Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş ile Mülâkat: Dil Dâvâsı

696 143 2MB

Turkish Pages 87 [86] Year 1981

Report DMCA / Copyright

DOWNLOAD FILE

Polecaj historie

Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş ile Mülâkat: Dil Dâvâsı

Citation preview

PROF. DR. FARUK KADRİ TİMURTAŞ İLE MÜLÂKAT

DİL DÂVASI

Burhan aOZGEYÎK

fe Ş fe m

-ftICiCt & * Y A P M A K ". t R ' ^

YAY : 223-T. 400/1 (Lisan)

*

*

V

VVrttAİ/a'tayVtlevı

j ’ ' , ’

•*Caşa»cUM^fişPatH j s! j ,

4*ıof %d2ıbl Ut*Jiıl Gtirk rt C?rfı No

*

Dizgi : Ayyıldız Matbaası Baskı : E r-T u Matbaası İstanbul, 1981

* £

W

TAKDİM Genç gazeteci ve araştırmacı arkadaşımız Burhan Boz geyik çalışmalarına her gün bir yenisini daha ilâve etmektedir. Bu defa da Türk dilinin değerli profesörü, hoca­ mız Faruk Kadri Timurtaş’la yaptığı mülâkatla yeni bir hizmete talip olmuştur. Dil yâresinin onulmaz bir hal aldığı günümüzde bu çalışmalar elbette takdir ve şükrana lâyıktır. Kökü mazide olan bir âtinin sahibi Müslüman Türk milletinin dilinin muhafazası elbette bütün hami­ yet ehlinin, bütün vatanperverlerin ve milliyetperver­ lerin en basta gelen mukaddes vazifesidir. Çok değerli, akademik eserleriyle yeni yetişen gençliğimize yol gösteren, rehber olan Prof. Dr. Fa­ ruk Kadri Timurtaş Hocamız dil sahasında da muh­ terem bir âlimimizdir. Onun bu sahadaki kıymetli fikirlerini, sualleriyle neşir sahasına getiren arkadaşımızın bu mülâkattm se­ vinçle sunmantn zevkini duymaktayız. Dilimizi korumak için yapılan çalışmaları hürmet ve takdirlerle karşılıyoruz.

Necmeddin Şahiner

Burhan Bozgeyik — Efendim . M ahiyeti iti­ ba riyle dil n edir sizce?.. Prof. Dr. Faruk K adri Tim urtaş — Dil umûm iyetle insanlar arasındaki anlaşm ayı teinin eden bir vasıta olarak tarif edilir. Dil bir anlaş­ m a vasıtasıdır. Bu anlaşm a, sözler, sesler v e­ y a bir takım vasıtalarla ifade edilebilir. Yani, jestler, m im ikler, el kol hareketleri, bayraklar, flam alarla işaretleşm eler de yine dil m efh u ­ m u n a girer. Batı dillerinde, bu dil ile kelim eye dayanan dil arasında fark bulunm aktadır. Birisine um û­ m i dil* diğerine husûsî dil adı verilir. U m ûm î dil için, m esela Fransızca’da language, husûsî dil için langue tabiri vardır. T ürkçede her iki­ sine de dil dediğim ize göre bir karışıklık orta­ y a çıkm ış oluyor. Bu karışıklık, «lisan» kelim e­ sini um ûm i olarak kullanm ak, hususî m ânâ­ daki dil için ise, «dil» kelim esine yer verm ek suretiyle giderilebilir. Bu eksiklik, gerek k o­ nuşm alarda, gerek ilm i araştırm alarda haki­ katen bir boşluk m eydana getiriyor. 7

Şim di tekrar dilin tarifi üzerine gelelim . D em ek ki dil, insanlar arasındaki anlaşm ayı sağlayan vasıtadır. Fakat, bu vasıta kelim esi d oğ ru olm akla beraber biraz da tehlikeli bir anlayış ortaya çıkarıyor. Çünkü; «bir vasıta ol­ d u ğ u n a göre ü zerin de istenildiği gib i tasarruf edilebilir.» neticesi çıkabilir. İşte bu gü nkü dil karışıklığının, dil anarşisinin bir sebebi de, di­ lin sadece b ir «vasıta» olarak telâkki edilm e­ sidir.. Dili biraz daha ilmi bir şekilde tarif etmek istersek şöyle d iy e b iliriz : «dil, insanlar arasın­ d a anlaşm ayı sağlayan, içtim âi ve tabii bir varlıktır.» V a rlık kelim esini ortaya koyarak vasıta kelim esini kaldırm ış ve böylece ba^ı il~ tibasları da önlem iş oluyoruz. Şim di bu tarifi­ m izi açıklayalım . Ö nce, insanlar arasında v a ­ sıta oldu ğu n a göre, dil hadisesi ferd î b ir h ad i­ se değil içtim âidir. İçtim âi olm akla beraber, yin e de onun insanı ilgilendiren p sik olojik y ö ­ nü de vardır. Fakat, ferd î bir hadise değildir. P sikolojik hadiseler, h em ferdidir hem içtim âi­ dir. Dil hadisesi içtim âi, aynı zam anda rûhîdir. Tarifte y er alan ikinci husus; dilin tabii bir varlık olm asıdır. Fakat bu tabiî varlık sözün­ d en ba zı yanlış an lam alar olabilir. Yani, tabii varlık deyince, tabiata ait bir varlık, bitki y a ­ hut kim yevî v ey a biyolojik bir varlık m ânâsı 8

çıkabilir. Bununla kastettiğim iz; dilin bazı ka­ nun lara tabi olan ve bu n a göre gelişen bir v a r­ lık olm asıdır. O zam an tabiî varlık yerine canlı bir varlık da diyebiliriz. O halde dil, hem içti­ m âi bir m üessese, hem canlı bir varlıktır. Dil içtim âi bir hadise olduğuna göre diğer içtim âi hadiseler gibi birtakım vasıflara sahip bu lu n u ­ y o r dem ektir. Bütün içtim âi m üesseseler bilin ­ diği üzere, ferd in dışında ve ferdin üstündedir. Kendi kanunları içinde gelişir. Y an i f'erd, içti­ m âi hadiselere m üdahale edem ez, zorlayam az, onu kendi şahsî görüşlerine göre değiştirem ez ve geliştirem ez. İktisadî hadiseler de kendi ik­ tisat kanunlarına tabidir. M eselâ bir ücret m e­ selesi de zorla tayin edilem ez. Çünkü iktisad da b ir içtim âi m üessesedir ve iktisat kanunlarına tâbidir. îşte dil de içtim âi bir varlık olduğuna göre ferdin üzerindedir. Ferd onu zorla değiş­ tirem ez. Dildeki gelişm eler, m utlaka kendi ka­ nunları içerisinde olur ve olm aktadır. G erek fe rd olarak, gerek cem iyet ve gerekse devlet olarak dil üzerinde tasarrufta bulunulam az. B ozgeyik — D ilin M illet hayatındaki rolü n edir? Timurtaş — M illeti m eydana getiren m ad­ dî ve m anevi unsurlar arasında dil ve din en başta yer alm aktadır. Bu, bütün sosyologlar ve fik ir ad a m lan tarafın dan kabul edilm iş b ir 9

gerçektir. Dil birliğini sağlayam am ış bir top ­ luluğun m illet kim liği kazanm asına im kan yoktur. M illet olm ak için dil unsuru asgarî şart sayılabilir. K ültürün de doğm ası ve gelişm esi dile bağlı olduğundan bu unsurun ne kadar bü yü k bir ehem m iyet taşıdığını belirtm ek içm fa z la söze h acet yoktur zannederim . Dilini kaybetm em iş bir halk ve kavim , m illiyetini m u h a fa za ediyor dem ektir. O nun istiklaline kavuşarak devlet kurm ası ve b ir m illet h alin ­ d e ortaya çıkm ası h er zam an için m üm kündür. Tarihte bu nun örnekleri p ek çoktur. Bunun tersi de olm akta, dilini kaybeden kavim ierin tarih sahnesinden çekildikleri görülm ektedir. Bir m illetin dili bozu lu rsa kültüründe bu h ­ ra n la r başlar. San’at, edebiyat ve fik ir sahala­ rın d a çökü n tü ler m eydana gelir. K itleler b ir­ birini anlam az hale düşerler. Bir m illeti içten y ık m a k için dilinde anarşi m eydana getirm ek v e b öy lece kültürünü çökertm ek, ilk başvu ru ­ la n harekettir. D üşm an prop agan da ve çalış­ m asının başlıca hedefi budur. Bugün dilim iz de böyle bir tehlikeyle kar­ şı karşıya bulunm aktadır. Dil de tem elini teş­ kil ettiği m illet gibi tarihi ve sosyal bir gerçek ­ tir. Y ü zyıllar b oy u n ca çeşitli şartların ve âm il­ lerin tesiri altında m eydana gelm iş ve geliş­ miştir. B ugün bu şartlardan bir kısm ını beğ en ­ 10

m em ek, şunun yerinde başkası olsaydı daha iyi olurdu dem enin b ir değeri yoktur. İstesek de istem esek de realite realitedir. B ozgeyik — Türk Dilinin D ünya dilleri ara­ sındaki yeri nedir?.. Tim urtaş — Bilindiği gibi D ünya dilleri y a ­ pı bakım ından üçe ayrılırlar. Tek heceli diller, çekim li diller, eklem eli diller... Türkçe, ekle­ m eli (bitişm eli) dillerdendir. Bitişmeli dillerin hususiyeti ş u d u r : kelim e çekim sırasında ek­ ler alır. K elim enin kökü h iç bir zam an değiş­ m ez. Bu bitişm eli (eklem eli) dillerin en büyük dil ailesi, U ral-A ltay dilleri dediğim iz diller­ dir. Türkçe bu U ral-A ltay dillerinin A ltay g u ­ ru b u içerisinde y e r alm aktadır. D em ek ki, D ün­ y a dilleri arasında Türkçe; eklem eli (bitişm e­ li) dillerden, U ral-A ltay gu rubundan ve UralA ltay guru bu nu n A ltay kolundandır. B ozgeyik — Türk Dilinin devreleri ve bu d evreler içerisinde geçird iği m erhaleler h ak ­ k ın d a m alûm at verir m isiniz?.. Tim urtaş — Türkçe çok eski bir dildir. F a­ kat, «en eski» devresini bilem iyoruz. Y an i «A na T ü rk çe devresi» vey a «En Eski Türkçe Devresi» dediğim iz devreyi bilem iyoru z ki, bunun bili­ n ebilen kısmı, an cak «İlk T ürkçe Devresi» d e­ d iğim iz Büyük H unlar zam anına rastlayan devredir. Fakat b u devreden de bize m etinler ıı

intikal etm iş değildir. Türkçenin ilk m etinleri 8. yü zyıldak i O rhun  bideleri oluyor. B öylece T ü rkçeyi bu asırdan günüm üze kadar üç bö­ lüm içerisinde in celiyoru z : Eski Türkçe D ev­ resi, Orta Türkçe D evresi ve Y eni Türkçe D ev­ resi olarak ... Eski Türkçe Devresi; başlan gıçtan — ki b u ­ n u m ilâdın ilk yılları olarak telâkki ed iyo­ ruz — 11. A sra k a d ar gelen devredir. 11 ile 13. A sır arası, b ir intikal (geçiş) devresidir. Buna O rta Türkçe D evresi diyoruz. 13. A sırdan iti­ baren ise Y en i T ürk yazı dilleri m eydana gel­ m iş oluyor. Buna d a Y en i Türkçe D evresi di­ yoru z. O rta Türkçe D evresinde belli başlı h u ­ susiyetlere sahip olan K arahanlı Türkçesi de­ diğim iz «Hâkâniye Türkçesi» var. 13. yü zyıl­ dan itibaren ise üç bü yü k edebi dil m eydana geliyor. Osmanlı Türkçesi, A zeri Türkçesi ve Çağatay Türkçesi.. Y an i D oğu Türkçesi ile Ba­ tı T ü rkçesi... Bir de b u n a Şimal Türkçesi, o d e­ virde Kıpçakça, dah a son ra d a bu gü n e kadar gelm iş olan Kazan Türkçesi, eklenebilir. D em ek ki Türkçe; D oğu, Batı ve Şim al (Ku­ zey) olm ak üzere ü ç bü yü k bölgede gelişm iş oluyor. Y en i T ürkçe devresinin de en bü yü k kolları biraz ön ce belirttiğim gibi Osm anlı, A zeri ve Ç ağatay T ürkçeleri oluyor. 12

B ozgeyik — Bu d evrelerin hususiyetleri n e­ lerdir h ocam ?.. Bu devreler neye göre tasnif ediliyor?.. Tim urtaş — Bu devreler, T ürkçenin gös­ terdiği; gerek fon etik bakım dan, gerek şekil bilgisi bakım ından taşıdığı hususiyetlere göre tasn if edilm iş oluyor. Eski Türkçe devresinde G öktü rk  b id eleri var. V e daha son ra U ygu r­ ca m etinler var. Burda b ir a y n lık görülm üyor. Fakat 11. yü zyıldan itibaren, bilhassa İslâmiyetin kabulünden sonra Türk boyları arasında y azı dilinde değişiklikler başlıyor. Esaslı diye­ bileceğim iz bu değişikliklerin başlangıç tarihi olarak 11. A srı alabiliriz. Bundan itibaren bu ayrılıklar yeni edebi dillerin, yeni yazı dilleri­ n in m eydana gelm esine sebep oluyor. Bunu dah a 11. A sırda d a K âşgarlı M ahm ud «D ivan-ı Lügati’t-Türk» de işaret ediyor. Y ân i farkın a varm ış. Bâzı lehçeler arasındaki farkların yazı diline de intikal ettiğine o d a tem as etm iş olu ­ yor. Çünkü, o devirdeki Türkçe için «Hâkâniye Türkçesi* diyor. Y an i Türkçe deyin ce kastet­ tiği H âkâniye Türkçesidir. B ugün bizim Karah an lı Türkçesi dediğim iz H âkâniye Türkçesinde böyledir, bu n a m ukabil O ğu zcada şu şekil­ ded ir diyor. K ıp çak ça’da falandır, şöyledir, şu şekildedir diye bahsediyor. D em ek ki, o devir­ de konuşm a dilinde b ir takım fark lar var. Bu 13

fa rk la r gelişiyor, daha genişliyor, bu sefer bu n ­ lara dayanan yazı dilleri m eydana gelin ce ay­ rı ayrı yazı dilleri m eydana gelm iş oluyor. Bu bakım dan sınıflandırıyoruz. Fakat «O rta T ü rk ­ çe D evresi»/ded iğim iz bu «H âkâniye Türkçesi» devresinde, yine Eski Türkçenin hususiyetleri hâkim.. Eski T ürkçeden biraz daha değişik olarak gelişen diller 13. A sırdan son ra m eydana g e­ lenlerdir ki, Batı T ürkçesi ile D oğu Türkçesidir. Batı Türkçesi, D oğu Türkçesinden bir h a y ­ li fark lı olarak teşekkül etmiş oluyor. D oğu Türkçesi yine Eski T ü rk çe’nin hususiyetlerini kısm en taşıyor. Fakat Batı Türkçesinde Eski Türkçe birçok değişikliklere uğruyor. Eklerin başın d a sesler düşüyor, sonunda sesler düşü­ yor, yeni çekim ekleri m eydana gelm iş oluyor. M eselâ şim diki zam an gibi, gelecek zam an g i­ bi çeşitli zam an eklerinde değişiklikler oluyor. Bir de tabiî zam anla (kelim e) hâzinesi ba k ı­ m ından da fark lar m eydana geliyor. Bu suret­ le, bü yü k edebî diller teşekkül etmiş oluyor. Fakat yine de kelim e hâzinesi bakım ından b ü ­ yü k bir fa rk görülm ez. M eselâ Ç ağatay Türkçesiyle O sm anlı Türkçesini alalım, bir Ali Şir N evâî’nin gazeli ile faraza, Bâkî’nin gazelleri arasında hem en hem en bü y ü k bir fa rk yoktur. M alzem e ve edebi görü şler ve «tem» ler aynı. 14

Fakat, Türkçe bakım ından bazı fiil çekim inde değişiklikler var, eklerde değişiklikler var. Fa­ kat bunun dışında dil hem en hem en aynıdır. Çünkü D oğu Türkçesine de jâne bizim. Batı Türkçesi ölçüsünde olm asa bile; A rapça, Fars­ ça kelim eler geçm iş durum da... O bakım dan bu edebî diller hem en hem en aynı sayılır. Fa­ kat sadece D oğu Türkçesine ait v ey a sadece Batı Türkçesine ait kelim eler de var. Farklar da bunlardan ibaret oluyor. Bozgeyik — Bütün devreler g öz önünde bulundurulduğunda O sm anlıcam n dilim izdeki yeri nedir?.. Tim urtaş — Bu «O sm anhca» tâbiri ü zerin ­ de bilhassa durm ak lâzım. Osmanlıca- tâbiri değişik kullanılıyor. Ben «O sm anlıca» d ey in ­ ce «Osm anlı Türkçesi»ni anlıyorum . Osm anlı Türkçesi dem ek; O sm anlı Devleti zamanındaTürk m illetinin konuştuğu ve yazdığı dildir. O sm anlı D evletinin sınırları içerisindeki h al­ kın konuştuğu dil O sm anlı Türkçesidir. Bu ta­ biî, hem konuşm a dili olarak, hem yazı dili olarak görülüyor. Bugünkü konuştuğum uz ve yazdığım ız dile Türkiye Türkçesi dediğim ize göre, O sm anlı Türkçesi, «Türkiye Türkçesi»nin tarihî devresi oluyor. Bunun hakikî ve ilm i ola­ rak tarifi b u ... Fakat bu nun dışında b ir de O s­ manlI devresinde b ir kısım m ü n evver tabaka15

m n ku llandığı h alk dilinden uzak b ir y a zı dili var. Bugün, O sm anlıcayla daha çok bu kaste­ diliyor. O sm anlıca deyince; halk d ilin d en u za k , hatta Türkçeden uzak, üç dilden m eydana g e­ len ve ü ç dil karm ası olan, Türkçenin âdeta içerisinde k a ybold u ğu b ir dil anlaşılıyor. B öy­ le tasnif edersek o zam an onu ayırm am ız lâ­ zım ... Esas, O sm anlı Türkçesi tâbirini kullanm a­ m ız gerekir. O sm anlı Türkçesi, Türkiye Türkçesinin tarihi devresi dem ektir. O zam anki ko­ nuşulan, yazılan T ürkçe dem ektir. Bütün d ev­ reler nazar-ı itibara alm dığı takdirde OsmanU Türkçesi yen i yazı dillerinden oluyor. Çünkü 13. A sırdan son ra teşekkül etmiştir. Tâbi bir yan d a Selçuklu devri Türkçesi de var. O nun üzerine Eski O sm anlıca dediğim iz devre gel­ miş oluyor. V e 16. Y ü zyıldan itibaren de K la­ sik O sm anlı Türkçesi yazı dili teşekkül etmiş oluyor. D em ek ki, Eski Osm anlıca, Eski Türki­ ye T ürkçesi ve Klasik O sm anlıca devreleri bir­ birini tâkip etm ektedir. 15. yüzyılın sonlarına d oğ ru yeni O sm anlı Türkçesi ortaya çıkıyor. B ozgeyik — TürkçeTnin yazı dili olarak b ü ­ tün devrelerini gözön ü n e aldığım ızda Osm anlı T ürkçesinin d eğeri nedir?.. Tim urtaş — Türk yazı dilleri içerisinde en işlenm iş, en m ükem m el hale gelm iş yazı dili 16

O sm anlı Türkçesidir. Bütün eski ve yeni yazı dillerim izi nazar-ı itibara aldığım ız takdirde, gerek Eski Türkçe devresinde, gerek O rta Türk­ çe ve gerek dah a son ra m eydan a gelm iş olan A zeri Türkçesi, Ç ağatay Türkçesi, K azan Türk­ çesi... Y an i bü tü n yazı dilleri içerisinde O s­ manlI Türkçesi en m ütekâm il, en güzel, en iş­ lenm iş yazı dilim iz olu y or... O sm anlı T ü rkçe­ si altı yü zyıl işlenmiş, ço k bü yü k san’atkârlar çıkarm ış, ifade g ü cü son derece fazla olan bir dildir. B ozgeyik — Dil, lehçe, şive, ağız kelim ele­ rinin ifade ettikleri m ânalar üzerine m alûm at verir m isiniz?.. Tim urtaş — Dile, b ir m illetin bütününün konuştuğu anlaşm a vasıtası diyebiliriz. Bunun içinde kollar oluyor. D aha k ü çü k guruplar olu y or : lehçeler, ağızlar gibi. Lehçe ile şiveyi birbirinin aynı olarak te­ lakki edebiliriz, yani b ir dilin bü yü k kolları... Biz buna, — İstanbul’daki ilim m ensupları — daha ço k şive diyoruz. Lehçe diyen ilim adam ­ ları da var. Lehçe de diyebiliriz. Lehçenin ve şivenin bir başka m anası d ah a var. Bilhassa halk arasında kon uşm a tarzı oluyor. «Falanm şivesi bozuktur», v ey a «Falanm şivesi iyidir», «İstanbul leh çesid ir»... Bu konuşm a tarzı olu ­ yor. Bu dah a ço k ağız olabilir. 17/2

A ğ ıza ise ayrılıkları bilhassa söylenişte görü len bir dilin k ü çü k gurupları diyebiliriz. A ğ ızla r d ah a ço k ses değişikliklerini taşıyor. Yani, ön ce ağızlar var. A ğızlardan leh çe­ ler m eyd a n a geliyor. Lehçelerle dilin yapısı ile ilgili hususlar ve aradaki fark lı şekiller orta­ y a çıkm ış oluyor. A ğ ız deyince, T ürkçenin A n adolun u n çe ­ şitli bölgelerin d e konuşulan şekilleri anlaşılır. A y rıca R um eli ağızları var. Bugün Türkiye dı­ şında, S u riye’de, Irak’ta, İran’da, K ıbrıs'ta T ürklerin konuştukları ağızlarda bâzı küçük değişiklikler, telâffu zla alâkalı farklar vardır. Bu fa rk la r lehçelerde daha d a büyüyor. Bu ta­ bii bü yü k diller için bahis konusu. Lehçeler, d ah a k ü çü k dillerde ço k az görülüyor. Türkçe ç o k eski ve b ü y ü k b ir dil oldu ğu için, bir de ç o k geniş co ğ ra fî sahaya yayıld ığı için leh çe­ ler teşekkül etm iş oluyor. G erek tarihî devre­ de, g erek d ah a son raları... A z ön ce de söyle­ d iğim gibi, D ivan-ı L ügatü’t-Türk’te K aşgarlı M ahm ud, falân b oy d a şöyle, filâ n b oy d a böyle dediğine g öre dem ek ki, o devirde b ir takım leh çeler teşekkül etmiş. A ğız değil. A ğ ız olu r­ sa k ü çü k değişiklik oluyor. Faraza, G aziantep ağzıyla Sivas ağzı arasındaki fa rk gibi. Fakat T ürkiye T ürkçesi ile A zeri Türkçesi arasında­ ki fa rk ağız değil de, lehçe yahut da şiveyi m eyd an a getiriyor. 18

B ozgeyik — O sm anh ca’n m kültürüm üzde­ k i yeri nedir?.. Tim urtaş — Bu son derece m ühim ve ge­ niş b ir sual.. O sm anlıcanın v ey a O sm anlı Türkçesinin kültürüm üzdeki yeri ço k büyüktür. Çünkü, kültür tarihim izdeki en bü yü k eserler, O sm anlı devresinde yazılm ış olan eserlerdir. Ö bü r Türk lehçeleriyle yazılm ış eserleri de nazar-ı itibara alırsak, gerek doğu, gerek kuzey lehçeleriyle yazılm ış olan eserleri... Y ine de h er sahada en ço k eser, kültür eserleri; tarih­ te olsun, hukukta olsun, edebiyatta olsun, her türlü ilim ve kü ltür eserleri O sm anlı Türkçesiyle yazılm ıştır, diyebiliriz. O sm anlı Türkçesi, hem bütün Türk leh çe­ lerinin en m ühim m i ve en işlenm işidir, hem de kü ltür tarihim iz bakım ından son derece ehem ­ m iyetli eserleri ihtiva edenidir. O sm anlı Türk­ çesi ile pek ço k bü yü k eserler verilm iştir. B ozgeyik — H alk Edebiyatı ve D ivan Edebiyatı’n m dil m alzem eleri cihetiyle hususiyet­ leri ve kültür hayatım ızdaki yerleri üzerine dü­ şünceleriniz?.. Tim urtaş — Bu d a tabii, dil ile edebiyat arasındaki m ünasebeti teşkil ediyor. Halk Edebiyatı ile D ivan Edebiyatı dil m alzem esi b a ­ kım ından birbirinden p ek de uzak sayılm az. Aslında, yanlış bir telâkki var. H alk edebiyatı 19

tam am iyle Türkçe kelim elerden m üteşekkil bir dille yazılm ış zannediliyor. D ivan edebiyatı ise çok karışık b ir dille, A rapça, Farsça ve T ürk­ çe karışım ı O sm anlıca denilen bir dille yazıl­ mış şeklinde... Bazı eserler istisna edilirse b ö y ­ le bir hükm e varam ayız. H alk edebiyatı olsun, divan edebiyatı olsun, aşağı yu karı aynı dille yazılm ıştır. Y alnız divan edebiyatında Arapça, Farsça terkipler (ta m la m a la r), birleşik sıfat­ lar daha fa z la görülüyor. Fakat aslında m al­ zem eler aynıdır. M esela 17. A sırda o devirde yetişm iş olan halk şairleri; A şık Ö m er diyelim , G evheri diyelim zaten divan edebiyatı tarzın­ da yazıyorlar. M esela, koşm a tarzından ziya­ de gazeli tercih ediyorlar. Y an i bir yerde, şekil bakım ından da h alk şiiri divan şiirine yaklaş­ mış oluyor. 17. yü zyılda hem dil bakım ından, hem şekil bakım ından yaklaşm ış oluyor. Tabi, «bunlar tam am iyle ayn ı dili kullanıyorlar» di­ yem eyiz. D ivan edebiyatının dili biraz daîıa ağır. A rapça, Farsça kelim eler biraz daha fa zla ... B ozgeyik — H ocam divan edebiyatının dili için «işlenm iş b ir dil» diyebilir m iyiz?.. Tim urtaş — Evet. D ivan edebiyatının dili için; Türkiye Türkçesinin devreleri içerisinde en işlenm işidir diyebiliriz. O sm anlıcayı anlatır­ ken, «Yeni Türkçe devresinde teşekkül etm iş­ 20

tir.», «Türkiye Türkçesinin tarihî devresidir.» dedim . Fakat O sm anlıca da kendi arasında birtakım bölüm lere ayrılmıştır. O sm anlıcayı anlatırken de söylediğim gibi, bir Eski Osm anlıca var. Bundan son ra 16. A sırdan itibaren K lasik O sm anlıca başlıyor. Bir de buna, Tanzim attan sonra Yeni O sm anlıcayı ilâve edebili­ riz. O zam an O sm anlıca üç bölü m oluyor. Eski O sm anlı Türkçesi, K lasik O sm anlı Türkçesi (Buna O rta O sm anlı Türkçesi diyenler de var) ve Y eni O sm anlı Türkçesi. Bunlar içerisinde, en işlenm iş olanı Klasik O sm anlı Türkçesi d e­ diğim iz D ivan edebiyatının dilidir. Tanzim attan sonra, b irçok yeni m efh û m lar geliyor. Yeni terim ler geliyor. Batı’dan alm ıyor, bu alınan kelim eler dilim ize sokuluyor. Y an i kelim e h â ­ zinesi bakım ından Klasik O sm anlıcaya göre bir geliştirm e var. Fakat, işlenm iş olm ak bakı­ m ından D ivan şiiri çok daha güzeldir. Şunu da söyleyebiliriz ki, D ivan şiirini anlam ak, Tanzim attan sonra ortaya çıkan eserleri — bilhassa Servet-i Fünun d ev rin d ek ileri— dili bakım ın ­ dan anlamaktan çok daha kolaydır. Çünkü öbü rü m ükem m el bir hale gelm iş, işlenmiş, ifa ­ de kabiliyeti çok fazla. H albuki Y eni Osm anlıca içerisinde tekrar bir bocala m a var. Bozgeyik — Sun’ılik de var değil mi?.. Timurtaş — Evet. Sun’ilik de var tabi.. Bo21

çalam a da var. O nun için dil bakım ından ele alırsak, Tanzim attan sonra gelişm iş olan Osm anlı Türkçesi, D ivan Edebiyatı dilinin (K la­ sik O sm anlıcanm ) yan ında biraz daha aşağı seviyede kalm ış oluyor. İşlenm işlik bakım ın­ dan ve ifade g ü cü bakım ından... Bozgeyik — Büyük Devlet kurmağa mu­ vaffak olmuş milletlerin dillerinin belli başiı hususiyetleri nelerdir?.. Tim urtaş — Evvelâ şunu belirtm ek lâzım ki bü yü k m illetlerin, tabiî dilleri de bü yü k olur. Fakat bü y ü k ve m edenî m illetlerin dili h içbir zam an tam olarak sa f değildir. Yani «saf dil» diye birşey m evzubahis olam az. Ç ünkü bü yü k devletler zaten, etraflarıyla fa zla m ünasebetle­ ri olan devletlerdir. Y e m edeniyetler de b irb i­ rine tesir etm iş oluyor. M edeniyetlerin ve kü l­ türlerin birbirleriyle m ünasebetleri ve bunun neticesinde birbirlerine tesirleri dolayısiyle b ir­ birlerinden kelim e alış verişi de yapm ışlar. Bu bakım dan h içbir bü yü k dil saf olam az. M eselâ Batı dillerine bakalım . Fransızcayı ele alalım . Fransızcanın nereye dayanm ası lâ ­ zım?.. F ranklara... B akıyoruz ki, 50 - 60 bin ke­ lim elik Fransızca bir sözlük içerisinden Frank­ lardan gelen kelim eler 200’ü geçm iyor. D em ek ki, Fransızlara dil bakım ından cedlerinden in­ 22

tikal etm iş fa zla birşey y o k ... Eski G rek çe’den, Lâtinceden kelim eler girm iş oluyor. B öylece Fransızca teşekkül etm iş oluyor. A yn ı şey İn­ gilizce için d e m evzubahis. İngilizcenin üçte ikisi Fransız ve Latin m en şeli... Y apı olarak zaten G erm en dillerinden.. A lm an dili için de öyle.. Y ine Lâtinceden kaynaklanm ış olu yor... İspanyolca, P ortekizce de öy le... Bunların h ep­ si, b ir kısm ı Latin dilleri gu ru bu ndan bir kısm ı d a G erm en dilleri gurubundandır. Fakat h ep ­ sinin içerisinde Latince m enşeli oldu kça büyük m iktarda kelim eler var. S af olarak kendi eski kelim eleri ço k az olarak bu gü n e gelm iştir... Biraz önce de söylediğim gibi, Fransızcada Frankçadan geçm e ço k kelim e olm ası lâzım. Fakat 200’den fa zla yok. Belki Fransızcada bu ­ lun an Türkçe kelim elerin sayısı b u m iktardan fa z la d ır... Şunu belirtm ek gerek. D ildeki kelim eler m alzem edir. M ühim olan bu m alzem enin kul­ lanılışıdır. Bu m alzem elerle m eydana getirilen eser, yap ı m ühim dir. K elim eleri inşaat m alze­ m esine benzetirsek, inşaat m alzem esinin ken­ disi m ühim değil. İnşaat m alzem esiyle ne ya­ pılıyor?.. K üçük b ir bin a m ı yapılıyor, m uhte­ şem bir eser m i m eydan a getiriliyor?.. M ühim olan budur.

23

B ozgeyik — Bizim dilim izde kelim eler, «Türkçe değildir» denilerek atılm ak isteniyor. Bu n evi davranışları nasıl değerlendiriyorsu­ nuz?. Tim urtaş — «Türkçe değildir» diyem eyiz. Bâzı kelim eler m enşe itibariyle Türkçe değildir belki, fak at Türkçeleşm iştir. D ilim izin m alı ol­ muştur. Dil ilm i bakım ında şöyle düşünm ek lâzım dır. Y alnız Türkçede değil, bütün büyük dillerde ü ç çeşit kelim e vardır. Birisi; o m ille­ tin kendi öz m alı olan kelim eler. İkincisi, çeşitli m ünasebetlerle ba şk a m illetlerden alm an keli­ m eler. Fakat bu n la r bâzı ses değişikliğine u ğ ­ rar, şekil değişikliğine, m an a değişikliğine u ğ ­ rar, etrafların da m ecazî kullanışlar ve d eyim ­ ler teşekkül eder ve o m illetin m alı olur. Bir de yaban cü ığın ı m u h afaza eden kelim eler vardır. Başka m illetlerden alınm ıştır, fak at yab an cılı­ ğını m u h afaza etm ektedir. Bunu Türkçeye tat­ bik edersek, T ürkçede de ü ç çeşit kelim e oldu ­ ğu görülür. Birisi, aslında Türkçe olan kelim e­ ler. İkincisi, başka dillerden, hususiyetle A rapçadan, Farsçadan alm m ış fak at Türkçeleşm iş kelim eler. Bunların öbü r Türkçe kelim elerden h içbir fark ı yoktur. Y ân i bu n lar Türkçeleşm iş­ tir, Türkçedir. Bir de başka dillerden alındığı halde yaban cılığını m u h afaza eden kelim eler vardır. A rapçadan , Farsçadan, Batı dillerinden 24

girm iş, fakat Türkçeleşm em iş kelim eler... İşte bu çeşit kelim eler atılabilir. Türkçeleşm iş keli­ m elere dokunanlayız. Ç ünkü bunların, diğer aslen Türkçe olan kelim elerden h içbir fa rk ı kal­ mamıştır. B ozgeyik — Zengin Dil ne dem ektir sizce?.. Timurtaş — Zengin dil m eselesi de m ühim ­ dir. Birçok kim seler kelim e sayısı fazla olan dili zengin dil zannediyorlar. A slında kelim e sayısı fa zla olm ası o dilin zengin olduğunu g ös­ termez. Bir yerde zenginliktir, fakat bü yü k bir unsur değildir. B ozgeyik — Bu noktayı biraz daha açıklar m ısınız hocam ; kelim e sayısının fa zla olması, zengin oîm asm a neden k â fi sebep değildir?.. Bir de şunu açıklam anızı rica edeyim : Zengin diiin hususiyetleri nelerdir?.. Tim urtaş — M eselâ, «A ra p ça zengin bir dil­ dir» dedikleri zam an, saydıkları m addeler; atın, devenin, kılıcın, arslanm yüz tane, iki yüz ta­ ne adıdır. Fakat bunlar arasında m ânâ fark lı­ lığı bu lunm adığına göre bu b ir zenginlik değil­ dir. M uhtelif kabilelerde bu n lara m uhtelif isim ler verilm iş. «İngilizce de şu kadar zengin­ dir.» dedikleri zam an, şu kadar kuş ismi, bu kadar nebat ismi var deniliyor. N erde ne g ö r­ m üşse onu almışlar. M eselâ H indistan’da g ö r­ d ü ğü bitkiye o dildekine ben zer bir ad vermiş, 25

başka bir yerde g örd ü ğü kuşun, h ayvanın is­ m ini aynen almış. Bu dilin zenginliğini göster­ m ez. Fakat bu n u n la A ra p ça ve İngilizce zen­ gin değildir dem ek istem iyorum . D ilin zen gin ­ liğini bu şekilde ortaya koym am ak lâzım dır di­ y oru m ... Zenginlik, b ir dilin ifade kabiliyeti, ifade g ü cü va r mı, y ok mu, o zam an belli olur. Bu­ nu d a tâbirlerin çok lu ğu tem in eder. Bir dilde deyim ler çok sa o dilin anlatış g ü cü fa z la de­ m ektir. M ecazi kullanılışlar çok ise o dilde y i­ ne bir kudret v a r dem ektir. A nlatış fiillere da­ yan dığı için fiil sigaları zengin mi, değil mi?.. Bunlara bakm am ız lâzım dır. M eseleyi bu şe­ kilde ele aldığım ız takdirde T ürkçenin çok zen­ g in b ir dil oldu ğu ortaya çıkar. Çünkü Türkçede tâbir çok, deyim çok. Türkçe, tâbirler bakı­ m ından çok zengin. A yn ı zam anda Türkçede bilhassa fiil çekim i sigaları fazla. Türkçe, fiil çekim i bakım ından zannediyorum dünyada en fa z la im kâna sahip olan bir dil. M eselâ; «gel­ m işm işim » fiili, nakli m azinin (anlatılan g e ç­ m iş zam anın) rivayeti oluyor. Yani, kendim bilm iyorum , başkası ban a söylüyor, fak at o da görm em iş, o da başkasından naklen söylüyor. Şim di «gelm işm işim » gibi bir ifade dünyanın h içb ir dilinde tek bir fiilde anlatılam az. Bir ve­ y a iki cüm leyle anlatılır. Bu, Türkçenin bir zen­ 26

g in liğ i... Biraz evvel söylediğim gibi deyim ba­ kım ından da zengin. Belki Türkçede kelim e sa­ yısı az, fakat Türkçede deyim ler çok, m ecazi kullanılışlar çok ve fiil çekim i bakım ından ise, Türkçem iz bütün dillere nazaran en fa zla sigayı ihtiva eden, hakikaten zen gin bir dil. Bozgeyik — M uhterem h oca m dil üzerine bu açıklam alarınızdan sonra, m üsaadenizle di­ lin içtim âi yön ü üzerinde de görüşlerinize m ü­ racaat edeceğim iz suallerim iz olacak. Evvelâ, tarihî seyri içerisinde dilim iz üzerine ileri sü­ rülm üş olan görüşler, tartışm alar üzerinde um ûm î bir değerlendirm e yap a r m ısınız?.. Tim urtaş — Biraz ön ce de söyledim . H içbir dil sa f değildir. M edenî m illetler başka m illet­ lerle tem as ettikçe, dillerine başka m illetlerin dillerinden kelim eler girer. Türkçe için de b ö y ­ le olm uş. îlk devri, İslâm iyetten evvelki devri tam am iyie sâ f zannediyoruz. H albuki değil. O devirde de T ürkçeye Ç inceden ve daha sonra Sanskritçeden kelim eler girm iş, İslâm iyetle be­ raber A ra p ça ve F arsçadan kelim eler giriyor. Zaten, İslâm dinini kabul etm ek dolayısiyle bir­ takım dinî ıstılâhat, zarurî olarak girecek. Farsçadan da yine kom şu olm am ız dolayısiyle kelim eler alınmış. Bir de edebiyat dili telâkki edildiği için Farsça kelim elere fazla yer veril­ miş. Bu bakım dan A rapçadan, Farsçadan çok 27

kelim eler girm iş. G irm em esi gereken kelim e­ ler de girm iş. M eselâ «G üneş» kelim esi varken, «âfitâb, hurşid» gibi kelim eler de alınmış. Şim ­ di b u görü şler ve m ünakaşalara gelince; 15. A sırdan itibaren Türkçeye, fa zla ölçüde A ra p ­ ça, Farsça kelim elerin girm esi ve Türkçenin saflığının bozu lm ası b irçok kim senin dikkati­ ni çek iy or ve bu n a karşı çıkanlar oluyor. 15. A sırda bir Türkî-i Basit (basit Türkçe) cereyan ı başlıyor. A ydın lı V isali’nin, Edirneli N azm î’nin ortaya attıkları görüş var. Basit T ürkçe... B urada basitlikten maksat, sade Türkçe cereyan ı oluyor. K endileri bü y ü k san’atkârlar olm adıkları için bu hareketler fa zla bir tesir uyandırm ıyor. Fakat anlaşılm az, fa z ­ la karışık dile karşı bir tepki kabul edilebilir. D aha evvel de Selçuklular devrinde sadelik bakım ından değil de, bilhassa 13. A sırdan son­ ra F arsçanm resm î dil olarak kullanılm ası m e­ selesine karşı yine b ir takım tepkiler ortaya çıkm ıştır. K aram anlı M ehm ed Bey’in m eşhur ferm an ı bu sebeple söylenm iştir. Fakat bu ra­ da yin e bir hususu düzeltm em iz lâzım. O rda tam am iyle Türkçe kaybolm uş da Farsça hâkim olm uş diye b ir durum yok. Aksine, Türkçe k o­ nuşuluyor. Fakat yazı dilinde T ürkçenin yeri­ ne F arsça geçm iş oluyor. Burda ikinci bir y a n ­ lışlığı da düzeltm ek gerekecek. «K aram anlı 28

M ehm ed Bey’in ferm an ıyla ilk d efa Türkçe devlet dili olm uştur» deniliyor. Bu yanlıştır. Eskiden beri Türkçe devlet dilidir. Göktürkler, K arahanlılar, Selçuklular devrinde devlet dili hep Türkçedir. Fakat B üyük Selçuklu bir im ­ paratorluk. İm paratorluk olu n ca çeşitli kavim ­ ler var. O nlara kendi dilleriyle hitap etm e m e­ selesi var. İranlılara Farsça, A ra b a A ra p ça h i­ tap edilecek. Y ok sa bütün Türk halkına hep Farsça ferm an gön derm işler de, «O na göre am el edin», denm em iş. B urda yanlışlık şudur; Türkçe eskiden beri bir devlet dili, fak at bir ara D evlet dili olm ak durum unu kaybetm iş... 13. A srın ikinci yarısında Selçukluların son devrin d e... K aram an oğlu M ehm ed Bey buna karşı çıkm ış oluyor. V e K aram anlı M ehm et Bey uzun m üddet kalm ış değil. M âlûm , K on ­ y a ’da 15 - 20 gü nlük b ir hüküm etleri var. Bu sebeple K aram anoğlu M ehm ed Bey’in hareketi ancak, Türkçenin yeniden D evlet Dili olm ası için bir hareket sayılabilir. Y ok sa Türkçe es­ kiden beri devlet dilidir. Bunu da bu şekilde düzeltm iş olalım . D aha sonra da m ünakaşalar devam ediyor. Y an i sade Türkçeyle, anlaşıl­ m az şekildeki yazı dilinin birbirine karşı gel­ m esi hareketi diyebiliriz bu n a... D urum şu; bir kere D ivan edebiyatı kendi dili içerisinde eserler veriyor. H alk Edebiyatı 29

da devam ediyor. Fakat biraz evvel de söyledi­ ğim gibi bu ildsi arasında zaten çok bü yü k bir fa rk yok. Yani, biri tam am iyle sadedir, diğeri tam am iyle anlaşılm azdır diye birşey yok. O r­ tada bir dil var. Fakat onun istisnası olarak hakikaten m u ayyen b ir züm renin, okum uş sı­ n ıfın an layacağı yazı dili teşekkül ediyor. Bil­ hassa 17. A sırdan son ra... D aha evvel o da yok. D aha evvelki m ensur eserler açık... B ozgeyik — Tanzim at devrine gelecek olursak. D aha ziyade bu devirden sonra baş­ lıyor m ünakaşalar. Bu devre ve daha sonraki devrelerdeki görü şler üzerine m alûm at verir misiniz?.. Tim urtaş — Tanzim atçılar söylediklerini bü yü k ölçüde tatbik edem em işlerdir. Şinasi, Z iya Paşa, N am ık K em al sade bir dil istem iş­ ler, fak at sâde yazm am ışlardır. Fakat bu ara­ da Tanzim at devri yazarları içerisinde, A h ­ m et M idhat Efendi gibi, sade bir dille yazan ­ lar da var. Servet-i Fünun devrinde ise, böyle bir durum yok. Bunların aslında böyle bir dâvâları da yok. Y ani halk diline dayanan bir yazı dili ku llanm a m eseleleri yok. O nlar daha çok, m alûm oldu ğu üzere m ünevvere hitap eden, yüksek tabakaya hitap eden b ir edebiyat görüşündeler. Bu görüş istikam etinde bir dile 30

sahipler. D aha sonra asıl sade dil m eselesi 1908’den sonra ortaya çıkıyor. O zam anki Türk­ çülerin ortaya attığı bir görüş. Bunun daha gelişm esi, yayılm ası 1911’de Ö m er Seyfettinlerin «G enç K alem ler» m ecm uasındaki neşriyatiyle başlam ış oluyor. Yeni lisan ve M illî Edebi­ yat görüşleri ortaya atılıyor. A li Canip, Ö m er Seyfettin, Z iya G ökalp ve arkadaşları «yeni dil» ve sonra M illî Edebiyat cereyanını başlatı­ yorlar. Bunların dili, konuşulan dilin hem en hem en aynıdır. C um huriyetin başında d a du ­ rum budur. Y âni h alk diline dayalı bir yazı dili yerleştirilm ek istenm iş ve bu n da daha 1930’larda bü yü k ölçü de başarıya ulaşılmıştır. D aha sonraları 1955’lerden sonra, daha ön ce de ortaya çıkm ış olan, «Ö ztürkçecilik» dediğim iz, «tasfiyecilik» görü şü yeniden sah­ neye çıkm ış oluyor. N urullah A taç ve arkadaş­ larıyla.. Bunlar, dildeki yab an cı m enşeli b ü ­ tün kelim eleri atm ak görü şü nü benim siyorlar. V e bu şekilde bu gü n «uydurm acılık» hareketi olarak görü şler sadeleşm enin bozulm ası m ese­ lesi ortaya çıkm ış oluyor. Yani, konuşm a di­ liyle yazı dilinin birbirinin aynı olm ası duru­ m u böylece yen id en bozulm uş oluyor. Bu se­ fe r yine h alk dilinden uzak, halkın anlam adı­ ğ ı yeni b ir yazı dili teşekkül etmiş oluyor. Bu da dediğim gib i dah a ço k 1955’lerden, 1960’lardan sonra görülüyor. 31

B ozgeyik — Belli bir gurubun organizesin­ deki sun’i b ir dil hareketi olan Ö ztürkçecilik hareketini nasıl değerlendiriyorsunuz?.. Tim urtaş — Ö nce «Ö ztürkçe» deyim i ü z e ­ rinde duralım ... «Ö ztürkçe» denildiğine göre, yani bir «Türk» var, bir de «öztürk» var. Bir Türkçe var, bir de öztükçe var. Bu aslında m a n ­ tıki değil. Ç ünkü daha evvel de dilin sadeleş­ m esini isteyenler başka kelim eler kullanm ışlar. N itekim 15. A sırd a görü len «Basit Türkçe» ce ­ reyan ı gibi.. Tanzim at devrinde yine sadeleş­ m ek fik ri ileri sürülm üş, m esela Şinasi, bu h a­ rekete «Safi Türkçe» demiş. Şim di «öz» denildiğine göre, dem ek ki bir de «öz» olm ayan, yani kendinden olm ayan var dem ektir. Bu bizi bir nevi dilde ırkçılığa götü ­ rür. K elim enin m enşeini araştırm ak, aca b a bu kelim e aslında öz m üydü, değil m iydi? dem ek ırkçılıktır. «Öz» denildiğine göre, bir de bunun «üveyi» olm ası lazım ... H albuki kelim eler, bir m illetin yaşadığı tarihî seyir içerisinde m ey ­ d an a geliyor. İslâm iyetten sonra alm an A rap ­ ça ve F arsça kelim eler bin senelik bir m aziye sahiptir. K ültür dem ek, tarih demektir. Tarihi b iri­ kim olm adan, tarih olm adan kültür olm az. K ül­ tür olm ayın ca da dil olm az. Y ani «öztürkçe» tâbir olarak da yanlıştır. Fakat bu hareket var 32

tabiî... Bu hareket, bir ara Birinci M eşrutiyet­ ten son ra ortaya çıkıyor. T asfiyeciler dediği­ miz, Türkçülerin görüşü olarak... Fuat Kösera if tem sil ed iyor bu n u ... O zam an Türkçülük hareketi var. Türkçeleştirelim , Türkleştirelim görü şü var. Bunlar, «Türkçe asıllı olm ayan ke­ lim eleri atalım, bunun yerine Türkçe asıllı ke­ lim eler alalım » diyorlar. Bu görüş tutm uyor. D aha sonra bu görüş Cum huriyetin ilk yılla­ rın da yeniden ortaya ç ık ıy o r... 1932 - 1934 yıl­ ları arasında dil inkılâbının ilk devresi bir araştırm a devresi oluyor. K itaplardan kelim e­ ler çıkartılıyor, halk ağzından toplanıyor. Fa­ kat 1934’ten sonraki ikinci safh ada yeniden ke­ lim e yapılarak, hatta uydurularak bu A rapça, Farsça asıllı kelim elerin yerine kullanılıyor. 1935’te «Güneş-Dil» teorisiyle norm al yola, d ö­ nülüyor. Fakat daha sonraki yıllarda Tasıiyecilik, öztürkçecilik hareketi olarak devam edi­ yor. Bilhassa Türk Dil K urum u’nun çalışm ala­ rıyla bu hareket 1955’ten sonra süratleniyor. Bu harekette N urullah A ta ç’m bü yü k tesiri ol­ m uştur. O, «Türkçe asıllı olm ayan kelim eleri kullanm ayalım , kelim eleri Türkçeden yapa lım !» demiştir. Bu hareket 1955’ten sonra ku v­ vetleniyor. Bilhassa 1960’tan, 1965’ten sonra büsbütün okullara girm esi, radyo ve televizyo­ n a girm esi bakım ından bü yü k çapta zararlı 33/3

olm aya başlam ıştır. Bugün, «Tasfiyecin k» de­ nilen, «öztürkçecilik» denilen, «aşırı özleştiricilik» denilen hareket m u ayyen kesim lerde kullanılm ası bakım ından kısm en m u vaffa k ol­ m uş sayılabilir. Buna bir takım politik ve ide­ olojik görü şler de ekleniyor. İşin zaten kötü tarafı; dil m eselesinin, bir siyasî ve ideolojik m esele olarak ele alınm asıdır... A slında bu, M illî K ültür m eselesidir. Bu bakım dan ele alın­ m ası lâzım dır. A y rıca İlmî bakım dan, dilbili­ m i bakım ından ele alınm ası gerekir. B ozgeyik — U ydurm a dille, M illî K ültürü­ m ü z arasındaki bağları koparm ak düşüncesi arasındaki irtibat nedir?.. Tim urtaş — Bu «U ydurm a dil» deyim ini de; aşırı özleştiricilik m eselesinin, sadeleşm e yerine hâkim olm ası ve kelim e uydurulm ası dolayısiyle kullanıyoruz. U ydurm acılık, u ydu rm a kelim eleri kullan­ m ak ve yap m ak hareketidir. Burda üzerinde duracağım ız M illî K ültür açısından u ydu rm a dil m eselesi olu y or... Biraz ön ce de söylediğim gibi, dil, kültü­ rün en m ühim unsurudur. M illî Kültür ise an ­ ca k tarih içerisinde teşekkül eder. Y an i bu gü n istem ekle iki ay sonra yeni bir m illî kültür m ey­ dana gelm ez. Ü ç-beş senede m eydana gelm ez. Bu, tarih içerisinde, asırlar boyu n ca m evcu t 34

olan, bir takım m anevî değerlerin birleşm esin­ den m eydana gelir. Bunun içerisinde de dil m ühim bir unsurdur. H alkın konuştuğu, yaz­ dığı dili ortadan kaldırdığım ız takdirde M illî K ültürü de bir y erd e yıkm ış oluruz. İşte u y ­ durm acılığın M illî K ültüre verdiği en bü yü k zarar budur. U ydurm a dil kullanm akla, kül­ türde anarşi m eyd a n a getirilm iş, böylece M illî K ültürü m eydana getiren unsurlar arasındaki b a ğ koparılm ış oluyor. Ö zleştiricilik cereyan ı­ nın politik ve b ir takım ideolojik tem ellere da­ yanm ası bundan ileri geliyor. O görüş, M illî K ültürün yıkılm asını isteyen bir görü ş oldu ğu ­ n a göre elbette evvela dili bozacak. Dili tahrip edecek ki, M illî K ültürü tahrip edebilsin, dolayısiyle m illetin esas varlığını tahrip edebil­ sin... B ozgeyik — Dil, belli bir gurubun inhisa­ rın da olabilir mi?.. Tim ur taş — Dil h içbir kim senin, gurubun inhisarında olam az. Çünkü, dil bütün m illetin m alıdır. Dil bütün m illetin m alı oldu ğu n a g ö ­ re hiç kim se bu n un üzerinde bir tasarruf id­ diasında bulunam az. H erkes kendi ölçüsünde dili kullanm akta, yazm akta serbesttir, am a dil hiç kim senin inhisarında değildir. Çünkü m il­ let hiç kim senin inhisarında değildir. M illet bir 35

bütün oldu ğu n a göre, dil de o m illeti m eydana getiren unsurlardan olarak o bütünün içerisin­ de y e r alacaktır. B ozgeyik — Resm î ve İlmî bir hüviyeti bu ­ lunm ayan b ir kuruluş, Türk dilinin kaderi ü ze­ rinde ne vakte kadar söz sahibi olacaktır?.. Tim urtaş — Sizin de kastettiğiniz, «m alûm kuruluşun», söylediğiniz gibi İlmî bir hüviyeti yok. V e ilmi bir hüviyet kazanm ak için y a p ı­ lan teşebbüsler de başarıya ulaşam am ış bir du ­ rum da. Resm en de «Dernek» gibi görünüyor. A slında bunun dern ek değil de vak ıf gibi ol­ m ası lâzım. Çünkü m u ayyen bir gaye ile ku ­ rulm uş ve p a ra bağlanm ış oluyor. O nun için vak ıf gibi idare edilm esi gerekir. Fakat m alesef dernek gibi idare ediliyor. V ak ıf gibi olsa, belki D evlet bir m ütevelli heyeti kurardı. Bun­ lar da ilim adam larından m üteşekkil olurdu. K uruluşunda da zaten bunun ilmi hüviyet k a ­ zanm ası istenmiştir. Fakat m alesef olam ıyor. Bugün bu nun ilmi bir d eğer taşım am asına, res­ mî bir kuruluş olm ayıp d a b ir d e m e k olm ası­ n a rağm en m alesef b ir ço k kesim lerde söz sa­ hibi olm uştur. Bilhassa M illî Eğitimde, TRT’de bir takım basında daim a onun sözlüğüne, onun dediği şeylere itibar ediliyor. Esas ilim m üesseselerinin sözüne itibar edilm iyor. Bu h âki­ m iyetin tabiî artık sona erm esi lâzımdır. 36

Bozgeyik — Efendim, «U ydurm a dil» veya «Sun’î Türkçe» kabul etm ek gerekir ki fon k si­ yonunu bir noktada da icra etti. A şağı yukarı 40 senedir geniş çevreye hitap eden neşir vasıtalarıyle? Radyo, T elevizyon ve G azeteleri w hat­ ta ders kitapları yolu yla yeni yetişen nesle tel­ kin edildi. Bunda da bir ölçüde m u va ffa k ol­ dular. Kültürümüz için en tehlikeli tahrip un­ suru olan bu hastalığın izalesi ve tam am en or­ tadan kaldırılması için kısa ve uzun vadede neler yapılabilir?.. Timurtaş — K ısa vadede; evvelâ bu m a­ lûm m üessesenin zararını ortadan kaldırm ak lâzım dır. Y ani M illî Eğitim Bakanlığının ve TRT’nin kendilerini on u n la ba ğlı addetm em e­ leri lâzım dır. İlk yapılacak iş, okul kitaplarının norm al (tabiî) dille yazılm ası, televizyonda, rad yod a ve diğer yayın organlarında, gazete­ lerde n orm al dille yayın yapılm asıdır. Bunlar kısa vâdede yapılabilecek şeyler... U zun vâdede ise; ilm î araştırm alar yap a­ bilecek, m eseleyi tam am iyle ilm î ve Millî Kül­ tür yönlerinden ele alabilecek yeni müesseselerin kurulm asına ihtiyaç var. Bu da üniversi­ teler dışında an cak A k adem i olabilir. Yâni, m e­ selenin ilm î olarak ele alınm ası icab ediyor. Bir de tabiî, gelecek için, günüm üzdeki nesil­ lerin yetiştirilm esi m eselesi m evzu bahis. O 37

d a yine ok u la dayan ıyor ve TRT’ye dayanıyor. Benim kanaatim e göre bu iki m üessese ıslah edilebilirse; oku llardaki ders kitapları ile rad ­ y o ve televizyon yayınları düzeltilebilirse bu m esele bü yü k ölçü de halledilebilir. Basının da tabii bü y ü k rolü var. Fakat basının dili, bu söy­ lediğim iz okul kitaplarının ve TRT’nin diline g öre biraz daha iyi. Y an i her şey e rağm en b i­ raz dah a iyi. Bâzı basm m ki dah a da iyi. Fa­ kat çok m ükem m el dediğim iz bir dil de y ok b a ­ sında. .. Bozgeyik — Efendim . Ders kitapları yan ın ­ da «D ilbilgisi Dersi» kitaplarında da tam a­ m en u ydu rm a kelim eler, tabirler kullanılm ak­ ta.. Şahsî m üşahedem i söylem ek İstiyorum m üsadenizle.. D ört seııe T ürkoloji bölüm ünde, Türk dili üzerinde tahsil gördü ğüm halde, staj için gittiğim okulda, dîl bilgisi dersinde bu ders kitaplarındaki kelim eleri, tâbirleri an laya­ m adım . Bizim gördü klerim izden veya bize g ös­ terdiklerinizden tam am en farklı.. Şunu söyle­ m ek istiyorum . M alesef bu vatan evladları oku llarda kendi dillerini bile layıkıyla öğren e­ m iyorlar.. K endilerine dil bilgisi dersi verecek h oca la r kitapların dilini anlayam azsa bu da n orm al bir netice oluyor.. Sizin bu hususta k a ­ naatleriniz?..

38

Tinııırtaş — Haklısınız. Bu m esele son de­ rece m ühim .. Bilhassa dilbilgisi dersinde yazı­ lacak kitapların son derece dikkatli olarak h a­ zırlanm ış olm ası gerekir. G erek kelim elerin, gerek terim lerin yerli yerinde ve d oğru olarak kullanılm ası lâzım dır. K endi vazifesi dili öğ ­ retm ek olan kitap kendisi yanlışlar ihtiva eder­ se o zam an h içbir netice alınm am ış olunur. Be­ nim de m üşahedelerim i ifade edeyim . G azete­ cilik Enstitüsünde benim Türkçe ve K om pozis­ y o n derslerim var. B akıyorum çocu k lar en b a ­ sit dilbilgisi terim lerini bilem iyor. Bir kopu k­ luk var.. İlköğretim ile orta öğretim arasında dilbilgisi terim leri bakım ından da bir birlik yok. Ö ğretim bir bütündür. İlkokuldan yüksek oku la kadar.. O ysa ki bizde bu bütünlük tem in edilem iyor m alesef.. O rta öğretim in birşey d e­ diğine yüksek öğretim de başka bir şey deniyor. Bazan h er ikisi de isabetsiz oluyor. Bazan biri d oğ ru öbü rü yanlış olabiliyor.. Fakat u m u m i­ yetle orta öğretim in dili, yani okul kitaplarının dili iyi değil.. Bir ara düzeltilir gibi oldu. Bir­ kaç sene evvelki çalışm alarla.. Fakat m alesef o da b ir takım dedikodularla, tezviratla orta­ dan kaldırıldı. Y ine u ydu rm a kelim eleri ihtiva eden kitaplar ortaya çıktı. Başka ülkeleri nazar-ı itibara alırsak bizde dilbilgisi öğretim i za ­ yıftır. Başka ülkelerde dilbilgisi ilkokuldan 39

başlayarak bir bütün olarak ele alınm aktadır. Bizde ise, liseyi bitiren b ir kim senin kendi dili hakkında hem en hem en sağlam bir bilgisi hat­ ta bir kanaati y o k gibidir.. Bunları düzeltm ek için evvela mektepler­ de Türkçe derslerine lâyık oldukları değeri ver­ m eliyiz. Son derece dikkatli olm alıyız. İyi dil­ bilgisi ve edebiyat kitaplarının yazılm ası icab eder. Bu y o k ... Bilhassa basınım ızda son yıllar­ da dil bakım ından gerilem e, kötüye doğru git­ m e m üşahede ediliyor. Eskiden gazetelerde uy­ durm a kelim eler bu kadar fa zla yer alm ıyor­ du.. Şim di u ydu rm acılığın karşısında olan ga­ zetelerde bile bu u ydu rm a kelim elere rastlı­ yoruz.. Bu arad a TRT'ye bü yü k bir vazife düşüyor. R adyo ve T elevizyon program larının, h aberle­ rinin, filim lerde ve oyunlardaki konuşm alarda geçen kelim elerin de yerli yerinde olm ası la­ zım. Ç ok dikkatli olarak bu n ların kullanılm a­ sı icab eder. Fakat haberlerdeki h a fif bir değiş­ m e dışında TRT p rogram ların d a dil bakım ın­ dan iyiye d oğru bir gidiş yok. Filimlere, tiyat­ rola ra bakıyorsunuz. K onuşm alarda bizim canlı dilde olm ayan, h atta T ürkçeye aykırı olan tercüm e bir takım terim ler, deyim ler bulunu­ yor. Bir takım u ydu rm a kelim eler. Banlar ya­ yılıyor., 40

Şimdi bütün bunları kim toparlayacak?.. O kulların dili kötü.. G azetelerin dili iyi değil. TRT’nin dili iyi değil.. A n ca k burada devlet n â­ zım rol oynayabilir. Başta dili ta rü ederken ve dilin m ahiyetini belirtirken fertler, hatta d ev­ let de m üdahale etm em elidir dedik. Fakat bu m üdahale dili bozm ak yolu n d a değil de dili dü ­ zeltm ek bakım ından bir düzenleyici, nâzım o la ­ bilir. Bu da belki bir Dil A kadem isi kurmakla, m üm kün olabilir. D evlet bunu kurabilir ve sağ­ lam ellere verebilirse belki bir düzelm e olabi­ lir. Bunun yan ında bir takım m evzî çalışm ala­ rın da faydası görülebilir. Fakat geniş kitlele­ re hitap eden, okul kitapları, Radyo, T eleviz­ y on yayınları şahsî çalışm alarla düzeltilem ez. M utlaka bir düzenleyici kuvvete ihtiyaç var k it bu d a devlet olabilir. V e devletin de bunu son derece İlmî bir görüşlö ele alması, m illi kültü­ re ve ilm i gerçeklere dayanan şekilde değerlen ­ dirm esi lazımdır. B ozgeyik — G üzel dilim izi m uhafaza et­ mek, tahripçilere fırsat ve m eydan verm em ek, geliştirm ek, güzelleştirm ek için? san’atkârlar, ilim, fik ir ve devlet adam ları ve halk gibi ce ­ m iyetin m uhtelif kesim lerine düşen vazifeler nelerdir?.. Timurtaş — Burda mesele, yalnız uydurm a kelim eler kullanm am ak değil, bir de dilin keıı41

dişinin ço k iyi kullanılm ası dâvasıdır. Türkçe, kon uşm am ızm başlarında da söylediğim gibi, zengin bir dil, bü yü k bir dildir. Bunu iyi bil­ m em iz lazım ki, iyi kullanabilelim . D em ek ki san’atkârlarım ız, yazarlarım ız, ilim, fik ir ve devlet adam larım ız T ürkçeyi iyi bilecek. Türk­ çe'n in iyi bilinm esi dem ek; bir kere kelim e h â­ zinesinin zengin olm ası dem ektir. Kelimelerin, deyim lerin iyi kullanılm ası dem ektir. Sonra cüm le yapısının çok iyi olm ası lâzım dır. Yâni dil m eselesinde sadece uydurm a kelim eler kul­ lanm am aya değil, aynı zam anda, devrik cü m le­ y e y er verm em eğe, kelim eleri iyi seçm eğe, tâ­ birleri yerli yerinde kullanm ağa dikkat etm ek gerektir. Bir dilin iyi konuşulup yazılm ası için ilkin şu m eseleye ehem m iyet verm ek lâzım; k e­ lim elerin d oğru söylenm esine, teleffuz edilm e­ sine, yâni fon etik m eselesi.. Bu, okullarım ızda verilm iyor. Bilhassa uzun seslerin d oğru söy­ lenm esi öğretilm iyor. D aha son ra kelim e h âzi­ nem iz çok dar. Bırakın halkı, öğrencileri; çok tanınm ış ilim adam larım ızın, fik ir adam larım ı­ zın v e devlet adam larım ızın konuştukları keli­ m eler bir kaç bini bulm az. Bazılarıııki hatta bir k a ç yü zü geçm ez. Kelim e hâzinem iz dar. T eleffu z yanlış. Cüm le yapısı da bozu k ve bir takım sakatlıklar var. Y ani yanlış cüm leler kullanılıyor. Bir de devrik cüm le m eselesi var. 42

Zaten b u u ydu rm a kelim eyle devrik cüm le b e­ raber y ü rü y or... Birisi kelim eyi bozm ak, öbü ­ rü cüm leyi; dolayısiyle düşünce sistem ini b oz­ m ak, alt üst etm ek istiyor. Bu bakım dan h epi­ m ize, dilim izi gü zel kullanm ak için bü yü k v a ­ zifeler düşüyor. Hem m evcudu iyi bilm ek, k u l­ lanm ak, bir de bu m evcudu daha da geliştir­ m ek, daha da güzelleştirm ek... Tabii yine baş­ ta okullar geliyor, TRT geliyor, basın geliyor. İlim, fik ir adam ları geliyor, devlet adam ları geliyor. Bunlar dili d oğ ru kullandığı takdirde halkın da T ürkçesi gelişecek. A slında halk fa z ­ la yanlış yapm ıyor. Y ani esas sakatlık bizdeki bu yarı m ü n evver diyebileceğim iz; tahsilli fa ­ kat dilini iyice öğrenem em iş aydınlarda görü ­ lüyor. Bilhassa kelim elerin iyice kullanılm a­ m ası durum u ve cüm le yanlışı... B ozgeyik — U ydurm a dil, diğer tabirlerle; arı dil veya öztürkçe propagandası yapıldığı gibi, aydın dili m idir?.. Tim urtaş — Bu aydın dili değildir. A ydın dili deyince, işlenmiş, m ükem m el hale gelm iş dil akla gelir. H albuki bu, bir takım aydınla­ rın, kendisine aydın diyen kim selerin kullan­ dığı dildir. Hatta bu n a dil değil de «argo» de­ m ek daha m ünasiptir. Çünkü, dil olursa n o r­ m al olur. H albuki bu n orm al değil. U ydurm a 43

kelimeler normal olmadığına göre ve belirli zümre kullandığına göre bu dil sayılmaz, bir argodur. Nasıl, külhanbeyi argosu var yahut çeşitli mesleklerin argosu varsa, bugün de ken­ disine «ilerici» diyen bir kısım aydınların kul­ landığı bir dil var. Buna ancak argo diyebili­ riz. İşte arı dil, bu biçim aydınların kullandığı bir çeşit argodur. Çünkü bu tabii bir dil değil, halka dayanmıyor. Kelimelerin büyük bir kıs­ mı uydurma. Bu bakımdan bunu bir dil say­ mayıp da argo saymak daha yerinde olur. Bozgeyik — Millî Kültüre sahip çıkan bazı çevrelerde bile bu uydurma dilin kullanıldığı­ nı görüyoruz. Bu davranışı nasıl değerlendiri­ yorsunuz?.. Timurtaş — Bu da bizim, çok üzücü olan dertlerimizden biri. Bu galiba biraz da moda­ dan ileri geliyor. Bâzı kelimeler zaman zaman kullanılıyor, moda haline gelmiş oluyor. Bu uydurma kelimeler böyle... Bunları maalesef; Millî Kültüre sahip çıkan çevreler, gazeteler, ilim, fikir adamları da yer yer kullanıyorlar. Modayla beraber burda bir de yanlış görüş var; bu yanlış görüş de gençlerle diyalog kurma meselesi oluyor. Bazı hocalar; «gençlerle diya­ log kurmak için bu kelimeleri kullanmalıyız» diyorlar. Ben bu görüşte değilim. Gençlerle di­ yalog kurmak için bu kelimeleri kullanmağa 44

ihtiyaç yok. Gençler bizim kullandığımız keli­ meleri kullanırlarsa arada diyalog kurulmuş olur. Çünkü bâtıl üzerinde birleşilmez, hakikat üzerinde birleşilir. Bu kelimeler yanlış olduğu­ na göre, biz de yanlış olduklarını bildiğimiz halde kullanırsak hata etmiş oluruz. Dediğiniz doğru, kullanılıyor, fakat kullanılmaması icab eder...

Bozgeyik — Hocam, zaman zaman da bah­ si geçtiği gibi Millî Eğitim ve TRT dil mevzu­ unda maalesef uydurma dili kullananların yar­ dımcısı olmuş ve dil hususunda yeni nesil için oldukça endişe verici bir politika takip edilmiş. Nesiller üzerinde büyük tesiri olan bu kuru­ luşların dilde ne yapması gerekmektedir, dil politikaları nasıl olmalıdır sizce?.. Timurtaş — Millî Eğitim de TRT de kültür­ le alâkalı olan müesseseler... Bunların dilinin iyi olması, halkın da gençlerin de dilinin iyi ol­ masını icab ettirir. Kötü olduğu takdirde onlar da kötü olur. Çünkü, Millî Eğitim, temel bil­ giler veriyor, eğitim veriyor, tahsil veriyor. Son derece mühim... TRT ise; televizyon ve radyo bugün 40 milyon halkımızın dinlediği, seyretti­ ği vasıtalar... Yâni çok tesiri olan iki müesse­ se. Birisi öğretim yapıyor. Öbürü de yine ya­ yınla bir nevi öğretim yapmış oluyor. Bu iki

müesseseyi düzeltebilirsek Türkçe düzelebilir, Türkçenin istikbali iyi olabilir. Aksi takdirde büsbütün bozulabilir... Millî Eğitimde; mektep kitaplarının nor­ mal, tabiî bir dille yazılmış olması lâzım. Elbet­ te bunlar içerisinde çeşitli ilimler olduğuna göre bunların terimleri olacak. Bu terimler el­ bette ki Türkçeden alınacak. Fakat bunun dı­ şında ortak yazı dilinin ve konuşma dilinin uydurma kelimelerden tamamiyle kurtulması icab ediyor. Burda müşterek konuşma ve yazı diliyle, ilim kollarının terimlerini birbirinden ayırmamız gerektir. Bizim asıl üzerinde dur­ duğumuz nokta Türkçenin bu ortak tarafının yıkümak istenmesidir. Yoksa, fizik teriminin, matematik teriminin, coğrafya teriminin el­ bette Arapça, yahut Fransızca olmasını iste­ miyoruz, Türkçe olmasını istiyoruz. Fakat bun­ ların Türk dilinin kaidelerine uygun olarak yapılması icab eder. Terimler dışmda müşterek dilde değişiklik yapılmasına karşıyız. Meselâ «akıl» kelimesini ele alalım. Akıl kelimesini çı­ kar yerine «us» koy, «hafıza» kelimesini kaldır «bellek» koy, «zekayı» kaldır «anlak» koy... Bunlar mânâsız hareketlerdir. Çünkü bunlar bütün halkın bildiği ortak konuşma ve yazı dilinde geçen kelimeler... Fakat bunun dışın­ daki terimler meselesi biraz daha değişik. Bu 46

da Türkçeden yapılacak fakat yanlış olmaya­ cak. Biz, bu okul kitaplarını tam olarak tabiî Türkçeye göre yazdıramaz isek ve okullarımız­ da da bu normal, yaşayan, canlı Türkçeyi öğ­ retmenlerimize ve çocuklarımıza kullandıramazsak, Türkçenin istikbali hakikaten kötü olur. TRT de aynı... Fakat bugün bu yapılmı­ yor. Bir ara, bir kaç sene evvel okul kitapları tamamiyle olmasa bile büyük ölçüde normal dille yazılmıştı. Fakat bunu derhal kaldırdılar, tekrar eski tarza döndüler... Sonra duyuyoruz, bir kısım Türkçe, Edebiyat dersleri öğretmen­ leri yahut Tarih, Felsefe öğretmenleri, yazılı imtihanlarda, kompozisyonlarda mutlaka bu uydurma kelimelerin kullanılmasını istiyorlar­ mış. Buna da kimsenin hakkı yok. Millete mal olmamış, benimsenmemiş kelimelerin okul yo­ luyla ve hocaların zoruyla kullandırılması nor­ mal bir hareket değil... Bu davranış kanunla­ ra da aykırı, insan haklarına da... Belirli bir zümre böylece kendi uydurdukları kelimeleri gençlere zorla öğretmiş oluyor... Hatta Üniver­ sitelerde de bu davranış görülüyor. O kelimeyi kullanmayan kimse ne kadar iyi cevap verir­ se versin başarılı sayılmıyor. Buna kimsenin hakkı yok. Aynı durum TRT’de de görülüyor. Milletin arzusu hilafına bir takım uydurma ke­ 47

limeler mütemadiyen, konuşmalarda, haber­ lerde, piyeslerde, her tarafta kullanılıyor... Hangi müessese olursa olsun, ne kadar bü­ yük olursa olsun; bir müessesenin, millete mal olmuş, milletin bildiği kelimeleri atıp da zorla uydurma kelimeyi kullandırmaya hakkı var mı, yok mu?.. Aslında böyle bir hak yok, fakat bunlar yapıyorlar. Bunun düzeltilmesi lazım. Yâni her iki müessesenin de, TRT’nin ve Millî Eğitimdeki okutulan ders kitaplarının dilinin düzeltilmesi lazımdır. Bunların Millî Kültüre uygun bir dil politikası olması gerek. Dünya­ nın hiçbir yerinde — bizdeki gibi bir dil hare­ keti yok y a — daha kabul edilmemiş, teklif ha­ linde olan kelimeler zorla kullandırılmaz. Hal­ buki, okullarımızda maalesef kullandırılıyor. Zorla, «örneğin» diyeceksin, «yapıt» diyeceksin deniliyor... Bunu hocalar istiyorlarmış. Talebe­ ler de mecburen kullanıyorlar... Bu duruma son verilmesi lâzımdır... Bozgeyik — Hocam, yine zaman zaman ko­ nuşma içerisinde geçti. Epeydir mevzubahis olan Dil Akademisi meselesi var. Dil Akademi­ si nasıl kurulmalı, kimler yer almalı?.. Bu hu­ susta düşünceleriniz?.. Timurtaş — Dil Akademisi de yıllardır ile­ ri sürdüğümüz ve Dil meselesinin de tek hal çaresi olarak gördüğümüz bir kurum. Bugvin48

lerde, Dil Akademisi kurulacak diye haberler alıyoruz. İnşallah kurulur. Fakat tabiî bunun kurulması da son derece ehemmiyetli. Yanlış bir adım atıldığı takdirde, eskiden farkı kal­ maz, daha da zararlı olabilir... Şimdi bu dil Akademisi nasıl kurulmalı?.. Bunun üzerinde duralım: Başka ülkelerde du­ rum nasıldır?.. Fransa’daki durum biraz deği­ şik. İlimler Akademisi var. Fakat daha evvel Fransız Akademisi kurulmuş. Dil için kurul­ muş görülmüyor, ama aslında o da bir dil aka­ demisi durumunda. Fransızcayı en iyi kulla­ nanlar bu Akademiye alınmış. Yazarı var, ilim adamı var. Diğer ülkelere de baktığımızda aka­ deminin ilmî yönünün ağır bastığını görüyo­ ruz. San’atkârlar da olacak, fakat ilim adam­ ları ekseriyette olacak... Yani Dil Akademisi dil bilginlerinden kurulması icab eden bir mü­ essesedir. Gayesi, dilimizi araştıracak ve ince­ leyecek. Yani bir araştırma ve inceleme mer­ kezi olacak. Türkçeyi çeşitli devirleriyle, çeşitli lehçeleriyle araştıracak. Esas Türkiye Türkçe­ si olmak üzere... Bütün bu tarihî eserleri, bü­ yük eserleri yayınlayacak. Bunlar üzerine dil araştırması yapılacak. Büyük bir gramer ya­ pacak. Bu gramer hem tarihî olacak, hem mu­ kayeseli olacak. Büyük bir sözlük meydana ge­ tirecek. Bu da hem tarihî olacak, hem dilimizi 49/4

tahlil edecek... Ve bu arada Türkçede yer al­ ması gereken kelimeleri ve çıkarılması gere­ ken kelimeleri Akademi kararlaştıracak. Yani karar merkezi olacak. Fransa’da bir kelimenin Fransızcaya girmesi için akademi karar verir, o da günlerce, aylarca, hatta yıllarca münaka­ şası yapıldıktan sonra... Bu Akademi İlmî bir müessese olduğuna göre buraya ilim adamları girecek. Ve belli bir ölçüde; üçte bir, dörtte bir ölçüsünde dilimizi çok iyi kullanan yazarlar, edebiyatçılar da alı­ nabilir, alınmalı. Alınmasına ben taraftarım. Fakat bu bir araştırma merkezi olduğuna göre ilim adamları olacak ve onlar araştıracaktır. Bozgeyik — Hocam yine uzun zamandır konuşulduğu halde bir türlü çözüme kavuştu­ rulmayan, dil mevzuunun en mühim meselele­ rinden; imlâ, lügat ve alfabenin kifayetsizliği meseleleri var. Bu hususlarda görüşleriniz ne­ lerdir, bu meselelerin halli için neler yapılma­ lıdır?. Timurtaş — Evet, bunlar yıllardan beri üzerinde konuşulan dertlerimizdendir. İmlâ meselesinin de ıslah edilmesi lazım. Aslında imlâ meselesi fazla güç bir mesele değil, ama yaklaşma meselesi biraz değişik oluyor. İmlâ­ mız başından beri fonetik imlâdır diye tanıtı­ lır. Fonetik olduğuna göre teleffuz edilen keli­ 50

menin aynen yazıda gösterilmesi icab ediyor demektir. Halbuki, bilhassa uzun sesliler için işaret kullanılmaması Türkçe imlasında mü­ him bir bozukluk meydana getiriyor. Ve bir genç, bir çocuğun, ailesinden, çevresinden duy­ madığı takdirde kelimelerin büyük bir kısmını doğru teleffuz etmesi mümkün olamıyor. Bil­ hassa Arapça, Farsça asıllı Türkçeleşmiş keli­ melerde görülen uzun; a, u, i’leri yazıda gös­ termediğimiz için gençlerimiz söyleyemiyorlar. Bu meselenin halledilmesi lazım. Bu aslında iki, üç işaret meselesidir. Bugün de, birçok bü­ yük basın müesseselerimiz, gazetelerimiz, ki­ tap yayımı yapan müesseseler buna dikkat et­ miyorlar. Bilhassa tarihî metin neşredersek, yahutta bir ilmî araştırma yaparsak bunları göstermemiz mümkün olmuyor. Bir de yazı­ mızda bazı harflerin bulunmayışı dolayısiyle de bazı aksaklıklar çıkıyor, «ka» ile «k»nin ayrılamayışı, «gı» ile «g»nin ayrılamayışı gibi... Yâni biri kalın biri ince... Bunla.rı ayıramıyo­ ruz. «k»nm üzerine «şapka» dedikleri aksan işaretini koyduğumuz takdirde, o aynı zaman­ da inceltme de gösterdiği için yanlış okunabi­ liyor. Bir ara bunları iki «a» ile yazma fikri or­ taya çıkmıştı. İki «a» ile yazıldığı takdirde bu defa «kaatil» gibi yine bunu uzun okuyamıyoruz. Demek ki uzun «a» yazmamız şu anda 51

mümkün değil. Aynı şekilde, bir «gazi» yazma­ mız mümkün değil. «a»nm üzerine bir uzatma işareti koyduğumuz takdirde, «geazi» gibi olur, bir inceltme gibi olur. Yani şapka denilen, — aslında aksan işaretidir— işaretin uzatma­ ya kullanılması lâzımken, bir ara inceltmeye de kullanılmış. Yani hem inceltmeye hem uzat­ maya... Fakat şimdi son zamanlarda bilhassa bu Türk Dil Kurumu’nun imlâ kılavuzuyla bu durum büsbütün ortadan kaldırılmış. Ne uzat­ ması var, ne inceltmesi var. Hiçbir işaret yok... Yani işaretsizliğimiz dolayısiyle olan yanlışlar var. Halbuki, dikkat ederseniz Batı dillerinin hepsinde bu aksan işaretleri var. Fransızcada üç türlü «e» var. İki çeşit «a» var. Daha başka işaretler var. İşaretler Almancada var. Hele Macarcada ve öbür dillerde daha da çok... İs­ lav dillerinde de Yugoslavya’da gördüm; mese­ la «ç» için bile iki tane işaret kullanılmış. Biri ince «ç», biri kaim «ç»... Başka milletler bunu bile tefrik ediyorlar, biz hiçbir şeyi tefrik ede­ miyoruz. Bu biraz zihnî tembellikten ileri ge­ len bir durum. Çocuklara fazla birşey öğretmiyelim, işaret mühim değil deniliyor. Varsın öğ­ rensin, üç beş işareti öğrenirse ne kaybeder... Lügat meselesi de yine çok mühim bir me­ sele. Demin bahsi geçti, halkın, TRT’nin iyi bir dil kullanması meselesi... Tabiî, kelimelerin 52

doğru kullanılması için bir de kelimelerin hep­ sini içine alan doğru dürüst bir de lügatin ol­ ması lâzım. Bu da maalesef mevcut değil. Dil Kurumu’nun lügati var. Fakat elverişli değil. Kelimelerin seçilişi bakımından alınması gere­ ken bir takım kelimeler alınmamış, buna mu­ kabil, uydurma kelimeler alınmış. Ondan son­ ra kelimelerin târifi, zaman zaman yanlış ve­ ya uygun değil. Örnekler iyi değil. Yâni bizim bir de güzel bir lügat kitabına ihtiyacımız var... Lügati şöyle düşünmemiz lâzım; bir, günü­ müzün lügati. Buna yaşayan Türkçenin lügati diyebiliriz. Bir de tarihî devreyi de içine alan lügat olması lazım. Ayrıca, halk ağızlarındaki kelimeleri de yerleştirebileceğimiz lügatlere ih­ tiyaç var. Çünkü bizim halk ağızlarımız da ke­ lime bakımından zengin. Çok zenginlikler ih­ tiva ediyor. Bundan istifade etmemiz lâzım. Yâni, bir büyük lügat çıkarmamız gerek. Bu büyük lügat içerisinde hem tarihi devre ola­ cak, hem halk ağızlan, hem de bugünkü Türk­ çe olacak. Bir de lise seviyesinde okullar için yaşayan Türkçenin, bugünkü Türkçenin sözlü­ ğü yapılmalıdır, 1908’den sonra yetişmiş olan edebiyatçılarımızın eserleri esas alınmak su­ retiyle... Fakat bunun içerisinde de tabiî, kıs­ men tarihî malzemeler yer alacak. Bir de biraz 53

daha küçük olarak, ortaokullar seviyesi için yapılabilir. Yâni lugata büyük ihtiyacımız var. Dediğim gibi Dil Kurumu’nun lügati buna el­ verişli değil. Bazı müesseselerin çıkardığı lü­ gatler var. Onlar da tam tatmin edici değil. Yâ­ ni bizim bir de lügat çalışmamızın olması lâ­ zım. Akademi kurulduğu takdirde zaten ilk yapılacak iş, imla lügati meydana getirmek, arkadan küçüklü büyüklü lügatler hazırlamak­ tır. Akademinin vazifesi bu olacaktır... Bozgeyik — Bu açıklamalarınız için teşek­ kür ederim Hocam. Şimdi de müsadenizle «uy­ durma kelimeler» hususunda suallerimiz ola­ cak. Evvela şunu sorayım. Bir kelime neden uydurmadır, izah eder misiniz?.. Timurtaş —•Şimdi diyoruz ki, falan keli­ meler uydurmadır, uydurma kelimeler kulla­ nılıyor, buna mani olmak lâzım... Acaba uy­ durma dediğimiz nedir, «ölçü» nedir?.. Neden uydurmadır veya neden uydurma değildir?.. Bazıları «kelime uydurulabilir» diyorlar. Bu biraz da işin ciddiyetini bozmak için söylemli yor gibi geliyor bana. Şimdi, uydurma dediği­ miz şey şu; bir kelime, o dilin gramer kaidele­ rine uymuyorsa o kelime uydurmadır. Demek uydurmacılık, dilin gramerine, bünyesine uy­ mayan kelimeler meydana getirmek demektir, öb ü r türlü kelime türetmeye, uydurmak da54

ğil, kelime teşkil etmek, kelime yapmak deni­ lir. «Her dilde kelime uyduruluyor, bizde ne­ den uydurulmasın!» diyenler var. «Uydurma» kelimesinde oyun yapmamak lâzım. Uydurma dediğimiz şey, ismi üzerinde, dilin bünyesine uygun olmayan... Kelime ne zaman uydurma olabilir?.. Kelime kök ve eklerden meydana geldiğine göre ekler üzerinde durmamız lâzım. Ekleri, mâlûm olduğu üzere, evvelâ ikiye ayırıyoruz : Çekim ekleri, yapım ekleri. Çekim ekleri kelimeleri işletir. Fiillerde fiil sigaları meydana getirir, isimlerde isim hallerini ku­ rar. Çeşitli işletme meselesini halleder. Bun­ larla yeni kelime yapılmaz. Kelime ancak, ke­ lime yapım ekiyle, kelime teşkil ekiyle olur. O zaman kelime teşkil ekleri üzerinde durmamız lâzım. Kelime teşkil ekleri ya fiil köküne geti­ rilen ekler veya isim köklerine getirilen ekler olabilir. Tabiî meydana getirdikleri kelimeler de ya isim olur, ya fiil olur. Bu duruma göre Türkçede, Türkçenin bünyesi bakımından dört çeşit ek bulunduğu anlaşılır. İsim köklerine ge­ tirilip, isim yapan ekler, isim köklerine getiri­ lip fiil yapan ekler; fiil köklerine getirilip fiil yapan ekler, fiil köklerine getirilip isim yapan ekler... Demek ki önce eklerin ne olduğunu, vazi­ felerini, fonksiyonlarını bileceğiz. İkincisi, bü­

tün dillerde olduğu gibi Türkçede do ekler üç çeşittir. İşlek ekler, az işlek ekler, işlek olma­ yan ekler... Yâni, ölü ekler, kalıplaşmış ekler... Bütün dillerde yeni kelimeler işlek eklerden meydana gelir. Şimdi demek ki, yeni kelime teşkil edilirken ek işler olacak, İkincisi, yerli yerine getirilecek. Yani isim köküne getirile­ cek ek, fiil köküne; yahut da fiil köküne geti­ rilecek ek, isim köküne getirilmeyecek. Üçün­ cü olarak, eklerin fonksiyonları var. Kimi sıfat meydana getiriyor, kimi isim yapıyor, kimi fiil yapıyor; kimi meslek ismi, kimi yer ismi, kimi âlet ismi... Buna dikkat edeceğiz. Âlet ismi olarak kullanılan bir ek ile, yer ismi yapama­ yız. Demek ki, ekin mânâsına ve fonksiyonuna da dikkat edeceğiz... Bunlara dikkat edildiği takdirde yeni kelime şekil bakımından doğru olabilir. «Şekil* bakımından diye bilhassa söy­ ledim. Çünkü şekil bakımından doğru olabilir fakat, yine mânâ bakımından doğru olmaz. Bir de yeni yapılan kelimenin köküne de bakma­ mız lâzım. Kök bizim için aydınlık mıdır, kökü anlıyabiliyor muyuz?. Kökü anlıyorsak baka­ cağımız ek yerli yerinde mi?.. O zaman bunlar doğru mu, yanlış mı anlaşılır. Demek ki, uy­ durma kelime dediğimiz kelimeler, ya ekleri yanlış olan kelimeler, veya mânâ bakımından yanlış olanlardır. Kelimenin bir de mefhûm 56

(kavram) bakımından doğru olması lâzımdır. Yâni uydurma kelime; ya şekil bakımın­ dan, ya mânâ ve meflıûm bakımından yanlış olan kelimedir. Şekil bakımından da; ya ek ba­ kımından, ekin işlek olmayışı bakımından ya­ hut da, ekin fonksiyonu bakımından yanlış ola­ bilir. Bir iki misal vereyim : Diyelim ki «bellek», Türkçede «bellemek» fiili var. Bellemek, öğrenmek mânasına... Burdan «k» ile isim yapılmış, «bellek» olmuş ve hafıza yerine kullanılmış. Bu yanlıştır. Neden yanlış?.. Şekil bakımından yanlış gibi görün­ müyor, «k» ile Türkçede isim yapılıyor, «k» fiilden isim yapan eklerden biri. Şekil doğru. Fakat mefhûm bakımından düşünürsek, «bel­ lemek» birşeyi öğrenmek demektir. Halbuki hafıza, öğrenilmiş olan birşeyin zihinde mu­ hafaza edilmesidir. Mefhum bakımından beîlek’in hafıza ile hiç alâkası yok. Psikoloji kitaplarında «zekâ» yerine «an­ lak» diyorlar. «Anlamak» fiili var. Fakat zekâ sadece anlamak değil ki... Anlama işi, idrâk işi zekânın ancak bir fonksiyonu... Demek bu da mefhum bakımından yanlış. «Vicdan» yeri­ ne, «bulunç» kullanıyorlar. «Bulmak»tan «nç» ile ek yapılır. Şekil bakımından yanlış değil gibi. Fakat «bulunç» vicdan değil. Çünkü, Arapça «vecede» (buldu) kökünden geliyor. 57

ama Türkçede buna başka bir mânâ verilmiş. Yâni, «vicdan» la, «bulmak» arasında bir mü­ nasebet kalmamış... Bozgeyik — Hocam bu izahlarınızdan son­ ra, yine yukardaki suale bağlı olarak, bilhassa kullanılan, çokça kullanılan «uydurma» keli­ melerden derlediğimiz şu kelimelerin «niçin» ve «neden» uydurma olduğunu ilmî açıdan ele alıp izah eder misiniz?.. Kelimeler şunlar: Ödev, ortam, koşul, neden, yöntem, zorun­ lu, özet, özerk, yapıt, doğa, doğal, yansız, etkin* yaşam, amaç, değinmek, egemen, kapsam, öz­ gürlük, anımsamak, uygarlık, bağımsız, kanı, gereksinme, ödün, eşgüdüm, bilimsel, bilinçlen­ mek, boyut, danışman, demeç, deney, devrim, dize, duygusal, esin, gereç, araç, gereksinme, içerik, ilginç, ilkel, izlenim, kanıt, kişisel, onay, orantı, ozan, öneri, önerge, önem, önlem, ör­ güt, örneğin, öykü, özel, özellik, özgü, özne, salt çoğunluk, saptamak, saygın, sayıştay, se­ rüven, siyasal, somut, soyut, sorun, tarımsal, tekil, toplumsal, tüm, ulusal, ussal, uyruk, ya pay, yasal, yerel, yinelemek, yönetmen, yörün ge, yüküm, yüzeysel. Timurtaş — Şimdi bu kelimeleri ele alacak olursak: 58

«Ödev» kelimesin© bakalım... Burda «v» eki var. Halbuki Türkiye Türkçesinde »v» eki diye bir ek yok. Böyle bir «fiilden isim yapma eki» yok. Bu ancak Kazan Türkçesinde olan bir ek. Zaten, hatırlayacaksınız, esas Türkçede «v» yoktur. Bu «v»ler umûmîyetle «g»deıı geliyor. Eğer Türkiye Türkçesinde olursa «ödegü» gibi birşey olması lâzım. Demek ki, «ödev»deki yan­ lışlık için şunu diyeceğiz: Türkiye Türkçesin­ de böyle bir ek yok. Bu kelime mevcud olma­ yan bir ekle yapılmıştır. Yeri gelmişken söyle yelim-, bir de ek uydurma yoluyla yeni kelime yapılmaktadır. Mevcut olmayan ekle kelime yapılıyor. Mesela; Türkçede «sal, sel» diye bir nisbet eki yok. Kumsal, uysal gibi kelimelerde görülen «sal, sel» var. Fakat bunlar nisbet bil­ dirmiyor ve ölü ekler... Şimdi; -sal, -sel ekine hem nisbet mânâsı veriyorlar, hem de canlı bir ekmiş gibi kullanıyorlar... Türkçede «v» eki de yok. «ödev», «görev», «söylev» gibi çeşitli keli­ meler böyle Türkçede olmayan bir ekle yapıl­ mıştır. Yine bunlar gibi «ey» eki de yok. «Bi­ rey», «olay», «düzey» gibi kullanılışlar da yan­ lış... Demek ki bir de, ek uydurulması duru­ mu var. Yani, uydurma deyince sadece yanlış değil, bir de hakikaten uydurma olmaktadır... Olmayan birşeyi getiriyorlar...

59

Ortam : «Orta» kelimesi isimdir. İsimden sonra «m» eki getirilmez, «m» eki, fiil köküne getirilmesi gereken bir ek. Bunun için yanlış.. Koşul: «koşmak»tan «1» ekiyle yapılmış. Böyle bir ek yok. Ayrıca «koşmak», «şart koş­ mak» ta yardımcı fiil durumundadır. Yâni, mâ­ na bakımından da yanlış. Çünkü «şart koş­ mak» birleşik bir fiil. Esas mâna «şart» üzerin­ de, «koşmak» yardımcı fiil gibi... Yardımcı fiil­ lerden yeniden kelime türetilmez. Çünkü, yar­ dımcı fiil tek başına bir mânâ ifade etmez. «Koşmak» la «şart»m alâkası yok. «şart koş­ mak» yani şartı ileri koşmaktır. Bir birleşik fiildir. Neden kelimesinde «den» eki, aslında bir çekim ekidir. Kelime teşkil eki değil... Halbu­ ki kaide olarak, çekim ekleriyle yeni kelime yapılmaz. Çünkü kelime türetme eki değildir. Daha sonra «neden» sebep değil, ancak bir so­ ru olabilir. «Neden böyle?» «Niçin böyle» gibi bir soru olabilir. Soru zarfı olarak kullanılan bir kelime... Halbuki neden sadece «sebep» karşılığı de­ ğil, «dolayısiyle», «münasebetiyle», «ötürü», «binaen», «yüzünden» gibi çeşitli kelimelerin de yerine kullanılıyor. Halbuki bunlar arasın­ da fark var. Meselâ menfi bir sebep yerine kul­ lanılırsa «yüzünden» deriz. «Bugün fırtına yü­ 60

zünden vapurlar işlemedi» gibi... «Fırtına ne­ deniyle» değil... «Fırtına sebebiyle», «fırtına münasebetiyle» de denmez. Bu arada, «dolayısiyle», «ötürü» gibi Türkçe kelimeler de arada gidiyor. Bu sebeple dil zenginleşmiyor, fakirle­ şiyor. Yedi, sekiz tane kelime, mefhum, tek bir kelime etrafında toplanıyor. Yöntem (metod, usûl, sistem, tarz, yol, kaide) de öyle... Beş altı mefhûmun yerine kul­ lanılıyor. «Yön» kelimesinden geliyor. Belki, «yöndemek» gibi birşey olabilir, fakat, zorla­ mayla olmuş olur. Sonra ekleri bakımından da yanlış. Zorunlu-zorunluluk, (zaruret, mecburiyet, zarurî, mecburî) yerine kullanılan bu kelime de uydurmadır. Farsça asıllı kökten yapılmış­ tır. Halbuki dilimizde, «z-» ile başlayan keli­ me yoktur. Zor kelimesi Türkçeleşmiş olmakla bera­ ber, yine de bundan «zorun» ve «zorunlu» ke­ limeleri türetilemez. Çünkü isim köklerine ge­ tirilen «-n» işlek bir ek değildir, «kış-m», «ilk­ in» gibi bazı kelimelerde kalıplaşmış olarak görülür ve «ile, olarak» mânâsını verir. Bu du­ ruma göre, zorun «zorla, zor olarak» demek olur. Zorunlu ve zorunluluk ise bundan yapıl­ mıştır. Hem zorun’a, hem zorunluluk’a «mec­ buriyet, zaruret» mânâsı verilmesi, işi daha da 61

karıştırmıştır. Bütün dillerde kelimelerin kısa söylenişi esas alındığına göre, zorun ile birlik­ te zorunluluk’un da kullanılması büsbütün yersizdir. Bir çeşit kekemeliktir... Özet (hülasa) kelimesinde esas «öz»dür. «-et» diye bir ek mevcut değil. İsme, Türkçede mevcut olmayan bir ek getirilmek suretiyle ya­ pılmıştır. Özerk (muhtar) : Bu aslında, türetme bir kelime değil, birleştirme yoluyla yapılmış, «öz» ve «erk» kelimelerinden. Biliyorsunuz, «erk» Uygurcada «kuvvet» mânâsına geliyor. Şimdi, «öz kuvvet» demek oluyor. Bu da mefhum ba­ kımından «muhtariyet» i karşılıyor mu, karşı­ lamıyor mu şüpheli. Şekil bakımından belki yanlış değil, birleştirme yoluyla yapılmış bir kelime, ama mefhum, mânâ bakımından yan­ lış. Yapıt (eser) kelimesi de şeklen doğru ola­ bilir. «Yazmak» tan «Yazıt» gibi. Fakat burda «-t» işlek olmayan bir ek. Dede Korkut’ta görü­ lüyor. «îçit, binit» gibi... Daha çok yer bildiri­ yor. «Yapıt» da eser değil, «yapı yapılan yer» gibi birşey olabilir. Doğa (tabiat) kelimesi, «doğmak»tan «a» eki ile yapılmış. Belki olabilir. Bir «a» ekimiz var. P'akat «-a», daha çok gerundium gibi... İsim yapmıyor. Fakat burda mânâ ve mefhûm 62

bakımından yanlış bir durum var. Çünkü «do­ ğa» «nature» «tabiat» karşılığı tercüme edili­ yor. Batı dillerinde «nature» var, «doğ-» mâ­ nâsına Lâtince bir kelimeden geliyor. Halbuki bizim inanışımıza göre «tabiat» doğmuyor, ya­ ratılıyor. Demek ki bu da, mefhum bakımın­ dan, mânâ bakımından yanlış. Biz «doğa» di­ yemeyiz. Çünkü tabiat kendiliğinden doğmuş değil. Cenab-ı Hak tarafından yaratılmıştır... Doğal (tabiî, normal) kelimesindeki «-1» eki Türkçede olmayan bir nisbet ekidir, «-sal, -sel», «-al, -el»le beraber, bir de sesli biten kö­ ke «-1» getiriliyor. Yâni üç çeşit nisbet eki kul­ lanıyorlar. -sal, -sel/-a l, -el ve bir de -1... Da­ ha önce «-sal, -sel» in uydurma olduğunu söy­ lemiştim. «-al, -el» ve «-1» de Fransızcadan ge­ liyor. Yâni Türkçede olmayan bir ekle yapıl­ mış, «tabiî» mânâsına... Sonra, «Doğal»daki ikinci bir yanlışlık, hem «normal» 3^erine, hem «naturel» yerine kullanılması... Olsa olsa bu, «naturel» yerine kullanılabilir. Fakat «normal», «uygun, anormal olmayan şey» için kullanıla­ maz. Yansız (tarafsız, bitaraf) : Bu da şeklen doğru gibi görülüyor, «-sız» eki menfi mânâ veriyor. «Yanı olmayan» demek. Fakat taraf mânasını karşılamıyor. «Yan taraf» dediğimize göre, eğer, «yan»ı «taraf» mânâsına alırsak, 63

«Yan yan» gibi bir şekil ortaya çıkar. Bu da ol­ maz. Yâni, mânâ, mefhum bakımından yanlış kelimelerdendir... Etkin (müessir, tesirli, aktif) : «-kin» eki var. Fakat «Et-» (*) yardımcı fiil. Yardımcı fiiller tek başma bir mânâ ifade etmezler. Yaşam (hayat, yaşama) : Bu kelime de ha­ talı türetmeler neticesinde ortaya çıkmıştır. Yanlışlık, ekin fonksiyon ve mânâsından, mef­ humdan ileri gelmektedir. Dilimizde işlek bir «-m» eki bulunmakla beraber, bunun ifade et­ tiği mânâ sınırlıdır. Bu ekle daha çok fiillerden hareket ismi yapılır. Bunlar, bir defada yapı­ lan iş ve hareketi gösterirler; «bir içimlik ay­ ran», «bir atımlık barut» gibi. «Yaşam» keli­ mesi ekin bu fonksiyonuna göre, «bir kere ya­ şama» demek olur. Halbuki «yaşam», «hayat» yerine kullanılıyor. Aslında, hayat mefhumu ile yaşamak kelimesinin ifade ettiği mânâ ara­ sında fark vardır. Bunlar aynı şeyler değildir. Hayat, yaşama, yaşayış, ömür, canlılık, dirilik birbirleriyle münâsebeti olan kelimelerdir. Fa­ kat, başka başka mânâlar taşımaktadırlar. Hem yaşam kelimesi teleffuz bakımından da (*)

64

Bu ve bundan sonra gelecek olan kelimelerin so­ nunda kullandığımız « - » işareti «-mek», «-inak» şeklinde okunur. Et- (etmek), koş- (koşmak) gibi.

hoş değildir. Bunların, hayat kelimesi yerine kullanılması her bakımdan yanlıştır. Amaç (gaye, maksat) : Türkçe değil. Fars­ çadan geliyor. «Âmâç» kelimesi... Ve âmâç, «hedef» demektir. Halbuki «gaye» yerine kul­ lanılıyor. «Gaye» başka, «maksat» başka, «he­ def» başka... «Hedef», nişan demektir, gaye demek değil... Değinmek: «temas etmek» yerine kullanı­ lıyor. Halbuki dilimizde «temas etmek» in kar­ şılığı «dokunmak»tır. «Dokunmak» halis Türk­ çe olduğu halde, onun kullanılmayıp konuşma ve yazılarda «değinmek»e yer verilmesi, dilbil­ gisi şuurundan, Türkçe sevgisinden mahrum bulunulduğunu göstermektedir. Değinmek, şe­ kil yönünden değil, mânâ bakımından yanlış kelimelerdendir. Bu kelime, Eski Anadolu Türk­ çesi devresi metinlerinde «erişmek, yetişmek, varmak» mânâsına kullanılmaktadır. «Değin­ mek» in ve kökü olan «değmek» in bu devirde «dokunmak» mânâsı yoktur. Bugün bile «değ­ mek» kelimesi, meselâ «eli tavana değmiyor» gibi kalıplaşmış sözlerde yine «ermek, yetiş­ mek» mânâsı ifade etmektedir. Değmek keli­ mesinin «dokunmak» mânâsına da gelmesi bir hayli yenidir. Değinmek kelimesi ise, Türkçe­ de hep «erişmek, yetişmek» mânâsına kullanıl­ mıştır, Dokunmak mânâsına kullanılması dö­ 65/5

nüşlü (mütâvaat) olması dolayısiyle, dil man­ tığı bakımından doğru değildir. Çünkü, «temas etmek» te dönüşlülük mânâsı bulunmamakta­ dır. «Temas etmek» herkesin bildiği, Türkçeieşmiş bir kelime olduğu için, onu kullanmakta sa­ kınılacak bir şey yoktur. Onu beğenmiyorsak «dokunmak» diyebiliriz, «değinmek» e ne lüzum var. Egemen (hâkim, hükümran) kelimesinde hem kök, hem de ek yanlış. Bir kere, dilimizde «yapan, eden, olan» mânâsı ifade eden bir «-man, -men» eki mevcut değildir. Böyle bir ek Almanca, İngilizce gibi Batı dillerinde görül­ mektedir. Farsçadaki «-mend» eki de bu mânâ­ yadır. Dilimizde «şişman», «kocaman» gibi pek az sayıdaki kelimelerde görülen «-man» ekinin etimolojik izahı yapılamamaktadır. Esasen bu kelimelere eski metinlerde de rastlanmıyor. Hülasa, Türkçede «-man, -men» eki olarak iş­ lek veya az işlek bir ek yoktur. Egemen keli­ mesinin böylece eki yanlıştır, kökü olan «ege»nin ise ne olduğu belli değildir. Eski Anadolu Türkçesinde sâhip mânâsına «eye» şeklinde bir kelime bulunmakla berâber, «ege» diye bir ke­ limenin varlığı ileri sürülemez. Belki bazı Do­ ğu Türkçesi lehçelerinde y /g değişikliği dolayısiyle «ege» şekli görülebilir. Ege’nin «ağa»dan geldiği düşünülebilirse de böyle bir deği­ 66

şikliği bir sebebe bağlamak mümkün olamaz. Böylece «egemen» kelimesinin de ek ve kök ba­ kımından yanlış olduğu açıkça görülmektedir. Türkçede böyle bir kelime mevcut olmamıştır. Son yılların ortaya çıkardığı egemen, Fransız­ ca «hegemon» kelimesinden bozmadır, Türkçe ile ilgisi yoktur. Egemenlik ise hegemoni keli­ mesine karşılık kullanılmaktadır. Bir de bu çe­ şit uydurmalar var. Fransızca kelimelere ben­ zetilerek yapılanlar... Mesela; «bülten»den, «belleten» yapılmış, «ekol»den «okul» yapılmış. «hegemon»dan «egemen» yapılmış... Kapsamak (şâmil olmak, içine almak, ihtivâ etmek): Yaşayan Türkçede «kapsamak» diye bir kelime yoktur. Dilimizde canlı olan, herke­ sin kullandığı «kaplamak» kelimesi varken, bu­ nu kullanmayıp kimsenin bilmediği kapsamak kelimesine yer vermek, millete ve diline ters düşmekten başka birşey değildir. Dilimizde, isim köklerine getirilen «-sa» eki, arzu, istek bildirir. Meselâ susamak «su arzu etmek, su istemek» demektir. Bu duruma göre «kapsamak», «kap arzu etmek» mânâsı­ na gelir. Günümüzün Türkiye Türkçesinde şâ­ mil olma, ihtivâ etmek mânâsına bir kapsamak kelimesi bulunmamaktadır. Özgür (hür, serbest) : Bu birleşik bir keli­ 07

me gibi görünüyor, «öz» ve «gür»... Olsa olsa «öz-ü gür» olabilir. «Özügür» bâzı Türk lehçe­ lerinde görülüyormuş... «özgür» demek, kuv­ vetli, kendisi kuvvetli mânâsını ifade eder. Tamamiyle değişik bir mânâ.. Bu da mefhûm ba­ kımından, mânâ bakımından yerinde değil, «özügür» de «hür» mânâsına kullanılamaz. Anımsamak (hatırlamak) : «Anmak» var. «-ımsamak» şekil bakımından burdan olabilir belki, ama bu da mânâ, mefhûm bakımından yanlış. Bir de «anmak» ile «hatırlamak» arasında fark var. Çünkü, «anmak» birşeyi zikretmek, yâdetmek... Herşeyi hatırlarız, fakat hatırladı ğım ız birşeyi söylediğimiz takdirde «anmış» oluruz. Yâni her hatırlanan şey, anılıyor de­ ğil... Zihnen hatırlarız, ama bu ancak söylenip yazıldığı takdirde yâdedilmiş, zikredilmiş olur. Çünkü «anmak»; yâdetmek, zikretmek mânâ­ sında... Bu da yine mânâ bakımından yanlış... Uygarlık (medeniyet) : Ne olduğu, nasıl yapıldığı belli olmayan uydurma kelimeler­ den... «uy-» kökünden mi geliyor?.. «Uymak» kökünden geliyorsa, «-gar» diye bir ek mevcut değil... Bu da zannediyorum «uygurluk»tan geliyor. Tarihî seyir içerisinde, bilindiği gibi Türklerin yerleşik medeniyeti Uygurlarla baş­ lıyor. Ondan evvel göçebe bir ha,yat var... Yer­ 68

leşik olunca medeniyet oluyor. Ve ordan da «uygurluk», medenilik oluyor!.. Uygarlık büs­ bütün yanlış... Bağımsız (müstakil) da yanlış. Çünkü «bağ» kelimesi isim kökü, «-m» ise fiile getiri­ len bir ek. «Bağımsız» kelimesi de olsa olsa «foağsız» olabilir. Yâni bu kelime de hem şekil hem mefhûm bakımından yanlış... Kanı (kanaat, düşünce) : Bu kelime de mâ­ nâ ve mefhum bakımından yanlıştır. «Kan­ mak» kelimesinin bir kaç mânâsı bulunmak­ tadır. Bunlardan birisi; «doya doya içmek»tir, su için kullanılır. «Kanmak» kelimesinin bir başka mânâsı da «aldanmak» tır, «sakm aldan­ ma, inanma, kanma» sözünde olduğu gibi. İşte «kanı» kelimesini, «kanmak» m bu mânâsından getiriyorlar. Kanı kelimesi «kan-» kökünden «-ı» teşkil eki ile yapıldığı için yanlış olmamak­ la beraber, mefhum yönünden isabetli değil­ dir. Çünkü «kanaat»te aldanma mânâsı yok­ tur. Kanaat «görüş, inanış» demektir. Nitekim «ikna etmek» de kandırmak değil, «inandır­ mak, kendi görüşüne getirmek» mânâsı taşı­ maktadır... Bu bakımdan, «kanmak» fiilinden yapılan «kanı», olsa olsa «kanma, aldanma» mânâsına gelebilir. «Kanaat, düşünce» yerine kullanılamaz... 69

ödün, s «Tâviz» karşılığında kullanılan, nasıl yapıldığı belli olmayan uydurma kelime­ lerden biri. «Ödün» kelimesinin yapılış şeklini izah etmek mümkün değildir. Eski Türkçe dev­ resinden gelen ve 15. Asır metinlerinde de ge­ çen bir «öd» kelimesi var ise de bu, «za­ man» mânâsına gelmektedir. Bundan türetilen «ödün» de «zamanla» mânâsını ifade eder ki, bu «tâviz» ile aynı mânâya gelen bir kelime olamaz. «Ödemek» fiilinden ise «ödün» kelimesi meydana getirilemez, olsa olsa «öden» teşkil edilebilir. Dilimizde «ödümek» diye de bîr fiil bulunmadığına göre, «ödün» kelimesinin kökü ve eki belli olmayan bir kelime olduğu ortaya çıkar... Eşgüdüm (düzenleme, düzen verme, tan­ zim etme) : Bu kelime de hem kelime teşkili, hem mefhûm bakımlarından yanlıştır, «eş» ke­ limesi dilimizde isim ve sıfat olarak kullanılır. İsim olduğu zaman «çift olarak bulunan iki şeyden her biri; çift olarak yaşayan erkek ve kadının birbirine nisbetle her biri, zevç ve zev­ ce» mânâsı ifade eden «eş» kelimesi, sıfat ola­ rak kullanıldığı vakit; «eşit, müsavi» mânâsına gelir. Burada, «eşit» mânâsı verilmiş... Eşit şe­ kilde gütmek mânâsına... «Güdüm» kelimesi de, «gütmek» fiilinden türetilmiş isimdir. Güt­ 70

mek; «hayvanlan önüne katıp sürmek, otlat­ mak, yürütmek, sevk etmek, taşımak» demek­ tir... Burada «gütmek», «sevk ve idare» mânâ­ sında kullanılmış, «eşgütmek», yani «müsavi şekilde gütmek» mânâsına kullanılmaktadır. Bu da yine, mânâ mefhum bakımından yanlış oluyor. Çünkü «koordinasyon» karşılığında kullanılıyor. Halbuki koordinasyon; «düzenle­ me, işbirliği sağlama» mânâsına gelir. «Eşgü­ düm», «koordinasyon, düzenleme» demek de­ ğildir. Hem, gütmek kelimesi yerinde değil, hem «eş»le birleştirildiği takdirde «koordinas­ yon» mânâsını vermiyor. Bilimsel (ilmi) : Bu kelimede «-sel»* eki Türkçede olmayan nisbet eki. Yâni, uydurma ekle yapılmış. Bilinçlenmek (şuurlanmak, şuurlu hâle gelmek) : Bu kelime de yanlış. «Bil-»ten, «bi­ linç», «bilme» demek.. Fakat şuur sadece «bil­ me» demek değil. Mefhum bakımından yine arada fark var... Boyut (buut) kelimesi de güya «boy» dan getiriliyor. Fakat aslında Arapçanm «buut»u araşma bir «y» konmuş gibi... Bu da başka di­ le benzetme biçiminde kelime uydurmaya bir örnek oluyor... Eğer Türkçe «boy»dan getirili­ yorsa ek bakımından yanlış, çünkü «Boy» isim 71

kökü. Halbuki isini köküne «-t» eki getiril­ mez... Danışman (müşavir) .- «Danışmaktan», «-man» eki ile yapılmış gibi görülüyor. «Biraz evvel de «ege-men»de söylediğim gibi, Türkçe­ de faillik mânâsı veren bir «-man» eki yok... Demeç (beyanat) da öyle, «de-» ten «-meç» ile yapılmış. Halbuki böyle bir ek yok. Tek ba­ şına belki «-ç» var, fakat «-meç» eki yok. Yâ­ ni olmayan bir ekle yapılmış... Deney (tecrübe) : Bu da yine olmayan bir «-y» ekiyle yapılmış. Bir yandan «deney» diyor, bir yandan da yine son zamanlarda uydurdu­ lar, «deneyim» diyorlar, «dene-»ten «-y» ile isim yapıyorlar, «-m» ekiyle yapıldığı takdirde bu­ nun «dene-m» olması lâzım. Fakat buna da «deneyim» diyorlar. Yani uydurma bir kelime­ den başka bir kelime uyduruyorlar... Devrim (inkılap) kelimesi «dev-i-rim»dir. Orta hece «i» düşmüş, «-m» işlek bir ek. Keli­ me olarak normal, fakat, «inkılap» karşılığı değil de «ihtilal» karşılığı kullanılması lâzım. İhtilal karşılığında kullanılırsa kelime olarak normal oluyor. Fakat, «inkılâp» karşılığında kullanılırsa yanlıştır... Dize (mısra) : «Diz-»ten, «-e» ekiyle isim yapılabilir, «-a, -e» eki var, ama bu da işlek bir ek değil. Fakat mânâ bakımından da yanlış. 72

Çünkü, mısra, sadece dizmek demek değil tabii . «Dizmek», dizilmiş olan şey. Halbuki bur da vezin mevzubahis, kelimelerin meydana getiril­ mesi mevzubahis. Yani, hem ölü bir ekle yapı­ lıyor, hem mânâ, mefhum bakımından, daha doğrusu terim olarak doğru değil... Duygusal (hissi) : Burda «-sal» eki yanlış­ tır. Esin (ilham) : «es-»ten «-n» ile yapılan bir isim. Bu «-n* eki işlek bir ek değildir. Sonra mefhum bakımmdan da yanlış. İlham'm yeri­ ni karşılıyor mu?.. Ona bakmak lâzım... Araç-Gereç (vasıta-malzeme) : Bu her iki kelime de teşekkül bakımından yanlıştır. Çün­ kü, ekleri gramer kaidelerine aykırıdır, kökle­ ri ise aydınlık değildir. Kelimeler ilk bakışta «-aç, -eç» ekiyle yapılmış hissini vermektedir. Fakat, kendilerine yakıştırılmak istenen mânâ­ lara dikkat edilirse, «-ç» ekiyle türetildikleri ortaya çıkmaktadır. Halbuki, dilimizde böyle bir «-ç» eki mevcut değildir. Araç kelimesine «vâsıta» mânâsı verilmek istendiğine göre, kelimenin kökü, bir isim du­ rumunda olan «ara» dır. Ara kelimesine olsa ol­ sa «-cı» eki getirilerek «aracı» kelimesi yapı­ labilir. Nitekim yaşayan dilde böyle bir keli­ me vardır ve «vâsıtadan mutavassıt» mânâsına gelmektedir. 73

Gereç kelimesini izah etmek hiç mümkün değildir. Bu kelime büsbütün uydurmadır. Böy­ le bir kelime teşkil etmek için Türkçede «lazım gelmek, lüzumlu olmak» mânâsına bir «geremek» fiilinin mevcut olması îcab eder. Halbu­ ki, böyle bir fiil yoktur. Germek şeklinde bir fiil mevcut olmakla beraber, mânâ itibariyle bununla münasebeti bulunmamaktadır. Keli­ me «gerek» ten türetilmiştir. «Gerek» ten «k»yi atarak, «-ç» veya «ek» i atarak «-eç» getirilmiş­ tir. Bu tamamiyle keyfî bir tasarruftur. Türk­ çede böyle bir kaide yoktur. Demek ki, «araç» da «gereç» de uydurma kelimelerdir. Gereksinme (ihtiyaç) : Bu kelime iki ba­ kımdan yanlıştır. Bir kere dilimizde «-sin» şek­ linde isimden fiil yapan bir ek yoktur. Belki «-se-» ekiyle «gereksemek» olabilir. Sonra «ge­ rek» kelimesi «ihtiyaç» değil, «lüzum» mânâsı­ na gelmektedir. İhtiyaç ile lüzûm’un ayrı ayrı mânâlar taşıdığı ise, Türkçeyi biraz bilenler tarafından bile fark edilebilir. Hem, «ihtiyaç» dururken, gereksinme’yi uydurmaya ne lüzum var... İçerik (muhteva) : Dilimizde «içeri» keli­ mesi bulunmakla birlikte, «içerik» diye hir ke­ lime yoktur. İçeri kelimesi «iç» isim köküyle «-eri» yön ekinden türetilmiştir. Bu durumda «-k» ekinin kelimeye yersiz eklendiği ortaya 74

çıkar. Türkçede isimden isim ya,pan bir «-k» eki mevcut değildir... Eski Türkçe devresinde isimden fiil yapan bir «-k» vardır : içikmek, taşıkmak (çıkmak) gibi... İlginç (alâka verici, enteresan, ilgi çekici) : «il-» fiiline «-ginç» eki getirilmiş. Burada ek yanlıştır, «-ginç» şeklinde bir ek yoktur, «-inç» vardır. Dilimizde iligmek veya ilgimek şeklin­ de bir fiil bulunmadığına göre «ilginç» olamaz. İlkel (iptidâi) : Buradaki «-el» nisbet eki Türkçede yok. Fransızcadan alınmıştır... İzlenim (intiba), şekil olarak doğru. İz-lenim şeklinde... Fakat, mânâ bakımından, mef­ hûm bakımmdan yanlış kullanılıyor, «intiba» mânâsı vermiyor... Kanıt (delil) : «kan-» tan «-t» ile yapılan bir isim. F'akat, «kanıt» delil demek değildir. Yâni bu da mânâ bakımından yanlış... Çünkü «kanmak» la alâkası yok. «delil» birşeyi ispat­ lamak için öne sürülen hususlar demek. Yani kanmak, kandırmak mevzubahis değil... Bir şeyin gerçek yönünü ortaya koymak bahis ko­ nusu. Kişisel (şahsî) : Burada yine «-sel» eki yan­ lış. Bir de yanlış kullanılıyor, «şalııs» dışında bir çok mefhum için «kişi» kullanılıyor... Onay (tasdik, tasvip) : Burada yanlışlık Türkçede «--y» eki mevcut değil... 75

Orantı (nisbet, tenasüp) : 14., 15. Yüzyıla ait eski metinlerde «oran» kelimesi var. Fakat o da şüpheli. Rumcadan mı, Ermeniceden mi girmiş. Fakat Türkçe olduğunu kabul etsek bi­ le, «-tı» eki gelmemesi lâzım. İsimden sonra böyle bir ek getirilemez. Ozan (şâir) kelimesi Türkçede var. Fakat Türkçe mi, değil mi belli değil. Yalnız bu saz şairi yerine kullanılmış. Bugün bütün şairler için kullanılıyor. O bakımdan yanlış... Öneri (teklif); Önerge (takrir) : «öneri, «ön» kelimesinden yapılmış «önermek» ve bu, «i» ile «öneri» yapılmış... «Önerge»de ise, «ge» ile yapılmış. «Önermek» fiilinden yapılmış ka­ bul edilebilirse şekil bakımından belki yanlış olmaz, ama «öner-» diye bir fiil yok... Önem (ehemmiyet) : Ön’den «önemek» di­ ye bir fiil olması lâzım ki, «-m» eki olsun. Yani ek yanlış, teşkili yanlış. Olmayan bir fiil kö­ küyle yeni kelime türetilmiş... Önlem (tedbir) : «önlemek» ten getiriliyor. Şekil bakımından doğru. Mânâ bakımından yanlış. Çünkü, «tedbir» sadece «önlemek» de­ ğil. Birşey menfi olursa önlenilir. Meselâ bir hastalık yaygınlaşırsa, tedbirle önlenebilir... Fakat bazı şeyler de tedbirle sağlanır. Yani «tedbir» de sadece menfi birşeyin ortadan kal­ dırılması değil, müsbet birşeyin gerçekleştiril­ 76

mesi mânâsı da var. Yani önlem, mefhum ve mânâ bakımından yanlış... Örgüt (teşkilat) : «-güt» diye bir ek yok­ tur. Bu yüzden yanlış, «örgü»den getirilmişse, isme «-t» eklenmez... Örneğin (mesela) da «-n» eki ölü bir ek, kalıplaşmış bir ek. Yaz-m, kış-ın da olduğu gi­ bi enstrümental eki. Ölü bir ekle kelime yapıl­ maz. Sonra «örnek», «nümûne», «model» de­ mektir. Bilhassa elişi şekilleri için kullanılır. Yani, mânâ bakımından da yanlış. «Meselâ»nın yerini tutmuyor... Halk-dilinde böyle bir şey yok. Halk meselâ yerine «temsil» «söztemsili», «sözgelişi», «söz gelimi» diyor.

Öykü : «Hikaye» karşılığı kullanılan bu ke­ limenin ne olduğu belli değildir. Dilimizin ne tarihî devirlerinde, ne de bugünkü lehçelerin­ de böyle bir kelime vardır. Eski ve yeni hiçbir metinde «öykü» kelimesine rastlanmamaktadır. Kelimenin etimolojik izahını yapmak müm­ kün değildir, öykü şeklinde bir kelime türet­ mek için, Türkçede «öymek» veya «öykmek», «öyükmek» şeklinde bir fiilin bulunması icab eder. Böyle bir fiil ise yoktur. Bu kelimenin na­ sıl teşkil edildiği belli değildir. Özel (hususi) : «-el» eki, Türkçede mevcut olmayan bir ek... 77

Özellik (hususiyet) : Yine yukarda söyledi­ ğimiz sebepten, yanlış... Özgü (has, mahsus) : Türkçede «özge» var. Fakat «başka» mânâsına gelmekte, «öz-gü» ol­ maz. Çünkü isimden isim yapan «-gü» diye bir ek yok. Özne (fail) : «öz» var. Fakat bu «-ne» eki belli değil... Salt Çoğunluk (mutlak ekseriyet) : «salt» kelimesi bazı ağızlarda görülüyor, ama «mut­ lak» mânâsına değil. «Çoğunluk» ta ise «-n» eki­ nin bir mânâsı yok. Hem ölü bir ektir... «Çok­ luk» denebilir. Saptamak (tesbit etmek) : Bazı arkadaşlar bunu Arapça «sept»ten getiriyorlar. Fakat ben­ ce «saplamak» a benzetilerek uydurulmuş. Ay­ rıca eki de yanlıştır. Saygın (muteber) : «-gın» eki var. Fakat «saygın» durgun ve yorgun gibi fazlalık bildi­ ren sıfattır, çok saygılı mânâsına gelmekte. Halbuki «muteber» yerine kullanılıyor. «Mute­ ber» ise «sayılan» demek. Olsa olsa «hürmet­ kar» olabilir... Sayıştay (muhasebat divanı) ■. «-tay» eki Moğolca bir ek... Türkçede olmayan bir ek. «Saymak»tan «sayış» olabilir, ama «sayıştay» olmaz «-tay» eki yanlış... 78

Serüven (mâcerâ, sergüzeşt) : kelimesi bir kaç bakımdan yanlıştır. Dilimizin ses yapısına göre, ilk hecede «ö, ü» bulunmadığı takdirde, daha sonraki hecelerde «ü» sesi bulunamaz. Kelimenin ilk hecesinde «e» olduğundan, ikin­ ci hecede «i» bulunması gerekir ve böylece ke­ limenin ses bakımından doğru sayılması için «seriven» şeklinde olması lüzumu ortaya çıkar. İkinci olarak şekil yönünden de «serüven» Türkçenin yapısına uygun değildir. Çünkü, kelimenin ekleri ve kökü belli değildir. Dili­ mizde «ser» diye bir isim kökü ve «-üven» ve­ ya «-ven» şeklinde bir ek mevcut değildir. Meç­ hul bir kökten ne olduğu bilinmeyen bir ekle yapılmış olan bu kelimenin Türkçe olmadığı muhakkaktır. Farsça «ser» den uydurulmuş herhalde... Siyasal (siyasî, politik) : Bunu, «siyaset­ ten» getirip, «-1» eki eklenmiştir, diyenler var. Fakat bunu bir de, daha acaip olarak, «-si-yasa»dan getiriyorlar, «si» Farsça «otuz» demek. Yasa da Türkçede de, Moğolcada da var : «otuz yasa»... O büsbütün yanlış. «-1» eki de nisbet mânâsına kullanılıyor. O da yanlış... Somut (müşahhas) : «som altın», «som mer­ mer» gibi sözlerde «som» kelimesi var. Fakat, «som-» fiili olmadığına göre, «-t» olmaz. Yani eki yanlış. 79

Soyut (mücerret) : «Soymak» tan «-t» ekiy­ le yapılmış. Şeklen doğru gibi görünüyor, fa­ kat, mânâ yanlış... Sorun (mesele) : «Sor-»tan, «-n» ile yapılı­ yor. Şeklen doğru. Fakat, «mesele»nin karşılığı değil. Mânâ, mefhum bakımından yanlış... Tarımsal (ziraat) : Türkçede olmayan «-sal» ekiyle yapılmış. Tekil (müfret) : Tek var. Fakat, «-il» eki yok. Ek yanlış... Toplumsal (içtimâi, sosyal) : «-sal» eki yan­ lış. «toplum» kelimesi de yanlış. Çünkü «-m» eki fiil köküne getirilen bir ek... «Toplum&k» veya topukmak diye bir fiilimiz yok... «Toplu» kelimesi ise isim. İsme «-m» eki getirilmez... Tüm (bütün, tamam) : Halk ağızlarında görülüyor. Menşei belli değil. Muhtemelen Türkçe değil... Cümle başında «bütün» mânâ­ sına kullanılamaz. «Tüm insanlar», «Tüm öğ­ renciler» gibi tâbirler yanlış... Tamlamaların sonunda ve zarf olarak kullanılabilir. Ulusal (millî) : Bu defa da «-al» eki çıktı ortaya... Nisbet eki olarak kullanılıyor. Fran­ sızca bir ek... Ulus kelimesi Moğolca telaffu­ zuyla Türkçeye girmiş. Esası «uluş»... «Uluş» da millet demek değil. Büyük bir millet içeri­ sindeki bölümler, iller, boylar mânâsına, halk­ lar, ahâli gibi mânâsı var. Milleti bütün olarak 80

anlatmıyor. Millet içerisindeki bazı kısımlar oluyor. Ussal: «-sal» eki yanlış. «Akli» yerine kul­ lanılıyor. Fakat hiç de aklî birşey değil... Uyruk (tebaa) : Bu da acaip birşey... Te­ baa yerine kullanılıyor. «Uymak» tan geliyor, ama bu «-ruk» eki ne oluyor?.. Yapay (sun’î, yapma) : «-ay» eki yok. Ol­ mayan bir ek getirilmiş... Yasal (kanunî) : Bir ara «yasa-sal» diyor­ lardı. Daha sonra «yasal» dediler. Burda nisbet eki olarak «-1» kullanılmış. Bu da uydurma ek­ tir. Yerel (mahallî) : «-el» uydurma ekiyle ya­ pılmış. Bir de «yersel* var. Burda ek, «-sel» mi­ dir, «el* midir?.. Belli değil. Her ikisi de yanlış ek... Yinelemek: «tekrarlamak, tekrar etmek» mânâsına uydurulmuş. «Yine» kelimesi bir edattır. Eski metinlerde ve halk ağızlarında bu edatın «yime», «yana», «gine», «gene», «yene» şekilleri de bulunmaktadır. Edatlar, zarflar ek almayan, tasnif edilmeyen gramer şekilleridir. Bunlara kelime yapma ekleri de getirilemez. Bu sebeplerle yinelemek kelimesi de yanlış ve uydurmadır. Yönetmen (müdür, idareci) : «-men» eki yanlış... 81/6

Yörünge (mahrek) : «Yörün-» diye bir fiil mevcut olmalı ki, «-ge» olsun... Aslında «-ge» eki de canlı bir ek değildir... Yüküm, (mükellefiyet, mecburiyet) de «yük»ten getiriliyor. İsme «-m» eki getirilmez... Yüzeysel (sathî) : Hem «-sel» eki yanlış. Hem «-ey» eki. İkisi de Türkçede olmayan ek­ tir. .. Bozgeyik — Bu aç ıklamalarınız için çok teşekkür ederim. Hocam, yukarıda izah buyur­ duğunuz kelimeler ve daha bunlar yanında pek çok kelimelere dikkat edildiğinde bu kelimele­ rin «İslâmî» kelimeler olduğu görülmekte... Hususan bu kelimeler üzerinde duruluyor ve bu kelimelerin yerine yeni kelimeler uydurulu­ yor... Gaye nedir sizce?.. Timurtaş — Evet bu açıkladıklarımızın dı­ şında daha pek çok kelimeler de İslâmî keli­ meler. Bir de bunlar; «Eski kültürle alâkalı ke­ limeler», bu kelimeler halkın malı olmuş keli­ meler... Bunlar menşe itibariyle, aslı itibariyle Türkçe olmasa bile Türkçeleşmiş kelimeler... Bunların değiştirilmemesi lâzım... Halk bun­ ları anlıyor. Benimsemiş... öyleyse maksatlı olarak değiştiriliyor... İslâmî inançla, eski kül­ türle ilgiyi kesmek, maziyle bağları koparmak gayesi güdülüyor... Zaten dikkat edilirse da­ ha çok Arapça kelimeler üzerinde duruluyor. 82

Bunların değiştirilmesine çalışılıyor. Farsça ke­ limeler nisbeten müsamaha ile karşılanıyor... Zaten bu hareketin başında, Millî Kültürü­ müzün yıkılması maksadı vardır. Bu, kendileri bakımından tabiî... Yani, bizim geçmişle alâ­ kamızı, inançlarımızla, kültürümüzle alâkamı­ zı kesmeleri gerekir ki emellerine nail olabil­ sinler, memleketi parçalayabilsinler... Bu ba­ kımdan bu hareketi kasıtlı yapıyorlar, bilerek yapıyorlar... Çünkü ihtiyaçtan doğmuyor. Dün­ yanın her yerinde yeni kelimeler bir ihtiyaçtan doğar. İlimde, felsefede, düşüncede bir takım yeni mefhumlar vardır. Bunları karşılamak için yapılır. Yeni âletler çıkıyor. Bunları karşı­ lamak için yapılır... Halkın bildiği, anladığı kelimelerin atılma­ sı mutlaka husûsî bir maksada dayanıyor... Her bakımdan zararlı oluyor. Zaten esas mak­ satları, söylediğimiz gibi gençlerimizi, halkı­ mızı, kültürümüzden, medeniyetimizden uzak­ laştırmak ve aradaki bağları koparmaktır... Gayeleri bu... Onlar bu gayeleri istikametinde faaliyet gösteriyorlar. Muvaffak oluyorlar di­ yemeyiz, ama bir hayli de yol almış dürümda­ lar. .. Bu hareketler, «sol» un devamlı devrim gö­ rüşüyle alâkalı... Kültür devrimiyle alâkalı... Maddî ve manevî unsurlarıyla mevcut olan 83

milletimizi beğenmiyorlar. Yani bir millet mey­ dana getirmek istiyorlar. Bunun da ayrı bir dili olsun diyorlar... Maksat bu... Bozgeyik — Hocam bu açıklamalarınızdan sonra, Millî Kültüre değer verip sahip çıkan­ lar; «dilimiz» üzerinde oynanan oyunlara kar­ şı durmak için neler yapmalıdırlar?.. Bu husus­ ta görüşleriniz?.. Timurtaş — Millî Kültüre bağlı kimseler olarak, uydurmacılığa asla iltifat etmemeliyiz... Uydurma kelimeleri asla kullanmayacağız. Bunu bir moda meselesi telakki etmemek lâzım. Çünkü Millî Kültürde moda yoktur. Kül­ tür dediğimiz şey, tarihtir... Halka dayanaca­ ğız. Halk ne kullanıyorsa, asırlardır ne kullan­ mışsa ona bakacağız... Bunun dışında herhan­ gi bir şahıs olarak, yahut da kurum olarak, hatta devlet olarak kelime uyduramayız. Daha önce de bahsi geçti, Milli Kültüre de sahip çıkanlar bunlara uyuyorlar maalesef. Be­ nim tavsiyem; bunlara, bu uydurma kelimeleri kullananlara uymasınlar... Milli Kültüre sahip çıkanların kullanması halk üzerinde menfi yön­ den daha çok tesir yapıyor. «Demek ki uydur­ macılar çok mesafe almış ki bunlar da kulla­ nıyorlar» deniliyor... 84

Türkçe neyse onu kullanacağız. Türkçe de bizim ana dilimiz. Bunu kullanmak zor birşey olmasa gerek... Sol hiçbir noktada millî düşünmüyor. Ma­ nevî değerlere ehemmiyet vermiyor. Tarihle, kültürümüzle alâkaları yok. Fakat dile gelince herkesten fazla milliyetçi, ırkçı kesiliyorlar... Bu da üzerinde durulması gereken bir nokta... Bu da işin maksatlı olduğunu gösteriyor... Bozgeyik — Teşekkür ederim. Timurtaş — Ben teşekkür ederim.

85

PROF. DR. FARUK KADRİ TİMURTAŞ 1925 yılında Gaziantep’e bağlı Kilis ilçesin­ de doğdu, ilk ve orta okulu Kilis’te okuduktan sonra 1940 yılında İstanbul’a gelerek liseyi bi­ tirdi. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Edebi­ yat Fakültesine girdi. Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Lise sıralanndayken, Osmanlıca’ya merak sarmış ve öğrenmiştir. Yine, Kilis'te Mehmed Vakıf Efendi’den Farsçayı öğrendi. Fakülteden mezun olduktan sonra asistan olarak üniversiteye intisab etmiş ve doktora yapmıştır. 1954 -1956 arasında Fransa'da Türk­ çe yazmalar üzerinde ve çeşitli konularda araş­ tırma yapmıştır. Prof. Timurtaş, 1958’de doçent, 1966’da Pro­ fesör oldu. Halen, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Yeni Türk Filolojisi kürsüsünde öğretim üyeliği va­ zifesine devam etmektedir... Osmanlıca üzerine geniş araştırmaları var­ dır. Telif eserlerinden bazıları: «Osmanlıca’ya 86

Giriş», «Osmanlı Türkçesi Grameri», «Osman hca Metinleri», «Şeyhî’nin Hayatı ve Eserleri», «Mehmed Akif ve Cemiyetimiz», «Türkçemiz ve Uydurmacılık», «Yeni Kelimeler Sözlüğü», «Eski Türkiye Türkçesi». Aynca bazı metinleri neşre hazırlamıştır. Bazıları; «Mevlid», «Yunus Emre Divanı», «Şeyhi’nin Hüsrev ü Şirin’i», «Şeyhi’nin Harnâmesi», «Şeyhi’nin Hayatı ve Eserleri».

87