Endoktrinasyon ve Türkiye’de Toplum Mühendisliği [Paperback ed.]
 6055515008, 9786055515003

Citation preview

2

Baskı

2

ı

1



-•

.

'-

'

..

Baskı ··-·

···•·•· ·.�

.

IÇINDEKILER 9 Gi riş 15 i nsan 17 Milgram Deneyi 33 Hannah Arendt ve "Kötülüğün Sıradanlığı" 37 Stanford Hapishane Deneyi 47 Asch Deneyi 57 Konu Çalışması (1): Kore Savaşı

63 Egitim 6 5 Otoriter Eğitim v e Tektipleştirme 73 Kitlesel Eğitimde Kullanılan Yöntemler 81 Konu Çalışması (2): Türk işi Talim ve Terbiye 99 Konu Çalışması (3): Türk Milli Eğitiminde Lider Kültü 109 Eğitim, Kollektif Kimlik Oluşumu ve Ötekileştirme

119 Modern ite ve Te ktip leşti rme 121 Modernite, Ulus-Devlet, Milliyetçilik 127 Konu Çalışması (4): Türkiye'de Milliyetçilik ve Ulus-Devlet 143 Konu Çalışması (5): Orhan Çakıroğlu: Zamanımızın En Meşhur Polis

Hafiyesi143

151 Kitle Yönetimi 153 Propaganda153 163 Konu Çalışması

(6): Türkiye'de Propaganda

183 Militarist Endoktrinasyon183 191 Konu Çalışması

(7): 1. Dünya Savaşı'nda "Siper Savaşı"

203 Siyasi Sembolizm (Ya Da Rejimin Gören Gözleri) 215 Organize Dinler215

225 So nuç 229 Bibl iyog rafi 235 Dizi n

L'ARMEI VOUS·,; OONNE UN METIER

lı yıllarda Fransa'da çıkmış olan ve nihayetinde kapatılan HaraKiri dergisinin "Ordu size ı iş bulur" başlıklı sayısı.

GiRiŞ

Kitleleri önceden belirlenmiş bir kalıba sokmak ve bu şekilde her­ kesin aynı zihniyet doğrultusunda düşünmesini temin etmek is­ teyen bütün siyasi iktidarların dikkate almak durumunda oldukları kimi gerçeklikler vardır. Zira yığınları kontrol edebilmek, insan ta­ biatıru ve kitle psikolojisini iyi bilmeyi gerektirir. Bu kitap bugüne dek sosyal psikoloji alanında yapılmış olan kimi temel çalışmaları inceleyerek, insanların mükemmelden uzak olan düşünsel yapıla­ rının (1) otorite, (2) kurumlar ve (3) diğer insanlar tarafından ne şe­ killerde manipüle edilebileceği konusunu değerlendiriyor. Kitle ya da zihin kontrolü konusu, popüler kültürde insanların karşısına daha çok aksiyon filmlerinde çıkıyor. Özellikle 1980'li yıl­ larda, insanların zihnine hükmederek onları kendi istedikleri şekil­ de robotlaştıran devlet kurumlarını (ya da uzaylıları) konu alan pek çok film çekilmişti. Daha çok dönemin Marksistlerinin ilgi gös­ terdikleri bu türden konulara sahip olan filmlerin, Amerika Birleşik Devletleri gibi hükümetten şüphe duymanın siyasi kültüründe önemli bir yeri olan bir ülkeden çıkması şaşırtıcı değildi.

S E R D A R K A YA

Ancak bu kitapta sözü edilen kontrol, bu türden bir şey değil. Buradaki kontrolden kasıt, başlangıçta boş bir sayfa (tabula rasa) hükmünde olan insan zihninin kimi değer yargılanyla şekillenditi­ lerek dünyayı belli bir zihniyetin içerisinden algılayacak hale geti­ rilmesi. Yani, bu kitap, nörolojiden ziyade psikolojinin ve sosyoloji­ nin ilgi alanına giren, beyin kimyasından ziyade eğitim (sosyalizas­ yon) ile ilgili olan, siyasi otoritenin de işin içine girmesi durum un­ 1 da ise, siyaset bilimini ve siyasi eğitim (siyasi sosyalizasyon) konu­ sunu da ilgilendirmeye başlayan bir süreci ele alıyor. Bu süreç, in­ sanlara bir şeyleri zorla ya da ilaç tesiriyle değil, gerçekten kendi kendilerine düşündünneyi ya da yapbrmayı amaçlayan (yani nes­ neleştirilerek istenilen kıvama getirilmiş olan bir insanın, davranış­ larını kendi iradesiyle şekillendirdiğini düşünmesini hedefleyen) son derece sinsi bir yapıya sahip. Victor Hugo'nun, 1869 yılında yazdığı "Gülen Adam" (The Man Who l.ııughs) adlı romanında ak­ tardığı bir parça sıradışı bilgiler, bu sinsi yapıya dair bir mukayese imkanı sunuyor. Victor Hugo, söz konusu romanında, 17. yüzyılda değişik bir tür çocuk alım-satımıyla uğraşan kimi insanlardan söz ediyor. Hu­ go'nun çocuk taeiri (comprachico) olarak nitelendirdiği bu adamlar, küçük yaştaki çocukları satın aldıktan sonra porselen vazolara yer­ leştiriyorlar. Çocukların yıllar boyunca yavaş yavaş büyüyen be­ denleri zamanla porselen vazoların dış kıvrımlarını doldurmaya başlıyor ve neticede tamamen vazonun şeklini alıyor. Çocuk tacir­ lerinin bunu yapmaktaki amacı, bu yöntemle ürettikleri hilkat ga­ ribelerini panayırtarda sergilenrnek üzere satmak. Victor Hugo'nun o dönemde sektörleşmiş olduğunu ifade ettiği bu süreçte, çocuklar, ticari birer hammadde durumunda. Hugo, bu durumu şu cümlelerle ifade ediyor: Kabaca "ideolojik eğitim" olarak günlük dile çevrilebilecek olan "siyasi sosyalizasyon" ifade­ si, I ngilizce literatürdeki "political socialization" kavra mına karşılık geliyor. Ancak Türkiye'de siyasi kelimesi "siyasal" ve "politi k", sosyalizasyon kelimesi ise "sosyalleşme" ve "topl umsal­ laşma" şekillerinde de kullanıldığından, bu kavrama Türkçe literatürde dokuz farklı şekilde referansta bulunulabiliyor: siyasi sosyalizasyon, siyasal sosyalizasyon, politik sosyalizasyon, siyasi sosyalleşme, siyasal sosyalleşme, politi k sosyalleşme, siyasi topl umsallaşma, siyasal topl umsaliaşma ve politik topl umsallaşma.

10

E N D O K T R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E TO P L U M M O H E N D I S L I � I

Çin'de, habrlanması zor zamanlardan bu yana, özel bir sanat ve endüstride -ilerleme kaydedildi: canlı bir insanı bir kalıpta şekil­ lendirrnek Bir çocuk iki ya da üç yaşında alınır ve az çok grotesk bir şekle sahip olan bir porselen vazoya konur. Vazonun alb ve üstü açıkbr ki, çocuğun kafa ve ayakları dışarı çıkabilsin. Vazo,

gündüzleri dikey olarak tutulur, geceleri ise çocuğun uyuyabil­ mesi için yatay hale getirilir. Bu şekilde çocuk gelişerneden bü­ yümeye ve sıkışbnlmış et ve çarpılmış kemikleriyle yavaş yavaş vazonun dış kıvrımlarını doldurmaya devam eder. Bu şişelenmiş gelişim birkaç yıl sürer. Bir noktadan sonra, bedeni hasar düzelti­ lemez hale gelir. Bu aşamanın geçilcliğine ve bir canavar üretildi­

ğine kanaat getirildiğinde, vazo kırılır ve çocuk dışarı çıkar. Amk ortada kap şeklinde bir çocuk vardır.2 İnsandan bir oyuncağın başarılı olabilmesi için, ona erkenden el atmak gerekir. Bir cüce henüz küçük iken şekle sokulmalıdır. ... Bu nedenle de böyle bir sanat doğdu. Bir insanı alıp canavar hali­ ne getiren terbiyeciler ortaya çıkb. Bu terbiyeciler bir insan yüzü­ nü alıp, hayvan yüzüne dönüştürdüler. Bedensel gelişimi dur­ durdular. Yüz hatlarını bozdular. Suni yollarla teratolojik vakalar ortaya çıkarmanın kendine has kurallan vardı. Bu, ortopedinin antitezi olarak düşünülebilecek bir bilimdi. Tanrı'nın düzgün bir bakış koyduğu yere, bu sanat bir şaşılık koyuyordu. Terbi}'l!ciler, Tanrı'nın ahenk koyduğu yere, biçimsizlik, mükemmel bir resim

koyduğu yere ise bir karikatür koyuyorlardı. Ancak uzmanların gözünde mükemmel olan karikatürdü.3 Çocuk tacirleri çocuklan sadece bedensel özelliklerinden ya da

yüzlerinden değil, [kullandıkları ilaçlarla] hafızalarından da mah­ rum ediyorlardı. Böylelikle çocuk en azından maruz bırakıldığı be­ deni tahribin bilincinde olmuyordu. Bu korkunç cerrahlık zihinle­ 4 rinde değil, çehrelerinde izler bırakıyordu. Victor Hugo'nun bu kitabı yazmasından yaklaşık bir asır sonra, Ayn Rand bu konuya yeni bir açılım getirdi ve günümüz eğitimciHugo, Victor. 1869. The Man Who Laughs. New York: University Press Company Publishers. 32. 4

Hugo 25- 26. Hugo 31.

11

S E R D A R KAYA

lerinin 17. yüzyıl çocuk tacirlerinin modem dönem varisieri oldu­ ğunu, ancak bu iki grup arasında belli farklılıklar bulunduğunu 5 söyledi. Rand'ın söz konusu farklılıkları temel alarak yaptığı karşı­ laştırmalı değerlendirmeler şu maddelere dökülebilir: • Günümüz eğitimcileri çocukları satın almıyorlar, çocuklar on­ •



• •



ların ayaklarına getiriliyor. Eğitimciter, narkotik ilaçlar kullanmıyorlar. Çocukları gerçek­ liğin tam anlamıyla farkına varmalarından önce alıp, bu far­ kındalığı geliştirmelerini engelliyorlar. Eğitimcilerin yaptıkları çocukların bedenlerinde değil, zihinle­ rinde izler bırakıyor. EğitimeHer işlerini gizlice değil, açıktan yapıyorlar. Eğitimeiter çocukları vazolara yerleştirip bedenlerinin

şeklini

vazoya uydurmuyorlar. Onları okullara yerleştirip topluma uyduruyorlar. Öncüileri ameliyatı gizleyip, ameliyatın sonuçlarını teşhir ederken, eğitimeiter bu durumu tersine çeviriyorlar: Ameliyat açıktan gerçekleştirilirken, sonuçlar gizleniyor.

Rand, çocukların, geçmişte olduğu gibi, bugün de maruz bırakıl­ dıkları tahribin farkında olmadıklarını ifade ediyor. Bu farkında olmama durumunun, başkalarınca kullanılıyor olmakla ilgili oldu­ ğu söylenebilir. Victor Hugo'nun sözünü ettiği acımasız taeirierin eline düşen ve onların maddi hesapları çerçevesinde kullanılan ço­ cuklar, günümüzde de modem döneme özgü bir olgu olan "kitlesel zorunlu eğitim" bünyesinde kullanılmaktalar. Siyasi iktidarın kont­ rolünde gerçekleşen bu süreçte, çocukların dış dünyayı algılama ve anlamiandırma şekilleri tesir altına alınarak toplumun genelinin önceden belirlenmiş normlar çerçevesinde sistematik bir biçimde disipline edilmesi sağlanıyor. Rand, bu benzerliğe gönderme yapa­ rak günümüz eğitimcilerini "çocuk zihni tacirleri" (comprachicos of the mi nd) olarak nitelendiriyor. Rand'ın yaklaşımı, Türkiye'de hakim olan ve eğitimi "her daim olumlu" bir süreç olarak algılama eğilimi gösteren yaklaşım ile ta­ ban tabana zıt. Ancak bu noktada, üniversitelerinde (ve bilhassa Ra nd, Ayn. 1971. The New Left: The Anti-lndustrial Revolutian. New York: Pl ume. 154.

12

E N D O K T R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I C I

sosyal bilimler ve beşeri ilimler alanındaki bölümlerde) gerçekten bil­ gi üretilen ülkelerdeki hakim yaklaşımın Türkiye'dekinden ziyade Rand'ın yaklaşırnma yakın olduğunu da belirtmek gerekli. Dahası, benzeri eleştirel yaklaşımlar yıllardır Batıdaki popüler kültürün içine de fazlasıyla nüfuz etmiş durumda. Pink Floyd'un 1979 yılın­ da piyasaya çıkan ve "Bizim eğitime ihtiyacımız yok 1 Bizim dü­ 6 şünce kontrolüne ihtiyacımız yok" sözlerini içeren ünlü şarkısının, bu durumun en bilinen örneklerinden biri olduğu söylenebilir. The Wall albümünün piyasaya çıkmasının ardından otuz yılı aş­ kın bir zaman geçti. Ancak Türkiye hala sosyalizasyon ve düşünce kontrolünü "Eğitim Şart!" düzeyinde algılayan bir noktada. Bu du­ rumun değişebilmesi için, insana ve insanlığa daha geniş bir pers­ pektiften bakabilrnek ve otorite, ulus-devlet ve moderniteyi veri kabul etmek yerine sorgulayabilmek gerekiyor. Bu kitap, bu çerçe­ vede, ilk olarak, insanın otorite, çevre ve çoğunluk karşısında sergile­ diği davranışları ele alan başlıca sosyal psikoloji deneylerinin bul­ gularını inceleyerek insan tabiatı konusunda belirgin bir temel oluşturmaya çalışıyor. Ardından da, eğitim, modernite, tektipleştirme ve kitle yönetimi gibi konuları Türkiye'den ve dünyadan örneklerle ele alarak günümüzde insan algılarının nasıl şekillenmekte olduğu hakkında çeşitli değerlendirmelerde bulunuyor.

"We don't need

no

education 1 We don't need

Wo/1, Pink Floyd / 1979).

13

no

thought controiN (Another Brick in the

BÖLÜM1

iNSAN

1. MILGRAM DENEYI "İnsanlığın uzun ve iç karartıcı tarihine baktığınızda, korkunç suçların isyandan çok itaat adına işlendiğini görürsünüz." C. P. Snow

"Savaşlarda, askerlerin niyetleri ile onları savaşa gönderen siyasi liderlerin niyetleri arasında her zaman bir fark vardır. " HowardZinn

İnsanın otoriteye karşı ne derece zayıf olduğu, otoriteye itaat etme adına ne kadar ileri gidebileceği ve otoritenin insanları kontrol ede­ bilme adına ne kadar belirleyici olabileceği gibi konularda en çar­ pıcı deneylerden biri, 1961 yılındaYale Üniversitesi sosyal psikoloji profesörü Stanley Milgram (1933-1984) tarafından yapıldı. Mil­ gram'ı, otoritenin insan psikolojisi üzerindeki etkilerini ölçmeyi amaçlayan bir deney yapmaya yöneiten olay, (deney başladığında üç aydır Kudüs'te yargılanmakta olan) Nazi Almanyası savaş suç­ lusu Adolf Eichrnann hakkındaki düşünceleri olmuştu. Milgram'a göre Eichrnann'ın, sadist bir canavar değil, sadece kendisine verilen 1 emirleri yerine getiren bir asker olması pekala mümkündü. Bir başka deyişle, insanlık tarihi boyunca gerçekleşen korkunç olaylar, canavar ruhlu insanların eseri olmaktan ziyade, masasında oturup kendisine verilen görevleri yerine getiren sıradan insanların (etiğini sorgulamadan) yaplıkları işlerin bir sonucu olabilirdi. Milgram, bu düşüncesini test edebilme adına, insanların bağlı bulundukları bir otoriteden aldıkları emirlere hangi noktaya kadar itaat etme eğili­ minde olduklarını, mesela o yönde bir emir almaları durumunda hiçbir kişisel düşmanlık beslemedikleri kimselere eziyet edebilip edemeyeceklerini ölçmek istemişti.

Milgram, Stanley. 1974. Obedience to Authority: An Experimental View. New York: Harper's & Row. S

S E R DA R KAYA

Deney Tasarımı Milgram deneyi, farklı yaş ve meslek gruplarından insanların katı­ lımıyla gerçekleştirildi. Deneklere, öğretmen ve öğrend olmak üzere iki gruba ayrılacaklan ve deneyin "cezanın öğrenme üzerindeki etkisi"ni ölçeceği söylendi. Buna göre, denek öğretmen ve denek öğ­ renci, birbirlerini göremeyecekleri, ama teknik cihazlar vasıtasıyla sesli iletişim kurabilecekleri iki farklı odaya almacaktı. Denek öğ­ retmenler, kendileriyle aynı odada bulunacak olan bir uzmanın yönetiminde denek öğrenciye sorular soracaklar, yanlış cevap al­ maları durumunda da, diğer odadaki denek öğrenciye 15 volt gü­ cünde bir şok gönderecekleri. Dahası, denek öğretmenler aldıkları her yanlış cevapta voltajı 15 volt kadar artıracaklardı. Ancak Milg­ ram deneyinde denek öğretmenlerden gizlenen bir şey vardı: De­ nek öğretmeniere denek öğrenci olarak tanıtılan kişi, aslında deney ekibindendi. Bir başka deyişle, deneyde denek öğretmenlerden başka denek yoktu. Ve elbette (denek öğretmeniere söylenenin ak­ sine), deneyde "cezanın öğrenme üzerindeki etkisi" ölçülmüyordu. Milgram'ın bu deneyde ölçmek istediği şey, denek öğretmenle­ rin, yönetici durumunda uzmanın emirleri doğrultusunda voltajı ne kadar yükseltecekleriydi. Milgram böylelikle, sıradan, ortalama insanların, bir otoritenin güdümüne girdiklerinde başka insanlara ne kadar eziyet edebilecekleri konusunda bir fikir elde etmeyi amaçlıyordu. Milgram deneyinde elektrik şoku cezasına 450 volt gibi son de­ rece yüksek bir üst limit belirlendi. Denek öğretmenierin voltaj se­ viyelerini sadece bir rakamdan ibaret görmelerini engelleme adına, kullanacakları cihazlar üzerindeki voltaj düzeyleri üzerine (sırayla) "Hafif Şok", "Orta Dereceli Şok", "Güçlü Şok", "Çok Güçlü Şok", "Şiddetli Şok", "Aşırı Şiddetli Şok" ve "Tehlike: Ağır Şok" şeklinde açıklamalar da yazıldı. Fazlasıyla acı verici seviyelerde seyredip öldürücü düzeylere ulaşacak olan elektroşok, elbette diğer odadaki (sözde) denek öğ­ renciye verilmeyecek, denek öğretmeniere önceden kaydedilmiş olan sesler dinletilecekti. Bu doğrultuda, 120 voltta öğrenci c anının yanmaya başladığını söyleyecek, 150 volttan sonraki seviyelerde "Deney Yöneticisi! Beni buradan çıkar!" diye bağırmaya başlayacak, 18

E N D O K T R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

180 volttan sonra, "Acıya dayanamıyorum!" diye bağıracak, 270 volt­ ta ise acı içerisinde bir çığlık atacak, 315 volt seviyesinde çığlıklar daha şiddetli hale gelecek, 330 volt seviyesinden itibaren ise arhk kendisinden herhangi bir ses çıkmayacak ve dolayısıyla diğer oda­ daki denek öğretmenin o noktadan sonra öğrenciye ne olduğunu 2 bilmesi mümkün olmayacaktı.

��·

-·-

Milgram Deneyi Ortamı

3

Deney başlamadan önce fikirleri alınan psikiyatrlar, bu şartlar al­ tında, (1) denekierin çoğunun 150 voltun ötesine geçmeyeceklerini, (2) yüzde dördünün 300 volta kadar gelebileceğini, (3) son nokta olan 450 volta ise, ancak aklından zoru olan, "deliliğin uç nokta­ sındaki" (pathological fringe) kimselerin gitmek isteyeceğini, ki bu türden insanların oranının da yüzde bir ya da ikiyi geçmediğini 4 söylediler. Psikiyatrların bu görüşü, insanların temelde iyi olduk-

Milgra m 23. 4

Milgram 91. Milgram 31.

S E R DA R KAYA

ları, masum insanları incitmek istemeyecekleri ve kendi kararlarını kendileri alıp uygulayabilecekleri yönündeki varsayımiara dayanı­ yordu. Bu yaklaşıma göre, denek öğretmenler, deneyi yöneten uz­ man deneyin devam etmesini istese de, bir noktadan sonra onu din­ lemeyerek yüksek voltaj uygulamayı reddedeceklerdi.

Deney Sonuçları Deney sonuçları psikiyatrların öngörülerinin tamamen temelsiz ol­ duğunu ortaya çıkardı. 40 denekten 26'sı (yani denekierin %65'i), 450 voltluk üst sınıra kadar denek öğrenciye elektrik verdiler. De­ neklerin çoğunun bunu yapmaktan rahatsızlık duydukları ve hatta deneyden sonra bunu yapabildiklerine inanamadıklarını ifade et­ tikleri gözlense de, bu durum, saclist olmayan, rastgele seçilmiş sı­ radan insanların, kendilerine hiçbir fiziksel zorlama yapılmadığı halde, sırf orada oturan ve yaphğı işin uzmanı olduğu kabul edilen biri kendilerinden öyle istediği için, tamamen masum olan bir in­ sana çok yüksek dozda elektrik verebiimiş oldukları gerçeğini de­ ğiştirmiyordu. Bu noktada, deney esnasında, deney yöneticisi durumundaki uzman ile denek öğretmen arasındaki ilişkinin mahiyetinin ve de söz konusu uzmanın deneye devam etmesi adına deneğe neler söy­ lediğinin incelenmesi önem kazanıyor. Milgram deneyinde, deney yöneticisi, deneyin gidişatını denek öğretmen ile aynı odada bulu­ nan masasından takip ediyor ve diğer odadaki öğrencinin çektiği acıya karşı kayıtsız tavırlar sergiliyordu. Deney yöneticisi, denek öğretmenin çekincede kaldığı durumlarda onunla konuşuyor, an­ cak denek öğretmeni hiçbir şekilde elektrik vermeye zorlamıyordu. Bir başka deyişle, düğmeye basmaması durumunda denek öğret­ menin karşılaşabileceği hiçbir ciddi yaphrım söz konusu değildi. Ortada sadece aynı odada diğer masada oturan bir bilirkişinin, ya­ ni "otoritenin" sözleri vardı. Söz konusu otoritenin, (deney tasarımı aşamasında belirlenen) sözleri dört aşamadan oluşuyordu. Denek öğretmen ilk kez çekince gösterdiğinde, otorite kendisine sadece, "Lütfen devam et" diyor­ du. Benzeri bir durumla tekrar karşılaşıldığında (ya da aynı aşa­ mada olunmasına rağmen denek öğretmen halen devam etmek is­ temediğinde), ikinci cümle, "Deney, devam etmeni gerektiriyor" 20

E N D O KTR I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

oluyordu. Üçüncüde ise, biraz daha güçlü kelimeler seçilerek, "De­ vam etmen kesinlikle şart" deniliyordu. Son cümle ise, "Başka se­ 5 çeneğin yok, devam etmelisin" şeklindeydi. Dördüncü cümlenin ardından denek öğretmen yeniden itiraz ederse, deney sona eri­ yordu. Deneyde, bir otoriteden gelen emirlerin insan davranışlarını kontrol edebilmekte ne denli tesirli olabildiğinin ölçüldüğü düşü­ nülecek olursa, denek öğretmenierin denek öğrenciye yüksek vol­ tajda elektrik vermeye devam etmeleri için odanın bir köşesinde oturan bir uzmanın bu dört cümlesinin yeterli olduğu söylenebilir. Oda içerisindeki öğrencinin 330 volt seviyesinde (tekrar) acı içinde çığlık atmasının ardından sesinin kesilmiş olmasına rağmen, denek öğretmenierin %65'inin tam sekiz kez daha öğrenciye giderek yük­ . selen seviyelerde elektri k vermeye devam ederek maksimum nokta olan 450 volta kadar çıkabilmiş olmalan deneye son derece kor­ kunç bir boyut daha getiriyor. Şöyle ki, denek öğretmen 330 volt seviyesinden sonra sorduğu sorulara herhangi bir yanıt alamadı­ ğından, doğal olarak deney yöneticisine ne yapması gerektiğini so­ ruyordu. Deney yöneticisi de, (önceden belirlenen deney kuralları gereği) kendisine, öğrenciye birkaç saniye süre tanım asını, bu süre zarfında herhangi bir yanıt almazsa bunu "yanlış cevap" olarak değerlenditip elektrik vermeye devam etmesini söylüyordu.

Farklı Deney Koşullan Milgram, üç ayn kontrol deneyi oluşturmuştu. Bu kontrol deneyle­ rinden ilkinde (voice Jeedback), denek öğrencinin bütün tepki ve şi­ kayetleri odanın duvarından çok daha kolay bir şekilde duyulabi­ liyordu. İkinci deneyde (proximity), denek öğrenci, denek öğretmen ile aynı odaya konmuştu. Üçüncü deneyde (touch proximity) ise, denek öğretmen, öğrenciye sadece ve sadece öğrenci elini iletken bir plakanın üzerine koyduğunda elektrik verebiliyordu. Yine sa­ dece üçüncü kontrol deneyine mahsus olarak, öğrenci 150 volt se­ viyesine gelindiğinde elini iletken plaka üzerine koymayı reddedi­ yor ve serbest bırakılma talebinde bulunuyordu. Bunun üzerinde 5

Milgram 21.

21

S E R D A R KAYA

de, deney yöneticisi, denek öğretmenden öğrencinin elini alarak iletken plakaya bashrmasını istiyordu. Kontrol deneylerinin sonuçları, denek öğretmenin elektrik ver­ mek durumunda olduğu öğrenciye yakınlığının arttığı ölçüde itaa­ tin azalma gösterdiğini ortaya koydu. Orijinal deneyde itaatsizlik sadece o/o35 seviyesinde iken, kontrol deneylerinde bu oran (sıra. 6 sıyla) o/o37,5, %60 ve %70 oldu. Bu sonuçlar, insanların görmedikleri ya da en azından doğrudan temasları olmadığı kimselere karşı çok daha acımasız olabilecekle­ rini ima ediyordu. "Yüz yüze olma etkisi" sadece denek öğretmen ile öğrenci arasında değil, deney yöneticisi ile denek öğretmen ara­ sında da etkili olmuştu. Şöyle ki, deney yöneticisinin (bilerek) oda­ nın dışına çıktığı zamanlarda, denek öğretmenierin hile yaparak normalde vermeleri gerekenden daha düşük dozda elektrik verdik­ 7 leri gözlenmişti. Ancak deney yöneticisi odadayken (ve öğrenci kapalı kapı ardındayken}, denek öğretmenler, öğrencinin değil, deney yöneticisinin isteklerini dikkate alma eğiliminde olmuşlardı. Deney sona erdikten sonra yapılan mülakatlarda, kimi denek öğ­ retmenlerin, öğrencinin kapıyı yumruklamasına rağmen içeride gerçekten bir insan bulunduğunu umursamadan elektrik vermeye devam etmiş olmalarını ilginç buldukları gibi anekdotlar aktarmış olmaları da bu sonuçlan teyit ediyordu.

Deney Sonuçlan Hakkında DiOer Detaylar •





6

Pek çok denek, deney sırasında, '�dam rahatsızianmış olabi­ lir, bu yaptığımız gerçekten doğru mu?" gibi sorular sorsa da, elektrik vermeye devam etti. Deney yöneticisinin sert mizaçlı olup olmaması, deney sonuç­ larını değiştirmedi. Kadın denekierin itaat etme ortalaması erkeklerinkinden çok farklı olmadı.

Milgram 35. Denekierin çoğu, bu tür durumlarda mini mum seviye olan 15 volt düzeyinde elektrik ver­ meyi tercih etmişti.

22

E N D O KT R I N A S Y O N VE T O R KI Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I •









Yale Üniversitesi'ne duyulan güvenin sonuçlan etkiliyor olabi­ leceği düşüncesiyle başka bir yerde tekrarlanan deneylerde de yakın sonuçlara ulaşıldı. Kimi deneylerde (sözde) denek öğrenci, deney yöneticisine, "Durmanızı istersem duracaksınız değil mi?" diye sorduğun­ da deney yöneticisi, onaylayıcı bir tonda mınldandı. Ancak ilerleyen dakikalarda voltaj yükselip de denek öğrenci dene­ yin durdurulması için yalvarmaya başladığında, denek öğ­ retmenlerin çok azı bu sözlü anlaşmayı deney yöneticisine ha­ tırlattılar. Kimi deneylerde öğrenci, kendisinden önce deney yöneticisi­ nin öğrenci olarak prova yapmasında ısrarlı davrandı ve de­ ney yöneticisi gerekli rolü yerine getirmek üzere öğrenci oda­ sına geçti. Y üksek voltaj seviyelerinde gelindiğinde, öğrenci koltuğundaki deney yöneticisi, salıverilmesi konusunda yal­ varmaya başladı. Ancak yönetici koltuğunda oturan öğrenci, denek öğretmenlerden devam etmelerini talep etti. Fakat de­ nek öğretmenler onu değil, gerçek otorite sahibi olan deney yöneticisini dinlediler. Kimi deneylerde Milgram üç denek öğretmen kullandı. An­ cak bu üç denek öğretmenden ikisi, deney ekibindendi. De­ ney esnasında bu öğretmenlerden önce biri, sonra da diğeri deney yöneticisine itaat etmeyerek deneyi terk etti. Bu deney­ lerde, denekierin %90'ı deneye devam etmeyi reddederek ay­ nı şekilde deneyi terk ettiler. Kimi deneylerde, elektrik verme işi için (deney ekibinden) ay­ rı bir kişi tahsis edildi. Bu deneylerde denek öğretmen yine işini yapıyor, ama iş elektrik vermeye gelince düğmeye diğer kişi basıyordu. Bu deneylerde, 450 volta kadar çıkan denekie­ rin oranı %65'ten %92,5'e yükseldi. Yani denek öğrenciye doğ­ rudan acı vermeyen denek öğretmenler, yaşananlara çok daha az itiraz ettiler.

Milgram Deneyinin Hayata Uygulanması Milgram, denekierin davranışlarını açıklama adına deney esnasın­ da gözlemlenen pek çok davranışı analiz etti. Ancak Milgram'ın 23

S E R D A R KAYA

tespitlerinden dört tanesi, dünyanın çeşitli yerlerindeki otoriteler tarafından korkunç şeyler yapmaları emredilen insanların neden olduklan vahşetin ne şekillerde akla uydurulduğu ifade ediyor ol­ ması itibariyle özellikle dikkat çekiciydi: • Denekler, kendilerini deneyi uygulayan otoritenin bir aracısı olarak gördükleri için, olan bitenden soruı:nlu olmadıklarını düşündüler. •





Denekler, olan bitene kişisel olmayan bir nitelik addettiler. "Deney" kişiseilikle ilgisi olmayan bir güce sahip olan müsta­ kil bir varlık haline geldi. Deney devam etmeliydi. Denek, bu noktada, deneyin insan icadı olduğu gerçeğini görmemeye başladı. Denek öğretmenierin çoğu, denek öğrenciye verdikleri acıyı akla uydurabilmek için, öğrenciyi algılayış şekillerini değiş­ tirdiler. Öğrenciyi değersiz ve elektrik verilmeyi hak eden ap­ tal bir kişi olarak görmeye, yani onu dehümanize etmeye baş­ ladılar.

Kimi denekler deneyin yanlış olduğunun başından beri far­ kında olduklarını ve bu düşüncelerinin doğru olanı görebil­ dikleri konusunda onları bir şekilde tatmin etmeye yardımcı olduğunu söylediler. Ancak eyleme dökülmemiş düşüncenin ahlaki açıdan faydasız bir koruyucu olduğunu görememişler­ di. Stanley Milgram'ı böyle bir deney yapmaya her ne kadar Il. Dünya Savaşı esnasında Nazi Almanyasında yaşanan korkunç katliamlar yöneltmiş olsa da, farklı derecelerde tahrip, acı, vahşet ve ölüm içermekle birlikte, hemen her savaşta çok da farklı olmayan kor­ kunç öğelere rastlandığı söylenebilir. Dahası, iriSanın iriSana (fizik­ sel olan ya da olmayan) eziyetlerde bulunması, barış zamanlannda gerçekleştirilen kimi uygulamalarda da sıklıkla rastlanan bir du­ rum. Ancak "insanların üzerinde" olduğu varsayılan bir otoritenin katliam emri hangi koşullarda ve şekillerde gerçekleşticilmiş olursa olsun, Milgram'ın tespitleri arasından yukanda alıntilanan dört ta­ nesi, bu türden olayların gerçekleştirilmesinde kullanılan kişilerin harekete geçirdikleri savunma mekanizmalarını açıklayabilmesi

24

E N D O KTR I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O PLU M M O H E N D I S L I � I

adına fazlasıyla önemli. B u dört tespiti (sırasıyla) yine dört başlık altında incelemek gerekirse: 1. Kişiliklerin Yok Edilmesi: Hiçbir otorite, kullandığı insanların dav­ ranışlarını bir anda tesir altına alamaz. Böyle bir kontrolün gerçek­ leşebilmesi için, bireylere belli algı ve değer yargılannın telkin edilmiş olması gerekir. Devletin manevi şahsının, temsil ettiği de­ ğer ve sembollerin ya da devleti temsil eden şahıstann yüceltilmesi' ile oluşturan bir kilit, hayatın her alanına yansıyan belli ön-kabul ve norinlara sahip olan yaygın bir töre oluşturur. Gerçekte varol­ mayıp insanlar tarafından ortaya çıkarılmış olan ve sadece genel kabule dayanıyor olması nedeniyle de objektif değil, kurgusal bir değere sahip olan böyle bir konseptin kullanılmasıyla vatandaşiara boyun eğme eğilimi kazandırılması, sonraki yıllarda gelecek olan "fedakarlık talebi" için zemin hazırlar. Bu şekilde zihniyeti inşa edilen bir insanın, belli konularda özgür düşünebilmesi, kendi kendine ya da kendisi adına karar alıp uygulayabilmesi mümkün olmaz. Daha da kötüsü, bu duruma düşmüş olan bir kişi, zaman zaman kimi özeleştirilerde bulunsa dahi, söz konusu gerçeklik hakkında nasıl bir yargıda bulunduğunun tam olarak, kuşahcı bir şekilde farkına varamaz. Çünkü bu şartlar altında, kişi, gerçek in­ sanlardan çok, insanlar tarafından var edilen kurgusal varlıklar ba­ zında düşünmektedir. Böyle bir kişi, örneğin, 9 Ağustos 1945 tarihinde AB'nin Naga­ saki'ye atom bombası athğını düşünür. Gerçekte, o bombayı Naga­ saki üzerine bırakan kişinin Massachusetts eyaletinin Lowell şeh­ rinde doğmuş olan Charles Sweeney (1919-2004) adlı biri olduğunu belki bilir. Ama bu bilgi, onu bu düşüncesinden vazgeçirmez. Çün­ kü kişi, Sweeney'nin yüksek bir otorite tarafından kendisine verilen görevi yerine getirdiğine inanmakta ve hatta üniforması içerisin­ deyken onu müstakil bir insan değil Amerikan ordusunun bir pilo­ tu olarak görmektedir. Halbuki Nagasaki'de ölen yaklaşık 70.000 insandan dönemin ABD hükümeti de sorumlu olsa dahi, onları doğrudan (uçuş ekibindeki diğerleri ile birlikte) Sweeney öldür­ müştür ve bu katHarnın suçlusu herkesten önce odur. Ancak insan­ lardan ziyade genel kabule dayanan kurgular ekseninde düşünme­ ye alışkın olan bir kişi, emir alan Sweeney'yi kü� emri veren 25

S E R DA R K A Y A

otoriteyi ise büyük görerek, Sweeney'yi kendisine verilen emri uy­ gulamak durumunda olan bir piyon olarak algılar. Hatta Sweeney' nin öldürdüğü Japonlarm yakınları dahi, öfkelerini öncelikle ona değil, Amerika Birleşik Devletleri'ne yöneltirler. İnsanların bu şekilde köleleştirilmesi ve kişiliklerinden soyutla­ narak "kollektif" ya da "milli" nesneler haline dönüştürülmesinin bir sonucu olan bu durumun benzerlerine, sadece savaş' gibi ola­ ğandışı şartlar altında değil, günlük hayat içerisinde de sıklıkla rastlanır. Örneğin, bir idam mahkumunun infazını gerçekleştiren bir cellat, bu ölümden herkesten önce sorumludur- çünkü mah­ kumu o öldürmüştür. Otorite sahibi olan bir devlet kavramı, bu tür eylemleri kitlelerin gözünde meşrulaştırma işlevi görür. Bu şekilde mesuliyet duygusundan soyutlanan insanlar, otoritenin uygun gördüğü şekilde kullanılabilir hale gelirler. Buna savaşlarda (ve hatta iç savaşlarda) ölmek ve öldürmek de dahildir. Mesela I. Dün­ ya Savaşı yıllannda görev yapan Amerika Birleşik Devletleri Baş­ kanı Woodrow Wilson (1856-1924), devam etmekte olan savaşın nedenlerini anlamanın pek çok ülke için epey zor olduğunu, hatta bu ülkelerin savaşa girmeleri durumunda tam olarak hangi amaç 8 için savaştıklarını dahi bilemeyeceklerini söylemişti. Yani cephede savaşan ve karşıtarına çıkan tanımadıkları insanları öldüren (ya da onlar tarafından öldürülen) askerler bir yana, savaş kararını alan devlet otoritesi içerisindeki insanların bile bilemerlikleri nedenler­ den ötürü şiddet devam edecektir. Ancak asıl önemli olan, şiddetin gerek karar alıcılarının, gerekse uygulayıcılarının, yaptıkları işlerin sevimsizliğinin farkında olsalar dahi, bu durumu kişiselleştirmiyor oluşlarıdır. 2. Kurgunun Yörüngesine Girme: Kişiliğin yok edilmesinin doğal bir sonucu olarak, insanlar kendi dünyalarında (ya da kendi aralann­ da kurdukları dünyada) değil, başkalarının onlar için kurdukları dünyanın gerçekliği içerisinde yaşamaya başlarlar. Bu nedenle de, düşünce ve davranışlannı, (farkında dahi olmadan) bu kurgusallık üzerinden manalandırırlar. Bu şekilde kurgunun içerisinde kendi­ lerine biçilen rolü oynamaya devam ettikleri ölçüde kendileri ol8

Waltz, Kenneth. 1959. Man, the State, and Wor: A Thearetical Analysis. bia University Press . 7.

26

New

York: Colum­

E N D O KT R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

maktan uzaklaşır ve neticede temel varsayımlarını sorgulamadık­ ları ortamın öngördüğü kalıplar doğrultusunda şekillenmiş olurlar. Modem dönemde bu kurgunun en önde gelen karşılığı ulus­ devlettir. 3. Dehümanizasyon: İnsanların kendilerine yalan söyleyebilme ama­ cıyla kullandıkları bir psikolojik savunma mekanizması olan akla uydurma, belli kişilere yapılan (ya da yapılacak olan) kötülüklerin mazur gösterilebilmesi kaygısı söz konusu olduğunda da gözlenir. Buna göre, kendilerine kötülük yapılan kişilerin aslında değer­ siz, aşağılık kimseler oldukları ve dolayısıyla da kendilerine yapı­ lanları hak ettikleri düşünülür. Milgram deneyi örneğinde kişisel bazda gerçekleşen dehüma­ nizasyon, her ikisi de moderniteye ait gerçeklikler olan milliyetçi ve militarİst ideolojiler söz konusu olduğunda kitlesel bazda ötekileş­ tirmeler yapmakta kullanılır. Kitlesel eğitim ya da askerlik eğitimi bünyesinde insanlara kendi ırki, milli, medeni ya da kültürel de­ ğerlerinin üstün olduğu ve (dolayısıyla) dünyanın geri kalanının (ya da spesifik olarak belli düşmanların) aşağılık, kötü (ve dolayı­ sıyla kendilerine kötü şeyler yapılmasını hak eden) varlıklar olduk­ Iarı fikri telkin edilerek, hem analiz biriminin bireyler değil toplu­ luklar olduğu ima edilir, hem de geçmişte işlenmiş ya da gelecekte işlenmesi muhtemel olan kimi suçlar mazur gösterilir. ABD'de geçmişte Afrika kökenli insanların köleleştirilmesinin yüzyıllar bo­ yunca hemen herkes tarafından gerekçelendirilebilmiş olmasını da, halen Kristof Kolomb'u yücelten ve kızılderilileri ilkel yaratıklar olarak tasvir eden kimi süpremasist yazarların argümanlarını da aynı dehümanizasyon çerçevesine dahil etmek mümkündür. Dehümanizasyonun her türlüsünün ciddi bir empati yoksunlu­ ğu doğuracağı ve kişiyi sağlıklı karar almaktan uzaklaşhracağı söy­ lenebilir. Mesela Milgram deneyinde, denekler, denek öğretmen ile dene k öğrencinin kahlımcılar arasından kura ile belirlendiğini zan­ nediyorlardı. Bu nedenle de, herbiri, diğer odada pekala kendisinin de bulunabileceğini düşünmekteydi. Hatta Milgram, sonuçların güvenilirliğini temin etme adına, denek öğretmeniere (elektrik ve­ receklerini zarınettikleri öğrenci ile empati kurabilmelerini kolay

Z1

SERDAR KAYA

9 Ağustos 1945 tarihinde Nagasaki şehri üzerine atom bombasını bırakan pilot 9 Charles Sweeney (1919-2004)

9

Kaynak: United States Air Force. 28

E N D O K T R I N A S Y O N VE T O R KI Y E ' D E T O PL U M M O H E N D I SLIQI

laşhrabilmek için) deneyden önce 45 voltluk elektrik vermeyi dahi ihmal etmemişti. Ancak buna rağmen, pek çok denek doğru cevabı bilemeyen öğrenciyi dehüınanize etmekten geri durmadı. Bu du­ rum, özellikle ülkeler ya da etnik gruplar arasında tansiyonun yük­ seldiği dönemlerde düşman bellenen insan gruplarının ölmeyi hak ettiklerini düşünen (hatta düşünmekle de kalmayıp onları öldüren) kitlelerin, kendilerinin de o grubun bir ferdi olarak doğmuş olabi­ leceklerini akıllarına getinnemelerine benzetilebilir. 4. Eylemsizliğin Akla Uydurulması: Amaçlarına ulaşabilmek için in­ sanları sindinnek zorunda olan otoriter rejimlerde, sindirilmişliğin korkaklık, korkaklığın da eylemsizlik doğurması doğaldır. Doğası gereği onurunu muhafaza etme eğiliminde olan bir insanın, bu ey­ lemsizliği de olduğu gibi içselleştirmeyip çeşitli şekillerde akla uy­ durmaya çalışması anlaşılabilir bir tavır. Düşündüklerini söyleye­ meyen, etrafiarında yanlış buldukları kimi olaylar cereyan etse de seslerini çıkarıp itiraz etme cesaretini gösteremeyen ve hepsinden önemlisi, kendi doğru bildiklerini dile getirip konumlarını riske atmaktansa, yanlış olduğunun farkında oldukları şeyleri yapmaya devam eden ve bunu yaparken de başkalarının canlarını yakmakta olduklarını gören insanlar, bütün bu olan bitenin ne anlama geldi­ ğinin aslında farkında olmalarına rağmen itaatsizlik etmekten çe­ kinirler. Bu da içsel bir çatışmaya yol açar. Bu çatışmanın çözüm­ lenmesi de, insanların yapmakta olduklan yaniışı terk etmelerin­ den ziyade, psikolojik savunma mekanizmalarını devreye sokarak otorite karşısındaki ezilmişliklerini mazur göstermeye çalışmaları ile olur. Bu noktada, otoritenin, hakimiyetini ancak insanın içindeki ce­ saret ve onur hissini kırabildiği müddetçe sürdürebileceğini söy­ lemek de mümkün. Bu durumun bir alternatifi de, söz konusu ce­ saret ve onur hissini manipüle ederek başka alanlara kaydırmak ve insanlara yerine getirdikleri görevlerin onurlu ve cesaret gerektiren işler olduğu düşüncesini telkin etmektir. Otoritenin yörüngesine girerek köleleştirilen ve hatta "emir ku­ lu" gibi ifadelerle bunu kendi ağızlarından itiraf etmekte dahi mahzur görmeyecek hale getirilen insanların sayıca çokluğu, aynı zamanda toplumun özgürlüğünün önündeki en büyük engeller29

S E R DA R KA YA

den biridir. Bir başka deyişle, otorite tarafından kullanılmayı red­ deden ve böylelikle otoriteyi "kuklasız" bırakan insanların çoklu­ ğu, özgürleşmenin gerek şartlarındandır. Çünkü uzuvlan olmayan bir bedende, beynin düşünceleri eyleme dökülemez. (Bu durum , uzuvları olan, ancak beyinlerini kullanamaz hale getirilmiş olan kişiliksiz rejim nesnelerinin içinde bulundukları halin tersine karşılık gelir.) ·

Genel Bir Oegerlendlnne Milgram deneyinin bulguları her ne kadar çarpıcı olsa da, hayatın gerçekleri ile karşılaştınldığında yine de epey iyimser bir tabloya karşılık gelir. Zira Milgram deneyi, hakkında çıkarsamalarda bu­ lunmaya çalıştığı gerçek dünyadakine nispeten çok daha fazla em­ pati ve özgür düşüncenin bulunduğu bir ortamda gerçekleşmişti. Öğretmeniere öğrencinin konumunda da olabilecekleri açıkça his­ settirilmiş, elektrik verilmenin nasıl bir his olduğunu anlayabilme­ leri için kendilerine küçük bir şok dahi uygulanmıştı. Tek taraflı bilgilendirmenin, sübjektivitenin ve dehümanizasyonun hakim ol­ duğu gerçek dünyada bu durumun her zaman söz konusu oldu­ ğunu söyleyebilmek epey zor. Deneklerdeki otorite ve itaat algısı da, çok kısa süreli bir şekil­ lendirmenin eseriydi. Denekierin uzun bir süre boyunca endok­ trine edilerek (ulus-devletler gibi) kurgusal bir varlık olan deneyin kutsanması ya da deney yöneticisinin otoritesinin kuşatıcılığının hissettirilmesi söz konusu olmamıştı. Deneklere ordular hakkında yapılana benzer bir şekilde (sözgelimi) "bu tür cezalandırmalarda görev almanın yüce ve onurlu bir davranış olduğu" gibi telkinlerde de bulunulmamıştı. Bilim adamlarının kararlarının sorgulanamaz­ lığıru ve yaptıkları nedeniyle herkesin onlara borçlu olduğunu ima eden ve böylelikle deney yöneticisinin otoritesini pekiştiren türden bir boyun eğdirme arayışına da gidilmemişti. Milgram deneyinde yer alan denekler, sadece bir günlüğüne orada bulunmuşlardı. Halbu ki davranışları ölçülmeye çalışılan asıl gruplardaki insanlar, bünyesinde yer aldıkları kurumlarda yıllardır çalışmakta olduklarından, söz konusu kurumların kültürlerini çok ileri seviyelerde içselleştirirler. Her insanın kendine saygı duymaya ve yaptığı işi önemli görmeye ihtiyacı da olduğundan, kişinin, ya30

E N D O KT R I N A S Y O N VE T O R KI Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I C I

pageldiği etiği kuşkulu işlerin gerekli, anlamlı ve hatta muteber ol­ duğuna kendisini inandırması zor olmaz. Yapılan iş, aynı zamanda bir geçim vasıtası da olduğundan, maddi bir bağımlılığı da berabe­ rinde getirir. Yani gerçek hayatın şartları deneyinkilerden çok daha kuşatıcıdır. Bu nedenle de, Milgram deneyinde sadece birer cümle­ lik rica ve uyarılardan oluşan dört aşamalık yönlendirici komutlar verilen deneklerin, gerçek dünyadakilere daha yakın türden bir or­ tama alınmış olmaları durumunda deney sonuçlarının çok daha korkunç bir tablo ortaya koyacağını söylemek mümkün. Bir günlük bir deneyin hesaba katamayacağı bir diğer konu ise, insanların kendilerine başlangıçta zor gelen işlere karşı zamanla duyarsızlık geliştiriyor olmaları. Örneğin, bir medya mensubu, Irak' ı havadan bombalayan bir Amerikan pilotuna yaptığı işin vic­ danını rahatsız edip etmediğini sorduğunda, söz konusu pilot, ilk başlarda rahatsızlık duyduğunu, ama karadaki Iraklıların arkadaş­ larına ateş ettiğine şahit olmasının ardından bunu karşılıklı bir ça­ tışma olarak görmeye başlayıp umursamadığını söylemişti. Yani pilot, hem yapmakta olduğu şeyi normalize etmiş, hem de yaptığı işin korkunçluğunu akla uydurma yoluna gitmişti. Uçakla şehir bombalamanın bir diğer yönü de, acı veren ile acı­ yı hisseden arasındaki kopukluk. Milgram'ın gerçekleştirdiği kont­ rol deneylerinde, orijinal deneyde %65 seviyesinde olan tam itaat, kurbana olan yakınlığın artmasıyla (sırasıyla) %62,5, o/o40 ve %30'a kadar düşmüştü. Bu sonuç, bir yandan (%30'un da çok yüksek bir rakam olması nedeniyle) farklı türlerde şiddet uygulayan kurumla­ rın istihdam edecek insan bulmakta herhangi bir sıkıntı çekmeye­ ceklerini gösterirken, diğer yandan da gelişmiş silahların kurbana olan uzaklığı artırmış olmasını kaygıyla karşılamayı gerektiriyor. Günümüzde şiddet kararı alanlarla o kararı uygulayanlar ara­ sındaki mesafenin artmış olması da bu konunun bir diğer yönü. Ofislerinde, kurulan komisyonlarda, meclislerde ya da karargah­ Iarda bu türden kararlar alan ve makamları gereği toplum içerisin­ de saygı gören insanlar ile bu kararları uygulayanlar arasındaki mesafenin artmış olması, şiddetin derecesine doğrudan yansıyor. Hamlanacak olursa, düğmeye denek öğretmenin değil, başka bir kişinin bastığı kontrol deneylerinde, 450 volta kadar elektrik uygu31

S E R D A R KAYA

layan tam itaatkar denekierin oranı %65'ten %92,5'e kadar çıkmıştı. Yani insanların, doğrudan kendilerinin gerçekleştirmedikleri bir kötülüğe razı gelmeleri çok daha kolay olmuştu. Bu durum , karar alanlarm ellerini kirletmedikleri için çok fazla rahatsızlık duyma­ dıklan, uygulayıcıların ise kendilerini emir kulu olarak görüp so­ rumluluğu yüklenmeyi reddettikleri bir şiddet ortamını sonuç ve­ riyor. Milgram'ın da belirttiği gibi, işbölümü ve ·branşlaşmanın bir sonucu olarak günümüzde neredeyse hiçbir zaman tek bir insan herşeyi yapmıyor ve birileri masabaşında çalışırken, tetiği başkalan çek.ıyor. ıo Bu noktada ortaya çıkan bir diğer gerçek ise, ilk deneyde itaatsiz­ lik göstererek 450 volta kadar çıkmayan o/o35'lik kesimin %27,5'e karşılık gelen kısmının bu davranışında asıl belirleyici olanın etik kaygılar değil, şiddeti doğrudan uygulamakta zorlanmış olmalan. İşin içine herhangi bir genel kabul görmüş otoritenin girmesi du­ rumunda insanların sadece %7,5'inin "Bu yapılan yanlış" diyerek şiddete itiraz ettiğini gösteren bu durum, bugüne dek insanlar hakkında yapılan pek çok varsayımın yeniden değerlendirilmesi gerektiği anlamına geliyor.

lO

Milgram 121.

32

2. HANNAH AREN DT VE "KÖTÜLO�ON SIRADANU�ı· "Bir insanın hayah kollektif normlar tarafından şekillendiği a­ çüde bireysel ahlak bozukluğu da büyür. " Cari Gustav Jwtg

"Tabiatı �tibariyle normal insandan daha kötü, daha vahşi ve da­ ha acımasız olan hiçbir şey yoktur. " Hennann Hesse

Siyaset felsefecisi Hannah Arendt (1906-1975), Nazi Almanyası sa­ vaş suçlusu Adolf Eichmann'm (1906-1962) yargılanmasını izlemek ve gelişmeleri The New Yorker dergisine aktarmak üzere 1961 yılm­ da Kudüs'e gitmişti. Nazilerin bir Yahudileri soykırımı planladıkla­ rmdan 1941 yılından beri haberdar olan Yarbay Adolf Eichmann, n ihai çözümün ulaştırma sorumlusu olarak milyonlarca insanın esir kamplarına tehciri ve sonrasında da gaz odalarmda öldürülmesi işini yönetmişti Savaş sonrasında birkaç yıl Almanya'nın çeşitli yerlerinde saklanan Eichmann, 1950 yılmda sahte bir pasaportla girdiği Arjantin'de on yıl çeşitli düşük profilli işlerde çalışlıktan sonra, yerini tespit eden MOSSAD ajanları tarafından yakalanarak 1960 yılmda İsrail'e getirilmişti. Eichmann'm çıkarıldığı mahkemedeki duruşmaları izleyen Arendt, pek çok kişinin aksine, onun sadist ya da psikopat ruhlu biri olduğunu düşünmemiş, kendisinin sadece aldığı emirleri sor­ gulamadan yerine getiren sıradan bir insan olduğu sonucuna var­ mıştı. Hatta Arendt'e göre, Eichmann Yahudilere karşı herhangi bir nefret de duymuyordu. Zaten Eichmann da yargılanması esnasın­ da sürekli, sadece görevini yaphğıru, kendisine verilen emirleri ye­ 1 rine getirdiğini ve kanunlara uyduğunu tekrarlamıştı. Kendisini Arendt, Hannah. 1963 . A Report on the Bonality of Evi/: Eichmann in Jerusalem. New York: Penguin. 135.

S E R D A R KAYA

tetkike gelen yarım düzine kadar psikolog da Eichmann'ın herşe­ yiyle normal bir insan olduğu sonucuna varmış, hatta içlerinden biri Eichmann'ın sadece normal olmakla kalmayıp, kardeşlerine, eşine, çocuklarına ve arkadaşlarına karşı davranışları itibariyle "en makbul" (most desirable) insanlardan biri olduğunu ifade etmişti.2 Arendt, bu gözlemlerinden hareketle "kötülüğün sıradanlığı" (banality of evil) kavramını ortaya attı. Bu yaktaşima göre, dünyada kötülük marjinal bir olgu değildi. Bir başka deyişle, toplum içeri­ sinde mütevazi bir konuma sahip olan, içinde yaşadığı devletin ve görev yaphğı kurumların hakim değerlerini sorgulamayan ve bu nedenle de davranışlarının sonuçlarını değerlendirme ihtiyacı his­ setmeyen insanlar önemli bir çoğunluğa tekabül ediyor ve kötülü­ ğe karşı kayıtsız olan bu halleriyle gayriahlaki uygulamalara işlev­ sellik kazandırıyorlardı. Dünyadaki kötülüklerin başlıca sorumlu­ ları da, sıradışı bir acımasızlığa ya da fanatizme sahip olan kimseler de­ ğil, kendilerinin (ya da bir parçası oldukları bütünün) eylemlerinin sonuçlarını gerek vurdumduymazlıkları, gerek korkaklıkları, ge­ rekse menfaatleri nedeniyle sorgulamayan sıradan insanlardı. Sıradan insanların kaba bir ölüm makinesinin ruhsuz dişlileri gibi kullanılmakta olduğu bir dünya tasavvuru, dünyaya dair hakim düşüncelerden epey farklıydı. Örneğin, devasa bir yönetim maki­ nesi durumunda olan her bürokrasi, bu makinenin dişlileri işlevini görecek olan memurlar kullanmakta, 3 ancak sadece kendi küçük dünyalarını ve küçük maaşlarını düşünen insanların büyük resme olan kayıtsızlıklan büyük adaletsizliklere yol açmaktaydı. İnsanın, kendisini bir kez garantiye aldıktan sonra, içinde faali­ yet gösterdiği yapının başkalarının hayatını ne şekilde etkilediğini göz ardı eden bir yapıya sahip olduğu düşüncesi, Milgram dene­ yirıde yapılan çeşitli gözlemlerle de teyit edilmişti. Örneğin, deney yöneticisi, elektrik vermeye devam etme konusunda kararsızlık ya­ şayan denek öğretmenlere, "öğrenciye bir şey olsa dahi kendileri­ nin sorumlu tutulmayacağı, sorumluluğun deney yöneticisine ait

Arendt 25-26. Arendt 289 .

E N D O KTR I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I C I

olduğu" yönünde bir güvence verdikten sonra, denekierin çoğu 4 öğrenciye elektrik vermeye devam etınişlerdi.

Kötülogon SıradanlıQı Kavramının Güncel Kullanımları ve Eleştiriler Kötülüğün sıradanlığı, ortaya ahidığı günden itibaren sıklıkla refe­ rans verilen bir kavram oldu. Ancak, Amerikalı anarşist John Zer­ zan'ın 1995 yılında yazdığı bir makalede Amerika'daki sistemin içinde istihdam edilenleri Küçük Eichmannlar olarak nitelendir­ 5 mesi ile birlikte, Arendt'in insanların büyük bir çoğunluğunu kast ederek genel bir tespitte bulunma amacıyla yaphğı kavramsallaş­ tırmaya yeni bir boyut eklenmiş oldu. Kavramsallaştırmadan çok isim takma olarak değerlendirilebile­ cek olan Küçük Eichmannlar ifadesi, Zerzan'ın ardından, Colorado Üniversitesi profesörü Ward Churchill'in bir makalesinde ll Eylül saldırılarında ikiz kulelerde hayahnı kaybeden teknokratları Küçük Eichmannlar olarak nitelendirmesiyle6 birlikte yeniden gündeme geldi. Gerek Zerzan'ın, gerekse Churchill'in ifadeleri eleştirilmeye fazlasıyla müsait olsa da, yaşadıkları ülkelerden ve kendilerini bağ­ lı hissettikleri siyasi ideolojilerden bağımsız olarak hemen her yer­ de küçük Eichmannlar'ın çoğunlukta oldukları gerçeğini değiştir­ miyor. Kötülüğün sıradanlığı kavramına ve spesifik olarak Hannah Arendt'in Adolf Eichmann'ı değerlendiriş şekline yönelik önemli bir itiraz ise, İngiliz tarihçi David Cesarani'ye ait. Uzmanlık alanı Yahudi tarihi ve soykırım olan Cesarani, Eichmann'ın antisemilik kimi düşüncelere de sahip olduğunu iddia ediyor ve Nazi ideoloji­ sinden uzak bir Eichmann portresini tam olarak doğru bulmarlığını ifade ediyor. 7 Bu itiraz, her ne kadar kötülüğün sıradanlığı kavra­ mını geçersiz kılmasa da, dikkate alınması gereken makul bir eleş­ tiri. Zira, 17. yüzyılda ABD'nin güneydoğusunda yaşayan birinin Milgram 160. Zerzan, John. 1995 . Whose Unabomber? http://www. insurgentdesire. org.uk/ whoseuna lıomber.htm [Erişim tari hi: 7 Mart 2010) .

Churchill, Ward. 2001. "Some People Push Back": On the Justice of Roosting Chickens. http://www. kersplebedeb.com/mystuff/s1l/churchill. html [Erişim tari hi: 7 Mart 2010)

Cesarani, David. 2004. Eichmann: His Ufr and Crimes . London: William Heinema nn. 3-4, ll, 367.

35

S E R D A R KAYA

siyahlara bakışının objektif olmasını beklemek nasıl son derece zor­ sa, Nazi Almanyası'ndaki bir subayın Yahudilere karşı önyargısız olduğunu düşünmek de aynı derecede ihtimal dışı. Bu noktada Arendt'in Eichmann tasvirine bir şerh düşerek, Eichmann'ın Yahu­ dilere karşı kişisel bir nefreti olmadığı, ancak çevresinde hakim olan önyargıyı taşıyor olmasının pekala mümkün o�duğunu belirtmek gerekli.

3. STAN FORD HAPISHANE DEN EYI "Bir insanın nihai ölçüsünü h uzurlu anlarda değil, mücadele ve ihtilaf zamanlarında durduğu yer belli eder. " Martin Luther King, Jr.

1971 yılında gerçekleştirilen Stanford hapishane · deneyi, Amerikan Deniz Kuvvetleri tarafından finanse edilmiş ve psikoloji profesörü Philip G. Zimbardo (1933- ) tarafından tasarlanmıştı. Deney, her­ hangi bir sadist eğitime ya da psikolojik rahatsızlığa sahip olmayan sıradan insanların, hapishane gibi katı kuralların ve disiplinin ha­ kim olduğu bir ortama girmeleri durumunda birbirleri ile ne tür­ den ilişkiler geliştirecekleri sorusuna yanıt arıyordu. Bu nedenle de, deneyde deneyimli mahkumlar değil, sıradan insanlar kulla­ nılmıştı. Ancak iki hafta sürmesi planlanan deney, ikinci günden itibaren yaşanan beklenmedik gelişmelerin ardından olaylar kont­ rolden çıkmaya başlayınca, altıncı gün sona erdirilmişti. Deney, ge­ rek çevrenin insan davranışları üzerindeki etkisi, gerekse insanla­ rın belli şartlar altında ne denli acımasızlaşabilecekleri konusunda önemli ipuçları sunuyor olması itibariyle halen sosyal psikoloji de­ neyleri arasında klasikleşmiş bir çalışma olarak kabul ediliyor.

Deney Tasanmı Stanford hapishane deneyi için Stanford Üniversitesi kampüsün­ deki Jordan Binasının bodrumunda küçük bir hapishane inşa edil­ di. Denekierin bu simülasyon ortamında hapishane şartlarını bire bir yaşamalan istendiğinden, (tabelalardan ortamdaki ışık miktarı­ na kadar) pek çok detay mümkün olduğunca dikkate alındı. Ha­ pishanede takriben iki metre eninde ve üç metre boyunda olan üç hücre vardı. Bunun dışında bir de kapı genişliğinde, ancak içeri doğru sadece 60 santimetrelik bir cepheye sahip olan bir yüklük ise tecrit odası olarak kullanılacaktı.

S E R D A R KAYA

Hapishanede kullanılacak deneklere, hapishane psikolojisi konu­ sunda yapılacak olan bir çalışmada ücret karşılığı yer alacak erkek üniversite öğrencilerine ihtiyaç duyulduğunu belirten yerel gazete ilanlarıyla ulaşıldı. Başvuruda bulunan 75 kişi arasından, fiziksel ve psikolojik olarak en sağlıklı durumda olduğu tespit edilen 24 kişi seçildi. Son olarak da, bu 24 kişi rastgele ikiye gruba ayrılarak 12'şer kişilik gardiyan ve mahkum grupları oluşturuldu. Zimbardo, gerçekçiliği temin edilebilme amacıyla şehir polisiyle anlaşma sağlayarak, deneyin başlayacağı gün denek mahkumların evlerinden polis tarafından alınmalarını sağladı. Polisler, bunun bir deney olduğuna dair hiçbir imada bulunmadan, denek mahkumla­ ra standart prosedürü uyguladılar: Denek mahkumların kapılarını çaldılar, "silahlı soygun" gerçekleştirmiş olmaktan ötürü hakların­ da tutuklama emri olduğunu beyan ettikten sonra komşuların ba­ kışları arasında haklarını okuyarak onları kelepçelediler ve ardın­ dan da polis arabasının arka koltuğunda şehrin polis merkezine götürdüler. Polis merkezinde (yine standart prosedüre uyularak) mahkum­ ların fotoğrafları çekildi ve parmak izleri alındı. Sonra da hepsi üni­ versite içerisinde hazırlanmış olan hapishaneye getirildiler. Hapis­ hanede mahkumlar çırılçıplak soyulduktan sonra spreylendiler. Ardından da, deney boyunca mahkumlara adlarıyla değil, numa­ ralanyla hitap edilmesi istendiğinden, herbirine üzerlerinde numa­ ralan yazılı olan ve tuluma benzeyen üniformalar tahsis edildi. Ek olarak, her mahkuma birer adet diş fırçası, sabun, sabunluk, havlu ve yatak örtüsü verildi. Bunlar haricinde herhangi bir kişisel eşyayı hapishaneye sokmaları yasaktı. Mahkumların ayak bileklerinden birine de, küçük birer zincir vurularak esaret hissi perçinlenmek istendi. Bütün bunlar, mahkumlara boyun eğdirme, bireysellikleri­ ni kaybettirme ve böylelikle neticede hepsine yeni bir kollektif ai­ diyet oluşturma amacıyla yapılıyordu. Gardiyanların durumu ise, mahkumlarırıkinden tamamen fark­ lıydı. Gardiyanlar (tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi) vardiya usülü çalışacak, işleri bittiğinde evlerine döneceklerdi. Ayrıca, yine mah­ kumların aksine, tulum değil, haki üniformalar giyecekler, otorite

38

E N D O K T R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

kurmalarını kolaylaştınn ası amacıyla d a göz temasını önleyecek olan aynalı gözlükler takacaklardı. Ziınbardo, gardiyanlara güçlü olanın onlar olduklarını ve dü­ zeni sağlamaktan da yine onların sorumlu olduğunu söylemişti. (Ancak bunu nasıl gerçekleştirecekleri konusunda bilhassa hiçbir bilgi vermemişti.) Gardiyanlara coplar da verilmişti, ancak fiziksel anlamda hiçbir ceza uygulamamaları gerektiği de kendilerine ha­ tırlatılmıştı. Ziınbardo da "hapishane idarecisi" olarak deney ortamında bu­ lunuyordu. Zimbardo'nun araştırma görevlilerinden biri ise, "ha­ pishane müdürü" görevindeydi. Her ikisinin de kendilerine ait bi­ rer ofisleri vardı. Bunun dışında, yaklaşık 17 yıl hapiste kalmış eski bir hükümlü olarak hapishane hayatı konusunda uzman olan Car­ lo Prescott da danışman olarak (diğer başkalarıyla birlikte) sahne arkasında Ziınbardo'ya yardımcı oluyordu. Prescott aynı zamanda şartlı tahliye memuru görevini de üstlenecekti.

Deney Sonuçlan Deneyde sorunların baş göstermesi çok uzun sürmedi. Mahkumla­ rın ilk andan itibaren edilgen bir tavır sergiledikleri görülürken, gardiyanlar giderek daha da agresifleştiler; fiziksel cezalar verme­ leri yasaklanmış olduğu için de, sözlü saldınlara giderek daha fazla 1 ağırlık verdiler. İki hafta sürmesi planlanan deneyin daha ikinci gününde hapishanede mahkum isyanı yaşandı. İsyanı bastırabil­ rnek ve hapishaneyi kontrol altında tutahilrnek için, gardiyanlar kendi aralarında işbirliğine gitmeye ve fazla mesai yapmaya karar verdiler. Aldıkları önlemler sertti. Gardiyanlar, rutin hapishane sayımlarını sürece çok uzun tuta­ rak mahkumlar için zihinsel ve fiziksel bir işkence haline getirdiler. Mahkumları saatlerce şınav çekmeye zorladılar ve tuvalet yasağı koyarak hepsini ihtiyaçlarını lazımlığa gidermek zorunda bıraktı­ lar. Küçük hapishaneyi idrar kokusu kapladı. Çıplak elle tuvalet temizliği yaptırmak, yataklara el koyarak mahkumları betonda uyuZimbardo, Philip; Craig Haney; Curtis Banks. 2004. "A Study of Prisoners and Guards in a Simulated Prison." Theatre in Prison: Theary and Proctice içinde, ed. Michael Balfour. Port­ land, Oregon: lntellect. 26.

39

S E R D A R KAYA

mak zorunda bırakmak da, gardiyanların başvurdukları diğer yön­ temlerdendi. Deneyin başlamasının ardından sadece 36 saat geç­ mişti ki, bu tür baskıları kabullenemeyen denek mahkum 8612, kontrol edilemez hale geldi. Dengesiz davranışlar gösteren mah­ kum, mecburen deneyden çıkartıldı. Bir başka mahkumun bede­ ninde ise psikosomatik (yani fiziksel değiL ruhsal kaynaklı) kıza­ rıklıklar oluştu. Bu şekilde, ileri seviyede duygusal depresyon, ağla­ ma, hiddet ve akut �ergin/ik gibi nedenlerle toplamda beş mahkum deneyden çıkarıldı. Dördüncü güne gelindiğinde, mahkumların kaçış planı içeri­ sinde oldukları şeklinde bir söylenti yayıldı. Toplu bir ayaklanma d urum unda güvenliği sağlayamamaktan endişe eden Zimbardo, bunun üzerine şehir polisini arayarak, onların nezarethanelerini kullanıp kullanamayacaklarını sordu, ancak bu konunun mesuliye­ tini üzerlerine alamayacaklarını söyleyen polisin yanıtı olumsuz oldu. Bu esnada, yaşadığı psikolojik yıkım nedeniyle deneyden çı­ kartılan ikinci mahkum olan 819'un yerine hapishaneye yedek lis­ teden sonradan dahil olan 416, serbest bırakılma talebiyle açlık grevine başladı. Gardiyanlar d urum u kontrol altına alabilmek için kendisini son derece dar olan tecrit odasına kilitleyip üç saat orada tuttular. Ancak hepsinden önemlisi, hapishane koşullannı içselleş­ tirmiş olan diğerlerinin, yeni gelen 41 6'yı "sorun çıkaran biri" ola­ rak görmüş olmalanydı. Sonuç itibariyle, hapishane simülasyonu kısa bir sürede gerçek bir cezaevini andırmaya başladı. Olayların kontrol edilemez hale gelmesi üzerine de, Philip Zimbardo, altıncı gün deneye son ver­ mek zorunda kaldı.

Stanford Hapishane Deneyi ile ligili Detaylar •

2

Deney sonrasında üç farklı gardiyan tipolojisi ortaya çıkb: (1) Sadistçe uygulamalarda bulunan, mahkumları aşağılayıp kü­ çük düşürmekten zevk alan gardiyanlar, (2) sadistçe uygula­ malarda bulunmayan, ancak sert hapishane kurallarını harfiy­ yen uygulayan kuralcı gardiyanlar, (3) olan bitenden memnun

Zimbardo et al. 26.

40

E N D O KT R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I











4

olmayıp mahkumlara arada sırada gizlice küçük yardımlarda bulunan gardiyanlar.3 Bütün denekler, kendilerine deney (sistem) tarafından biçilen rolü oynama eğiliminde oldu. Hapishane koşullannın tama­ men dışında olan danışman Carlo Prescott dahi, şartlı tahliye memuru görevini yerine getirirken, mahkumlara yıllardır ken­ di şartlı tahliye memurunun ona davrandığı gibi davranmış ve onlara, "Hapisten çıkmak istiyorsun. Diyelim seni serbest bıraktık, topluma ne gibi bir faydan olacak?" gibi sorular yö­ neltmişti. (Deneyin sona ermesinden birkaç ay sonra tekrar bir araya getirilen ve yüzleştirilen denekler de bu sosyal rol edinme durumtum teyit ettiler.) Gardiyanlar, hapishanenin mikrofon ve kameralarla gözlem altında olduğunu bilmediklerinden, hapishane yöneticilerinin onları görmediğini zarınettikleri durumlarda çok daha aoma4 sızlaşıyorlardı. Mahkumlar arasındaki gerçekleşen konuşmaların yüzde dok­ sanı hapishane şartlan hakkınd a iken, sadece yüzde onu ha­ pishane dışındaki hayatlaoyla ilgili olmuştu. Bu nedenle de, mahkumlar alh günlük süre zarfında birbirleri hakkında çok az şey öğrenmişlerdi.5 Gardiyanların, kendi aralanndaki konuşmalan ise, ekseriyet­ le, problem çıkardığını düşündükleri mahkumlar hakkınday­ dı. Kimi mahkumlar, Zimbardo'ya, alacakları ücretten vazgeç­ mek karşılığında tahliye olmak istediklerini söylemişlerdi. Ancak Zimbardo bunu onaylamayıp mahkumlan oyaladı­ ğında, hiçbiri tek taraflı olarak deneyi bırakıp gitmeyi düşü­ nememişti. Zira böyle bir şey talep etmeleri durumunda Zim­ bardo'nun buna engel olmaya kanunen elbette hiçbir hakkı yoktu. Bir başka deyişle, bu deneye kendilerine ödenecek üc­ ret (günde 15 dolar) karşılığında kahlmışlardı. Eğer bu ücret-

Zimbardo et al. 27. Zimbardo et al. 28. Zimbardo et al. 28.

S E R D A R KAYA



ten vazgeçmişlerse, orada dunn alan için ortada ne gibi bir se­ 6 bep kalmış olabilirdi? Bir gün hapishaneye gerçek cezaevlerinde görev yapan bir rahip gelmiş ve mahkumlada görüşmeler yapmışh. Rahip, bu görüşmelerden sonra, mahkumlarm ruh hallerinin hapse yeni girmiş olanlannkine çok benzediğini belirtmişti. Rahiple yapı­ lan görüşmelerin çok önemli bir aynnhsı da, mahkumlarm ço­ ğunun rahibe kendilerini isimleriyle değil, numaralanyla ta­ nıtmış olmalanydı ki bu da hapishane şartlannı çok kısa bir sürede içselleştirdikleri ve bireyselliklerini yitirmeye başladık­ lan anlamına geliyordu. Kimi mahkumlar ise, rahipten kendi­ 7 leri için bir avukat bulmasını istemişlerdi. Gardiyanlar, deney ortamını çok sevm işlerdi. Hiçbiri biz kez olsun işe geç gelmemiş, hatta içlerinden bazılan vardiyalan sona erdikten sonra dahi (ek ücret almayacak olmalarma rağmen) hapishanede kalmak istemişler ve saatlerce orada durmuşlardı. Deneyin erken sona erdirilmesi mahkumlan çok sevindirirken, gardiyanlan üzmüştü. -





Stanford Hapishane Deneyi ile Milgram Deneyinin Karşılaşbnlması Stanford hapishane deneyinde yapılan gözlemler incelendiğinde, Milgram deneyinde varılan kimi sonuçların burada da teyit edildi­ ği görülüyor. Herşeyden önce, Stanford hapishane deneyinde de, denekler, zaman içerisinde deney ortamını insanlar tarafından o­ luşturulmuş bir konsept olmaktan ziyade, gerçekliğin kendisi ola­ rak algılamaya başlamışlardı ki bu durum, (Milgram deneyinde olduğu gibi) diğer pek çok sonucun da sebebiydi. Stanford Hapishanesi'nde mahkumlarm kendilerini mecbur ol­ madıkları anlarda dahi numaralarıyla tanıtmaları ya da (deney için baştan anlaşma yapmış dahi olsalar) gitmek istemeleri durumunda kendilerini orada zorla tutmaya hiç kimsenin hakkı olmadığını unutmuş görünmeleri gibi davranışları, dış dünyayı unutarak ha­ pishane kurgusu içerisinde hayatlarını yeniden inşa etmeye başla-

6 7

Zimbardo et al. 26-27. Zimbardo et al. 29.

E N D O KTR I N A S Y O N VE T O R KI Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I C I

dıklan anlamına geliyordu. Her gün mesai sonrasında evlerine gi­ den ve dış dünya ile günlük ilişkilerini "iş dışında" da olsa devam ettiren gardiyanların dahi zihnen aynı gündeme hapsolmaları, de­ ney ortamında kurgulanan gerçekliğin bütün denekieri kuvvetli tesir altına aldığı gerçeğini ortaya koyuyor. Milgram deneyinde, deneğe elektrik vermek istemediği halde mecbur olduğunu düşü­ nerek bunu yapmaya devam eden ya da deney yöneticisinin sözlü uyanlarına itaat eden denek öğretmenierin deneyin bir kurgu ol­ duğu gerçeğine körleşerek deney ortamının koşullarını veri kabul etmeye başlamış olmaları da aynı algının bir sonucu. Stanford Hapishanesi'nde gardiyanlar, deney içerisinde pekala mahkum olarak da yer alabileceklerinin farkındaydılar. Ancak bu durum, mahkumlada empati kurabilmeleri adına yeterli olmadı. Benzeri bir durum, Milgram deneyindeki denek öğretmenler için de geçerliydi. Her iki deneyde de teyit edilen bir diğer önemli sonuç ise, ken­ dilerine bir otorite tarafından "Senin işin bu" denilen insanların herhangi bir etik sorgulama yapmadan görevlerini benimseyebil­ miş olmaları - ki bu durum, belli konseptleri bir kez oluşturduktan ve insanların zihinlerine yerleştirdikten sonra, insanlara en yapıl­ mayacak işleri dahi yaptırmanın mümkün olabileceğini ima ediyor. Ancak konu bununla da sınırlı değil. Şöyle ki, bu tür işlerde kulla­ nılan insanlar, farkında dahi olmadan içine girdikleri yeni dünya tarafından şekillendirilmeye ve bu dünyanın şartlarına uyum göste­ recek şekilde değişmeye de başlıyorlar. Malıkurnlara eziyet eden gar­ diyanların şiddet ile ilişkilerinin para boyutunu da aşarak kişisel bir meşgale haline gelmesi ve sonrasında gardiyanların mesaileri bitti­ ğinde dahi işlerini bırakmak istemeyip hapishanede kalmak iste­ meleri ya da deneyin erken sona ermesine üzülmeleri, böyle bir değişimin sonucu. Bu durum, Sinekierin Tannsı'nda ifade edilen özde iyi ya da kötü olan iki farklı insan tipine yeni bir boyut daha getirerek, yapılan eylemlerdeki iyilik ve kötülüğün de kişiyi etkileyebildiği konusunu gündeme getiriyor. Saclistliğin sadece doğuştan gelen baskın bir özellik olmayıp, sonradan da ortaya çıkabileceğine işaret eden bu bulgu, devletin ya da başka kurum ların bünyesindeki pek çok in43

S E R DA R K A YA

sanın yıllarca bu tür işlerde istihdam edilmesinin ne gibi tehlikeler arz ettiği konusunda da ipuçları sunuyor. Bütün bunlar, insanların günlük hayatları içerisinde olağan bu­ larak gerçekleştirdikleri pek çok davranışın, esas itibariyle, toplu­ ma hakim olan normlar doğrultusunda, onlara başkalarınca biçilen rollerin gereğini yerine getirmelerinden başka bir şey olmadığını da ima ediyor. Dahası, insanların farkında bile olmadan oynamayı kabul ettikleri bu roller, onları istemleri dışında değiştirmekle kal­ mayıp, içlerindeki kimi iyi ya da kötü yönleri açığa çıkartırken, ki­ mi diğerlerini de köreltiyor. Bu sonuç günlük hayata uygulandı­ ğında, sosyal hayatın içerisinde özgür bir birey olarak yaşadığını zanneden ve Stanford hapishane deneyini şok edici bulan insanla­ rın, farkında olmasalar da, aslında kendilerinin de bir tür açık cezae­ vi deneyi içerisinde çoktan şekinendirilmiş olmalarının hiç de düşük bir ihtimal olmadığı akla geliyor. Kişinin kendisini hapishane yöne­ timi tarafından verilen bir numarayla tanımlaması ile aynı tanım­ lamayı nüfus sicilinde kayıtlı olan bir iki kelime ile yapması ara­ sında pek bir fark olmadığının görülmesi, bu konudaki sorgulama­ lar adına makul bir başlangıç noktası olarak kabul edilebilir.

Genel Bir Degerlendinne İnsan, yapısı gereği, içerisinde yaşadığı ortamda hakim olan değer yargılarını (ve bu değer yargıları doğrultusunda oluşmuş olan norm­ ları) çoğu zaman farkında dahi olmadan veri kabul eder. Bu duru­ mun doğal bir sonucu olarak da, farklı çevrelerde hakim olan farklı normlarla yüz yüze geldiğinde, bu normların kendisininkilere gö­ rece konumlarını göz önüne alır ve değerlendirmelerini ona göre yapar. Buna göre, hayatın bir fakültesinde olağan kabul edilen bir davranış biçimi, bir diğerinde aşırılık olarak görülebilir - ki bu da aşırılık ifadesinin zaten başlı başına göreceli olmasından ötürü son derece doğal. Milgram ve Stanford deneylerinin bir diğer önemli özelliği de, gerçek hayatın içerisindeki bu farklı fakültelerde hakim olan kimi örfleri simülasyon ortamına aktarmış olmaları. Bu deneylerde yer alan denekler, kendi çevrelerinde "aşırılık" olarak nitelendirilecek olan kimi uygulamaların olağan karşılandığı yeni bir ortama giri­ yor, bu yeni ortamın normlarını (farklı seviyelerde de olsa) içselleş44

E N D O KT R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

tirmeye başlıyor ve hatta çoğu zaman kayıtsız bir içselleştirmenin de ötesine geçerek söz konusu nonnlara bilinçli bir uyum gösterme gayreti içerisinde oluyorlar. Bütün bunlarda, insanın otoriteye karşı zayıflığının yanı sıra çevresinden çok kolay etkilenebilen bir varlık olmasının da önemli bir payı var. Bu noktada, insan tabiatındaki bu iki zayıflığın birbir­ lerinden kopuk şeyler olmayıp belli kesişim alanlarına sahip oldu­ ğu da söylenebilir. Şöyle ki, insan, müdahil olduğu bir ortamdaki çoğunluğun belli bir düşünce ya da davranışı belirgin bir şekilde taşıyor ya da temsil ediyor olması durumunda, (otorite karşısında sergilediği tavrı andıran bir şekilde) o çevrede hakim olan normla­ rın (farkında olarak ya da olmayarak) etkisi altına girme eğilimi içerisine giriyor. Stanford hapishane deneyi, bu çevre etkisini test etme adına iyi bir örnek durumunda. Hatırıanacak olursa, deneyin ilk gününde hapishaneye "bir deney çalışması çerçevesinde" getirildiklerine dair farkındalığı henüz kaybetmemiş olan denekler, maruz kaldık­ ları insafsızca uygulamalar karşısında gardiyanlara "hapishanenin bir deneyden ibaret olduğunu" ve "kendilerine bu şekilde dav­ ranmaya hakları olmadığını" söyleyerek uygulamalara karşı çıkı­ yorlardı. Ancak sonraki günlerde hapishanenin gerçekliği bu dü­ şüncenin önüne geçmiş, denekler mahkum olma durumunu içsel­ leştirmişlerdi. Bu durum elbette gardiyanların uygulamalarını ka­ bullendikleri anlamına gelmiyordu. Denekler, kendilerini mahkum olarak görmeye başladıktan sonra da gardiyanlara karşı çıkmaya devam etmişlerdi. Ancak bu karşı çıkışları arhk denek değil, mah­ kum gözüyle yapmaya başlamışlardı. Bir başka deyişle, aynı dene­ ye iştirak eden iki grup denekten birinin diğerine itirazı şeklindeki kurgusallık merkezli gerekçe ortadan kalkmış, simülasyonun orta­ ya koyduğu yapay çevre, (her iki grup için de) gerçekliğin yerini almışh. Bu gibi durumlarda bir tür perspektif sorunu yaşandığı söyle­ nebilir. Hayatı büyük bir çembere, hayatın içerisindeki farklı fakül­ teleri (ve onların içerisindeki alt fakülteleri) de bu büyük çemberin içindeki daha küçük çemberiere benzetrnek suretiyle bu durumu açıklamaya çalışmak mümkün. Zira insan, yapısı gereği, içinde bu45

S E R DA R KAYA

lunduğu küçük çembere odaklanarak kendi kişisel gündemini ha­ yahn sayısız küçük fakültelerinden sadece biri ekseninde oluştur­ ma eğiliminde oluyor. Bunun doğal bir sonucu olarak da, bütün o alt birimleri kuşatan çemberieri de, en büyük çember konumunda olan hayatı da, içinde bulunduğu küçük dünyanın sübjektif yargı­ larıyla anlamiandırmaya başladığının farkına varmıyor. Bir başka deyişle, kişi sadece kendisini küçük bir dünyaya hapsetmekle kal­ mayıp, yaşadığı perspektif sorunu nedeniyle kendi küçük dünyası dışındaki (küçük ve büyük) dünyalan göreceli olarak uzak görme­ ye (ya da hiç görememeye) başlıyor. Dahası, hayahn kendisini de içerisinde yaşadığı kapsül ile aynı şey olarak algıladığı için, kendi­ sini inşa eden (ve aynı zamanda kendisinin de karşılıklı olarak inşa ettiği) küçük bir parçadan hareketle bütünü tarife kalkışıyor. Bu durumun örneklerini hayatın her noktasında görmek müm­ kün. Sivillerden tamamen müstakil bir hayat yaşayan ve dolayısıy­ la sadece sivil siyaseti değil, hayatın kendisini dahi militarist algı­ larla değerlendiren askerler, ya da modernitenin ortaya çıkardığı ulus-devlet ideolojisinin tesiri altına girmiş olmalarından ötürü dünyayı farklı ulusların mücadele alanı olarak gören kitleler, içinde bulunulan sübjektif parçanın önkabulleriyle bütünü tarif etme ve dolayısıyla belli bir zihniyet kalıbının içerisine hapsolma durumu­ nun farklı örnekleri olarak görülebilir. Bu noktada, insanların nasıl olup da bu çemberler içerisine gi­ rebildikleri, (dinler ve felsefelerin yapmaya çalıştıklan gibi) en dışta yer alan varlık çemberini dahi dışandan değerlendirebilmeye gayret etmek yerine, tersi yönde hareket ederek belli küçük kapsüllere hapsolup hayatlan boyunca orada kalabildikleri sorusu ön plana çıkıyor.

4. ASCH DENEYI "Etrafına bak; onlardan olma sakın. " Teoman

İnsanın içinde yetiştiği (ve dolayısıyla hakim değerleri doğrultu­ sunda sosyalize edildiği) çevrenin, gerek norm oluşumunu, gerek­ se varlığı algılayış biçimini şekillendirmede birincil derecede belir­ leyici olduğu genel kabul gören bir gerçeklik. Swarthmore Colle­ ge'da görev yapan sosyal psikoloji profesörü Solomon E. Asch (1907-1996}, bu duruma iki örnek vermiş, (1) her çocuğun, öğren­ diği ana dilin şivesinin en ince nüanslarını dahi telaffuz edebilme­ sinin ya da (2) yamyamlığın normal addedildiği bir kabilede büyü­ yen birinin bunu yadırgamamasının bu çerçevede değerlendirilebi­ leceğini ifade etmişti. 1 Ancak Profesör Asch, bu gibi malum sosyal etkilerin ötesine ilgi duyuyor ve sosyal alanın, insanların düşünce ve tavırlarını ne şekilde ve ne derecede sınırladığı ve bireyleri yay­ gın olana uymaya (conformity) ne derece yönelttiği konusunu sorgu­ lamak istiyordu. Asch'in bu sorgulamayı yapmayı düşündüğü 1950'li yıllara dek bu konuda çalışma yapılmamış değildi. Ancak yapılan çalışmalar hep aynı formata sahipti. Genellikle üniversite öğrencilerinden olu­ şan bir denek grubuna önce herhangi bir konudaki düşünceleri so­ ruluyor, sonra da gerek çoğunluğun, gerekse bir uzmanın aynı ko­ nudaki değerlendirmeleri kendilerine aktanldıktan sonra ilk deney tekrarlanarak aradaki fark tespit edilmeye çalışılıyor ve bu fark da çoğu zaman dikkate değer bir seviyede oluyordu. Örneğin, 1932 yılında yapılan bir deneyde, Amerikalı sosyolog­ lar Pitirim A. Sorokin ve J.W. Boldyreff, lise ve üniversite (lisans ve yüksek lisans) öğrencilerinden oluşan 1484 kişilik bir denek gru­ buna, çeşitli sanat dallarındaki uzmanların zevki ile halkın geneliAsch, Solomon E. 1955. "Opinions and social pressure:• Scientific American 193: 31.

S E R D A R KAYA

nin zevkini karşılaştıran bir çalışma yaptıklarını söylemişler ve ar­ dından da, onlara iki kez Brahms'ın Birinci Senfonisi'ni dinletmiş­ lerdi. Öğrencilere dinletilen iki kayıt arasında hiçbir fark yoktu. Ancak deneyde, birinci dinietiden hemen önce senfoninin sunu­ munu yapan bir uzman, ilk senfoninin güzellik, duygusallık ve teknik kalite açısından ikinciye göre çok daha üstün olduğunu söy­ lemişti. İkinci dinietiden önce yapılan sunumda ise, dinleyicilere, birazdan dinleyecekleri senfoninin olsa olsa tanınmış bir şaheserin abartılmış bir taklidi olabileceği bilgisi verilmişti. Dinletilerin ar­ dından, öğrencilere kendi beğenileri sorulduğunda da, 1484 kişilik denek grubunun sadece %4,4'ü iki farklı çalışma dinlediklerini ka­ 2 bul etmemişti. Hatta deney sonrasında seçimlerinin gerekçesi so­ rulduğunda da, öğrenciler yaptıklarını akla uydurmuş ve beğen­ dikleri dinietinin "daha canlı olduğu" ya da "daha yüksek bir sa­ natsal kaliteye sahip olduğu" yönünde gerekçeler sunmuşlardı. Bu tür deneyierin bulguları elbette değerliydi. Ancak Asch, bu formattaki deneylerde elde edilen sonuçların düşünce değişimine karşılık geldiğinden şüphe ediyor ve söz konusu düşünce değişi­ minin sadece kağıt üzerinde gerçekleşiyor olabileceğini düşünüyor­ du. Bu nedenle de, bu deneyierin tasarımında bir parça değişiklik yaparak, insanların doğru cevabı görmelerinin kaçınılmaz olacağı bir ortam tesis etmek ve böyle bir ortamda denekierin sırf çoğun­ luğa uyum gösterme adına bile bile yanlış yanıtlar verip vermeye­ ceklerini ölçmek istedi.

Deney Tasanmı Asch deneyinde, deneklere "göz muayenesi"ne alınacakları söy­ lenmiş ve kendilerine iki karttan oluşan bir test uygulanmıştı. Kart­ lardan birincisinde, tek bir kalın çizgi bulunuyordu. Denekierin yapması gereken, ikinci karttaki üç kalın çizgiden hangisinin birin­ ci karttaki çizgi ile aynı uzunlukta olduğunu bulmaktı. Son derece basit olan bu deney sorusu, aynı oda içerisinde yan yana oturan ve Denekierin %58,9'u ilk senfoniyi, %15,9'u ise ikinciyi üstün bulurken, %20,8'i iki eser arasın­ da kara rsız kal mıştı . Deneyle ilgili dijter detaylar için bkz.: Sorokin, Pitirim A. and J. W. Boldyreff. 1932. "An Experimental Study of the lnfluence of Suggestion on the Discrimina­ tion and the Valuation of People." The Arnerican Journal of Sadology 37(5): n0-737. 48

E N D O KT R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

genellikle yedi ila dokuz kişiden oluşan gruplara aynı anda soru­ luyor, her kart ikilisinin gösterilmesinin ardından deneklerden sı­ rayla sesli olarak yanıt vermeleri isteniyordu. Ancak gerçekte, Asch deneyinde yer alan her denek grubunda, denekierin biri dışındaki herkes deney ekibindendi ve dolayısıyla ortada aslında sadece tek bir denek vardı. Deney başladığında de­ ney ekibindeki sözde denekler, (önceden planlandığı şekilde) ilk iki soruya doğru yanıt veriyor, ancak takip eden sorularda hep birlikte aynı yanlış cevabı vermeye başlıyorlardı. Böylelikle, herkesin aynı yanlış cevabı vermesinin ardından, denekierin ne kadarının sıra kendilerine geldiğinde gözleri önündeki gerçeği dile getirmeyip çoğunluğa uyum gösterecekleri ölçülmek isteniyordu.

Deney Sonuçları Asch deneyine toplam 123 denek katıldı. Denekierin %74'ü, gerçek­ leştirilen deneylerde en az bir kez çoğunluğa uyarak yanlış cevap vermeyi tercih ederken, %33'ü ise, deneyierin yarıdan fazlasında yanlış cevaba iştirak etti. %25'e karşılık gelen bir denek grubu ise, hiçbir zaman çoğunlukla birlikte hareket etmedi. Neticede, hatalı yanıt verme ortalaması o/o36,8 oldu - ki normal şartlar altında bu rakamın %1 'in altında olması gerekiyordu. Yani denekierin önemli bir yüzdesi, sadece ve sadece çoğunluk tersi istikamette görüş be­ lirttiği için, net bir şekilde gördükleri bir gerçeğe aykırı beyanda bulunma yoluna gitmişlerdi. Deney sonuçları, denek gruplarının homojen olmadığını da or­ taya koydu. Zira deney sonrasında kendileriyle yapılan mülakat­ larda, bağımsız davrananların dahi farklı nedenlere sahip olduğu görüldü. Bağımsız davrananların bir kısmı, önce şüpheye düştük­ lerini, ancak ardından bunun üstesinden gelerek kendi doğru ka­ rarlarını vermeyi başardıklarını ifade ettiler. Kimileri ise, çoğunlu­ ğun yanıtının doğru olduğunu düşündüklerini, ancak yine de ken­ di ulaşhkları yanıh vermeyi deney şartlan gereği uygun buldukla­ mu söylediler. Yani kimi denekler, doğru cevabı vermelerine ra Ş­ men, telaffuz ettikleri seçeneğin yanlış olduğunu düşünüyorlardı.

Asch 1955, 33.

49

S E R D A R K A YA Asch Deneyinde Kullanılan Kart Gru plarından Biri

A

B

C

Yanlış yanıta iştirak edenler arasında ise (1) çoğunluğun doğru ya­ nıh verdiğini ve kendisinin bir şekilde yanlış yaptığını düşünenler, (2) çoğunluğun görme bozukluğuna sahip olduğunu düşünenler, (3) deney sonuçlarını bozmak istemeyenler ve (4) herkesin ilk yanıt ne olursa koyun gibi o yanıtı tekrarlarlığını düşünenler olmak üze­ re dört ayrı grup vardı. Yani bu dört gruptan birindekiler, çoğun­ luğun yanıtı karşısında kendi vardıkları sonucun yanlış olduğuna ikna olurken, diğer üç gruba girenler çoğunluğun yanlışta ittifak ettiğini görmüş, ancak bu durum onları yanlış yanıt vermekten alı4 koyamamıştı. Deneyin yaptığı ilginç sorgulamalardan biri de, çoğunluğa uy­ ma eğiliminde belirleyici olanın çoğunluğun sayısı mı yoksa tek sesliliği mi olduğu konusuydu. Bir başka deyişle, Asch, (sözgelimi) denekierin (1) 7-8 kişilik bir grupta tek başına kalmaları ile 2-3 kişi­ lik bir grupta tek başına kalmaları arasındaki farkı ve de (2) 7-8 ki­ şilik bir grupta tek kişilik bir azınlık olmaları ile yanlarında aynı fikirdeki bir kişinin daha bulunması arasındaki farkı da ölçmek is5 temıştı. •

4



Asch 1955, 33.

Asch 1955, 34.

50

E N D O KT R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

Sonuçlara göre, kendilerinden önce sadece bir kişi yanlış yanıt verdiğinde, denekierin uyum gösterme ihtimali çok düşük bir se­ viyede arhş göstermişti. Ancak kendilerinden önce iki kişinin yan­ lış yanıt vermesi durumunda uyum gösterme oranı %13,6'ya çıkmış, üç kişilik bir çoğunluğun ardından ise uyum gösterme oranı %31,8'e fırlamışh. Ancak bu seviyeden itibaren çoğunluğun artması, uyum gösterme oranını çok fazla arhrmamışh. Yani çoğunluk, uyum gös­ terıneyi sağlama adına önemli ama sınırlı bir etkiye sahipti.6 Tek sesliliğin bozulması ise çok daha ciddi bir tesire sahipti. Zi­ ra deney grubuna "doğru yanıt veren" bir tek kişi dahi eklendiğin­ de, yanlışa uyum gösterme oranı dört kat azalmıştı. Bu d urum, ço­ ğunluğun otoritesinin tek bir aykın sesle dahi kırılabileceği yö­ nünde ipuçlan vermekteydi.7 İnsanlarm herhangi bir konuda hare­ kete geçme adına rol modellerine ihtiyacı oldukları anlamına gelen bu durum, Milgram deneyinin önemli bulgularından biriyle aynı doğrultuda. Hatırianacak olursa, Milgram'ın (ikisi deney ekibin­ den) üç denek öğretmen kullandığı kontrol deneylerinden birinde, sahte deneklerden önce biri, sonra da diğeri deney yöneticisine it­ aat etmeyerek deneyi terk etmiş, buna şahit olan denekierin %90'ı da onlar gibi davranarak elektrik vermeye devam etmeyi reddet­ mişlerdi.

Diger Kontrol Deneyleri •

Deney grubuna "doğru yanıt veren" bir kişi eklendiğinde, ço­ ğunluğa uyma oranı %5,5'e kadar düşmüştü. Bu noktada bir kontrol deneyi yapmayı düşünen Asch, "önce doğru yanıt ve­ ren, sonra da hemen ardından fikrini değiştirerek çoğunluğa uyum gösteren" bir sözde deneğin bulunduğu bir grupta ya­ nıtlann ne şekilde değişiklik göstereceğini test etmek istedi. Bu gözlemin yapıldığı deney gruplannda çoğunluğa uyma %28,5 oranına yükseldi.8

Asch 1955,

34.

Asch 1955, 34. Her ne kadar Asch bu yükselişin beklentilerinin tersi isti kametinde olduğunu ifade etmiş olsa da, denekierin fikrini değiştiren kişi nin kendilerinin göremedikleri ama ç