(özellikle de inanmaktan!) daha yanlış olamaz. Bu alanlarda

sadece kesin bilgilere sahip olma dürtüsü, dini bir dürtüden başka bir şey değildir. Arka planda bu kesin bilgilere daha uzun süre erişilmeyeceğine ve “inananların” o güne kadar bu alanın tamamıyla ilgilenmemekte haklı olduğuna dair düşüncelere bağlı olarak gizli ve sözde eleştirel türde bir “metafiziksel ihtiyaçtır”. Dolu ve çalışkan bir insanlık yaşamak için en uçtaki 20

Boşvermişliğin Gerekli Olduğu Yer ufukların etrafındaki kesin bilgilere aslında ihtiyaç duymamaktayız. Aynı şekilde karınca da iyi bir karınca olmak için bunlara ihtiyaç duymaz. Aksine, bu şeylere uzun zamandır verdiğimiz önemin nereden geldiğini açıklığa kavuşturmak zorundayız ve

bunun için ahlaki ve dini duyguların tarihine gereksiniriz, zira

sadece bu duyguların nüfuzu altında bilginin o en uçtaki soruları bizim için bu kadar önemli ve korkunç bir hal alabilmiştir. Tinsel gözün ulaşabildiği en dış bölgelere, içine girmeden suç ve

ceza (hem de ebedi ceza!) gibi terimleri yerleştirmişlerdir. Bunu

yaparken, bu bölgeler ne kadar karanlıksa, o kadar dikkatsiz

davranmışlardır. İnsanlar ezelden beri hiçbir şeyin tespit edile-

mediği yerlerde cüretkâr bir biçimde hayaller kurmuşlar, haleflerini bu hayalleri ciddi ve gerçek olarak kabul etmeye ikna ederek, sonunda korkunç bir zafer kazanmışlar, inancın bilgiden daha önemli olduğu düşüncesini yerleştirmeyi başarmışlardır. Şımdı ise bu son şeyler açısından inancın karşısına bilgi çıkartılmamaktadır; aksine inancın karşısında boş vermişlik İlakaytlık| ve bu bölgelerde sözde bilgi durmaktadır! -Bunun dışında her şey bugüne kadar en önemli şeyler olarak önümüze getirilen

şeylerden çok daha yakın olmak zorundadır. Buna “İnsan ne

için gereklidir? Tanrı ile nasıl barışacak?” ve birçok başka soru da dahildir. Dindarların soruları bizi nasıl ilgilendiriyorsa, ister idealist, ister materyalist, ıster realist olsun felsefi dogmatiklerin soruları da ilgilendirmektedir. Hepsinin hedefi, bizi ne inancın ne de bilginin geçtiği bu bölgelerde karar vermeye zorlamaktır. Bilginin en büyük hayranları için bile keşfedilebilir ve aklın ulaşabileceği her şeyin üzerini aldatıcı bir bataklık kemerinin ve aşılamaz, ebediyen sıvı ve belirlenemeyen bir şeridin sarması çok dahaiyidir. Bilgi dünyasının kenarındaki karanlıklar ülkesi ile yapılan kıyaslama sayesinde yakınımızdaki parlak ve yakın bilgi dünyasının değeri sürekli artar. -Yeniden bize en yakın şeylerle iyi komşuluk ilişkileri kurmalı ve bugüne kadar olduğu gibi, onları hor görerek artık onların üzerinden bulutlara ve gece

haydutlarına bakmamalıyız. İnsan, binlerce yılın kültür basa-

21

Gezgin ile Gölgesi

makları olarak ormanlarda, mağaralarda, bataklık kıyılarında ve örtülü gökyüzü altında çok uzun zaman, çok azla yaşamıştır. Buralarda bugünü, komşuluğu, yaşamı ve kendisini küçük görmeyi öğrenmiştir. Doğanın ve tinin daha aydınlık yerlerinde yaşayan bizlerin kanına, miras yoluyla bugün bile bize en yakın şeyleri küçük görme zehri karışıyor.

17. Karartılmış derin açıklamalar. - Bir yazarın konumu, üzerine yüklenen anlamdan daha “derin açıkladığında”, yazar açıklanmış değil, karartılmış olur. Metafizikçilerimiz doğa metinlerinin karşısında boyle, hatta daha bile kötü durmaktadırlar. Derin açıklamalarda bulunabilmek için metni önce kendilerine göre ayarlarlar, daha doğrusu bozarlar. Metnin bozulması ve yazarın karartılmasına dair ilginç bir örnek vermek için Schopenhauer'in kadınların gebeliği üzerine düşüncelerini ele alalım. Schopenhauer diyor ki, zaman içinde yaşam idaresinin sürekli var oluşunun işareti cinsel birleşme-

dir. İradenin tekrar yanına gelen ve kurtuluş olasılığını açık tutan

bu bilgi ışığı, en açık şekliyle yaşam iradesinin tekrar insanlaşmaya başlamasıdır. Bunun işareti ise cinsel birleşme suç gibi saklanırken, özgürce dolaşabilen gebeliktir. Schopenhauer bu konuda da diyor ki, her kadın nesillerden beri var olan cinsel birleşme sırasında yakalandığında utançtan yerin dibine girmek ister, ama “gebeliğini hiçbir utanç belirtisi olmadan, hatta bir nevi gururla sergiler.” Bu durum öncelikle kendisini sergilediğinden daha fazla sergileyemez, ama Schopenhauer sadece sergilemenin bilinçli olarak yapıldığı üzerinde durarak, metni hazır bulundurulan “açıklamaya” uygun hale getirmeye çalışmaktadır. Ayrıca açıklanacak fenomenin genelliği hakkında söyledikleri doğru değildir. Açıklamasında “her kadın”dan bahsetmektedir. Ancak birçoğu, özellikle de daha genç olanları, kimi zaman çekingen bir utangaçlık göstermektedirler. Daha olgun ve iyice olgun kadınlar, özellikle de aşağı tabakalardan, bu durumları ile gurur duyuyorlarsa, erkeklerin kendilerine hâlâ arzu duyduk22

Modem Diyojen

larını belli etmeye çalışmalarındandır. Bir komşu veya yabancının onları gördüğünde yanlarından geçerken: “olabilir mi—” demesi veya düşünmesinden oluşan bu sadaka, tinsel açıdan düşük kadınların kendini beğenmişlikleri tarafından sevinçle kabul edilmektedir. Diğer taraftan Schopenhauer'in düşüncesine göre, en akıllı ve tinselliği en güçlü kadınların ise bu durumları hakkında kamuoyu önünde sevinç gösterisinde bulunmak için çok dahafazla nedenleri vardır. Ne de olsa bir kez daha toplumun iyılığı için, “irade”nin ken-

disini inkâr edecek zekânın (intellect) mucize çocuğunu doğuracak-

lardır. Aptal kadınlar ise sakladıkları her şeyden çok gebeliklerini saklamak zorunda kalırlardı. —- Bu olayların gerçekler üzerinden örneklendiği söylenemez. Yine de diyelim ki, Schopenhauer genel olarak kadınların gebeliklerini, gebelik öncesinden daha çok kendıni beğenmişlikle sergiledikleri konusunda haklı olsa bile, konuya sunduğu açıklamadan çok dahafarklı bir açıklama getirilmesi gerekirdi. Tavuk, yumurtlamadan önce de şöyle gıdaklayabilir: Bakın, bakın! Yumurtlayacağım! Yumurtlayacağım!

18. Modern Diyojen. İnsanı aramadan önce kişinin feneri bulması gerekir. -Bunun ille de alaycının” feneri olması şart mı?

19. Ahlaksızlar. - Ahlakçılar, ahlakı tekdir ettikleri için kendilerine ahlaksız denmesini kabul etmek zorundadırlar. Zira bir şeyi tesrih eden, öldürmek zorundadır, ama bütün dünya bir 5 Nietzsche, Sokrates'in öğrencilerinden olup yeni bir ahlak görüşü ve yaşam biçimi

geliştiren Antishones (MÖ 445-365) ve Diogenes (MÖ 412-232) gibi bilimsel bilgiye

pek değer vermeyen kiniklere göndermede bulunuyor. (Çev. ni) 6 “Immarolist”leri ahlaktanımaz olarak gördüğümüzde, karşımıza çıkan, “iyinin ve kötünün ötesi”nde olma itisidir. Bunu da şöyle açıklamak mümkündür: Ahlaktanımazlık, “burjuvazinin en kinik savunucularınca vaaz ettikleri biçimde vicdan ve onurun küçümsenmesi”dir Kaynak: Aziz Çalışlar, Felsefe Sözlüğü, Cem Yayınları, 5.11).

23

Gezgin ile Gölgesi

şeyleri tesrih etsin diye değil, sadece daha iyi bilinsin, daha iyi karar verilsin ve daha iyi yaşansın diye. Buna rağmeninsanlar her ahlakçının tüm faaliyetleri ile diğerleri tarafından taklit edilecek bir örnek olmak zorunda olduğuna inanmaktadırlar. Onu ahlakın vaizleriyle karıştırıyorlar. Daha eski ahlakçıları yeterince tesrih etmiyorlar, aksine daha çok vaaz veriyor-

lardı. Bu nedenle şimdiki ahlakçılar onlarla karıştırılıyor ve bu rahatsız edici sonuçlar çıkıyor.

20.

Karıştırmamak gerekir. - Örneğin Plutarch'ın” kahramanları gibi olağanüstü, güçlü ve fedakâr bir düşünce tarzını ya da iyi erkeklerin ve kadınların saf, aydınlanmış ve sıcaklık ileten ruh halini çözülmesi gereken büyük sorunlar olarak ele alan ve sözde sadeliğindeki karmaşıklığı gösterip, gözümüzü motiflerin örgüsüne, ince anlam aldatmacılarına ve ezelden beri miras bırakılan ve yavaşça artırılan bireysel ve grup duygularına çekerek kaynaklarını araştıran ahlakçılar, genelde karıştırıldıkları ahlakçılardan, yani bu düşünce tarzlarına ve ruh hallerine

hiç inanmayan ve kendi zavallılıklarını büyüklüğün ve saflığın

parlaklığının arkasına saklayan dar görüşlü bu tinlerden çok farklıdırlar. Ahlakçılar: “burada bir sorun var” derken, zavallılar: “Burada yalancılar ve aldatıcılar var” derler. Dolayısıyla onların açıklamaya çalıştığı şeyin varlığını inkâr ederler.

21

Ölçen olarak insan.- İnsanlığa ait ahlakçılığın kaynağı bel-

ki de ölçüyü ve ölçmeyi, teraziyı ve tartımayı keşfettiklerinde ilk

7 Mesrius Plutarchus (MS 46-120) Yunanlı tarihçi. Yunancası Ethica olan Moralia adlı felsefi eserinde tarihten dine, edebiyattan fene pek çok konuişlenir. Stoacılardan, Yeni Pitagorasçılardan etkilenen düşünür, Yeni Platoncu felsefe için mühim bir basamaktır. Nietzsche'nin kütüphanesinde bu düşünürün Ceasar adlı kitabının

olduğu biliniyor. (Çev. n)

24

Denge Prensibi

insanları “insan” kelimesi “ölçen” anlamına geldiği için, kendini en büyük keşfine göre adlandırmak istemiştir!) saran olağanüstü içsel heyecandadır. Bu düşüncelerle ölçülmesi ve tartılması imkânsız görünen, ama daha önce böyle değilmiş gibi görünen alanlara yükselirler.

22. Denge prensibi. - Eşkıya ve cemaati eşkıyaya karşı korumaya söz veren güçlü, özünde birbirine benzer yaratıklardır. Aralarındaki tek fark, ikincisinin avantajlarını diğerinden farklı bir biçimde, daha doğrusu artık yakıp yıkmalarla değil, cemaa-

tin kendisine ödediği düzenli haraçlarla elde etmesidir (bu tıpkı uzunca bir süre aynı kişi olan tüccar ve deniz korsanı gibidir; bir fonksiyonu kullanamadığı yerde diğerine başvuruyor. Bugün bile tüccar ahlakı aslında deniz korsanı ahlakının akıllaştırılmasından başka bir şey değildir: Ucuza -hatta girişim masraflarından başka bir şey ödemeden- satın almak ve mümkün olduğun-

ca pahalı satmak). Burada esas konu şudur: Güçlü olan, eşkıyaya

karşı dengeyi sağlamayı vaat eder, zayıflar da bunu yaşamak için bir fırsat olarak görürler, zira ya bir araya gelip,eşit ağırlıklı

bir güç oluşturacaklar ya da gücü, bu eşit ağırlıkta birinin güdürmü altına gireceklerdir (ve hizmetleri karşılığında hizmet edeceklerdir). Temelde iki tehlikeli yaratığı dizginlediği için ikinci

işlem genellikle tercih edilir: birincisini ikincisiyle, ikincisini de sağlanan avantajla dizginler. Güçlü olanın, kendisine tâbi olanlara iyi davranmak için nedenleri vardır ki, böylece sadece kendilerini değil, efendilerini de besleyebilsinler. Gerçekte ise kötü ve acımasız durumlar ortaya çıkabilir,ama muhtemel tamamen yok olma tehlikesiyle kıyaslandığında, insanlar böyle durumlarda bile rahat bir nefes alırlar. - Cemaat, başlangıçta tehlike arz eden güçlere karşı dengeyi kurmak için zayıfların organize edilmesidir. Karşı tarafı bir seferde yok edebilecek güce erişseler, dengenin üzerinde bir güç oluşturmak için organize olmaları 25

Gezginile Gölgesi daha akıllıca olurdu, ki tehlikeyi yaratan şey, zarar veren tek bir güçlü ise bu mutlaka denenir. Ancak bir topluluğun başındaysa veya birçok taraftara sahipse, onu hızlı ve nihai bir şekilde yok etme mümkün değildir ve uzun sürecek sürekli bir kavga göze alınmalıdır. Bu durumda ekmeğini kazanmak için gerekli zamandan kaybedeceği ve çalışmalarının tüm gelirini sürekli olarak tehdit altında göreceği için cemaatin en son isteyebileceği şeydir bu. Böylece savunma ve saldırı gücünü tehlikeli komşusunun gücüne eşit bir seviyeye çıkartmayı ve terazinin kefelerinde artık aynı ağırlıkta maden bulunduğunu anlatmayı tercih eder: O zaman neden dost olunmasın ki? — En eski hukuk ve ahlak öğretisinde denge çok önemli bir yer tutmaktadır. Denge, adaletin temelidir. Daha eski zamanlarda “göze göz, dişe diş” de denilse, bunun ön koşulu dengenin sağlanmış olması ve intikamın alınmasıyla dengenin muhafaza edilmesidir, ki biri diğerinden intikamını aldığında, diğeri artık körü körüne sadece intikam ateşi ile öcünü almaya kalkışmayacaktır. Bozulan güç dengesi “jus talionis”8 sayesinde tekrar sağlanır, zira bir göz, fazladan bir kol böyle durumlarda bir parça güç, fazladan bir ağırlıktır. — Herkesin kendini eşit gördüğü bir cemaatiçerisinde denge prensibinin ihlaline karşı utanç ve cezalar vardır. Utanç, ıhlalı yapan ve bu ihlalden dolayı kendine avantajlar sağlayan ve utançtan dolayı şimdi de önceki avantajları kaldıran ve ağır basan dezavantajlara sahip olacak bireye karşı kullanılan bir ağırlıktır. Ceza da aynıdır: Her hırsızın kendisine mal ettiği fazladan ağırlığın karşısına, çok daha ağır bir karşı denge, suça karşılık zindan, hırsızlığa karşı tazminat ve para cezasını çıkartr. Böylece suçlu olana, faaliyetlerinden dolayı cemaatten ve onun ahlak avantajlarından çıktığı hatırlatılır. Suçlu, cemaat

tarafından artık eşit olmayan, zayıf ve kendi dışında biri gibi

muamele görür. Bu nedenle ceza sadece intikam değil, çok daha fazlasıdır; doğanın sertliğinden bir şeylere sahiptir ve bunu hatırlatmakister. 8 Kısas; başka bir deyişle “cinayetle ödeşme”. (Çev. n.) 26

Özgür İrade Öğretisinin Taraftarları 23. Özgür irade öğretisinin taraftarları ceza verebilirler mi? - Meslekleri açısından hüküm giydiren ve ceza veren insanlar, her halükârda bir suçlunun gerçekleştirdiği fnlden sorumlu olup olmadığını, aklını kullanıp kullanmadığını ve belirli nedenlerle mi yoksa bilinçsiz ya da baskı altında mı hareket ettiğini araştırırlar. Ceza alıyorsa, bu cezayı daha kötü nedenleri daha iyi nedenlere tercih ettiği için alıyordur; dolayısıyla daha iyi nedenleri biliyor olmalıdır. Bu anlayışın eksik olduğu yerlerde, insanlar hüküm süren düşünceye göre yaptıklarında özgür olmayıp, sorumlu değildir, meğer ki bilgisizliği örneğin ignorantia legis'? öğrenilenden bilerek ayrılmanın sonucu olma-

sın. Böyle bir durumda öğrenmesi gerekenleri öğrenmeyerek,

daha kötü nedenleri daha iyi nedenlere tercih etmiştir ve şimdi

bu kötü seçiminin sonuçlarına katlanmak zorundadır. Örneğin aptallık veya delilik gibi nedenlerden dolayı daha iyi nedenleri görememişse, genelde cezalandırılmamaktadır. O zaman seçim yapma şansı olmadığı ve bir hayvan gibi hareket ettiği söylenir. Cezaya tabi suçlularda uygulanan ön koşul, daha iyi bir mantığın bilerek terk edilmesidir. Ancak kişi, nasıl bilerek olması gerektiğinden daha mantıklı olabilir ki? Terazinin kefeleri iyi ve kötü motiflerle doldurulmuşsa, karar nasıl verilebilir? Başka bir deyişle hareketleri ne bir yanılgıdan, ne körlükten, ne dıştan

ne de içten bir baskıdan kaynaklanıyorsa (ancak burada unur-

tulmaması gereken, her “dış baskının”, korkunun ve sancının

iç baskısından başka bir şey olmadığıdır). Öyleyse nereden geli-

yor? diye sorulur hep. Madem öyle daha iyi nedenler üzerinden

karar alamadığı için bundan mantık sorumlu değil midir? İşte

“özgür irade” burada yardıma çağrılır ve hiçbir motifin etkili olmadığı ve flilin bir mucize olarak yoktan geliştiği bir anın ortaya çıkıp, tamamlanan keyfiyetin karar vermesi beklenir. Bu sözde keyfiyet, böyle bir keyfiyetin oluşmaması gerektiği yerde 9 “Kuralları bilmemek anlamına gelen Latince bir deyiş. Sıklıkla “kuralları bilmemek özür olamaz” anlamına da kullanılır. (Çev. n.)

27

Gezgin ile Gölgesi

cezalandırılır. Yasayı, yasakları ve emirleri bilen akıl, kendisine başka hiçbir seçim hakkı tanımayarak, baskı ve yüce güç olarak hareket etmeliydi, denir. Dolayısıyla suçlu, nedenlere göre hareket etmesi gerektiği yerde nedensiz hareket ettiği, daha doğrusu

“özgür iradesini” kullandığı için cezalandırılır. İyi, ama bunu neden yapmıştır? Bu soru sorulamaz bile.İşlenen fiil, nedensiz,

motifsiz, kaynaksızdır; hiçbir amacı ve mantığı yoktur. —-Ancak

yukarıda cezai şart olarak verilen örneklere bakıldığında böyle bir ful cezalandırılmamalıdır! Sanki burada bir şey yapılmamış, bir şey ihmal, edilmiş, mantık kullanılmamış gibi cezai şart türü de kullanılamaz, zira buradaki ihmal her halükârda bilmeyerek yapılmıştır! Ve emirlerin sadece bilerek ihmali cezalandırılabilir. Suçlu, daha kötü nedenleri daha iyi nedenlere tercih etmiştir gerçi, ama bunu nedensiz ve bilmeyerek yapmıştır. Mantığını kullanmamıştır, ama bunun mantığını kullanmamak için yapmamıştır. Cezai şartlara uygun bulunan suçluda mantığını bilerek inkar ettiğine dair aranan ön koşullar, “özgür irade”sini

kullandığı kabul edildiğinde ortadan kalkmaktadır. “Özgür ira-

de” öğretisinin taraftarları, sizler ceza veremezsiniz, özellikle de kendi prensiplerinize dayanarak! — Bu prensipler gerçekte çok tuhaf bir terim mitolojisinden başka bir şey değildir. Bunları yumurtlayan tavuk ise yumurtalarının üzerinde tüm gerçeklerın ötesinde kuluçkaya yatmıştır.

24. Suçun ve yargıcının değerlendirmesi hakkında. — Olayların tüm akışını bilen suçlu, işlediği filli yargıçları ve kendisini kınayanlar kadar düzen ve idrak dışı bulmamaktadır. Cezası ise bu kişilerin işlediği suçu gördüklerinde filin

anlaşılmazlığından dolayı düştükleri hayretin derecesine göre

verilecektir. - Bir suçlunun savunma avukatının dava ve davanın geçmişi hakkında sahip olduğu bilgi, yeterince çok ise sırasıyla ileri sürdüğü hafifletici nedenler nihayet suçun tamamını 28

Değiş Tokuş ve Dürüstlük

hafifletmek zorundadır. Ya da dahaaçık bir biçimde: Savunma avukatı hükmün ve cezanın verilmesini sağlayan hayreti, her dürüst dinleyicinin içten içe kendisine: “Davrandığı gibi davranmak zorundaydı; ona ceza verirsek ebedi gerekliliği cezalandırmış oluruz” şeklinde itirafta bulunmasını sağlayarak,

suçu adım adım azaltacak ve sonunda tamamen yok edecek-

tir. —Cezanın derecesini bir suçun geçmişinden dolayı sahip olduğumuz veya sahip olabileceğimiz bilginin derecesine göre belirlemek- dürüstlükle çelişmez mi?

25. Değiş tokuş ve dürüstlük.- Bir değiş tokuş ancak değiş tokuş yapan her iki taraf da ani heyecan değeri dahil olmak üzere elde etmek için harcanan çabayı, zamanı, nadir bulunabilirliğini vs. hesaba katarak, nesnenin değer olduğunu düşündüğü ve bedelini talep ettiği takdirde dürüst ve adil olurdu. Bedelini diğerinin ihtiyacına göre belirlediği takdirde, sadece biraz daha kibar bir soyguncu ve şantajcı haline gelir. - Değiş tokuş konusunun para olduğunu varsayarsak öncelikle bir Frank'ın zengin bir mirasçının, yevmiyeyle çalışan bir işçinin, bir tüccarın, bir öğrencinin elinde çok farklı anlamlara geldiğini hesaba katmalıyız. Her biri, parayı edinmek için göstermek zorunda olduğu çabaya göre karşılığında daha az veya daha çok almalıdır — bu adilce olan olurdu. Ama gerçekte her şey tam tersinedir. Paranın büyük dünyasında en tembel zenginin parası, fakirlerin ve çalışkanların parasından dahafazla kazanç getirir.

26. Çare olarak hukuki durumlar. - Eşit olanlar arasında yapılan anlaşmalara dayanan hukuk, aralarında anlaşmaya varanların güçleri birbirine eşit veya benzer olduğu sürece var 29

Gezgin ile Gölgesi

olacaktır. Akıl, hukuku, benzer güçler arasındaki kavgaları ve yararsız güç harcamalarını engellemekiçin yaratmıştır. Ancak taraflardan biri diğerinden daha zayıf hale geldiği takdirde, hukuk da ortadan kalkar. Hâkimiyet ortaya çıkar ve hukuk son bulur, ama neticesi o güne kadar hukuk aracılığıyla elde edilen sonuçlarla aynıdır. Zira böyle bir durumda hâkimiyet kuranın aklı devreye girer ve boyun eğdirdiğinin gücünü esirgemesi ve yararsız bir şekilde harcamaması gerektiğini söyler. Neticede kimi zaman boyun eğdirilenin durumu, eşit olanın durumun-

dan dahaiyidir. — Öyleyse hukuki durumlar, aklın tavsiye ettiği

geçici çarelerdir; hedef değil.

27. Başkalarının zararına sevinmemizin açıklaması. - Başkalarının zararına sevinmemiz, herkesin kendisinin de farkına vardığı bir konuda kendini kötü hissetmesinden, sorunu veya pişmanlığı olmasından ya da acı çekmesinden kaynaklanır. Diğerinin uğradığı zarar onu kendisine eşit hale getirir ve kıskançlık ateşini giderir. — Kişi o anda kendisi iyi bir durumdaysa komşusunun bahtsızlığını, kendisi de bahtsızlığa uğradığında buna karşı kullanmak üzere bilincinde bir sermaye olarak toplar. Bu şekilde

de “başkasının zararına sevinebilir”. Öyleyse eşitliğe dayalı düşün-

cenin ölçüsü mutluluk ve tesadüf alanını kapsar. Başkalarının zararına sevinmek,eşitliğin, en yüksek dünya düzeni çerçevesinde dahi, zaferi ve geri getirilmesi hakkında düşüncelerimizi dile getirmenin en adi ifadesidir. Başkalarının zararına sevinme olgusu, ancak insanlar, diğer insanlarda kendini görmeye, Öğrenmeye, yani toplumlar kurulmaya başladığından beri vardır.

28. Cezaların verilmesinde uygulanan keyfiyet. -Suçluların çoğu, cezalara kadınlarına ve çocuklarına sahip oldukları 30

Kıskançlık ve Daha Asıl Kardeşi

gibi sahip olurlar. Kötü sonuçlarla karşılaşmadan onlarca, yüzlerce kez aynı şeyi yapmışlardır. Ama aniden tespit edilirler ve ardından ceza gelir. Aslında alışkanlığı, gerçekleştirdiği fllin cezasına bir mazeret olarak gösterilmelidir. Ne de olsa direnmesi zor bir eğilim oluşmuştur. Bunun yerine, alışkanlıktan kaynaklanan bir suçtan şüphelenildiğinde, çok daha ağır bir ceza almaktadır. Alışkanlık, her türlü ceza indirimine karşı bir neden olarak gösterilmektedir. Suçu daha da korkunç gösteren önceki örnek alınacak yaşam tarzı, cezai şartları daha da sert göstermektedir! Ama aynı zamanda cezayı yumuşatır da. Böylece her şey suçluya göre değil, topluma ve onun zararları

ile tehlikelerine göre değerlendirilir. İnsanın önceki yararı,

bir seferlik zararından mahsup edilir; önceki zararları şımdi keşfedilen zararlarına eklenir ve buna göre mümkün olan en büyük ceza verilir. Ancak ınsanın geçmişi de bu şekilde ceza-

landırıldığında veya ödüllendirildiğinde (daha az cezanın bir ödül olduğu birinci durumda), daha da gerilere gidilmeli ve öyle veya böyle bir geçmişin kaynaklarına, yani ebeveynlere, yetiştiricilere, topluma vs. ceza veya ödül verilmelidir. Birçok davada, yargıçların da suça bir şekilde dahil oldukları ortaya çıkacaktır. Geçmiş cezalandırılıyorsa, sadece suçluda durup kalımnak bilerek yapılan birşeydir. Her suçun mutlaka bir mazereti olduğunu itiraf etmek istemiyorsak, her bireysel durumda durmalı ve daha geriye bakmamalıyız Başka bir deyişle suçu izole etmeli ve geçmişe, bağlamamalıyız. Aksi takdirde mantı-

ga karşı günahkar haline geliriz. Öyleyse, siz idaresi özgür olan-

lar, iradenin özgürlüğü”ne dair öğretinizden gerekli sonuçları çıkartın ve cüretkâr bir şekilde şunu açıklayın: “Hiçbir suçun geçmişi yoktur.”

29. Kıskançlık ve daha asil kardeşi. - Eşitliğin gerçekten nüfuz ettiği ve sürekli bir temele sahip olduğu yerlerde, tamamen 31

Gezgin ile Gölgesi

ahlaksız olarak nitelendirilen ve doğal haliyle kesinlikle anlaşılmaz olan bir eğilim ortaya çıkmıştır: Kıskançlık. Kıskanan, diğerinin çokiyi yaptığı her şeyi ortak ölçülerinin üstünde kabul etmektedir ve diğerini tekrar aynı seviyeye getirmek - ya da kendisi de o seviyeye yükselmek ister. Böylece Hesiodos'un” iyi ve kötü Eris

(nifak Tanrıçası) olarak tanımladığı iki farklı davranış ortayaçıkar.

Ayrıca eşitlik durumunda, birinin saygınlığının ve eşitliğinin altında kötü hissettiği; diğerinin de eşitliğinin üzerinde iyi hisset-

tiği olgusu oluşur. Bunlar daha asil mizaçların heyecanlarıdır. İnsanın keyfiyetine bağlı şeylerde eşitliğin ve dürüstlüğün eksikliğini hissederler, daha doğrusu insanlar tarafından kabul edilen eşitligin, doğa ve tesadüf tarafından da kabul edilmesini talep ederler ve eşit olanların kendilerini eşit hissetmemelerine kızarlar.

30. Tanrıların kıskançlığı. - “Tanrıların kıskançlığı”, daha hor görülen herhangi bir konuda daha yüksek olanla kendini

eşitlediğinde (Ajax gibi) veya kaderin bir cilvesinden dolayı eşit hale getirildiğinde (üstün özelliklere sahip anne olarak Niobe gibi) ortaya çıkar. Toplumsal hiyerarşi dahilinde bu kıskançlık, hiç kimsenin kendi sınıfının üzerinde bir kazanca sahip olamayacağına;

bahtının da buna uygun olması gerektiğine, özellikle de kendine

güveninin bu sınırların dışına taşmaması gerektiğine dair bir talep yaratır. Dolayısıyla kimi zaman muzaffer bir general, ustaca esir yaratan bir öğrenci gibi “Tanrıların kıskançlığına” maruz kalır.

31. Toplum dışı durumun dürtüsü olarak kendini

beğenmişlik. - İnsanlar, kendilerini güvenlikleri ve cemaati 10 MS8.yy'da yaşamış Homeros'tan sonraki en büyük epik ozan. İşler ve Günler, Teogoni (Tanrıların Doğuşu) günümüze kalan iki eseridir. Yunan mitolojisi hakkında bilinenlerin çoğu eserlerinden öğrenilmiştir. (Çev. n.)

32

Hakkaniyet oluşturmak amacıyla birbirlerine eşit konuma getirdikleri, ama bu görüş temelde bireyin doğasına ters düştüğü ve zoraki olarak kabul ettirilen bir şey olduğu için, toplumun güvenliği ne kadar sağlanmışsa, eski dürtülerin yeni fidanları da o denli hâkimiyet kurmaya çalışırlar. Sınıflara, meslek unvanları ve imtiyazları

bahanesi ve kendini beğenmişlikleriyle (görgü, kılık kıyafet, dil vs.) sınırlar çekerler. Toplumun tehlikede olduğu tekrar hisse-

dilmeye başlanınca, genel huzur sağlandığında hâkimiyetlerini tesis edememiş çoğunluklar, tekrar eşitlik durumunu geri getirirler. Absürt imtiyazlar ve kendini beğenmişlikler bir süreliğine kaybolur. Ancak toplum çöktüğünde her şey anarşiye dönüşüverir ve tıpkı Thukydides'in raporuna göre Korkyra'da olduğu gibi, vicdansız ve acımasız eşitsizlikten oluşan doğal durum tekrar ortaya çıkar. Ne doğal bir eşitlik, ne de doğal bir eşitsizlik vardır.

32.

Hakkaniyet. - Adaletin devamı, cemaatın eşitliğini ihlal

etmeyenler arasında oluşan hakkaniyettir Inasfetl. Hem ileri,

hem de geriye bakan ve ilkesi: “Etme bulma dünyası” olan den-

genin o hassas dengesi, yasalarla belirlenmemiş tüm durumlara aktarılır. Ne de olsa “aeguum”un anlamı “eşitliğimize benzerdir; dolayısıyla küçük farklılıklarımızı da görünürde eşitlik düzeyine indirger ve zorunda olmadığımız halde bazı yönlerimizi görmezden gelmemizi ister”.

33.

İntikamın öğeleri. — “İntikam” sözcüğü o kadar kolay söylenebiliyor ki, sanki bir anlam ve duygu kökünden başka bir şey içeremezmiş gibi bir his uyandırmaktadır. Bu nedenle hâlâ bu kökün bulunmasına çalışılmaktadır, tıpkı ulusal ekonomistlerimizin henüz “değer” sözcüğünde böyle bir bütünlük hissetmekten ve değerin asıl kök anlamını aramaktan 33

Gezgin ile Gölgesi

bıkmadıkları gibi. Sanki bütün sözcükler, bir onu, bir bunu, bazen de birkaç şeyi birden doldurduğumuz cepler değilmiş

gibi! Öyleyse “intikam” da kimi zaman o, kimi zaman bu, kimi zaman da birleşik bir şeydir. Öncelikle bize zarar veren cansız nesnelere (örneğin hareketli makinelere) karşı içgüdüsel olarak yaptığımız hareketleri bir kenara ayıralım. Böyle durumlarda karşı hareketimizin anlamı, makineyi durdurarak zarar göreni korumaktır. Karşı hareketin gücü kimi zaman öylesine güçlü olmalı ki, makineyi parçalamalı. Ancak makine herhangi bir birey tarafından hemen parçalanamayacak kadar güçlü ise bile birey, son bir deneme olarak yine de indirebileceği en güçlü darbeyi indirecektir. Zarara doğrudan maruz kaldığımız takdirde, bize zarar veren insanlara karşı da aynı şekilde davranmaktayız. Buna intikam demek gerekiyorsa, varsın öyle olsun. Ama hiçbir zaman böyle bir olayda sadece kendi varlığını sürdürme mekanizmasının mantık çarkını harekete geçirdiğini ve temelde bize zarar vereni değil, sadece kendimizi düşündüğümüzü unutmamalıyız. Karşımızdakine zarar vermek istemeden, aksine sadece hayatta kalabilmek için böyle hareket ederiz. - Düşüncelerimizi karşımızdaki rakibe yöneltip, kendimize en hassas noktasını nasıl bulabileceğimizi

sormak için zaman gerekir. Bu, ikinci tür intikama özgü bir

davranıştır. Bu intikam türünün ön koşulu diğerinin yaralanabilirliği ve acı çekebilirliği hakkında akıl yürütmektir. Karşımızdakine acı vermek isteriz. Buna karşın kendimizi de daha fazla zarar görmeye karşı korumak,ıntıkam alanın görüş açısından o kadar uzaklaşmıştır ki, sürekli olarak daha fazla zarar görmeyi sağlar ve bu zararı çoğunlukla soğukkanlılıkla

önceden kestirir. İlk intikam türünde karşı darbeyi mümkün

olduğunca güçlü kılan ikinci darbeye karşı korkudur, ancak ikinci intikam türünde rakibin ne yapacağına karşı neredeyse tam bir boş vermişlik hâkimdir. Karşı darbenin gücü, ancak

bize yaptıklarına oranla belirlenmektedir. — İyi ama ne yaptı?

Ve onun yüzünden acı çektiysek, onun da acı çekmesi ne 34

İntikamın Öğeleri işimize yarar? Birinci intikam türü sadece varlığımızı sürdürmeyi sağlarken, ikinci intikam türü bir nevi geri getirmedir

(Wiederherstellung). Belki rakibimizden dolayı malımızı, rüt-

bemizi, arkadaşlarımızı, çocuklarımızı kaybetmişizdir, ancak bu kayıplar intikamla geri satın alınamaz. Bu geri getirme sadece tüm bu kayıpların yan kayıpları ile ilgilidir. Geri getirıne intikamdan ötürü daha fazla zarar görmemizi engellemez ve gördüğümüz zararları düzeltmez -— tek bir durum dışında. Rakibimizden dolayı onurumuz zarar görmüşse, intikam onu tekrar geri getirebilir. Yine de bilerek zarar verilmişse her halükârda zarar görmüştür, zira rakibimiz bu hareketiyle biz-

den korkmadığını göstermiştir. İntikamımızı alarak, biz de

ondan korkmadığımızı gösteririz. Geri getirme, yani denge işte burada saklıdır (Kimi insanlar tamamen korkusuz olduklarını göstermek amacıyla o kadar ileri giderler ki, intikamın

kendileri için tehlikeleri (sağlıklarından veya hayatlarından olma ya da başka kayıplar) bu intikamın vazgeçilmez bir ön koşulu haline gelir. Bu nedenle, mahkemelerin karşı çıkmalarına rağmen, uğradıkları hakaretin intikamını almak için düello yolunu seçiyorlar. Korkusuz olduklarını kanıtlamadığı için onurun tehlikesiz bir yoldan geri getirilmesi onlara yet-

memektedir). - Birinci intikam türünde, karşı darbeyi indiren korkunun kendisidir; ikincisinde ise daha önce de dediğimiz

gibi, kendini karşı darbe ile kanıtlamak isteyen korkusuzluk-

tur. — Öyleyse tek bir “intikam” sözcüğü ile adlandırılan bu iki hareketin iç motivasyonundan daha farklı olan bir şey

yoktur. Yine de çoğu zaman intikam alan, kendisini böyle bir hareketi gerçekleştirmeye itenin ne olduğunu bilmez. Belki karşı darbeyi önce korkudan ve kendi varlığını sürdürmek için indirdiğini düşünmüş ve daha sonra kırılan onuru hakkında düşünmeye zaman bulduğunda, kendisini onuru için ıntikam aldığına ikna etmiştir - ne de olsa bu motif, diğerinden çok daha asildir. Tabii burada önemli olan bir de onur-

runun diğerlerinin (dünyanın) gözlerinde mi, yoksa sadece

30

Gezgin ile Gölgesi

kendisine hakaret edenin gözünde mi kırıldığını gördüğüdür.

İkinci durumda intikamını gizli almayı; birincisinde ise inti-

kamını herkesin gözü önünde almayı düşünecektir. Failin ve seyircilerin ruhuna ne kadar zayıf veya güçlü bir şekilde girebiliyorsa, intikamı da o denli acımasız veya daha yumuşak olacaktır. Böyle bir hayal gücünden tamamen yoksunsa, intikamı düşünmeyecektir bile, zira böyle bir durumda “onur” duygusu yoktur, dolayısıyla kırılamaz da. Aynı şekilde faili ve fiilin seyircilerini hor görüyorsa yine intikamı düşünmeyecektir, zira hor görülenler olarak ona onur kazandıramayacakları gibi, onurunu alamazlar da. Bunun dışında olayın failını sevmesi gibi olağandışı bir durumda yine intikamdan vazgeçecektir. Gerçi böyle bir durumda karşı tarafın gözünde belki onurundan bir şeyler kaybedecek ve karşısındakinin sevgisine daha az layık hale gelecektir, ama karşı sevgiden vazgeçmek,karşısındakine zarar vermemek adına ancak sevginin yapmaya hazır olduğu bir fedakârlıktır. Zira karşısındakine Zarar vermek,yapılan fedakârlığın insana verdiği acıdan daha çok acı verecektir. -Sonuçta onursuz olmadığı veya kendisine zarar veren ve hakaret eden kişiye karşı hor görme veya sevgi hissetmediği sürece, herkes intikam alır. İnsan, mahkemeye başvurduğunda bile birey olarak intikam ister. Tabii bunun yanında aynı zamanda toplumun ileri görüşlü ve tedbirli bir bireyi olarak toplumun da kendisine saygı gösteremeyenden intikam almasını istiyordur. Bu sayede mahkemenin verdiği cezayla gerek şahsi onuru, gerekse toplumun onuru tekrar geri getirilir; öyleyse ceza intikamdır. Bu intikamın içinde, toplum aracılığıyla kendi varlığını sürdürmeye hizmet ediyor ve nefsi müdafaa nedeniyle karşı darbeyi indiriyorsa, hiç şüphesiz ilk örnekte verdiğimiz intikamın da öğeleri vardır: Ceza, daha fazla zarar görülmesini engellemeye ve caydırıcı olmaya çalışmaktadır. Dolayısıyla ceza, intikamın birbirinden böylesine farklı iki öğesini de içinde barındırmaktadır; bu da muhtemelen intikam alan bireyin genelde ne istediğini bilme36

Kayıpların Erdemi

mesi ile sonuçlanan o anlam karışıklığını muhafaza etmeye yaramaktadır.

34, Kayıpların erdemi. - Toplumların bireyleri olarak, örneğın her türlü yanlış davranışda - hatta toplum avantajlarının erdemimizden dolayı acı çekeceği herhangi bir davranışta bulurnanlara karşı merhamet ve anlayış gibi, birey olarak bize onur kazandıran ve haz veren bazı erdemleri kullanamayacağımızı düşünürüz. Hiçbir yargıç topluluğu, kendi vicdanı önünde merhametli olmaya cesaret edemez. Bu öncelik, tek birey olarak sadece kral için saklı tutulmuştur. Bu öncelik, toplum olarak değil, ama yine de merhametli olmak istendiğinin kanıtı olarak

kral tarafından kullanıldığında buna seviniriz. Öyleyse toplum,

sadece kendisi için avantajlı ya da en azından Zararsız erdemle-

ri kabul etmektedir (örneğin adalet gibi, hiçbir kayıp veya faiz olmadan kullanılan erdemler). En küçük topluluklarda bile itirazla karşılaştığı için toplum içinde doğallıkla oluşmuş olamaz.

Öyleyse bunlar eşit olmayanlar arasında bulunan erdemler olup,

üstün olan birey tarafından uydurulmuştur. Bunlar hükümdar erdemleridir ve arka planda hep “Bariz bir kayıp yaşamak için yeterince güçlüyüm; bu, gücümün bir kanıtı” düşüncesi vardır — yani gururla bağlantılı erdemlerdir.

30. Avantajın rastlantısallığı (Casuistik). — Avantajın rastlantısallığı olmasa, ahlakın da rastlantısallığı olmazdı. En özgür ve hassas akıl, kimi zaman iki şey arasında daha büyük avantajın seçtiği tarafta olmasını sağlayacak şekilde seçim yapmaya muktedir değildir. Bu durumlarda, seçim yapmak zorunda olduğumuz için seçim yaparız ve ardından duygularımız bir nevi deniz tutulmasına kapılır. 37

Gezgin ile Gölgesi

36.

İkiyüzlü olmak. - Her dilenci, sonunda ikiyüzlü olur, bir eksiklik veya bir sıkıntıdan (şahsi veya resmi) dolayı mesleğini

yapan herkes gibi. - Ancak dilenci, eksikliği dilencilikten yaşamak istiyorsa, hissettirmesi gerektiği kadar hissetmez.

37. Tutkuların bir tür kültü. - Siz kara düşünceliler ve kör felsefe yılanları, dünyanın karakterini şikâyet etmek için insan tutkularının korkunç karakterinden bahsedersiniz. Sanki tutkunun olduğu her yerde korkunçluğun da olması gerekiyormuş gibi! Sanki dünyada sürekli olarak böylesine korkunçlukların var olması gerekiyormuş gibi! — Küçük şeyleri ihmal ederek ve kendi kendine gözlem ile eğitilecek olanların gözlenmesindeki eksıiklık, bizzat sizler tutkuları birer canavar haline getirdiniz ki, şu anda daha “tutku” adını duyduğunuzda bile korkudan ölecek gibi oluyorsunuz! Tutkuları korkunç karakterinden arındırmak ve onların tekrar tahrip edici vahşi sular haline gelmesini engellemek için tedbirler almak sizin elinizdeydi ve şimdi bizim elimizde. —- Hatalarımızı sürekli olarak felaketlere dönüştürmemeliyiz; aksine insanlığın tutkularını sevinçlere dönüştürme görevini hep beraber üstlenmeliyiz.

38. Vicdan azabı. - Vicdan azabı, tıpkı bir köpeğin taşı ısırması gibi bir aptallıktır.

39. Hakların kaynağı.- Haklar öncelikle geleneklere; gelenekler ise uzlaşmaya dayanır. Bir gün taraflardan her biri yapılan anlaşmanın sonuçlarıyla tatmin olup, anlaşmayı resmen yenile38

Ahlak Duygusunda Unutmanın Anlamı

yemeyecek kadar tembelleşir. Bu yüzden sanki yenilenmiş gibi yaşanmaya devam edilir ve unutulmuşluk, sislerini kaynaklarının üzerine yayarken, cinslerden her birinin üzerinde inşaya devam etmesi gereken kutsal ve değiştürilemez bir duruma sahip olunduğuna inanılır. Gelenekler böylece yarar getirmese de anlaşmanın aslından uzaklaşarak bir zorunluluk haline gelir. - Zayıf olanlar, kendilerine burada her zaman sağlam bir kale

bulmuşlardır; dolayısıyla bir seferlik yapılan anlaşmayı ya da bu teveccühü ebedileştirmeye meyillidirler.

40. Ahlak duygusunda unutmanın anlamı. - İlk toplum içerisinde ilk kez ortak yarar düşüncesini yaratan hareketler, daha sonra diğer nesiller tarafından başka motiflerle devam ettirilmiştir: Bunları isteyen veya tavsiye edenlere karşı duyulan saygı veya korku ya da çocukluktan beri etraflarında bunları gördükleri için alışkanlıktan ya da her yerde sevinç ve onaylayıcı yüzler yarattıkları için iyi niyetten veya övüldükleri için kendini beğenmişlikten. Ve asıl motifi yararlılık olan çoktan unuturlan bu gibi hareketler, ahlaki hareketler diye nitelendirilirler, ama diğer motiflerden dolayı değil, aksine bilinçli yararlılıktan dolayı yapılmadıkları için. —- Burada, yararlılık adına harekete karşı övülmeye layık her türlü hareketin kendini resmen soyutladığı bu yerde bariz bir şekilde ortaya çıkan yararlılığa karşı gösterilen bu nefret nereden gelir? — Anlaşılan, ahlakın ve ahlaki hareketlere okunan methiyelerin ocağı olan toplum, bireyin bencilce yararı ve inadıyla fazla uzunca bir süre ve fazla sert bir şekilde mücadele etmek ve bu nedenle diğer motiflere ahlaki açıdan yarardan daha fazla değer vermek zorunda kaldı. Böylece ahlakın temelleri sanki yarar değilmiş gibi bir görüntü ortaya çıkmaktadır; halbuki ahlak, temelde tüm şahsi çıkarlara karşı kendini korumak ve itibarını artırmak için büyük çabalar gösteren toplum yararının ta kendisidir. 39

Gezgin ile Gölgesi

41. Ahlakın mirasıyla zengin olanlar. - Ahlaki açıdan da miras yoluyla zenginlik vardır. Bu zenginliğe, tüm iyi dav-

ranışları atalarından miras kalan, ancak onların mantığını (ki

bu davranışların kaynağıdır) devralamayan yumuşak başlılar, merhametliler ve iyi niyetliler sahiptir. Bu zenginliğin en güzel tarafı, hissedilecekse sürekli paylaşılmak zorunda olması ve elinde olmadan ahlaki açıdan zengin ve ahlaki açıdan fakir arasındaki mesafeleri azaltmaya çalışmasıdır, ki bunun en tuhaf ve en iyi yanı zengin ve fakir arasında ortalamabir ölçü lehine değil, genel bir zenginlik ve aşırı zengin olma uğruna yapması-

dır. — İşte ahlaki açıdan miras yoluyla elde edilen zenginlik hak-

kındaki düşünceler yukarıda yazılanlarla açıklanabilir ama ben bunların hepsinin dürüstlük lehine değil, ahlakın büyük görke-

mi (majorem gloriam) lehine muhafaza edildiklerini düşünüyo-

rum. En azından tecrübelerim, bir çürütme olarak olmasa da bu genellemenin önemli bir şekilde sınırlandırılması gerektiğini söyleyen bir cümle üretiyor. Tecrübelerim diyor ki, en seçkin akıl olmadan; en ince seçimi yapma yeteneği ve ölçülülüğe dair güçlü bir meyil olmadan ahlaki açıdan miras yoluyla zengin olanlar, ahlakın israfçıları haline geleceklerdir. Kendilerini merhametli,iyi niyetli, barıştırıcı ve yatıştırıcı dürtülerine hiç sınır tanımadan bırakacaklar ve etraflarındaki dünyayı daha rahat, daha arzulanır ve daha duygusal hale getireceklerdir. Ahlakı bu denli israf edenlerin çocukları bu nedenle kolayca -ve ne yazık ki en iyi ihtimalle- hiçbir işe yaramayan rahat ve zayıf kişiler olacaklardır.

42. Yargıç ve hafifletici nedenler. - Faustun hikâyesi kendine biraz daha ayrıntılı bir şekilde anlatıldığında eski bir asker aynen şöyle der: “Şeytana karşı da nazik olup, borçlarımızı ödemeliyiz. Faust, cehenneme aittir!” — “Ne korkunç 40

Gerçeği Söyleme Yükümlülüğü Sorunu

insanlarsınız!” diye bağırır eşi. “Bu nasıl mümkün olabilir! Sadece mürekkep hokkasında mürekkebi yoktu! Kanla imzalamak kuşkusuz bir günah, ancak bunun için böylesine güzel bir adam neden yansın?”

43. Gerçeği söyleme yükümlülüğü sorunu. - Yüküm-

lülük, zorlayıcı ve harekete geçmeye iten bir histir (bunun kaynağı, sınırları ve düzeltilmesi hakkında konuşmayalım ve

konuşmamış olalım). Ancak düşünür, her şeyi olmuş ve olan her şeyi tartışılabilir kabul etmekte, dolayısıyla görevi olmayan bir adamdır — tabii sadece düşünür olduğu sürece. Düşünür olarak gerçeği görme ve söyleme yükümlülüğünü kabul etmeyecek ve bu duyguyu hissetmeyecektir. Sadece: Nereden geliyor? Nereye gitmek istiyor? diye soracaktır, ama bu sorulara bile şüpheyle

yaklaşacaktır. İyi ama bu, düşünürün bilgi toplarken kendisini gerçekten yükümlülük altında hissetmediği takdirde makine-

sinin doğru çalışmamasına neden olmayacak mıdır? Öyleyse

burada makine aracılığıyla incelenmesi düşünülen aynı ÖğeIsıtma aracı olarak kullanılmalıdır. - Formül şöyle olabilir: Varsayalım ki gerçeği anlama yükümlülüğüvardır; gerçek bu durumda herhangi bir başka yükümlülük açısından nasıl nitelendirilirdi? - Ama varsayıma dayanan bir yükümlülük duygusu da tam bir çelişki değil midir?

44. Ahlakın basamakları. - Ahlak, öncelikle cemaatin varlığını sürdürmesi ve yok olmasını engellemek için kullanılan bir araçtır. Ayrıca cemaati belli bir seviyede ve belli bir kalitede muhafaza etmek için kullanılır. Motifleri korku ve umuttur, hem de ters, tek taraflı ve şahsi olana karşı eğilim ne kadar güçlü ise o denli sert, güçlü ve kaba bir korku ve umut. Daha yumuşak 42

Gezgin ile Gölgesi

araçlar herhangi bir etki yaratamadığı ve iki türde varlık sürdürmeye başka türlü ulaşılamadığı sürece, en korkunç korku araç-

ları kullanılmalıdır (aralarında en güçlüleri, ebedi bir cehennem olan diğer tarafi yaratmaktır). Ruha işkence edilen yerler ve bu işi yapacak cellatlar olmalıdır. Ahlakın diğer basamakları, dolayısıyla yukarıda tarif edilen amaca ulaşmak için kullanılacak diğer

araçlar, bir Tanrının emirleri (tıpkı Musa'nın yasası gibi); ayrıca

mutlak bir yükümlülük anlayışının “yapmalısın” diye biten başka ve bundan daha yüksek emirleridir. — Tüm bunlar kabaca inşa edilmiş, ama geniş basamaklardır, zira insanlar henüz ayaklarını daha ince ve dar basamaklara basmayı öğrenememişlerdir. Yanına ayrıca eğilim, haz ve nihayet sağduyu ahlakı eklenir — ki bu, ahlakın düşsel motiflerini aşmış ama insanlığın uzun süreler boyunca başka bir erdemesahip olmaması gerektiğini belirlemiştir.

45.

Ölçüsüzlerin ağzında merhamet ahlakı.-Kendilerine yeterince hâkim olamayan ve ahlakı sürekli olarak büyük ve küçük şeylerdealıştırma yapılmış kendine hâkimiyet ve kendini aşma olarak tanımayan kişiler, ister istemez kafası olmayıp,sadece kalp ve yardımsever ellerden oluşmuşa benzeyen içgüdüsel ahlakın iyı merhametli ve iyi niyetli duygularını yüceltmeye yöneleceklerdir. Hatta diğerinin akılcı ahlakına şüpheyle yaklaşıp, onun ahlak anlayışını herkesin ahlak anlayışı haline getirmek işlerine bile gelecektir.

46. Ruhun lağımı." - Ruh da pisliklerini boşaltabileceği belirli lağımlara sahip olmalıdır: Kişiler, durumlar, sınıflar veya 11 Kluku, embriyonda arka bağırsağın genişlemiş son bölümüdür. Öte yandan “Cloaca Maxima, dünyanın en son kanalizasyon (Antik Roma)sistemlerinden biridir ve “en büyük lağım” anlamına gelmektedir.(Çev. n.)

42

Bir Nevi Huzur ve Durgunluk

anavatan ya da dünya veya nihayet —iyice kibirli olanlar için

(sevgili modern “pesimistlerimizden” bahsediyorum)- Tanrı bu

görevi görür.

47. Bir nevi huzur ve durgunluk. - Huzurunun ve durgunluğunun, korkudan bir adım öne, arzudan da bir adım geri gidemeyen ve gözlerini sanki ağzıymış gibi açan bir köpeğin kasap dükkânı önündeki huzuruna ve durgunluğuna benzememesine dikkat et.

48. Nedensiz yasak. - Nedenini anlamadığımız veya kabul etmediğimiz bir yasak, sadece inatçı olanlar için değil, bilgiye susamış olanlar için de neredeyse bir emirdir. Bu yasağın neden verildiğini anlamak için bir denemeye değer diye düşünülür. Dekolag'taki gibi ahlaki yasaklar sadece boyun eğdirilmiş aklın

çağına uygundur. Bugün “Öldürmemelisin” veya “Zina yapma-

malısın” gibi bir yasak, hiçbir neden verilmeden konulduğu takdirde, yarardan çok zarar getirecektir.

49. Karakter tasviri. - Kendisi hakkında: “Çok kolay hor görürüm, ama hiçbir zaman nefret etmem. Her insanda mutlaka saygı gösterilmeye layık bir şey bulurum ve ona bu yüzden saygı gösteririm. Sözde sevimli özellikleri beni hiç çekmez” diyebilen, nasıl bir iınsandır.

00. Merhamet ve horgörme. - Birine merhamet gösterildiğinde bir korku objesi olmaktan çıktığı için, merhamet bir nevi 43

Gezgin ile Gölgesi

hor görmenin işareti olarak hissedilir. İnsanın kendini beğenmişlık duygusu bile yeterli olmayıp, aksine ruhun öne çıkışı ve korku salması arzu edilebilecek tüm duyguların en büyüğünü sağlarken, denge seviyesinin altına düşülmüştür. Bu nedenle gösterilen merhametin nasıl değerlendirildiği bir sorundur ve bencil olmayanın neden övüldüğü açıklanmalıdır: temelde ya hor görülür ya da hilebaz olarak ondan korkulur.

ol. Küçük olabilmek. - Çiçeklere, çimlere ve kelebeklere, boyu onları geçmeyen bir çocuk kadar yakın olunmalıdır. Biz yaşlılar onların boyunu geçtiğimizden, onlara ulaşmak için onların seviyesine inmek zorundayız; bu nedenle çimenlerin, sevgimizi gösterdiğimizde bizden nefret ettiklerini düşünüyorum. - Bütün iyiliklerden pay almak isteyenler, bazı zamanlarda küçük olmayı da bilmelidir.

o2. Vicdanın içeriği.— Çocukluk yıllarımızda, hayran olduğumuz veya korktuğumuz kişiler tarafından sürekli olarak talep edilen tek

şey vicdanımızın içeriği id. Öyleyse “Neden?” diye sormayan zorunluluk duygusu (“bunu yapmalıyım, bunu yapmamalıyım”) vicdandan kaynaklanıyor. - Bir olayın “çünkü” ve “bu yüzden”lerle gerçekleştiği tüm durumlarda insan vicdan olmadan hareket etmektedir, ancak henüz ona karşı değil - Otoritelere karşı duyulan inanç vicdanın kaynağı olduğundan, vicdan insanın göğsünde Tanrının sesi değil, insanın içindeki bazı başka insanların sesidir.

v3. Tutkuları aşmak. - Tutkularını aşan insan, ormanlara ve bataklıklara hükmeden kolonist gibi, dünyanın en korkunç bölüd4

Hizmet Etme Becerisi

müne sahip olmuştur. Bundan sonraki aslı görevi, bastırılan tutkuların toprağına iyi tinsel eserlerin tohumunu atmak olmalıdır. Tutkuları aşmak sadece bir araçtır, hedefdeğil. Bu şekilde bakılma-

dığı takdirde, boşalmış derin toprakta birçok yabani ot ve şeytanca

şey yetişir ve kısa bir süre sonra eskisinden de gür ve çılgın olur.

04. Hizmet etme becerisi. — Pratik diye adlandırılan tüm insanlarda hizmet etme becerisi vardır. Bu onları ister kendileri, ister başkaları için pratik hale getirir. Robinson, Cuma'dan da iyı bir hizmetçiye sahipti: Crusoe.

v0. Dilin tinsel özgürlük için tehlikesi. — Her söz bir oönyargıdır.

v6. Tin ve can sıkıntısı. - “Macar, can sıkıntısı duyamayacak kadar tembeldir” özdeyişibizi düşündürür. Ancak en hassas ve en faal hayvanlar can sıkıntısı hissedebilirler. - Büyük bir şair

için ayıplama (kınamal, Tanrının yaradılışın yedinci gününde duyduğu can sıkıntısıdır.

7. Hayvanlarla ilişkilerimiz. - Ahlakın oluşumu, hayvanlara karşı davranışlarımızda gözlenebilir. Yarar ve zarar olma-

yan yerlerde hiçbir sorumluluk duygusu göstermeyiz. Örneğin

böcekleri öldürür veya yaralar ya da yaşamalarına izin veririz ve

genelde bunu yaparken hiçbir şey düşünmeyiz. Öylesine sakarız kı, çiçeklere ve küçük hayvanlara karşı terbiyeli davranışlarımız 45

Gezgin ile Gölgesi

bile öldürücüdür; yine de bu, onlardan aldığımız hazzı azaltmaz. - Bugün küçük hayvanların bayramı, yılın en sıcak günüdür. Etrafımızda her yerde böcekler gezinir ve bizler, istemeyerek ama aynı zamanda dikkat de etmeyerek, bir orada, bir burada küçük bir solucanı ve kanatlı bir böceği ezeriz. — Hayvanlar bize zarar veriyorsa, her halükârda onları yok etmeye çalışırız. Kullandığımız araçlar kimi zaman aslında istemesek de yete-

rince acımasızdır. Bu, düşüncesizliğin acımasızlığıdır. İşimize yarıyorlarsa, onları sömürüyoruz, ta ki yeni bir bilgelik bize kimi hayvanların başka bir muameleye tâbi tutulmalarının, yani bakılıp yetiştirilmelerinin daha yararlı olduğunu öğretene kadar. Sorumluluk ancak o zaman başlar. Ev hayvanlarına işkence etmekten sakınırız. Biri kendi ineğine karşı acımasız davrandığında, diğeri ne zaman bir suç işlese, ortak yararın tehlikeye gireceğini düşünen primitif topluluk ahlakına uygun olarak kızar. Toplulukta bir suçu keşfeden birey, bunun kendisine de dolaylı olarak zarar getireceğinden korkar. Bizlerse ev hayvanlarına iyi davranılmadığını gördüğümüz takdirde, etin, tarımın ve trafık araçlarının kalitesinden endişe duyarız. Ayrıca hayvanlarına kaba davranan kişi, zayıf, eşit olmayan ve intikam alamayacak durumda olan insanlara karşı da kaba davranabileceği şüphesini uyandırmaktadır. Bu kişi, ince gurura sahip olmayan, asaletten uzak kabul edilir. Böylece ahlaki değerler ve duygular yaklaşımı başlar. En büyük katkıyı da bundan sonra batıl inançlar yapar. Kimi hayvanlar, insanların bakışları, sesleri ve hareketleri ile kendilerini onların yerine koymaya tahrik eder

ve kimi dinler, hayvanları insan ve Tanrı ruhlarının mekânları haline getirirler. Bu nedenle hayvanlarla daha dikkatli davranılmasını, hatta onlara karşı kutsal bir çekingenlik duyulmasını tavsiye ederler. Bu batıl inançlar ortadan kalktıktan sonra bile bunların uyandırdığı duygular etkilerini sürdürürler, olgunlaşırlar ve yeşerirler. — Hıristiyanlık bilindiği gibi bu açıdan zavallı

ve geriye giden bir din olduğunu kanıtlamıştır. 46

Yeni Oyuncular

v8.

Yeni oyuncular. - İnsanlar arasında ölümden daha bayağı bir şey yoktur; ikinci sırada doğum gelir, zira ölen her şey doğmaz; üçüncüsırayı da evlilik alır. Yine de bu küçük trajikomediler, sayısız ve sayılamayacak kadar çok olan gösterilerinde her seferinde yeni oyuncular tarafından temsil edilirler ve bu nedenle sürekliilgili seyircileri vardır; halbuki tam tersine dünya tyatrosunun tüm seyircisinin bunlardan bıkmış bir şekilde kendilerini çoktan asmış olacağını düşünürüz. Seyircilerin hâlâ var olması esere değil, yeni oyunculara bağlıdır.

v9. “Dik kafalılık” nedir? — En kısa yol, her zaman en düz

yol değil, rüzgârın ruhumuzun yelkenlerini şişirdiği yoldur.

Denizcilerin öğretisi böyledir. Bu öğretiyi takip etmemek dik kafalılıktır: Karakterin sağlamlığı bu durumda aptallıkla kirletilmiştir.

60. “Kendini beğenmişlik” kelimesi. - Biz ahlakçıların uzak durulması gerektiği yönünde tavsiyede bulunamadığımız bazı kelimelerin, kendi içlerinde insanın en yakın ve en doğal duygularının lanetlendiği bir dönemden kalma bir nevi ahlak sansürüne sahip olmaları rahatsızlık vericidir. Böylece toplumun dalgalarında ne olduğumuz değil, ne olarak kabul edildiğimizle, ya çok iyi bir rüzgâra sahip olduğumuza ya da karaya saplandı&ımıza dair temel düşünce -toplum açısından gösterdiğimiz her faaliyette dümen görevini görmek zorunda olan düşünce- genel

olarak “kendini beğenmişlik”, “kibir” (vanitas) kelimesi ile adlan-

dırılır ve mühürlenir, yani en dolu ve en çok içeriğe sahip olan bir şey, boşluğu ve hiçliği nitelendirilen bir terimle; büyük bir şey en asgari olanla, hatta karikatürün fırça izleriyle adlandırılır. 47

Gezgin ile Gölgesi

Çaresiz, böyle kelimeler kullanmak, ama kulaklarımızı da eski alışkanlıkların fısıltılarına kapatmak zorundayız.

61.

Türk kaderciliği. — Türk kaderdiliğinin en temel hatası, insanı ve kaderi iki ayrı şey olarak karşı karşıya getirmesidir:

İnsan, kaderine karşı koymaya, onu engellemeyeçalışabilir, ama

kader her zaman zaferi kazanacaktır, der; bu nedenle en mantıklısı boyun eğmek veya keyfe göre yaşamaktır. Gerçekte ise her insan kendi içinde bir parça kaderdir; belirtilen şekilde kadere karşı koyduğunu sandığında, kaderi de yaşamış olur. Mücadele

sadece bir hayal olduğu gibi, kadere boyun eğmek de bir hayal-

dir; tüm hayaller kadere dahildir. - Çoğu insanın iradenin esaretine dair öğretiye karşı duyduğu korku, Türklerin kaderciliğine

karşı korku duyduğudur.İnsanın, hiçbir şeyi değiştiremeyeceği

için, geleceğin önünde zayıf, boyun eğmiş ve ellerini bağlamış bir şekilde duracağını ya da önceden belirlenmiş olanın artık daha kötü olamayacağından emin olduğu için, huysuzluğundan

dolayı dizginleri elinden bırakacağını düşünürler. İnsanın aptal-

lıkları, tıpkı akıllılıkları gibi kaderin bir parçasıdır. Kadere karşı duyulan inanç da kaderdir. Sen, zavallı korkak, gelecekteki her

şey için Tanrıların üzerinde duran Moira'nın” ta kendisisin;iyilik

de sensin, lanet de, en azından en güçlünün bile elini kolunu bağ-

layan prangasın. İnsan dünyasının tüm geleceği senin içindedir; kendinden korkman hiçbir işe yaramaz.

62.

Şeytanın avukatı. - “İnsan, kendine verdiği zararla akılla-

nır, başkalarının verdiği zararla iyi olur” — tüm ahlakı merhamete vetüm entelektüelliği insanın izolasyonuna dayandıran tuhaf felsefe budur; böylece bu felsefe bilinçsiz olarak tüm dünyevi 2 Kader, kısmet, baht. (Çev.n))

48

Ahlaki Karakter Maskeleri

zararlılığın yöneticisidir. Zira merhamet için acı, izolasyon ve diğerlerinin hor görülmesi gereklidir.

63. Ahlaki karakter maskeleri. - Sınıfların karakter maskelerinin, sınıfların kendisi gibi kesin çizgilerle belirlendiği dönemlerde ahlakçılar da ahlaki karakter maskelerini mutlak kabul edip, onları bu şekilde çizmek gibi bir hataya düşebilirler.

Örneğin Moliöre, Kral XIV. Lui toplumunda yaşayan bir kişi ola-

rak anlaşılabilir; bugünün geçişli ve orta sınıflı toplumunda ise dâhi bir müşkülpesent olarak kabul edilirdi.

G4. En asil erdem.- Yüceinsanlığın ilk döneminde cesaret; ikinci döneminde adalet; üçüncü döneminde ölçülülük ve dördüncü döneminde bilgelik, erdemler arasında en asili olarak kabul edilirdi. Biz hangi dönemde yaşıyoruz? Ya sen hangi dönemde yaşıyorsun?

65. Önce gerekli olanlar. - Sinirine ve intikam duygusuna hâkim olamayıp, başka bir şeyin hâkimi olmaya çalışan insan, hiçbir koruma tedbiri almadan vahşi bir nehrin yanına tarla açan çiftçi kadar aptaldır.

66.

Gerçek nedir? - Schwarzerd:8 “İnsanlar, inançlarını kaybedip, tüm sokaklarda ararken, inancı vaaz eder - hem de en kötü 13 Philip Schwarzerd Melanchthon (1497-1560). Protestanlığın kurucusu bir reformist (Çev.n)

49

Gezgin ile Gölgesi

şekilde!” — Luther: Bugün tam bir me>k gibi konuşuyorsun, kardeşim! — Schwarzerd: “Ama bu düşmanlarının düşünceleridir ve

bunu senin üzerinde kullanıyorlar.” — Luther: Öyleyse şeytanın

gerisinden çıkan bir yalandı.

67. Zıtlıkların alışkanlığı. - Detaylı olmayan genel gözlem, doğada zıtlıkların değil, sadece derece farklılıklarının olduğu

yerlerdebile karşıtlık görür (örneğin “sıcak ve soğuk” gibi). Bu kötü alışkanlık, iç doğamızı, yani tinsel ve ahlaki dünyamızı da bu gibi

zıtlıklara göre anlamaya ve ayırmayaiter bizi İnsanların duygu-

ları arasına öylesine çok acı, kibir, sertlik, yabancılaşma ve soğukluk karışmıştır kı, geçişlerin yerine zıtlık görmeye başlarız.

68. Affedebilir miyiz? - Ne yaptıklarını bilmiyorlarsa, onları

nasıl affedebiliriz! Affedilecek bir şey yoktur ki. - İyi de insan her zaman tam olarak ne yaptığını bilir mi? Böyle bir şüphe olduğu sürece de insanların birbirlerini affetmesi için hiçbir zaman bir neden yoktur ve affetmek mantıklı olan için mümkün değildir. Son olarak: Suçlular gerçekten ne yaptıklarını bilseydiler — bizler de sadece suçlama ve cezalandırma hakkına sahip olduğumuzda onları affetme hakkına sahip olurduk. Ama bu haklara sahip

değiliz.

69. Mutat utanç. - Bize “hak etmediğimizi” düşündüğümüz bir

şey sunulduğunda neden utanç duyarız? Sanki ayak basmama-

mızgereken kutsal veya çok kutsal bir yere ayak basmışız; ait olmadığımız ve dahil edilmek istemediğimiz bir alana girmişiz gibi hissederiz kendimizi. Ama buraya başkalarının yanılgısı 00

En Beceriksiz Eğitmen

ile getirilmiş oluyoruz. Şimdi kısmen korku hissediyor, kısmen saygı duyuyor, kısmen de hayretler içinde kalıyoruz, zira kaçalum mı, yoksa kutsal bakışların ve bize gösterilen teveccühün tadını mı çıkartalım, bilmiyoruz. Tüm utanca rağmen bu, kutsallığı bizim tarafımızdan bozulan veya bozulma tehlikesi altında bulunan bir gizemdir. Bütün teveccühler utanç yaratır. -— Ama

zaten hiçbir zaman hiçbir şeyi “hak etmediğimizi” göz önünde bulundurarak, kendimizi Hıristiyanların genel bakışı çerçevesinde bu görüşe kaptırdığımızda, utanç duygusu insanca bir hal alır; Tanrı sanki böyle bir insanı sürekli kutsamakta ve ihsanını ona göstermektedir. Hıristiyanların bu yorumundan başka, Tanrıya inanmayan, ancak tüm faaliyetlerin ve karakterin sorumsuzlurgunu ve hak etmemezliğini savunan bilge de mutat utanç duyabilir; eğer ona sanki bir şeyi hak etmiş gibi davranırsak, kendini bir şeyleri hak eden ve gerçekten özgür olup, kendi isteklerinin ve becerilerinin sorumluluğunu taşımasını bilen daha yüce bir karakter düzenine itilmiş gibi hisseder. Kendisine “hak ettin” diye seslenenler, ona sanki “sen insan değilsin, Tanrısın,” diyorlarmış gibi görünürler.

10. En beceriksiz eğitmen. - Birinde itiraza yatkın ruhunun toprağına gerçek erdemlerinin tümü ekilmişken, bir başkasının da onaylamaya yatkın ruhunun toprağından ziyade, “hayır”

diyememeye yatkın ruhunun toprağına ekilmişlerdir. Üçüncüsü ahlakının tamamını yalnız gururundan, dördüncüsü de güçlü

iletişim dürtülerinden almıştır. Şimdi de beceriksiz eğitmenler ve tesadüflerden dolayı bu dördünde de erdemin tohumlarının, en büyük ve en kalın toprak kabuğuna sahip olan doğalarının toprağına ekilmemiş olduğunu varsayalım: Ahlakları olmayan

ve rahatsızlık veren zayıfinsanlar olurlardı. İyi ama en beceriksiz eğitmen ve bu dört kişinin felaketine sebep olan kişi kim olabi-

ol

Gezgin ile Gölgesi

lir? Tabii ki iyinin sadece iyiden ve iyi topraktan yeşerebileceğine inanan ahlak fanatiği.

71 İhtiyatın yazı tarzı.- A: Herkes bunu bilse, çoğu için zararlı

olurdu. Bu görüşleri, bizzat tehlike altında olanlar için tehlike

olarak adlandırıyorsun ve bunları yine de kamuoyunaaçıklıyorsun? B: Ben, ne ayaktakımı, ne kamuoyu, ne de herhangi bir partinin beni okumak isteyebileceği gibi yazıyorum. Dolayısıyla bu

görüşler hiçbir zaman kamuyaait olmayacaktır. A: İyi ama, nasıl yazıyorsun? B: Ne yararlı, ne de rahatlatıcı - en azından saydığım bu üçüiçin değil

72. Tanrısal misyonerler. - Sokrates de kendini Tanrısal bir misyoner gibi hissediyordu, ama bu konuda bile felaket getirici ve kibirli terimi yumuşatacak kadar nükteli bir ironi ve şaka yapma zevkihissedilebilir, onu anlamıyorum. Sokrates, bu konudan takdis edilmeden bahseder: Freni ve atı gösteren resimleri sade ve hiç de papazca değildir ve karşı karşıya kaldığına inandığı, Tanrıyı yüzlerce kez doğruyu söyleyip söylemediğine dair denemekten oluşan asıl dini görev, misyonerin Tanrının yanı başına geçtiği cüretkâr ve özgür düşünceli bir hareketi gösterir. Tanrının denenmesi; dindarlık ve tinin özgürlüğü arasında bugüne kadar düşünülebilen en ince uzlaşmalardan biridir. — Artık bu uzlaşmaya gerek bile duymuyoruz.

73.

Dürüst ressamlık. - Kiliseye (para verecek durumda oldugu sürece) çok değer veren, ancak aynı dönemin birçok sanat02

Dua

çısı gibi, kilisesinin inancına dair konulara çok az önem veren Raffaello, kendisine sipariş verenlerin iddialı ve kendinden geçirici dindarlıklarını bir adım bile takip etmemiştir; hatta istısnal bir resim olan ve dini bir geçit töreni için kullanılması

düşünülen Sikstinli Meryem Ana (The Sistine Madonna) tasvirin-

de bile dürüstlüğünü muhafaza etmiştir. Bu tasvirle bir vizyonu çizmekistemiştir, ama öyle bir vizyonki, “inançsız” genç ve asil erkeklerin bile sahip olabileceği bir vizyon, daha doğrusu gelecekte kucağında onların ilk çocuğunu taşıyan zeki, asil ruhlu, sessiz ve çok güzel eşlerinin vizyonunu. Dua etmeye ve tapınmaya alışık olan daha yaşlılar, bu tasvirde sol taraftaki yaşlı adam gibi, insanüstü bir şeye tapsınlar. Raffaello, sanki biz

daha genç olanların, sağ tarafta pervasız ve hiç de kendini ada-

mış gibi durmayan gözlerle: “Bakın! Anne ve çocuğu — güzel ve davet edici bir görüntü değil mi” diye soran kıza bakmamızı istiyor. Bu yüz ve bakış, tasviri seyredenlerin yüzlerindeki sevinçte kendini gösteriyor. Tüm bunları yaratan sanatçı, bu şekilde kendi kendinden haz alıyor ve kendi sevincini, sanatını seyredenlerin sevincine katıyor. — Bizzat inanmadığı bir ruh halini tasvir etmek istemeyen dürüst Raffaello, bir çocuk başının “Mesih” görüntüsüyle dindar seyircilerini bir şekilde aldatmıştır. O, tabiatın sıkça ortaya çıkan bir cilvesini; çocuk başındaki erkek gözünü, yani sorunu gören cesur ve yardımsever adamın gözünü resmetmek istemiştir. Bu göze bir de sakal alttir; bu sakalın burada eksik olması ve buradaikifarklı yaşın tek bir yüzde görülmesi, dindarların mucizelere duydukları ınanca dayanarak yorumladıkları paradokstur, tıpkı sanatçıların da yorumlama ve tefsir etme sanatından bunu bekledikleri

gibi.

74. Dua. - Dualar -eski zamanların henüz tamamen ortadan

kalkmamış ananeleri— sadece iki şart altında mantıklıdır: Tan3

Gezgin ile Gölgesi

rıyı belirlemek veya düşüncelerini tersine çevirmek mümkün olduğu takdirde ve dua eden, neye gereksinim duyduğunu ve gerçekten ne istediğini biliyorsa. Diğer tüm dinler tarafından kabul edilip, alışkanlık haline getirilen her iki şart, Hıristiyanlık tarafından inkâr edilmiştir. Buna rağmen Tanrının bilge ve koruyucu bir mantığı olduğuna dair inancına dayanarak duaları muhafaza etmişse, ki dualar bu nedenle tam aksine mantıksız, hatta Tanrıya karşı bir küfür haline gelmişlerdir — bu konuda da hayranlık uyandıran yılan kurnazlığını ortaya çıkartmıştır; zira açık bir “dua etmeyeceksin” emri, Hıristiyanları can sıkıntısından dolayı Hıristiyanlığın dışına itmiş olurdu. Hıristiyanların

“ora et labora” (dua et ve çalış) ilkesinde “ora” eğlencenin yeri-

ni tutar: Ve “labora”dan kendilerini esirgeyen zavallılar, “ora” olmasaydı ne yaparlardı, ah o azizler! - ama Tanrı ile sohbet etmek, ondan kendi işlerine yarayacak kimi şeyler istemek ve böylesine mükemmel bir babaya sahipken, dahanasıl isteklerde bulunabileceğiyle biraz alay etmek - işte bunlar azizleriçin iyi bir icattı.

79. Kutsal yalan.“ - Arria'nın, son nefesinde söylediği yalan (Paete, non dolet), ölenlerin son nefeslerinde söyledikleri tüm gerçekleri karartır. Ünlü olan tek kutsal yalandır bu; kutsallığın kokusu genelde sadece yanılgıların üzerine siner.

76. En gerekli havari.-Onıki havarlarasında birinin her zaman taştan olması gerekir ki onun üzerindeyeni kilise kurulabilsin.

14 Roma sanatçısı Poetus, İmparator Claudius tarafından intihar etmeye zorlanır. Kerr

disini öldürecek cesareti bir türlü bulamayan Poetus'un karısı Arria, hançeri kaparak

göğsüne saplar. Korkak eşine, “Poete acımıyor ki.” diyerek hançeri ona uzatır.(Çev. n) 04

Fani Olan Nedir: Tin mi, Beden mi?

77. Fani olan nedir: Tin mi, beden mi? - Hukukı, ahlaki ve dini konularda dışarıdan görünenler, yani töreler, hareketler ve seremoniler her zaman daha sürekli olur: Bu, her zaman yeni bir ruhun eklendiği bedendir. Kült, her seferinde kesin bir metin gibi sürekli yeniden yorumlanır. Terimler ve duygular sıvı olan; törelerse katı olandır.

78. Hastalık olarak hastalığa duyulan inanç. - Şeytanın resmini ancak Hıristiyanlık, dünyanın duvarına yapmıştır; günahı ancak Hıristiyanlık dünyaya getirmiştir. Buna karşılık sunduğu ilaçlara duyulan inanç, temellerine kadar sarsılmıştır; ama bunu öğreten ve yayan hastalığa duyulan inanç hâlâ sağdır.

79. Dindarların yazıları ve konuşmaları. - Konuşan ve

yazan papazın tarzı ve genel ifadesi, dindar insanı ilan etmiyor-

sa, din hakkında ve onun din lehine görüşlerini ciddiye almak gerekmiyor. Tarzından anlaşılacağı üzere, en Tanrıtanımaz insan gibi içinde ironiyı, kibri, haseti, nefreti ve ruh hallerinin tüm firtnalarını ve değişimlerini barındırıyorsa, onlar mal sahibi için de güçsüz hale gelmişlerdir — öyleyse okuyucuları ve dinleyicileri için kim bilire ne denli daha zayıf olacaklardır! Kısacası, onları daha az dindar yapmaya yarayacaklardır.

80. Kişinin içindeki tehlike. —- Tanrı ne denli kişi olarak

görüldüyse, ona o denli az sadık kalındı. İnsanlar, düşüncelerin-

deki resimlere en sevdikleri sevgililerin karşı olduğundan bile daha sadıktırlar. Bu nedenle kendilerini devletleri, kilise ve Tanrı 20

Gezgin ile Gölgesi

için feda ederler - ama ancak kendiürünleri, kendi düşünceleri olarak kaldığı ve aşırı derecedekişisel olarak kabul edilmedikleri sürece. Fazla kişiselleştiği takdirde, onunla sürekli olarak kavga etmeye başlarlar: ne de olsa en dindarın ağzından bir gün mutlaka “Tanrım, beni neden terk ettin!” cümlesi çıkar.

81. Dünyevi adalet. - Herkesin tamamen sorumsuz ve masum olduğuna dair bir öğretiyle dünyevi adaleti yerinden oynatmak mümkündür ve bu yönde denemeler yapılmıştır bile, hem de tam tersine herkesin tamamen sorumlu ve suçlu olduğuna dair bir öğreti temelinde. Dünyevi adaleti ve yargılama ile cezalandırmayı dünya üzerinden kaldırmak isteyen Hıristiyanlığın kurucusudur. Zira her türlü suçu “günah”, yani dünyaya küfür değil, Tanrıya küfür olarak algılıyor ve diğer taraftan herkesi en geniş anlamıyla ve neredeyse her yönden günahkar kabul ediyordu. Ancak suçlular, kendilerine eşit olanların yargıçları

olamazdı: Dürüstlüğü ona bunu söylüyordu. Öyleyse dünyevi adaletin tüm yargıçları onun gözünde yargıladıkları suçlular

kadar suçluydular ve yüzlerindeki masumiyet ifadesi ona ikiyüzlü ve riyakâr görünüyordu. Ayrıca faaliyetlerin başarısına değil, nedenlerine bakıyor ve sadece tek bir kişiyi nedenleri

değerlendirecek kadar zeki görüyordu: kendisini (ya da kendi ifadesiyle: Tanrıy1).

82. Veda ederken duyulan heyecan. - Bir partiden veya dinden ayrılmak isteyen, ona artık itiraz etmesi gerektiğini düşünür. Ama bu biraz fazla kibirli bir düşüncedir. Gerekli olan sadece onu bugüne kadar hangi kelepçelerin bu partiye veya dine bağladığını ve artık bağlamadığını ve hangi amaçların onu oraya götürdüğünü ve bu amaçların artık başka bir yöne doğruldukla26

Mesih ve Hekim

rını bariz bir şekilde görmesidir. Bir partinin veya dinin tarafına katı idrak nedenlerinden dolayı geçmeyiz: Bu nedenle ondan ayrıldığımızda da bunu gösteriş haline getirmemeliyiz.

83. Mesih ve hekim. - Hıristiyanlığın kurucusu, insan ruhunu tabii ki tanıyan biri olarak, en büyük eksiklikleri ve önyargılara ve ruhun hekimi olarak evrensel bir tıbba duyulan rezil ve acemice inanca düşkündür. Kullandığı yöntemler kimi zaman her acıyı, dişi çekerek yok etmeye çalışan dişçiye benzer; sanki duygusallıkla: “Gözün seni rahatsız ediyorsa, kopar gitsin” tavsiyesinde bulunarak mücadele edebilecekmiş gibi. - Ancak aralarındaki fark, dişçinin en azından hedefine ulaşması, yani hastasının acı duymamasını sağlayabilmesidir; tabii buna öylesine acemice bir şekilde ulaşır ki, gülünç hale düşer; her tavsiyeye uyan ve duygusallığını öldürdüğünü sanan Hıristiyan ise yanılır. Duygusallığı ürkütücü ve vampire benzer bir şekilde yaşamaya devam eder ve ona en korkunç maskelere bürünerek işkence eder.

84, Tutsaklar.- Bir sabah hapishanenin çalışma avlusuna çıkmışlardır tutsaklar, gardiyan yoktur ortalıkta. Kimileri her zamanki gibi hemen işlerinin başına gitmişler; diğerleri tembel tembel durmuş ve meydan okurcasına etraflarına bakınmışlardır. Niha-

yet içlerinden biri öne çıkıp yüksek sesle: “İstediğiniz kadar

çalışın ya da hiçbir şey yapmayın: İkisi de aynıdır. Gizli komplo-

larınız ortayaçıktı; gardiyan sizi gece gizlice dinlemiş ve gelecek günlerde sizinle ilgili korkunç bir hükümde bulunacaktır. Onu bilirsiniz; sert ve kincidir. O yüzden dinleyin: Beni bugüne kadar hiç tanımadınız. Ben göründüğümden fazlasıyım: Gardiyanın oğluyum ve onun için her şeyim. Sizi kurtarabilirim, kurtarmak v7

Gezgin ile Gölgesi

istyorum; ama unutmayın ki sadece gardiyanın oğlu olduğuma inananları; diğerleri inanmamanın meyvelerini toplayabilirler,”

dedi. “Öyleyse,” dedi daha yaşlı bir tutsak biraz düşündükten

sonra, “Sana inanıp inanmamamız seni neden ilgilendiriyor? Gerçekten oğluysan ve söylediklerini yapabilecek güçteysen, hepimiz için konuş; bu gerçekten iyi niyetli bir davranış olurdu. Ama inanmak ve inanmamak lakırdısını bir kenara bırak!” “Ve” dedi genç bir adam, “ben de inanmıyorum: sadece hayal görüyor. Bahse girerim ki, sekiz gün sonra hâlâ burada oluruz ve gardiyanın hiçbir şeyden haberi olmaz.” “Biliyorsa bile artık bilmiyordur!” dedi avluya yeni çıkan son tutsak, “gardiyanın az önce aniden öldü.” - “Haydi bakalım!”, diye bağırmayabaşladı birçoğu, “Haydi bakalım, sevgili oğul, sevgili oğul, hani bizim mirasımız? Şimdi de senin esirlerin miyiz?” — “Size dedim” dedi diğeri, “Bana inanan herkesi özgür bırakacağım, elbette babamın hâlâ hayatta olduğundan emin olduğum sürece.” - Esirler gülmediler, ama omuz silkip, onu yalnız bıraktılar.

85. Tanrının takipçileri. — Sayısız insanın ezelden beri lanetlendiğine ve bu güzel dünya planının Tanrının görkemini göz önüne serecek.şekilde düzenlendiğine dair düşünceyi Paulus ortaya atmış, Calvin üzerinde düşünmeye devam etmiştir. Buna göre cennet ve cehennem ile insanlık —- Tanrının kendini beğenmişliğini tatmin etmek için vardır! Bu düşünceyi ilk veya ikinci olarak ortaya atanın ruhunda nasıl doymak bilmez bir kendini beğenmişlik yatmış olmalı! Paulus demek yine Saulus olarak kalmıştır —- Tanrının takipçisi!

86. Sokrates. - Her şey iyi giderse, ahlaki açıdan kendimizi akla

uygun bir şekilde desteklemek için İncil'den ziyade Sokrates'in 28

İyi Yazmayı Öğrenmek anılarını ele alacağımız ve Montaigne ile Horatius'un, en sade ve en daimi arabulucu bilgin olan Sokrates'in anlaşılması için öncü ve rehber olarak kullanılacakları zaman gelecektir. Temelde farklı mizaçların yaşam tarzları olup, akıl ve alışkanlıklarla belirlenmiş ve uçları yaşam sevincine ve kendilerine yöneltilmiş farklı felsefi yaşam tarzlarının tüm sokakları yine Sokrates'e çıkar. Bundan, Sokrates'in en tuhaf yanının tüm mizaçlara katılması olduğu sonucunu çıkartabiliriz. — Sokrates, Hıristiyanlığın kurucusuna karşı, insanın en iyi ruh halini temsil eden ciddiyetin neşeli tarzını ve yaramazlıklarla dolu bilgeliğini göstermektedir. Ayrıca en büyük kavrama yetisine sahiptir.

87. İyi yazmayı öğrenmek. - Şehir kültürlerinin dönemi geçtiği için, iyi konuşma dönemleri de geçti. Aristoteles'in büyük şehirlere tanıdığı son sınır —yani tellalın, toplanan cemaate sesini hâlâ duyurabilecek durumda olması- işte bu sınır, halkları aşarak anlaşılmak isteyen bizi, bu şehir cemaatlerini ne denli ilgilendirmiyorsa, o denli ilgilendirmemektedir. Bu nedenle Avrupa düşüncesine sahip olan herkes,iyi ve gittikçe daha iyi yazmayı öğrenmek zorundadır: kötü yazı yazmanın ulusal bir imtiyaz olarak kabul edildiği Almanya'da doğmuş olsa bile bu hiçbir işine yaramaz. Daha iyi yazmak, daha iyi düşünmek; sürekli olarak aktarılabilecek bir şeyler yaratmak ve bunları diğerlerine aktarmak; komşuların dillerine çevrilebilecek gibi olmak; dilimizi öğrenen yabancılar tarafından anlaşılabilir olmak; bütün iyiliklerin toplumun ortak malı haline gelmesi ve özgür olanların tüm özgürlüklere sahip olmasını sağlamak için çalışmak ve nihayet, iyi birer Avrupalının en büyük görevleri olacak şeylerin henüz uzak olan durumunu hazırlamak anlamına gelir. Bu büyük görev, dünya kültürünün tamamını yönetmek ve denetlemektir. — Aksini, yani iyi yazmak ve iyi okumak için

çaba gösterilmesi gerekmediğini söyleyenler —her iki erdem

09

Gezgin ile Gölgesi

birbirleriyle büyür ve birbirleriyle azalır- halklara ancak daha

fazla ulusal olabilecekleri bir yol göstermiş olur. O, bu yüzyılın

hastalığını çoğaltır ve iyi Avrupalıların düşmanı ve özgür tinlerin düşmanıdır.

88.

En iyi üslup öğretisi. - Üslup öğretisi, okuyucuya ve dinleyiciye her ruh halini aktarabileceğimiz ifadeyi bulma öğretisi; ayrıca bir insanın en çok isteyebileceği, dolayısıyla başkalarına en çok anlatınak ve aktarmak isteyebileceği ruh halini yansıtacak ifadenin; yani tutkularını aşmış olup, gönülden duygulanan, ruhen sevinen, aydınlık ve dürüst ınsanın ruh halinin öğretisidir. En iyi üslup öğretisi budur: Kendisi de iyi insanlara benzer.

89. Gidişe dikkat etmek. - Cümlelerin gidişatı yazarın yorulup yorulmadığını gösterir: Tek bir ifade buna rağmen, kendisi ve daha öncesi için; yazarın bu düşünceye kapıldığı zamanda yaratıldığı için hâlâ güçlü ve iyi olabilir. Aynı durum, yorulduğu zaman çoğu kez dikte eden Goethe için de geçerlidir.

90. Bu kadar ve hâlâ.- A: “Almanca düzyazı henüz gençtir. Goethe, düzyazının babasının Wieland” olduğunu iddia eder.” B: Bu kadar genç ve daha şimdiden böylesine çirkin! C: “Ama, bildiğim kadarıyla daha önce Piskopos Ulfilas© Almanca düzyazı yazardı; öyleyse yaklaşık bin beş yüz yıllıktır.” B: Bu kadar eski ve hâla böylesine çirkin! 15 Christoph Martin Wieland (1733-1813), Alman şairi (Çev. n) 16 Aryan-Germen Hıristiyanlığının kurucusu. (Çev. n.) 60

Orijinal Almanca

91. Orijinal Almanca. - Hiçbir kalıba göre oluşturulmayan ve Almanların zevkinin orijinal bir ürünü olarak kabul edilebilen Almanca düzyazı, gelecekteki orijinal Alman kültürünün avukatlarına, kalıpları taklıt etmeden gerçek Alman ulusal giysisinin, Alman neşesinin, Alman oda takımlarının ve Alman öğle yemeğinin nasıl olacağına dair ipuçları verebilir. - Uzunca bir süre bu olasılıklar üzerinde düşünen biri, nihayet büyük bir korku içinde şöyle haykırmıştır: “Tanrı aşkına, belki de bu orjinal kültüre sahibizdir — sadece kimse bundan bahsetmek istemiyordur.”

92. Yasak kitaplar. - En iğrenç sapkınlıklara, yani mantıklı paradoksa sahip olan kendini beğenmiş ukalaların ve kafası karışıkların yazdığı hiçbir şeyi okumamalıyız: zira mantık şekillerini tam da her şeyin temelde cüretkâr bir şekilde doğaçlama oldu-

&u ve hava üzerine kurulu olduğu yerde kullanırlar. (“Öyleyse”,

diyorlar, “eşek okuyucu, senin için bu öyleyse -ama kuşkusuz benim için”- buna aldıkları cevap: “Seni eşek yazar, ne için yazı-

yorsun öyleyse7?”)

93. Esprili olmak. - Esprili olmak isteyen herkes, bunun tam karşıtına da yeterince sahip olduğunu gösterir. Esprili Fransızla-

rın en iyi düşüncelerine bir tür “dedain” |yerici tutuml takınmaları, olduklarından daha zengin görünme amacından kaynaklanmaktadır: Ağzına kadar dolu hazinelerden yapılan bağışlardan yorgun düşmüş bir vaziyette rahat bir şeklide hediye etmek istiyorlar. 6l

Gezgin ile Gölgesi

94. Alman ve Fransız edebiyatı. -Son yüz yılın Alman edebiyatının ve Fransız edebiyatının bahtsızlığı, Almanların Fransız ekolünden çok erken ayrılmaları —- ve Fransızların Almanların ekolüne çok erken girmeleri olmuştur.

95. Düzyazımız. - Şimdiki kültür halklarının hiçbiri, Almanlar kadar kötü bir düzyazıya sahip değildir. Nükteli ve şımartılmış Fransızlar: Alman düzyazısı yoktur, diyorlarsa — aslında kızmamalıyız, zira bunu hak ettiğimizden daha kibar söylemişlerdir. Nedenlerini aradığımızda, Almanların sadece doğaçlama düzyazıyı bildikleri ve başka bir düzyazıdan haberdar bile olma-

dıkları sonucuna varıyoruz. İtalyanların, düzyazının bir hey-

keltıraş için çıplak güzelliği giyinik güzelliğe kıyasla daha zor resmedebilmesi gibi, düzyazının da şiirden daha zor olduğunu söylediğini duyduğunda, buna inanmakta zorluk çeker. Mısra, imge, ritim için çaba harcamak gerekir —- bunu Alman da anlar ve doğaçlama şiire özel bir değer vermeye meyilli değildir. Amabir sayfa düzyazı üzerinde bir heykel üzerinde çalışır gibi çalışmak mı? - Sanki kendisine masallar diyarından bir masal anlatılıyormuş gibi hisseder.

96. Büyük üslup. - Güzel olan, devasa olana karşı zafer kazandıında büyük üslup oluşur.

. 97. Yol değiştirmek. - Vasat bir yazarın aynı konuyu anlatırken, ister istemez hangi ifadeyi kullanabileceğini bilmiyorsak, mükemmel tinlerin ifadelerinde ve üsluplarındaki inceliğin 62

Ekmek GibiBir Şey

nasıl oluştuğunu da söyleyemeyiz. Zira her büyük sanatçı, eserlerini yönetirken yol değiştirmeye ve yoldan çıkmaya meyilli görünür - ama devrilmez.

98. Ekmek gibi bir şey. - Ekmek,tüm diğer yemeklerin tadını nötralize eder, onu yok eder. Bu nedenle her uzun yemekte mut-

laka bulunması gerekir. İçlerinde farklı etkilerin var olmasını sağlamak için sanat eserlerinde de ekmek gibi bir şey bulunmalıdır; yani ara sıra dinlenip ara vermeden birbirini takip ederek, çabuk yorulan ve direnci sağlayan ve böylece uzun bir sanat yemeğini imkânsız kılan şeyler.

99. Jean Paul. - Jean Paul çok şey biliyordu ama bilimi bilmiyordu; sanat dallarında birçok hüneri vardı ama sanatı yoktu; neredeyse her şeyden tat alıyordu ama zevki yoktu; duygu ve ciddiyete sahipti ama bir şeyi tadacağı zaman üzerine gözyaşı çorbasını dökerdi; evet, onda espri vardı — ama açlığına bakılırsa az geliyordu: Bu nedenle okuyucusunu esprisizliği ile çaresizliğe sürüklüyordu. Bir bütün olarak bakıldığında, Jean Paul, Schiller ve Goethe'nin hassas meyve tarlalarında bir gecede biten renkli ve ağır kokulu yabani otlar gibidir; rahat ve iyı bir insandı ama yine de bir felaketti — sabahlığı içinde bir felaket.

100. Zıtlıkların tadına varabilmek. - Geçmişten kalan bir eserin, o dönemde yaşayanlar gibi tadına varabilmek için, o dönem hâkim olay hakkında, karşı çıktığı tadı da bilmesi gerekır -dil üzerinde.

Gezgin ile Gölgesi

101. İspirto yazarlar. - Bazı yazarlar ne tindirler, ne de şarap, tamamen ispirtodurlar; alev alırlar ve ancak o zaman SI yayarlar.

102. Arabulucu duyu. - Tat duyusu, gerçek bir arabulucu duyu olarak, diğer duyuları birçok kez kendi görüşlerine ikna etmiş ve onlara kendi yasalarını ve alışkanlıklarını kazandırmıştır. Yemek sırasında sanatın en ince sırlarını öğrenebiliriz: Sadece neyin, ne zaman hoşagittiği ve tadının nasıl olup, ne kadar uzun süre hoşa gittiğine bakmak yeterlidir.

103. Lessing. - Lessing, gerçek bir Fransız erdemine sahiptir ve yazar olarak Fransız ekolünün en çalışkan öğrencisi olmuştur: sahip olduklarını vitrinde düzenlemesini ve sergilemesini çok iyi bilmektedir. Bu gerçek sanat olmadan, düşünceleri de tıpkı nesneleri gibi karanlıkta kalırdı ve toplum için kaybı

çok büyük olmazdı. Ama onun sanatıyla birçoğu (özellikle son nesil Alman aydınları) çok şey öğrendi ve birçok kişi de

bunlardan zevk aldı. - Gene de ondan bir şeyler öğrenenler, kavgacılık ve dürüstlük karışımı rahatsızlık verici konuşma tarzını almasalar da olurdu. “Şair” Lessing hakkında herkes şu anda hemfikirdir; oyun yazarı Lessing hakkında ise daha hemfikir olunacaktır.

104.

İstenmeyen okur. - Bir yere çarptıklarında mutlaka düşen ve bir yerlerini inciten hantal ve beceriksiz ruhlara sahip şu uslu okuyucular bir yazara ne kadar işkence ederler. 64

Şair Düşünceleri

105. Şair düşünceleri. - Gerçek düşünceler, gerçek şairlerde

Mısırlı kadınlar gibi, hep bir tülün (peçenin| arkasında saklıdır:

Sadece düşüncenin derin gözü tülün üzerinden özgürce bakar. - Şair düşünceleri, genelde kabul edildikleri kadar değerli değildirler: Tül ve kendi merakları için bir bedel de öder bu arada müşteri

106. Sade ve yararlı edebiyat. -Geçişler, yorumlar, heyecanların renk oyunları- Tüm bunlar, beraberimizde getirip, o da bize bir iyilik yaptığı takdirde kitabına aktararak yazara hediye ettiğimiz şeylerdir.

107. Wieland.- Wieland, herkesten daha çok Almanca yazardı ve ustalıkta yeterlilikleri olduğu gibi yetersizlikleri de vardı (Cicero'nun ve Lukianosun mektuplarının çevirisi en iyi Almanca

çevirilerdir); ama düşünceleri bize hiçbir şey anlatmaz. Ne neşeli

ahlaklılıklarını, ne de neşeli ahlaksızlıklarını taşıyamıyoruz: Her ikisi de birbirine uygun. Weiland'ın düşüncelerinin tadına varan-

lar muhtemelen bizden daha iyi insanlardı -ama aynı zamanda

böyle bir yazara gerek duyacak kadarda ağır ınsanlar.— Goethe,

Almanlar için gerekli değildi; bu yüzden onu kullanmasını da bilmiyorlar. En iyi devlet adamlarımızı ve sanatçılarımızı bir de bu açıdan inceleyelim: Hiçbiri Goethe tarafından yetiştirilmemiştir, - daha doğrusu yetiştirilememiştir.

108.

Nadir bayramlar. -Zorlama hissi, huzur ve olgunluk- tüm bu özellikleri bir yazarda buluyorsan, orada dur ve çölün ortasın65

Gezgin ile Gölgesi

da uzun bir bayram yap. Kendini uzun zaman bir daha böyle iyi hissetmeyeceksin.

109. Alman düzyazınının hazinesi. - Goethe'nin yazılarını, özellikle de en güzel Alman kitaplarından biri olan Eckermann ile sohbetlerini bir kenara bırakırsak, Alman düzyazı edebiyatından sürekli olarak yeniden okunmaya değer ne kalır ki? Lichtenberg'in aforizmaları, June-Stilling'in “Lebensgeschichte”” ilk kitabı, Adalbert Stifter'ın kitapları. “Nachsommer”8 ve Gottfried Keller'in “Teute von Seldwyla”? — şimdilik hepsi bu kadar işte.

110. Yazma ve konuşma stili. - Yazmasanatı, sadece konuşmacının kullanabileceği ifadelerin, daha doğrusu el kol hareketlerinın, vurgulamaların, tonların, bakışların yerine konulacak yedek parçalara ihtiyaç duyar. Bu nedenle yazma stili, konuşma stilinden farklı ve çok daha zordur: Çok az şeyle diğeri kadar anlaşılır olmak ister. Demosthenes, konuşmalarını bizim okuduğumuzdan farklı bir şekilde sunuyordu. Okunabilmeleri için onları tekrar elden geçirmiştir. —Cicero'nun konuşmaları da aynı amaçla önce demosthenesleştirilecekti: Şimdi içlerinde okuyucunun katlanabileceğinden daha fazla Roma forumu vardır.

111 Alıntı yaparken dikkat. - Genç yazarlar, iyi ifadenin ve iyi düşüncenin sadece kendi eşitleri arasında iyi durduğunu ve çokiyi bir alıntının birçoksayfayı, hatta bir kitabın tamamını, okuyucuya: “Dıkkatet, esas değerli taş benim; etrafımdaki her şey kurşun17 Hayat hikâyesi. (Çev.n) 18 Yazsonu. (Çev.n)

19 Seldwyla halkı (Çev.n) 66

Yanılgıları Nasıl Söyleriz?

dan; adi ve bayağı kurşundan” diye seslenerek mahvedebilece-

ğinin farkında değildirler. Her kelime, her düşünce sadece kendi toplumunda yaşamak ister: Seçkin üslubun ahlakı budur.

112. Yanılgıları nasıl söyleriz? - Yanılgıların kötü mü, yoksa en iyi gerçekler gibi söylenmesinin mi daha zararlı olduğu tartışılabilir. Kesin olan bir şey vardır, o da ilkinde kafaya iki yönde zarar verdikleri ve çok daha Zor çıkartılabıldikleridir; ama tabii ki ikincisindeki kadar etkili değildirler; daha az bulaşıcıdırlar.

113. Sınırlamak ve büyütmek. - Homeros, konunun kapsamını sınırlamış, küçültmüş, ama sahnelerin gelişmesini ve büyümesini sağlamıştır. — daha sonraki trajedi yazarlarıda aynı yolu takip etmektedirler; hepsi konuyu kendinden önce gelenden daha küçük parçalar halinde ele alır, ama sınırlandırılmış ve etrafına çit çekilmiş bu bahçelerin içinde, daha büyük bir çiçek zenginliği yaratır.

114. Edebiyat ve ahlaklılık kendini anlatırsa.- Yunan edebiyatını kullanarak,nasıl farklı yollara saptığını ve neden zayıfladığını gösterebiliriz. Tüm bunlar, temelde Yunan ahlakının gidişatını ve her bir ahlak anlayışının nasıl yürüyeceğini gösterir. Böylece önce nasıl bir baskı, daha sonra nasıl bir sertlik gösterip, gittikçe yumuşadığını ve nihayet belirli hareketlere, belirli konvansiyonlara ve şekillere karşı haz duyulmaya başlandığı ve bundan da yine nasıl bunları tek başına kullan-

ma ve onlara tek başına sahip olma eğiliminin ortaya çıktığı; 67

Gezgin ile Gölgesi

yolun rakiplerle nasıl dolup taştığı; nasıl doyum noktasına ulaşıldığı; mücadelenin ve hırsın yeni nesnelerine nasıl başvurulduğu; eskilerin nasıl tekrar canlandırıldığı ve oyunun nasıl sürekli olarak tekrarlandığı ve dairenin tamamı gezildiği için seyircilerin nasıl yorgun düştüğü ortaya çıkar. - Ardından bir duraklama, nefes verme süreci başlar: Dereler kumda kaybolmaya başlar. Ve son gelir; en azından bir son.

115. Hep sevinç yaratan bölgeler. - Bu bölge, bir resme yakışan bir görüntüye sahiptir ama formülünü bulamıyorum; bir bütün olarak ona erişemiyorum. Gönlümü sürekli olarak ısıtan tüm manzaraların farklı olmalarına rağnen geometrik bir çizgi şemasına sahip olduklarını keşfediyorum. Böyle bir matematiksel madde olmasa, hiçbir bölge sanatsal açıdan sevinç yaratamaz. Belki de bu kural, insanlara bir denklem gibi uygulanmasını sağlıyordur.

116. Yüksek sesle okumak. - Başkasına okumayı bilmenin önşartı, sunmayı bilmektir; her yerde donuk renkler kullanılacaktır, ama bu donukluğun dereceleri, sürekli gözümüzün önünde bulunan ve bizi yöneten, dolu ve derin boyalı temel resme, yani aynı partinin sunumuna uygun hassas orantılar halinde belirlenecektir. Öyleyse sunuma da hâkim olunmalıdır.

117. Dramatik duyu. - Sanatın daha hassas dört duyusuna sahip olmayanlar, her şeyi en kaba olan beşinci duyuyla anlamayaçalışır; yani dramatik duyuyla. 68

Herder

118.

Herder.- Herder, hakkında söylenenler (ve söylenmesini istedikleri) değildir. O, büyük bir düşünür ve keşif ve ormanın tazeliğine sahip kullanılmamış bir güce sahip yeni, verimli bir toprak değildir. Yine de havayı en yüksek derecede koklayabilecek kavrayışa sahipti; mevsimin ilk meyvelerini diğerlerinden önce görür ve koparırdı. Diğerleri de bu nedenle meyveleri bizzat yetiştirdi&ini düşünürlerdi. Tini, aydınlık ve karanlık ile yaşlılık ve gençlik arasında bir yerlerde gezinir ve orada bir avcı gibi, geçişlerin, eğimlerin, yer sarsıntılarının ve içten taşmaların ve var olmaların

gerçekleştiği yerde pusuya yatardı. İlkbaharın huzursuzluğu onu dolaşmayaiterdi ama ilkbaharın kendisi değildi! - Bunu çok erken tahmin etmeye başlamıştı ama yine de buna inanımak istemiyordu. O, hırslı bir papaz olarak, zamanının Hayalet Papası olmayı ne çok istiyordu! En büyük ıstrabıydı bu. Bilindiği kadarıyla uzun yıllar birkaç krallığın, hatta bir dünya imparatorluğunun taht varisi olarak yaşamıştı ve kendisine inanan birçok taraftarı vardı, ki genç Goethe'de bunların arasındaydı. Ama taçların gerçekten dağıtıldığı yerlerden nihayetelleri boş dönerdi. Kant, Goethe ve ilk gerçek Alman tarihçiler ve filologlar, hakkı olduğunu düşündüğü -kimi zaman en derinlerde hakkı olmadığını düşündüğü- şeyleri hep elinden alıyorlardı. Ne zaman kendinden şüphe duymaya başlasa, etrafını asalet ve heyecan sarardı. Bunlar genelde birçok şeyi saklayan, kendisini kandıran ve teselli eden elbiselerdi. Heyecanı ve ateşi vardı ama hırsı bunlardan da büyüktü! Hırsı sabırsız bir şekilde ateşi körüklüyordu ve alevlenmesine, çıtırdamasına ve tütmesine neden oluyordu -zaten Herder'in tarzı da alevlenmekte, çıtırdamakta ve tütmektedir- ama istediği o büyük alev hiçbir zaman ortaya çıkmamıştır! Hakiki yaratanların masasında oturmuyordu. Kendisi ve hırsı, mütevazı bir biçimde her şeyden asıl tat alanların arasında oturmasına müsaade etmiyordu. Bu nedenle huzursuz bir misafir ve Almanların yarım asırda dünyanın ve zamanın tüm bölgelerinde topladıkları tinsel tarihin çeşnibaşısı olmuştur. Hiçbir zaman tam olarak doymayan ve sevinmeyen 69

Gezgin ile Gölgesi

Herder ayrıca sık sık hastalanırdı. Böyle zamanlarda kıskançlık, yatağının başına oturur ve yağcılık da hasta ziyaretlerinde bulu-

nurdu. Üzerine yaralı ve özgür olmayan bir şeyler yapışıp duygusu oluşur.

206. Niyetleri unutmak. - Seyahati düşünürken genelde hedefi unutulur. Neredeyse her meslek, bir amaca araç olmak üzere seçilir ve başlanır ama amaç olarak devam ettirilir. Niyetleri unutmak, görülen en sık aptallıktır.

207. Fikrin güneş yolu. Bir fikir ufuktan yeni doğarken, ruh genelde soğuktur. Fikir ancak zamanla sı geliştirir ve en sıcak

olduğu (yani en büyük etkisini gösterdiği) zaman, bu fikre duyu-

lan inanç düşüşe geçmeye başladığı zamandır.

208. Herkesi karşısına almak. - Biri çıkıp da şimdi: “Benim tarafımda olmayan, bana karşıdır,” deme cesaretini gösterse, hemen herkesi karşısına alırdı. — Çağımızın özelliklerinden biri. 22 İnsanlık haysiyetini incitme suçu. (Çev. n) 104

Zenginlikten Utanç Duymak

209. Zenginlikten utanç duymak. - Çağımız, sadece tek bir tip zengini kaldırabiliyor, o da zenginliğinden utanç duyanları. Biri hakkında “çok zengin” denildiğini duyduğurmuzda, hemen sanki iğrenç şişkinlikleri olan bir hastalık, bir yağ veya su inmesi gördüğümüzdekine benzer bir duygu hissederiz. Tiksintimizi hissetmememesi için böyle bir zenginle irtibat kurmak için tüm insanlığımızı toparlamak zorunda kalıyoruz. Ancak zenginliğiyle övünmeye başladığı takdirde, duygularımıza insani mantıksızlığın bu kadar yuksek derecesine karşı acımayla dolu bir hayret hissi karışır. Ellerimizi gökyüzüne kaldırıp, haykırmak gelir içimizden: “zavallı ucube, fazla yük yüklenen, yüz kat zincirli, her saatin huzursuzluk getirdiği ya da getirebileceği; eklemlerinde yirmi halkın her olayı titreyen insan; bu durumda kendini rahat hissettiğine bizi nasıl kandırabilirsin! Bir yerde göründüğün zaman, bunun senin için, sana sadece soğuk bir nefret veya yılışkanlık ya da sessiz alaydan başka bir şey taşımayan bakışlar altında bir tür kor üzerinde yürümek gibi olduğunu biliyoruz. Senin için bir şeyler edinmek, başkaları için olduöundan daha kolay olabilir ama bu sevinç yaratmayan gereksiz bir edinimdir veedindiklerini muhafaza etmen, şu anda zorluklar altında her türlü edinimden daha zordur. Sürekli kaybettiğini için, sürekli acı çekiyorsun. Sana her seferinde yeni suni kan vermeleri ne işine yarıyor. Sürekli ensende duran kan emiciler bu yüzden sana daha mıaz acı veriyorlar! - Ama senin için, değersiz olmamak adına zengin olmamak çok zor, belki de imkânsızdır. Muhafaza etmek zorundasın, yeniden edinmek zorundasın. Mizacının eğilimi üzerindeki boyunduruktur - bu yüzden bizi kandırmaya çalışma ve taşıdığın boyunduruk yüzünden gerçekten utanç duy, çünkü temelde ruhundan bıkmışsın ve onu taşımaya layık değilsin. Bu utanç itibarını zedelemez.” 105

Gezgin ile Gölgesi

210.

Kendini beğenmişlikte aşırılık. - Öylesine kendini beğenmiş insanlar vardır ki, resmen hayranlık duydukları büyük birini ancak onu kendilerine giden bir ön aşama ve köprü olarak göstererek överler.

211.

Utanç toprağında. - İnsanların elinden bir düşüncesini almak isteyenler, bu düşüncenin aksini ispatlamak ve içindeki mantıksız kurdu çekip çıkartmakla yetinmeyip, meyveyi insanlar için iğrenç bir hale getirmek ve tiksinti duymalarını sağlamak için meyvenin tamamını pisliğin içine atar. Böylece genelde aksi ispatlanan düşüncelerde “üçüncü gün tekrar canlanmalarını” imkânsız hale getirmek için bir yol bulduklarını sanırlar. -Ama bu konuda yanılgıya düşer, zira pisliğin tam ortasında, utanç toprağı üzerinde düşüncenin tohumu kısa bir sürede yeniden açar. — Öyleyse tamamen yok etmek istediğiniz bir şeyi hiçbir zaman hor görmeyin, kirletmeyin; aksine düşüncelerin dayanıklı olduklarını hatırlayarak, saygılı bir şekilde tekrar tekrar dondurun. Böyle durumlarda geçerli olan prensip şudur: “Aksini 1spat, aksini ispat değildir.”

212.

Ahlakın kaderi. - Tinlerin bağlılığı azaldığı için, ahlak (ahlaki duygulara göre ırsi, geleneksel ve içgüdüsel hareket tarzı) da azalmaktadır ama erdemler, ölçülülük, adalet, ruh huzuru tek başına devam etmektedir -zira bilinçli ruhun en büyük özgürlüöü onu gayriühtiyari bu erdemlere iter ve onları yararlı oldukları için tavsiye eder. 106

Şüphenin Fanatiği ve Onun Teminatı

213. Şüphenin fanatiği ve onun teminatı. — Yaşlı: Muazzam olana cüret edip, insanları büyük çapta mı eğitmekisti-

yorsun? Teminatın nedir? —Pyrrhon: İşte teminatım budur: İnsanları kendime karşı uyaracağım; mizacımın tüm hatalarını açıkça kabul edeceğim ve acele ettiğim şeyleri, çelişkilerimi ve aptallıklarımı herkesin gözleri önüne sereceğim. Aranızda en düşük seviyede olanla aynı seviyeye gelene ve ondan daha aşağı bir seviyeye düşene kadar beni dinlemeyin diyeceğim onlara. Gerçek adına konuşana duyduğunuz tiksintiden dolayı gerçeğe direnebildiğiniz kadar direnin.

Üzerimde saygınlık ve ağırbaşlılığın en ufak parlaklığını bile gördüğünüz sürece sizi baştan çıkartıp, kandıracağım. -Yaşlı: Çok fazla söz veriyorsun, bu yükün altından kalkamazsın. -Pyrrhon: O zaman insanlara zayıf olduğumu ve vaat ettiklerimi yerine getiremeyeceğimi de söylerim. Ne kadar az saygın görünürsem, ağzımdan çıkan gerçeklere o kadar az güveneceklerdir. —-Yaşlı: Gerçeğe karşı şüphenin öğretmeni mi olmak istiyorsun? —-Pyrrhon: dünyada hiç görülmemiş bir şüphenin; herkese ve her şeye karşı şüphenin. Gerçeğe giden tek yol bu. Sağ göz, sol göze güvenmemeli ve ışık bir süreliğine karanlık anlamına gelmeli. Takip etmeniz gereken yol bu. Bu yolun sizi meyve ağaçlarına ve güzel çayırlara götüreceğini sakın

düşünmeyin. Üzerinde küçük kaba çakıllar bulacaksınız — işte gerçekler bunlar: Onlarca yıl boyunca yalan olduklarını bile bile aç kalmamak için yalanları avuç dolusu yutmak zorunda kalacaksınız. Kaba çakıllarsa tarlalara atılacak ve gömülecektir ve belki de bir gün hasat zamanı gelecektir. Bu hasat gününü kimse vaat etmemeli, meğer ki fanatik olmasın. -Yaşlı: Dostum! Dostum! Senin sözlerin de bir fanatiğin s6Zleridir! -Pyrrhon: Haklısın! Ben tüm sözcüklere karşı şüphe duymak istiyorum. -Yaşlı: O zaman susmak zorunda kalacaksın. —Pyrrhon: İnsanlara susmak zorunda olduğumuvesessiz107

Gezgin ile Gölgesi

liğimden şüphe duymak zorunda olduklarını söyleyeceğim.

—Yaşlı: Öyleyse girişiminden vazgeçiyorsun? -Pyrrhon: Daha fazlasını yapacağım; bana az önce geçmem gereken kapıyı gösterdin. —Yaşlı: Bilmiyorum: Hâlâ birbirimizi doğru anlıyor muyuz? -Pyırhon: Muhtemelen anlamıyoruz. -Yaşlı: Sen kendini anla yeter! -Pyrrhon: Arkasını döner ve güler. -Yaşlı: Ah dostum! Susmak ve gülmek; felsefenin tamamı artık bu mu? -Pyrrhon: En kötüsü olmazdı bu. —

214. Avrupalı kitaplar. - Montaigne, Larochefoucauld, Labruyeöre, Fontenelle (özellikle dialogues des morts)> Vauvenargues ve Champfort okurken, kendimizi antikçağa başka halkların altı yazarını okurken olduğundan daha yakın hissederiz. Bu altısı aracılığıyla eski zaman hesabının son yüzyıllarının ruhu tekrar canlanmıştır. Birlikte hâlâ devam eden büyük Rönesans zincirinin önemli bir parçasını oluştururlar. Kitapları, ulusal beğeni ve her kitabın sahip olup, bugün ünlü olabilmek için sahip olmak zorunda olduğu felsefe tonlarını aşar. Alman filozofların Kitaplarının toplamından daha çok gerçek fikir içerirler; üzerinde fikir yürütmeye teşvik eden fikirler ve - tanımın devamını getiremeyeceğim. Kısacası onlar bana göre kitaplarını yazdıkları ne çocuklar, ne de hayranlar, ne bakireler, ne Hıristiyanlar, ne Almanlar, ne de - listemi yine tamamlayamayacağım. Onlara bir övgüde bulunmak için söyleyebileceğim tek şey: Yunanca yazmış olsalardı, Yunanlılar tarafından da anlaşılırlardı. Buna karşın bir Platon bile en büyük Alman düşünürler, örneğin Goethe'den ya da Schopenhauer'den ne anlayabilirdi kı, yazı tarzlarına, daha doğrusu

yazılarındaki karanlığa, abartıya ve kimi zaman cılızlığa karşı duyacağı isteksizlikten gene hiç bahsetmekbile istemiyorum. 23 Ölüm konuşmaları (Çev.n))

108

Moda ve Modem

Alman düşünürler arasında bunlardan en az çeken yine Goethe ve Schopenhauer'dir ama yine de onlarda bile çokfazladır

(Goethe, bir düşünür olarak bulutu olması gerekenden daha sık sarmıştır ve Schopenhauer, nesnelerin arasında gezmektense, nesnelerin denklemleri arasında gezmeyi tercih eder ve

bunun cezasını da çeker). — Tüm bunlara kıyasla bir de Fransızların yaydığı aydınlığa ve kibar belirginliğe bir bakın! Bu

sanatı, en nazik kulaklı Yunanlılar bile onaylardı hatta Fransızların ifadeye kattıkları espriye hayran olup, bayılırlardı. Kendileri de bu konuda çok güçlü olmasalar da, böyle bir şeyi çok severlerdi.

215. Moda ve modern. - Bilgisizliğin, kirliliğin ve batıl inancın hâlâ kol gezdiği; trafiğin yavaş, tarımın fakir ve papaların kudretli olduğu yerlerde, milli kıyafetler de hâlâ kullanılır. Bunların karşıtlarının bulunduğu yerlerde ise moda hüküm sürer.

Öyleyse moda bugünün Avrupa'sının erdemlerinde mevcuttur. Gerçekten de bu, erdemlerin gölgesi midir? — Öncelikle artık

modaya uygun olup, mıillilikten uzak olan erkek giysileri, bu giysileri taşıyan kişi aracılığıyla Avrupalının artık ne birey, ne

de bir sınıfa ve halka ait biri olarak göze batmak istediğini; bu

gibi kendini beğenmişlikleri bilerek bastırmayı kural haline getirdiğini; çalışkan olduğunu ve giyinip, süslenmek için çok fazla zamanı olmadığını; kumaşlarda ve katlarındaki tüm değerli şeyleri ve abartıları işi ile bağdaştıramadığını ve nihayet, hâlâ mevcut olan mılli giysilerden en çok arzu edilen ve hüküm süren yaşam konumları olarak eşkıyalar, çobanlar veya askerler hemen anlaşılırken, giysileriyle Avrupalı olarak yakın durduğu veya durmak istediği daha bilgin ve tinsel mesleklere işaret ettiğini anlatır. Erkek modasının bu karakteri içerisinde ayrıca genç erkeklerin, züppelerin ve aylakların yani Avrupalı olarak henüz olgunlaşmamış olanların kendini beğenmişlilerinden kaynakla109

Gezgin ile Gölgesi

nan küçük dalgalanmalar vardır. - Avrupalı kadınlar ise daha da az olgunlaşmış olduklarından, bu dalgalanmalar daha da büyüktür. Milli giysileri de istemedikleri gibi, kıyafetlerinden Alman, Fransız veya Rus olarak tanınmaktan nefret ederler ama birey olarak göze çarpmak isterler. Ayrıca kıyafetlerine bakarak hiç

kimse dahasaygın bir sınıfa (“iyi” veya “yüksek” ya da “büyük” dünyaya) ait olduklarına dair şüphe duymamalıdır. Bu sınıfa

artık ait olmadıkları veya çok az ait oldukları için de bu açıdan insanları daha da kendileri için kazanmayaçalışırlar. Daha yaşlı olduğu izlenimini bırakıp, değerini düşürebileceği için genç kadın, daha yaşlı kadının giydiği hiçbir şeyi giymek istemez. Daha yaşlı olanı ise daha genç kıyafetlerle insanları mümkün olduğunca kandırmak ister. Bu rekabetlerden dolayı ister istemez asıl genç yönü bariz ve taklit edilemeyecek derecede olan yeni modalar oluşmak zorunda Kalır. Genç kadın sanatçıların yaratıcı ruhu, bir süreliğine gençliği açık seçik bir biçimde sergiledikten sonra ya da bütün gerçeği söylemek gerekiyorsa, daha eski saray kültürlerinin ve henüz var olan ulusların ve maskeli

tüm dünyanın yaratıcı ruhuna danışıldıktan ve İspanyollar,

Türkler ve Eski Yunanlılar güzel eti sahneye koymak üzere bir araya getirildikten sonra, aslında her zaman kendi avantajlarını kullanmadıklarını ve erkekleri etkilemek için, gizli bedenle yapılan saklambaç oyununun çıplak ve yarı çıplak dürüstlükten çok daha başarılı olduğunu anlayıverirler. Zevkin ve kendini beğenmişliğin çarkı birden ters yönde dönmeye başlar. Biraz daha yaşlı olan genç kadınlar nihayet zamanlarının geldiğini düşünürler ve dünyanın en tatlı ve aynı zamanda en tuhaf yaratıklarının rekabeti yeniden başlar. Ancak kadınlar içten içe daha fazla olgunlaşıp, aralarında o güne kadar olduğunun aksine henüz olgunlaşmamış yaş sınıflarına öncelik tanımadıkça, kıyafetlerindeki dalgalanmalar o denli azalır ve süslerindeki abartı o denli

sadeleşir. Tabii bu kıyafetler antik örneklere, başka bir deyişle

Akdeniz kadınlarının kıyafetlerine göre değil, Avrupa'nın tin ve şekil yaratan dahisinin anavatanı saydığı bölgelerin, yani 110

Alman Erdemi

Avrupa'nın orta ve kuzey bölgelerinin iklim koşullarına göre

değerlendirilmelidir- Öyleyse olaya genel olarak baktığımızda,

modanın ve modern olanın karakteristik özelliği değişen değil, aksine milliyet, sınıf ve bireye özgü kendini beğenmişliklerinin geri çevrilmesidir, zira değişim henüz olgunlaşmamış Avrupalı erkekleri ve kadınları göstermektedir. Buna uygun olarak, güç ve zamandan tasarruf ettikleri için, Avrupa'nın bazı şehirlerinin ve bölgelerinin kıyafet konusunda diğerleri adına düşünmesini ve bir şeyler icat etmesini övmek gerekir, özellikle de şekillere yönelik anlayışın herkeste doğuştan var olmadığı göz önüne alı-

nırsa, Örneğin Paris'in bu dalgalanmalar var olduğu sürece, bu alanda tek icatçı ve yenilikçi olma unvanını talep etmesi, aşırı

hırs olarak görülmemelidir. Fransa'daki bir şehre duyduğu nefretten dolayı bir Alman başka türlü, örneğin Albrecht Dürer gibi giyinmek istiyorsa, bunun eskiden Almanların giydiği ama yine de Almanlar tarafından icat edilen bir giysi olmadığını unutmamalıdır — zira hiçbir zaman Almanı Alman olarak nitelendiren bir giysi var olmamıştır. Ayrıca bu kıyafetin içinde dünyaya nasıl bakacağını ve 19. yüzyılın çizgili ve kıvrımlı yazılarıyla dolu modern kafaların Dürertarzı bir kıyafete itiraz edip etmeyeceklerini düşünmelidir. - “Modern” ve “Avrupalı” terimlerinin neredeyse eşit anlamlı olarak kullanıldığı yerde, Avrupa terimi Asya'nın küçükyarımadasını kapsayan coğrafı Avrupa'dan çok daha geniş topraklar anlamına gelir. Kültürümüzün kardeş ülkesi olduğu için Amerika'da buna dahildir. Diğer taraftan, kültür terimi olarak “Avrupa” yine Avrupa'nın tamamını değil, sadece Yunanlılık, Romalılık, Yahudilik ve Hıristiyanlıkta ortak bir geçmişe sahip halkları ve bunların parçalarını kapsamaktadır.

216.

“Alman erdemi.” - Önceki yüzyılın sonlarından itibaren Avrupa'dan bir ahlaki uyanış akımının geçtiği inkâr edilemez. Erdem ancak o zaman tekrar canlandı. Yükselmenin ve 11

Gezgin ile Gölgesi

heyecanın baskısız hareketlerini bulmayı öğrendi; kendinden artık utanç duymuyordu ve kendini yüceltmek için felsefeler ve şiirler uydurmaya başladı. Bu akımın köklerine indiğimizde, karşımıza öncelikle Rousseau çıkar, ama yazılarının neredeyse mit haline gelmiş yazıları diyebiliriz- yarattığı duyguya ve bizZat verdiği ipuçlarına göre uydurulan ve mitos haline getirilen

Rousseau çıkar (o ve yandaşları hâlâ bu ideal figür üzerinde çalışmaktadırlar). Diğer kökü, Fransızların Rönesans akımını

layık bir biçimde devam ettirmek için kullandıkları büyük felsefi Romalılığın tekrar uyanışıdır. Antik şekilleri büyük bir başarı ile taklıt ettikten sonra, antik karakterleri taklit etmeye geçmişlerdir. Böylece daha yeni insanlığın hizmetine en iyi kitapları ve en iyi insanları veren bir halk olarak en büyük onurlara ilişkin haklarını dajma muhafaza edeceklerdir. Efsanevi Rousseau ve yeniden uyandırılan Romalılık ruhundan oluşan bir çifte ibret abidesinin daha zayıf komşuları üzerindeki etkileri özellikle Almanya örneğinde görülmektedir: Yeni ve hiç alışık olmadığı bir biçimde istek ve kendine hâkim olma ciddiyeti ve büyüklüğüyle karşı karşıya kalmanın bir sonucu olarak nihayet yeni edindiği erdem karşısında hayretlere düş-

müş ve bundan daha köklü ve doğal bir şey olamazmış gibi,

“Alman erdemi” terimini ortaya atmıştır. Fransızların teşvikiyle terbiyeli arzunun büyüklüğünüve bilincini kendilerine aktaran ilk büyük adamlar en azından dürüsttüler ve minnettarlıklarını unutımamışladır. Kant'ın ahlakçılığı -nereden geliyor? Her zaman yeniden hatırlatmaktadır: Rousseau'dan ve yeniden uyandırılan filozof Roma'dan. Schiller'in ahlakçılığı: aynı kaynak ve aynı kaynağın yüceltilmesi. Beethoven'in notalardaki ahlakçılığı: Rousseau, antık Fransızlar ve Schiller üzerine ebedi methiyeler bestelemiştir. “Genç Almanlar” ise minnettarlığı unutmuşlardı. Onların kulakları Fransızlara karşı duyulan nef-

rete dair vaizler verenlere yönelmişti, ki aynı Alman gençler,

bir süreliğine diğer gençlerde izin verilenden dahafazla bilinçle ön plana çıkmıştı. Babalarına ihtiyaç duydukları zamanlarda 112

Klasik ve Romantik

haklı olarak Schiller'in, Fichte'nin ve Schlejermacher'in yakınlıklarını arayabilirdi ama büyükbabalarını Paris'te, Cenevre'de aramak zorunda kalırlardı ve düşünceleri dar görüşlülük yaratıyordu, zira erdemin ancak otuz yaşında olduğuna inanıyorlardı. O dönemlerde “Alman” dendiği zaman, yanında erdemin de anlaşılması bir alışkanlık haline gelmişti — ve bugüne kadar da bu alışkanlık unutulmadı. — Buna ilaveten kısa bir not: Yukarıda bahsedilen ahlaki uyanış, kolayca tahmin edebileceğiniz gibi, ahlaki görüntülere dair anlayış için sadece dezavantajlar getirmiş ve gerici hareketlere neden olmuştur. Kant'tan 1ti-

baren tüm bu Fransız, İngiliz ve İtalyan kolları ve yan dalları

ile birlikte Alman ahlak felsefesi nedir? Helvetius'a karşı yarı teolojik bir suikast ve uzun ve yorucu mücadeleler sonuncunda elde edilen serbest görüşün veya en son ortaya attığı ve bir araya topladığı doğru yolu gösteren ipuçlarının geri çevrilmesidir. Helvetius, bugün bile Almanya'da hâlâ tüm iyi ahlakçılar ve iyi ınsanlar arasında en fazla hakaret edilendir.

217. Klasık ve romantik. - Gerek klasik, gerekse romantik düşünceli tinler — ki bu iki tür her zaman vardır - gelecek için bir vizyona sahiptirler; birinci türe ait olanlar çağlarının gücünden, sonuncular ise onların zayıflıklarından yararlanırlar.

218.

Öğretmen olarak makine. - Makine, kendisini örnek göstererek, insan kitlelerinin kişinin yapması gereken tek bir şey olduğu faaliyetlerde birbirine kilitlenmesini öğretir; yani parti organizasyonunun ve savaş yönetiminin örneğini verir. Buna karşın bireysel görkemi öğretmez. Birçoğunu alarak tek bir makine yapar ve her bir bireyden tek bir amaç için araç üretir. En geneletkisi, merkezileşmenin yararını öğretmektir. 13

Gezgin ile Gölgesi

219.

Yerleşik olmamak. - İnsanlar küçük şehirde yaşamayı severler ama Zaman zaman en yalnız ve bakir doğaya kaçma gereksinimi duyarız, özellikle de fazla şeffaflaştığında. Sonra da doğadan dinlenmekiçin büyük şehre gideriz. Büyük şehri birkaç kez içimize çekeriz -ve kupasının telvesini tahmin ederiz- ve başında küçük şehrin bulunduğu daire tekrar başlar. -Modern ınsanlar işte böyle yaşar: Diğer zamanlarda yaşayan insanlar gibi yerleşik olamayacak kadar titizdirler.

220. Makine kültürüne tepki. - En yüce düşünce gücünün ürünü olan makine, onları kullanan insanlarda sadece en aşağı düşüncesiz güçleri harekete geçirir. Bu esnada gerçekten de başka bir zaman uyur vaziyette olan büyük bir gücü serbest bırakır, ancak daha yükseklere çıkmaya, dahaiyisini yapmaya ve sanatçı olmayateşvik etmez. Faal ve tek tip haline getirir — bu da zamanla bir tepki; ruha değişiklik dolu bir tembelliğe susamayı öğreten çaresiz bir can sıkıntısı üretir.

221. Aydınlanma döneminin tehlikesi. - Yarı divane, rol kesen, hayvanca —gaddar, şehvet dolu olan her şey, kısacası topluca ihtilalin ana maddesini oluşturan duygusal ve kendi kendini coş-

turucu olup, (Fransız) ihtilalinden önce Rousseau'da beden ve tin

bulan her şey, haince coşkuyla fanatik başına bir de büyüleyici bir zafer coşkusu içinde parlamaya başlayan aydınlanmayı geçirmiştir; bu öyle bir aydınlanmadır ki, bu mizaca aslında çok yabancıdır ve kendi için hareket ederek, uzunca bir süre sadece bireylerin düşüncelerini değiştirmekle yetinerek, bulutların içinde tıpkı bir ışık huzmesi gibi sessizce süzülür ve halkların geleneklerini ve kurumlarını da yavaşça değiştirirdi. Ama şiddetli ve ani bir mizaca

bağlanan aydınlanma şimdi bizzat şiddetli ve ani bir hale gelmiştir. 114

Ortaçağda Tutku

Tehlikesi bundan dolayı büyük ihtilal hareketine kattığı kurtarıcı ve aydınlatıcı yararlılıktan daha da büyük hale geldi. Bunu anlayan, aydınlanma döneminin hangi karışımdan çekip çıkartılması ve hangı kirlenmelerden yola çıkarak açıklanması gerektiğini de bilir. Böylece kendi içinde aydınlanma eserini devam ettirebilir ve

ihtilali daha doğmadan boğup, hiç yaşanmamış hale getirebilir.

222. Ortaçağda tutku. - Ortaçağ, en büyük tutkuların çağıdır. Ne Antikçağ, ne de bizim zamanımızda ruhları bu kadar geniştir: Genişlikleri hiçbir zaman ne bu kadar büyüktü, ne de daha uzun birimlerle ölçülebilmişti. Barbar halkların vahşilikleri ve Hıristiyanlık için şehit olanların aşırı ruhsal, aşırı uyanık ve parlak gözleri, en çocuksu, en genç ve en olgunu, yaşlılıktan bıkmışlık, yırtıcı hayvanın kabalığı ve geç antik ruhun yumuşatılması ve sivrileştirilmesi — tüm bunlar o dönemde tek bir kişide sıkça bir araya gelirdi. Bu nedenle biri tutkularına kapıldığında mizacın akıntısı her zamankinden daha güçlü, girdabı daha karışık ve düşüşü daha derin olmalıydı. — Biz Yeniçağ ınsanları, o dönemlerde yapılan fedakârlıklarla yetinmek zorundayız.

223. Soymak ve tasarruf etmek. - Büyüklerin soygun yapabilmeyi, küçüklerin tasarruf yapabilmeyi umut ettikleri tüm tinsel hareketler ileri doğru giderler örneğin. Alman reformu da bu nedenle ileri gidebilmiştir.

224.

Neşeli ruhlar. İçki, sarhoşluk ve pis kokulu bir tür iğrençliğe uzaktan bile işaret edildiğinde, daha yaşlı Almanların ruhları 115

Gezgin ile Gölgesi

neşeyle doluyordu - diğer zamanlar yüzleri asıktı; ama orada bir nevi anlayışlı samimiyet buluyorlardı.

225. Abartılı Atina.- Atina'nın balık pazarı düşünürlerine ve şairlerine sahip olduktan sonra bile Yunan abartısı hâlâ Roma veya Alman abartısından çok daha idil ve nazik bir görüntüye sahipti. Juvenalis'in sesi orada boş bir borazan gibi duyulurdu; uslu ve neredeyse çocuksu bir kahkaha ona cevap verirdi.

226. Yunanlıların zekâsı. - Zafer kazanma ve üstün görünme duygusu doğanın aşılmaz bir parçası ve saygı ile eşitliğe duyulan sevinçten çok daha yaşlı ve köklü olduğundan, Yunan devleti spor ve sanattaki rekabeti Yunanlılar arasında bölmüştür yani bu dürtünün siyasi düzene herhangi bir zarar vermeden boşalabileceği bir meydanla sınırlamıştır. Spor ve sanattaki rekabet tamamen ortadan kalktıktan sonra, Yunan devleti iç karışıklıklara ve çözülmeye maruz kalmıştır.

227. “Ebedi Epiküros”.- Epiküros, kendilerini Epikürosçu olarak adlandırılanların aksine tanınmadan vefilozoflar arasında itibara sahip olmadan tüm zamanlarda yaşamıştır ve hâlâ yaşamaktadır. Kendisi bile adını unutmuştur; hayatında sırtından attığı en ağır yük adıdır.

228.

Üstünlüğün tarzı. - Alman üniversite öğrencilerinin konuşmatarzı olan öğrenci Almancasının kaynağı, daha ciddi 116

Gömülü Olanlar

akranları üzerine eğitim, ahlak,bilginlik, düzen, ölçülülük üzerindeki maskeleri kaldırıp, bu alanlardaki kelimeleri daha iyi, daha eğitimli olanlar gibi sürekli, ancak bakışlarında ve yüz ifadelerinde bir hainlikle ağızlarında geveleyerek üstünlük taslamaya çalışan, öğrenci olmayanlardır. Devlet adamları ve gazete eleştirmenleri de artık gayrlihtiyari bu üstünlük dilinde —-Almanya'da tek orijinal dil- konuşmaktadırlar. Bu dil, sürekli alaya bir alıntılamadan ve gözün huzursuz ve barıştan uzak sağa sola bakmasından oluşan bir tırnak işaretleri ve yüz buruşturma Almancasıdır.

229. Gömülü olanlar. - Gizli yerlere çekiliyoruz ama bugünün siyasi ve toplumsal durumları hoşumuza gitmiyormuş gibi şahsi bir hoşnutsuzluktan dolayı değil kendimizi geri çekerek, bugün bugün olarak kaldığı ve görevini bu şekilde devam ettirdiği sürece, kültürümüz için daha sonra gerekli olacak güçten tasarruf etmek ve daha fazla güç toplamak istediğimiz için. Sermaye toplamaya ve bunu güvence altına almaya çalışıyoruz amatıpkı çok tehlikeli zamanlarda olduğu gibi, toprağa gömerek.

230. Tinin tiranları. - Bizim zamanımızda, Theophrastas ve Moliere gibi, ahlaki bir yönün kesin birer ifadesi olan herkes has-

ta kabul edilir ve “sabit fikirli” olduğu söylenirdi. Üçüncü yüzyı-

lın Atina'sı, şayet oraya bir ziyaret yapabilseydik, sanki delilerin oturduğu bir yer gibi görünürdü. Şimdi terimlerin demokrasisi herkesin kafasında hüküm sürüyor -birçoğu birlikte efendiler sınıfını oluşturur; tek başına hüküm sürmek isteyen bir terim artık dediğimiz gibi “sabit fikir” olarak adlandırılmaktadır. Bu, tranları öldürme tarzımızdır tımarhanenin kapısını göstermek. 117

Gezgin ile Gölgesi

231.

En tehlikeli göç. - Rusya'da zekâ göçü vardır: İyi kitaplar okumak ve yazmak için sınır geçilir. Böylece ruhunu kaybeden anavatan, küçük Avrupa'yı yutmak isteyen Asya'nın gittikçe uzanan ağzı haline getirilir.

232. Devlet dalkavukları. - Krala gösterilen neredeyse dini

sevgi, Yunanlılarda krallık çöktükten sonra siyasete (Polis'el geç-

t. Ve bir terim, insandan dahafazla sevgi taşıyabıldiği ve seveni,

insanlar gibisık itmediği için (- insanlar ne kadar çok sevilirlerse

kimi zaman, artık sevgiyi hak etmeyecek kadar acımasız olurlar

ve gerçekten de bir yerde bir yarılma olur) siyasete ve devlete

gösterilen sevgi herhangi bir hükümdara gösterilen sevgiden çok

daha büyüktü. Yunanlılar, eski tarihin devlet dalkavuklarıydılar

- yeni tarihte yerini başka halklar almıştır.

233. Gözlerin ihmaline karşı. - İngiltere'de Times gazetesini

okuyan eğitimli sınıfın, on yılda bir görme yeteneğinin zayıfladığı kanıtlanabilir mi acaba?

234. Büyük eserler ve büyük inanç. - Biri büyük eserlere, çağdaşı da büyük eserlere duyulan inanca sahipti. Onlar ayrılmazdı ama görünüşe göre birincisi tamamen ikincisine bağlıydı.

235. Neşeli olan. - “Midem beni kaldıramıyor”, diyordu birisi, topluma olan eğilimini açıklamak için. “Toplumun midesi benimkinden daha güçlü; o beni kaldırıyor.” 118

Ruhun Gözlerini Kapatması

236. Ruhun gözlerini kapatması. - Hareketlerimiz hakkında düşünmekte deneyimli ve buna alışık olsak bile bir hareketi yapar-

ken (sadece mektup yazmak veya yemek ve içmek olsa bile) yine

de iç gözümüzü kapatmak zorundayız. Hatta, ortalama bir insanla

konuşurken, kapalı düşünür gözleriyle düşünmeyi bilmek zorundayız - öyle ki ortalama düşünceyeulaşabilelim ve anlayabilelim. Gözleri kapatmak, hissedilebilen ve iradeyle yapılabilen bir harekettir.

237. En korkunç intikam. - Bir rakipten intikam almak istiyorsak, elimize gerçekler ve haklılıklar geçip, onları ona karşı rahatlıkla koz olarak oynayabileceğimiz zamana kadar yani intikam almak, adaleti kullanmak anlamına gelene kadar beklememiz gerekir. En korkunç intikam türüdür bu, zira üzerinde temyize gidilebilecek hiçbir makam yoktur. Voltaire, Piron'dan tüm hayatı, faaliyetleri ve istekleri hakkında beş satır yazarak intkam almıştır; birçok kelime, birçok gerçek. Aynı şekilde

kral Büyük Frederik'ten de intikamını almıştır (kendisine Ferney'den yazdığı bir mektupta).

238. Lüks vergisi. —Dükkânlarda en gerekli şeyleri alırız ve orada satılan, ama nadiren alıcı bulan şeylerin- lüks ve arzuya bağlı mallarının -bedelini de ödemek zorunda olduğumuz için oldukça yüksek bir fiyat öderiz. Böylece lüks, onu kullanmayan sade bireye bile sürekli bir vergi uygulamaktadır.

239. Dilencilerin neden hâlâ yaşadıkları. - Tüm sadakalar sadece merhametten dolayı verilmiş olsaydı, dilencilerin

hepsi açlıktan ölürlerdi.

119

Gezgin ile Gölgesi

240. Dilencilerin neden hâlâ yaşadıkları. - En büyük sadaka veren, korkaklıktır.

241.

Düşünürün sohbeti nasıl kullandığı. - İyi görmemeyi, ancak kendini zaman Zaman gözden uzak tutmayı bilen

biri, dinleyici olmadan birçok şey duyabilir. İnsanlarsa sohbeti

kullanmasını bilmiyorlar. Kendi söylediklerine ve vermek istedikleri cevaplara çok fazla dikkat ediyorlar. Gerçek dinleyici ise kısaca cevap vermek ve sadece nezaket gereği bir şeyler söylemekle yetinmektedir; diğer taraftan karşısındakinin söylediklerinin tamamını, nasıl söylediğine dair tonlamaları ve hareketleri ile birlikte belleğine kaydedip götürmektedir. - Normal bir sohbet sırasında herkes asıl yöneticinin kendisi olduğunu düşünür; sankı

yan yana giden ve ara sıra birbirine hafifçe çarpan iki geminin,

komşu geminin kendisini takip ettiğine, hatta onu çektiğine inanmaları gibi.

242. Özür dileme sanatı. - Biri bizden özür dilediğinde bunu çok iyi yapmalıdır; aksi takdirde kendimizi kolayca suçlu gibi görebiliriz ve rahatsız edici bir duyguya kapılırız.

243.

İmkânsız ilişkiler. - Düşüncelerinin gemisi o kadar derin-

de yüzüyor ki bu nazik, terbiyeli ve anlayışlı insanların seviyesinde yüzmen mümkün değil. Çokfazla sığlık ve kum yığılması var: Kıvrılmak ve dönmek zorunda kalırsın ve sürekli olarak ne yapacağını şaşırırsın; diğerleri de kısa bir süre sonra ne yapacaklarını şaşırırlar — neden huzursuz olduğunu tahmin edemedikleri için.

120

Tilkilerin 'Tilkisi

244. Tilkilerin tilkisi. - Gerçek bir tilki, sadece erişemediği üzümlerin değil, ulaştığı ve başkalarının elinden aldığı üzümlerın de ekşi olduğunusöyler.

245.

En yakın ilişkiler. - İnsanlar ne kadar birbirine ait olurlarsa olsunlar, ortak ufukları dahilinde hâlâ dört yön vardır ve kimi zaman bunun farkına varırlar.

246. Tiksintinin suskunluğu. - Biri düşünür ve insan olarak büyük bir değişim geçirir ve bunu resmen açıklar. Ve dinleyicileri hiçbir şey anlamazlar! Onun hâlâ eskisi gibi olduğunudüşü-

nürler! — Bu genel tecrübe birçok yazarı tiksindirmiştir: İnsanların entelektüelliğine çok fazla değer vermişlerdir; yanıldıklarını anladıklarında ise sessiz kalmaya yemin ettiler.

247.

İş ciddiyeti. — Bazı zenginlerin ve asillerin işleri, çok uzun zamandır alışkanlık haline gelen istihrahat halidir. Bu nedenle işlerini, başka insanların çok nadir olan dinlenme zamanlarını ciddiye aldıkları kadar ciddiye alır ve sabır gösterirler.

248. Gözün ikili anlamı. - Nasıl ki ayaklarının altındaki sular birden pul misali bir ütremeye kapılırsa, insanın gözünde de kendimize: Bu bir titreme mi? Bir gülümseme mi? Yoksa ikisi birden mi? diye sorduğumuz ani güvensizlikler ve ikili anlamlar vardır. 21

Gezginile Gölgesi 249. Pozitif ve negatif. —- Bu düşünürün aksini ispat eden birine ihtiyaç duyma; o kendi kendine yeter.

250. Boş ağların intikamı. - Zorlu bir günden sonra ağları boş eve dönen balıkçının buruk duygularına sahip olan herkesten sakının.

251. Hakkını aramamak. - Gücü kullanmak çaba ister ve cesaret gerektirir. Bu nedenle birçoğu en doğal haklarını bile aramazlar, zira bu hak da bir nevi güçtür ve onlar bu hakkı kullanamayacak kadar tembel veya korkaktırlar. Bu hataların erdem örtüleri yardımseverlik ve sabırdır.

252. Işık taşıyıcıları. - Doğuştan tatlı kediler güneş ışığını beraberinde getirmeseler, toplumda hiç güneş ışığı olmazdı. Benim burada kastettiklerim nazık ınsanlardır.

258. En merhametli olduğumuz an. - İnsan az önce övgü almış, biraz da yemek yemişse, en merhametli anındadır.

254.

Işık hakkında. - İnsanlar, daha iyi görmek için değil, daha parlak görünmek için ışığa doğru giderler. — Huzurunda parladığı insanı da ışık kabul eder.

22

Evhamlılar

2595.

Evhamlılar. - Evhamlılar Hypochondriaci acılarını, kayıplarını ve hatalarını ciddiye alacak kadar tine ve tine karşı zevke

sahip olan insandır; ama üzerinde beslendiği alan çok küçüktür; o alanı öylesine yiyip bitirir ki, sonunda tek tük sapları bile aramak zorunda kalır. Bu esnada tam bir kıskanç ve cimri olur ki — artık hiç çekilmez.

256. Geri vermek. - Hesiodos, bize yardım eden komşumuza, elimize bir fırsat geçtiğinde, yaptığı iyiliği kat kat geri vermemizi tavsiye eder. Bu durumda komşumuz sevinir, Zira gösterdiği iyi niyet ona faiz getirir; ama iyiliği geri veren de sevinir, zira yardıma muhtaç kalmış olmanın verdiği o küçük utancı hediye veren olarak küçük bir üstünlükle tekrar geri almış olur.

251. Gerektiğinden daha hassas. - Başkalarının zayıflıkları-

mızı algılayıp algılamadıklarına dair gözlem yeteneğimiz, başkalarının zayıflıkları için geliştirdiğimiz gözlem yeteneğinden çok daha hassastır; dolayısıyla gerektiğinden daha hassas olduğu sonucu çıkar.

258. Bir tür aydınlık gölge. - Tamamen gece karanlığına

bürünmüş insanların yanında, düzenli olarak, sanki ona bağlıymış gibi bir de ışık ruhu vardır. Bu ışık ruhu, o insanların negatif gölgesidir.

Gezgin ile Gölgesi

259.

İntikam almamak mı? - İntikam almanın o kadar hassas

türleri vardır ki intikam almak isteyen kişi temeldeistediğini yapabilir: ne de olsa tüm dünya bir süre sonra intikam aldığı konusunda hemfikir olacaktır. Öyleyse intikam almamak

insanın karar verebileceği bir şey değildir. İntikam almak iste-

mediğini dile getirmesi mümkün değildir, zira intikamın hor görülmesi gurur verici ve çok hassas bir intikam türü olarak yorumlanır ve hissedilir. — Kıssadan hisse: Gereksiz hiçbir şey yapılmamalıdır — —

260. Hayranlık duyanların yanılgısı. - Herkes kendiliğinden aynı düşünceye ve aynı ifadeye nasıl ulaştığını göstererek, bir düşünüre onur verici ve güzel bir şey söylemiş olduğunu düşünür. Düşünürse bu gibi bildirimlerde çok nadiren onur duyar, aksine düşüncesine ve ifadesine karşı bir şüpheye kapılır. — Birini onurlandırmak ıstyorsak, onunla aynı düşüncede olduğumuzu söylemekten çekinmeliyiz; onu aynı seviyeye getirmiş oluruz. — Birçok durumda, bir görüşü sanki kendi görüşümüz değilmiş, hatta ufukların çok ötesine geçiyormuş gibi dinlemek,toplumsal beceri gerektirir; örneğin yaşlı ve tecrübeli olan nadiren de olsa bilgi sandığını açtığı zamanlarda.

261. Mektup. - Mektup, habersiz bir misafır; postacı da nazik olmayan saldırıların aracısı gibidir. Sekiz günde bir saat mektup kabulünde bulunmak, ardından da yıkanmak gerekir.

262.

Önyargılı olan. - Biri şöyle demiştir: Çocukluğumdan beri kendime karşı önyargılıyım. Bu nedenle her sitemde biraz ger24

Eşitliğe Giden Yol

çek ve her övgüdebiraz aptallık buluyorum. Övgüye genelde çok az; siteme de çok büyük değer veriyorum.

263.

Eşitliğe giden yol. - Birkaç saat boyunca dağa tırmanmak,

bir suçlu ile bir azizi neredeyse aynı yaratık haline getirir. Yorgunluk, eşitliğe ve kardeşliğe giden en kısa yoldur — özgürlük ise uykuyla birlikte gelir.

264.

İftira. — Bir iftira ortaya çıktığında, kaynağını hiçbir zaman

dürüst ve basit düşmanlarımızda aramamalıyız; zira hakkımızda böyle bir iftirayı çıkartarak, düşmanımız oldukları için kimse onlara inanmazdı. Ancak belli bir süre işine yaradıklarımız, herhangi bir nedenden dolayı içten içe bizden artık bir çıkar sağlayamayacaklarını düşünenler, iftirayı ortaya atabilecek durumdadırlar. Onlara inanırlar, zira hiç kimse onların kendilerine zarar verebilecek herhangi bir şey uyduracaklarını düşünmez ve ayrıca

bize çok yakındırlar. — İftiraya uğrayan için bir teselli: İftiralar,

başkalarının senin bedeninde ortaya çıkan hastalıklarıdır; toplu-

mun (ahlaki) bir beden olduğunu gösterirler; böylece sen, diğerlerine yarar getirecek tedaviyi kendi üzerinde uygulayabilirsin.

265. Çocuk cenneti. - Çocuğun mutluluğu, tıpkı Yunanlıların sözünü ettiği Hiperborluların” mutluluğu gibi tam bir efsa24 Hyperboreioslar, Uzak Kuzey'de, kuzey rüzgârının ötesinde oturan efsanevi millet. Apollon, her on dokuz yılda bir yıldız değişiminde, Delphoi'ye gelmeden önce yaptığı seyahatin hatırası olarak uğrardı. Hyperborelosların bu sebeple bazı Apollon külterinin menşeini meydana getirdikleri ve Delphoi kâhinliğini kurdukları ileri sürülür. Klasikçağda onların ülkesi iklim dengesinin örneği sayıldı Burada topraktan yılda iki kez mahsul alınır, dalma mavi gökyüzü altında uzun yıllar

yaşanır, mutlu günler geçirilirdi. İyilikleri sayesinde 'şifalı büyü' yapabilen Hyperboretoslar ölmez, sadece daha iyi bir dünyaya göç ederlerdi.

125

Gezgin ile Gölgesi

nedir. Mutluluk gerçekten dünya üzerinde yaşıyorsa bile bizden en uzak noktada, dünyanın kenarında yaşadığını iddia ediyorlardı. Daha yaşlı insanlar da aynı şekilde düşünüyorlar:

İnsan gerçekten mutlu olabiliyorsa, bizim yaşımızdan uzakta,

yaşamın sınırlarında ve başlangıçlarında mutlu olabiliyor. Kimi ınsan için çocukların bu efsanenin perdesi arasından görüntüsü, düşünebileceği en büyük mutluluktur: “Çocukları bana gönderin; onların yeri cennettir”, dediğinde kendisi de cennettn ön avlusuna kadar gelmiş olur. - Çocuk cennetine ilişkin efsane, modern dünyada duygusallığın var olduğu her yerde faaliyet gösterir.

266. Sabırsızlar. —- Gelişmekte olan gelişmekte olanı istemez: Bunun için fazla sabırsızdır. Delikanlı uzun incelemeler, acılar ve fedakârlıklardan sonra resminin insanlar ve nesnelerle dolmasını istemez; bu nedenle iyi niyetle sanki kendi resminin çizgilerini ve renklerini verecekmiş gibi, hazır duran ve kendisine sunulan bir başkasını alır; bir filozofun veya bir şairin yanına girer ve uzunca bir süre hizmet etmek ve kendini inkâr etmek zorunda kalır. bu arada çok şey öğrenir, ama bu öğrendikleri karşısında çoğunlukla öğrenilmesi gerekeni ve bilmeye layık olanı yanı kendisini unutur ve hayatı boyunca bir parti taraftarı olarak kalır. Ah, insan kendi renklerini, kendi fırçalarını ve kendi tuvalini bulana kadar birçok can sıkıntısını aşmak, pek çok ter dökmek zorundadır! -ki o zaman bile yaşam sanatının ustası olamaz- ama en azından kendi atölyesinin efendisi haline gelir.

267. Yetiştirici yoktur. - Düşünür olarak sadece kendi kendini yetişürmekten bahsedilmelidir. Gençlikte başkaları tarafından yetiştirilmek ya bilinmeyen üzerinde bir deney ya da hangi 26

Gençliğe Acımak

mizaçta olursa olsun, yeni karakteri hüküm süren alışanlıklara ve geleneklere uygun hale getirmek için yapılan bir seviye ayarıdır; kısacası her ikisi de düşünüre layık olmayan ve cüretkâr dürüstlerden biri tarafından “nos ennemis naturels”

(doğal düşmanlarımız) olarak adlandırılan ebeveynlerimizin

ve öğretmenlerimizin bir eseridir. — Bir gün, dünyanın görüşüne göre yetiştirildikten sonra, kendimizi keşfetmeye başlarız: Düşünürün görevi burada başlar; şımdi onu yardıma çağırmanın zamanı gelmiştir — bir yetiştirici olarak değil, tecrübesi olan kendi kendini yetiştirmiş biri olarak.

268. Gençliğe acımak. - Bir delikanlının dişlerinin döküldüğünü, bir diğerinin gözlerinin kör olduğunu duyduğumuzda onlara acırız. Bir de içinde geri getirilemez ve umutsuz olan her şeyi

bir bilsek, acımız ne kadar büyük olurdu! — İyi ama, neden acı çekiyoruz ki? Çünkü gençlikten yaptıklarımızı devam ettirmesını bekliyoruz ve gençliğin gücünü kaybetmesi, onların eline

geçecek olan eserlerimize zarar verecektir. Ölümsüzlüğümüzün kötü teminatı yüzünden duyduğumuz acıdır bu; ya da kendimizi sadece insanlık misyonunu yerıne getirecek insanlar olarak görecek olursak, bu misyonun bizim ellerimizden daha zayıf ellere geçeceği için duyulan acı.

269. Yaş dönemleri - Dört mevsimin dört yaş dönemi ile kıyaslanması saygın bir saçmalıktır. Yaşamın ne ilk yirmi yılı, ne de son yirmi yılı herhangi bir mevsime uymamaktadır, eğer ki kıyaslama sırasında sadece saçın ve karın beyazlığı veya başka

renk oyunları ile yetinmiyorlarsa. Yaşamın ilk yirmi yılı, bir nevi uzun yeni yıl günü gibi, yaşamın kendisine bir hazırlıktır. Son yirmi yıl ise yaşanılan her şeye yukarıdan bakar,içselleşti127

Gezgin ile Gölgesi

rir ve uyum içinde bir araya getirir, tıpkı daha küçük boyutta her yılbaşı gecesinde geçen yıl ile yapıldığı gibi. Ancak bu ikisi arasında gerçekten de mevsimlerle kıyaslama izin veren bir zaman aralığı yatmaktadır. Bu, yirminci yaşla ellinci yaş arasındaki dönemdir

(bu aralık burada onlu yıllarla hesap yapabilmek için seçilmiştir;

tabii ki her birey bu kabaca yaklaşımı yine kendi tecrübeleriyle

inceltecektir). Üç kere onlu bu yıllar üç mevsimeeşittir: Yaz, ilkba-

har ve sonbahar - insan yaşamında kış yoktur, meğer ki ne yazık ki sıkça görülen sert, soğuk, yalnız, umutsuz ve verimsiz hastalık dönemleri ınsanın kış dönemleri olarak adlandırılmasın. Yirmili yıllar: Günlere, akşam gelip bittiğinde şükrettiğimiz ve bu arada alnımızı sildiğimiz sıcak, rahatsız edici, fırtınalı, tahrık edici, yorucu yıllar; çalışmanın bize zor geldiği ama zorunlu kabul ettiğimiz yıllar; işte bu yirmiliyıllar, insan yaşamının yaz mevsimidir. Otuzlu yıllarsa yaşamın ilkbahar mevsimidir. Hava kimi fazla sıcak,

kimi fazla soğuk olur ve her zaman huzursuz ve tahrik edicidir;

taşan sular, yaprak bolluğu, her yerde çiçek kokusu; birçok büyüleyici sabah ve gece; kuş cıvıltılarıyla uyandığımız işimiz, gönül işimiz, daha şimdiden tadına vardığımız umutlarla güçlendirilmiş kendi sağlamlığımızdan aldığımız bir nevi tat. Ve nihayet kırklı yıllar: duran her şey gibi gizemli; üzerinde taze bir rüzgârın estiği yüksek ve geniş bir dağ ovası misali; üzerinde bütün gün ve gece boyunca hep aynı yumuşaklıkla bakan berrak ve bulutsuz bir gök-

yüzü; hasadın ve en candan neşenin zamanı — yaşamın sonbaharı

budur.

270. Bugünkü toplumda kadınların tini. - Kadınların bugün erkeklerin tini hakkında nasıl düşündüklerini, süsleme sanatında yüz ifadelerinin tinindenveya yüzlerinin tinsel detaylarını vurgulamayı düşünmediklerine bakarak tahmin edebiliriz; aksine bu detayları gizlerler ve örneğin saçı alın üzerinde düzenleyerek,özellikle bu özelliklere sahip değilseler canlı olarak arzu 128

Büyük ve Fani

eden bir şehvet ve tinselsizlik yaratabilirler. Kadınlardaki tinin erkekleri korkuttuğuna dair inançları o kadar ileri giderki, tinsel

duyunun keskinliğini bile inkâr ederler ve dar görüşlülüğü bile-

rek üzerlerine alırlar; böylece erkeklerin onlara daha fazla güve-

neceklerine inanırlar: Sanki etraflarına davet edici yumuşak bir şafak yayılıyormuş gibidir.

271. Büyük ve fani. - Seyredenleri göz yaşlarına boğan, güzel bir kadının eşine bakarken sergilediği hayranlık dolu mutluluk

bakışıdır. İnsan mutluluğunun büyüklüğüve aynı zamandafaniliği karşısında sonbaharın tüm melankolisi üzerimize çöker.

272. Kurban anlayışı. — Kimi kadın intelletto del sacrifizio'ya

(kutsal zekâ) sahiptir ve eşi onu kurban etmek istemiyorsa, yaşam

sevincini kaybeder. Aklıyla ne yapacağını bilemez ve aniden kurbandan kurban eden papaza dönüşüverir.

273. Dişi olmayan.— “Erkek gibi aptal” der kadınlar. “Kadın gibi kor-

kak” der erkekler. Öyleyse kadında aptallık dişi olmayan yöndür.

274. Erkek ve kadın mizaçları ve fanılik. - Erkeklerin kadınlardan daha kötü bir mizaca sahip oldukları, erkek çocuk-

ların ölüme muhtemelen “kendilerini daha çabuk kaybettikleri”

için kız çocuklarından daha fazla maruz kaldıklarından da anlaşılabilir. Vahşilikleri ve çekilmezlikleri tüm felaketleri kolayca aptallığa çevirebilir. 29

Gezgin ile Gölgesi

279.

Devasa (Kyklop) yapıların çağı - Avrupa'nın demokratikleşmesi önlenemez. Buna direnenler, demokratik düşüncenin insanların eline verdiği araçları kullanır ve bu araçları daha elverişli ve etkili bir hale getirir. Demokrasinin en temel rakipleri

(yani ihtilal ruhunu taşıyanlar)ise sanki saldıkları korku nedeniyle birbirinden farklı tarafların demokrasi yolunda daha hızlı ilerlemelerini sağlamak için var gibi görünüyorlar. Böyle bir gelecek için bilinçli ve dürüst bir şekilde çalışanlar açısından gerçekten endişe duyulabilir, zira yüzlerinde nahoş ve tek tip bir ifade vardır ve eri tozlar sanki beyinlerine kadar işlemiştir. Yine de; Bizden sonra gelenlerin muhtemelen bir gün gelip bu endişelerimize gülmeleri ve bir dizi insanın demokrasi üzerinde çalışmaları hakkında, bizim taştan bentlerin ve koruma duvarlarının inşası hakkında düşündüğümüz gibi düşünmeleri mümkündür - ister istemez giysilerimizi ve yüzümüzütoz içinde bırakan veişçileri de kaçınılmaz bir biçimde biraz aptallaştıran bir 1ş. Ama öyle olsa bile böyle bir işin yapılmamış olmasını kim isterdi ki? Avrupa'nın demokratikleşmesi sanki Yeniçağın düşüncelerinden olan ve bizi Ortaçağdan ayıran o devasa profilaktik (koruyucu) tedbirler zincirinden bir

parçaymış gibi görünmektedir. Devasa (kyklop) yapıların çağı asıl

şımdi başlıyor! Gelecek tehlikesiz biçimde üzerine kurulabilsin diye temellerin nihayet güvence altına alınması! Kültürün meyve bahçelerinin gece vakti vahşi ve mantıksız dağ suları tarafından tahrip edilmesinin imkânsızlığı! Barbarlara, salgınlara, bedensel ve tnsel köleliğe karşı taştan bentler ve koruyucu duvarlar! Ve tüm bunlar önce sözlü ve kaba ama daha sonra gittükçe daha yüce ve tnsel bir boyutta anlaşılacaktır; dolayısıyla burada ıma edilen tüm tedbirler, sankı bahçe sanatının bunları tamamladıktan sonra başka bir göreve yönelecek en yüce sanatçısının tinsel bir hazırlığı gibi görünmektedir! -— Ancak: Burada araç ve amaç arasında yatan O

tuzun zaman yollarına ve her aracı tek tek yaratmak veya sağlamak

için gerekli büyük hatta devasa boyutta, yüzyılların gücünüve tini-

ni gerektiren zorluklara bakıldığında, çağımızın işçilerinin seslerini 130

Genel Oylama Hakkı

yükseltip, duvarların ve kafesin amaç ve son hedef olduğunu açık-

lamalarını yadırgamamak gerekir, zira hiç kimse henüz bahçıvanı

ve kafesin nedeni olan meyvebitkilerini görememektedir.

276. Genel oylama hakkı. - Halk, genel oylama hakkını kendisine vermemiştir; geçerli olduğu her yerde almış ve geçici olarak kabul etmiştir. Her şeyden önce umutlarını karşılamadığı zaman, onu tekrar geri verme hakkına sahiptir. Zaten her yerde şu anda geçerli durum buymuş gibi görünmektedir, zira kullanılacağı herhangi bir fırsatta oy hakkına sahip olanların üçte ikisi, hatta oy hakkına sahip olanların tamamına yakını bile seçim sandıklarının başına gelmiyorsa, bu oy sisteminin bütününe karşı bir oylamadır. — Hatta burada daha da katı bir biçimde değerlendirme yapılmalıdır. Çoğunluğun, herkesin iyiliği için son karara sahip olacağını belirleyen bir yasa, sağlamış olduğu aynı temel üzerine inşa edilemez, aksine daha geniş bir temele ihtiyaç duyar; bu temel de herkesin oybirliğidir. Genel oylama hakkı, sadece bir çoğunluk iradesinin dışavurumu olmamalıdır; bütün ülke istemelidir. Bu nedenle küçük bir azınlığın çelişkisi bile aynı şeyi yararsız olarak kenara itmek için yeterlidir. Oylamaya katılmamak, oylama sisteminin tamamını çökerten böyle bir çelişkidir. Bireyin “mutlak vetosu” ya da daha geniş anlamıyla birkaç bin kişinin vetosu, adaletin sonucu olarak bu sistemin üzerinde durmaktadır. Her kullanıl-

dığında, katılım şekline göre, hâlâ haklı olarak var olduğunu

kanıtlamak zorundadır.

Kötü sonuç çıkartmak. - Bilim insanı olarak iyi sonuç

çıkartmayaalışık olduğumuz halde,aşina olmadığımız alanlarda

nasıl da kötü sonuç çıkartırız! Utanç verici! Artık kesin olan bir 31

Gezgin ile Gölgesi

şey varsa, o da her günün getirdiği ani ve zorlayıcı şeyler karşısında dünyanın büyük faaliyetlerinde, siyaseti alanında bu kötü sonuç çıkartmanın her şeyi belirlediğidir. Hiç kimse bir gecede yetişen bir şeye aşına değildir; öyleyse siyaset, en büyük devlet adamlarında bile doğaçlamadan başka bir şey değildir.

278. Makine çağının öncülleri. - Baskı makinesi, makineler, trenler ve telgraf henüz kimsenin bin yıllık sonuçlarını çıkartmaya cesaret edemediği öncüllerdir.

279. Kültürün çarığı.—- Adamlar orada verimli işlere zaman ayıramıyorlar; silah talimleri ve geçit törenleri tüm günlerini alıyor ve halkın kalan kısmı onları beslemek ve giydirmek zorunda kalıyor; giysileri göze çarpıyor, genelde renkli ve saçmalıklarla dolu; orada sadece çok az ayırt edici özellikler kabul ediliyor; bireyler birbirlerine başka yerlerde olduğundan daha çok benziyorlar ya da en azından birbirine benzer bireyler olarak muamele görüyorlar; orada anlamadan itaat isteniyor ve itaat ediliyor; emirler veriliyor ama kimse diğerini ikna etmeye çalışmıyor; çok az ceza var ama az sayıda var olan cezalar çok ağır ve kolayca en son ve en korkunç cezalara dönüşebiliyor; hainlik en büyük suç kabul ediliyor, hatta kötü durumlara karşı eleştiri bile sadece en cesurların deneyebileceği bir cüretkârlık; orada insan hayatı ucuz ve hırsları kimi zaman hayatı tehlikeye sokan biçimler alıyor denildiğinde -tüm bunları duyanlar hemen: “Bu, tehlike altında barbar bir toplumun resmidir” diyecektir. Belki kimileri: “Sparta'nın tarifı bu” diye ilave edeceklerdir. Bir başkası ise derin düşüncelere dalacak ve belki de değişik kültürümüzün ve toplumumuzun ortasında sanki canlı bir çağ aşımı; daha önce dediğimiz gibi 32

Bilenlere Daha Fazla Saygı!

tehlike altında barbar bir toplumun resmi ve geçmişin bugünün çarklar için sadece bir çarığın değerine sahip olabilecek bir eseri olarak duran modern askeri teşkilatımızın tarif edildiğını düşünecektir. - Neyse ki kimi zaman kültürün de bir çarı-

ğa ihtiyacı vardır; özellikle de çok hızlı bayır aşağı veya bizim durumuzda bayır yukarı çıkıldığında.

280.

Bilenlere daha fazla saygı! - İş ve satıcıların rekabeti nedeniyle seyirciler zanaatın yargıçları haline getirilmişlerdir ama onların ciddi bir meslek bilgisi olmadığı gibi, kalitenin sadece görünüşüne göre hüküm vermektedirler. Sonuç olarak sana-

tın görünüşü (ve belki de tadı), rekabetin hükümdarlığı altında artacak ve buna karşı tümürünlerin kalitesi düşecektir. Bunun neticesinde de sadece mantığın değerini kaybetmediği yerde, bu rekabet bir gün sona erdirilecek ve zaferi yeni bir prensip kazanacaktır. Zanaat hakkında sadece ustalar hüküm vermelidir ve seyirciler, hükmü verinin kişiliğine ve dürüstlüğüne duyduğu inanca

bağımlı olmalıdır. Öyleyse anonim çalışmalar yapılmayacaktır! Ya

da en azından kefil olarak bir bilirkişi hazır bulunacaktır ve eser sahibinin adı yoksa veya zayıf kalıyorsa, kendi adını teminat gösterecektir. Bir eserin ucuzluğu, meslekten olmayanlar için bir nevi

aldatmacadır; ancak süreklilik bir nesnenin ucuz olup olmadığına

karar verir, ama sürekliliği değerlendirmek çok zor ve meslekten olmayanlar için imkânsızdır. - Sonuç: Göze hitap edip, ucuz olan bugün üste çıkınaktadır - ve bu da tabii ki makine işi olacaktır. Diğer taraftan bu makine, yani üretim hızının ve kolaylığının en büyük nedeni, en iyi satılabilen malı destekler; aksi takdirde önemli bir kâr elde edilemez: Aksine yoksa makine çok daha az kullanılır ve daha çok dururdu. En çok neyin satılabilir olduğuna ise seyirci karar veriyor. Daha önce de dediğimiz gibi: en aldatıcı

olanı olmalı, yani iyi önce görünüp, sonra ucuz da görünen. Öyley-

se iş alanında da sloganımız: “Bilenlere daha fazla saygı” olmalı. 33

Gezgin ile Gölgesi

281. Kralların tehlikesi. —-Demokrası, hiçzor kullanınadan sadece sürekli yasal bir baskıyla krallıkları ve ımparatorlukların içini boşaltmayı başarabilir, ta ki sıfır kalana kadar ve isteniyorsa belki de kendi başına hiçbir şey olmayan ama sağ tarafa getirildiğinde bir sayının etkisini on katına çıkartabilen sıfırın önemi muhafaza edilebilir. Krallık ve imparatorluk makamı, demokrasinin sade ve amaca uygun giysisinde ancak görkemli bir süs; demokrasinin tadını çıkardığı gereksiz şeyler; tarihi açıdan onurlu atalarımızın süsünden kalan, hatta bizzat tarihin sembolü olarak kalırdı - ve daha önce de dediğimiz gibi, kendi başına durmayıp, doğru yere getirilseydi, bu eşsizliğinde oldukça etkili olabilirdi. — Krallar, içlerinin boşaltılmasını engellemek için, savaş kralları olarak saygınlıklarını dişleriyle, tırnaklarıyla savunuyorlar. Bunun için savaşlara, yani demokratik güçlerin yavaş ve yasal baskısının ara verdiği istisnai durumlara ihtiyaç duyuyorlar.

282. Öğretmeni zorunlu bir bela olarak görmek.-Üretken tinlerle aç ve alıcı tinler arasına mümkün olduğunca az insan sokulmalı! Zira arabulucular gayruhtiyari arabuluculuk yaptıkları gıdayı bozarlar; ayrıca ödül olarak kendileri için çok fazla şey ister-

ler ve bunuorijinal ve üretken tinlerin elindenalırlar: İlgi, hayran-

lık, zaman, para ve birçok başka şey. — Öyleyse: Öğretmeni, tıpkı tüccar gibi, zorunlu bir bela; mümkün olduğunca küçük tutulması gereken bir bela olarak görmeliyiz. - Almanya'daki durumların kötü olmasının ana nedeni, çok fazla insanın ticaretten geçimi-

ni sağlaması ve bununla iyi yaşamak istemeleri (yani üreticinin fiyatlarını düşürüp, tüketicinin fiyatlarını mümkün olduğunca

yükseltip, her iki tarafın zararına avantaj sağlamak) olarak kabul edilecek olursa, durumların tinsel açıdan kötü olması da çok fazla öğretmenin var olmasına bağlanabilir: Onlar yüzünden çok az ve kötü öğrenilmektedir. 134

Saygınlık Vergisi

283. Saygınlık vergisi. —- Tanıdığımız ve saygı duyduğumuz insanlara; yani bizim için bir şey yapan ve çalışan hekim, sanatçı ya da zanaatkâr olsun, mümkün olduğunca yüksek ücret vermeye çalışırız, hatta kimi zaman varlıklarımızdan bile fazla. Tanımadıklarımıza ise aksine mümkün olduğunca az ücret ödemeye çalışırız. Bu, herkesin bir adımlık toprak için savaştığı ve kendisiyle savaşılmasına izin erdiği bir mücadele söz konusudur. Tanıdığımızın bizim için yaptığı işte ödenmesi mümkün olmayan bir şey, bizim yüzümüzden işine aktardığı his ve yaratıcılık vardır. Bu duygunun karşılığını ancak bir tür fedakârlıkla ödeyebileceğimizi düşünürüz. - En güçlü vergi, saygınlık vergisidir. Rekabet ne kadar büyük olur ve ne kadar tanımadıklardan alışveriş yaparsa biz ne kadar, tanımadıklarımız için çalışırsak, bu vergi, aslında insani ruh ilişkisinin yüceliği için bir ölçü olması gerekirken, o denli düşük olur.

284. Gerçek barışı sağlayan araçlar. - Hiçbir hükümet, orduyu zaman zaman ortaya çıkan fetih heveslerini gidermek için muhafaza ettiğini kabul etmez; aksine savunma için oldugunu iddia eder. Nefsi müdafaayı haklı kılan ahlak da hamisi olarak gösterilir. Bunun anlamıysa şudur: Kendimize ahlakı ve devletimizin nefsi müdafaa araçlarının gerekliliğini savunması için saldırı ve fetih heveslisi olarak görülmesi gereken komşurmuza ahlaksızlığı mal ediyoruz. Bizim hükümetimiz gibi saldırı heveslisi olduğunu inkâr eden ve ordusunu sözde nefsi müdafaa nedenleri ile muhafaza eden komşumuzu ayrıca bizim neden bir orduya ihtiyaç duyduğumuza dair açıklamamıza istinaden, masum ve beceriksiz bir kurbana hiç mücadelesiz saldırmak isteyen bir yağcı ve kurnaz bir suçlu ilan ederiz. Bu nedenle bugün tüm devletler karşı karşıya gelmişlerdir. Komşunun kötü niyet beslediğini, kendilerinin de iyi niyet beslediklerini varsaymakta135

Gezgin ile Gölgesi

dırlar.İşte bu varsayımlar tamamen insanlık dışı davranışlardır; savaşlar kadar kötü ve savaşlardan bile kötü, hatta dediğimiz gibi, komşunun ahlaksız olduğunu iddia ettiği ve böylece komrşunun düşmanca tutumunu vefaaliyetini tahrik ediyormuş gibi göründüğü için, temelde savaşa çağrı ve savaşların asıl nedenidir. Ordunun nefsi müdafaa aracı olarak muhafazasına dair öğretisinden, tıpkı fetih heveslerinde olduğu gibi temelden vazgeçilmelidir. Belki de bir gün savaşlar, zaferler ile askeri düzeni ve zekayı en yüksek mertebelere çıkartarak ödüllendirilmiş ve bunlar için büyük fedakârlıklar yapmayaalışık bir halkın gönüllü olarak: “Kılıcı kırıyoruz” diyeceği ve ordusunun tamamını son temellerine kadar yok edeceği büyük gün gelir. En büyük savunmaya sahipken, kendini savunmasız hale getirmek,sadece yüce bir duygu yüzünden -her zaman görüşlerdeki barış üzerine kurulması gereken gerçek barışın aracı işte budur. tüm ülkelerde şu anda hüküm süren sözdesilahlı barış ise kendine ve komşusurna güvenmeyen ve yarı nefretten, yarı korkudan silahları bırakmayan görüşün barışsızlığıdır. Nefret etmek ve korkmak yerine yok olmak ve nefret ettirmek ve korkutmak yerine iki kez yok olmak - her devlet topluluğunun en üst kuralı bu olmalıdır!

- Liberal halk temsilcilerimiz, bilindiği gibi, insanın doğası hak-

kında düşünmek için vakit bulamamaktadırlar. Aksi takdirde “askeri yükün aşamalı olarak azaltılması” için çalıştıkları takdırde boşuna uğraştıklarını anlarlardı. Aksine: Bu konudakı sıkıntı ne zaman en yüksek seviyesine ulaşırsa, bu konuda tek yardım edebilecek bir tür Tanrı ancak o zaman hazır bulunacaktır. Savaş Zaferleri ağacı sadece tek bir seferde bir yıldırım aracılığıyla yok edilebilir; yıldırımlarsa bildiğiniz gibi bulutların arasından - ve yukarıdan gelir.

285. Mülkiyet adaletle dengelenebilir mi. - Mülkiyetin adaletsizliği güçlü bir biçimde hissediliyorsa -büyük saatin 136

Mülkiyet Adaletle Dengelenebilir mi

kadranı bir kez daha bu konuma geldi- bunu gidermek için iki çareden bahsedilir: eşit dağılım ve mülkiyet hakkının kaldırılıp,

malın tekrar topluma geri verilmesi. İkinci çare tam da: Çal-

mayacaksın! dediği için eski çağlardaki Yahudi'ye kızgın olan sosyalistlerimizin gönlüne göre bir çaredir. Onlara göre Yedinci Emir: Mal sahibi olmayacaksın! olmalıydı. — Birinci çare, Eskiçağda küçük boyutlarda defalarca denenmiştir, ama hâlâ bir şeyler öğrenebileceğimiz bir başarısızlıkla suçlanmıştır. “Eşit tarla hissesı” ağızdan çok kolay çıkan bir kelime, ama bununla bağlantılı bölünme ve ayrılık ile eskiden beri tutkun olunan mülkün kaybından dolayı ne kadar çok acı yaşanır; ne kadar çok onur kırılır ve feda edilir! Sınır taşları kazılırken, aslında ahlak kazılır. Gerçekten eşit iki tarla hissesi hiçbir zaman var olmadığı ve bunlar var olsaydı bile komşuya karşı duyulan kıskançlık, onların eşit olduğuna inanmayacağı için, yeni mal sahipleri arasında yine ne büyük acılar, ne büyük kıskançlıklar ve hasetler oluşurdu. Birkaç nesil boyunca miras yoluyla kimi beş kişiye bir hisse, kimi beş hisse bir kişiye düşmüştür. Ağır miras yasalarıyla bu gibieşitsizlikler önlenmeye çalışılsa bile, aynı tarla hisseleri devam ederdi ama aralarında akrabalarına ve komşularına karşı kıskançlığa ve her şeyin kökten değişmesine karşı duydukları arzudan baş-

ka hiçbir şeye sahip olmayanlar olurdu. — İkinci çareye uygun

olarak malları cemaate geri verip, bireyi de geçici bir icarcı haline getirdiğimizde, tarlayı tahrip etmiş oluruz. Zira insan, sadece geçici olarak sahip olduğu her şeye karşı ilgisizdir ve fedakârlık yapmaz. Elindekileri sadece bir eşkıya veya ahlaksız bir israfçı gibi sömürür. Platon, bencilliğin mülkiyetin iptal edilmesiyle ortadan kalkacağını düşünüyorsa, ona verilecek tek bir cevap vardır: Bencilliğini çıkarttıktan sonra insandan sadece kardinallere ait dört erdem kalmaz. — Başka bir deyişle en ağır veba salgını bile, insanlığa bir gün kibrini kaybetmesinin verdiği Zarardan daha fazla zarar veremez. Kibir ve bencillik yoksa — ınsan erdemleri nedir? Tabii bununla hiçbir şekilde bunların erdemlerin isimleri ve maskeleri olduklarını söylemek iste137

Gezgin ile Gölgesi

miyoruz. Platon'un, sosyalistler tarafından bugün hâlâ söylenen ütopyacı temel melodisi, insanlar hakkında eksik bilgiye dayanmaktadır. Platon, ahlaki duyguların tarıhçesine ve insan ruhunun iyi ve yararlı özelliklerinin kaynağı hakkında bilgiye sahip değildi. Eskiçağdaki tüm insanlar gibi, iyiye ve kötüye tıpkı siyaha ve beyaza inandığı gibi, yani iyi ve kötü insanların ve iyi ve kötü özelliklerinin radikal bir biçimde birbirlerinden farklı olduklarına inanıyordu. — Malın bundan sonra daha faz-

la güven sağlaması ve daha ahlaklı olması için küçük servete

giden tüm yollar açık tutulmalı ama hiç çaba göstermeden, ani zenginleşmeler önlenmelidir. Büyük servetlerin edinilmesini destekleyen nakliye ve ticaretin tüm dalları, özellikle de para ticareti, özel kişilerin ve özel şirketlerin elinden alınmalı ve fazladan mala sahip olanlarla hiçbir şeye sahip olmayanlara da toplum için tehlikeli birer yaratık gibi yaklaşmalıdır.

286.

İşin değeri. - İşin değerini içinde ne kadar zaman, çalışkanlık, iyi veya kötü niyet, baskı, yaratıcılık veya tembellik, dürüstlük veya aldatınaca olduğuna göre değerlendirmeye kalktığımız takdirde, bu değer hiçbir zaman adil olamaz. Bunun için kişinin teraziye konması gerekirdi, ama bu da mümkün değildir. Slogan: “Hüküm sürmeyin!” olsa da, işe dair yapılan değerlendirmelerden memnun olmayanlardan duyduğumuz adalete çağrıdır. Bu düşünceyi biraz daha genişlettiğimizde, kişilerin ürünleri olan

işlerden sorumlu olmadıklarını keşfederiz. Öyleyse buradan bir

çıkar sağlamak mümkün değildir; her iş sadece gerekli gücün, bilginin ve taleplerin bir araya gelmesi ile olması gerektiği kadar iyi

veya kötüdür.İşçinin çalışıp çalışmaması ya da nasıl çalıştığı onun

keyfine bağlı değildir; yapılan iş sadece dar ve geniş anlamıyla yararlılığı açısından değer kazanmıştır. Bugün adalet dediğimiz şey, sadece şimdiki anı dikkate alıp, bu fırsatı kullanmadığı, aksine tüm durumların sürekliliğine sağlamak istediği ve bu nedenle 138

Toplum Gövdesi Öğrenimi Hakkında işçinin iyılığını, ve bedensel rahatlığı ile ruhsal huzurunu düşündüğü için, oldukça inceltilmiş bir yararlılık olarak tam yerindedir — böylece işçi ve onun kuşağı, bizim kuşağımız için de iyi çalışır ve bireylerin yaşamından bile daha uzunca bir süre güvenilir kalır. Şimdi anlaşıldığı üzere, işçinin sömürülmesi çok büyük bir aptallık, gelecek aleyhine bir soygun ınşaatı ve toplum için bir tehlikeydi. Savaş neredeyse başlamak üzere ve sömürenlerin aptallığı çok büyük ve çok uzun süreli olduğundan, barışı sağlamak, sözleşmeler yapmak ve güven kazanmak için yapılacak masraflar oldukça büyük olacaktır.

287. Toplum gövdesi öğrenimi hakkında. - Şu anda Avrupa'da, özellikle de Almanya'da ekonomi ve siyaset öğrenimi görmek isteyen biri için en kötü şey, gerçekte var olan durumların kuralları örneklerle açıklamak yerine,istisnaları veya geçiş ve çıkış aşamalarını örneklerle açıklamalarıdır. Bu nedenle önce gerçekten var olanları göz ardı etmeyi öğrenmeli ve bakışını örneğin Kuzey Amerika'ya, istendikten sonra toplumsal gövdenin başlangıçtaki ve normal hareketlerinin hâlâ gözle görülebildiği ve incelenebildiği yere dikmek zorundadır. - Almanya'da ise bunun için ağır tarih incelemeleri ya da dedigimiz gibi bir dürbün gereklidir.

288. Makinenin bizi nasıl küçük düşürdüğü. - Makine şahsı değildir; yapılan işin gururunu; makine işi olmayan her işin üzerinde bulunan bireysel olanı, iyi ve hatalı olanı —- yani insanca olan yok eder. Eskiden zanaatkârlardan satın alınan her şey, nişanların üzerimize taktığımız kişilerin onurlandırılmasıydı. Ev eşyaları ve giysiler, karşılıklı değer vermenin ve samimi birlikteliğin bir sembolüydü; şimdi ise sanki anonim ve samimi 39

Gezgin ile Gölgesi

olmayan bir kölelikte yaşıyor gibiyiz. — İşin kolaylaştırılmasının bedeli bu kadar yüksek olmamalıdır.

289. Yüzyıllık karantina. - Demokratik kurumlar, eski tiranca zevklerin vebasına karşı kurulmuş karantinalardır; çok yararlı ama bir o kadar da can sıkıcı.

290. En tehlikeli taraftar. - En tehlikeli taraftar, partiden

ayrılışı tüm partiyi yok edebilecek olan taraftardır; yani en iyi taraftar.

291. Kader ve mide. - Jokeyin midesinde bir yağlı ekmek eksik veya fazla olması kimi zaman yarışların ve bahislerin sonuçlarını, kısacası binlerce insanın mutluluğunu ve mutsuzluğunu belirler. - Halkların kaderi, diplomatlara bağlı olduğu sürece, diplomatların mideleri hep vatanseverlik korkusunun konusu olacaktır. Ouosgue tandem” —

292. Demokrasinin zaferi. - Tüm siyasi güçler, güçlenmek için sosyalizmi sömürmeye çalışıyorlar. Uzun vadede bundan sadece demokrasinin çıkarı vardır, zira partilerin hepsi halka yağ çekmek ve nihayet her şeyi yapabilecek güce erişeceği

(omnipotent) her türlü kolaylık ve özgürlüğü sağlamak zorundadır. Halk, mülkiyet hakkının değiştirilmesi gerektiğine dair 25 Daha ne kadar. (Çev.n)

140

Demokrasinin Amaçları ve Araçları

bir öğreti olan sosyalizmden oldukça uzaktır. Parlamentoların büyük çoğunlukları aracılığıyla bir kez vergi çarkını eline geçirdikten sonra, ilerleme vergisi adı altında de kapitalizme, ticarete ve borsaya el atmaya başlar ve yavaş yavaş sosyalimi atlatılan bir hastalık gibi unutacak bir orta sınıf yaratır. — Her yere yayılmaya başlayan bu demokratikleşmenin en pratik sonucu, öncelikle her halkın coğrafi gereksinimler uyarınca sınırlandırılacağı ve bir kantonun konumuna ve bunun imtiyazlı haklarına sahip olacağı bir Avrupa halk konfederasyonu olacaktır. Halklara gösterilen saygı, demokrasi prensibinin yenilikçiliğe ve denemeye düşkün hükümdarlığı altında gitgide temelden köklerini kaybedeceği için, şu andaki halkların tarihi anıları hesaba katılmayacaktır. Gerekli olacak sınır tadilleri, grileşmiş bir geçmişin hatırasına değil, büyük kantonlara ve konfederasyonun tamamına yarar getirecek biçimde yapılacaktır. Bu sınır tadillerinin odak noktasını bulmak, bundan böyle aynı zamanda kültür araştırmacısı,çiftçi, trafık bilgisi sahibi olmak zorunda olan ve arkalarına bir ordu değil, nedenleri ve yararlılıkları almak zorunda kalan diplomatların

görevi olacaktır. İç politika şu anda henüz gururlu hükümda-

rının arkasından gidip, dış politikanın hasattan sonra bıraktığı samanları toplarken,dış politika ancak o zaman iç politika ile birbirine ayrılmaz bir biçimde bağlanmış olacaktır.

293. Demokrasinin amaçları ve araçları. - Demokrasi, mümkün olduğunca çok insana bağımsızlık; görüşlerde, yaşam tarzlarında ve edinimde bağımsızlık sağlamak ve garanti altına almak ister. Dolayısıyla görevlerini sürekli olarak sorgulamaları nedeniyle yok edilmeleri için sürekli çaba göstermek zorunda olduğu iki sınıfın, yani hiç malı olmayanların ve zenginlerin elinden oy hakkını almak zorundadır. Ayrıca partilerin organize edilmesini hedefleyen her şeyi engelle141

Gezgin ile Gölgesi

mek zorundadır. Zira bağımsızlığın en büyük üç düşmanı varlıksızlar, zenginler ve partilerdir. - ben demokrasiden gelecek olan bir şey olarak bahsediyorum. Şu anda demokrasi olarak adlandırılan şey, eski hükümet şekillerinden sadece arabanın önüne yeni atlar koşmuş olmasıyla farklılık göstermektedir: Yollar yine eski yollar, tekerlekler yine eski tekerlekler. Halkın iyiliği için kullanılan bu tekerleklerde tehlike gerçekten azalmış olabilir mi?

294.

İhtiyat ve başarı. - Temelde erdemlerin erdemi, büyük büyük annesi ve kraliçesi olan ihtiyat, gerçek hayatta sadece nadiren başarılı olur ve sadece başarı için bu erdemetalip olanlar

büyük bir yanılgıya düşerler. İhtiyat, gerçek hayatta şüpheli kabul

edilip, hilebazlık ve ikiyüzlü kurnazlıkla karıştırılır. Aksine önyargıdan dolayı dürüst ve güvenilir kişiler olarak kabul edildikleri ıçın, bu önyargılar ihtiyatlı olmayanlar -hızla harekete geçen ve kimi zaman yanlış adımlar atan adamların lehine çalışır. Pratik ınsanlar ihtiyatlı olanlardan hoşlanmazlar; onlar için o bir tehlikedir. Diğer taraftan ihtiyatlı olanlar kolayca korkak, tutuk ve aşırı ttiz olarak kabul edilir — pratik olmayan ve her şeyin tadını çıkartan insanlar, onlar gibi hareketlerini ve görevlerini düşünmeden yaşamadığı içın ondan rahatsız olurlar. Aralarında canlı vicdanları gibi görünürler ve aydınlık olan gün, onlar ortaya çıktığında donuklaşır. İhtiyatlı olanlar, başarının ve sevilmenin eksikliğini hissediyorlarsa, teselli olarak kendilerine şöyle diyebilirler; “İnsanlar arasında en leziz metaya sahip olmak için ödemen gereken vergiler çok yüksektir — ama tüm bunlara değer!”

295. Et in Arcadia ego. - Dalgalanan tepelerin üzerinden, çamların ve yaşlı köknarların arasında aşağı süt yeşili bir göle doğru bakıyordum. Etrafımda kayalar, yerler çiçek ve 142

Hesaplamak ve Ölçmek

çimlerle rengârenkti. Önümde bir sürü uzanıyor, geriliyor ve esniyordu; tek duran inekler ve keskin akşam güneşinde çam ağaçlarının yanında uzakta birkaç grup; diğerleri daha yakın ve daha koyuydu. Her yere huzur ve akşamın doymuşluğu

hâkimdi. Sürünün boğası kabaran beyaz dereye girmişti ve

yavaşça, kimi zaman direnerek, kimi zaman kendini bırakarak akışını takip ediyordu. Sanki bir tür kızgın gevşemenin tadını çıkartıyordu. Bergamalı iki koyu kahverengi şekil, çobanlıklarını yapıyordu; kız olan neredeyse erkek gibi giyinmişti. Solda kayalık yamaçlar ve geniş ormanlıklar üzerinde kar tarlaları; sağda iki muhteşem tepe, çok yükseklerde, güneşin kokusunda süzülen -büyük, sessiz ve aydınlık. Gördüğüm güzellik içimi ttretiyordu ve ortaya çıktığı ana sessizce dua etme isteğini uyandırıyordu. Gayrlihtiyarı, sankı dünyada bundan daha

doğal bir şey yokmuş gibi, bu saf ve keskin (hasret, bekleyiş,

ileri ve geri bakışı yansıtmayan) ışık manzarasında Yunan kahramanlar hayal etmeye başlarsınız. Poussin ve öğrencileri gibi hissetmek zorundaydınız: aynı zamanda hem kahramanca, hem idil. — İşte bazı insanlar böyle yaşamış, kendilerini dünyada ve dünyayı kendi içlerinde hissetmiştir ve aralarından en büyük insanlardan biri; kahramanlık ve idil karışımı felsefeyi yaratan biri çıkmıştır: Epiküros.

296. Hesaplamak ve ölçmek. - Birçok şeyi görmek, bunları birbirleriyle tartmak, hesaplamak ve hızlı bir sonuç, oldukça güvenli bir toplam çıkartmak — büyük siyasetçiyi, savaş komutanını, tüccarı belirleyen bunlardır: — kısacası bir nevi kafadan hesapta gösterdiği hız. Bir şeyi görmek, bunda harekete geçmek için tek nedeni vetüm diğer hareketlerin yargıcını görmek, kahramanı ve ayrıca fanatiği belirler: — kısacası bir ölçü ile ölçme yeteneği. 143

Gezgin ile Gölgesi

297. Zamanından önce görmek istememek. - Bir şeyi yaşadığımız sürece olaya kendimizi bırakmalı ve içinde gözlemci olmamak için gözlerimizi kapatmalıyız. Aksi halde olayı hazmederkenbizi rahatsız ederdi. Bilgelik yerine sindirim güçlüğüne sahip olurduk.

298. Bilgelerin tecrübelerinden. - Bilgi olmak için bazı olayları yaşamayı istemeliyiz, yani doğrudan onların üzerine

gitmeliyiz. Bu tabii ki çok tehlikelidir ve kimi “bilge” kişi bu esnada yutulmuştur.

299.

Tinin yorulması. - İnsanlara karşı, sertlik ve karakter eksikliği olarak adlandırılan kimi boş vermişliğimiz ve soğuk-

luğumuz, çoğu zaman tinin yorgunluğudur: Öyle bir durumda diğerleriyle en azı kendimizle olduğu kadar ilgilenmeyiz veya bizi rahatsız eder.

300. “Gerekli olan bir şey”. - Kurnazlar için en önemlisi gön-

lünü ferah tutmaktır. — Eh, diye ekler birisi, kurnaz olan bilge olmakla en iyisini yapar.

301.

Sevginin kanıtı. - Biri şöyle demiştir: “İki kişi hakkında çok derin düşünmedim. Bu onlara duyduğum sevginin kanı-

tıdır.” 144

Kötü Argümanlar Nasıl Düzeltilir

302. Kötü argümanlar nasıl düzeltilir. - Kimisi kötü argümanlarının arkasından kendi kişiliğinin bir parçasını da fırlatır, sanki böylece doğru yola girip, düz ve iyi argümanlara dönüşeceklermiş gibi; güllecilerin güllelerini attıktan sonra, jestlerle ve yön göstermelerle gülleyi doğru istikamete sokmaya çalışmaları gibi.

303. Haklılık. —- Haklar ve mülkiyet konusunda örnek insan olmak yeterli değildir; örneğin çocukken yabancı bahçelerde hiç meyve çalmamış; erkek olarak hiç biçilmemiş çayırlardan geçmemişseniz — bunlar sadece bu tip örnek insanlar için büyük örneklerden dahaiyi kanıt sayılan küçük örneklerdir. Tüm bunlar yeterli değildir: Her zaman önce bir “toplum”, yani bir insan yığınının da sahip olabileceği bir ahlak derecesine

sahip “tüzel kişi” olursunuz.

|

304.

İnsan! — En kendini beğenmiş insanın kendini beğenmişliği, doğada ve dünyada kendini “insan” olarak hisseden en mütevazı kişinin kendini beğenmişliğiyle kıyaslandığında nedir ki!

305. En gerekli jimnastik. — Küçük bir kendine hâkim olma eksikliği, büyük bir kendine hâkim olma yeteneğini sarsar. En az bir kez küçük bir şeyden fedakârlık etmediğimiz her gün, boşa geçen bir gün ve en yakınlarımız için bir tehlikedir; kendi kendinin efendisi olma sevincini devam ettirmek istiyorsak, bu jimnastik vazgeçilmezdir. 145

Gezgin ile Gölgesi

306. Kendini kaybetmek. - Kendimizi bulduğumuzda, zaman zaman kendimizi kaybetmeyi de bilmeliyiz — ki kendimizi tekrar bulabilelim, ama düşünür olmak şartıyla. Zira düşünür için sürekli bir kişiye bağlı kalmak sakıncalıdır.

307. Veda etmek ne zaman gerekli. - Tanımak ve ölçmek istediğin şeylere, en azından kısa bir süre için veda etmelisin. Ancak şehri terk ettikten sonra kulelerinin evlerden ne kadar yüksek olduğunu anlarsın.

308.

Öğlen vakti.- Yaşamının sabahı hareketli vefırtınalı geçenlerin ruhunu yaşamın öğle saatlerinde aylarca ve yıllarca süren tuhaf bir huzur düşkünlüğü sarar. Etrafı sessizleşir ve sesler gittikçe uzaklaşır. Güneş, üzerine dik açıyla düşer. Gizli bir çayırda büyük Pan'ı uyurken görür. Doğadakı her şey onunla birlikte, yüzünde ebediyetin ifadesiyle uykuya dalmıştır - en azından ona öyle gelir. Hiçbir şey istemez, hiçbir şey düşünmez, kalbi

durur, sadece gözü yaşar - gözleri açık bir ölümdür bu. İnsan, o

güne kadar görmediği birçok şeyi görür ve gördüğü kadarıyla her şey bir ışık ağına bürünmüş ve bu ışık ağına gömülmüştür. Kendini mutlu hisseder, ama bu ağır, çok ağır bir mutluluktur. - Nihayet ağaçlardan bir rüzgâr kalkar, öğle vakti geçer, yaşam onu tekrar kendine çeker. Kör yaşam, ve maiyeti arkasından koşturur: Arzu, aldatmaca, unutma, tadını çıkarma, yok etme, fanilık. Ve nihayet akşam olur; sabahtan da fırtınalı ve hareketli. —- Gerçekten hareketli insanlarda daha uzun süren anlama halleri neredeyse ürkütücü ve hastalıklı görünür, ama rahatsız edici değildir. 146

Ressamdan Çekinmek

309. Ressamdan çekinmek. - Portresinde bir insanın sahip olabileceği en bütüncül ifadeyi ve anını ortaya çıkartan ve resmeden büyük bir ressam, o insana günlük hayatta rastladığında neredeyse her seferinde sadece onun karikatürünü görecektir.

310. Yeni hayatın iki prensibi. - Birinci prensip: Hayatı en güvenli ve en kanıtlanabilir şeyler üzerine kurun; şimdiye kadar yaptığınız gibi en uzak, en belirsiz ve ufuktaki bulutlar üzerine

değil. İkinci prensip: Hayatınızı kesin olarak kurup,belirli bir yön

vermeden önce en yakının ve yakının, güvenli olanın ve daha az güvenli olanın sırasını belirleyin.

311 Tehlikeli huysuzluk. - Yetenekli, ama tembel insanlar, dostlarından biri yorucu bir işi bitirdiğinde, her seferinde biraz huysuz görünürler. Kıskançlıkları harekete geçer ve tembelliklerinden utanırlar — daha doğrusu çalışkan olanın kendilerini her zamankinden çok hor göreceğinden korkarlar. Bu ruh haliyle yeni eseri eleştirirler — ve eleştirileri, eser sahibini hayrete düşürecek şekilde intikama dönüşür.

312. Yanılsamaların bozulması. - Yanılsamalar muhakkak ki oldukça pahalı eğlencelerdir; ama yanılsamaların yok edilmesi daha da pahalıdır —- eğer bazı insanlar için inkâr edilemez biçimde eğlence olarak kabul edilirse. 147

Gezgin ile Gölgesi

313. Bilgenin sıkıcılığı. — İnaklar kimi zaman soruya giden yolda birden duran bir hayret ifadesine sahiptirler. Buna karşın daha yüksek zekânın gözünde “nil admirari”* bulutsuz bir gökyüzünün sıkıcılığı gibi yatar.

314. Fazla hasta olmamak. - Uzun süre hasta olmaktan kaçının: Seyirciler acıma duygusu gösterme zorunluluğundan dolayı kısa süre sonra. sabırsızlanırlar, zira bu durumu uzun süre muhafaza etmek zor gelir — böyle bir durumda doğrudan karakterinizi sorgulamaya geçerler ve şu sonuca varırlar: “Hasta olmayı hak ettiniz; öyleyse acımak için daha fazla çaba göstermemiz gerekmez.”

315. Coşkululara tavsiyeler. - Coşkuya kapılmak ve hafifçe yukarı taşınmak isteyenler, ağır olmamaya dikkat etmelidirler; örneğin fazla öğrenmemeliler, özellikle de bilimle dolmamaya dikkat etmelidirler. Aksi takdirde ağırlaşırlar! — Dikkat edin, coşkulular!

316. Kendini tuzağa düşürmeyi bilmek. - İnsan kendini olduğu gibi görmek istiyorsa, elinde meşaleyle kendini tuzağa düşürmeyibilmeli. Zira tinsel olaylar da bedensel olaylar gibidir: Kendini aynada seyretmeye alışık olanlar, çirkinliğini unutur; ancak ressam çirkinliğını tekrar günışığına çıkartır. Bu sefer de resmine alışır ve çirkinliğini ikinci kez unutur. - Tüm bunların dayanağı, insanın değiştiremeyeceği çirkinlikleri taşı26 Hiçbir şey karşısında hayrete düşmemek. (Çev. n) 148

Görüşler ve Balıklar

yamadığı kuralıdır; ancak bir anlığına taşıyabilir: ya unutur ya da inkâr eder. — Ahlakçılar, gerçeklerini sunabilmek için her anı hesaba katmak zorundadırlar.

317. Görüşler ve balıklar. - Balık sahibi olan, görüş sahibidir — tabii ki balık gölünün sahibi ise. Balık tutmaya gitmeli ve şanslı olmalı - o zaman hem balıklara, hem de görüşlere sahip olunur. Ben burada canlı görüşlerden ve canlı balıklardan bahsediyorum. Başkaları bir fosil kabinine - ve kafalarında “kanılara” sahip olmakla yetinebilir.

318.

Özgürlük ve özgürsüzlük işaretleri. — Kendi zorunlu ihtiyaçlarını, eksiksiz olmasa da mümkün olduğunca bizzat tatmin etmek, tinde ve kişilikte özgürlüğe giden yoldur. Gereksiz ihtiyaçlar dahil olmak üzere, birçok ihtiyacını başkalarına tatmın ettirmek ve mümkün olduğunca kusursuzca

- özgürsüzlüğü getirir. İçte ve dışta sahip olduğu her şeyi tek

başına edinen veya yapan sofist Hipplas, ünde ve kişilikte en

yüksek özgürlüğün örneğidir. Önemli olan her şeyin aynı kalitede ve kusursuz işlenmiş olması değildir: Gurur hatalı yerleri zaten kapatır.

319. Kendine inanmak. - Bizim çağımızda kendine inanan herkese şüpheyle bakılır. Eskiden kendini inandırmak yeterdi. Şimdi inanç uyandırmanın reçetesi şöyledir: “Kendine acıma! Görüşüne inanmalarını istiyorsan, önce kendi evini ateşe ver!” 149

Gezgin ile Gölgesi

320. Aynı zamanda hem daha zengin hem daha fakir. - Daha çocukken, insanın entelektüelliği, yani tinsel olaylara dürüstçe yönelişi, gerçek olarak kabul edileni fedakârca tercih

edişi ve benzer şeyler hakkında iyi düşünüp, kendi kafası (değerlendirme yetisi, hafızası, aklının varoluşu, hayali) hakkında

mütevazı, hatta daha düşük bir yargıya sahip olmayı alışkanlık haline getirmiş bir insan tanıyorum. Kendini başkalarıyla kıyasladığında, kendini önemsemezdi. Yıllar geçtikçe önce bir kez, sonra yüzlerce kez bu konudafikir değiştirmeye zorlandı - aslında sevinmesi ve tatmin olması gerektiğini düşünürüz. Bu iki duyguyu gerçekten de biraz olsun yaşadı, ama yine de şöyle diyordu: “Eskiden duymadığım en acıhaliyle bir acılık hissediyorum. İnsanları ve kendimi tinsel ihtiyaçlar açısından daha adıl değerlendirmeyeçalıştığımdan beri, kendi tinim sanki daha az yararlıymış gibi geliyor. Diğerlerinin tini bunu kabul etmediği için, sanki kendi tinimle iyi bir şey yaratamıyormuşum diye düşünüyorum. Yardımsever ve yardıma muhtaç olanlar arasındaki uçurum sürekli olarak gözlerimin önüne geliyor. Bu nedenle tinim sadece bana aitmiş ve sadece tadını çıkartabildigım kadar çıkartmak zorundaymışım gibi hissediyorum. Halbuki vermek, almaktan daha çok mutluluk veriyor: En zengini bile bir çölün yalnızlığında ne işe yarar ki!”

321 Nasıl saldırmalı? - Bir şeye inanmamızı veya inanmamamızı sağlayan nedenler, çok nadir insanda olabilecekleri kadar güçlüdür. Genelde, bir şeye duyulan inancı sarsmak için en ağır topları kullanmaya gerek yoktur. Çoğu insanda gürültülü bir

şekilde saldırıya geçmek bile yeterlidir; böylece kimi zaman

fişekler yeter. Kendini beğenmiş insanlara karşı da en ağır saldırının yüz ifadesi yeterlidir: Onları ciddiye aldığımızı düşünürler - ve seve seve geri adım atarlar. 150

Ölüm

322.

Ölüm. - Ölümün bir gün nasıl olsa geleceği düşüncesinden yola çıkarak, her yaşama leziz ve hoş kokulu bir damla uçarılık katı-

labilirdi — ve siz tuhaf eczacı ruhları, bu damlayı kötü kokan ve hayatı iğrenç hale getiren bir zehir damlası haline getirdiniz!

323. Pişmanlık. - Pişmanlığı hiçbir zaman yer bırakmayın; aksıne kendinize hemen şöyle deyin: “Bu, birinci aptallığın yanına ikinci bir aptallık eklemek olur.” —- Kötülük yaptıysanız, iyilik yapmaya çalışın. — Hareketlerinizden dolayı ceza alırsanız, bu

cezayı bununla da iyilik yapıyormuşsunuz duygusuyla taşıyın.

Ne de olsa başkalarına aynı aptallığı yapmamaları için örnek oluyorsunuz. Cezalandırılan her suçlu kendini insanlığa iyilik yapıyormuş gibi hissedebilir.

324. Düşünür olmak. - Her günün en az üçte birini tutkular, insanlar ve kitaplar olmadan geçirmiyorsa, nasıl düşünür olabilir kı?

325. En iyi tedavi. - Arasıra biraz sağlık, hastanın en iyi tedavisidir.

326. Dokunma! - Bir sorunu çözmek yerine, sorunu ele almak isteyen herkes için daha karmaşık ve zor çözülebilir hale getiren

korkunç insanlar vardır. İsabet ettirmeyi bilmeyen, isabet ettirmeye çalışmaktan vazgeçmeli.

151

Gezgin ile Gölgesi

327. Unutulan doğa. - Doğadan bahsediyoruz ve bu arada kendimizi unutuyoruz. Biz doğanın ta kendisiyiz, guand möme

(tabii ki). — Öyleyse doğa, adını anarken hissettiğimizden başka

bir şey. 328. Derinlik ve can sıkıntısı.- Derin insanlarda, derin kuyurlarda olduğu gibi, içine atılan bir şeyin zemine ulaşması çok uzun sürer. Yeterince beklemeyen seyirciler, bu gibi insanları genelde sabit ve sert olarak nitelendirirler — ve belki de can sıkıcı olarak.

329. Sadakat yemini etme zamanı geldiğinde. - Kimi zaman yeteneklerimize ters düşen tinsel bir yöne yöneliriz; bir süre kahramanca akıma ve rüzgâra, temelde ise kendimize karşı mücadele ederiz; yoruluruz, nefesimiz kesilir; başardıklarımız bizi sevindirmez, zira bu başarıları elde edene kadar çok fazla fedakârlıkta bulunduğumuzu düşünürüz. Hatta belki de tam zaferin ortasında kendi üretkenliğimiz, kendi geleceğimiz hakkında endişe duymaya başlarız. Nihayet, nihayet geri döneriz

- Rüzgâr şimdi yelkenlerimize üfler ve bizi doğru yola götürür.

Ne mutlu bize! Kendimizi ne kadar muzaffer hissederiz! Ancak şimdi ne olduğumuz ve ne istediğimizi biliriz ve sadakat yemini ederiz; bu hakkı kazanırız - bilenler olarak.

330. Hava kâhinleri. - Nasıl ki bulutlar bize rüzgârların ne kadar yükseklikte estiğini söylüyorlarsa,en hafıf ve en özgür tinler de bize kendi yönlerinde havanın nasıl olacağını söylerler. Vadideki

rüzgârla bugünün piyasasındaki görüşler, sadece geçmiş için bir anlam taşır, gelecek için değil

152

Sürekli Hızlandırma

331 Sürekli hızlandırma. - Yavaş başlayan ve bir konuya Zor aşina olanlar, daha sonra sürekli hızlanma özelliklerini kazanırlar - böylece sonunda hiç kimse akımların onları nereye götüreceğini bilmez.

332.

İyi üçlü. - Huzur, büyüklük, güneş ışını, - bunlar bir düşünürün istediği ve kendisinden talep ettiği her şeyi kapsar: Umutları ve görevleri; günlük yaşam tarzında ve yaşadığı yerde bile entelektü-

el ve ahlaklı olandan bekledikleridir bunlar. Önce yüceltici, sonra

rahatlatıcı ve nihayet aydınlatıcı düşünceler kurar — dördüncüsü ise her üçünüde içinde barındıran ve dünyevi olan her şeyin bir coşku haline geldiği düşüncelerdir. Sevinç üçlüsünün krallığıdır burası.

333. “Gerçek” için ölmek. - Biz görüşlerimiz için yakılmayı göze alamazdık: Onlardan o kadar emin değiliz. Ama belki görüşlerimize sahip olmak ve onları değiştirebilmek için yakılmayı göze alabilirdik.

334. Vergisi olmak. - Olduğumuz kadar kabul edilmekistiyorsak, vergisi olan bir şey olmalıyız. Ama sadece bayağı olanın bir vergisi vardır. Böylece bu tür arzular ya tek taraflı bir alçakgönüllülüğün — ya da aptalca bir büyük gönüllülüğün sonucudur.

335. Ev inşa edenler için ahlak. - Ev inşa edildikten sonra iskelelerin sökülmesi gerekir. 153

Gezgin ile Gölgesi

336. Sophokleizm. - Hiç kimse şaraba Yunanlılardan çok su katmamıştır! Soğukkanlılık ve zarafet - Sofokles zamanında ve ondan sonraki zamanlarda Atinalıların asalet ımtiyazıydı. Bunu taklit edebilen varsa buyursun taklit etsin! Yaşamda ve yaratıcılıkta!

337. Kahramanlık. - Kahramanlık, kendini başkalarının önünde başkalarıyla rekabet halinde hissetmeden büyük şeyler yapmak-

tır (ve büyüklük göstererek yapmamaktır). Kahraman, nereye giderse gitsin, ıssızlığı ve ayak basılmayan kutsal sınır bölgeyi hep yanında taşır.

338. Doğanın ikizi. - Kimidoğa manzarasında kendimizi görürüz ve içimiz güzel bir şeklide titrer; en güzel ikizimiz budur. — Sürekli güneşli Ekim havasının hâkim olduğu; rüzgarın sabahtan akşama kadar mutlu bir şekilde estiği; saf bir aydınlığın ve ölçülü bir serinliğın yayıldığı; ebedi karın korkutuculuğu içine korkusuzca yerleşmiş yüksek bir vadinin görkemli tepe, göl ve orman karak-

terinde; İtalya'nın ve Finlandiya'nın birlik kurdukları ve doğanın tüm gümüş renklerinin anavatanı gibi görünen bu yerde bu duyguları hissedebilene ne mutlu. - “Doğada mutlaka daha yüce ve daha güzel şeyler vardır; ama bu, benim içimde var, bana aşina, bununla kan bağım, hatta fazlası bile var”, diyebilene ne mutlu.

339. Bilgelerin cana yakınlığı. - Bilge kişı, bir kral gibi, diğer insanlara gayriihtiyari cana yakın davranacaktır ve onlara yeteneklerinde, sınıflarında ve görüşlerindeki farklılıklara rağmen 154

Altın

neredeyse eşitmiş gibi muamele edecektir; herkese eşit davrandığı anlaşıldığında ise insanlar ona kızacaktır.

340. Altın. - Altın olan her şey parlamaz. İnce parlaklık sadece en saf metale özgüdür.

341 Tekerlek ve çarık.” - Tekerleğin ve çarığın farklı görevleri olsa da, bir ortak görevleri de vardır: birbirlerinin canını acıtmak.

342. Düşünürün rahatsızlıkları. —- Düşünür, düşüncelerini

bölen (ya da rahatsız eden) her şeye kendisini sanatçıya sunmak için kapıdan giren yeni bir modelgibi barış içinde bakmak zorundadır. Araya girenler, yalnız olana yemek getiren kargalar gibidir.

343. Çok zeki olmak. - Çok zeki olmak kişiyı genç tutar, ama tam da bu yüzden daha yaşlı kabul edilmeyi göze almalıdır. Zira insanlar zekâyı, hayat tecrübesi, yani çok ve kötü yaşamışlık, acı, yanılgı ve piş-

manlıklar olarak kabul ederler. Öyleyse: çok zeki olup, bunu gösterdigimizde bizi olduğumuzdan daha yaşlı ve daha kotü kabul ederler.

344 Zaferin nasıl kazanıldığı. - Rakibimizi sadece bir saç teli

kadar geçeceksek, zafer kazanmayı istememeliyiz. İyi bir zafer, 27 Alm. Hemmschuh. (Çev.n)

155

Gezgin ile Gölgesi

Zaferi kazananı sevindirmeli ve utanç duymamamızı sağlayacak tanrısal bir yöne sahip olmalıdır.

345.

Üstün tinlerin saplantısı. — Üstün tinler, bir saplantıdan

kurtulmakta zorluk çekerler: Vasat olanlarda kıskançlık uyandırdıklarını ve istisna olarak kabul edildiklerine inanırlar. Gerçekte ise gereksiz ve olmasaydı, kimsenin aramayacağı bir şey gibi kabul edilmektedirler.

346. Temizlik zorunluluğu. - Görüşlerini değiştirmek, kimi mizaçlar için elbiselerini değiştirmek gıbi, temizliğin bir zorunluluğudur; kimileri içinse sadece kendini beğenmişliklerinin bir zorunluluğu.

347. Kahramana layık. - Burada sadece meyveler olgunlaştıktan

sonra ağacı sallayan bir kahraman var. Size göre bu az mı? Önce

salladığı ağaca bir bakın hele!

348. Bilgeliğin nasıl ölçüleceği. - Bilgeliğin arttığı, ekşiliğin

azalmasıyla ölçülebilir.

349, Yanılgıyı rahatsız edici şekilde söylemek. - Gerçeğin rahatlatıcı şekilde söylenmesi herkese göre değildir. Ama kimse rahatsız edici şekilde söylendiğinde yanılgının gerçeğe dönüşmesini beklemesin. 156

Altın Parola

390. Altın parola.-Hayvan gibi hareket etmeyi unutması için insana birçok zincir vurulmuştur. Gerçekten de tüm hayvanlardan daha yumuşak, daha esprili, daha neşeli ve daha ihtiyatlı olmuştur. Bugün uzun zamandan beri zincirlerle gezdiği ve temiz hava jile özgürce hareketi tadamadığı için hâlâ acı çekmektedir. Yine de bu zincirler, sürekli olarak tekrarladığım gibi, ahlaki, idini ve metafizik düşüncelerin ağır ve mantıklı yanılgılarıdır. Ancak ziıncir hastalığı da aşıldıktan sonra ilk büyük hedefimize gerçekten ulaşmış olacağız: insanın hayvandan ayrılması, - Zincirleri atma görevimizin tam ortasında duruyoruz ve en büyük dikkati göstermek zorundayız. Tinin özgürlüğü sadece asilleşmiş insana verilmelidir; sadece onun için hayatın kolaylığı yakındır ve yaraları sarar. Başka bir hedefiçin değil, sadece sevinç için yaşadığını ilk O söyleyecektir. Başka ağızlarda seçim sloganı çok tehlikeli olabilir: Etrafımda barış ve en yakın şeylerden haz duymak. - Bireyler için hazırlanmış bu seçim sloganı, herkese hitap eden ve insanlığın tamamı üzerinde, bayrağını bu sözle fazla erken süsleyenlerin yokolacağı - ve Hıristiyanlığın yok olduğu eski ve büyük bir söze dayanmaktadır. Gerçekten de sanki bütün insanlar içın gökyüzürnu üzerlerinde parlarken gören ve şu sözü duyan çobanlar gibi olma zamanı gelmemiş gibi görünmektedir. “Dünyaya barış ve insanlara karşılıklı haz.” — Zaman hâlâ bireylerin zamanıdır.

Gölge: Anlattıklarının arasında tek bir müjde hepsinden çok hoşuma gitti: Size yakın şeylerin iyi birer komşusu olacaksınız. Bu biz zavallı gölgeler için de iyi olacak. Çünkü itiraf edin, bizi bugüne kadar çok ihmal ettiniz.

Gezgin: İnkâr etmek mi? Öyleyse neden kendinizi hiç savun-

madınız? Kulaklarımız yakınınızdaydı oysa. Gölge: Sanki size kendimizden bahsedemeyecek kadar yakınmışız gibi görünüyordu. Gezgin: Harıka! Çok güzel! Ah,sız gölgeler, bizden daha insanlarsınız; bunu anlıyorum. Gölge: Yine de bize “yapışkan” diyordunuz; biz ki, bir şeyi çok

iyi biliyoruz: sessiz kalmayı ve beklemeyi — hiçbir İngiliz bunu

bizden iyi yapamaz. Doğru, birçok kez insanın maiyetinde dolaşı-

yoruz, ama onun köleliğinde değil. İnsan ışıktan korkuyorsa,biz de insandan korkarız. En azından bu kadar özgürüz. Gezgin: Ah, ışık insandan daha çok kaçıyor; siz de o zaman Insanı terk ediyorsunuz. Gölge: Seni birçok kez acı çekerek terk ettim. Bilgiye susamış olan bana, her zaman yanında olamadığı için sanki insanların

birçok yönü karanlık kalıyormuş gibi geliyor. İnsanlar hakkında her şeyi öğrenmek için kölen olmaya bile razıyım.

Gezgin: İyi de, senin ya da benim zamanla köleden efendiye

dönüşmeyeceğimizi nereden bilelim? Ya da köle olarak kalıp, efendini hor gördüğün için aşağılık ve iğrenç bir hayat sürüp sürmeyeceğini nereden bilebiliriz? Her ikimiz de sana kalan özgürlükle yetinelim — sana ve bana kalan! Zira özgür olmayanların görüntüsü en büyük sevinçlerimi karartırdı. Birilerine benimle paylaşmak zorunda olduğunda en iyi şeylerden bile tat alamaz, iğrenirdim — ben etrafımda köle istemiyorum. Bu neden159

Gezgin ile Gölgesi

le köpekleri de sevmem; insanların köleliği altında “köpek gibi”

olan o tembel ve kuyruk sallayan asalakları; insanlar hâlâ överek

efendisine sadık olduğunu söylerler ve efendisini takip ettiğini, tıpkı — Gölge: Gölgesi gibi mi? Belki ben de seni bugün fazlaca takip etmişimdir? En uzun gündü bugün, ama sonuna geldik. Sadece biraz daha sabret. Çımenler soğuk, üşümeye başladım. Gezgin: Ayrılma zamanı geldi mi? Tam da ayrılacağımız zaman seni incittim. Karardığını gördüm. Gölge: Sadece sahip olduğum renkte kızardım. Birçok kez ayaklarının dibinde yattığımı hatırladım, tıpkı bir köpek gibi ve senin de — Gezgin: Kalan son anlarımızda seni sevindirecek bir şey yapamaz mıyım? Hiçbir arzun yok mu?

Gölge: Felsefi “köpeğin” Büyük İskender huzurundaki arzusun-

dan başka bir arzum yoktur: Biraz güneşimden çekil; üşümeye başladım. Gezgin: Ne yapayım? Gölge: Çam ağaçlarının altına gir ve dağlara doğru bak; güneş batıyor. Gezgin: — Neredesin? Neredesin?

160