Büyük Bölünme: Eski Dünya ve Yeni Dünyada Tarih ve İnsan Dünyası [1 ed.]
 9786050209372

Table of contents :
Boş Sayfa

Citation preview

.(1.(1

.(1.(1

BUYUK .(1.(1

.(1.(1

BOLUNMJE

Peter Watson 1943'te doğdu, Durham, Londra ve Roma üniversitelerinde öğrenim gördü. Race Today'in kurucu editörüydü, New Society'nin yardıma editörlüğünü

yaph; Sunday Times, The Times, Observer, New York Times, Punch ve Spectator'da

yazdı. On üç kitap yazmış, sanat üzerine çok sayıda televizyon programı hazırlamış ve sunmuştur. 1998'den beri Cambridge Üniversitesi, McDonald Arkeoloji Araşhrmalan Enstitüsü'nde araşhrma görevlisidir. Kitaplarından bazıları: Wisdom and Strength: The Biography of a Renaissance Masterpiece

(1993), The Death of Hitler (1995), Nureyev (1994), From Manet to Manhattan: The Rise of the Modern Art Market (1992), The Caravaggio Conspiracy (1985), A Terrible Beauty: The People and Ideas That Shaped the Modern Mind (2001).

Şükrü Alpagut 1954 yılında Tokat'ta doğdu. İstanbul Üniversitesi Yabana Diller Eğitim Fakültesi İngilizce Bölümü' nden 1977'de mezun olduktan sonra öğretmenlik, çevirmenlik, çeşitli yayınevlerinde editörlük ve yayın yönetmenliği yaph. Başlıc� çevirilerinden bazıları şunlardır: İnsandaki Y ıkıcılığın Kökenleri (Erich Fromm), Saydam Şeyler (Vladimir Nabokov), Sınıftan Kaçış (Ellen Meiksins Wood).

44

44

BUYUK 44

44

BOLUNME Eski Dünya ve Yeni Dünyada Tarih ve insan Doğası

Peter Watson

İngilizceden çeviren: Şükrü Alpagut

Say Yayınlan

Tarih

Büyük Bölünme/ Peter Watson Özgün adı: The Greııt Divide © 2020 Peter Watson Türkçe yayın haklan AnatoliaLit Ajans aracılığıyla© Say Yayınlan Bu eserin tüm hakları saklıdır. Tanıtım amacıyla, kaynak göstermek şarbyla yapılan kısa alınblar hariç yayınevinden yazılı izin alınmaksızın alınb yapılamaz, hiçbir şekilde kopyalanamaz, çoğalblamaz ve yayımlanamaz. ISBN 978-605-02-0937-2 Sertifika no: 10962 İngilizceden çeviren: Şükrü Alpagut Yayın koordinatörü: Sinan Köseoğlu Editör: Furkan Akderin Baskı: Dörtel Matbaacılık Zafer mah. 147. Sk. 9-13A Esenyurt/ İstanbul Tel.: (0212) 565 11 66 Matbaa sertifika no: 40970 1.

baskı: Say Yayınlan, 2023

Say Yayınlan

Ankara Cad. 22/ 12 • TR-34110 Sirkeci-İstanbul Tel.: (0212) 512 21 58 • Faks: (0212) 512 50 80 www .sayyayincilik.com • e-posta: [email protected] www .facebook.com/ sayyayinlari • www .twitter.com / sayyayinlari www .instagram.com / sayyayinlari Genel dağıtım: Say Dağıtım Ltd. Şti. Ankara Cad. 22/ 4 • TR-341 10 Sirkeci-İstanbul Tel.: (0212) 528 17 54 • Faks: (0212) 512 50 80 intemet sabş: www.saykitap.com • e-posta: [email protected]

İÇİNDEKİLER Yazarın Notu: "Naziler kadar kötü" Aztekler Haritalar

.....................................

..................................................................................................

Giriş: MÖ 15.000

-

7

11

MS 1500

İnsanlık Tarihinde Benzersiz Bir Dönem .

.

. . ....... .......

..

..

. 21

.... . .. . .. . . ...

Birinci Kısım İLK AMERİKALILAR İLE ESKİ DÜNYA HALKLARI ARASINDA NASIL FARKLAR VARDIR?

1. Afrika'dan Alaska'ya: Genlerde, Dillerde ve Taşlarda Açığa Çıkan Büyük Yolculuk . . 2. Afrika'dan Alaska'ya: Efsanelerde, Dinlerde ve Kayalarda Açığa Çıkan Derin Zaman Felaketleri .. . . 3. Sibirya ve Şamanizmin Kaynaklan . 4. İnsansız Topraklara Giriş

...................................... ............ ...............

........... . ..... ................... .

.... ........................................

..............................................................

31 53 81 90

ikinci Kısım ESKİ VE YENİ DÜNYA'DA ooGA NE GİBİ FARKLILIKLAR GôsTERİR?

. 121 6. Köklere Karşı Tohumlar ve Evcilleştirilebilir Memelilerin Anormal Dağılımı 148 7. Babalık, Doğurganlık, Çiftçilik: "Düşüş" : ....................... 161 8. Saban, Kağnı, Süt Sağma ve Binicilik: Yeni Dünya' da Hiçbir Zaman Olmayan Dört Şey . 186 9. Felaketler ve Kurbanın (Yaşamsal Önemdeki) Kökeni 198 10. Uyuşturuculardan Alkole 216

5. Ateş Çemberleri ve Termal Trompetler

................... ................

........................................................................ .........

................................ .............

..........

...........................................................

5

11. Darı: İnsanları Oluşturan Şey . . . .. ... . . 12. Psikoaktif Yağmur Ormanı ve Halüsinojenlerin Anormal Dağılımı . . .. . .. . ... . .. . 13. Tütün, Koka ve Çikolata Evleri .................................................. 14. Yaban Yaşamı: Jaguar, 'Bizon ve Somon ........ ........... .............

................. ....... .

........... ....

.. .

.....

... ..

. ....... . .... .

...................................

232 247 270 285

Üçüncü Kısım ESKİ VE YENİ DÜNYA'DA İNSAN DoGASI NİÇİN FARKLI EVRİMLEŞTİ? 15. Eridu ve Aspero: Birbirinden On İki Bin Kilometre Uzaktaki tık Kentler . . .. . . ... . 16. Stepler, Savaş ve "Yeni Bir Antropolojik Tip" 17. Jaguarın Günü . 18. Eski Dünya' da Tektanrıcılığın Başlangıcı ve Kurban Olgusunun Sonu . . .. . . . 19. Demokrasinin, Alfabenin, Paranın Bulunuşu ve Yunanların Doğa Kavramı . . 20. Şaman Krallar, Dünya Ağaçları ve Görüm Yılanları 21. Kan Akıtma, İnsan Kurban Etme, Acı ve Potlaç 22. Manastırlar ve Mandarinler, Müslümanlar ve Moğollar 23. Tüylü Yılan, Beşinci Güneş ve Dört Suyu ..... .. .

............ ...... ......

311 . 335 367

...... ..................... ...................... ..

........... ................ ..................................................

. ........ ...

. 394

............. ................ .... ..................... .

.. . . ........ ............................................ ..............

............... ....... .......

.................................

433 458 494 528 553

Sonuç - Şaman ve Çoban: Büyük Bölünme .................................... 587 Ek 1: Yeni Dünyaya İlişkin (Sonu Gelmez) Tarhşma 613 Ek 2: Yüz Bin Akraba Grubundan Yüz Doksan Egemen Devlete: Kültürel Evrimde Bazı Örüntüler .. 640 ...................

...

Görsellerin Alındığı Kaynaklar Dizin

.........................................

. . . . .......................... .........................

.

669

....................................................................................................

671

6

YAZARIN NOTU "Naziler kadar kötü" Aztekler Londra'daki British Museum, 2009'da bazı çevrelerce hiç iyi karşı­ lanmayan "Moctezuma: Aztek Hükümdarı" konulu bir sergi düzen­ ledi. Eleştirmenler, hükümdarın adının, eski yazımı (Montezuma) 500 yıldan beri "yeterince kabul gördüğü" halde, Moctezuma ola­ rak değiştirilmesinden üzüntü duydular. Ama dahası, eleştirmenler, Aztek zanaatçılığının kalitesini kötü buldular, Londra'da popüler bir antika çarşısı olan Portobello Road'da rastlanan bric-a-brac'tan (kalitesiz ufak süs eşyalarından) daha iyi olmadığını belirttiler. Londra'da yayımlanan Evening Standard'm sanat eleştirmeninin saptadığına göre, Donatello ve Ghiberti'nin (yani, hemen hemen çağdaş olan Avrupalı sanatçıların) standartlarıyla kıyaslanınca, Aztek eserleri "hayli zayıf"tı, "Aztek dünyasının barbarlığı"nda "sanata yer yok"tu, maskların birçoğu "inanılmaz korkunç"tu, za­ lim bir kültürün ürkütücü ve grotesk fetişleriydi. Yine Londra' da yayımlanan Mail on Sunday gazetesi de aynı ölçüde açık sözlüydü. Britanya'nın en etkili 100 kişisinden biri olarak gösterilen yazar Phi­ lip Hensher, "British Museum Eserleri, 'İnsan Derisinden Yapılmış Nazi Abajurlan Kadar Kötü"' başlığını taşıyan bir makalede şöyle diyordu: "Eğer tarihte, Azteklerden daha iğrenç derecede insanlık dışı ve aşağılık bir toplum varsa, o toplum hakkında bilgi edinmek gerçekten umurumda değil." Bu eleştirmenin çıkardığı sonuca göre, Azteklerin ahlaki ve estetik çirkinliği yetmiyormuş gibi, "böylesine ezici bir insani kötülük duygusu yayan bir müze sergisi daha hayal etmek zordur". Bunlar sert sözcükler, ama Yeni Dünya'nın uygarlıklarına bak­ manın başka yollan da vardır. örneğin yakın tarihli iki kitapta, ya­ zarlar, antik Amerikalıların Eski Dünya'daki denklerinden üstün oldukları hususları vurguluyorlar. Gordon Brotherston, The Book of

the Fourth World (Dördüncü Dünyanın Kitabı) adlı eserinde, Mezo­ amerika takvimini, "Batı'nın ilk başta ulaşabildiğinden daha büyük kronometrik yetkinlik gerektiren" bir takvim olarak tanımlıyor. 7

BÜYÜK BÖLÜNME

Charles Mann, 1491: New Revelations of the Americas Before Kolomb (1491: Kolomb Öncesi Amerika'ya İlişkin Yeni Bulgular) adlı mü­ kemmel kitabında, 365 gün içeren Mezoamerika takviminin, Avru­ pa' daki çağdaşlarından daha doğru olduğuna işaret etmekle kal­ mıyor, Tiwanaku (antik Bolivya' da) nüfusunun, MS 1000' de, yani Paris'ten beş yüzyıl önce 115.000'e ulaşhğına, Wampanoag Kızılderili ailelerinin, İngiliz istilacıların ailelerinden daha sevecen olduğuna, Kızılderililerin, temas kurdukları İngilizlerden ya da Fransızlardan daha temiz olduklarına, Kızılderili makosenlerinin, çürük İngiliz botlarından "çok daha rahat ve su geçirmez" olduğuna, Aztek im­ paratorluğunun o zamanki Avrupa devletlerinin herhangi birinden daha büyük olduğuna ve Avrupa' da hiç yokken, Tenoktitlan' da bo­ tanik bahçelerinin bulunduğuna da işaret ediyordu. Belirli konulardaki böyle münferit kıyaslamalar, oldukça ilginç görünmesine karşın, uzun vadede herhangi bir anlam ifade edebilir ya da etmeyebilir. Ne de olsa, bahya doğru yelken açarak Ameri­ ka'yı "keşfeden"lerin, başkaları değil, Avrupalılar olduğu gerçeğin­ den kaçmanın bir yolu yoktur. Ama son otuz yıl boyunca, antik Yeni Dünya'nın bazı bakımlardan Eski Dünya'dan çok farklı olduğunu hakikaten doğrulayan pek çok bilginin biriktiği gerçeğinden kaçma­ nın da bir yolu yoktur. Bu farklılıkların en anlamlısı, örgütlü şiddet alanındadır. Bu ki­ tap için araşhrma yaparken, insan kurban edilmesi, yamyamlık ve diğer törensel şiddet biçimleri konusunda son otuz yılda yayımlan­ mış yirmi dokuz (her yıl için bir) kitaba rastladım. Örneğin, yeni binyıla girildikten sonra yayınlanan kitaplar şunlardır: The Tapho­ nomy of Cannibalism, 2000; Ritual Sacrifice in Ancient Peru, 2001; Vi­ ctims of Human Sacrifice in Multiple Tombs of the Ancient Maya, 2003; Cenotes, espacios sagrados y la prdctica del sacrificio humano en Yucatdn, 2004; Human Sacrifice, Militarism and Rulership, 2005; Human Sacrifice far Cosmic Order and Regeneration, 2005; Meanings of Human Compa­ nion Sacrifice in Classic Maya Society, 2006; Sacrificio, tratamiento ritu­ al del cuerpo humano en la Antigua sociedad maya, 2006; Procedures in Human Heart Extraction and Ritual Meaning, 2006; New Perspectives on Human Sacrifice and Ritual Body Treatment in Ancient Maya Society, 2007; The Taking and Displaying of Human Body Parts as Trophies by Amerindians, 2007; Bonds of Blood: Gender, Lifecycle and Sacrifice in Az­ tec Culture, 2008; Los Origines de Sacrificio Humano en Mesoamerica 8

YAZARIN NOTU

2008; Walled Settlements, Buffer Zones and Human Decapi­ tation in the Acari Valley, Peru, 2009; Blood and Beauty: Organised Vi­ Formativo,

olence in the Art and Archaeology of Mesoamerica and Central America,

2009. Mayaların ölü gömme teknikleri konusunda uzman olan Jane E. Buikstra, Maya ayinlerinde uygulanan şiddetle ilgili akademik yazıların sayısının, 1960' dan önce yılda yaklaşık iki iken, 1990'larda on dörde çıkhğını hesaplamışhr ve bu yayım hızı en azından 2010' a kadar sürmüştür. Üstelik, Kolomb öncesi Kuzey Amerika' daki ayin­ lerde uygulanan şiddetle ilgili araşhrmalar da artmışhr. New Orle­ ans'taki Tulane Üniversitesi'nde antropoloji profesörü olan John W. Verano'ya göre, her yıl önemli bir yeni keşif yapılmaktadır. Yine, araşhrmacıları en hayrete düşüren şey, şiddet düzeyinden çok, şid­ detin örgütlü niteliğidir, sergilenen acımasızlığın özgül biçimleridir ve bunun doğurduğu acı bakımından Yeni Dünya' daki tutumların ve uygulamaların farklılığıdır. İki yarım küre arasındaki görünüşte garip ama yine de önemli olan bu farklılıkların farkına varmam ve konunun bağlamını an­ lamlandırma isteği duymam, bu kitabı yazma fikrini doğurdu. İlk olarak, Londra'daki Weidenfeld & Nicolson yayınevinde editörüm olan Rebecca Wilson'la yaphğımız tarhşmalarda fikirlerim olgun­ laşh, ama daha sonra, W&N' de yayım yönetmeni olan Alan Sam­ son' ın gayretleri çok yararlı oldu. Aynca, bazıları taslağın tümünü ya da kimi kısımlarını okuyan ve yanlışları düzelip, metnin daha da geliştirilmesiyle ilgili öneriler getiren şu uzman akademisyen­ lere (arkeologlara, antropologlara, coğrafyacılara), yardımlarından dolayı teşekkür etmek isterim: Ash Amin, Anne Baring, lan Bames, Peter Bellwood, Brian Fagan, Susan Keech Mclntosh, Chris Scarre, Kathy Tubb, Tony Wilkinson ve Sijia Wang. Yine de yanlışlar ve atla­ malar olmuşsa, bunlarla ilgili tüm sorumluluğun bana ait olduğunu söylemeye bile gerek yoktur. Birkaç araşhrma kütüphanesinin görevlilerine de teşekkür et­ mek isterim: Cambridge Üniversitesi'nde Haddon Arkeoloji ve Ant­ ropoloji Kütüphanesi; Londra Üniversitesi'nde Arkeoloji Enstitüsü Kütüphanesi; Londra Kütüphanesi, St. James's Meydanı, Londra; yine Londra Üniversitesi'nde Doğu ve Afrika İncelemeleri Okulu Kütüphanesi. Zaman zaman, "Eski Dünya" / "Yeni Dünya" terimlerini yinele­ mek yerine, sözcük değişikliği yaparak, "bah" / "doğu" yarım küre 9

BÜYÜK BÖLÜNME

ya da "Amerika"/"Avrasya" ifadelerini kullandım. Bu kullanım yalnızca ifade çeşitliliği (ve ara sıra, kesin doğruluk) sağlamak için­ dir ve hiçbir ideolojik ima içermez. Bu kitap, Eski Dünya ve Yeni Dünya halkları arasındaki farklı­ lık üzerinde yoğunlaşıyor. Bu, Avrupalıların gelişinden önce her iki yarım kürede var olan uygarlıklar arasında bazı benzerliklerin de bulunduğunu yadsımak değildir. Gerçekte, bu benzerlikleri araş­ hrmak, şimdiye kadar arkeologların ana ilgi alanı olmuştur. Bu benzerlikleri keşfetmek isteyen okurlar, "Ek 2: Yüz Bin Akraba Gru­ bundan Yüz Doksan Egemen Devlete: Kültürel Evrimde Bazı Örün­ tüler" başlıklı bölüme bakabilirler.

10

Harita 1. İnsan

göçü, MÖ 125.000-15.000 arası

11

t e

1 c:

.. :ı:: J:j

..

Harita 2.



.. u

Jı j �

?.

"

� �

:ı::

� i!



i

Dil� �

"



i � [ 1 i .§ li �� l :ı::

i 1

' 1

i

(!)

1

Eski Dünya' daki büyük antik uygarlıkların yayılma alanlan.

12

: 1 MS 1500 öncesinde sabanın, tekerlekli taşıtların ve önemli besin ürünlerinin doğal dağılımı. Yumruların ve köklerin yayılımı ile tahılların yayılımı arasındaki örtüşmenin en az düzeyde olduğuna dikkat edin. Harita 3.

13

.. �··ıp•

::ı:: 111

::ı. 111



2' ID

!?,

..... .ı::-

� g. 5·. ...

ı:ı,.

ID

� 2. �5- ğ_ g. �

o;9' O" ,.... ID

§ :::!. ı:::. .

....

ı:ı.. o OQ< e. < ID

:ıo;ı:: : .....

e;



-- Yer ve gOk mitlerinin aynht}ının yayılması GllnOmQzden yaklaşık 5500-1000 yıl Oncesinden itibaren denizcilik teknofojisinin k6keni ve yayılımı - G-OnOmQzden 5500-5000 yıl Oncesi

- G-OnOmQzden 4500-4000 yıl Oncesi

- 3000 yıl öncesinden SOOl'8SI

ı :mı

Bozkırlar

Megalitlerin d&Oılımı

� IIlDII Geçiş �

LOskor-.ı bölgesi

AUantik megalitleri

o O

4000km 3QOOmH

::ı:: r:ıı

::ı. '"O S' ııı � fil

ı-?



!?

�·c:ıo

�� � ..... .... � ııı

'
jik atanlar

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11

Anangula

Ugashik

Trail Creek Onion Portage Gallagher Flint Statlon Dry Creek Fairbanks Tangle lakes Healy Lake Bluefish Caves OldCrow o O

4(}()()km f 3000mf

Harita 6. Dünyadaki belli başlı dil ailelerinin dağılımı.

16

Harita 7.

Pasifik kıyısının ve Güney Asya'nın metin içinde anlatılan doğal özellikleri.

17



"' �·�

..

Çarpışma sının, Oçgen� baskın �akayı gösterir ·

Yayılma sının

iF



!lO

ro3

§o.'

'


...... 00

� e.

o

:ı;"

� �!!. [�

' Pasifik Levhası

il>

o.

rii

t�

o.



� §:

'ni ::ı

1900'den itibaren önemli deprem aktiviteleri

Harita 9. Ortalama bir yıl süresince kasırgaların ulaşabildiği azami

rüzgar hızı

(mil/ saat cinsinden)

19

.

.

..

·.

;; ı

Harita 10. Otuz yıllık bir dönemde tropikal siklonların çıkış noktalan.

20

GİRİŞ MÖ 15�000



MS 1500

İnsanlık Tarihinde Benzersiz Bir Dönem 11 Ekim 1492 Perşembe, gün batımından hemen sonra, Santa Mar(a adlı gemisiyle yol alan Kristof Kolomb, Kanarya Adaları'nın yakla­ şık 896 lig ya da kabaca 3.000 mil (seyir defterine kaydettiği kendi hesaplarına göre) batısındaydı ve Cipangu'ya, yani Japonya'ya var­ mak üzere olduğunu düşünüyordu. Eşlik eden iki gemiden biri olan Niiia'nın (diğeri Pinta'ydı) kuyruk dümeni, bazı şüphecilere göre, mürettebat içinde, bilinmeyene doğru yol almak istemeyen bazıla­ rının düzenledikleri sabotaj nedeniyle iki kez koparak gecikmele­ re neden olmasına karşın, yolculuk o güne kadar zor geçmemişti. Ek olarak, Kolomb'un her gün alınan mesafeyi hesaplaması ama adamlarına daha küçük bir sayı vermesi de İspanya'yla aralarındaki uzaklığı gerçek uzaklıktan daha az gibi göstermeyi gerekli bulma­ sına bağlanmıştır. Bu "hile" günümüzde genellikle göz ardı edilir: Orta Çağ' a özgü bir uzunluk birimi olan lig, bir geminin bir saatte alabildiği yolu (söz gelişi, 7 ila 12 mil) ifade ediyordu ve İtalya' da kullanılan lig (Kolomb, Cenovalıydı), İspanya' dakinden küçüktü. İspanyol ligi cinsinden verilen sayılar, Kolomb'un adamlarına, İtal­ yan ligi cinsinden verilenlere göre daha büyük gelirdi. Yine de Kolomb, karaya ulaşmak için can atıyordu. Çıktığı keşif yolculuğu, bazı günlerde çok rüzgar olmadan geçmiş ve bu nedenle a�amlar, öyle koşullarda, bir gün evlerine dönüp dönemeyecekleri şüphesine düşmüşlerdi. Kolomb'un seyir defterinin 16 Eylül Pazar gibi erken tarihli (yak­ laşık bir ay önceki) bir sayfasında, karaya yakın olduklarına ilişkin işaretler hakkında hevesli yorumlar yer alıyordu. O gün, "karadan çok yeni kopmuş olan (onlara öyle görünüyordu) koyu yeşil deniz yosunları"yla karşılaştılar.1 Günler geçtikçe çok daha fazla yosun 1

B.W. Ife, yayımcı ve çevirmen, Christopher Columbus: Journal of the First Voyage: 1492, Warminster: Arts & Phillips, 1990, s. 13. 21

BÜ YÜK BÖLÜ NME

gördüler. Başka zamanlarda, deniz yosunlan daha az tuzlu gibiy­ di, sanki büyük bir tatlı su nehrinin ağzına yaklaşmakta olduklarını gösteriyordu; bahya doğru (sanki karaya doğru) uçan büyük kuş sürüleri gördüler, arh olarak da /1geceleyin karada tüneyen ve sa­ bahleyin yiyecek aramak için açık denize doğru kanat çırpan ama 20 ligden [150 ila 200 milden] daha uzağa gitmeyen" sümsük kuşlarına ve deniz kırlangıçlarına rastladılar. Kimi zamanlarda ise ördekler dahil, nehir kuşu sandıklan kuşlar gördüler; ya da "kesinlikle kara­ nın bir işareti olan rüzg§.rsız çisenti" gibi bir şey yağdı.2 Daha küçük olan diğer iki gemi, Kolumb'un kendi gemisinden daha hızlıydı ve gün içinde sıklıkla birbirlerinden ayrılıyorlardı. (İspanya hüküm­ darları, Femando ve İsabel, karayı ilk saptayan adama ömür boyu aylık bağlamayı vaat ermişlerdi.) Ama üç gemiye, gün doğumun­ da ve gün bahmında bir araya gelmeleri talimah verildi, "çünkü o vakitlerde atmosfer, en uzağı görebilmelerine olanak veriyordu".3 Aslında, daha önce iki kez kara 11saptanmış"h, ama ikisinin de göz aldanması olduğu anlaşıldı. Ne var ki, 11 Ekim'de Pinta'nın mürettebah, bir kamışla ve ince bir dalla karşılaşh; /1görünüşe göre, demirle işlenmiş başka bir sopa, karada yetişen bir parça kamış ile başka bitkiler ve küçük bir kalas" görerek denizden çıkardı.4 O gün güneş batarken yelken açhlar ve akşam saat 10 suların­ da Kolomb bir ışık gördüğünü iddia etti. Babası ikinci seferinde Kolomb'la birlikte yolculuk yapmış olan duygudaş tarihçi Barto­ lome de las Casas'a göre, kral ile kraliçenin müfettiş olarak görev­ lendirdikleri Rodrigo Sanches de Segovia, Kolomb'un bu kanısına kahlmadı, ama mürettebahn diğer üyeleri onunla aynı kanıdaydı. Uzmanların daha sonraki hesaplamalarına göre, Kolomb gerçekten bir ışık gördüyse, bu bir tür yangın ama çok büyük bir yangın olma­ lıydı, çünkü bugün bildiğimiz gibi, Santa Mar(a o sırada karadan 50 mil kadar uzaktaydı. Aslında, karanın tarhşma götürmez şekilde ilk kez görülmesi, ertesi sabah saat 2' de, 12 Ekim Cuma günü- karanlıkta gerçekleşti; Kolomb'un Seyir Defteri'nin özetini çıkaran Las Casas'ın dediğine göre, karayı ilk gören kişi, Rodrigo de Triana adlı denizciydi. Ama 2 3 4

Ife, anılan yapıt, s. 15. A.g.y., s. 25. A.g.y., s. 27. 22

GİRİŞ: MÖ 15.000 - MS 1500

mürettebat listesinde bu isme rastlanmadığı için, uzmanlar, o kişi­ nin, Molinos şehrinden Juan Rodrfguez Bermejo olması gerektiği sonucuna vardılar.5 Kara, yaklaşık 2 lig, yani 15 ila 20 mil uzaktaydı. Kolomb, adamlarına, o gece "işe koyulma"larını, yelkenlerden bazılarını indirerek gün doğumunu beklemelerini emretti. Ertesi sa­ bah, üç geminin kaptanları (Kolomb, Martin Alonso Pinz6n ve kar­ deşi Vicente Yanez), müfettişin eşliğinde küçük bir silahlı sandalla kıyıya çıkblar; Kolomb'un, İspanya Kralı ve Kraliçesi adına adayı sahiplenmesine hep birlikte tanıklık ettiler (adaya San Salvador adı verildi). Ama çok geçmeden, birçok adalı çevrede toplandı. Kolomb, o gece seyir defterine şöyle yazdı: "Bunların, zorla değil, kibarlıkla daha kolay kazanılabilecek ve kutsal inancımıza döndürülebile­ cek bir halk olduğunu anlayabildiğim için, gönüllerini kazanmak amacıyla, onlardan bazılarına kırmızı şapkalar ve cam boncuklar verdim, bunları hemen boyunlarına takblar, pek değerli olmayan birçok başka şey de verdim, çok sevindiler ve öylesine dost canlısı oldular ki, bunu görmek harikaydı. Daha sonra yüzerek, bulundu­ ğumuz gemi sandallarına geldiler, papağanlar, pamuklu ip yumak­ ları, mızraklar ve başka birçok şey getirdiler, onlara verdiğimiz cam boncuklar, küçük çanlar gibi başka şeylerle bunları takas ettiler. As­ lında, ellerindeki her şeyi iyi niyetle verip aldılar, ama bana öyle gel­ di ki, bunlar her bakımdan çok yoksul bir halklı. Kadınlar bile, ana­ larından doğdukları gibi çıplak geziyorlardı, gerçi yalnızca bir kız gördüm ve çok gençti." Kolomb, (bugün Taino'lar olarak bilinen) halkı dış görünüşleriyle betimledikten ve vücutlarını nasıl boyadık­ larını anlatbktan sonra, yazısını şöyle sürdürdü: "Silah taşımıyorlar ve silah nedir bilmiyorlar, çünkü onlara birkaç kılıç gösterdiğimde, cahilliklerinden kılıcı keskin ağzından tuttular ve kendilerini yara­ dıl�r. Bu halkta demir yok: Mızrakları, sivri metal ucu olmayan so­ palardan ibaret ve bazılarının ucunda balık dişi var." Bu tarih

(12 Ekim 1492) ve İspanyol Krallığının emrinde hareket

eden bir İtalyan ile bugün Kuzey Amerika'dan Güney Amerika'ya, Venezuela'daki Orinoco Nehri yakınına kadar yayıldığı bilinen bir halk arasındaki bu karşılaşma, dünya tarihinde neredeyse bir eşi daha görülmemiş bir olaydır: Eski Dünya ile Yeni Dünya arasında­ ki ilk buluşmadır. Yine de Kolomb'un Seyir Defteri, özellikle de bu 5

A.g.y., s. 246 n. 23

BÜYÜK BÖLÜNME

bölümü, görece yavan bir belgedir ve hatta İspanyolcanın onun ilk dili (ya da ikinci dili bile) olmadığı gerçeğini doğrular, bunun ne­ denini anlamak da zor değildir. Kolomb'un kendisi, keşfettiği şeyin ne olduğu ya da ne önem taşıdığı konusunda gerçekten fikir sahibi değildi. O ada neresiydi ya da şimdi neresidir, bugün bile kesin şe­ kilde bilmiyor olmamız, bunu gösteriyor. Biliyoruz ki, orası, bugün Bahamalar ya da Bahama Adaları denilen bölgedeydi ve biliyoruz ki, Bahamalar'ın asıl adı, Lucaya'lardı. Yine biliyoruz ki, o belirli adanın asıl adı, Guanahani'ydi, ama bildiklerimiz bu kadar. Baha­ malar'daki birçok ada ile Turks ve Caicos ada grubu, Kolomb'un betimlemesine uyuyor ve toplam dokuz kadar yer önerilmiştir. Mo­ dem akademisyenlere göre, en yüksek olasılık, Watling Adası ya da Samana Cay' dir. Kolomb ve mürettebah, karaya ayak basınca rahatladılar, bunun başta gelen nedeni de taze suya kavuşmalarıydı. Ama Kolomb er­ tesi gün, 14 Ekim Pazar günü, çabucak yola devam etti. O zaman­ lar gemi kaptanlarının seyir defteri tutmaları yasal bir zorunluluk değildi (bu ancak 1575'te zorunlu oldu), bu nedenle, Kolomb'un kaleminden bir şeyler kaldığı için belki de şanslıyız. Ama amiralin üslubu tekrarcı, gözlemleri çok geneldir ve Barry Ife'nin işaret ettiği gibi, sanki onun birinci amacı her şeyde bir aşinalık bulmak gibi görünüyordu: Keşfettiği topraklarda yeni ve egzotik olan şeyleri tanımlamaktan çok (gerçi daha sonra öyle yaph), buraları Sevilla ya da Endülüs'teki ırmaklarla ve yüzey şekilleriyle kıyaslıyordu. "Adaların doğal güzelliğine Kolomb'un verdiği tepki, hiç kuşku­ suz içten, ama aynı zamanda da stratejiktir. Her bir ada, o zamana kadar gözlerin gördüğü en güzel yerdir. Ağaçlar yeşil, düzgün ve uzundur, mis gibi kokar ve şakıyan kuşlarla doludur. Irmaklar de­ rin, koylar geniştir, Hristiyanlığın tüm gemilerine barınak sağlaya­ cak kadar geniş . . . Kolomb'un anlathkları, gördüğü şeylerden çok, bunları görürken kapıldığı merak duygusudur."6 Bu nedenle, Atlantik'in öte yakasında bulduklarıyla ilgili ya­ şadığı düş kırıklığı duygusu Kolomb'un anlahmında saklı olarak vardır. Bu durum, onun başarısından çıkar sağlayan ya da mağdur olan bizlere garip gelebilir, ama Kolomb'un düş kırıklığı, yaşamının sonuna kadar savunduğu çok iyi bilinen şu kanıyla elbette bağlanh­ lıdır: "O, bulmak için yola çıkhğı 'Hint Adaları'na ulaşmışh. Cipan6

A.g.y., s. xxi. 24

CİRİŞ: MÖ 15.000

-

MS l500

gu'ya (Japonya'ya) yakın adalara ve Cathay (Çin) anakarasına ayak basmışh."7 Bu ısrar, Kolomb'un, bilerek ya da bilmeyerek tarihsel güçlerin her türlüsünü temsil ettiğini gösteriyor. Birincisi, onun yolculukları, denizcilik alanında yüzlerce yıl önce başlamış olan görkemli zafer­ ler silsilesinin doruğuydu. Bu yolculuklardan bazıları, Kolomb'un­ kinden çok daha uzun sürdü ve bir o kadar da tehlikeliydi. Toplu olarak bunlar, bazı bakımlardan, insan oğlunu ayırt eden en şaşırhcı özelliği temsil ediyordu: Entelektüel merak. Orta Çağ'da insanın bilinmeyeni öğrenmeye yönelik girişimleri, uzay yolculuğu hariç, bizim için paylaşılması düpedüz olanaksız şeylerdir ve bu nedenle, bizi Kolomb'un zamanından esaslı bir şekilde ayırır. Ama Kolomb'un karaya ayak basması şatafatsız olmakla birlik­ te, dünyanın bugün bildiği gibi, en sonunda Atlantikaşın bir koşuş­ turmanın, yani hem göz alıcı hem de yıkıcı çok önemli sonuçlar do­ ğurarak bir ölçüde hala süren ve dünyamızın şeklini sonsuza kadar değiştiren bir dalganın kıvılcımını çakh. Bununla birlikte, yol açhğı başka sonuçlar ne olursa olsun, Kolomb'un keşfinin, tarihte belirli bir aşamanın sonuna (ya da sonunun başlangıcına) da işaret ettiği, bazı öğrenim alanlarındaki buluşlar sayesinde ancak yakın yıllarda takdir edilen (tam olarak ancak anlaşılabilen) bir dizi benzersiz du­ ruma da işaret ettiği her zaman fark edilmez. Tarihte o eşsiz dönem, çok kabaca söylenirse, 16.000 yılı aşkın süre önce başlamışh.

Tarihteki En Büyük Doğal Deney Kolomb'un San Salvador'a ayak basmasına kadar, antik halkların Amerika kıtasına girdikleri yaklaşık MÖ 15.000 yılından, yuvarlak sayılarla söylersek, MS 1500 yılına kadar, birisi Yeni Dünya'da ve diğen Eski Dünya'da olmak üzere, yeryüzünde birbirinden haber­ siz olan, bütünüyle ayrı iki nüfus vardı. Tarihin bu dönemi, daha önce hiçbir zaman kendi başına bir çağ sayılmamışh, ama bir an düşü­ nülünce, bunun alışılmadık ve sorgulanmaya değer bir şey olduğu görülecektir. Bu ayn nüfuslar, farklı çevrelerle, farklı hava koşullarıyla, farklı yeryüzü şekilleriyle, farklı bitkilerle, farklı hayvanlarla karşı karşıya 7

A.g. y., s. xxiv. 25

BÜYÜK BÖLÜNME

kaldı. Göstereceğimiz gibi, iki yarım kürede doğa çok farklıydı. On alh bin yılı aşkın süreyle (600 ila 800 arası kuşak boyunca), ilk başta birbirine çok benzeyen bu iki nüfus, çevrelerine uyum sağladı, ha­ yatta kalmak için farklı stratejiler, farklı gelenekler, farklı diller, fark­ lı dinler, en sonunda da farklı uygarlıklar geliştirdi. Tüm bu zaman boyunca dünya benzersiz (daha önce görülmemiş) şekilde bölün­ müştü, ama Kolomb Guanahanf'ye ayak bashğı zaman, bu nedenle ve bilmeden, bu benzersiz paralel gelişmeyi nihayet sona erdiren bir süreci başlath. Büyük Bölünme'nin amacı işte budur: O paralel gelişmeyi canlan­ dırmak ve yeniden yaratmak, irdelemek ve araşhrmak, Eski Dünya halklarıyla Yeni Dünya halkları arasındaki benzerlikleri gözlemle­ mek ve farklılıkları karşılaşhrmak, zıtlıkların ve kıyaslamaların bizi nereye götürdüğünü görmek. Bu iki nüfusun paralel gelişmesi, bir anlamda, dünyanın tanık olduğu en büyük doğal deneydi. Elbette laboratuvar deneyi anla­ mında, dört başı mamur bir deney değildi, yine de karşılaşhrma açısından büyüleyici bir deney, doğayla insanın nasıl etkileşime gir­ diğini görmek, kendimizi kendimize açıklamak için bulunmaz bir fırsatlı. İncelenen bölgeler (koskoca yanın küreler), okyanuslarla birlik­ te, dünyanın en büyük oluşumlarıdır ve bazı safçılar (püristler), bu karşılaşhrmanın, anlamlı bir sonuç vermeyecek kadar çok değişken içerdiği kuşkusuna kapılabilirler. Ama bence, elimizdeki kanıtlar, iki yanın kürede uygarlığın izlediği belirgin ölçüde farklı yörünge­ leri açıklamak (aynı zamanda da tanımlamak) üzere, Eski Dünya ile Yeni Dünya arasındaki önemli ve uzun erimli farklılıklar hakkında çok verimli birtakım sonuçlar çıkarmamıza olanak verecek kadar boldur. Tamamen anlaşılabilir nedenlerle, arkeologlar ve antropologlar, genelde dünya üzerindeki farklı uygarlıkların benzerliklerine dikkat etmişler, böyle paralelliklerin, Buzul Çağı'nın bitiminden beri, son 10.000 yıl boyunca, insan doğasına, insan toplumuna ve insanlığın gelişme biçimine ilişkin esaslan başka her şeyden daha iyi açığa çı­ karacağı görüşünü paylaşmışlardır. Bu kitap, böyle paralelliklerin varlığını ya da önemini inkar etmemekle birlikte, bunun tersi bir yaklaşımı benimseyerek, iki yanın küre arasındaki farklılıklara odak­ lanıyor, çünkü bunların da bir o kadar, hatta daha çok öğretici ol26

GİRİŞ: MÖ 15.000

-

MS 1500

duğunu ve nispeten ihmal edildiğini düşünüyorum. Bu farklılıklar, nihayetinde insan olmanın ne anlam taşıdığına önemli bir ek ışık da tutuyor. Kitap üç kısımdan oluşuyor. Birinci Kısım, ilk Amerikalıların Yeni Dünya'ya nasıl ulaştıklarını, çıktı.klan yolculukta neyin özel olduğunu, edindikleri deneyimlerin, Avrasya'da bıraktı.klan halk­ lardan anlan nasıl ayırdığını anlatıyor. İkinci Kısım, iki yarım kü­ reyi (coğrafya, iklim, bitki örtüsü, hayvanlar açısından) önceleri (ve şimdi) farklı kılan önemli ve sistematik yönleri ve bu farklı unsurlar arasındaki etkileşimi anlatıyor. Doğa gibi temel bir şeyin iki yarım küre arasında böylesine büyük farklılık gösterdiğini ortaya koyan bu kısım, bazı bakımlardan kitabın en şaşırtıo kısmıdır. Her iki ya­ rım küredeki insanların büyük (ama bazı bakımlardan çok farklı) uygarlıklar kurarlarken izledikleri yörüngelere tanıklık ettiğimiz Üçüncü Kısım bir anlatıdır, aslında birbiri çevresinde iç içe örülmüş iki anlatıdır. Geniş bir ifadeyle, Büyük Bölünme'nin amao, eski halkların üze­ rinde yaşadıkları fiziksel dünyanın (yüzey şekillerinin, bitki örtüsü­ nün, insan dışı hayvan yaşamının, artı olarak iklimle, enlemle, kara ve deniz arasındaki ilişkiyle alakalı başat özelliklerin), insanların ideolojisini, inançlarını, dinsel uygulamalarını, toplumsal yapılarını, ticari ve sınai faaliyetlerini belirlediğini, sırası geldiğinde ise ideolo­ jinin, bir kez ortaya çıkıp içsel tutarlılığa ulaşınca, insanlar ile çevre arasındaki başkaca ayırt edici özellikleri belirlediğini göstermektir. Sosyobiyologların ve genetikçilerin dedikleri gibi, tek bir insan do­ ğasının bulunduğu doğru olabilir. Ama dünya çapındaki çok farklı çevreler, insan doğası hakkında eski insanların sahip olduk.lan birta­ kım çok farklıfikirleri doğurmuştur. Bu ise, elinizdeki kitabın göster­ mek istediği gibi, birçok bakımdan daha önemliydi. öykümüz, her bir yarım kürenin, çok farklı iki olguya bağımlı ol­ duğunu ve o olgularca belirlendiğini gösterecektir. Eski Dünya'nın ·

çok geniş bölgeleri, Asya musonunun, yani Doğu Akdeniz'den Çin'e kadar uzanan, dünya çiftçilerinin üçte ikisini destekleyen ve araştıracağımız nedenlerle, son 8. 000 yıldan beri gücünü gitgide yi­ tirmekte olan mevsimsel yağışlı dönemin etki alanına girer. Bunun anlamı, Eski Dünya'da dinin öncelikle ağırlık verdiği şeyin üret­ kenlik olduğudur. İkincisi, evcilleştirilmiş memelilerin varlığı, Eski Dünya'da antik tarihin seyrini, özellikle de toplumlararası rekabetin 27

BÜYÜK BÖLÜNME

ve savaşın niteliğini ve kapsamım her yönden etkileyen bir başka faktördü. Buna karşılık, Yeni Dünya'yı ağırlıklı olarak etkileyen faktörler, aşın (şiddetli) hava koşulları ve halüsinojen (sanrılaba) bitkilerin çok daha yaygın bulunabilirliği, çeşitliliği ve bolluğuydu. Bu faktörler bir araya gelince, Amerika kıtasında dinin, ideolojinin, çok daha canlı, yoğun ve geleceğe dönük (apokaliptik) bir nitelik kazanmasıyla sonuçlandı. Büyük Bölünme, ilk bakışta çok farklı gibi görünebilen bilim dal­ larının, yani evrenbilim (kozmoloji) ile iklimbilimin, jeoloji ile pa­ leontolojinin, mitoloji ile bitkibilimin, arkeoloji ile volkanolojinin (yanardağbilimin) oldukça iddialı bir sentezini yapmaya girişiyor. Ayrıca, modem akademik çalışma alanında İkinci Dünya Sava­ şı'ndan beri gerçekleşen büyük ablımlann birinden, yani dört ana Mezoamerikan uygarlığının (Aztek, Mikstek, Zapotek ve Maya uygarlıklarının) yeni çözümlenip anlaşılan yazılarından da yarar­ lanıyor. Fetih sırasında İspanyol alevlerinden Mayalara ait yalnızca dört kitap kurtulmuş olmasına karşın, İspanyol din adamlarınca ve Yerli Amerikalılarca ortak üretilen başka kitaplar ya da elyazmaları (kodeksler) ve dikilitaşlara, sunaklara, taş merdiven basamaklarına, başka anıtlara ve heykellere kazınmış sayısız yazı, Yeni Dünya'da Kolomb öncesi yaşama ilişkin bilgilerin ve anlayışların son otuz yıl­ da ortaya çıkardığı muazzam bir patlama olarak kendini gösteriyor. Büyük Bölünme, bu yakın tarihli akademik çalışmalardan yarar­ lanarak, iki yarım kürenin antik tarihleri arasında sistemli bir kar­ şılaşbrma yapıyor ve böylelikle, Avrasya ile Amerika arasında ol­ duğu gibi, çok farklı yörüngelerin izlendiğini göreceğiz. Bu farklı rotalara rağmen, her iki yarım küre, benzer özellikler geliştirmiştir, ama bizi burada, bu kitapta ilgilendiren konu, farklılıklardır. Tıpkı benzerlikler gibi, bunlar da insan doğası hakkında bize pek çok (bel­ ki daha fazla) şey anlabr. Bu yörüngeleri birlikte irdelerken, salt nelerin olup bittiğini (uy­ garlıkların ne zaman ve nerede birbirinden uzaklaşmaya başladığı­ m) değil, niçin öyle olduğunu da göreceğiz.

28

BİRİNCİ KISIM İLK AMERİKALILAR İLE ESKİ DÜNYA HALKLARI ARASINDA NASIL F ARKLAR VARDIR?

14 AFRİKA'DAN ALASKA'YA: GJENLJERDJE, DİLLJERDJE VJE TAŞLARDA AÇIGA ÇIKAN BÜYÜK YOLCULUK

Yeni Dünya' daki gelişmeleri Eski Dünya' dakilerle karşılaşbrmak için giriştiğimiz "deney"in olabildiğince büyük anlam ifade etme­ sini istiyorsak, iki yarım küredeki halkların ilk başta birbirlerine ne kadar benzedikleri konusunda zihinlerimizin olabildiğince net ol­ ması gerekir. Ya da bunu yapamıyorsak, nasıl ve ne ölçüde farklı olduklarını bilmemiz gerekir. Açıkçası, bu kolay bir iş değildir (en az 15. 000 yıl önceki ve bu bölüm ile izleyen bölümün içerdiği veri­ lerin çoğunda ondan bile çok daha önceki bir zamandan söz ediyo­ ruz). Ama bu zaman derinliği dudak uçuklabcı olmasına ve (bilgiye dayansa bile, pek çok şey yorumdan ibaret olduğu için) her zaman temkinli olmamızı gerektiren türden verileri ele almamıza karşın, b� bizi yıldırmamalıdır. Böyle sorulara yanıt vermek birkaç yıl önce olanaksızdı, ama şimdi biyoloji (özellikle genetik), jeoloji, kozmolo­ ji, klimatoloji (iklimbilim), dilbilim ve mitoloji alanlarındaki geliş­ meler sayesinde, derin tarihimizi, daha önce hiç olmadığı kadar iyi anlıyoruz. Çıkarabildiğimiz sonuçlar, her ne kadar deneme niteliğin­ de olsa da, harcanan çabaya değer.

31

B Ü Y Ü K BÖL Ü N M E

Afrika'dan Çıkış ONA, genler, özellikle de mitokondriyal ONA (normalde mtDNA olarak yazılan bu öğe anneden gelir) ve Y kromozomu (erkek cinsi­ yeti belirler) keşfedildiği ve ONA'nın mutasyon hızı bilindiği için, hem şimdi hem de geçmişteki çeşitli zamanlarda kimin kimle akra­ ba olduğunu saptamak (dünyanın her yanındaki modem halkların karşılaşhrmalı ONA analiziyle) mümkün olmuştur:ı Bir uzmanın belirttiği gibi, gerçekte mtONA, "anne tarafından tarihöncemizin toplam tarihi"ni bize verirken, Y kromozomu, baba tarafından tari­ himiz için aynısını yapar. Bizim amaçlarımız bakımından, bu teorik tablodaki (çoğu hala arkeolojik olarak doğrulanmayı bekleyen) te­ mel unsurlar şunlardır:

*

1

Burada mtDNA ve Y kromozomu araşhrmalannın ayrınhlarına girmeyece­ ğiz. Bu araşhrmalar oldukça iyi bilinmektedir ve erişilebilecek açıklamalar birçok kaynakta verilmiştir; örneğin, Notlar'da bkz. Oppenheimer (1998), Wade (2007) ve Wells (2007). Mutasyon hızlan, türe ve cinsiyete göre deği­ şir (bazı incelemelerin gösterdiği gibi, erkekler kadınlardan dört kat daha hızlı mutasyon geçirirler). Yirmi yaş kuşaklarının her 33'ünde bir mutasyon olması, evrim açısından anlamlıdır. Her 200 mutasyondan -190'ı nötr, -5'i ölümcül ve -l'i yararlıdır. İnsan göçü oranlarının büyüklük derecesi, her bir milyon yılda (çift sarmalı oluşturan, bir hidrojen bağıyla bağlı nükleo­ tidlerin) her baz çifti başına 0.12 ila 0.57 arasındadır, ama 20.000-15.000 yıl öncesinden beri, yaşam örüntülerinde demografik bir değişiklik meydana gelince, erken dönem halklar, nüfus büyüklüğünde dalgalanmalara maruz kalabilen ve genetik çeşitlilikte hkanmalara yol açabilen küçük, hareketli, avcı-toplayıa gruplar halinde yaşamayı bırakınca, bu oranın düştüğünü gösteren kanıtlar vardır. S. J. Armitage ve ark., '"Afrika' dan Çıkış'ın Güney Rotası: Arabistan' da Mo­ dem İnsanların Erkenden Yayıldıklarına İlişkin Kanıtlar", Science, C. 331, s. 453-456, 28 Ocak 2011; Michael D. Petraglia, "Arkeoloji: Afrika Çapında Çı­ ğır Açanlar", Nature, C. 470, s. 50-51, 3 Şubat, 2011; Brenna M. Henn ve ark., "İnsan Mitokondriyal DNA'sı Mutasyon Hızı Tahınininin Zamana Bağımlı­ lığının Tanımlanması", Molecular Biology and Evolution, C. 26, Sayı 1, s. 217230, 2008; Geoff Bailey, "Kıyılardan Dünyanın Tarih Öncesi: İnsan Evrimin­ de Sahil Şeritlerinin Rolü", Journal of Interdisciplinary Studies in History and Archaeology, C. 1, No. 1 (Yaz 2004), s. 39-50. P. M. Masters ve N. C. Flemming (haz.), Quaternary Coastlines and Marine Archaeology: Towards the Prehistory of Landbridges and Continental Shelves, Londra ve New York: Academic Press, 1983, çeşitli yerlerde. 32

1.

• •



AFIÜKA'DAN ALASKA'Y A: GENLERDE, DİLLERDE VE TAŞLARDA AÇICA ÇIKAN BÜYÜK YOLCULUK

Modem insanlar, yaklaşık 150.000 yıl önce Afrika' da evrimleşti. Belki 125.000 yıl öncesi gibi erken bir zamanda, bir grup insan, büyük olasılıkla Kızıldeniz'in güney ucundaki Babülmendep Boğazı'nı geçerek Afrika'dan ayrıldı (o zamanlar bu denizin düzeyi, bugünkünden 70 metre kadar düşüktü) ve Güney Arap Yarımadası boyunca yol aldı; o zamanlar bu bölge şimdikinden çok daha nemliydi, göller ve ırmaklar vardı. Hiç insan kalıntısı bulunmamıştır, ama Hürmüz Boğazı yakınında taşa oyulmuş bir barınak olan Jebel Faya' daki kazıda, neredeyse aynı dönemde Afrika' da Hama sapiens tarafından üretilmiş olanlara benzeyen ilkel taş aletler ortaya çıkarılmıştır. Dünya yüzeyinde bugün yaşayan bireylere ilişkin genetik kanıtlar, Afrikalı olmayan tüm insanların, Arap Yarımadası'nı aşmış olması gereken bir tek kü­ çük grubun soyundan geldiğini gösteriyor. Çok kurak dönem­ lerde Jebel Faya nüfusu, yüzlerce, hatta binlerce yıl yalıtılmış durumda kalmış ve sonra, bugün Körfez'in altına gömülmüş nehir yatakları boyunca doğuya doğru harekete geçmiş olabilir. Böylelikle, bölgenin içlerindeki kurak çöllerden kaçınarak, en sonunda İran ve Pakistan kıyılarını aşarak Hindistan' a ulaşmış olabilir. Dünyaya insanların dağılıp yerleşmesiyle ilgili bu "kıyı taraması" teorisi, hala yalnızca bir teoriden ibarettir, ama genetik kanıtlar ve birçok kıyı yerleşiminde antik deniz kabuğu yığınla­ rının bulunması, bu teoriyi destekliyor. Dahası, bugün biliyoruz ki, dünyada insanların var oldukları sürenin büyük bölümün­ de, 6.000 yıl öncesinden daha eski zamanlarda, deniz düzeyleri şimdikinden daha alçaktı ve sonuç olarak, o zamanlar dünyada şimdikinden belki 16 milyon kilometrekare, yani yerkürenin yer­ leşim alanlarının %10'u kadar daha fazla kuru toprak vardı, bu ise önemli ve çekici bir kaynaktır. Yine biliyoruz ki, genel olarak -deniz /kıyı ortamları, beslenme açısından daha zengin bir çev­ re sağlar ve kara içlerindeki yerlere kıyasla daha büyük nüfus yoğunluklarını, daha yerleşik yaşam biçimlerini destekler. An­ tik sahil ve kıstak bölgelerindeki avcı-toplayıcılar, bugüne kadar insan tarihöncesinin kenarında köşesinde kalmışlardır, ama bu durum değişme sürecindeymiş gibi görünüyor. Afrika' dan ayrılan bu grup çok büyük olmayabilir: Y kromozo­ mu incelemeleri, grubun belki de yalnızca üreme çağındaki 1 .000 kadar erkekten ve aynı sayıda kadından oluştuğunu düşündü33

BÜ YÜK BÖLÜNME

• •









rüyor. Çocuklar ve yaşlılar da eklenirse, belki 5.000'lik bir nüfus ortaya çıkar. Grubun tümü birlikte gitmemiş de olabilir. Yiyecek toplayıcılar üzerinde yapılan incelemeler, bunların, yaklaşık 150 kişilik gruplar halinde yaşamayı sevdiklerini ortaya koyuyor; gerçi kıyılarda yiyecek vb. arayarak yaşamayı, yani "kıyı tara­ ması" ru bırakhkları zaman, örneğin Avustralya' da, 500 ila 1000 kişilik kabileler oluşturdular (Avrupalı sömürgeciler 18. yüzyıl sonunda Avustralya' ya ulaşhkları zaman böyle bir durumla kar­ şılaşhlar). İnsanlar, 70.000 yıl öncesinden itibaren Avustralya' ya geçtiler. 50.000-46.000 yıl önce, şimdiki İran / Afganistan' da, bir grup in­ san sahili terk ederek kuzeye ve bahya doğru yola çıkarak Avru­ pa nüfusunu oluşturdu. Yaklaşık 40.000 yıl önce, bu kez Pakistan/ Kuzey Hindistan'da olmak üzere, ikinci bir çatallanma meydana geldi ve başka bir grup Orta Asya içlerine doğru yola çıkh. Aşağı yukarı aynı zamanda, "kıyı tarayanlar", Güneydoğu Asya "köşe"sini dolaşarak Çin'e ulaşmış ve ardından, çok sonralan İpek Yolunu oluşturacak güzergah boyunca, yeniden bahya yö­ nelerek kara içlerine ilerlemişlerdi. Kabaca 30.000-20.000 yıl önce, Pakistan/ Hindistan'dan kara iç­ lerine yönelmiş olan gruplar yeniden çatallandı; bir grup bah­ ya, Avrupa'ya doğru yola çıkarken, diğeri Sibirya içlerine doğru yola koyuldu ve belki de Çin' den kara içlerine doğru ilerleyen insanlarla karşılaşh. Yaklaşık 25.000-22.000 yıl öncesi bir zamanda, insanlar, Sibir­ ya'yı Alaska'ya bağlayan Bering kara köprüsüne ya da kıstağına ulaşhlar, gerçi Çukotka' da ya da Alaska' da 15.000 yıl öncesine gelininceye kadar onlarla ilgili hiçbir arkeolojik bulgu yoktur. O zamanlar dünya, 110.000 yıl öncesinden yaklaşık 14.000 yıl önce­ sine kadar süren ikinci Buzul Çağı'nın pençesindeydi ve bunun sonucu olarak, dünyadaki suyun büyük kısmı, dünyayı örten ki­ lometrelerce kalınlığındaki büyük buzullarda hapsolmuştu. Do­ layısıyla, dünya denizlerinin düzeyleri, bugünkü düzeylerden yaklaşık 120 metre düşüktü. Demek ki, dünyanın coğrafyası bu­ gün olduğundan önemli ölçüde farklıydı. Bunun önemli (kritik, hayret verici) bir sonucu, Bering Boğazı'nın olmamasıydı. Orası kuru topraktan ya da olsa olsa, pek çok göletin ve gölün bulun34

1 . AFRİKA'DAN ALASKA'YA: GENLEI\DE, DİLLERDE

AÇJGA ÇIKAN BÜYÜK YOLCULUK

VE TAŞLARDA

duğu bodur çalılık araziden oluşuyordu ama öyle olsa bile, ilk insanların çok kolayca geçmelerine olanak veriyordu. Dolayı­ sıyla, kabaca söylemek gerekirse, 20.000 ila 14.000 yıl öncesi bir zamanda, ilk insanlar, daha sonra Yeni Dünya, Amerika kıtası ya da bah yarım küre gibi çeşitli adlarla anılacak olan toprakla­ ra göçtüler. Sonra ve bir o kadar önemli olarak, 14.000 yıl önce­ sinden itibaren, dünya ısındığı ve son Buzul Çağı bittiği zaman, Bering Boğazı suyla doldu, Alaska ve Sibirya farklı kara kütle­ lerinin parçalan haline geldi, böylece bah yarım küre (Amerika kıtası, Yeni Dünya), Eski Dünya'dan ayrıldı. •

Bu kanıtların bir kısmı, sayfa 11 ile sayfa 20 arasında 1'den 10'a kadar sıralanan haritalarda gösteriliyor. Bu haritalar, bu kitabın metni boyunca rastlayacağınız tezlerin bazılarını görsel olarak özetliyor. Kızıldeniz'in güney ucu ile Sibirya'nın en doğusundaki Uelen

arası mesafe, kuş uçuşuyla (ya da bir 747'yle) yaklaşık 12.000 ki­ lometredir, ama Hindistan ve Güneydoğu Asya çevresinde kıyıları tarayarak yapılan yolculuk, o mesafenin iki kalından fazlasını (hatta üç kalını) bulurdu; Orta Asya kara kütlesini aşmak da çok daha kısa olmazdı ve teknoloji diye bir şey olmadığı için çevresinden dolaşıl­ ması gereken sıradağlar, göller, ırmaklar nedeniyle daha zorlu bir yolculuk olabilirdi. Söz gelişi, 32.000 kilometrelik yolculuk 50.000 yıl aldı (gerçi ilk insanlar aşın soğuk bölgelere ulaşıncaya kadar ol­ dukça hızlı yayılmış olabilirler). Ama en sonunda ilk halklar, sonradan Bering Boğazı olacak bölgeye tepeden bakan ve bugün Çukotskiy Poluostrov ya da Çu­ kotskiy Yarımadası olarak bilinen yere ulaşhlar. İlk halkların Yeni Dünya'ya bu yolla girdiklerini düşündüren şey, yalnızca Sibirya'nın Alaska'ya çok yakın olması değildir (o zamanlar bir kıstak olan boğazın en dar yerinin genişliği ancak 96 kilometredir). Ek olarak, birlikte değerlendirildiğinde, ilk insanların Amerika kıtasına girme­ lerine ilişkin tutarlı ve inandırıcı bir resim ortaya koyan üç genetik kanıt vardır. Gerçi Doğu Sibirya'daki Çukçilerin dünyanın kenarında (en azından modem dünyanın kenarında) yaşadıkları söylenebilir, ama bu halk yine de bizim açımızdan merkezi konumdadır. Bu halk, gü­ nümüzde bile, ren geyiği sürülerini güderek ve buz tutmuş ırmak35

BÜYÜK BÖLÜNME

lardaki küçük deliklerden balık avlayarak yaşamını sürdürüyor.2 İlk halkların niçin dünyanın bu zorlu bölgesinde yaşamayı seçtiklerini gerçekten hiç kimse bilmiyor. Belki mamutların ve başka büyük av hayvanlarının peşinden gittiler; belki orada yaşamak kendilerinin seçimi değildi, bahdan ve güneyden gelen grupların baskılarıyla oraya gitmek zorunda kaldılar. Sibirya'nın bu bölgesinde 19.000 ila 18.000 yıl öncesi arasındaki döneme ait hiçbir yerleşim yerinin olmadığını gösteren ve buz miktarının, en geniş alanı kapladığı za­ manda bölgenin bir süre terk edilmesine yol açlığını, kamplarını sık sık önemli hayvan kaynaklarının bulunduğu yerlere taşıyan çok hareketli avcı-toplayıcıların oraya yeniden yerleştiklerini düşündü­ ren arkeolojik incelemeler, orada yaşamanın gerçekten ne denli zor olduğunu doğruluyor (yerleşim yerlerinin çoğunda, yalnızca ren geyiği, kızıl geyik ya da bizon gibi birtakım iri cüsseli av türlerinin kalınhlan bulundu). Olan biten her neyse, insanlar, 20.000 yıl önce­ sinden beri (Çukotski'den yine de hayli uzak olan) Doğu Sibirya'ya -Dyuktai ve Mal'ta gibi alanlara- yerleşmişlerdir (bkz. Harita 5). Bu tarih önemlidir, hpkı konum da önemli olduğu gibi. Tarih önemlidir, çünkü Sibirya'nın herhangi bir yöresinde 20.000 yıl öncesinden daha eskiye ait hiçbir arkeolojik alan keşfedilmemiş­ tir. Bununla birlikte, Yeni Dünya'ya daha erken bir tarihte girildiğini gösteren hem genetik hem de dilbilimsel kanıtlar vardır. Bu kanıt­ lar tarhşmalıdır ve genel kabul görmemiştir. Yerleşimin konumu da önemlidir, çünkü bu kadar uzak kuzeyde hiçbir zaman başarılı ta­ rım yapılmamışhr ve bu yüzden, ilk insan, tarım hakkında herhan­ gi bir bilgiye sahip olarak Yeni Dünya'ya girmiş olamaz. Aslında bu şaşırhcı değildir, çünkü yeryüzünün herhangi bir yerinde tarım yaklaşık 10.000 yıl öncesine kadar ortaya çıkmadı, ama hiç değilse bu demektir ki, burası resmin apaçık olduğu bir bölgedir: Büyük Bölünme meydana geldiği zaman hem Eski Dünya'da hem de Yeni Dünya'da tarım yoktu (gerçi köpekleri vardı). Çukçilerin genetik açıdan farklı olduklarım ONA kanıtları gös­ teriyor. Genografik Proje'ye göre (aşağıya bakın), Çukçiler, yaklaşık 2

Brian M. Pagan, The Journey from Eden: The Peopling of Our World, Londra ve New York: Thames & Hudson, 1990, s. 234-235. Spencer Wells, Deep Ancestry: inside the Genographic Project, Washington D.C.: National Geographic Society, 2007, s. 93. Ted Goebel, "Geç Yukarı Buzul Çağı'nda 'Minik Taş Alet Uyumu' ve Sibirya'ya Yeniden Yerleşim", Archaeological Papers of the American Anthropological Association, C. 12, Sayı l, s. 117-131, Ocak 2002. 36

1 . AFRİKA' DAN ALASKA'YA:

GEN LERDE, DİLLERDE VE TAŞLAH.DA AÇIGA ÇIKAN BÜYÜK YOLCULUK

20.000 yıl önce Güney Sibiya'da ya da Orta Asya'da yaşamış tek bir adamdan türediklerini gösteren bir belirtece, teknik olarak M242 adıyla bilinen ayırt edici bir gen örüntüsüne ve başka ayırt edici özelliklere sahiptirler. Bu belirteçler, güneyde ta Tierra del Fuego'ya (Ateş Topraklan) kadar uzanan bölgelerdeki Yerli Amerikalılarda da ortak olarak vardır ve bu nedenle, Yeni Dünya'ya ilk insanın 20.000 yıl öncesinden sonraki bir zamanda Sibirya'dan girdiğini (genetikçiler için) doğrular.3 National Geographic'in desteğiyle 2005'te başlahlan ama IBM'nin muazzam bilgisayar becerilerini kullanan Genografik Proje'nin ilk sonuçları, bu tabloyu destekledi (ve güçlendirdi). Bu çok geniş ça­ lışma, genetik tarihimizin o zamana kadar yapılmış en eksiksiz tab­ losunu çizmek için beş kıtadan yaklaşık 150.000 bireyin DNA'sını inceledi. Genografik Proje'nin en temel tekniği, haplogrup denilen kümeleri, yani mtDNA ya da Y kromozomları üzerinde "belirteç­ ler" içeren ve insanların gerek şimdi, gerekse geçmişte nasıl ilişkili olduklarını gösteren ayrıksı ve ayırıcı genetik mutasyon örüntüleri­ ni incelemekti (M242, bir haplogruptur). Bu araşhrma, bizi ilgilendiren iki şeyi gösteriyor. Birincisi, bu­ günkü Yerli Amerikalı halklar genetik olarak birbirlerine benzer ve 1 6.000-15.000 yıl çizgisi civarında kümelenen ayırt edici belirteçlerin çoğu, aşağı yukarı 20.000 ila 10.000 arası bir yaştadır. Bu zamanla­ manın önemi, Son Buzul Maksimum (SBM) denilen döneme, yani son Buzul Çağı'nda devasa buzulların azami genişliğe ulaşhğı, de­ niz düzeylerinin bugünkünden 120 metre alçak olduğu ve Bering Boğazı'nın Sibirya ile Alaska arasında bir kara köprüsünden oluştu­ ğu (20.000 ila 14.000 yıl öncesi) döneme denk gelmesidir. Y kromozomu üzerine yerleşmiş bir haplogrup, Alaska'dan ta Arjantin'e kadar geniş bir alana yayılmış Yerli Amerikalı halklar­ da � ulunur ve onun soyundan gelen başka bir haplogrupla birlik­ te; Güney Amerika'da rastlanan neredeyse tek Y kromozomu so­ yudur.4 Kuzey Amerika'nın bahsında, Yeni Dünya'ya daha sonra geldiği ve hiçbir zaman Güney Amerika'ya kadar inmediği sanılan başka bir soy vardır. Ama bunların arasında, Yerli Amerikalı Y kro­ mozomlarının %99'unu bu belirteçler oluşturur. Üstelik, Avrasya'da ve Afrika'da saptanan düzinelerce mtDNA ve Y kromozomu soyları3 4

Wells, anılan yapıt, s. 96. A.g.y., s. 100.

37

B Ü Y Ü K BÖL ÜNME

nın belirgin şekilde aksine, Yerli Amerikalılarda yalnızca beş mtD­ NA haplogrubu vardır.5 Kuzey Amerika'nın bahsında saptanan ve M130 haplogrubu olarak bilinen ikinci soyla ilgili önemli bir nokta, Güneydoğu Asya'da ve Avustralya' da da saptanmasıdır; bundan anlaşıldığına göre, Amerika kıtasına sonradan göçen bu ikincisi, As­ ya'nın doğu kıyısı boyunca, Pasifik kıyı şeridine yukarı yolculuk eden ve Bering Boğazı'nın yeniden sular alhnda kaldığı yaklaşık 8.000 yıl önce Yeni Dünya' ya giren halkları kapsıyordu. Dolayısıyla, bunlar tekneyle göç etmiş olmalıdırlar. Tipik olarak bu soy, Kuzey Amerika' daki ikinci büyük dil ailesi olan Na-Dene dillerini konuşan Kızılderililerde görülür (aşağıya bakın). Üçüncü kanıt dizisi, dokuz ülkeden yirmi yedi genetikçinin ka­ hldığı bir ekibin Harvard'dan Sijia Wang'ın koordinatörlüğünde yürüttüğü ve 2007'de yayımlanan başka bir büyük soruşturmayla elde edildi.6 Bu ekip, Kuzey, Orta ve Güney Amerika'daki 24 Yerli Amerikalı topluluğunu temsil eden 422 bireyin genetik belirteçle­ rini irdeledi ve bunları, dünyanın farklı yerlerindeki 54 başka yerli topluluğuyla karşılaşhrdı. Bu çalışmanın ana sonuçlan şunlardı: •







5 6

Araşhrmacılar, başka kıtalarda yaşayan topluluklara kıyasla, Yerli Amerikalı topluluklarda genetik çeşitliliğin daha düşük ve farklılaşmanın daha fazla olduğunu buldular (bu sonuç, daha önce değinilen Genografik Proje'nin bulgularıyla örtüşüyordu); Bering Boğazı'na olan coğrafi uzaklık arthkça genetik çeşitlilik azalıyor ve Sibiryahlarla genetik benzerlik zayıflıyordu; Sibirya­ lılara en çok benzeyen gruplar, Kuzey Kanada' da yaşayan Çi­ pevyan ya da Denesuline toplulukları (Na-Dene / Atabask), en az benzeyenler ise Güney Amerika'nın doğusunda yaşayanlardı; Mezoamerika ve And toplulukları arasında genetik farklılaşma nispeten yoktu; Araşhrmacılarca saptanan senaryoya göre, göçen halkların kıyı boyunca uzanan yollan aşmaları, kara içlerindeki yollan aşma­ larından daha kolaydı; A.g.y., s. 99. Sijia Wang ve ark, "Yerli Amerikalılarda genetik çeşitlenme ve nüfus yapısı", http: / / dx.doi.org/ 10.1371%2Fjoumal.pgen.0030185. Aynca, kişisel yazış­ ma. Ugo A. Perego ve ark., "Amerika kıtasına yerleşen ilk insanlar: Beringia kaynaklı kurucu mitokondriyal genomların artan sayısı", Genome Research, C. 20., s. 1174-1179, 2010. Brenna M. Henn ve ark., anılan yapıt.

38

1 . AFRİKA'DAN ALASKA'YA:

GEN LERDE, DİLLERDE VE TAŞLARDA

AÇlGA ÇlKAN BÜYÜK YOLCULUK



Araşhrmaalar, genetik benzerlik ile dil sınıflandırması arasında



Bu çalışmanın gösterdiğine göre, Amerika kıtasına "has" (yani,

belli bir örtüşme olduğunu saptadılar. yalnızca yerli Amerikalıların DNA'sında bulunan) belirli bir alel (genetik değişken) vardı, bu ise Yeni Dünya atalarının çoğunun "bir tek göç dalgasından türemiş olabileceği" görüşünü destekli­ yordu. Kabaca 550 kuşak yaşında olan (başka bir deyişle, söz gelişi (550 x 30 ) 16.500 yıl öncesi ila (550 x 20 ) 11 .000 yıl öncesi bir zamanda, =

=

muhtemelen kara içlerinden, buzullar arası bir rota izlemek yerine, kıyı boyunca bir rota izleyerek Yeni Dünya'ya ulaşan bir grup tara­ fından Amerika kıtasına Sibirya' dan tek bir giriş yapıldığını göste­ ren bu genel tablo, yine geniş olarak, Genografik Proje'den ve Çukçi DNA'sı analizinden çıkan kanıtlarla tutarlıdır (yine aşağıya bakın). Sijia Wang ve ekibinin çalışmasından bu yana yapılan başka incele­ meler, pek o kadar büyük olmasalar bile, antik halkların Amerika kıtasına giriş zamanıyla ilgili oldukça benzer sonuçlar ortaya çıkar­ mış, ama girişin tek dalga halinde değil, birincisi -18.700 yıl önce, ikincisi ise -16.200 yıl önce olmak üzere iki dalga halinde meydana geldiğini ileri sürmüştür. Görüleceği gibi, bu, aşağıda sunulan dilbi­ limsel kanıtlara uymaktadır.7 Halkların Yeni Dünya'ya çok daha erken (bazılarına göre 29.500 yıl önce, hatta bazılarına göre 43.000 yıl önce) girdiklerini öne süren birkaç ONA incelemesinin bulunduğunu bu noktada vurgulamak çok yerinde olur.8 Bununla birlikte, en yeni ve en geniş incelemeler (Genografik Proje ve Sijia Wang ekibinin incelemesi), geniş anlamda söylenirse, birbiriyle uyuşmakla kalmıyor, Alaska'dan New Mexi­ co'ya kadar Kuzey Amerika'nın her yanında bulunan arkeolojik kanıtlarla da uyuşuyor. Bu kanıtlardan bazıları hemen aşağıda ana hatlarıyla anlahlıyor, ama Üçüncü Bölüm' de daha kapsamlı bir tar­ hşmayla ele alınıyor. 7

Douglas Wallace, James Neel ve ark., "Amerika Kızılderililerinin mitokond­ riyal DNA 'saat'i ve Kuzey Amerika'ya girdikleri zamana dair içerdiği ima­

8

Brian Fagan, The fourneyfrom Eden, Londra ve New York: Thames & Hudson, 1990, s. 198.

lar'', Proceedings of the National Academy of Sciences, 1994; 91 (3), 1158-62.

39

BÜYÜK BÖL Ü N M E

İnsan dişlerinin evrimsel gelişimi alanında uzman olan Arizo­ na Eyalet Üniversitesi'nden Christy Tumer'ın çalışması, ikinci bir biyolojik kanıt türü sağlıyor.9 Tumer, özellikle, tarihöncesi Ameri­ kalılara, Sibiryalılara, Afrikalılara ve Avrupalılara ait 200 bin dişin minelerine ve köklerine bakmışhr, çünkü (a) bunlar, toplulukların farklı çevrelere ne ölçüde iyi uyum sağladıklarını gösterir ve (b) Tumer'ın dediğine göre, diğer evrimsel özelliklerden daha kalıcıdır ve erkekler ile kadınlar arasında ya da gençler ile yaşlılar arasında genellikle çok büyük farklılık göstermez. Tumer'ın çalışmasının bi­ zim amacımız açısından en ilgi çekici yanı, kendisinin "sinodonti" ve "sundadonti" dediği olgular arasında ayrım yapmasıdır. En çok Kuzey Çinli ve genel olarak Kuzey Asyalı (Sibiryalı) topluluklar arasında rastlanan sinodont dişlerin ayma özelliği, "ön kesici dişin kürekleşmesi" (dişin iç kısmının çukur biçim alması), ikili kürek­ leşme (her iki yanda çukurlaşma) ve üst ilk küçük azı dişlerinin tek köklü ve alt ilk azı dişlerinin üç köklü olmasıdır. Tumer, kazılarda çıkarılan ve en azından 20.000 yıl öncesine tarihlenen Kuzey Çinli iskeletlerinin kalınhlarında sinodonti saptamışhr. Tumer'ın saptadığına göre, sinodonti yalnızca Kuzey Çin ile Ku­ zey Asya topluluklarında ve antik Alaska ile diğer Kuzey Ameri­ ka topluluklarında görülür. Buna karşılık, daha bahda (söz gelişi, Baykal Gölü bölgesinde) bulunan iskeletler gibi Üst Paleolitik dö­ nemden kalma iskeletler sinodonti göstermez, Rusya'nın Avrupa kesimindeki antik mezarlarda bulunan dişler de öyle. Güneydoğu Asyalılar arasında bulunan antik kalıntılar için de aynısı doğrudur. (Tumer, bu grubu, "sundadontlar" olarak adlandırır, çünkü Paleo­ litik zamanlarda Güneydoğu Asya, hpkı Beringia gibi, deniz düze­ yinden yüksekti, oradaki kıta sahanlığı ise Sunda Sahanlığı olarak biliniyordu ve bu olgu hakkında söyleyeceğimiz daha çok şey var­ dır.) Christy Tumer'ın Kuzey Asya'da ve Kuzey Amerika'da sino­ dontinin yayılmasına bakarak ulaşhğı sonuca göre, ilk Amerikalılar, Doğu Moğolistan, Yukarı Lena Havzası, Doğu Sibirya yoluyla yavaş yavaş gelip, oradan Bering Boğazı'nı geçerek Alaska'ya göç eden insanların soyundan geliştiler. Bu senaryoyu destekleyen bir başka biyolojik bulgu, bazı Ame­ rikalı yerli kabilelerde bebeklerin, "Moğol lekesi" denilen bir izle doğmalarında yatar; omurganın bitim noktasında mavimsi bir do9

Fagan, anılan yapıt, s. 205. 40

l . AFRiK A ' DAN ALASKA ' Y A : C ENLE RDE, Dİ LLERDE VE T A Ş L A RDA

AÇ!(�A ÇIKAN BÜYÜK YOLCU LUK

ğum izi olan ve kısa sürede silinip giden bu lekeye, Tibet'teki ve Moğolistan'daki çocuklar arasında da rastlanır. 10 Dolayısıyla, bütün bu genetik kanıtları bir araya getirince, diye­ biliriz ki, günümüzdeki Yerli Amerikalıların neredeyse tümünün atası olan ilk insanlar (çok kaba bir tahminle) yaklaşık 16.500-15.000 yıl önce Kuzeydoğu Asya' daki bir yerlerden, bugün Sibirya olan, büyük olasılıkla güneyde Moğolistan' a kadar da inen bölgeden Amerika kıtasına geldiler. O zamandan daha önce Amerika kıtasına ulaşmanın yolunu bulan küçük insan grupları olabilir, ama onların sonraki topluluklar üzerinde etkileri yok denecek kadar az oldu. Daha sonra da göçler meydana gelmiş olabilir, ki bunlara ilişkin ka­ nıtları kısa süre sonra ele alacağız. Timothy Flannery'in belirttiğine göre, Alaska'daki Aleutlar ve İnuitler, birçok kültürel özelliği (Rusya'nın Kamçatka Yarımada­ sı'nda konuşulan bir Eskimo lehçesi ve Çin' de uygulanana benzer şekilde Aleut Adaları'nda uygulanan bir akupunktur çeşidi dahil), Kuzeydoğu Asyalılarla paylaşmalarına karşın, Amerika kıtasından Asya'ya geri giden insanlara ya da fikirlere ilişkin pek az kanıt var­ dır. Bu konuya ışık tutmaya yönelik tek genetik incelemesi, bazı Yer­ li Amerikalıların 390 kuşak (ya da 9.750 yıl) önce yeniden Asya'ya geçtikleri sonucunu temkinli bir dille ifade eden Nicholas Ray ile meslektaşlarının yürüttükleri çalışmadır. Orta Sibirya' da (Bering Boğazı'ndan birkaç bin kilometre uzakta) yaşayan ve bugün Yeni­ sey dili konuşan biricik halk olan Ket'lerle ilgili çok bilinen bir in­ celeme, Yenisey dili ile Na-Dene dilleri arasında dilbilimsel bir bağ olduğunu gösterdi, ama genetik açıdan Ket'ler, çevrelerindeki diğer Sibiryalı gruplara çok benziyorlardı ve Kuzey Amerika' da Na-De­ ne dili konuşanlarla hiç ilişkili değillerdi. Bu anomalinin şimdilik hiçbir doyurucu açıklaması yoktur. Ama bu nedenle, Bering Kıstağı geçiierek yapılan ana göçün, Sibirya' dan Alaska'ya olduğu ve Buzul Çağı'nın sonuna doğru (burası kritiktir) meydana geldiği sonucunu çıkarabiliriz.11 10 John Hemming, Tree of Rivers: the Story of the Amazon, Londra ve New York: Tharnes & Hudson, 2008, s. 278. 11 Tım Flannery, The Eternal Frontier: An ecological history of North America and its peoples, Londra: William Heinemann, 2001, s. 231-2. Jarnes Kari ve Ben A. Potter (haz.), The Dene-Yeniseian Connection, Anthropological Papers of the University of Alaska, Yeni Dizi, C. 5, Sayı 1-2, 2010. 41

BÜYÜK BÖLÜ N tvl E

Devam etmeden önce ele almamız gereken bir başka genetik kanıt daha vardır. Bu, insan beyninin oluşmasıyla ve büyümesiy­ le ilişkili iki gen keşfeden Chicago Üniversitesi'den Bruce Lahn'in çalışmasıdır. Bu genlerden her birinin birkaç alternatif biçimi, yani aleli vardır, ama her durumda bu biçimlerden biri, belirli topluluk­ larda diğer biçimlerden çok daha yaygın bir hal almışhr. Bu oran­ hsızlık, bu alelin etkisinin evrim açısından büyük önem taşıdığı ve seçilim avantajı sağladığı anlamına geliyor olmalıdır. Alellerden biri, mikrosefalin olarak bilinen genin bir türüdür. İlk kez yaklaşık 37.000 yıl önce ortaya çıkan bu tür, Avrupalı ve Asyalı toplulukların %70'ince taşınır, ama Sahra alhndaki topluluklarda çok daha sey­ rektir, orada insanların %0 ila % 25'ince taşınır. ASPM (Anormal İğ Benzeri Mikrosefaliyle ilişkili) diye bilinen ikinci alel, yaklaşık 6.000 yıl önce Orta Doğu' da ve Avrupa' da ortaya çıkarak hızla yayıldı. Bu alel, Sahra alh Afrika' da yoktur ve Doğu Asya' da ancak zayıf olarak temsil edilir.12 Bu iki alelin böylesine hızla yayılması için, bilişsel bir avantaj sağlamış olması gerekir. Bruce Lahn'in kendisinin de öğütlediği gibi, bu konu, apaçık nedenlerle, en temkinli şekilde yorumlanma­ lıdır. Bu alellerin zeka arhşıyla ilişkili olduğunu gösteren bir kanıt şu anda yoktur; ama yukarıda değinilen diğer sonuçlarla birlikte değerlendirilince, bu buluşların bizi ilgilendiren iki iması olabi­ lir. Birincisi, yaklaşık 37.000 yıl önce meydana gelen mutasyon söz konusu olunca, paleontolojik kayıtlarda 33.000 yıl önce başlayarak meydana gelen, Avrupa'mn belirli bölgelerinde mağara sanahnın belirgin şekilde çiçeklendiği "kültürel patlama"yla bu alelin bir şekilde ilişkili olup olmadığı sorulabilir. Yine aynı nedenle, aşağı yukarı 6.000-5.000 yıl önce meydana gelen mutasyon, kabaca 5.500 yıl önce ortaya çıkan uygarlık gelişimiyle herhangi bir şekilde ilişkili miydi? Burada, genler ile kültür arasında, böyle bulgulara sahip olunmadığı için daha önce kuşku duyulmamış bir bağ mı görüyoruz? Eğer öyleyse, ikinci ima, bu kitaptaki savlarla ilintili hale gelebi­ lir. Yaklaşık 37.000 yıl önce meydana gelen ilk mutasyon, eğer böyle büyük uyum yeteneğine sahipse, muhtemelen Avrasya çapında hız12 Nicholas Wade, Before the Dawn: Recovering the Lost History of Our Ancestors, Londra, Duckworth, 2007, s. 99.

42

1 . AFRİKA' DAN ALASKA ' Y A: GEN LERDE, DİLLERDE VE TAŞLARDA AÇIGA ÇIKAN BÜYÜK YOLCULUK

la yayılmış ve sonunda Yeni Dünya'ya göçen halkları da kapsamış olabilir. Başka bir deyişle, Yerli Amerikalılarda bu alel bulunuyor olmalıdır. Araşhrmanın gösterdiği budur: Mikrosefalin, Yeni Dünya topluluklarında neredeyse evrenseldir. Öte yandan, kabaca 6.000-5.000 yıl önce meydana gelen ikinci mutasyon, ilk insanın Bering Boğazı'nı geçmesinden sonra evrilmiş gibi görünüyor, demek ki, Yerli Amerikalılar, çok büyük olasılıkla, bu gelişimden yoksun olmalıdırlar. Yine, araşhrma bunu da gös­ teriyor: Yeni Dünya toplulukları ASPM' den tamamen yoksundur. Mikrosefalinin ya da ASPM'nin, ona sahip olanlara şu veya bu tür bir bilişsel avantaj sağlayıp sağlamadığını söylemek için he­ nüz çok erkendir; gerçi basit beyin boyutu istikrarlı kalmış gibi görünmesine karşın, bu alelin hızlı yayılması bunun olabileceğini düşündürüyor. Yine de bu, açıkça, Eski Dünya ile Yeni Dünya halk­ ları arasında potansiyel olarak önemli bir genetik farklılık alanıdır. İnsanların ancak bin yıl kadar önce yerleştikleri İzlanda' daki kanıt­ lardan biliyoruz ki, görece böyle kısa bir zaman diliminde önemli genetik farklılıklar ortaya çıkabilir, bu nedenle de Eski Dünya ile Yeni Dünya arasındaki farklılıkların şu ya da bu genetik çeşitlenme­ den kaynaklanması olanaksız değildir. Ne var ki, bu bilim alanı hala bebeklik çağındadır, dolayısıyla da burada, baştan çıkarıcı sayılabilecek bir olasılığa dikkat çekmekten fazlasını veremez. Genetik konusunda son bir düşünce. Genografik Proje'nin ve Si­ jia Wang ile ekibince yapılan çalışmanın gösterdiği gibi, dünyanın kalanıyla kıyaslanınca, Yerli Amerikalılar arasında çeşitliliğin göre­ ce bulunmaması, üç senaryodan birini ima edebilir. Birinci senar­ yoya göre, genetik açıdan sınırlı olan küçük bir grup, bir aşamada, belki buzla kuşahlmış bir sığınakta bir süre yaşadığı Beringia' da, kençli küçük topluluğu içinde üremek zorunda kalınca bir genetik "darboğaz" oluştu. İkincisi, daha sonra çokeşlilik yaygınlaşh, bazı (daha başarılı) erkeklerin birkaç kansı varken, bazılarının hiç olma­ dı (örneğin, Papua-Yeni Gine' de, erkeklerin %29'unun iki ila dokuz kansı varken, %38'inin hiç kansının olmadığı Dani topluluğu ara­ sında tam da böyle bir örüntü gözlenmiştir).* Ya da üçüncü bir ola*

Kansız erkeklerin hiçbir zaman çocuk sahibi olmadıklarından elbette emin olamayız. Avustralya' da bunun meydana geldiğine ilişkin bazı kanıtlar vardır.

43

BÜ YÜK BÖLÜ NME

sılığa göre, bunun nedeni, yaygın savaşlar olabilir; savaşın yükü er­ keklerin omzundaydı ve geriye kalanlar çocuklara babalık ediyordu (yine Daniler arasında, erkeklerin %29'unun savaşta öldürüldüğü gözlemlendi). 13 Yeni Dünya'da evrim temposunun Eski Dünya' dakine kıyasla yavaşlamış olacağı gerçeği, böyle sınırlı genetik çeşitliliğin sonuçla­ n arasında yer alacaktı; bu, Yeni Dünya halklarını, dışarıdan getiri­ len hastalıklara da daha duyarlı kılacaktı.

Kızaklar ve Deniz Yosunları Bering Boğazı'nın iki yakasındaki yerleşimlerin gösterdiği büyük benzerlik, Yeni Dünya'ya Sibirya' dan girildiğine ilişkin arkeolojik kanıtlan destekliyor. Yakutsk Bilimsel Araştırma Enstitüsü'nden Rus arkeolog Yuri Moçanov, Sibirya' da Bering Boğazı' na en yakın bir dizi yerleşim yerini, kuzeye doğru akarak Kuzey Buz Denizi kıyılarında Laptev Denizi'ne dökülen Aldan Nehri üzerindeki bir yerleşimden esinlenerek (1967' de) "Dyuhtay kültürü" olarak adlan­ dırdı. Oradaki kazılarda, her iki yüzü yontulmuş mızrak ve ok uç­ larının yanı sıra, balta ağızlarıyla ve kama ya da disk biçimli kesici aletlerle (yani, 14.000 ila 12.000 yıl öncesine tarihlenen ayrıksı bir üst Yontma Taş kültürüyle) ilişkili mamut ve misk sığırı kalıntıları çıkarıldı. O zamandan beri bölgede, iki yüzü yontulmuş aletlerin ve baltaların, hatta bıçakların yanı sıra kemik ve fildişi nesnelerin bulunduğu başka yerler de saptanmıştır. Buralarda 18.000 yaşından daha eski hiçbir şey çıkmamıştır ve kalıntıların çoğu daha sonrası­ na aittir. Dyuhtay kültürünün en kuzeydeki yerleşimi, Sibirya'nın kuzey sahilinde, Indigirka Nehri'nin ağzına yakın olan Bereleh ya­ kınında bulunur. Göründüğü kadarıyla ilk insanlar, tıpkı Avrasya'nın güneydo­ ğu sahilleri boyunca "kıyı taraması" yaparak Çin'e ulaşmaları gibi, yine Sibirya'nın Kuzey Buz Denizi kıyılan boyunca Bereleh'ten do­ ğuya doğru "kıyı taraması" yaparak Bering Boğazı'na ulaşmış ola­ bilirler (şu farkla ki, o zamanlar orası karaydı). Alaska Üniversitesi Kuzey Kutup Biyolojisi Enstitüsü' nün emekli profesörlerinden Dale 13 Wade, anılan yapıt, s. 151-152. Kansız erkeklerin çocuk sahibi olma koşullan hakkında: Peter Bellwood, kişisel iletişim.

44

1 . AFRİKA'DAN ALASKA'YA:

GENLERDE, DİLLERDE VE TAŞL . A I\DA

AÇlGA ÇlKAN B Ü Y Ü K YOLCULUK

Guthrie gibi bazı paleontologların kanısına göre, Dyuhtay mikro ke­ sici aletleri, geyik boynuzu uçlarına takılıp silah olarak kullanılmak için yapıldı. Eğer öyleyse, bu, Kuzey Amerika' da da rastlanan bu tekniğin, pek de ren geyiğinin bol bulunduğu bir çevreye manhksal bir uyum olarak "Yeni Dünya" insanlarınca "Eski Dünya" insan­ larından öğrenilmiş ya da kopyalanmış olmadığını ima ettiği için, meseleyi karmaşıklaşhrabilir. Başka bir deyişle, kendi başına bu, bir göç kanılı değildir. Ama şu gerçek orta yerde duruyor: Sibirya' daki Dyuhtay komp­ leksi ile Alaska' daki yerleşimler arasında bazı başka kültürel ben­ zerlikler vardır. Söylemek gerekir ki, her iki kültür, becerileri ara­ sında denizciliğin öne çıkmadığı karasal kültürlerdir, bu ise söz konusu ilk insanların, en azından Beringia'yı tekneyle ya da benzer başka bir şeyle değil, yürüyerek geçtiklerini düşündürüyor. (Tali bir sonuçtan daha fazlası olabilecek ilginç bir gözlem, Kamçatka Yarı­ madası'ndaki Uşki' de 11.000 yıl öncesine tarihlenen bir yerleşimde evcil bir köpeğe ait mezar saptanmış olmasıdır. Bugün bile Kuzey Kutup Dairesi'nin çevresini, her yerin kaskah donduğu kış mevsi­ minde yaya olarak dolaşmanın, yüzeylerin vıcık vıcık, bataklık ol­ duğu yaz mevsimine kıyasla daha kolay olduğu düşünülünce, bu keşif, aksi halde yoksun kalacağı bir önem ve anlam kazanır.) Alaska' da keşfedilen çeşitli tarihöncesi yerleşimler, karmaşık ama yine de yukarıdaki senaryoyu mutlaka yadsımayan bir tablo gösteriyor. Brian Fagan'ın The Great ]ourney: The Peopling of Ancient America (Büyük Yolculuk: Antik Amerika'ya İnsanların Yerleşmesi) kitabında dediği gibi, "Yıllarca gösterilen sabırlı çabaya rağmen, Alaska' da ve Yukon' da yaklaşık 15.000 yıl öncesinden daha eskiye tereddütsüz tarihlendirilebilecek bir arkeolojik alanı henüz hiç kim­ se bulamamışhr."14 Alaska / Kanada sınırına yakın Old Crow yerle­ şim. alanında, hiç kuşkusuz insan eliyle şekil verilerek, eti deriden ayırmak için "et sıyırma aleti"ne dönüştürülmüş bir karibu (ren geyiği) kaval kemiği bulundu. Bu ve ilgili kemikler ilk önce 27.000 yıl kadar öncesine tarihlendirildi, ama daha sonra bu tarih gözden geçirilerek yalnızca 1 .300 yıl öncesine çekildi. Yine o günden beri keşfedildiği gibi, Old Crow yerleşim alanında bulunan belirli başka kemik "aletler", gerçekte doğal yolla oluşmuş nesnelerdi; yırhcıla14 Brian Pagan, The Great fourney: The Peopling of Ancient America, Londra ve New York: Thames & Hudson, 1987, s. 122. 45

BÜY Ü K BÖLÜNME

rın öldürdükleri hayvanları yerken kemiklerini nasıl kırdıklarına ilişkin bilgiler çoğaldıkça bu gerçek anlaşıldı. Old Crow'un yaklaşık 54 kilometre güneybabsındaki Bluefish Mağaraları alanında, hemen hemen aynı döneme ait taş aletlerle (üstelik, Fagan'ın dediği gibi, Dyuhtay'da yersiz kaçmayacak taş aletlerle) birlikte, 15.550 ila 12.950 yıl öncesine tarihlenen kesilmiş hayvanlar bulundu.15 Daha sonra, Trail Creek'te, Tangle Lakes'te, Donnelly Ridge'de, Fairbanks'te, Onion Portage'de ve Denali'de, çoğunluğu 11.000 ila 8.000 yıl öncesi bir zaman aralığına tarihlenen benzer buluşlar yapıldı. İlk başta, bu gelenek ya Dyuhtay komplek­ si ya da Denali veya Nenana kompleksi olarak anıldı, ama bugün bunları ve azıcık sonrasına ait nesneleri tanımlamak için Paleo-Ark­ tik terimi yeğleniyor. Taş işlerinin en çarpıcı özelliği, boyutların küçülmesidir ve bu, bölgede yapılan polen analizinin gösterdiği gibi, otsu tundranın (çimenlerin, yosunların) yerini bodur tundraya (ağaçsı çalılara) bırakbğı, bunun da memeli sayısında azalmaya yol açbğı ve belki ilk insanı Beringia' dan çıkmaya zorladığı yaklaşık 14.000 yıl öncesinden başlayarak bitki örtüsünde hızlı bir değişikli­ ğin meydana gelmesi gerçeğinden kaynaklanmış olabilir. İlk insan yoluna devam ettiği için, aletlerin daha küçük olması yeğlenirdi. Doğu Beringia'daki tüm yerleşim alanları mikro kesici aletler içermiyordu. Diğerlerinde, basit sivri uçlar ve büyük keskin ağızlar dahil, havuç ve yonga şeklinde aletler vardı. Aleut ada zincirinin uzak kıyısındaki Anangula' da da keskin ağızlı aletler yapıldı, ama Denali' deki gibi keskin ağızlı küçük (mikro) aletler yapılmadı. Do­ layısıyla, Beringia'da yaklaşık 11 .000 yıl önce oldukça fazla kültürel çeşitlilik vardı. Bunun, yan yana yaşayan farklı kültürel gelenekle­ ri temsil edip etmediğini ya da yaban yaşamının farklı biçimleriyle başa çıkmak için tasarlanmış alternatif uyum stratejileri olup olma­ dığını açıkçası bilmiyoruz. Bunun gibi kanıtlar, modem çağdaki anlamıyla Bering Boğa­ zı'nın "geçilmesi" diye bir şeyin olmadığını düşündürüyor. İlk halk­ lar Doğu Sibirya'ya yayıldılar; o zamanlar burası, doğuya doğru, bugün Yukon ve Alaska olarak bilinen yerlere kadar uzanıyordu. Sonra, -14,000 yıl öncesinden itibaren denizler yükselince, Doğu Beringia halkları daha da doğuya doğru gitmek zorunda kaldılar, o sırada dev buzullar erimekteydi ve göreceğimiz gibi, güneye geçi15 Pagan, The Great Journey, anılan yapıt, 46

s.

127.

1 . AFRİKA'DAN ALASKA'YA: GENLERDE, DİLLERDE VE TAŞLARDA AÇJGA ÇIKAN BÜYÜK YOLC U L U K

şe olanak sağladı. Arkalarından denizler yükselince, bu haklar Yeni Dünya' da tecrit oldular. Bugüne kadar bildirilen genetik kanıtların desteklediği alter­ natif bir görüş, ilk insanın Yeni Dünya'ya kıyı boyunca girdiğidir. Yalmzca genetik açısından bakılınca değil, (anımsanacağı gibi) ilk insanlığın Afrika'yı terk ettikten sonra "kıyı taraması" na uygun bir rota izlediği (gördüğümüz üzere, henüz bununla ilgili dolaysız bir kanıt olmamasına karşın) düşünüldüğü için de bu görüş anlamlıdır. Güney Şili' de erken bir yerleşim alanı olan Monte Yerde' deki an­ tik ocaklarda birkaç tür deniz yosununa ait kalınhların bulunduğu, başka kalınhlann ise, kazıya kahlan arkeologlardan biri olan Tom Dillehay'e göre, çiğnenip "geviş topağı" haline getirilmiş antik su yosunu kümelerini andırdığı keşif de bu görüşe destek veriyor.16 Di­ ğer bazı bilimciler, Büyük Okyanus'un kuzey kıyısı boyunca nere­ deyse kesintisiz uzanan deniz yosunu yataklarının olduğuna işaret etmişler ve deniz yosunu hem besin kaynağı olarak hem de hbbi özellikleriyle son derece yararlı olduğu için, ilk kıyı halklarının bu dağılımı izlemiş olmalarının akla yatkın olduğunu ileri sürmüşler­ dir (bkz. Harita 5).

Ana Diller, Toplayıcılar ve Ayırıcılar Daha önce değindiğimiz üzere, Sijia Wang ve ekibince yürütülen genetik incelemesinde, kalıbının ve dil benzerliğinin birbiriyle ör­ tüştüğü gözlendi. Bu tür bulgular, bazı dillerin başka dillerden ev­ rildiğini kabul eden iyi belgelenmiş güncel ortak görüş temelinde anlaşılmalıdır. Bu görüşü 18. yüzyıl sonunda resmen ilk ortaya atan kişi, Sömürge Hindistan' da İngiliz devlet memuru ve yargıç olan Wi�liam Jones'tu; Jones, Sanskritçe ile bazı modem Avrupa dilleri arasında benzerlikler gözlemledi: örneğin, İspanyolca ile Fransız­ canın Latinceden türediğini, Latincenin ise Ön İtalyancadan doğdu­ ğunu biliyoruz.17 Gerçekte, Avrupa dillerinin birkaçı dışında tümü, 16 A.g.y., s. 125. 1 774'te Cook'un ikinci yolculuğuna kahları Johan Reinholt Forster, bugün Avustronezya dilleri dediğimiz dillerle ilgili aynı gözlemde bulundu. 17 Merritt Ruhlen, The Origins of Language: Tracing the Evolution of the Mother Tongue, New York: John Wiley, 1994, s. 295. 47

B Ü Y Ü K BÖ LÜ N ME

bir ön Hint-Avrupa kök dilinden evrilmiştir, bu da demektir ki, At­ lantik'ten Himalayalar'a kadar dillerin birçoğu ortak bir kaynağa dayanır. Kuzey Amerika dilleriyle ilgili de çok benzer bir çalışma yürütülmüştür. Dilbilimcilerce kurgulanan senaryolardan bazıla­ rı, Son Buzul Maksimum (SBM) uzlaşısı diyebileceğimiz şeye tam olarak uyuyor. Örneğin, Avustralyalı dilbilimci Robert Dixon, farklı diller konuşan bir düzine ayn grubun, yaklaşık 20.000 ila 12.000 yıl öncesine rastlayan bir dönemde Amerika kıta:sına girdiğini hesap­ lamışhr. Öte yandan, İngiliz dilbilimci Daniel Nettle ise bugün Yeni Dünya' da konuşulan dillerdeki çeşitliliğin son 12.000 yılda, yani Amerika'ya ulaşmalarından sonra başladığını savunuyor. Dilbilim araşhrmalarının, çok · geçerli bir nedenden dolayı, ge­ netik ya da arkeolojik kanıtlara göre daha az güvenli temellere da­ yandığını söylemek doğru olur, çünkü insanların geçmişte, özellikle de yazının bulunmasından önce hangi dilleri konuştuklarını bilme­ mizin gerçek bir yolu yoktur. Okuryazar olmayan toplumlara iliş­ kin sahip olduğumuz biricik kanıtlar, bugün konuşulan dillerden, dünya üzerinde yayıldıkları coğrafyadan, dillerin nasıl ve ne hızla değiştiğine ya da evrildiğine ilişkin kabataslak bir fikirden ibarettir. Bu, hiç yoktan iyidir ama yine de geçmiş dilleri yeniden kurma ça­ balarımızın, en iyi olasılıkla teorik ve en kötü olasılıkla kuru yorum­ dan ibaret olduğu anlamına gelir. İşte bu yüzden, "kronolengüistik" (zaman dizinsel dilbilim) ya da "glottokronoloji" (dil zaman dizini) böylesine tarhşmalı bir alandır. Bundan sonra anlatılanları okurken, yukarıdaki gözlemleri akılda bulundurmak da iyi olur. Karşılaştırmalı dilbilimin işleyişi, ilke olarak yalındır. Örneğin, "iki" sözcüğü, Sanskritçede duvıi, klasik Yunancada duo, Eski İrlan­ dacada d6, Latincede ise duo' dur. Özgül dillerin birbiriyle akraba olduğunun alhnı çizmek için binlerce benzer örnek verilebilir. Ben­ zer dillerin, ortak bir kökten türemiş sayılmaları için nasıl olmaları gerektiği konusu gündeme gelince anlaşmazlık çıkar. Bu alan, "top­ layıcılar" ve "ayırıcılar" şeklindeki bölünmeyle kötü nam salmış bir alandır; ilk gruptakiler, dünya yüzeyine yayılmış görece az sayıda dilin olduğu görüşünden yanadırlar, ikinci gruptakiler ise bu bağ­ lanhları hafife alırlar. Dikkat çekici olarak, ayırıcıların her bakım­ dan toplayıcılar kadar seçkin olduklarını, ayırıcıların ana mesajının, dillerin dünya yüzeyine yayılmasına ilişkin pek az sonuca varılabi­ leceği şeklinde olduğunu ve aşağıda anlahlanlarda bunun dikkate 48

l.

AFRİK A'DAN A LASKA' Y A: GEN LERDE, DİLLERDE VE TAŞLAIWA AÇIGA ÇlKAN BÜYÜK YOLC U L U K

alınması gerektiğini burada belirtirsek, toplayıcıların ne dediklerini irdelemeye geçebiliriz. (Yukarıda sunulan genetik incelemelerin­ de, genetik ile dil arasında örtüşmelerin saptandığını, dolayısıyla da toplayıcıların en azından savunacak bir teze sahip olduklarını anımsamamız da yerinde olur.) Harita 6, en büyük (ve en tarhşmalı) "toplayıcılar" dan biri olan Amerikalı dilbilimci Joseph Greenberg'e göre, dünyanın en büyük dil ailelerini gösteriyor. Bu harita, Yeni Dünya' da üç büyük dil aile­ sinin olduğunu ortaya koyuyor: Eskimo-Aleut, Na-Dene ve Ameri­ kan Kızılderili (Amerind) dilleri. Görünüşe göre, bu, üç göç dalgası­ nı akla getirir. Stanford Üniversitesi'nden dilbilimci / antropolog (ve Santa Fe Enstitüsü'nün de müdürü) Merritt Ruhlen, Greenberg'in verilerini yeniden tahlil ederken, Amerikan Kızılderili dilinin, Av­ rasya dil ailesinin bir biçimi olduğunu, ama Eskimo-Aleut dili aynı dil ailesinin bir kolu iken, "Amerikan Kızılderili dilinin, bir bütün olarak Avrasya dil ailesiyle akraba olduğu"nu ve Eskimo-Aleut di­ line yakınlığının, başka herhangi bir Avrasya diline yakınlığından daha çok olmadığını öne sürer. Amerikan Kızılderili dilinin birçok özelliği (örneğin, hısımlık terimleri) yalnızca Amerika kıtasına öz­ güdür, bazı özellikler ise Kuzey, Orta ve Güney Amerika' da ortaktır; dolayısıyla, Ruhlen'in kanısına göre, bu dil, Yeni Dünya'nın başka herhangi bir dili konuşan insanlarca işgal edilmiş olmadığı bir za­ manda kıtaya hızla yayılmışhr. İkinci dil grubu olan Na-Dene, ön Amerikan Kızılderili dili ko­ nuşanlardan daha sonraki ikinci bir göçün kanıhdır, çünkü Na-De­ ne, göründüğü kadarıyla anayurdu Güneydoğu /Orta Asya olan ve Çin-Tibet dilini de kapsayan Dene-Kafkas dil ailesiyle akraba­ dır (yine bkz. Harita 6). Ayrıca, Kuzey Çin' den kökenlenen, Güney Amerika' da ise bulunmayan M130 adlı genetik belirteçle de örtüşür (yukarıya bakın, sayfa 38).1 8 Son olarak, Eskimo-Aleut, Avrasya dillerinin bir kolu olan üçün­ cü bir dil ailesidir, bu da onu, en yakın tarihli göçün kanılı yapar. Bu teoriyi destekleyen bir başka bulgu, Kuzey Kanada'nın kıyıları boyunca bu dil ailesinin seyrek bir yayılım göstermesidir. Öyleyse, buraya kadarki dilbilimsel kanıtlar, genetik kanıtlar­ la genel olarak uyum içindedir: Ana göç, Avrasya dilinin bir kolu olan Amerikan Kızılderili dili konuşan bir grup insanın 20.000 ila ·

18 Ruhlen, anılan yapıt, Harita 7, s. 90 ve Harita 8, s. 108. 49

BÜYÜK BÖLÜNME

12.000 yıl öncesi arasında Yeni Dünya'ya girmesiyle oldu; çok daha sonra, yaklaşık 8.000 yıl önce, Güneydoğu / Orta Asya kaynaklı De­

ne-Kafkas dilinin bir biçimini, yani Na-Dene dilini konuşan bir grup insanın gelmesiyle ikinci bir göç gerçekleşti. Dilbilimsel kanıtlar, Eskimo-Aleut dili konuşan insanlarca Kanada'nın kuzey kıyısı civa­ rında gerçekleştirilen üçüncü bir göçün (daha da yakın bir tarihte) meydana geldiğini de ima ediyor. Bunun bizi gereğinden çok kaygı­ landırması gerekmez, çünkü Eskimo-Aleut halkı bizim öykümüzde yalnızca küçük bir rol oynayacak. 19 Öyleyse, her şey yolunda. Bununla birlikte, Yeni Dünya'ya gi­ rişin daha erken, yani 20.000-12.000 döneminden önce olduğunu gösteren az sayıda genetik çalışması (LGM uzlaşısı) bulunduğu gibi, hemen hemen aynı şeyi gösteren bir dilbilim analizi de var­ dır. Berkeley'deki Kaliforniya Üniversitesi'nden Johanna Nichols, dünyada 167 dil "soy"unun (geçmişte ortak bir dallanma nokta­ sına kadar birbiriyle ilişkilendirilebilen dil gruplarının) olduğunu tahmin etmektedir. Bayan Nichols bunu yaparken, söz dizimi (öz­ ne-nesne-yüklem ya da özne-yüklem-nesne), şahıs zamirlerinin bi­ çimi, yüklemlerin adlardan daha "çekimli" olup olmadığı (anlama ve bağlama göre eklerinin değişip değişmediği), sayının nasıl ele alındığı, tekilliğin ve çoğulluğun yüklemlerde nasıl ifade edildiği vb. gibi özellikleri temel alır.20 Nichols, dünya üzerindeki 1 74 dili bu yaklaşımla incelemiş ve bu karşılıklı ilişkiden yol çıkarak, bizi ilgilendiren üç sonuca ulaşmayı başarmışhr. Birincisi, yerküre üzerinde yalnızca dört büyük dilbilimsel alan vardır: Eski Dünya, Avustralya, Yeni Gine (Melanezya'yla birlikte) ve Yeni Dünya. İkincisi, dış etkilerden yalıhlmış bir kıta ya da alt kıta (örneğin, Güney Amerika ya da Avustralya) gibi bir bölgede, zamanın basit bir işlevi olarak dil soylarının sayısı artar.21 Ama en ilginç olanı, Nichols'un çıkardığı üçüncü sonuçtur. Ken­ di sözleriyle: "[Dil çeşitliliğine ilişkin] tarihsel bir yorum, Eski Dün­ ya'nın ve Pasifik'in dil toplulukları arasında antik bir kopma oldu­ ğunu, Pasifik'in o zamanlar ikincil bir yayılma merkezi ve Pasifik Çevresi yerleşim kaynağı olarak işlev gördüğünü önerirdi. Dünya19 A.g.y., s. 134-137. 20 Joanna Nichols, Linguistic Diversity in Space and Time, Chicago ve Londra: University of Chicago Press, s. 9-10. 21 Nichols, anılan yapıt, s. 298. 50

1 . AFRİKA' DAN ALASKA' YA: G E N L ERDE, DİLLEIWE VE

AÇIGA ÇIKAN BÜYÜK YOLCULUK

run

TAŞLARDA

çoğu bölgesine insanların yerleşmesi, Eski Dünya' dan yayılma yoluyla olmaktan çok, Pasifik Çevresine yerleşim yoluyla olmuş, böylelikle genetik insan dili soylarının çoğu ortaya çıkmış ve Yeni Dünya yerleşime açılmışbr. Yeni Dünya'ya giriş noktası, elbette Beringia'ydı; ama dilbilimsel tipolojinin gösterdiği üzere, Beringia üzerinden giren yerleşimciler, ağırlıklı olarak, Orta Avrasya' dan yayılan dalgaların en sonunda kara içlerine ittiği Sibirya insanları olmaktan çok, Pasifik Çevresi yerleşim örüntüsü sergileyen sahil in­ sanlarıydı." (İtalik ifadeler metne eklenmiştir.) Bu resimde yapılan son bir rötuş, "Yeni Dünya' ya ilk yerleşimin yaklaşık 35.000 yıl önce başladığı" yorumudur.22 Öyle görünüyor ki, elbette bu, şimdiye kadar tarbşageldiğimiz şeylerin çoğunu altüst ediyor. LGM uzlaşısı, genetik kanıtlar, Bering Boğazı'nın iki yakasından elde edilen arkeolojik kanıtlarla birlikte Christy Tumer'ın diş bulguları, Greenberg'in ve Ruhlen'in dilbi­ limsel kanıtlan, ilk insanların kabaca 16.500-15.000 yıl önce, Orta ve Kuzey Avrasya üzerinden bir kara yolu rotası izleyerek Bering Kıstağı' na ulaşbklannı, Güneydoğu Asya kökenli ikinci bir grubun yaklaşık 8.000 yıl önce Boğaz'ı geçtiğini tutarlı bir şekilde ortaya koyuyor. Johanna Nichols'ın dilbilimsel kanıtlan, Güneydoğu Asya adalarından kuzeye doğru yolculuk yaparak, Çin'e ve Sibirya'ya gelen ilk halkların Pasifik' in çevresinin bab kıyısı yoluyla 35.000 yıl önce Beringia'ya ulaşbklanru söylüyor. Bu iki senaryo bağdaşbnla­ bilir mi? Nichols'ın dilbilimsel kanıtlan, Amerika kıtasına ilk girişe iliş­ kin genetik kanıtlara benzemiyor. Daha önce dediğimiz gibi, genel resmin ana doğrultusunu ciddi olarak tehlikeye atmaksızın, genetik açıdan az ya da çok farklı ama tecrit olmuş bir veya daha çok in­ san grubunun, ana göçmen grubundan çok daha önce Amerika'ya &ir.diğini varsayabiliriz. Ama Nichols'ın dilbilimsel kanıtlan, tanım gereği, tecrit olmuş kümeler için değil, geniş insan grupları için ge­ çerlidir. Bu uyuşmazlığın yanıb, kesinlikle, kronolingüistik yönteminin belirsiz niteliğinde yatmaktadır. Nichols'ın meslektaşlarının bir­ çoğu, onun dilleri dört "aile"ye bölmesini kabul etmekle birlikte, zaman derinliği hakkındaki tezlerini ciddiye almıyor; Nichols'ın kendisi de glottokronoloji yöntemini kullanmıyor. Arkeolojik açı22 A.g.y., s. 330. 51

BÜYÜK BÖLÜNME

dan bakılınca, Alaska'nın ötesindeki Amerika kıtasında 14.500 yıl öncesinden daha eski bir zamanda insan varlığı gösteren bir kanılın neredeyse hiç olmadığını Bölüm 4'te göreceğiz, ama birinci göç dal­ gasından çok daha sonra, yaklaşık 8.000 yıl önce, Güneydoğu Asya adalarını terk edip Pasifik kıyısı boyunca yol alarak Yeni Dünya'ya ikinci bir göç dalgasının niçin yaşandığına ilişkin iyi jeolojik, koz­ molojik ve mitolojik kanıtların olduğunu da Bölüm 2' de göreceğiz. Başka bir deyişle, Joanna Nichols, Yeni Dünya dillerinin en azından bazılarının kökeni konusunda haklıdır, ama zaman derinliği konu­ sunda yanılıyor. (Zaman derinliğinin, karşılaşlırmalı dilbilimde çok tarlışmalı ve güvenilmez bir konu olduğunu anımsayın.) Yine göre­ ceğimiz gibi, uyuşmazlığın ipucu, tam da Nichols'ın, Eski Dünya ile Pasifik dilleri arasında antik bir kopmanın olduğunu ısrarla vurgu­ lamasında yalıyor. Niçin öyle olsun ki? Geçmişin derinliklerinde ne oldu da bu kopma meydana geldi? Bir sonraki bölüm, o kopmanın açıklanmasına katkı yapacaklır; ayrıca, Amerika kıtasının halkını oluşturan insanlardan bazılarının, Yeni Dünya' ya doğru yol alırlarken, Avrasya' da bırakhkları insan­ lardan kendilerini ayıran ve sonraki gelişimlerini büyük olasılıkla etkileyen bazı psikolojik ya da deneyimsel ayırıcı özellikler kazanmala­ rına yol açan bir dizi benzersiz olay yaşadıklarını da göreceğiz. Ger­ çekte, bu özel olaylardan bazılarının yaklaşık 8.000 yıl önce meyda­ na geldiğini ve bunun, tam da aynı dönemde Yeni Dünya'ya giren Na-Dene dil topluluğuyla ilişkili M130 haplogrubu hakkında daha önce değindiğimiz genetik kanıtlarla çok iyi bağdaşlığını göreceğiz. Derin tarihle ilgili böyle bir sav ileri sürmek, bir zamanlar im­ kansız olmasa bile, zor olurdu, ama arlık değildir. Kalılım ve dil biliminde sağlanan ilerlemelere ek olarak, yer ve evren biliminde sağlanan ilerlemeler sayesinde, bugün uzak tarihimiz hakkında önceki dönemlerden çok daha fazla şey bildiğimizi ve dahası, bu incelemelerin, mitolojiyle hem şaşırlıcı hem de önemli bağlanlılar ortaya koyduğunu söyleyebiliriz. Sonuç olarak, öteden beri hayal ürünü, belirsiz hikayeler sayılıp hafife alınan efsanelerin pek de öyle olmadığını ve daha önce biri­ lerinin hayal ettiğinden çok daha sıkı şekilde gerçeklere dayandığı­ nı bugün biliyoruz. Bu efsaneleri (bugün yapılmakta olduğu gibi) deşifre etmeyi öğrendiğimizde, bunlar, derin zaman hakkında bize pek çok şey anlalır.

52

��t

AFRİKA'DAN ALASKA'YA:

EFSANELERDE, DİNLERDE VE KAYALARDA AÇIGA ÇIKAN DERİN ZAMAN FELAKETLERİ Önceki bölümdeki kanıtların bize gösterdiği gibi, atalan on binlerce yıl önce iki büyük güzergahtan birini ya da her ikisini, yani Orta Asya güzergahını veya Pasifik Çevresi güzergahını kullanarak Af­ rika' dan ayrılmış olan Çukçiler gibi ilk halklar en sonunda Bering Boğazı'na ulaşhlar. Bu bölümde, genetik yerine, efsaneler, yani mi­ toslar üzerine odaklanarak, derin zamandaki uzak olaylan, yani çok büyük felaketlere, travmalara, sarsınhlara yol açan, öyle ki antik halkların bunlarla başa çıkmak için tüm zihinsel güçlerini kullan­ dıkları olaylan yeniden kurmak, yarathklan yıkıcı deneyimlere bir anlam vermek için kozmolojinin, jeolojinin, paleontolojinin, arke­ olojinin en son bulgularını mitolojiyle bir araya getirmeye çalışan görece yeni bir bilimsel sentez yapıyor olacağız. Bugün genellikle bildiğimiz gibi, efsaneler, çoğunlukla, felaketlere ilişkin anılardır ve· aynı zamanda, bunların pekala yeniden meydana gelebileceği­ ne ilişkin uyanlardır. Konumuzu bitirdiğimizde, erken dönem Eski Dünya halkları ile ilk Amerikalılar arasındaki erken psikolojik fark­ lılıklar hakkında biraz fikir edinmiş olacağız. Dünya çapında en yaygın (aynı zamanda da en çok bilinen) ef­ sanenin, tam büyüklüğü ölçülmeyen ama elbette yalnızca Hristi­ yan kutsal kitabında değil, antik Hindistan, Çin, Güneydoğu Asya, Kuzey Avustralya, Amerika efsanelerinde de anlahlan korkunç bir taşkınla, yani tufanla ilgili olduğu, yüz yılı aşkın süreden beri bilin53

BÜYÜ K BÖLÜNME

mektedir. Sel mitosunu (mitoslarını) az sonra biraz aynnhlı olarak ele alacağız, ama yeryüzündeki ikinci en yaygın efsaneyi, yani dün­ yanın "su ile yarahlış" efsanesini ilk önce ele almak, açıkça anlaşıla­ cak nedenlerle, burada bize daha uygundur. Bu efsanenin ana izleği çoğunlukla Gökyüzü' nün Yeryüzü'nden ayrılmasıdır. Bu öykü, Yeni Zelanda' dan Yunanistan' a kadar (göre­ ceğimiz gibi, önemli bir dağılım) uzanan bir kuşakta anlahlır ve her zaman birkaç ortak özelliğe sahiptir. Birincisi, ışığın görünmesidir. Yarablış, 1:3'te söylendiği gibi: "Tanrı, 'Işık olsun' diye buyurdu ve ışık oldu." Evrenin doğuşuyla ilgili anlahlann neredeyse hepsinde bu izlek vardır ve dikkat çekici olarak, Yaratılışta ilk ışığın kaynağı ne Güneş ne de Ay'dır. Aksine, ilk ışık, Gökyüzü (cennet) ile Yeryü­ zü'nün ayrılmasıyla ilişkilidir. Güneş, ancak Gökyüzü ile Yeryü­ zü'nün ayrılmasından sonra belirir. Doğudaki bazı geleneklerde, Yeryüzü'nü sarıp sarmalayan bulutların ağır tözü yere çöktüğü için ışığın girmesi mümkün olur ve ışık, bulutlan gidererek, yükselir ve gökyüzü haline gelir. Bununla ilgili yaygın bir mecaz, yumurtanın bölünmesidir. Başka efsanelerde karanlık, "simsiyah gece" olarak betimlenir. Yakın tarihli jeolojik incelemelerde, bilimcilerin Toba yanardağ patlaması adıyla bildikleri bir olgu saptanmışhr. Umman Denizi yatağındaki sondajlarla çıkarılan örnekler, Sumatra' daki Toba' da 74.000 ila 71.000 yıl önce bir yanardağ patlaması olduğunu göster­ miştir. Bu, son iki milyon yıl boyunca yeryüzünde meydana gelmiş en büyük patlama olarak bilinir; her yeri alev alev yakan bu korkunç patlama, 30 kilometre yükseğe çıkan, kuzeye ve bahya yayılarak Sri Lanka'yı, Hindistan'ı, Pakistan'ı ve Basra Körfezi'nin geniş bölgele­ rini 15 santimetre kalınlığında bir örtüyle kaplayan (gerçi Orta Hin­ distan' daki bir yerde kül tabakası 6 metre kalınlığa ulaşb) devasa bir volkanik kül bulutu (tahminen 2.704 kilometre küp, yani Everest Dağı'nın iki kah hacminde) püskürtmüş olmalıdır.1 Toba'dan 2.400 kilometre uzaktaki Umman Denizi'nde ve Güney Çin Denizi'nde yakın zamanda Toba külleri bulunrnuştur.2 Patlama sonucunda, 85 kilometre uzunluğu ve 25 kilometre kadar genişliğiyle, 1.200 metre yüksekliğinde dik yamaçlarıyla ve 580 metre derinliğinde sularıyla 1

John Savino ve Marie D. Jones, Supervolcano: The Catastrophic Event that

Changed the Course of Human History, Franklin Lakes, N.J.: New Page, 2007, s. 2

123. Savino ve Jones, anılan yapıt, s. 123.

54

2. A F RİKA' DAN ALASKA'YA:

EFSANELERDE, DİNLERDE VE KAY AT�ARDA AÇIGA ÇIKAN DERİN ZAMAN FELAKETLERİ

bugün Endonezya'nın en büyük gölü olan Toba Gölü'nü barındı­ ran devasa bir yanardağ çukuru oluştu.3 Bu patlamanın ardından, uzun süren bir volkanik kış meydana geldi. (Jeolog Michael Rampi­ no'ya göre, deniz suyu sıcaklıkları -12 santigrat dereceye düştü ve geniş alanlan haftalarca ya da aylarca zifiri bir karanlık kapladı. )4 Bugün devasa patlamaların neden olduğu bilinen minicik sülfürik asit damlacıklarının havaya saçılmasıyla oluşan bulutlar, fotosente­ zi %90 oranında azaltmış, hatta orman örtüsüne büyük zarar vere­ cek şekilde tamamen bitirmiş olabilir.5 Eğer ilk insanlar 125.000 yıl önce ya da ondan sonraki bir za­ manda Afrika'yı terk ettilerse, onları şimdiki Yemen ve Aden çev­ resinden dolaştıran kıyı tarama güzergahını tutup, oradan İran, Afganistan, Pakistan sahilini izledilerse ve olumsuz iklim koşullan nedeniyle zaman zaman tecrit olarak başka bir yere çakılıp kaldı­ larsa, Toba patlamasıyla aşağı yukarı aynı zamanda Güney Asya'ya ulaşmış ve bu olaya tanıklık etmiş olabilirlerdi. Hindistan' da ve Malezya' da yapılan kazılarla bu durum gerçekten doğrulanmıştır; o tarihte volkanik külün hem üstünde hem de altında gömülü ola­ rak Paleolitik aletler bulunmuştur. Bazı tahminlere göre, bu muaz­

zam genişlikteki bölgenin nüfusu, tahminen 100.000' den 2.000 ila 8.000 arası bir sayıya inmiş olabilir (şempanzelerde de buna benzer bir nüfus kırımının meydana geldiği bilinmektedir). Ama böylesine uzun bir çağa ilişkin nüfus tahminlerinin çok spekülatif olduğu ger­ çeğini göz ardı edemeyiz.6 Şubat 2010' da Oxford' da düzenlenen bir konferansta, Toba patla­ masının "aşın yıkıcı" niteliği sorgulandı ve sıcaklığın yalnızca 2,5°C düştüğünü ima eden yeni kanıtlar bildirildi. Ama Toba'nın etkileri­ nin uzun erimli olmadığını hiç kimse öne sürmedi ve konferansta, Homo sapiens'in yaptığı aletlerin volkanik kül tabakası hem altında �em de üstünde saptandığını gösteren yeni kanıtlar da sunuldu.7 3 4

5 6

7

A.g.y., s. 125. Jelle Zeilinga de Boer ve Donald Theodor Sanders, Volcanoes in Human History: The Far-reaching Effects of Major Eruptions, Princeton, NJ ve Oxford: Princeton University Press, 2003, s. 155-6. Savino ve Jones, anılan yapıt, s. 125. A.g.y., s. 132 ve 144. Aynca bkz. Michael D. Petraglian ve ark, "Toba Süper Patlamasından önce ve Sonra Hindistan Alt Kıtasındaki Orta Paleolitik Topluluklar", Science, C. 317, s. 114-116, 6 Temmuz 2007. Michael Petraglia ve ark., anılan yapıt. Aynca bkz. Kate Ravilious, "Patlayan 55

BÜYÜ K B Ü L Ü N J'vff

Dolayısıyla, bundan iki sonuç çıkarılabilir. Volkanik kış, Hindistan merkezli geniş bir alanda yaşayan ilk insanları neredeyse tümüyle yok etmiş olabilir, bu da demektir ki, belirli özgül beka (sağkalım) stratejileri geliştirilmiş ve bunlar efsane biçiminde bellenmiş olabi­ lir; ikincisi ise daha sonra hem doğudan hem de batıdan gelen in­ sanlar etkilenen bölgeye yeniden yerleşmiş olabilirler: "Ayrılık" efsanesi, Taba patlamasından sonra ve onu izleyen volkanik kış sırasında yerkürenin geniş alanlarında, Güneydoğu Asya' da olan bitenlerin pek de yanlış olmayan bir betimlemesidir (Toba patlamasının yayılımı için bkz. Harita 7). Güneş ışığı tümden kesilmiş olurdu, kül nedeniyle "zifiri" karanlık oluşurdu, kül ya­ vaş yavaş yere çökerdi ve uzun, çok uzun zaman sonra gökyüzü yavaş yavaş parlaklaşır, aydınlanır ve açılırdı, ama güneş ya da ay belki kuşaklar boyunca görülemez olurdu. Işık olurdu, ama güneş yıl­ larca olmazdı, ta ki nihayet güneşin en sonunda görülebilir olduğu sihirli gün gelinceye kadar. Güneş bizim için çok olağandır, ama ilk insanlar için güneş (ve dolayısıyla ay), aydınlık gökyüzünde yeni bir varlığı ifade ederdi. Bu olayın, zamanın başlangıcı olarak görülme­ si, mitolojik açıdan akla yatkındır. Bu nedenle, Taba patlamasının saptanması, mitoloji için nasıl çı­ ğır açıcıysa, jeoloji için de neredeyse öylesine çığır açıcıdır. Az sonra göreceğimiz gibi, başka birçok antik mitosun ve efsanenin, bizim derin bilinçaltımızın ürünleri (Carl Jung ya da Claude Levi-Strauss tarafından ısrarla belirtildiği gibi) olmak şöyle dursun, aslında ger­ çek olaylara dayandıklarına inanmak için nedenler vardır. Efsaneler, antropologlara ilgi çekici gelmesine karşın, öncelikle, aslında kurgusal anlatılar olarak, eski insanların ilkel inançlarını açığa vurmaktan başka bir anlam taşımayan hikayeler olarak ele alınır. On dokuzuncu yüzyıl sonunda yaşamış bir antropolog ve The Golden Bough (Altın Dal ) kitabırun yazarı olan Sir James Frazer, 1918'de Londra'da yayımlanan Folk-Lore in the Old Testament (Eski Ahit'te Folklor) kitabında bu efsanelerin birçoğunu kaydetti ve şun­ ları söyledi: "Dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan ırkların inançDünya Üzerinde Büyük Göç", New Scientist, 17 Nisan 2010, s. 28-33. Toba patlamasının haritası, 2004'nin Noel zamanında Kuzeybatı Sumatra'run batı kıyısı açıklarındaki Simeulue'de bir deprem nedeniyle oluşan ve tüm Sri Lanka ile Güney Hindistan'ı etkileyen tsunaıninin rotasıyla ilginç bir şekilde örtüşüyor (bkz. Harita 7). 56

2.

A F R İK A ' D AN ALASKA 'Y A : EFSANELERDE, DİN LERDE V E K AYA L A R D A AÇIC A ÇIKAN D ERİN ZAMAN FELA KETLERİ

lan ve gelenekleri arasındaki sayısız ve çarpıcı benzerlikleri nasıl açıklamalıyız? Bu tür benzerlikler, geleneklerin ve inançların gerek doğrudan temas yoluyla, gerekse aradaki halklar aracılığıyla bir ırk­ tan diğerine iletilmesinin sonucu mudur? Yoksa bunlar, insan zihni­ nin benzer koşullar alhnda benzer şekilde işlemesi nedeniyle birçok farklı ırkta birbirinden bağımsız olarak mı ortaya çıkmışhr?" 8 1927'de İngiliz arkeolog Leonard Woolley, Irak'ta bulunan ve Kutsal Kitap'ta Yahudilerin kurucu atası İbrahim'in yurdu olarak adı geçen Keldan veya Kaldea bölgesindeki Ur'u kazmaya başlayın­ ca, tutumlar biraz değişti. Woolley, Ur' da bazı önemli buluşlar yaph ve bunların ikisi muazzam önemdeydi. Birincisi, kral ile kraliçenin gömüldükleri kraliyet mezarlarını buldu, bir bölük asker ve çok süslü saç şekilleri hala bozulmamış, kraliyet sarayından dokuz ka­ dın da onlarla birlikte gömülmüştü. Ne var ki, bu toplu kurban ayi­ nine hiçbir metinde değinilmemişti, bu yüzden de Woolley, kurban ayini yazının icadından önce meydana gelmiş olduğu için bu olağan dışı olayın kaydedilmediği sonucunu çıkardı ve bu önemli sonuç daha sonra doğrulandı. İkincisi ise Woolley, on iki metre düzeyine kadar kazınca, hiç ama hiçbir şeye rastlamadı. İki buçuk metreyi bulan bir tabaka sadece kilden oluşuyordu, ne türden olursa olsun hiçbir kalınh kesinlikle yoktu. Woolley, iki buçuk metre kalınlığında bir kil tabakasının birikmesi için bir zamanlar devasa bir selin Sü­ mer ülkesini sular alhnda bırakmış olması gerektiği sonucuna var­ dı. Öyleyse bu, Kutsal Kitap'ta değinilen tufan mıydı? Birçok insan (o zaman ve şimdi) öyle olduğunu düşündü. Ama bir o kadarı da öyle düşünmedi. Çünkü Kutsal Kitap' ta söylendiği­ ne göre, sel suları dağların tepelerini aşacak kadar yükseldi, yani iki buçuk metreden daha derindi ve çünkü sel sularının tüm dünyaya yayıldığı öne sürülüyordu. Mezopotamya' da Dicle ve Fırat suları­ nın pluşturduğu iki buçuk metrelik bir sel, yerel bir olaydan başka bir anlam ifade etmezdi. Yoksa eski insanlar olayı abartmışlar mıy­ dı? O çağda uzak yerlere pek kimse yolculuk etmediği için, "dünya­ ya çapında sel" e yapılan ahf, belki de sırf sözün gelişiydi. Konunun on yıllarca hkarup kaldığı nokta aşağı yukarı burasıy­ dı. Ne var ki, son yıllarda, geçmişimizin derinliklerindeki üç olaya (daha doğrusu, üç olay dizisine) yeni bir ışık tutulmuştur. Pleisto­ sen'den Holosen'e, yani Buzul Çağı'ndan Modern Çağ' a geçişi kap8

Savino ve Jones, anılan yapıt, s. 47. 57

BÜYÜK BÖLÜNME

sayan yılların tarihinde, yakın zamanda büyük gözden geçirmeler yapılmışhr ve konuyu kısaca ortaya koymak gerekirse, bu döneme ilişkin en son akademik çalışmalar üç şeyi göstermektedir. Dün­ yanın bir değil, (kabaca söylenirse)

-14.000, -11.500 ve -8.000 yıl

önce olmak üzere üç büyük sel geçirdiğini, bunların sonuncusunun özellikle yıkıcı olduğunu ve o zaman dünya üzerindeki insanların birçoğunun yaşamını çarpıcı ölçüde değiştirdiğini ortaya koymak­ tadır. Bu gelişme, uzak geçmişteki çeşitli zamanlarda belki de kuru alanlar olarak ve dolayısıyla, ilk hakların yaşadıkları yerler olarak, dünyanın görece sığ kara köprülerine ve kıyıya yakın kıta sahan­ lıklarına arkeologlarca gösterilen ilginin aniden artmasına yol aç­ mışhr. Yaklaşık

300 arkeolojik alanda, belirli olgularda 45.000 yıl

öncesinden daha geriye giden binlerce radyokarbon tarihlendirme çalışması (bazen dalma yoluyla) yürütülmüş, ama

13.000 yıl önce­

sinden daha eskiye ait dikkate değer pek az şey keşfedilmiştir. İsveç ve Kaliforniya gibi apayrı yerlere 50 kilometreyi bulan mesafelerde, Kızıldeniz' de, Beringia' da, Cebelitank açıklarından İsrail açıklarına kadar uzanan Akdeniz'de,

145 metreye varan derinliklerde duvar­

lar, kil zeminler, ocaklar ve taş aletler bulunmuştur. İkincisi, bu yeni anlayış, dünyanın su taşkınlarından en çok et­ kilenen bölgesinin Mezopotamya değil, koskoca kıtanın sulara gö­ müldüğü Güneydoğu Asya olduğunu ortaya koyuyor. Eğer bu taş­ kınlar en büyük etkiyi Güneydoğu Asya' da gösterdiyse, demek ki, o batan kıtada yaşayanlar, dünyanın her yanına (kuzeyde Çin'e ve sonra Yeni Dünya'ya, Pasifik adalarının doğusuna ve Avustralya' ya, yeniden Hindistan'ın bahsına ve belki ta Anadolu'ya, Afrika'ya ve Avrupa'ya ) göçmek, giderken de becerilerini yanlarında götürmek zorunda kalmış olurlardı. Bu yeni kronolojinin üçüncü yönü, her zaman Orta Doğu' da icat edilmiş gibi anlaşılagelen erken dönem uygarlık becerilerinin birçoğunun, söz gelişi tarımın, gerçekte ilk olarak çok daha doğuda, Güneydoğu Asya' da ve Hindistan' da ge­ liştirilmiş olmasıydı. Bu, tarhşmalı bir teoridir. Bunu eleştirenlerin işaret ettikleri üze­ re, deniz düzeyleri yükseldiği zaman, her yerde yükselirdi, dolayı­ sıyla da kıyı boyunca göç olasılığı kara içlerine hareket olasılığından daha zayıf olurdu; bu eleştiriciler, Kuzey Asya' daki taş aletlerin, ada Güneydoğu Asya'dakilerden çok farklı olduğu konusunda da ısrar ediyor ve dolayısıyla, Doğu Asya kıyılarına yukarı bir göçün oldu58

2. A F R1KA'DAN

ALASKA'YA: EFSANELERDE, DİNLERDE V E KAYALARDA AÇJ(; A ÇIKAN DERİN ZAMAN FELAKETLERİ

ğuna ilişkin (başka yönlerden sağlam görünen) genetik kanıtlara kuşkuyla bakıyorlar. Ama teori ancak kısmen doğru olsa bile, bu kitabın dayandığı fikirler açısından önemli bir sonuç içerir, özellikle çünkü Eski Dünya ile Pasifik halkları arasında büyük bir dilsel kop­ manın olduğunu ve Yeni Dünya'ya insanların yerleşmesinde bunun önemli bir rol oynadığını savunan Johanna Nichols'ın çıkardığı bu sonucu açıklamaya katkıda bulunabilir. Son Buzul Çağı'ndan sonra deniz düzeyindeki yükselmenin ge­ rek yavaş gerek bir örnek olmadığını düşündüren kanıtlar bugün oldukça çoktur. Aksine, sonuncusu yalnızca 8.000 yıl önce (MÖ 6000'de) olmak üzere, ansızın oluşan üç buzul erimesi, geniş ve düz kıta sahanlıklarına sahip belirli tropikal kıyı şeritlerin üzerinde yıkıcı bir etki yarattı. Büyük buz tabakalarının ağırlığının karalar üzerinden kalkıp denizlere taşınması nedeniyle oluşan çok büyük depremler, bu değişikliklere eşlik etti.9 Bu dev depremler, süper dalgalara, yani tsunamilere neden olurdu. Dünya, jeolojik olarak, şimdikinden çok daha haşin bir yerdi. 20.000 ila 5.000 yıl öncesi döneme ait tüm denizbilimsel (oşi­ nografik) kayıtlar, deniz düzeylerinin en az 120 metre yükseldi­ ğini ve insan faaliyetlerini üç şekilde etkilediğini ortaya koyuyor. Birincisi, geniş bir sığ kıta sahanlığına sahip olan Güneydoğu As­ ya' da ve Çin' de, tüm kıyı ve ova yerleşim örnekleri her zaman su taşkınlarına uğradı. O yerleşimler, binlerce yıldan beri sular alhn­ da kalmıştır ve büyük olasılıkla da öyle kalacaktır. İkincisi, 8.000 yıl önce deniz düzeyindeki son yükselme sırasında, sular yaklaşık 2500 yıl geri çekilmedi ve sonuç olarak, oralarda bugün su üstün­ de bulunan birçok bölge, yine de metrelerce kalınlıkta lığ (mil) ta­ bakasıyla örtüldü. Üçüncüsü, daha önce değinildiği gibi, Güney­ doğu Asya'yı harap eden taşkınlar, oralarda yaşayanları kaçmak zqranda bırakh.10 Doğu Avrasya' da Cilalı Taş (Neolitik) Devriminin ilginç tarih­ lendirme örüntüsü, bu tabloyu destekliyor. Bulunmuş olan bu tür (ama sayıca az) yerlere göre, Pasifik Çevresi kültürleri, Bahdaki­ lerden epey ön ce gelişmeye başlamış ama anlaşılan daha sonra durmuş görünüyor. Örneğin, çanak-çömlek işçiliği ilk kez yaklaşık Stephen Oppenheimer, Eden in the East: The Drowned Continent of South East Asia, Londra: Weidenfeld & Nicolson, 1998, s. 17. 10 Oppenheimer, anılan yapıt, s. 18.

9

59

BÜYÜK BÖLÜ NME 12.500 yıl önce Güney Japonya' da ortaya çıkmışhr; 1 500 yıl sonra

da hem Çin'e hem de Çinhindi'ne yayılmıştır. Bu örneklerin, Me­ zopotamya, Hindistan ya da Akdeniz bölgesindeki yerleşimlerin hepsinden 3500 ila 2500 yıl daha eski olduğunu söylemek önem­ lidir. 11 Başka bir deyişle, ön uygarlığın bu erken işaretleri, Güney­ doğu Asya' da, başka yerlerden çok ama çok daha önce ortaya çık­ mışhr. Bu yerleşimlerin Afrika'ya olan uzaklıkları, başka birçok Akde­ niz, Orta Asya ve Mezopotamya yerleşimine göre daha fazla olma­ sına karşın, eğer ilk halklar kıyı taraması yaparak yaşıyor idiyseler, kronolojik önceliğe sahip olmaları akla yatkındır. İlk göçmenler, ırmakların (tatlı su kaynaklarının) kıyılar boyunca daha sık görül­ düğünü ve denizlere boşaldığını, ama bir ırmağı kara içlerindeki kaynağına kadar izleyince, tatlı suyun bittiğini ve bir sonraki ırmağı bulma garantisinin olmadığını kavramış olmalıdırlar. Eğer göçmen­ ler, nüfus baskısı yüzünden, herhangi bir bölgeyi terk etmek zorun­ da kaldılarsa, kıyı boyunca ilerlemek, bu nedenle, kara içlerine git­ mekten daha az riskliydi. Çanak-çömlek işçiliğinin yaklaşık 12.000 ila 11 .000 yıl önce ilkin Japonya' da ve Çinhindi'nde başlamasına ek olarak, Doğu Asya' da çok çeşitli Neolitik aletler (nacaklar, kazıyıalar, çuvaldızlar ve öğüt­ me taşlan yanında, ocaklar ve mutfak ahklan) bulunmuştur, ama bunlara daha çok kara içlerindeki mağaralarda rastlanır. Alçak bölge­ lerde MÖ 1 0.000 ila 5.000 yıllan arasına tarihlenen Neolitik yerleşim yeri neredeyse hiç yoktur. Bu anormalliği açıklamak için iki görüş ileri sürülmüştür. Bir gö­ rüşe göre, Güney Doğu Asya adasında Neolitik dönem ancak 4.000 yıl önce, Tayvan ile Filipinler ' den göçmenlerin gelmesiyle ve yeni beceriler, yeni aletler getirmesiyle başladı. Uzmanların dediklerine göre, Güney Doğu Asya mağaralarının çoğu işte bu yüzden boştur; oralarda çok az insan yaşamışhr. Diğer görüş daha iddialıdır: Bu­ zul Çağı'nın sonunda Güney Doğu Asya' da insanlar yaşıyorlardı ve kendi tanın (ve denizcilik) becerilerini, başka yerlerdeki (örneğin Yakın Doğu' daki) insanlardan çok daha önce geliştirmişlerdi, ama eriyen buzulların yol açhğı taşkınların sonucu olarak, hem doğu, hem hah hem de kuzey yönünde uzak yerlere göç etmek zorunda 11 A.g.y., s. 19. 60

2.

AFRİKA' DAN ALASKA'YA: EFSANELERDE, DİNLERDE VE AÇIGA ÇIKAN DERİN ZAMAN FELAKETLERİ

KAY ALARDA

kaldılar. 12 Taşkınların bırakhğı lığ tabakası, bu insanları kaçmak zo­ runda bırakhğı gibi, birçok yeri de kapladı.13

Yalpalamalar, Eğilmeler ve Kusursuz Fırtınalar Bunlar açıkça önemli tezlerdir ve dolayısıyla, bu yeni teorilerin değeri hakkında karar verebilmek istiyorsak, taşkınların eksiksiz olarak tanımlanması gerekir. Bu, bizim asıl öykümüzden büyük bir uzaklaşma gibi görünebilir, ama okurlardan sabırlı olmalarını isti­ yoruz: Yeni Dünya'ya ilk giren insanların, Eski Dünya'yı terk eder­ ken arkada bırakhkları insanlardan onları ayıran belirgin bir dizi deneyim sonrasında öyle yaphklarını düşündüren tutarlı bir tablo ortaya çıkacakhr. Bugün biliyoruz ki, yukarıda değinilen üç yıkıcı sel felaketi, her biri farklı olan ve her biri Dünya'nın çeşitli bölgelerine Güneş'in ilettiği sıcaklığı etkileyen iç içe geçmiş üç gök bilimsel döngü­ den dolayı meydana geldi. Stephen Oppenheimer, bu döngüle­ ri, 100.000 yıllık "esneme", 41 .000 yıllık "eğiklik" ve 23.000 yıllık "yalpalama" olarak adlandınr.14 Birinci döngü, Dünya'nın Güneş çevresinde izlediği elips biçimindeki yörüngeden ileri gelir; bu yörünge biçimi, Dünya'nın Güneş'e uzaklığının 29,39 milyon ki­ lometre kadar değişkenlik göstermesi anlamına gelir ve dolayısıy­ la, yerçekimi gücünde belirgin değişmelere yol açar. İkinci döngü, Dünya'nın Güneş çevresinde dönerken gösterdiği eğiklikle ilgili­ dir. Bu eğiklik (41 .000 yıllık bir sürede) 21,5 ila 24,5 derece arasında değişir ve Güneş'ten verdiği ısıdaki mevsimsel dengesizliği etkiler. Üçüncüsü, Dünya, "eksenel devinim" denilen bir hareketle, her 22.000-23.000 yılda kendi ekseni çevresinde döner. Bu üç döngü, sayısız bileşimlerin oluşturduğu bir dizge üreten ama bir "kusur­ suz fırhna" da bir araya geldikleri zaman Dünya' da çok çarpıcı ve çok ani iklim değişikliğini tetikleyebilen incelikli bir dans sergiler. Eski Çağ dünyasındaki bir değil üç sel felaketini tetikleyen de bu karmaşık ritimlerdir. 12 A.g.y., s. 20. 13 A.g.y., s. 21. 14 A.g.y., s. 24. 61

BÜYÜ K BÖL ÜNME

Eriyerek bu su baskınlarına neden olan buzullar devasa boyut­ taydı, en büyüğü, Kanada gibi çok geniş alaruarı kaplıyordu ve ki­ lometrelerce kalınlıktaydı. Buzullardan birinin tahmini hacmi, 84.000 kilometre küp olarak hesaplanmışhr. Bunların tamamen erimesi belki de yüzlerce yıl aldı, ama en sonunda deniz düzeyleri 13,5 met­ re kadar yükseldi. İkinci (11.000 yıl önceki) felaketi izleyen değişikliklerin ilginç etkilerinden biri, deniz düzeyleri yükseldikçe nehir eğimlerinin al­ çalmasıydı ve 9.500 yıl öncesinden itibaren, dünyanın her yanında nehir deltaları oluşmaya başladı. Bunun önemi, oluşan bu deltaların (Mezopotamya, Ganj, Taylan' da Chao Phraya, Borneo' da Mahakam ve Çin' de Gök.ırmak ya da Yangçe deltalarının) çok verimli alüvyon ovaları olmaları gerçeğinde yatar; o zamanlar tüm kıtalarda oluşan toplam kırktan fazla bu tür delta saptanmışhr. Bu alüvyonlu ovala­ rın / deltaların birçoğu, tarımın gelişmesinde ve daha sonra uygar­ lığın doğuşunda rol oynadı.15 Göreceğimiz gibi, deltalar yalnızca belirli bitki çeşitleri için uygundur. Ama en büyük etkiyi yaratan su baskını, 8.000 yıl önce meydana gelendi.16 Boyutları gerçekten dehşet vericiydi ve akıl almaz ölçüde yıkıcı niteliğinin nedeni, Hudson Körfezi çevresinde yer yer deniz düzeyinden yüzlerce metre yüksekteki dev bir tabağı andıran bir şekle sahip Kanada'nın jeolojik yapısıyla oldukça yakından ilişkili­ dir. Buna ek olarak, (Baffin Adası ile Labrador Denizi arasında ku­ zeye uzanan) Hudson Boğazı, okyanusa açılan bir boru ucu ya da dar kanal işlevi görür. Göründüğü kadarıyla, olan biten şudur: Kanada boyunca bin­ lerce kilometre uzanan Laurentide buzulu, kenarlarından erimeye başladı ama sular denize kaçamadı; onun yerine, deniz düzeyinden yüksek olan devasa tabakta kapalı kaldı ve ayrıca, Hudson Boğa­ zı' nı dev bir hkaç gibi hkayan buzul da suyun akmasını önledi. Son­ ra, buzulun ana gövdesi çatlamaya ve erimeye başladı, ta ki hkaç dayanamayıp kırılıncaya kadar (ve gerçekten devasa bir su ve kı­ rılmış buz kütlesi, neredeyse bir anda, Hudson Boğazı'ndan hızla okyanusa boşaldı. Buzul, Kanada'nın üçte birini kaplıyordu ve 1,5 kilometre kalınlığındaydı.17 Küresel deniz düzeylerini, neredeyse 15 A.g.y., s. 32. 16 A.g.y., s. 33. 17 A.g.y., s. 35. 62

2.

AFRİKA'DAN ALASKA'Y A: EFSANEL ERDE, DİNLERDE VE AÇIGA ÇIKAN DERİN ZAMAN FELAKETLERİ

KAY ALARDA

bir anda 20 ila 40 santimetre yükseltti ve buzulun geriye kalanı da denize doğru sürüklenirken sonunda eriyerek, deniz düzeyine 5 ila 10 metre daha ekledi. Buzul levhalarının Kuzey Amerika ve Avrupa kıtalannı bir anda terk edip, dünyanın en büyük okyanus havzalarına muazzam mik­ tarlarda buz ve su salıvermesi, dünya çapındaki ağırlık dağılımın­ da ani bir değişikliğin meydana gelmesi anlamına geliyordu ve bu, tüm kıtalarda büyük depremlere, artan yanardağ faaliyetlerine, kı­ yılan yıkıp geçen dev tsunamilere neden olacakh ve göreceğimiz üzere, antik erkeklerin ve kadınların zihinsel yaşamını derinden etkileyen destansı bir doğal felaketler dönemi yaratacakh. Yer ka­ buğunun (hiç de zaman zaman görünebileceği kadar kırılgan değil) yumuşak ve yay gibi olması gerçeği de depremlerin ve tsunamilerin etkilerinin, tüm dünyada aynı olmadığı anlamına geliyordu. (Dün­ ya, bir bakıma, devasa bir tenis topundan pek farklı değildir. Kah bir küredir, ama belirli bir noktaya yeterli basınç uygulanırsa, çökük oluşturabilir ya da düzleşebilir. ) Yakın bir tarihte saptandığı gibi, bu taşkının önemi, bizim amaç­ larımız açısından ne kadar vurgulansa abarhlı sayılmaz, çünkü bu felaket birçok sonuç doğurmuştur. Birincisi, bu boyutlarda bir taş­

kın ve tsunamiler, çok geniş alanlan metrelerce kalınlığında üst üste lığ katmanlarıyla örtmüş, yani söz gelişi 8000 yıl öncesi ile deniz­ lerin yeniden çekildiği binlerce yıl olmasa da yüzlerce yıl sonrası arasındaki erken insan gelişiminin belirleyici önemdeki örneklerini kaplayan tabakalar biriktirmiş olmalıdır. Stephen Oppenheimer'ın verdiği isimle, bu "lığ perdesi" ise dünya kronolojisine ilişkin anla­ yışımızı etkilemiş olmalıdır.18 İkinci sonuç, dünyanın doğal coğraf­ yasından ileri gelir; taşkının sular alhnda bırakhğı en büyük kara kütlesi, neredeyse kesin olarak, Güney Çin Denizi'nin 160 kilometre iç�erine doğru uzanan en büyük sığ kıta sahanlığına sahip Güney­ doğu Asya'ydı (bkz. Harita 7). Erken dönem kronolojiyi anlamak ve belki uygarlığın doğuşunu tam kavramak için kritik olan bu iki sonuç birlikte ele alınabilir. Bu sentez için başlangıç noktası, dünyada su taşkını efsaneleri­ nin en sık rastlandığı bölgenin burası olması gerçeğidir.19 Bu, taş­ kının en yıkıcı etkiyi burada yaphğını kanıtlar mı? Hayır, ama bu 18 A.g.y., s. 39. 19 A.g.y., s. 62. 63

B Ü Y Ü K BÖL Ü NMF

çıkarım akıl çelicidir ve daha önce değindiğimiz gibi, Hong Konglu tarihöncesi uzmanı William Meacham' ın

1985' de dile getirdiği teze, 10.000 ila MÖ

yani "alçak bölgelerde [Güneydoğu Asya'da] MÖ

5000

arasına tarihlenen açık yerleşim alanlarına hiç rastlanmama­

sı" nın, bugün Neolitik kayıtlardaki en önemli boşluk olduğu şek­ lindeki teze hpahp uyuyor. Dahası,

6000

yıl öncesinden itibaren

deniz düzeyleri tekrar alçalmaya başladıktan sonra, Tayvan' dan Orta Vietnam' a kadar her yerde çanak-çömlek üreten denizci yer­ leşimleri kurulmaya başlandı. Çalışmalarını çoğunlukla Tayland' da sürdüren Yeni Zelandalı arkeolog Charles Higham, gerçekte bu yer­ leşim yerlerinin, her zaman bu bölgelerde yaşamış ama çok önceki taşkınlar nedeniyle buraları terk etmiş olan denizci insanların yeni­

den yerleşmeleri olduğunu öne sürüyor.20 Higham'ın tezi, iki faktö­ re dayanıyor: Birincisi, insanların başka bir yerden bu bölgelere ta­ şındıklarına ilişkin bir karuhn kesinlikle olmaması; ikincisi, Vietnam içlerindeki "Hoabinhiyen" olarak bilinen çok daha eski bir Neolitik kültür (Hoa Binh kültürü) ile bu sahil hakları arasında belirli kül­ türel benzerliklerin olması. Higham'ın bu çıkarımları yapmasından beri, daha dolaysız kanıtlar bulunmuştur. Birkaç arkeolojik alanda (örneğin Hong Kong yakınında), yaklaşık 1,8 metre kalınlığında bir lığ tabakasının ayırdığı iki kültürel evre gün ışığına çıkarılmışhr. Kara içlerindeki arkeolojik alanlar ise aşağı yukarı Buzul Çağı'nın sona ermesinden beri yerleşim için sürekli olarak kullanılmışhr. Daha olağanüstü ve ilgi çekici olarak, Güney Çin sahilinde, lığ

altındaki Orta Neolitik düzeylerde bulunan eski eserlerin birçoğu, Woolley'nin Ur kazılarında lığ alhnda bulduklarıyla benzerlik gös­ termektedir. Bu eski eserler arasında delikli kil diskler (suya daha ko­ lay batması için ağlara bağlanan), boyalı kaseler, deniz kabuğundan boncuklar, cilalı taş keserler ve taş çapalar vardır.21 Her iki kazı alanın­ da dövmeli kadınları (sıklıkla cinsel organları abarhlı ve bazen gebe olan ince çıplak kadınları) tasvir eden heykelciklerin bulunduğu da bir gerçektir.22 Bu heykelciklerin kafaları ayrıksıdır (siyah katran ren­ gi saçları ya da perukları ve göz kapaklarının alhnda derin kıvrımları olan çekik gözleri vardır). Heykelciklerin omuzlarındaki boya işaret­ leri ve gömülü kil topakçıklan, derinin dövmeyle ve / veya çizilerek 20 A.g.y., s. 63. 21 A.g.y. . s. 64. 22 A.g.y., s. 76. 64

2.

AFRİKA'DAN ALASKA'Y A: EFSAN ELERDE, DİN LERDE VE KAYALARDA AÇTGA ÇIKAN DERİN Z AMAN FELAKETLERİ

süslenmesini akla getirmektedir. Mezopotamya'daki Eridu' da benzer özelliklere sahip birkaç erkek heykelciği de çıkarılmışbr. Bu benzerli­ ğin açıklaması nedir? Tesadüf mü, yoksa erken temas mı? Aslında bu bağlar, "bönlüğün sınırlarını bile" zorlayan şeyler sa­ yılıp göz ardı edilmiştir ve bu iki aşırı uç (Mezopotamya ve Güney Çin sahili) arasında, örneğin Umman Körfezi'nde ve Basra Körfe­ zi'nde, bırakhkları deniz kabuğu yığınlarıyla bilinen ve bu ölü göm­ me uygulamalarını paylaşmayan birçok ara topluluğun bulunduğu elbette doğrudur. Ama bunların benzerlikleri yalnızca saçlardan, peruklardan ve dövme uygulamalarından ibaret değildir. Söz gelişi, Woolley'nin gözlemlediği şu ek olgu da vardır: Bu heykelciklerin bulunduğu mezarlar, dikdörtgen biçimindeydi ve tabanları, bilerek kırılmış çömlek parçalarıyla kaplanmışh. Cesetler dümdüz yahrıl­ mış ve kalınhların üzerine kırmızı hematit, yani demir cevheri tozu serpilmişti. Bomeo'daki Niah Mağarası'nda da tabuta uzahlmış bedenlerin hematitle boyandığı benzer bir uygulama vardı. Bunlar, MÖ 3800'e tarihlendi.23 Bir de derinin çizilerek bezenmesi konusu vardır. Avustronez­ ya' da dövme yaygındır ama deri çizme uygulaması Okyanusya'yla, özellikle de Yeni Gine'nin kuzey kıyısıyla sınırlıdır. Deri çizme uy­ gulaması, kabul ayininin bir parçası olarak omuzlar ile gövde üze­ rinde yapılır ve timsahların diş izlerini taklit etmeyi amaçlar. (Tim­ sahlara yapılan göndermeye dikkat edin.) Stephen Oppenheimer'a göre, desenli yara izleri, "Obeyd heykelciklerindeki izlere benzeye­ cek" şekilde yapılır. Obeyd ya da Ubeyd, Güney Irak'ta Ur' un bah­ sındadır ve Obeyd dönemi, MÖ -5300-4000 arasına tarihlenir. Geoff Bailey'nin belirttiğine göre, Eski Dünya' daki insan evrimi ve erken uygarlık merkezlerinin birçoğuna yakın kıta sahanlıkları görece dar olmasına karşın, "Çin anakarasının ve Güneydoğu Asya yarımadaları ile takımadalarının eteklerinde uzanan geniş sahanlık ve :Arap Yarımadası, Hindistan kıyı şeridinin bir bölümü ile Kuzey Avustralya çevresindeki daha yerelleşmiş cepler" birer istisna oluş­ turur. Bu alanlar arasında erken temas olasılığı düşünülemez mi? Erken denizcilik teknolojisi kalınhları (tekneler, olta iğneleri, zıp­ kınlar) yalnızca Buzul Çağı sonrası dönemlerde bulunur ama bu­ lundukları zaman sergiledikleri kronolojik yayılım, Harita 4'te gös23 A.g.y., s. 77. Oppenheimer'e yönelik eleştiriler için bkz. Peter Bellwood, " İnsanların Pasifik' e Yerleşmelerinin Anlaşılması Üzerine Bazı Düşünceler", People and Culture in Oceania, C. 16, s. 5-17, 2000, özellikle dipnot 5. 65

BÜYÜK BÖLÜ N ME

terildiği gibidir: Denizcilik, Doğu-Bah koridoru boyunca gelişerek, en az 4000 yıl önce Mezopotamya ile Güneydoğu Asya'yı birbirine bağladı. Ve elbette çok iyi bilindiği gibi, Güneydoğu Asyalılar, Hint Okyanusu'nu aşıp binlerce mil uzaktaki Madagaskar'a yerleştiler, gerçi bu ancak MS 1 . binyılda gerçekleşti.24 Eğer bu uygulamalar tesadüften fazlasıysa, demek ki Hint Okya­ nusu (ve Pasifik Kıyısı) kültürleri, uzun vadeli bir ticaret ağı kurup sürdürdüler ve Mezopotamya'yla çok erken temasa geçtiler. Sezgi­ sel olarak, bu, olağanüstü erken gibi geliyor ama bunun mitolojiye yansıdığını kısa süre sonra göreceğiz. Tüm bunlara ek olarak, Malay Yanmadası'nda MÖ 9250' den kal­ mış gibi görünen çanak-çömleklerde pirinç taneleri bulundu, Hin­ distan' da ise tarımın iki farklı biçiminin başladığı bugün biliniyor: Batı Hindistan, MÖ 7. binyılda sığır, koyun ve keçi yanında, alh sı­ ralı arpayla tanışh; Vindhya Tepeleri'nde ise

6. ila 5. binyılda pirinç

yetiştiriciliği yapılıyordu; oralarda bu uygulama, kuzey-orta ve ku­ zey-doğu bölgelerde Mundaik kabilelerin dağılımıyla büyük ölçü­ de örtüşür.25 Mundaik kabileler, Güneydoğu Asya' da yoğun olarak rastlandığı gibi, Austro-Asyatik diller konuşurlar. Bu nedenle, yeni kronoloji (bizi ilgilendirdiği ölçüde ve eğer doğrulanırsa) şöyledir. Güneydoğu Asya' da 10.000 ila 7000 yıl ön­ cesi dönemde pirinç tarımı, çömlekçilikle ve deniz ürünleri avcılı­ ğıyla el ele gitti. Dev buzulların erimesiyle deniz düzeyleri yükseldi ve sular çekildiğinde, önceki yerleşimlerin birçoğunu lığla kapladı ama denizciliğin ve seyrüsefer becerilerinin gelişmesi dahil yaşam tarzı değişikliklerini de teşvik etti, böylece Sunda sahanlığı halkının tüm yönlere, belki ta Orta Doğu'ya kadar yayılmasına neden oldu. (Orta Doğu'da taşkının etkileri, Bölüm 15'te daha ayrınhlı olarak anlahlıyor ama şimdilik, 15.000 ila 8500 yıl öncesine rastlayan bir evrede, Basra Körfezi'ndeki çok geniş alanların, Hürmüz Boğazı ile bugün Basra'nın bulunduğu bölge arasındaki 950 kilometre boyun­ ca kuru toprak olduğunu �öylemek yeterlidir.) Ama dünyadaki en geniş alçak bölge, deniz düzeyindeki herhangi bir yükselişten en çok etkilenecek, bir su baskınıyla en büyük felakete uğrayacak olan alan, doğudan bahya 5.400 kilometre ve kuzeyden güneye 2.700 ki24 Oppenheimer, anılan yapıt, s. 77. Geoff Bailey, "Kenarından Dünyanın Tarihöncesi", anılan yapıt, s. 43. 25 A.g.y., s. 83. 66

2.

AFRİKA'DAN ALASKA'Y A: EFSANELERDE, DİN LERDE VE KAYA LARDA AÇTGA ÇIKAN DERİN ZAMAN FELAKETLERİ

lometre uzanan Güneydoğu Asya'nın Güneydoğu "köşe"sindeki Sunda sahanlığıydı. Su taşkını efsanelerinin o bölgede niçin başka herhangi bir yerden daha yaygın olduğunu pekala bu durum açık­ layabilir. Böyle bir taşkın, geniş çaplı göçü (doğuya, bahya ve kuze­ ye doğru) tetiklemiş olurdu. Johanna Nichols'ın dilbilimsel kayıtlarda Eski Dünya halkları ile Pasifik Kıyısı halkları arasında saptadığı "büyük kopma" bu mu­ dur? Somut kanıtlar zayıf olmasına ve genel kabul görmemesine karşın, bunun çizdiği resim, kronoloji hariç her bakımdan uyum­ ludur; ve bildiğimiz gibi, tarihlendirme, kronolengüistikte en zayıf noktadır.

Ortak Uyarılar Şimdi, Eski Dünya ve Yeni Dünya mitoslarını karşılaşhrmaya geç­ meden önce, görece yeni olan başka bir bulguyu kısaca ele almamız gerekiyor. İlk başta öyle görünse bile, bu da konudan sapma değil­ dir. Bu, Veda'lar olarak bilinen koskoca bir öyküler dizisiyle ilgili­ dir. Hinduların kutsal metinleri olan Veda'lar, tarihsel ve evrensel gelişime ilişkin bir "Yuga" teorisi (korkunç doğal yıkımların kesin­ tiye uğrathğı, insanlıkla ve doğayla ilgili büyük döngüler) önerir. Bu döngülerden birinin 24.000 yıl sürdüğü söylenir; bu, Stephen Oppenheimer'ın 23.000 yıllık "yalpalama" dediği şeyden çok fark­ lı değildir, ama yakın jeolojik tarihte -14.000, -11 .500 ve -8000 yıl önce meydana gelen büyük seller hakkında yeni keşfedilen olgu, konumuzla daha alakalıdır. Gerçekte bu, büyük felaketlerin kesinti­ ye uğrathğı döngüsel tarih değil midir? Hindu dini bu yüzden mi döngüsel tarihe böylesine önem verir? ·Ama amaçlarımız açısından daha özgül olarak, Vedantik edebi­ yat, yedi ırmağın (İndus, Ravi, Satlec, Sarasvati, Yamuna, Ganj ve Saryu denilen nehirlerin) olduğu bir ülkeden söz eder; Veda inancı­ na sahip insanlar için hem manevi hem de kültürel açıdan bunların en önemlisi, ülkenin orta kısmını, yani onların anayurdunu sulayan ve kalabalık bir nüfusa geçim olanağı sağlayan Sarasvati'ydi.26 Ve·

26 David Frawley ve Navaratna Rajararn, Hidden Horizons: Unearthing 1 0,000 Years of Indian Culture, Shahibaug, Amdavad-4, Swaminarayan Aksharpith, 2006, s. 61. 67

BÜYÜK BÖLÜ NME

da'ların bir dörtlüğünde, Sarasvati, "anaların en iyisi, en iyi ırmak, en iyi tanrıça" olarak betimlenir, bir başka dörtlükte ise Satlec ile Yamuna arasına yerleştirilir.27 Sorun şudur (ya da şuydu) ki, bugün Yamuna ile Satlec arasın­ da akan büyük bir ırmak yoktur ve bu bölge, Pencap (Sanskritçede

panca-ap) adıyla ya da Beş Irmak veya Beş Su Ülkesi adıyla tanınır. Bu uyumsuzluk nedeniyle, bazı uzmanlar, Sarasvati'yi "göksel" bir nehir veya hayal ürünü sayarak ya da Afganistan' da bulunan ve is­ mini Sarasvati'yle aynı kökten alan Harakuti yahut Harahvaiti adlı küçük bir ırmak sanarak önemsememişlerdir. Ne var ki,

İkinci Dünya Savaşı' dan hemen sonra girişilen arkeo­

lojik kazılar, ünlü Mohenco-daro ve Harappa İndus uygarlıklarıyla bağlanhlı görünen ama anlaşılmaz bir biçimde, İndus Nehri'nin ken­ disinden 140 kilometre kadar uzakta, bugün hiçbir açık su kayna­ ğının olmadığı alanlarda bulunan yerleşimleri peş peşe gün ışığına çıkarmaya başladı. NASA'nın ve Hindistan Uzay Araşhrma Örgü­ tü'nün fırlattığı uzay aracından gönderilen birçok uydu görüntüsüy­ le, Veda'larda Sarasvati'nin aklığı söylenen antik nehir yataklarının izleri ancak �978' de saptanmaya başladı. Bu görüntüler, yatağının büyük kısmında genişliği alh ila 'sekiz kilometre, bir noktada ise en az on dört kilometre olan ırmak hakkında daha çok aynnhyı adım adım ortaya çıkardı. Irmağın bir de büyük kolu da vardı ve ana yatak ile kolu, (bugünkü) Beş Irmak Ülkesi'ni Veda'lardaki Yedi Irmak Ül­ kesi'ne (sapta-saindhava) çeviriyordu. Dahası, Rig Veda, Sarasvati'nin "dağlar" dan "deniz" e akhğıru anlahr ve jeolojinin gösterdiğine göre, böyle bir şey ancak 10.000 ila 7.000 yıl öncesi bir zamanda, Himalaya buzulları eriyorken, söz konusu olabilirdi. Sarasvati'yi besleyen ne­ hirler, zamanla, deprem yüzünden dört kez yataklarını değiştirerek, onun yerine Ganj'ı beslemeye başladı ve Sarasvati kuruyup gitti.28 Dolayısıyla, Veda efsaneleri başından beri doğruydu: Bir Saras­ vati Irmağı vardı ve kutsal metinlerde söylendiği kadar güçlüydü: 27 Frawley ve Rajaram, anılan yapıt, s, 65. 28 Georg Feuerstein ve ark,, In Search of the Cradle of Civilization, Wheaton, Illinois ve Chennai, Hindistan: Quest Books, 2001, s. 91. Bu, Veda'lann tarihlendirilmesine de yardımcı olur: Bu metinlerde ırmak, yaklaşık 5000 yıl önce küçülmeye başladığı zaman bile "güçlü" diye tanımlandığı için, öyle anlaşılıyor ki, Veda'lar, birçoklarının düşündüğünden hayli eski olabilir. *

68

2. AFRİKA'DAN ALASKA' YA: EFSANELERDE, DİNLERDE

VE

KAYALARDA AÇICA ÇIKAN DERİN ZAMAN FELAKETLERİ

Ama bu, o zamanki Yedik kültürün bir deniz kültürü olduğunu kut­ sal metinlerin gösterdiği gerçeğini de gündeme getiriyor (Veda'lar­ da okyanusla, denizlere dökülen ırmaklarla ve deniz yolculuğuyla ilgili yüz elli ahf vardır). Sarasvati'nin yeniden keşfi, bu nedenle, bizim için önemli olan iki şeyin alhru çiziyor. Birincisi, uygarlık için gerekli temel beceriler (özellikle evcilleştirme, çanak-çömlek, uzun mesafeli ticaret, deniz­ cilik), MÖ 5000' e gelindiğinde Güney Asya' da (Hindistan' da) ve ada Güneydoğu Asya' da zaten vardı; ikincisi, dünyanın her yanına yayıldığını gördüğümüz büyük efsaneler, hemen hemen kesin ola­ rak, ilk insanları gerçekten yıkıp geçen ve böyle korkunç olayların bir gün yine meydana gelebileceği konusunda bizi uyarmak üzere sahici bir ortak bellek oluşturan gerçek büyük felaketlere dayan­ maktadır.

Anı Olarak Mitoslar Altyapı çalışmamızı böylece bitirince ve mitosların (önemli olan­ ların, özgün olanların) gerçeklere, somut tarihsel olaylara dayan­ dığına ilişkin güçlü bir kanıya ulaşınca, mitosların dünya çapında büründükleri değişik biçimler, yeni ve akıl çelici bir anlam ve önem kazanıyor. Şöyle sorabiliriz: Mitoslar, yerkürenin farklı bölgelerinde insanlığın edindiği erken deneyimler hakkında bize ne anlahyor? Özellikle, Yeni Dünya' daki mitoslar, Eski Dünya'dakilerden nasıl farklıdır ve farklı olduğu yerlerde, bunun anlamı nedir? Mitoslar, ilk insanların deneyimlerini yeniden canlandırmamıza yardımcı olur mu? Sibirya' daki Çukçilerin ve Amerika kıtasına ayak basan ilk in­ sa!'1arın, Orta Avrasya yoluyla Beringia'ya geldiklerini ve 20.000 ila en geç 16.500 yıl öncesi arasındaki bir zamanda oraya ulaşmış ol­ duklarını, genetik kanıtlar gösteriyor. Özellikle dilbilimsel kanıtlar ise daha sonra ikinci bir antik halk grubunun, Pasifik'in bah kıyısı (Malezya, Çin, Rusya) boyunca yukarıya yol aldığını düşündürü­ yor. Eğer ilk insanlar, bazı genetik kanıtların düşündürdüğü gibi, Yeni Dünya'ya 43.000 ile 29.500 yıl öncesi arasındaki bir zamanda ulaşhysalar, Toba depreminin anılarını pekala taşıyor olabilirlerdi, ama büyük taşkınların hiçbiri henüz olmamışh. öte yandan, ikinci grup (atalan yaklaşık 8000 ila 6000 yıl önce Pasifik Kıyısı boyunca 69

B Ü Y Ü K BÖL Ü N M E

göç ederek Amerika kıtasına ulaşmış olan, Ml30 genetik belirtecine sahip Na-Dene konuşanlar), taşkına ilişkin oldukça yakın tarihli de­ neyime sahip olmalıydılar. Bulduğumuz nedir? İlk olarak ve genelleme yoluyla diyebiliriz ki, hem Eski Dün­ ya' da hem de Yeni Dünya' da bulduğumuz kapsamlı bir mitos dizisi vardır; bunlar o kadar çoktur ki, hepsinin tesadüfen ortak düşü­ nülüp üretilmiş olması mümkün değildir. Bununla birlikte, yal­ nızca Eski Dünya' da ve Okyanusya' da rastlanan ama Yeni Dün­ ya' da görülmeyen bazı önemli mitoslar vardır. Aynı zamanda da Yeni Dünya' da rastlanan ama Eski Dünya' da olmayan birkaç mitos (yarahlışla, türeyişle ilgili) vardır. Eğer ilk insanlar Eski Dünya' da türediler ve Yeni Dünya'ya göç ettilerse, zaten başka türlü olması beklenmez. Bilinmesi gereken ikinci şey, birçok mitosun tüm dünya çapın­ da gerçekten çok yaygın olduğudur. Örneğin, Güneybah Kalifor­ niya' daki Diegueno Kızılderilileri arasında anlahlan bir yarahlış efsanesi vardı ki, Bengal' de Munda dili konuşan yerli kabilenin yarahlış efsanesiyle büyük paralellik gösterir. Kaliforniya' daki ef­ saneye göre, zamanın başlangıcında denizin alhnda olan iki erkek kardeş, toprak aramak için dışarı çıkar. Bir süre arayıp sonuç alama­ yınca, büyük kardeş, sıkıca bir araya getirdiği kızıl karıncalardan toprak yarahr. Ne var ki, daha sonra yaphğı kuşlar, hala karanlık olduğu için bu toprağı bulamaz. Büyük kardeş, bu nedenle güneşi ve ayı yarahr. Bengal'deki efsaneye göre, dünya başlangıçta sudan oluşur ve sonra, insanlar için yanlışlıkla iki kuş yarahlır. Kuşlar, toprak aramak için dünyanın çevresinde uçar ama on iki yıl geçtiği halde toprak bulamaz. O zaman yarahcı, toprak için dalış yapmak üzere çeşitli hayvanlar gönderir ve birkaç sonuçsuz girişimden son­ ra, kaplumbağa, toprağı bir ada biçiminde su yüzüne çıkarır ve ora­ sı, yeryüzündeki tüm yaşamın kaynağı olur. Bu anlatıların ikisinde de dünya başlangıçta sudan oluşur, iki erkek kardeş ya da iki kuş, toprak aramaya çıkar ama başarısız olur. Bu efsanenin, Güneydoğu Asya'nın Sunda sahanlığında meyda­ na gelen su baskınından, yani kuşaklar sonra geri çekilen ve daha fazla toprak ortaya çıkaran (yaratan) bir taşkından kaynaklandığını kabul edersek, geniş bir coğrafyaya dağılması o kadar da tuhaf gel­ mez. Sonra bu fikir oradan çıkıp, hem bahya hem de kuzeye dağıldı. Gördüğümüz gibi, Austro-Asyatik bir dil konuşan Munda halkları 70

2. AFRİKA' DAN ALASKA' YA: EFSA NE LEimE, DİNLEH.DE V E

KAYALARDA AÇICA ÇIKAN DER!N ZAMAN F EL AKETLERİ

pirinç yetiştiriyorlardı ve bu özelliklerin ikisi de Güneydoğu Asya kökenliydi. Kalifomiya'nın Diegueno Kızılderilileri, Na-Dene dili, yani önceki bir bölümde gördüğümüz gibi Güneydoğu Asya' daki Dene-Kafkas diliyle örtüşen bir dil konuşuyorlardı. Dieguenolar, M130 haplogrubuna sahip oldukları için, büyük olasılıkla yakla­ şık 8.000 yıl önce ada Güneydoğu Asya' dan gelmişlerdir. Sözgelişi Bengal' de ve Kalifomiya' da (oraya gidiş yolunda) ne gibi eklemeler yapılmış olursa olsun, bu efsaneler arasındaki benzerlikler, ortak bir kökenden geldiklerini düşündürüyor. Munda kabilelerinin ve Die­ guenoların kökeni, ada Güneydoğu Asya' dır ve taşkından sonra bir kabile bahya, diğeri ise kuzeye gitmiştir.29 Şimdi de Bering Boğazı'nın iki yakasındaki efsaneleri ele alabilir, nasıl farklılıklar gösterdiklerini aynnhlı (ve sistematik) olarak ince­ leyebiliriz. Daha önce söylendiği gibi, birçok efsane, karaların yavaş ya­ vaş ortaya çıkhğı bir "suyla ilgili kaos" olayını anlahr. Ne var ki, Kuzey Amerika'nın kutup alh bölgelerinde en yaygın olan efsane, "toprak dalgıcı" efsanesidir. Bu efsanelerde, su baskınından sonra toprak yavaş yavaş ortaya çıkmaz, okyanus yatağının tabanından yüzeye çıkarılarak yaratılır. Bunun gerçekleşmesini sağlamak için ortak bir uygulama, "toprak dalgıçları" adıyla bilinegelen şeylere başvurulmasıdır. Bunlar, okyanus tabanından bir miktar toprak alıp getirmek üzere (gerek yarahcı, gerekse Dünya'nın ilk sakinleri tarafından) okyanusun dibine gönderilen hayvanlardır, çoğu kez de dalıcı kuşlardır. Tipik olarak, birkaç başarısız girişimden sonra, bir dalgıç, pençesinde ya da gagasında toprakla ya da balçıkla geri döner ve bu küçük miktar, büyüyen toprağa dönüştürülür. Bu ef­ saneye, Romanya' dan Orta Asya' ya, Sibirya'ya kadar şu ya da bu biçimde rastlanır. . Toprak dalgıcı ya da toprak yetiştiricisi efsaneleri, en tipik ola­ . rak, Kuzey Amerika'nın kutup alh bölgelerinde ve doğu ormanla­ rındaki Algonkin kabileleri arasında anlahlır. Ontario' da yaşayan Huronlann bir efsanesi vardır; orada bir kaplumbağa, çeşitli hay­ vanları toprak için dalmaya gönderir ve ağzında birkaç toprak topa­ ğıyla geri dönen kurbağa dışında hepsi boğulur. Gökten bu amaçla inmiş olan dişi yarahcı, bu topraklan kaplumbağanın sırhna yerleş­ tirir ve bunlar çoğalarak ülkeyi oluşturur. Gerçekte iki dil grubuyla, 29 Oppenheimer, anılan yapıt, 317. 71

B Ü Y Ü K BÖL Ü N M E

yani Amerikan Kızılderili ve ve Na-Dene dil gruplarıyla sınırlı olan bu efsaneyi, İrokualar (bugünkü Birleşik Devletler'in kuzeybab Pa­ sifik kıyısında yaşayan halk) ve Atabask kabileleri de anlabr. Eski­ mo taşkın efsanelerinde ya da Orta ve Güney Amerika' da bu izleğe rastlanmaz. 30 Bu efsaneler dizisinin iki başka yönü de dikkatimizi çekiyor. Birincisi, toprak dalgıcı öykülerinin dağılımı, Kuzey Amerika'run kutup alb bölgelerindeki ayırt edici bir genetik belirteçle örtüşü­ yor. Belirli nüfus gruplarında (Eskimolar, Aleutlar ya da Atabasklar hariç), "Asya 9-baz çifti kaybı" (delesyonu) olarak bilinen durum vardır, bunların DNA'sında dokuz protein çifti eksiktir. Yeni Gi­ ne'deki belirli oymaklar ve yine, Vietnam ile Tayvan'daki insanlar da bu belirteci, bu ayırt edici eksiklik örüntüsünü paylaşır. Bu, en azından bazı Amerikalıların Güneydoğu Asyalı kökenini bir kez daha doğrulamakla (ve Eskimolar ile Na-Dene konuşanlar arasın­ daki ayrımın albnı çizmekle) kalmıyor, Pasifik'in iki yakasında 9-bp kaybının salt boyutu ve çeşitliliği, bu kökenin çok eski olduğunu da akla getiriyor. Bir teze göre, bunlar, 11.000 yılı aşkın süre önce mey­ dana gelen Genç Dryas olayı civarında (yani ikinci taşkın zamanın­ da) Asyalı nüfusların kutup çevresinde genişlemesini temsil eder. Genç Dryas olayı, 11.000 yıl önceki taşkından önce ansızın meydana gelen çok şiddetli bir soğuk dalgasıydı ve bu olay, "Algonkin efsa­ nelerinde anlatılan, taşkından önceki aşın soğuk ve kıtlık dönemini açıklayabilir" .31 İkincisi, hepsi oldukça dikkate değer olan bu toprak yetiştirici­ si efsaneleri, coğrafyacıların ve denizbilimcilerin kabul ettikleri üç olgunun birine ya da daha çoğuna uyuyor. Bu olguların ilki, "kıyı şeridinin ortaya çıkışı" dır. Bu, özellikle Kuzey Amerika'da dev bir ölçekte meydana gelen bir şeydir. Buzul Çağı'ndan sonra, buzullar eridikçe hafifledikleri için ve kıta kabuğu, üzerindeki ağırlık azalınca yükseldiği için meydana gelen bir olgudur. Dahası, ağırlık değişimi nedeniyle karalar, deniz düzeyindeki yükselmeden dahafazla yüksel­ miştir. Toprak önceleri deniz düzeyinin albnda kaldığı için, o zaman denizden çıkıp yükselmiş olmalıdır. Kanada'daki Büyük Ayı Gölü'nün fotoğrafları, deniz düzeyinden birkaç bin metre değilse bile, yüzlerce 30 31

A.g.y. A.g.y. 72

2. AFRİKA' D A N ALAS K A ' Y A: EFS ANELERDE, D İ N LE RDE VE KAYALAR D A A ÇIGA ÇIKAN DERİN ZAMAN FELAKETLERİ

metre yükselmiş olan birkaç kıyı şeridi gösteriyor.32 O çağda yaşayan insanlar, kuşaklar boyunca, kıyı şeridinin hareket ettiğini fark etmiş ve bu acayip olguyu, ellerinden geldiğince açıklamak için, bizim var­ sayımımıza göre, efsaneleriyle birleştirmiş olmalıdırlar. İkinci olgu, iyi saptanmış şu gerçeği içerir: Pasifik Kıyılan, "Ateş Çemberi" olarak bilinir, çünkü dünyanın en faal yanardağları bu­ rada bulunur. Yanardağlar, Bölüm S'te daha ayrınhlı ele alınıyor; burada işaret etmemiz gereken tek şey, Ateş Çemberindeki birçok yanardağın kıyı açıklarında, su alhnda bulunduğu ve deniz yatağı­ nın bir kısmını oluşturduğudur. Kıyı açıklarındaki su alh patlama­ ları (2001-2002'den böyle SO'den çok patlama oldu) sırasında, kah madde, yani "toprak", büyük bir kuvvetle yüzeye itilmiş olmalıdır. Ü çüncü bir olasılık, efsanelerin, daha önceki (örneğin, Genç Dr­ yas olayının ardından oluşan) su taşkınlarıyla boğuşan ve o zaman, yükselen deniz düzeylerinin alçaldığına, sular çekildikçe gitgide daha çok karanın ortaya çıkhğına tanık olan antik insanların dene­ yimlerini belli belirsiz yansıhyor olmasıdır. öyleyse, efsane burada da sanki tarihi izliyor gibidir ve Kuzey Amerika Kızılderililerinin en azından bazıları için söylersek, onların, efsanelerinde, önceki bir taşkını "anımsıyor" olduklarını ve buzullar eriyip buzun ağırlığı ortadan kalkhkça, kıyı açıklarındaki yanardağ­ lar patladıkça ya da deniz düzeyleri alçaldıkça karaların yükseldi­ ğini gözlemlediklerini düşündürmektedir. Amerika kıtasının geriye kalanında "toprak dalgıcı" ve "toprak yetiştiricisi" efsanelerine rast­ lanmaz, gerçi toprak aramak için uzaklara uçan kuşlarla ilgili efsane­ ler dahil, onların da zengin bir taşkın efsaneleri seçkisi vardır. Geçmişe daha da ilgi çekici kısa bakışlar ahyor görünen başka antik efsaneler de vardır. Örneğin, Stephen Oppenheimer, dünya sel efsanelerini tahlil ederken, Yeni Dünya' da sistematik bir çeşit­ leıµne olduğunu saptadı. Kuzey Amerikalı Kızılderililerde öne çı­ kan taşkın efsanesi türü, az önce gördüğümüz gibi, Sibiryalılarla da paylaşhklan Toprak Yetiştiricisi ve Toprak Dalgıcı efsaneleriydi. öte yandan, Orta Amerika' da öne çıkan özellikler, süper dalgalarla, dağ boyunda sellerle ilgiliydi, bu afetlerden sağ kurtulan(lar), sel sula­ n çekilmeden önce dağ yamacına inerlerdi. Bu izlekler, Tibet-Bur­ ma, Tayvan, ada Güneydoğu Asya ve Polinezya efsanelerinde de ortakh. Bölüm S'te daha ayrınhlı olarak göreceğimiz gibi, bu coğrafi 32 A.g.y., levha 1, s. 208 karşısı. 73

BÜ YÜK BÖLÜ NME

dağılım, Büyük Okyanus (Pasifik) çapındaki kasırga faaliyeti örün­ tüsüyle bire bir örtüşmektedir. Güney Amerika' da öne çıkan taşkın izlekleri, taşkından önce nü­ fusun aşırı arttığını (yeryüzünde insanlar aşırı çoğaldıkları için tan­ rıların bir sel yaratmaya karar verdiklerini), kuraklık ve / veya kıtlık olduğunu, bir tür gemi ya da tekne kullanıldığını vurgular. Yine Bö­ lüm S'te göreceğimiz gibi, bu bölge, yeryüzünde yanardağların en faal olduğu ve ayrıca, şiddetli rüzgarlar oluşturan, bunlarla ilişkili tsunamilere yol açan, depremleri tetikleyerek büyük can kayıpları­ na neden olabilen El Niii.o olaylarına açık bir yer olarak bilinir. Eski halklar, pek çok insanın canını alan böyle felaketlere bakarak pekala şu sonucu çıkarmış olabilirler: Demek ki, tanrılar, yeryüzündeki in­ san sayısının aşırı olduğunu düşündüler.

Hilebazlar ve Totemler Kökeni biraz farklı bir efsane, selle ilgili olmaktan çok, "hilebaz ya­ rahcı" denilen şeyle ilgilidir. Bu karaktere, İskandinav efsanelerin­ de, Afrika' da, Yeni Gine' de ama en çok da Kuzey Amerika' da rast­ lanır. Hilebaz yaraha, çoğunlukla tilki, kuzgun, kır kurdu gibi bir hayvandır ya da yarı hayvan/ yan insandır ve genel olarak bir tür dalavereyle veya aldatmayla insanları yarahr. Genel kanıya göre, bu, şamanların, yani bir tür büyü yoluyla güçlerini ya da nüfuz­ larını kullanan ve kendilerini geçici bile olsa hayvan görünümüne sokabildiğine sıklıkla inanılan ilkel dinsel önderlerin davranışına yapılan bir göndermedir. Bu efsanelerin dünya çapında dağılımı, eski insanların Amerika kıtasına ulaşmalarından önce şamanların zaten belirmiş olduklarını düşündürüyor (bkz. Bölüm 3). Dinsel uygulayıcıların tarih boyun­ ca, farklı yerlerde birçok kez belirmiş olabilmeleri kesinlikle müm­ kündür, ama "hilebaz" izleğinin birçok kez belirmiş olması ihtimali çok daha zayıfhr. İnsanları hileyle yaratma izleği, üremede erkeğin oynadığı rolü ilk insanların kavramalarından önce belirmiş olabi­ lir mi? Eski Dünya' da insanların, üremede erkeğin rolünü, ancak köpek evcilleştirildikten sonra keşfettiklerini gösteren bazı bulgular vardır, çünkü ilk önce köpek evcilleştirilmiştir ve köpek, büyük me­ meliler arasında gebelik süresi en kısa olan hayvandır. Köpek, tilki 74

2. AFRİKA ' DAN

AL.ASKA ' Y A: EFS ANEL ERDE, D İ N LERDE VE KAYALARDA AÇIGA ÇIKAN DERİN ZAMAN FELAKETLERİ

ve kır kurdu, gebelik süreleri 52 gün (tilki) ila 63 gün (kır kurdu, köpek ve dingo) arasında değişen Canidae (Köpekgiller) ailesinin üyesidir. Bu olasılık, Bölüm 7' de daha ayrınhlı irdeleniyor. Paul Radin, Kuzey Amerika Kızılderililerinin hilebaz efsanele­ rine ilişkin (Winnebago, Tlingit ve Assiniboine kabileleri arasında yaphğı) incelemesinde, hilebazın üç temel özelliğe sahip olduğu so­ nucunu çıkarır: Doymak bilmez iştahı, başıboş gezip dolaşması ve azgın cinselliği. Hilebazın ara sıra bir tanrı, bir yarı tanrı veya bir eski tanrı ve aynı zamanda bir soytarı karışımı da olduğunu dikka­ te alan Radin'in çıkardığı sonuca göre, hilebaz, düzensizlik ruhunu ya da tehdidini temsil eder, tehlikeli düzensizliğe yol açabilecek en olası kaynağa (gıda ve cinsellik yüzünden çıkan çalışmalara) işa­ ret eder, bu efsanenin de belki nüfusun seyreldiği ve gıda kaynak­ larının sınırlı olması ya da hiç olmaması nedeniyle tehdit alhnda kaldığı, kabilenin varlığını sürdürmesi için üreme eyleminin disip­ linli olmayı gerektirdiği derin zamandaki bir deneyimden doğmuş olduğunu düşündürür. Bu, aynı zamanda, geçmişte insanları düş kırıklığına uğratmış, nadiren tanrı gibi davranmış olan tanrılara yönelik ikircikli bir tutumu da temsil ediyor olabilir. Bu, Yeni Dün­ ya'ya yerleşenlerin, bahda su ile doğuda buz arasında tecrit olarak Beringia' da geçirdikleri zor ve sıkışık zamanın halk belleğine yan­ sıması mıdır?33 Bizim bakış açımıza göre, hem Yeni hem de Eski Dünya' daki bir­ çok başka efsaneyle ilgili yapılabilecek en önemli genelleme şudur: Bu efsaneler, Amerika kıtasına ilk yerleşenlerin hem kara Orta As­ ya' dan hem de ada Güneydoğu Asya' dan geldikleri fikrini destek­ liyor. Stephen Oppenheimer' a göre, Yeni Dünya' da hiç rastlanmayan ana izlek pek azdır, ama sistematik çeşitlemeler vardır ve bunlar, tut.arlı, bütünlüklü bir resim oluşturur. En esaslı sistematik fark, Af­ rika' da, Amerika kıtasında ya da Orta ve Kuzeydoğu Asya' da ge­ nellikle bulunmayan, birbiriyle bağlanhlı on ana izleğin oluşturdu­ ğu bir dizidir. Ama bu dizi, Polinezya'dan Çin'e ve Güney Asya'ya, oradan da Orta Doğu'ya uzanan ve (ta Finlandiya'ya kadar) Kuzey Avrupa'da sona eren (daha önce değindiğimiz) apayrı bir kuşakta görülür. 33 Paul Radin, The Trickster: A Study in American lndian Mythology, Londra ve New York: Routledge & Kegan Paul, 1956, s. 167 75

BÜYÜK BÖLÜ NtvI E

Örneğin Amerika kıtasında, Kuzeybah Pasifik kıyısı hariç, "suy­ la ilgili kaos efsaneleri" görece azdır. Başka bir farklılık da Yeni Dünya efsanelerinde deniz canavarlarının ya da ejderhaların nere­ deyse hiç olmamasıdır (bunun tek istinası, bir Aztek efsanesidir). Yukarıda değinilen üç selin herhangi birinde, çok daha fazla böl­ ge ve çok daha kalabalık yerler, başlıca faaliyet alanı Çinhindi olan timsahların erişimine açık hale gelirdi. Efsanelerde ejderhaların ve yılanların çoğu zaman balıkçılara değil, kıyılarda yaşayan insanlara saldırdığı gerçeği, bu tezi doğruluyor. Böyle yorumlanınca, ejder­ ha ve deniz canavarı öyküleri, belki de uzak geçmişin bir evresinde sığ kıyı bölgelerini sular basınca buralara musallat olan timsahların halkın derin belleğine kazınmasıyla ortaya çıkmışhr.34 (Avustronez­ ya hakları arasında rastlandığına daha önce değindiğimiz gibi, tim­ sahın diş izlerini temsil ettiği sanılan desenler yapmak için deriyi çizme uygulamasını anımsayın.) "Suyla ilgili kaos", ilk ışık ve ayrılık unsurlarının yanı sıra, bu efsaneler dizisinde rastlanan diğer unsurlar, tanrıların ışığı yarat­ mak için "söz"e, enseste, ebeveyn katline başvurmaları ve evrenin inşasında yapı malzemesi olarak tanrının organlarının ve vücut sı­ vılarının kullanılmasıdır. Yeni Dünya efsanelerinde bunların hiçbi­ ri olmaz, ama bunlar Avrasya'nın her yanında yaygındır; birbirine bağlanmış olan ve sonra Gök ile Yer'i yaratmak için ayrılan bir çifte de Avrasya' da sıklıkla rastlarız; bu çift daha sonra kendi evlatların­ ca kesilip parçalanır ve o evlatlar, yüzey şekillerini yaratmak için ilahi ebeveynlerinin organlarını kullanırlar (örneğin, ırmaklar için kan ya da gök kubbe için kafatası kullanılır). Bu kümedeki birçok efsane, taşkın sonrasında, çoğunlukla erkek ve kız kardeş arası en­ seste ilişkin öyküler içerir. Taraflar bazen bunun yasak olduğunun farkındadırlar, ama bazen bundan hiç söz edilmez. Öyle anlaşılıyor ki bu, selden ve / veya Taba patlamasından sonra ırkın neredeyse yok olma noktasına geldiğine ve / veya (diğer adalardan?) tecrit ol­ duğuna, nüfusun aşırı azaldığına, öyle ki erkek kardeşlerin kız kar­ deşleriyle birleşmek zorunda kaldıklarına ilişkin anıyı pekiştirmek için ilkel halklarca başvurulan bir yol olabilir. Yine, böyle efsaneler Yeni Dünya' da genellikle bulunmaz. Ame­ rika kıtasında "toprak koparan kahramanlar"la ilgili efsaneler de çok değildir. Toprak koparma efsanelerinde, deniz yarahklan ya da 34 Oppenheimer, anılan yapıt, s. 359. 76

2. AFRİKA'DAN AL ASKA'YA:

EFSANELERDE, DİNLERDE

VE

KAYALARDA AÇIGA ÇIKAN DERİN ZAMAN FELAKETLERİ

canavarlar, bölgenin coğrafyasını yarahrken kıtalardan ya da büyük adalardan küçük adalar kopardık.lan zaman taşkınlar meydana ge­ lir (bu izlek Endonezya'da yaygındır). Öyle anlaşılıyor ki bu, kıyı açıklarında adalar yaratmış ya da mevcut adalan yeniden şekillen­ dirmiş olan bir depremin (ya da yine bir taşkının) kalınhsı olabilir, sonuçta oluşan taşkınlar ise yukarda değinilen timsah istilasıyla iliş­ kilendirilmiştir. Eski Dünya' da rastlandığı gibi, dünyanın tanrı buyruğuyla ya da sözüyle yarahldığı efsaneler de Yeni Dünya' da yoktur. Kutsal Kitap' tan dolayı Bahda bu çok iyi bilinir: "Tanrı 'Işık olsun' diye bu­ yurdu ve ışık oldu." (Yarahlış 1 :3). Babil'de, Mısır' da, Hindistan' da, Polinezya' da ve Hint-Pasifik Okyanusu'nun başka bölgelerinde benzer izlekler bilinir. "Söz" e yapılan vurgu, erken kimlik biçimle­ rinde dilin önemini gösteriyor olabilir. Yine Yeni Dünya' da bulunmamasıyla dikkat çeken ikinci bir ef­ sane grubu, bu genel şablonu güçlendiriyor. "Ölüp yeniden dirilen ağaç tanrısı", savaşan erkek kardeşler efsanesi ve "ay / göl buluş­ ması" denilen efsane, bu grupta yer alır. Ölüp yeniden dirilen ağaç tanrısı ya da ruhu, İskandinavya' daki Odin efsanesinden tutun, Mısır' daki Osiris efsanesine, Hristiyanların İsa öyküsüne, Maluku Adalan'ndaki Maapitz efsanesine, Yeni Britanya Adası'ndaki To Kabinana efsanesine kadar, dünya çapında geniş bir alana yayılmış­ hr. · Dahası, belirli yörelerde bu efsane, savaşan erkek kardeşler ya da kardeş rekabeti izleğiyle örtüşür: Mısır' da Set / İsis; Papua Yeni Gine' de Bangor / Sisi; Sulawesi' de Wangki / Sky; elbette, Kutsal Ki­ tap' ta Habil ve Kabil. Genel kanıya göre, bu çahşma, farklı yaşam tarzları arasındaki, yani ya tarım ile toplayıcılık ya da tarım ile gö­ çebelik arasındaki anlaşmazlığı yansıhr, başka bir deyişle, tarım sonrasıdır. Ay / göl buluşmasında, kahraman, ayın bir göldeki yan­ şımasına aşık olur.35 Bu efsanelerde bizi ilgilendiren şey, (şu an için) taşıdıkları anlam­ dan çok, gösterdikleri dağılımdır, bu ise, daha önce değinildiği gibi, az önce ele aldığımız on izlekten oluşan diğer grupla neredeyse öz­ deştir. Bu yayılım, Harita 4'te görülüyor ve genel bir ifadeyle, yine Endonezya ve Bomeo' dan başlayıp, Malay Yarımadası, Hindistan, *

Yaprak döken ormanların dünya üzerinde dağılımı, tropiklerin kuzeyi ve güneyi ile sınırlı olduğıı için, bu efsanelerle gerçekten paralellik göstermez. 35 A.g.y., s. 373. 77

BÜY Ü K BÖ LÜNME

Basra Körfezi, Mezopotamya, Akdeniz uygarlık.lan üzerinden Batı ve Kuzey Avrupa'ya uzanıyor. Bu yerlerin oluşturduğu coğrafya, (yine Harita l'de gösterildiği ve Bölüm S'te daha ayrıntılı irdelen­ diği gibi) "Doğu-Batı Koridoru"nu, yani Malay'da Singapur'un ucundan başlayıp, batıda ta Fransa'nın Bretonya bölgesine, Brest yakınındaki Saint-Mathieu Bumu'na kadar uzanan geniş bir kıyı kuşağını kapsar ve onunla örtüşür... Bu, söz konusu bölgeler arasın­ da çok eskiden temas kurulduğunu kanıtlar mı? Yerküre üzerinde doğu-batı yönlü hareketin, kuzey güney yönlü hareketten nasıl çok daha kolay olduğunu, sonraki bir bölümde göreceğiz; Kozmoloji, jeoloji, genetik ve mitolojiden oluşan yeni sentez he­ yecan vericidir ama bunu, gideceği kadar ileriye götürdük. Bundan (ve tüm bunların çok spekülatif olduğunu yineleyerek) çıkarabilece­ ğimiz sonuç şudur: Amerika kıtasına ilk yerleşen eski insan grubu, en geç 14.000 yıl önce ve çok büyük olasılıkla, 16.500-15.000 yıl önce buraya ulaştı. Bu grup, denizden gelen taşkın deneyimini ve insa­ nın balçıktan şekillendirildiği yaratılış efsanelerini başka herkesle paylaşıyordu. Ama gerek tarım, gerekse denizcilik hakkında bilgi sahibi değildi, çünkü bu beceriler Sunda sahanlığının bir yerlerinde icat edilmeden (ya da bunlara gerek duyulmadan önce), soğuk ve kısıtlayıcı Sibirya bölgesine, sonra da Beringia'ya ulaşmıştı. Benzer şekilde, bu grup, gökyüzünün kuşaklar boyunca karardığı ve ancak yavaş yavaş açıldığı, çok uzun bir süre güneş ve ay görünmeden ışığın görüldüğü başka bir büyük küresel felaket (su baskınından başka) hakkında yok denecek kadar az bilgiye sahipti. Bu efsaneler, belki 11.000 yıl ama daha büyük olasılıkla 8000 ila 6000 yıl önce bir göçün daha olduğuna ilişkin genetik ve dilbilimsel kanıtlarla uyuşuyor. Bundan dolayı, bu insanlar, "savaşan kardeş­ ler" ya da ölüp yeniden dirilen ağaç tanrısı efsanelerinin kaynak­ landığı kültür çatışmasıyla ilgili bir farkındalığa sahip değillerdi, çünkü bu efsaneler, Yeni Dünya mitolojisiyle bütünleşemeyecek kadar geç bir zamanda Güneydoğu Asya' da ortaya çıktı. Yine bu, söz konusu insanların, tarımın icadından önce Sunda sahanlığını terk ettiklerini de düşündürüyor. Efsane izleklerinden oluşan bu iki kümenin, Eski Dünya' da antik çağlara ilişkin en önemli fikirler olduğu, Avrupa' dan Güneydoğu Asya' ya kadar dinlerin ve gele**

Dünya'run genel coğrafyası ve bunun hem tarihöncesi hem de tarih üzerin­ deki etkisi, Bölüm 5 ve 6' da ele alınıyor. 78

2.

AFRİKA'DAN A L ASKA' YA: EFSANELERDE, DlNLERDE V E KAYALARDA AÇIGA ÇIKAN DERİN ZAMAN FELAKETLERİ

neksel tarihlerin çoğunu (göreceğimiz gibi) şekillendirdiği öne sü­ rülebilir. Tüm bunlar, 11.000 ila 8.000 yıl öncesi arasındaki dönemin çok problemli olduğunu, hem insanları oradan kaçıran hem de kalan­ ların güçlü efsaneler yaratmalarına yol açan felaketler getirdiğini düşündürüyor (ama yine spekülasyon olarak). Joanna Nichols'ın dediği gibi, kuzeye doğru yola çıkarak en sonunda Yeni Dünya'ya yerleşen insanlar ile orada kalan ya da halıya yönelerek Avrasya uygarlıklarının bir kısmını oluşturan insanlar arasında büyük bir kopma oldu. Gerçekte, efsanelerin dağılımı sayesinde söyleme olanağı buldu­ ğumuz şey, lıpkı Johanna Nichols'ın dünyada dört büyük dil ailesi saptaması (yukarıda sayfa SO'ye bakın) gibi, dağılımları biraz farklı olmasına karşın dört büyük efsane "aile" sinin olduğudur. Bu dört bölgenin ilki Afrika'yı kapsar. Amaamız açısından, Afrika'yı büyük ölçüde bir yana bırakabiliriz: Bu kıta, insanlığın çıklığı bir yolcu­ luğun başlangıç noktasıdır, ama o yolculuğun bizi ilgilendiren ana evreleri başka yerlerde gerçekleşmiştir. Stephen Belcher'ın dediği gibi, "Hiçbir genelleme yapmanın mümkün olmadığı" Afrika'nın türeyiş efsaneleri de bunu yansılır. Hilebazlar, kıtanın her yanında­ ki efsanelerde görülür, canavarlar ve umacılar da öyle; yılanlara sık rastlanır ve efsanelerin çoğu, taşra, köy ortamında geçer ve avcılıkla ya da sığır çobanlığıyla ilgilidir (bu nedenle, ikincisinin ortaya çıkışı oldukça yakın tarihlidir). Babun ve şempanze, sıklıkla insanlığın ilk biçimleri olarak öne çıkar; gök tanrıları ve ay da oldukça yaygındır, ama önem vereceğimiz örüntülerden hiçbiri Afrika efsanelerinde bulunmaz. İkinci bölge, Kuzey Avrupa' dan başlayıp, Akdeniz ve Orta Doğu üzerinden Hindistan' a ve Güneydoğu Asya' ya, oradan da ada Güneydoğu Asya'ya uzanan kültürlerin oluşturduğu (Bü­ yqk Doğu-Balı Koridoru denilen) uzun bir kuşaklır; üçüncü bölge, kuzey Asya'yı (Çin, Sibirya, Japonya, Kore) kapsar; dördüncüsü ise Yeni Dünya' dan oluşur.36 Genel olarak, efsanelere ilişkin bu kısa değerlendirmeden, birisi Yeni Dünya ve diğeri Eski Dünya ile ilgili iki geniş sonuç çıkarılabi­ lir. Yeni Dünya' da çok eski (örneğin, dünyanın su olarak yaralılma­ sıyla ilgili) efsanelerin yerini, zamanla, insanların Amerika kıtasının 36 Stephen Belcher, African Myths of Origin, Londra: Penguin Books, 2005, özellikle Kısım 1 . 79

B ÜY Ü K BÖLÜNME

kendinde edindikleri deneyimler sonucu özümsemek zorunda kal­ dıkları efsaneler (toprak dalgıçları, toprak yetiştiriciler, hilebazlar, korkunç tsunamiler) aldı. Bu, kitabın ilerleyen bölümlerinde daha ayrınlılı göreceğimiz bir eğilimin ya da izleğin erken bir gösterge­ siydi: Aşırı hava koşullarının (fırlınaların, kasırgaların, yanardağ­ ların ve depremlerin) Yeni Dünya ideolojisinde oynadığı rol. Eski Dünya' da dikkatimizi çeken şey ise su olarak yaralılma efsanesi­ nin ayırt edici dağılımı, ışığı yaratmak için "söz" ün kullanılması ve ölüp yeniden dirilen ağaç tanrısıyla ilgili efsaneler dizisidir. Ölüp yeniden dirilmek, Eski Dünya ideolojisinde başat bir sorun olan, ama göreceğimiz gibi, Yeni Dünya' da pek de aynı ölçüde önem ta­ şımayan doğurganlığa alıf yapar. Bu efsanelerin Büyük Doğu-Ba­ lı Koridoru diyeceğiniz güzergahı izleyerek Güneydoğu Asya'nın "köşe" sinden yukarı Çin'e, tüm Hindistan'a, Orta Doğu'ya, oradan da Balı ve Kuzey Avrupa' ya yayılması, bu rotanın çok erken zaman­ lardan beri kullanımda olduğunu gösteriyor. Bu, Avrasya'nın gelişi­ mi üzerinde her bakımdan (ideolojik, ticari, teknolojik olarak) derin bir etki yaratacaklı. Yeni Dünya' da buna benzer bir şey yoktu.

80

3� SİBİRYA VE ŞAMANİZMİN KAYNAKLARI İlk insanların Yeni Dünya'ya gelişini izlemeden önce ele almamız gereken son konu, göçmenlerin çıktı.klan Büyük Yolculuğu tamam­ lamak için geçmek zorunda oldukları Eski Dünya'nın özgül bir bölgesidir. Burası, Bering Boğazı'nın hemen batısındaki bölge, yani Sibirya'ydı. Sibirya, uzak, soğuk ve boş olmasının yanı sıra, şama­ nizmin yurduydu. Son zamanlarda birtakım soru işaretleri oluşmasına karşın, şa­ manizmin bir avcı dini olduğunu, dinsel faaliyetin, manevi disipli­ nin ve tıbbi uygulamanın belki de en erken evrilen dışavurumu ol­ duğunu, Avrasya anakarasının çok geniş bir kuşağında tarihöncesi çağlardan beri var gibi göründüğünü, antropologların çoğu kabul ediyor. Şamanizm, mağara sanatında, örneğin Toulouse'un güne­ yinde, Fransız Pirenelerinde, Ariege'deki Trois Freres Mağarası'nda bile tasvir edilmiştir; orada, geyik boynuzlarına, baykuş gözlerine, aslan ya da ayı pençelerine, tilki kuyruğuna sahip 70 santimetre boyunda bir figür vardır ve uyanmış bir penisi az çok gizleyen bir hayvan postu giymiştir (bkz. Görsel 1).1 . · Şamanizm, insanın yaşamak için (hayvanların) canını alma ge­ reksinimiyle ilgilidir ve erken döneme ait bir kozmolojiyi yansıtır; insanın hayatta kalmak için öldürmek zorunda olduğu hayvanların ruhlarının bedelini ödemesi gerektiği ve şamanın, bedel hakkında görüşmek için hayvanın sahibine uçtuğu düşüncesinin sağladığı bir dengeyi yansıtır.2 1 2

Ronald Hutton, Shamans: Siberian Spirituality and the Western Imagination, Hambledon, İngiltere ve New York, 2001. Piers Vitebsky, The Shaman: Voyages of the S�ul: Trance, Ecstasy and Healing 81

BÜYÜK BÖLÜN ME

Görsel 1 . Dans eden "hayvan-şaman". Trois Freres Mağarası, Ariege, Fransa. Bugün ve geçmişte, avcı toplumların temel inancı, "Var olan her şeyin canlı olduğu" şeklindedir.3 Her yanımızı düşmanlar, "ağzı açık, görünmez ruhlar" kuşatmışhr. İkinci bir inanç, evrenin, bir dizi (duruma göre allı, yedi ya da dokuz) düzey halinde var olduğu ve bir "dünya ağacı"nın veya direğin ya da dağın bunların hepsini bir­ birine bağladığı, şamanın birinci yeteneğinin ise esrime ya da vecd halindeyken (önemli bir unsur), toplum adına yararlıklar göstermek için evrenin farklı düzeyleri arasında yolculuk edebilmesini sağla­ yan "ruh uçuşu" olduğudur (geçmişte de öyleydi). Üçüncü bir inan­ ca göre, insanların birden fazla ruhu vardı ve rüyalar, bu ruhlardan birinin ya da daha çoğunun bedenden ayrılıp yolculuklara çıkhğı­ nın kanıhydı. Bu ruhlar herhangi bir nedenle (belki hasta insanlar uyumakta zorlandıkları ya da aksine, hastalık yüzünden rüyalarını anımsayamayacak kadar bitkin düştükleri ve çok derin uyudukları için) bedenle yeniden birleşemeyince hastalık oluşuyordu. Yine esri­ me ya da vecd halindeyken, bir ruh yolculuğuna çıkarak, kayıp ruhu bulup hasta kişinin bedenine geri götürmek, böylece de o bedeni

3

from Siberia to the Amazon, Londra: Duncan Blair, 2001, Vitebsky, anılan yapıt, s. 11. 82

s.

86.

3.

S1BİRYA VE ŞAMAN1ZM1N K AY N A KLARI

sağlığa kavuşturmak ise şamanın işinin bir parçasıydı.4 Bu ruh yol­ culukları, çoğu zaman, ya şamanın uzuvlarını kaybettiği ya da sırf bir iskelete dönüştüğü tehlikeli yerlerden geçmeyi gerektiriyordu ve bu nedenle şamanlar, özel kabul (başlatma) işlemlerine tabi tutulu­ yor, oldukça uzun zaman yaban ortamında yaşıyor, kendi başlarına hayatta kalmayı öğreniyor, doğal ortamı ve yaban hayvanlarını çok yakından tanıyor, sağ kalım becerilerini geliştiriyorlardı (nadiren kadın şamanlar da vardı). Şamanın faaliyetleri, genellikle, önemli olmasına karşın sıra dışı meseleler üzerinde yoğunlaşırdı: Hastalık, hava durumu, yırhcı hayvanlar, av hayvanları.5 "Şaman" sözcüğü, Sibirya' da yaşayan, Tunguzca konuşan, avcı­ lıkla ve ren geyiği güderek geçinen küçük bir topluluk olan Even­ ki'lerin dilinden gelir. Sözlük anlamı, "bilen kişi" dir ve ilk kez, yine Piers Vitebsky'ye göre, yalnızca bu bölgeye özgü dinsel uzmanları tanımlamak için kullanılmışhr. Arktik bölgedeki diğer kabileler, aynı ölçüde yaygınlık kazanmayan başka sözcükler kullanır.6 Şamanlar çeşitli davranış biçimleri sergilerler (bunlara daha sonra geleceğiz), ama şamanizmin bizi açık seçik ilgilendiren yanı, yayıldığı coğrafi alandır. Vitebsky'nin sözleriyle, "Arktika, Amazon ve Bomeo gibi birbirinden çok uzak bölgelerdeki şamanist fikirler ile uygulamalar arasında, açıklanması kolay olmayan şaşırhcı benzerlikler vardır" .7 Bomeo' da şamanizme rastlanmasına karşın, gerçekte en güçlü bağ­ lar, Avrasya'nın kuzey kıyıları boyunca, arktik Rusya' da Lapon­ ya' dan Sibirya'ya, sonra da Amerika kıtasına aşağı Amazon' a kadar devasa bir "7" rakamı çizer gibi uzanır.

Rahatlıkla denilebilir ki, 20. yüzyılda, özellikle Soğuk Savaş ol­ masaydı, şamanizm olgusu hakkında (niteliği ve dünya üzerindeki dağılımı hakkında) daha çok şey öğrenilirdi. Tarihöncesi mağara sanalına ve antik heykellere ilişkin birkaç yüz fotoğraf Bah'da (ör­ neğin Fransa' da) yayınlanmışhr, ama bir habere göre, Rus (Sovyet) dergilerinde yayımlanan ama başka yerlerdeki kolay erişilebilir dergilerde ya da kitaplarda yer almayan 20.000 illüstrasyon vardır. Bu durum, bilgilerimizin çoğalmasını engellemiş, aynı zamanda da şamanizmin Avrasya çapında yayıldığını doğrulamışhr. 4 5 6 7

Hutton, anılan yapıt, s. 59. A.g.y., s. 61. A.g.y., s. 74. Hutton, s. 51. 83

B Ü Y Ü K BÖLÜNME

Sibirya, bugün bile, yaşanması zor bir yerdir. Yüzölçümü Avru­ pa ile Amerika Birleşik Devletleri'nin toplamına eşit olan bölgenin Kolima havzasında, dünyanın en soğuk yerleşim yeri vardır, burada kışın sıcaklıklar -70°C'ye düşebilir ve Mayıs' ta yaz gelince, donmuş nehirler "top alışı gibi ses çıkararak" çatlayabilir. Sibirya, kabaca 8 milyon kilometrekarelik bir alanı kaplayan yeryüzünün en büyük ormanını barındırır ve dünyanın yerleşime uygun tüm alanlan içinde burası hala en seyrek nüfuslu alandır. Sovyet kaynaklarına göre, Orta ve Doğu Sibirya' daki tayga (kuzey huş ağacı, akkavak, iğneyapraklılar) ve tundra (bodur çalılar, kamışlar, yosunlar, dağı� nık ağaçlar) alanlarının çoğunda ren geyiği avcılığıyla ve çobanlık­ la geçinen, Tunguzca konuşan göçebe kabileler yaşamasına karşın, bölgede 120 dil topluluğu vardır. Kamçatka Yanmadası'nda ve kıyı açığındaki adalarında (Asya'nın en doğu ucunda) konuşulan dil, Eskimoca, yani Yupik ve Aleut (Unangan) dilleridir.8 Ruslar 16. yüzyıl sonunda Sibirya'ya girdikleri zaman, önceden tanışlığımız bir kabile olan Çukçiler, hala taş devrinde yaşayan bir halklı, çadırlarda yaşıyor, kemik uçlu oklar ve mızraklar kullanıyor, aile ağlarından daha yüksek bir otorite tanımıyorlardı.9 Bu bölgede halk, hiçbir zaman Hristiyanlığı tam olarak kabul etmedi, çoğu kez gizli olarak ermişlere kan kurbanı (sıklıkla köpek) kesmeyi sürdür­ dü. Sovyet döneminde, o zamanki SSCB'nin başka bölgelerinden Rusların Sibirya'ya göçmelerine yol açan kolektifleştirmenin yar­ dımıyla, şamanizm resmen kararnameyle yasaklandı. Geleneksel uygulamaları kökünden silmek için bazen büyük eziyetler yapıldı, iddiaya göre, şamanlar helikopterlerden alıldı ve "ruh uçuşu yete­ neklerini göstermeleri" istendi. 1980'e gelindiğinde, Sovyet yetkili­ ler, pek inandırıcı olmasa bile, şamanizmi tamamen baslırdıklarını iddia ettiler. 10 Şamanizm, kısmen arktik bölgenin psikopatolojisinden ve kıs­ men insanın geyikle olan ilişkisinden dolayı dünyanın en eski dini olarak başlamış olabilir. Örneğin, ilk şamanların ruhsal açıdan ola­ ğandışı (ya saralı ya da sinir hastası) olduklarını ve ilkel insanla­ rın, onların anormal davranışlarını "değişik bir bilinç durumu" saydıklarını gösteren bazı bulgular vardır. Soğuğun şiddetli olduğu 8 Vitebsky, anılan yapıt, s. 11. 9 Hutton, anılan yapıt, s. 11-12. 10 A.g.y., s. 13. 84

3. SİBİRYA

VE ŞAMANİZM İN KAYN AKLARI

ve karanlığın uzun sürdüğü arktik bölgede, şamanın esrime haline benzeyen meryak ya da menerik (arktik histeri) gibi bilinen ruh has­ talığı biçimleri görülebilir. 11 Sibirya'nın ve Amerika kıtasının bazı yerlerinde şamanlar için düzenlenen kabul ayinleri kapsamında bir hastalık dönemini de olması dikkat çekicidir. Bizim anormal davra­ nış olarak anladığımız şey, eski çağlarda her zaman marazi bir du­ rum sayılmamış, daha çok, "ruhun etkisine girme" olarak görülmüş olabilir. Ren geyiği muhteşem bir hayvandır. İri cüsselidir; erkek ren ge­ yiğinin, dallı boynuzlardan oluşan ve ona, fark edilmesi çok kolay bir soyluluk veren olağanüstü bir taa vardır; delişmendir ama ayılar ve büyük kediler gibi haşin değildir; doğal bir sürü hayvanıdır. Ren geyiği, bu özelliklerinden dolayı, yalnızca et için değil, deri, kemik ve kas gücü için de yararlı bir kaynaklı ve hala öyledir. Ava toplum­ ların, "tapınma ile aamasızlığın bir karışımı" olarak tanımlanan av olgusuna yönelik geleneksel tutumunu, bu özellikler teşvik etmiş olabilir.12 Erken dönem avcı toplumlar (Femand Braudel'in tanımıy­ la, "ren geyiği uygarlıkları"), çoğunlukla, Hayvanların "Efendi"si ya da (daha seyrek olarak) "Hanımefendi"si sayılan birinin, yani kabilenin ya da oymağın yaşamında önemli role sahip hayvan tür­ lerini koruyan birinin olduğuna ve topluca onların ruhunu ya da özünü temsil ettiğine ilişkin bir inanç taşıyordu. Bu anlayışa göre, Hayvanların Efendisi, belirli yarahkları öldürebilsinler, yiyecek ve başka gerekli şeyleri temin edebilsinler diye hayvanları insan avcı­ lara "salıverir", ama buna karşılık, avaların da belirli yükümlülük­ leri vardır (kabul edildiği şekilde kurban sunmaları ve belirli kural­ lara uymaları gerekir. Şaman işte bu noktada devreye girer. Bir şamanı tanımlayan niteliklerden biri, "ruh uçuşu" olarak bi­ linen olgudur. Şaman, çoğunlukla "değişik bir bilinç durumu"na (�amanların kendilerince illa kabul edilmese bile, modem Bah'ya özgü bir ifade) girerek ve çoğu kez vecde gelerek, ya öldürülecek hayvanların yerini saptamak için uçup çevreyi kolaçan eder ya da Hayvanların Efendisini bulmak, öldürülecek hayvanlar karşılığın­ da ödenecek bedeli görüşmek için yukarı dünyaya veya öteki dün­ yaya yahut okyanusun dibine uçar. 11 A.g.y., s. 26. 12 Mircea Eliade, Shamanism: Archaic Techniques of Ecstasy, Princeton, N. J.: Princeton University Press, 1970, s. 24-29. 85

BÜYÜ K BÖLÜNME

Ama şamanizm bundan fazlasıdır. Çoğu kez, avlanma ile baş­ tan çıkarma arasında bir bağ kurulur. Avlanırken hayvanın bede­ nine nüfuz etmek, bazen cinsel birleşmeye benzeyen bir edim ola­ rak görülür.13 Örneğin, Yukarı Amazon' da, Dessana adıyla bilinen kabilede, "avlanmak" sözcüğü, "hayvanlarla sevişmek" anlamına da gelir. Avın kendini avcıya kaptırması ve vurulmasına "izin ver­ me" si için ava "kur yapma", hatta onu cinsel yönden uyandırma niyetiyle özenli hazırlıklara girişilerek, bu benzetmeye ince ayrıntı­ lar katılır. Bu amaca ulaşmak için, avcının kendisi de yükselmiş bir cinsel gerilim halinde olmalıdır; bunu başarmak için, avlanmanın hemen öncesinde cinsel ilişkiden kaçınır, kendini avına daha çekici göstermek için ayinle arınır ve vücudunu süsleyip, önemli bir unsur olarak yüzünü boyar. Sibirya' da, bir zamanlar kendisi de hayvan olduğu için şamanın hayvanları etkileyip yönetebildiğine inanılır. Hazırlık ayinindeki danslarda, çoğu kez, hayvanların kızışması ve çiftleşmesi sıklıkla apaçık cinsel vücut hareketleriyle taklit edilir.14 Piers Vitebsky'ye göre, Sibirya ve Moğolistan, "klasik şamanizm bölgeleri"dir. İri bir geyik türü olan Kanada geyiğinin ( Cervus cana­

densis ), insanlarla hemen hemen aynı zamanda Bering Kıstağı'ndan Amerika'ya geçtiğini düşündüren yakın tarihli başka kanıtlar, 2011 baharında Harvard' da düzenlenen bir konferansa sunuldu. Eğer bu doğrulanırsa, şamanizmin de yine o zaman Amerika kıtasına geçtiği düşüncesinin altını çizecektir. Ruh uçuşu Amerika kıtasında gerçek­ ten vardır, ama en çok Arktika' da ve Arktika altı bölgelerde görülür, Kuzey Amerika Eskimoları bu bakımdan Sibiryalılara çok benzer.15 Eskimo şamanlarda, "uzuv kaybı, havada çarpıcı uçuşlar ve denizin dibine yolculuklar yaygındır" . Bering Boğazı' na olan uzaklık arttık­ ça, ruh yolculukları giderek seyrekleşir, derin esrime halleri de öyle. Bunların yerine, şaman, inzivayla ve oruçla hazırlanıp görevine başlatılır. Özellikle Great Plains (Büyük Düzlükler) bölgesinde, es­ rimenin ve yolculuğun yerini, düş görme ve "vizyon arayışı" ya da ruhlarla iletişim arayışı alır. Bu ikinci olgu, genç erkeklerin (ve daha seyrek olarak genç kadınların), dayanıklı olduklarını kanıtlamak ve 13 Vitebsky, anılan yapıt, s. 30. 14 A.g.y., s. 32. 15 Hutton, anılan yapıt, s. 107. Aynca bkz. Tun Ingold, The Perception of the Environment: Essays in livelihood, dwelling and skili, Londra: Routledge, 2000, s. 61 vd. 86

3. SİBİI�Y A VE ŞAMANİZMİN

KAYN AKLARI

aynı zamanda da doğa aleminin ruhlarından vizyon ya da rehberlik almak için kendilerini yabani doğaya vurarak bir defada günlerce orada kaldıkları bir işlemdir. Birçok kabilede (gençlere temel sağ kalım becerilerini öğretmek için) bu uygulama başlı başına yaygın bir kabul töreni olup çıkmışbr, ama şamanlar, bu yolla edindikleri vizyonları daha aynnblı olarak geliştirirler.16 Orta ve Güney Amerika toplumlarında, şaman, kabilenin ağır basan kişisidir. Onların evren görüşü, temelde Sibirya' dakiyle aynı­ dır: Katlardan oluşan ve bir dünya ağacıyla ya da temel direkle yer­ yüzüne bağlanan, şamanın yukarı ve aşağı alemler arasında uçma yeteneğine sahip olduğu bir gök. Kabul işlemleri de büyük ölçüde aynıdır: İlk başta hastalık, uzuvlarını kaybetme ya da iskelete dö­ nüşme deneyimi, "ruh eşi"yle evlilik. Şarkı söylemek, Güney Ame­ rika' da özellikle ayrıksı bir esrime (vecde gelme) tekniğidir; başka yerlerde aynı boyutta rastlanmayan diğer iki teknik de bu işe yarar: Sanrılabcı (halüsinojen) maddelerin yaygın kullanımı ve şamanın jaguarla yakından özdeşleştirilmesi. Bu yönler sonraki bölümlerde daha ayrınblı ele alınıyor, ama burada şunu belirtebiliriz ki, David Lewis-Williams ve Thomas Dowson, şamanlık uygulamalarının Pa­ leolitik kaya sanabnda "önemli bir öğe" olduğunu göstererek, şa­ manizmin ta eski çağlara kadar gittiğini doğrulayan yeni bulguları yakın zamanda ortaya çıkarmışlardır. öncelikle, bu kapalı mekanlarda sannlabcı maddelerin kullanıl­ dığına ilişkin kanıtlara dikkat çekmişlerdir; dediklerine göre, sık­ lıkla soyut desenlerden oluşan resimlerinin kendileri de "entoptik" (esrime benzeri, uyuşturucu kaynaklı) durumlarda yapılan resim­ leri andırmaktadır. Bu, başka bir Sibirya kabilesi olan Koryaklar arasında sinek ya da gelin mantarı (Amanita muscaria) kullanımıyla ilgili Peter Furst'ün anlatbğı ünlü olguyla iyi uyuşmaktadır. Furst'e &öre, psikoaktif bir mantar olan sinek mantarı, "ölümsüzlük man­ tarı" olarak bilindiği Balbk'tan Kamçatka'ya kadar Kuzey Avrasya orman kuşağının şaman dinlerinde, özellikle Sibiryalı ren geyiği av­ cılarınca ve çobanlarınca kutsal bir keyif verici olarak öteden beri kullamlmıştır.17 Koryaklann belki de en dikkate değer yönü, kafayı bulmuş (sinek mantarıyla zehirlenmiş) kişilerin sidiğini, hatta bu mantarı yiyerek etkilenmiş ren geyiklerinin sidiğini içmeleriydi. Bu 16 Vitebsky, anılan yapıt, s. 42. 17 A.g.y., s. 45. 87

BÜYÜK BÖLÜNME

mantarı yiyen kişilerin ve geyiklerin sidiği, anlaşıldığı üzere, man­ tarın kendisinden bile daha güçlü etkiye sahipti ve Koryaklar, bu yolla, "esrime halini günlerce uzatma" olanağına kavuştular.1 8 Şamanın rolü ile daha önce değinilen hilebaz efsanesi arasında da örtüşme vardır. Şaman olmak, çoğu kez, hilebaz tarzı davranışlar gerektiriyordu. Şamanın, zorluk çıkaran ruhlarla "dövüşüp onları kurnazca yenmek" için biçim değiştirmesi gerekir ve efsanelerde, en eski şamanlar, güneşi ele geçirmek, insanlara ışık sağlamak ya da kıskanç tanrılardan ateşin yahut tarımın sırrını çalmak için hileye başvururlardı. Bering Boğazı'nı aşan son kültürel ayırıcı özellik, şa­ manizmin, transvestizm (karşı cinse öykünme) ile yakından ilişkili olduğu gerçeğidir. Sibirya' da erkek şamanın kostümü mutlaka dişi­ lik simgeleriyle süslenir, Çukçilerde ise şamanlar kadın gibi giyinir, kadın işi yapar ve yalnızca kadınların konuştuğu özel bir dil konu­ şurlar (ayrıca, "yumuşak erkek" olarak anılırlar). Kuzey Amerika Kızılderilileri arasında, berdache (iki ruhlu) olarak bilinen yaygın transvestizm geleneği vardır. Bunlar özellikle kudretli şamanlardır (Örneğin Mohave'ler, şamanları arasında sıralama yaparken, ka­ dınları erkeklerden daha yükseğe, berdache'leri ise her ikisinden de yükseğe koyarlar). Navaho, Lakota ve Şayen Kızılderilileri, berdac­ he'lerin deliliği iyileştirebildiklerine ve doğuma güçlü şekilde yar­ dım edebildiklerine inanırlardı.19 Ronald Hutton, şaman kavramının, başka birçok uzmanın dü­ şündüğünden daha yaygın bir kavram olduğu kanısındadır, ama en temel düzeyde şamanizmin, avcılığa dayandığı konusunda tüm uz­ manlar görüş birliği içindedirler (şamanın öncelikli rolü, avda başa­ rıyı garantilemektir). Şamanın (erkek ya da kadın) sonraki görevleri ikiye ayrılır: Topluluğun yararına zor işler başarmak; bireysel ruhun edimleri ve deneyimleri konusunda "uzman"laşmak, özellikle de kurban edilen hayvanın ruhunu, adak olarak sunulduğu ilahi var­ lığa iletmek, ölü akrabaların nereye gömülmesinin uygun olacağını ailelere göstermek ve sonra, ölü akrabanın ruhunu öteki dünyaya taşımak. Bering Boğazı'nın şimdi olduğu yerde (en uzak kuzeyde) bu­ lunması, uzun erimde büyük önem taşıdığını kanıtlayacakb. Yeni 18 Peter Furst, Hallucinogens and Culture, San Francisco: Chandler & Sharp, 1988, s. 90. 19 Furst, anılan yapıt, s. 91-92. 88

3.

SİB İRY A VE ŞAMANİZMİN KA YNAKLAR l

Dünya'ya yerleşen eski halklar, ister Asya içlerinden, ister Güney­ doğu Asya adalarından gelsinler, oraya doğru yol alırlarken Sibir­ ya' dan geçmek zorundaydılar. Başından beri şamanizm uyguluyor olsunlar ya da olmasınlar ve başka ne gibi genetik ya da psikolojik yahut mitolojik ayırıcı özelliklere sahip olurlarsa olsunlar, Sibirya şamanizmini, Yeni Dünya'ya temel ideoloji olarak topyekun getir­ diler. Şamanizm, göreceğimiz gibi, başka her şeye üstün gelen bir etki yapacakb.

89

"\:.�.

� . ' ""

,J

{

4� İNSANSIZ TOPRAKLARA GİRİŞ Beringia: Büyük Bölünmenin Meydana Geldiği Yer Amerika'nın Asya'ya ait bir bölge mi, yoksa başlı başına bir kıta mı olduğu sorusu, ancak İvan Fyodorov ile Mihail Gvozdev'in en so­ nunda Alaska'yı keşfettikleri 1732'de, yani Kristof Kolomb'un Gua­ nahani'ye ilk ayak basmasından yaklaşık çeyrek bin yıl sonra yanıt­ landı. 1778'de gemiyle Bering Boğazı'nı geçen Kaptan James Cook, yalnızca altmış deniz mili genişliğindeki kısa bir mesafenin kıtalan birbirinden ayırdığını belirtti ve ilk Amerikalıların giriş noktasının burası olduğuna birçoklarını inandırdı. Bir zamanlar Rusya ile Amerika arasında bir kara köprüsünün, yani kıstağın bulunduğu düşüncesini 1590'da ilk ortaya atan kişi, Cizvit misyoner Jose de Acosta'ydı.1 O zamana kadar yaklaşık yirmi yıl Meksika' da ve Peru' da yaşamışh; Adem ile Havva yaşamlarına Eski Dünya'da başladıkları için, insanın Amerika kıtasına göç etmiş olması gerektiği düşüricesini bir iman ilkesi olarak benimsedi. Üste­ lik, okyanus aşın yolculuğun imkansız olduğunu düşündüğü için, Kuzey Amerika'nın "yukarı bölgeleri"nin, göçü engellemeyecek ka­ dar dar bir su boğazıyla Rusya'ya bitişik olduğu ya da "yaklaşhğı" fikrini yeğledi. 1

Dan O'Neill, The Last Giant of Beringia: The Mystery of the Bering Land Bridge, New York: Westview, 2004, s. 6. 90

4.

İNSANSIZ TOPRA KLARA GİRİŞ

Küçük hayvanların yayılmasına da dikkat çekerek, bu hayvan­ ların dar bir su kütlesini bile yüzerek geçmelerinin mümkün ol­ madığını, karadan yolculuk olasılığının çok daha güçlü olduğunu düşündü. Aynca, bunun bilerek yapılmış bir göç olmaktan çok, "topraklarını ve yaşam alanlarını azar azar genişletirken, düşünül­ meden meydana gelen . . . aşamalı bir genişleme" olduğunu da ileri sürdü. "Bazı insanlar, buldukları topraklara yerleştiler, bazıları ise yeni yerler aradılar ve zamanla Karayipleri yurt edindiler."2 Jeolog Angelo Heilprin (1853-1907) de Eski ve Yeni Dünya hay­ van türlerinin güney enlemlerde birbirine görece benzerlik göster­ mediğini, orta enlemlerde daha çok benzediğini, kuzeyde ise "nere­ deyse özdeş" olduğunu gözlemleyerek, 1887' de hayvan dağılımına bakıp birtakım sonuçlar çıkardı. Heilprin'e göre, "eğer tür farklı­ laşması, kuzeye olan uzaklığa göre değişiyorsa, o zaman türlerin o yönden dağılıp yayılmış oldukları" açıkh.3 Çok geçmeden, başka bir jeolog, yani Kanadalı George Dawson (1858-1901), Alaska'yı Sibir­ ya' dan ayıran suların sığ olduğunu ve "fizyografik olarak, asıl okya­ nus havzası bölgesine ait değil, kıta sahanlığı bölgesine ait sayılması gerektiği"ni belirtti. Dawson, "birçok defa ve belki uzun süreler bo­ yunca, Kuzey Amerika'yı Asya' ya bağlayan geniş bir kara düzlüğü­ nün [var olduğu]"nu sözlerine ekledi. Buzul Çağı konusunda görüş sahibi değildi ama "kıta yükselmesinin, zaman zaman, deniz tabanı­ nı su düzeyinin üstüne çıkardığı"ru kabul etti.4 1892'de, Alaska'nın üç yüz mil açığındaki Pribilof Adalan'nda bazı mamut kemiklerinin keşfedilmesi büyük heyecan yarath. "Bu tüylü dev filler ya olağa­ nüstü yüzme yeteneğine sahipti ya da bir zamanlar bu adalar, Alas­ ka ve Sibirya kara kütlelerine . . . bitişik geniş bir düzlükteki yüksek noktalardı."5 W. A. Johnson adlı başka bir Kanadalı jeolog, buna son bir açıklama ekledi. Varlığı ancak 1837' de doğrulanmış olan Buzul Çağ! ile deniz düzeyi değişiklikleri arasında 1934'te bağ kurdu. "Bu­ zullaşmanın Wisconsin aşamasında [-110.000-11.600 yıl önce]," diye yazıyordu, "karada buz birikmesi nedeniyle denizin genel düze­ yi alçalmış olmalıdır. Genellikle kabul edildiğine göre, alçalmanın 2

3 4 5

Henry Steele Commager, The Empire of Reason: how Europe imagined and America realized the enlightenment, Londra: Weidenfeld & Nicolson, 1978, s. 106. O'Neill, anılan yapıt, s. 8. A.g.y. A.g.y. 91

BÜYÜ K BÖLÜ NME

boyutu en az 54 metre olduğu için, son buzullaşmanın en yükseğe çıkhğı dönemde burada bir kara köprüsü vardı." Bu görüş, Bering Boğazı alanının Buzul Çağı'nda bitkiler ve hayvanlar için bir sığınak olduğu yolunda İsveçli botanikçi Eric Hulten'ın ileri sürdüğü eş za­ manlı tezle çok iyi uyuşuyordu. Hulten, bu bölgeye Beringia adım verdi ve eski insanların Yeni Dünya'ya ulaşmalarını sağlayan kara yolunu burasının sağladığım savundu.6 Bering Kara Köprüsü hakkındaki akademik çalışmaların gelişi­ mi, başlı başına büyüleyici bir öyküdür. Bu sürecin üç yönü vardır: Birincisi, geçmişin uzak zamanlarında gerçekten bir kara köprüsü­ nün olduğunu kanıtlama çabalan; ikincisi, kara köprüsünün fiziki olarak neye benzediğine, coğrafyasının nasıl olduğuna, hangi bitki­ lerin ve hayvanların yaşamasına olanak sağladığına ilişkin araşhr­ malar; üçüncüsü, buradan ne tür insanların ve ne zaman geçtikleri­ ne ilişkin soruşturmalar. Halk arasında daha çok Buzul Çağı olarak bilinen Pleistosen devri, kabaca 1,65 milyon yıl önce başladı. Bazı bilimciler, hala o dönemin içinde yaşadığımızı, "sadece buzullar arası bir rahatlama döneminden geçiyor"7 olduğumuzu öne sürmelerine karşın, bilim­ cilerin çoğu, bu devrin yaklaşık on bin yıl önce sona erdiği kanısın­ dadır. Pleistosen devri boyunca, yüz binlerce yıl sürebilen büyük döngüler halinde ısınma ve soğuma eğilimleri birbirini izledi. En yakın soğuk döngüsü, yaklaşık 28.000 yıl önce başladı ve sıcaklıklar, kabaca 14.000 yıl öncesine kadar aralıksız düştü. Koşullar, özellik­ le kutup bölgelerinde, her şeyden çok daha sertti; hele hele kuzey yarım kürede durum daha kötüydü, çünkü dünyanın dönüş yönü, okyanus akınhlanm ve onlardan etkilenen hava koşullarım başka her yerden daha kötü yapıyordu, üstelik kuzey yarım kürede (ağır, kuru) karalar, güney yarım küredekinden daha fazlaydı, bu da dün­ yanın yörüngesinde düzensizliklere yol açıyordu. Tüm bunların an­ lamı, kışın yağan karların yazın eriyenden daha fazla olması, kısa yaz mevsimlerinde hafifçe eriyen, sonra da yeniden donan tabaka­ lar halinde birikmesiydi. Her yıl yağan kar, önceki yılın kar tabaka­ sını sıkışhrarak, büyük buz kütleleri yarath. Sonuç olarak, yıllar geçtikçe buzulların kenarları genişleyip ya­ yıldı, böylece yavaş yavaş buzullar birbiriyle birleşerek gerçekten 6 7

A.g.y. A.g.y., s. 11. 92

4. İNSANSIZ TOPRAKLARA GİRİŞ

akıl almaz boyutlara ulaşlı. Söz gelişi, Kuzey Amerika'nın en bü­ yüğü olan Laurentide (ya da Laurentian) Buz Tabakası, neredeyse 3,2 kilometre kalınlığa ulaşlı. Merkezinde bugünkü Hudson Kör­ fezi bulunuyordu, ama en sonunda, bugün Kanada denilen yakla­ şık 6.500 kilometre genişliğindeki alanı tamamen kapladı. Kuzey­ de, Grönland Buz Tabakasıyla birleşti ve nihayet güneyde, bugün Kentucky eyaleti olarak bilinen bölgeye kadar yayıldı. 8 Laurentide, balıda, Kuzey Amerika'nın diğer büyük buz tabakası olan ve Ku­ zeybalı Amerika'nın kıyı dağlan boyunca, Puget Boğazı'ndan Aleut Takımadalan'na kadar 4.828 kilometre uzanan Cordilleran Buz Tabakasıyla birleşti. Kuzey Avrupa da hemen hemen aynı şekilde, İngiltere' de bugün Oxford denilen yere kadar inen buzullarla ör­ tüldü; Antarktika şöyle dursun, dünyanın belli başlı sıradağlanrun çoğunu bile buz kapladı. Bunun şaşırlıcı bir istisnası, Alaska'nın iç bölgesiydi, çünkü oradaki kurak koşullar, buz oluşumu ya da kar yağışı için pek az nem sağlıyordu. Bu, her şeyden önemli olduğu anlaşılacak bir olguydu. Bu 14.000 bin yıllık (28.000-14.000 yıl öncesi) dönem boyunca, daha önce birkaç kez meydana geldiği gibi, denizlerden buharlaş­ ma yoluyla muazzam miktarlarda su havaya karışlı, oluşan bulut­ lar rüzgarlarla karalara taşındı ve yağışa dönüşerek oralara düştü, çoğunlukla kar şeklindeki bu yağış ise birikimi daha da artırdı. En sonunda buzullar, dünya sularının yaklaşık yirmide birini tutar du­ ruma geldi, bunun yarısı ise Laurentide Buz Tabakasında bulunu­ yordu. Sonuç olarak, en sonunda deniz düzeyi, bugünküne kıyasla yaklaşık 125 metre (Johnson'ın dediği gibi 180 değil) alçaldı.9 Sular çekilirken, Asya ve Kuzey Amerika, "Sistina Şapeli'nin tavanındaki Tanrı ile Adem'in açılmış kolları gibi birbirine yaklaşmaya başladı. Parmak uçları birbirine değince, yeni bir yaşam akımı Amerika kıta­ Sl{la aklı" .10 Bu, zengin hayal gücü içeren bir benzetme, ama temas, yavaş bir jeolojik süreçte gerçekleşti. Kıta sahanlığı adım adım ge­ nişledi, ta ki 18.000-14.000 yıl öncesinde (buzul faaliyetinin doruk noktasında ya da SBM' de, yani Son Buzul Maksimumda) Alaska ile Sibirya arasındaki sahanlık, kuzeyden güneye yaklaşık 1450 kilo­ metre genişliğinde kuru kara parçası olarak ortaya çıkıncaya kadar. 8 A.g.y., s. 12. 9 A.g.y. 10 A.g.y., s. 13. 93

B Ü Y ÜK BÖL Ü N M E

"Kuzey Amerika ve Asya, kocaman, büyüyen Siyam ikizleri gibi ka­ fadan birleşti (bkz. Harita 1, 5 ve 7)." Bu, basit bir kara köprüsü oluşumundan öte bir şeydi. Deniz dü­ zeyinin her alçalışında ve yükselişinde, Alaska fiilen kıta değiştirdi. Kara köprüsünün ortaya çıkbğı soğuk döngüleri sırasında, Kana­ da' da buzullar oluştu ve Alaska, Yeni Dünya'dan koptu (fiilen Si­ birya' nın doğu ucu haline geldi). Buzullar eridiği ve deniz düzeyleri yükselerek Alaska'yı Sibirya' dan ayırdığı zaman, Alaska bugünkü halini aldı, yani Kuzey Amerika'nın kuzeybah ucunu oluşturdu.11 Hem topraktan hem de buzdan delme işlemiyle örnek (karot) alınarak yürütülen jeolojik incelemeler, yalnızca son bir milyon yıl­ da, "buzullar arası dönem"lerin birbirinden ayırdığı yaklaşık on alb Buzul Çağı'nın meydana geldiğini gösteriyor. Bering Kara Köprü­ sü, bu buz devirlerinin çoğu süresince kıtaları birbirine bağlamış ve (henüz evrilmemiş ya da Sibirya'ya ulaşmamış olan insanların değilse bile) hayvanların Yeni Dünya ile Eski Dünya arasında gidip gelmelerine olanak sağlamış olmalıdır.12 Son kara köprüsü en ilgi çekici olandır, çünkü insanlar tam da o zaman bu yörede bulunu­ yorlardı. Bu dönem, kabaca söylenirse, 25.000 yıl öncesinden 14.000 yıl öncesine kadar sürdü. Burası, buz olmadan bile, sert bir coğrafyaydı, kuru ve rüzgar­ lıydı. Lös (rüzgarın sürüklediği buzul lığı) birikerek büyük kurşuni tepecikler oluşturdu. Toprak bir kutup çölünden pek farklı olma­ dığı, bugünkü tundranın daha kuru çeşidi olduğu için, bitki örtü­ sü zayıfb. Buna rağmen, Beringia (sonradan bu isimle anılır olan bölge) çeşitli hayvanları barındırıyordu. Ya da araşhrmalar bunun böyle olduğunu gösteriyor. Uzun kıllı mamutlar, bölgede dolaşan hayvanların muhtemelen en büyükleriydi. Yırhk pırbk etekler gibi sarkan 15 santimetre kalınlığındaki kıllı kürkleri, soğuğa ve sert rüzgarlara karşı yeterli koruma sağlıyordu. Ağırlıkları 2,7 tonu bu­ lan yer tembel hayvanları ve uzun boynuzlu step bizonları da ne­ redeyse mamutlar kadar büyüktü. Kuzey Amerika'da evrilen atlar, kara köprüsünü öteki yönden geçerek Asya' ya göç etti, ama kürkleri, neredeyse kesin olarak bugünkü atlarınkinden çok daha kalındı. Çeşitli biçimlerdeki antiloplar, mus geyikleri, karibular ve koyun­ lar, tüm bunlar, Buzul Çağı boyunca kara köprüsünde yaşadı. Ma11 A.g.y., s. 14. 12 A.g.y., s. 15. 94

4. İN SANSIZ TOPRAKLARA

GİRİŞ

mutların ve bizonların kalın derilerini delecek kadar sivri olan 15 santimetrelik köpek dişleriyle iri cüsseli kılıç dişli kaplanlar, ayrıca dev aslanlar ve gri kurt sürüleri de bölgenin sakinleriydi. Bugün­ kü Kuzey Amerika boz ayısından bile daha büyük olan tarihöncesi bir ayı türü, bu egzotik hayvan koleksiyonunu tamamlıyordu (bkz. Görsel 2).13

Görsel 2. Tarihöncesi ayı türü Arctodus simus (taranmış resim) ile modem bozayı Ursus arctos horribilis'in vücut ölçülerinin karşılaşbrması .

Bu yabani bitki ve hayvan yaşamının saptanması başlı başına bir akademik başarıydı. Daha önce değindiğimiz İsveçli bitki bilimci Eric Hulten, 1930'larda Sibirya ve Alaska bitkilerini inceleyerek, Flo­ ra of the Aleutian lslands (Aleut Adaları'nın Bitki Örtüsü) adlı kitabını yazdı. İstatistiğe yatkın bir bilimci olan Hulten, bitkileri tanımla­ masının yanı sıra, dağılımlarını, özellikle Kanada'daki Mackenzie Nehri ve Sibirya' daki Lena Nehri çevresinde yayılımlarını da belirt­ ti. 14 Bu dağılımların haritasını çıkardığında, doğudan babya uzanan bir dizi oval çizerek yayıldıklarını gördü. Dahası, bu ovaller, simet­ ri� .olmaları yanında, aynı zamanda da eş merkezliydi ve simetri merkezi, her zaman, Bering Boğazı'ndan geçen bir hat üzerinde yer alıyordu. "Eğer bu hatbn azıcık doğusuna yayılırsa, azıcık babsına da yayılıyordu. Doğuda uzağa yayılırsa, babda da uzağa yayılıyor­ du." Bu nedenle, Hulten, tutarlı bir tabloyla karşı karşıya olduğunu gördü. Bir zamanlar, "büyük bölümü buzullaşmamış Sibirya' dan büyük bölümü buzullaşmamış Alaska'ya uzanan" kuru bir kara 13 A.g.y., s. 17. 14 A.g.y., s. 64. 95

B Ü Y ÜK BÖL Ü N ME

kütlesinin olması gerektiğini düşündü. Bu kara kütlesi, çevresinde­ ki çok daha soğuk alanlardan yalılılmışlı ve bu nedenle, "büyük bir biyolojik koruma bölgesi, [yani] kuzeydeki bitkiler ile hayvanların yok olmaktan kurtulduğu ve buzullar gerileyince, açıkça oradan ya­ yıldığı bir yer" olarak işlev gördü. 15 Hulten' e göre, bu bölge, hayvan ve bitki trafiğinin iki yönlü olarak aklığı "geniş bir biyolojik müba­ dele otobanı"ydı. Bu bölgenin önemini vurgulamak isteyen Hulten, gerçekte Danimarka doğumlu ve dolayısıyla İskandivanyalı olan Vitus Bering'e atfen buraya Beringia adını verdi. (Bering 1 728'de gemiyle boğazdan geçti, ama kendisinin Alaska'ya ulaşması ancak İvan Fyodorov ile Mihail Gvozdev' den sonra oldu.) Hulten'in çalışmaları, kısa süre sonra, Teksaslı arkeolog Louis Giddings'in çalışmalarına temel oluşturdu; Giddings, Alaska'run Point Hope ilçesinin güneydoğusundaki Krusenstem Bumu'nda, "her biri sahil şeridine paralel uzanan ve kara içine 4,8 kilometre­ den fazla giren en az 114 plaj sırlı" saptadı. Dahası, her bir sırt, bir dizi arkeolojik buluşun yapılmasını da sağladı; dış sırtlar (bugünkü kıyı çizgisine yakın olanlar), kara içlerindeki sırtlardan daha eskiy­ di. Bundan doğal olarak çıkan sonuca göre, denizcilikle uğraşan bu kültürler, denizler yükselip yaşadıkları alanları su basınca, yavaş yavaş kara içlerine çekilmişlerdi, bu ise insan yerleşimi ile deniz dü­ zeyinin nasıl yakından ilintili olduğunu apaçık gösteriyordu. Gid­ dings, elde ettiği bulguları, 1967' de Ancient Men of the Arctic (Arkti­ ka' nın Eski İnsanları) adlı kitabında yayımladı.16 Ama Beringia'nın bilimsel olarak anlaşılmasına başka herkesten daha çok katkı yapan kişi, New Hampshire Üniversitesi mezunu David M. Hopkins oldu. Hopkins, Kuzey Alaskalı ünlü İnyupik (Iftupiat) tarihçi William Oquilluk'la birlikte, ilk proje olarak, fosil yumuşakça kabuklarını incelemeye girişti, çünkü anladığı üzere, bu kabukların dağılımı ve tortulaşması, Bering Boğazı'run ne zaman açık ve ne zaman kapalı olduğunu ortaya çıkarırdı. Bu inceleme, Neptunea türü dev deniz salyangozunun doğal tarihini temel aldı. Bu canlı, Kuzey Pasifik'te ta üçüncü jeolojik zamana, yani yakla­ şık altmış beş milyon yıl öncesine kadar yaşamışlı. Ama Atlantik tortularında, erken Pleistosen devrine, yani yaklaşık bir milyon yıl öncesine kadar Neptunea'yla ilgili bir bulgu yoktu. Bunun akla ge15 A.g.y., s. 65. 16 J. Louis Giddings, Ancient Men of the Arctic, Londra: Secker & Warburg, 1968. 96

4. İNSANSIZ

TOPRAKLARA G İRİŞ

tirdiği şey, bir kara köprüsünün Üçüncü çağın büyük bölümünde deniz yoluyla göçü engellediği ve ancak Pleistosen başlayınca sular alhnda kalarak, Neptunea'nın hem kuzeye hem de doğuya göçerek Atlantik' e ulaşmasına olanak sağladığıydı.17 Oquilluk, birçok deniz kabuğu birikintisini Hopkins' e gösterdi ve sonuç olarak,ikisi birlikte, 1959'da Science dergisinde yayımlanan Bering Kara Köprüsü ile ilgili çığır açıcı bir bilimsel makaleyi kalem aldı. İki yazarın çıkardıkları sonuç, Üçüncü zamanın büyük bölümü boyunca (altmış beş milyon yıl öncesinden iki milyon yıl öncesine kadar) kara köprüsünün var olduğu, fosil balıklara ilişkin kanıtlar­ dan anlaşıldığı üzere, Eosen devrinin ortasında (yaklaşık elli milyon yıl önce) köprüyü kesen bir su yolunun oluştuğu ve yaklaşık bir mil­ yon yıl önce kara köprüsünün tamamen suya gömüldüğü yönün­ deydi. Kara köprüsü, o zamandan beri, Buzul Çağlan gelip gittikçe pek çok kez su üstüne çıkmış ve suya gömülmüştü. Yazarların dedi­ ğine göre, kara köprüsü en son 9.500 yıl kadar önce suya gömüldü.18 Bu geniş resmin ayrınhlarını başka uzmanlar sağlamışhr. Yeni yüzyıla girilirken, New York'taki Amerikan Doğa Tarihi Müzesi'n­ den omurgalı paleontolojisi uzmanı

W. D. Matthews, memeliler

kara köprüsünden her iki yönde göç etmelerine karşın, Eski Dün­ ya' dan Yeni Dünya'ya gidenlerin, tersini yapanlardan çok daha faz­ la olduğunu gözlemledi. Matthews'un dediğine göre, belki de bu, Avrasya'nın Amerika kıtasından çok daha büyük bir kara kütlesine sahip olmasıyla ve kuzey ılıman enlemlerde, doğu-hah yönünde çok daha geniş bir alana yayılmasıyla ilişkili olabilirdi. Bu ise Eski Dünya hayvan topluluklarının daha çoğunun ayn ayn evrilebildiği anlamına gelirdi. Görece benzer çevresel koşullarda bulunmaları, daha çeşitli uyum stratejileri geliştirilmesini teşvik etti, dolayısıyla da .kara köprüsünden yararlanacak farklı türlerin sayısı artlı. Buzul Çağları boyunca yoğun olarak buzla kaplanan Kuzey Amerika' da, yalnızca görece küçük bir bölge olan Alaska, türlerin evrim geçir­ mesine elverişliydi.19 • 20 17 O'Neill, anılan yapıt, s. 112. 18 A.g.y., s. 114. 19 A.g.y., s.121-122. Büyük memelilerin çoğunun, 55 milyon yıl öncesinden bir süre sonra, kısa bir küresel ısınma döneminde Orta Asya bozkırlarında evrildiklerini göste­ ren yakın tarihli araşhrmalar bunu destekliyor. Atlar (o zaman kedi büyük97

BÜYÜK BÖLÜNME

ABD Jeoloji Araştırmaları Kurumu'ndan Charles Repenning, Matthews' un tezini daha ileriye taşıdı. Fosil memelilere ilişkin ayrın­ tılı bir incelemeyi temel alarak, kara köprüsü üzerinden Yeni Dün­ ya'ya hayvan göçünde üç, belki de dört kez "ani akın" olduğunu savundu. Dediğine göre, birinci akın, yaklaşık yirmi milyon yıl önce meydana geldi ve fosil tipleri, o zamanlar kara köprüsünün "ılıman, nemli ve ormanlık" olduğunu düşündürüyordu. Köprünün, biraz orman içermesine karşın, esasen ılıman çayırlarından oluştuğu ka­ baca 750.000-500.000 yıl önce, Pleistosen döneminin ortasında, bir akın daha meydana geldi. Memeli kalıntılarından anlaşıldığı üzere, "tundradan, bozkırdan ve tayga denilen bodur kuzey ormanından oluşan bir bitki örtüsünün ağır bastığı Arktik iklim koşulları, Pleis­ tosen dönemine (125.000 ila 12.000 yıl öncesine) kadar yoktu. Hopkins'in iki meslektaşı, yani Bering Boğazı'nın tabanında an­ tik bir nehrin kalıntılarını bulan Joe Creager ve Dean McManus, çok farklı tipte kanıtlar ortaya koydular. Point Hope ilçesi yakınındaki Thompson Bumu'nun güneyinde deniz tabanında sondaj yaptılar ve "hafif tuzlu / acı delta suyu" na sahip bir nehre işaret eden karot tortular çıkardılar. Anlaşılan, Kuzeybatı Alaska'nın bugünkü Kobuk ve Noatak nehirleriyle bağlantılı bir ırmağın oluşturduğu antik bir nehir ağzına rastlamışlardı. Radyokarbon tarihlendirmeyle, nehir ağzındaki kalıntıların 12 ila 14 bin yıl öncesine ait olduğu saptandı. Buna, "Hope Seavalley" adı verildi.21 Adım adım ortaya çıkarılan resim genellikle tutarlı olmasına karşın, görüş birliğine varılamayan önemli bir konu, kara köprüsü üzerindeki bitki örtüsüyle ilgilidir. İki görüş vardır. Taraflardan bi­ rine göre, antik Beringia' da bitki örtüsünün çok seyrek olduğunu, yüksek düzeyleri otsu tundranın, daha alçak yerleri ise sazlı-çimenli otlakların kapladığını, çiçek tozu tahlilleri gösteriyor. Eğer öyleyse, bu, öncelikle yalnızca kemirgenlerin beslenmesi için yeterli olacak­ tır ve Alaska'nın son Buzul Çağı'nda buzullaşmayan başka yerlerin­ de, aynı zamanda büyük memelilere ait fosillerin, özellikle bizon, at ve mamut fosillerinin de bulunmuş olması gerçeğiyle kesinlikle

20 21

lüğündeydi), geyikler, sığırlar ve köpeğe benzer yırtıalar gibi memeliler, Çin' in Hunan eyaletindeki fosil kayıtlarında ortaya çıkh ve sonra, o dönem­ de var olan kara köprülerini geçerek Wyoming'e yayıldı. Jeff Hecht, "Asya' dan Çıkış", New Scientist, 23 Mart 2002, s. A.g.y., s. 122. 98

4. iNSANSIZ

TOPRAKLARA GİRİŞ

bağdaşmaz.22 Üstüne üstlük, şimdi Alaska Fairbanks Üniversitesi'n­ de onursal profesör olan Dale Guthrie, en yaygın üç türün, yani bi­ zonun, atın ve mamutun, sürüler halinde yaşadıklarını gözlemiştir. O zaman, bu yoruma göre, Beringia' da yalnızca kemirgenler değil, birçok büyük memeli de yaşıyordu. Sibirya' da altın çıkaran madencilerin, Selerikan Nehri yakınında yer altını kazarken, hala toprakta donmuş olarak duran antik bir abn kalınblarına rastladıkları 1970'li yıllarda meseleler çözümlenmeye başladı. Madencilerin haber vermesi üzerine, Sibirya Bilimler Aka­ demisi, kazı yaparak hayvanı çıkardı ve "çok güzel mumyalaşmış bir aygır örneği" olduğunu saptadı, ama bugünkü aygırların aksine, bunun kürkü beş santimetre kalınlığındaydı, "alt kısmı hafif sarımsı renkte, üstü ise kahverengiydi, siyah bir yelesi vardı ve koyu renkli bir şerit, siyah kuyruğuna kadar uzanıyordu" . Yaşı 37.000 yıl önce­ sine tarihlendirilen kalınbların bizim açımızdan en ilginç yanı, ol­ duğu gibi korunmuş mide içeriğinin %90 oranında otsu maddeden, üçte ikisinin çimenlerden ve üçte birinin sazlardan oluştuğunun saptanmasıydı.23 Daha sonra başka mumyalaşmış memeliler (söz gelişi, mamut yavruları) ve fosil böcekler bulundu; alt katmanların kuru olduğu ama hiç ağacın bulunmadığı, genellikle toynaklılara (çatal bmaklı memelilere) elverişli bir coğrafya sergileyen Sibirya bulguları doğrulandı. Üstelik, keşfedilen bu tür fosil toynaklıların bmakları, yırbcılardan koşarak kaçabilmelerini sağlayacak şekilde sert ve kuru zeminde yaşadıklarını ortaya koyuyor.24 Fosil toynak­ lıların dişlerine sıkışmış bitki parçalarının kalınbları bile, en çok otla beslendiklerini gösteriyor. Beringia, SBM'de, esas olarak bir "step" ortamıydı. Beringia'nın doğasını doğrulayan son buluşu, Hopkins'in ken­ disi yapb. 1974'te, kuzeydeki Seward Yarımadası'nın Espenberg Burnu'nda bulunan bir göl yakınında, derinliği tam bir metre olan, içinde kablaşmış halde ince dal sürgünleri ve ot kümeleri bulunan bir tefra ya da volkanik kül tabakasıyla karşılaşb. Yakındaki göl, as­ lında bir maar' dı, yani bir volkanın zemin düzeyinde patlamasıyla oluşan türden daire şeklinde sığ bir krater gölüydü. Hopkins, Devil Mountain denilen bu maar'ın 18.000 yıl önce, yani kara köprüsünün 22 23 24

A.g.y., s . 123. A.g.y., s . 139. O'Neill, anılan yapıt, s. 141 . 99

fflJ'YÜK BÖLÜNME

var olduğu bir zamanda patladığını saptamış olan önceki araşhr­ maları biliyordu. Bundan manhken çıkan sonuç, tefra içinde kah­ laşmış ince sürgünlerin, köklerin ve otların, kara köprüsünün bitkileri olduklarıdır. Bu bitkisel materyal incelendiğinde, buranın kuru bir çayır ve ottan zengin tundra olduğunu, otların ve çimenlerin, özel­ likle Kobresia türü sazın, ek olarak seyrek söğütlerin ve bir yosun tabakasının karışımı olduğunu gösterdi. Kobresia'nın ağır bashğı bu bitki örtüsü karışımı, korunmuş durumdaki bazı memelilerin mide­ lerinde daha sonra da bulunmuştur ve step tipi bir doğayı doğrula­ maktadır. 2001' de ölen Hopkins, Bering Kara Köprüsü'nün, otlayan hayvanların oluşturduğu koskoca sürüleri ve onların peşinden ko­ şan yırha hayvanları besleyebildiği görüşüne sıkıca sarıldı. Yakın zamanda yapılan bilgisayar modelleri, deniz düzeylerinin yükselmesi nedeniyle Beringia'nın su alhnda kalan alanlarının, su üstünde kalan alanlara kıyasla biyolojik/ besinsel açıdan daha üret­ ken olduğunu, Orta Beringia' da bir iklim sığınağının bir süre varlık göstermiş ve belki bir göç "darboğaz"ına yol açmış olabileceğini, Doğu ve Balı Beringia' da iklimin farklı olduğunu, dolayısıyla ikli­ me bağımlı bitki ve hayvan yaşamını değiştirdiğini, en sonunda da insanları göçe zorladığını savunan Hopkins'in iddiasını doğrulu­ yor. Genel olarak, Kanada geyiğine avantaj sağlayacak olan iklim değişikliği, mamutun ve alın yok olmasına katkıda bulundu.25 Önemli olarak, bu çevre, kara köprüsünün insanlara yaşam ola­ nağı sunduğu anlamına geliyordu.

insanlarla Hiç Karşılaşmamış Hayvanlar Gördüğümüz gibi, ilk insan Beringia'ya girdiğinde, burası Sibir­ ya'nın doğudaki uzanhsıydı. Yaklaşık MÖ 14.SOO'de deniz düzey­ leri yükselince ve Sibirya'yla bağlanh kopunca, Beringia bugünkü Alaska'nın parçası haline geldi. Deniz düzeyleri elbette yükseldi, çünkü dünya ısınıyor, Buzul Çağı sona eriyor ve dünyanın her ya­ nındaki buzullar erimeye başlıyordu. Alaska'daki ilk insan için, bu sürecin iki dolaysız sonucu vardı. Birincisi, Harita 7'nin gösterdiği gibi, Büyük Göller'in ötesine kadar Kanada'nın ve Kuzey Ameri­ ka'nın çoğunu kaplayan iki devasa buzul, yani Laurentide ve Cor25

A.g.y.,

s.

145-147. 100

4.

İNSANSIZ TOPRAKLARA GİRİŞ

dilleran buzulları arasında buzsuz bir koridor açıldı. İkincisi, bu­ zullar geri çekildikçe ve kara üzerindeki buzun ağırlığı azaldıkça, Kuzey Amerika kıtası (hpkı diğerleri gibi) yükseldi ve kıyı boyunca sahiller ortaya çıkh. Böylelikle, güneye doğru, ilk insanın yeni top­ raklara girebilmesini sağlayan iki yol açıldı. Gerçekte hangi yolun tutulduğu konusunda görüş ayrılığı var­ dır. Daha önceki bir bölümde değinildiği gibi, Sijia Wang ve meslek­ taşlarınca yapılan mtDNA incelemesinin ortaya koyduğuna göre, en büyük genetik çeşitliliğe Pasifik kıyısındaki Kızılderililer arasın­ da rastlandı ve bu, olası güzergahın deniz sahili olduğunu gösterdi. Öte yandan, Reno'daki Nevada Üniversitesi'nde antropoloji profe­ sörü olan Gary Haynes, buz koridoru görüşünden yanadır ve kısmi bir gerekçe olarak söylediğine göre, bu geçit ilk başta soğuk olması­ na ve çok az bitki barındırmasına, "buzun tıkadığı göller içermesine ve genelde sulak alanlarla kaplı olmasına" karşın, göçmen kuşlar "izcilik" yapmış, güney yönündeki hareketlerini izlemeleri için in­ sanlara "işaret vermiş" olmalıydı, çünkü kuşlar her yıl önceki yerle­ rine dönüyordu. Haynes'in tezine göre, küçük kayıklarla sahili geç­ mek sonuç vermezdi, çünkü topluluklar, varlığını sürdüremeyecek kadar küçük olurdu. Tucson' daki Arizona Üniversitesi Jeokronoloji Bölümü'nde görevli C. Vance Haynes, Alaska'nın Tanana Vadisi'n­ den, canlı ortamın uygun bir zenginliğe sahip olduğu Montana' daki Anzick'e kadar 5.700 kilometrelik bir yolculuk, yani kendisinin de­ diğine göre, alh ila on iki yılda ya da belki daha kısa sürede tamam­ lanabilecek bir yolculuk hayal etti.26 Ne var ki, hem Kuzey Pasifik kıyılan boyunca su yosunu yataklarının kesintisiz varlığı hem de yeni genetik kanıtlar inandınalığıru sürdürüyor. Gary Haynes'in dediğine göre, daha sonra, birkaç deneysel ça­ banın ardından, güneye doğru bir hamleye daha girişilecekti. O zamanki peyzaj, şimdikinden çok farklıydı. Buz tabakalarının ke­ narları boyunca oluşan dev göller peyzajda ağır basıyordu.27 Bun­ lar, gerek o zaman gerekse şimdi başka herhangi bir yerde görü­ lenlere pek benzemeyen genişlikteydi. Cordilleran Buz Tabakasının 26 A.g.y., s. 161. Renee Hetherington ve ark., "İklim, Afrika ile Beringia'da Karasal Kıta Sahanlıklan ve İlk Halklann Göçü", Quaternary International (2007), 001:10.1016 / j.quaint.2007.06.033. 27 Gary Haynes, The Early Settlement ofNorth America: the Clovis Era, Cambridge, İngiltere: Cambridge University Press, 2002, s. 253. 101

BÜYÜK BÖL ÜNME

güney ucundaki Missoula Gölü'nün büyüklüğü, bugünkü Ontario Gölü kadardı, ama MÖ 12.000 ila MÖ 8000 yıllan arasında varlığını sürdüren ve bugünkü Superior Gölü'nden dört kat büyük, yani yü­ zölçümü İrlanda'ya ya da Macaristan'a eşit olan bahdaki Agassiz Gölü'nün yanında cüce gibi kalırdı. Coğrafya da günümüze kıyasla oldukça istikrarsızdı. Buzlar erirken, gitgide küçülen buzulların birçoğu ya da buzul "yavrula­ rı", vadileri hkayarak arkalarında baraj gibi göllerin oluşmasına yol açh. Ama buzullar küçüldükçe, düpedüz dağıldıkları bir noktaya geldi ve serbest kalan sular, öngörülemeyen dev taşkınlara neden oldu; muhtemelen efsanelerde anımsanan felaketlerin bir başka kaynağı da buydu. Dolayısıyla, Kuzey Amerika'nın kuzey bölgelerinde, istikrarsız ve yaşamaya elverişsiz doğal ortam ile yırhcı hayvanların yarathğı ken­ dine has tehlikeler vardı. Valerius Geist, Kuzey Amerika' daki insan yerleşimleri ile dev hayvanların (megafauna) yok oluşu arasında ters oranhlı bir ilişki kuruyor ve büyük etoburların, özellikle de tarihön­ cesi ayı Arctodus simus'un, soylan tükenmeden önce binlerce yıl in­ sanları Yeni Dünya' dan uzak tutmuş olup olmadığını sormayı gerekli görüyor. Arctodus, boz ayıdan, yani Ursus arctos horribilis' ten çok daha büyüktü (bkz. Görsel 2). İnsanların yalnızca bir tek yerleşim yerinde Arctodus ile karşılaşhklan biliniyor, ama Kanada geyiği, ren geyiği, gri kurt ve porsuk ile birlikte Kuzey Amerika'ya girdikleri de biliniyor, dolayısıyla bunun bir anlamı olabilir (aynca, buzun bir süre insanları ve hayvanları gerçekten engellediğini doğrular). Arctodus'un bugün­ kü ayılardan daha saldırgan olduğunu gösteren kanıtlar vardır (bu ayı tuzaklara daha sık yakalanmıştır, bugünkü ayılar ise insanlardan kaçınmaya eğilimlidir). Kuzey Amerika'nın yerli kabileleri, gelenek­ sel olarak, ayı avlamaktan hoşlanmazlardı.28 Ayıların, insanlara en çok benzeyen hayvanlar olduklarını, daha zeki olduklarını, insanla­ rın konuşmalarını çok uzaklardan duyabildiklerini ve belki bizzat ayı şekline girmiş şamanlar olduklarını düşünürlerdi.29 28 29

Steven Mithen, After the Ice: A Global Human History, 20,000-5000 BC, Londra: Weidenfeld & Nicolson, 2003, s. 242. Valerius Geist, "İnsanları Kuzey Amerika'dan Büyük Yırbcılar mı Uzak Tuttu?". Julia Outton-Brock (haz.), The Walking Larder: Patterns of Domestication, Pastoralism and Predation içinde, Londra: Unwin Hyman, 1989, s. 282-294. 102

4.

İN SANSIZ TOPRAKLARA GİRiŞ

Buna rağmen, kırlar, stepler ve ovalar erişilebilir hale gelince bir­ çok insan kararlılıkla güneye ilerleyecekti; oralarda insanlar, daha ılık iklimi tercih eden, hiçbiri daha önce avcıyla karşılaşmamış olan ve bazıları Eski Dünya' da bulunmayan başka birçok dev memeliyle tanışb (o noktada, özgün otuz beş memeli cinsinden geriye yalnızca sekizi kalmışb).30 Jeolojik araşbrmalann gösterdiğine göre, yaklaşık elli milyon yıl önce, Eosen olarak bilinen devirde, Avrupa ve Amerika bir kara köprüsüyle, muhtemelen Grönland üzerinden birbirine bağlıydı. Sonuç olarak, abn bir atası ve ilkel bir toynaklı memeli (Coryphodon) dahil, bazı büyük memeliler iki kıtada da yaşıyordu. Daha sonra kıtalar ayrıldı ve barındırdık.lan hayvanlar farklı yönlerde evril­ meye başladı. Eosen devrinin sonunda, Asya ve Amerika birleşikti ve hayvanlar, daha önce gördüğümüz gibi zaman zaman karadan oluşan Beringia yoluyla Kuzey Amerika'ya ulaşmaya başladı. Filler, mamutlar ve mastodonlar, sonradan Yeni Dünya adını alacak kıtaya bu dönemde göç etti.31 Güney Amerika, Panama kıstağının oluştuğu yaklaşık iki milyon yıl öncesine kadar Kuzey Amerika' dan ayrı bir kıtaydı; iki anakara kütlesi birbirine yakın olmasına ve bazı türler adadan adaya atlaya­ rak iki kıtaya da yayılmasına karşın, Güney Amerika çok farklı olan kendi hayvan varlığını geliştirdi: Dişsiz memeliler (tembel hayvan­ lar, dev deniz kaplumbağası gibi vücut zırhlan olan gliptodonlar, armadillolar) ve at benzeri yarabklar olan liptoternler, bu hayvanlar arasındaydı. İki milyon yıl önce kıtalar birleşti ve hayvanların hem kuzeyden güneye hem de güneyden kuzeye yayıldığı "Büyük Mü­ badele" denilen olguya yol açb. La Brea katran çukurlarında (bu­ günkü Los Angeles'in merkezinde on binlerce yıl önce oluşan ve 405 dönümden büyük bir alanı kaplayan asfalt katran çukurlan küme­ sinde) yapılan kazılar sayesinde, insan Yeni Dünya'ya ulaşbğında owda hangi hayvanların yaşadığını biliyoruz. Katran çukurları suy­ la örtülmüştü ve altmış kadar antik hayvan türü buraya su içmeye geldi. Bazıları suya düşerek katrana gömüldü ve orada öylece ko­ rundu. Bunlar, 40.000 ile 25.000 yıl öncesi arası bir zamana tarihlenir ve en başta kurtlar ama hemen ardından kılıç dişli kediler, aslan­ lar, tembel hayvanlar, karınca yiyenler, bizonlar ve vaşaklar olmak 30 Calvin Luther Martin, anılan yapıt, s. 88. 31 Jake Page, In the Hands of the Great Spirit: the 20,000 year history of American Indians, New York: Free Press, 2004, s. 37.

103

B Ü Y Ü K BÖL ÜNME

üzere, La Brea'nın içerdiği materyalin %90'ından çoğunu oluşturan etorbuların "oldukça soluk kesici ölçüde oranhsız bolluğu" na işaret eder.32 Çukurlarda, asfalta batmış leşlerin çektiği çok sayıda gün­ düzcül yırhcı kuş da vardı, bunların en gösterişlisi ise kanat açıklığı yaklaşık dört metre olan Teratornis merriami'ydi. Bu memelilerin ve etoburların sırf çeşitliliği, yeniliği ve büyük­ lüğü bile, ilk insanın Yeni Dünya'ya vardığı zaman kendini içinde bulduğu manzaranın hiç alışılmadık bir yönüydü. Bu yarahkların hiçbiri daha önce insan görmemişti (ya da insan tarafından avlan­ mamışh). Başka bir alışılmadık olgu ise yaklaşık bu dönemde dev hayvanların görece hızlı olarak ortadan kalkmasıydı. Bu yok oluş ve bunun nedenleri, paleontolojiyi, arkeolojiyi ve antropolojiyi sıkınhya sokan anlaşmazlıklarından bir diğerini oluş­ turur, belki ister istemez her zaman da öyle olacakhr, çünkü söz ko­ nusu olgu çok uzun zaman önce meydana gelmiştir ve sonuç olarak, bununla ilgili somut kanıtlar yeterli olmaktan şaşmaz şekilde uzak­ hr. Aşağıda anlahlanlan okurken, Tennessee'nin Nashville kentin­ deki Vanderbilt Üniversitesi'nden Thomas Dillehay'in sözlerini hep akılda tutmak da iyi olur; Dillehay'in 2001' de bize anımsathğı gibi, Güney Amerika' daki kazılarda geç Pleistosen devrine ait yalnızca bir tek güvenilir iskelet çıkarılmış ve Kuzey Amerika' da yalnızca iki iskelet bulunmuştur, bu ise varılan tüm sonuçlan ve genellemeleri alışılmadık ölçüde belirsiz kılmaktadır. 33 • 34• 35 32

Anthony Sutcliffe, On the Track of lce Age Mammals, Londra: British Museum Publications, 1986, s. 167. 33 Sutcliffe, anılan yapıt, s. 176. Güney Amerika' daki Monte Verde kazı alanı, sıra dışı bir yer olma özelliğini koruyor. MÔ 14500' e tarihlenen bu alan, ocaklarıyla, yakacak odun depo­ suyla, öğütme taşlan olan ahşap havanlanyla, hatta "tandırları sıvayıp ye­ nilemek için getirilmiş yumuşak, ıslak çamur üzerinde yürüyen birilerinin bırakhğı" üç insan ayak iziyle ünlüydü. Tıbbi otlara, yumuşakçalara, tuza, katrana, mastodon ve antik lama kalınhlanna da rastlandı.(bkz: 118 numa­ ralı dipnot) Thomas Dillehay'in dediğine göre, oradaki aletler, Kuzey Ame­ rika' dan çok, Avustralya'daki ve Asya'nın kimi yerlerindeki geç Pleistosen teknolojilerini anımsahyordu. Bu, Güney Amerika'run kültürel olarak o böl­ gelere daha yakın olduğu anlamına mı gelir, yoksa kanıtların kıt olduğu bir alanda salt bir örnekleme yanlılığı mıdır? 34 Thomas Dillehay, The Settlement of the Americas: A New Prehistory, New York: Basic Books, 2000, s. 112. 35 Tıınothy Flannery, The Eternal Frontier: an ecological history of North America, Londra: William Heinemann, 2001, s. 117. Tom D. Dillehay, "Amerika'ya *

104

4. İNSANSIZ

TOPRAKLARA GİRİŞ

Yeni Dünya' da erken iskelet kalınhlarının kıt olması şaşırhcıdır, çünkü bu, hem Eski Dünya hem de Avustralya deneyimiyle belirgin bir zıtlık içindedir. Erken Arkaik dönem olarak bilinen dönem (MÖ 10.000-9.000) öncesinde bilinçli olarak yapılmış yalnızca bir tane an­ lamlı gömme işlemi hakkında bilgi sahibiyiz. Başka birkaç kemik de bulunmuştur, ama bunlar parça parçadır, içerikleri muğlakhr ve yeterli karbon tarihlendirme nadiren uygulanmışhr: Bazı erken tarihlendirme çalışmaları (örneğin, MÖ 70.000) büyük ses getiren sonuçlar vermesine rağmen, bunlar doğrulanmamışhr ve sonraki incelemelere göre, yalnızca bir tanesi MÖ 10.600' den daha eskidir. Geriye kalanı, MÖ 10.200 ile MÖ 7000 arasına rastlar.36 Bu durumla belirgin bir karşıtlık gösteren Eski Dünya' da, iyi tanımlanmış gömme uygulamaları ve törenleri MÖ -50000' den sonra sık görülür. Avrasya' da Neanderthal insanlar arasında (MÖ -60.000) bile, gömme törenleri yaygındı; özenle hazırlandığı besbel­ li olan mezarlarda, bağlılık ifadesi olarak sunulan çiçekler, egzotik çakmaktaşları, aşı boyası ve başka malzemeler bulmak, arkeologlar için bilinmeyen bir şey değildi. Dahası, Avustralya'nın eski halkları arasında da benzer gömme uygulamalarına rastlanır. Arkeolojik ka­ lınhlar, insanların MÖ -70.000 ila MÖ -40.000 arası bir zamanda bu kıtaya yerleştiklerini, törenlerle ve mezar hediyeleriyle ilişkili birey­ sel ve toplu gömme uygulamalarının MÖ -30.000 ila MÖ -10.000 arası bir zamana tarihlendiğini düşündürüyor. Timothy Flanner­ y'nin belirttiğine göre, Yeni Dünya' dan önce yerleşilmiş olmasına karşın Avustralya'nın o yerleşimle ilgili sağladığı kanıtlar, Ameri­ ka kıtasına kıyasla çok daha fazladır. Flannery, bu durumu, Ame­ rika'ya Holosen devrinden çok daha önce yerleşildiği düşüncesini çürüten bir şey olarak yorumluyor.37 Gömme törenleri Avrupa' da, Asya' da ve Avustralya' da böyle y.aygın, böyle erken (kesinlikle yaklaşık MÖ -40.000' den itibaren) olduğu için, Yeni Dünya'da Buzul Çağı' na ait daha çok kalınhya rastlamıyor olmamız, hayli şaşırhcıdır. Paleontologlar yanlış yerlere mi bakıyorlar? Arkeolojik alanlara müdahale mi edilmiştir? Radyo­ karbon tarihlendirmeler hala güvenilir mi? Amerika' daki ilk insanİlişkin İlk İncelemelerin Derinine İnmek", Proc. Nat. Acad. Sciences, 27 Ocak

2009, s. 971-978. 36 Flannery, anılan yapıt, s. 192-205. 37 Dillehay, anılan yapıt, s. 164-5.

105

BÜYÜK BÖLÜ NME

lar, o kadar gezgin miydiler ki, gömme alanlarının yokluğu, uyumsal bir özellik haline geldi (bu, bir yurdu tanımlıyor ve gereğinden çok toplumsal enerji mi tüketiyordu)? Dillehay'in söylediği gibi, "Bu nedenlerin hiçbiri, dişe dokunur gelmiyor. Eğer [ilk Amerikalılar] yamyam idiyseler ya da cesetleri yakhysalar, yine de bir şey bulmuş olmalıydık" .38 Yeni Dünya' daki ilk insanlar çok gezgin idiyseler bile, bilinen göç rotaları boyunca bazı insan kalınbları bulunmuş olmalıydı (ama bulunmadı). Neandertal insanlar da ilk Amerikalı­ lar kadar gezgindiler ama yine de kalınblar bırakblar. Dillehay'in önerebildiği en iyi açıklama, paleontologların ve arkeologların er­ ken Yeni Dünya'daki gömme uygulamalarına aşina olmadıkları, do­ layısıyla da geride bırakılanların kalınlı olduğunu anlamadıklarıdır. Nedeni ne olursa olsun, gizem devam ediyor.

Buzulların ötesinde Yaşam Gary Haynes, Yeni Dünya'yı yurt edinen ilk insanlara ilişkin en man­ hklı açıklamalardan birini yapmışhr.39 Haynes, sözlerine başlarken, o insanların en büyük olasılıkla avcı olduklarını belirtir, çünkü der, çevre (elbette eriyen buzullar bölgesinde) görece istikrarsız ve sürek­ li değişim içinde olduğu için, bir hayvan türünü avlama tekniklerini başka bir türe uyarlamak, bitki davranışının (yıllık döngünün) ken­ dini açığa vurmasının çok daha uzun zaman alması ve daha yerle­ şik bir yaşam tarzı gerektirecek olması nedeniyle, farklı çevrelerdeki farklı bitkilere uyum sağlamaktan daha kolay gelmiş olmalıdır. Yaklaşık 13.000 yıl önce Yeni Dünya' daki ilk insanlara ilişkin ka­ nıtlar bir zamanlar kıt ve muğlakh, ama Clovis uygarlığı olarak bili­ nen ve adını, New Mexico'nun Clovis ilçesi yakınındaki Blackwater yöresinden alan kültürün o tarihte ortaya çıkmasıyla bu tablo de­ ğişti. Clovis kültürünün ana ayırıcı özelliği, "yivli" el baltasıydı, bu bağlamda "yivli"nin anlamı, balta ağzının ortası boyunca içbükey bir oluğun bulunmasıydı; Eski Dünya' daki taş baltalarda bulunm a­ yan bu özelliğin işlevini az sonra anlatacağız. Bununla birlikte, pek§.!§. ayrıksı olabilmesine karşın, Clovis kül­ türünün, buzulların güneyindeki Amerika kıtasında en eski insan 38 Haynes, anılan yapıt, s. 91. 39 Dillehay, anılan yapıt, s. 110. 106

4. İNSANSIZ TOPRAKLARA GİRİŞ

varlığını temsil etmediğini gösteren kanıtlar yakın zamanlarda çoğalmaya başlamışhr. Michael R. Walters ve bir sürü meslektaşı, Texas'tan Florida'ya, Kaliforniya'ya, Pennsylvania'ya kadar, Clo­ vis'ten çok daha eski alanlara yerleşildiğine ilişkin kanıtlar sapta­ mışlardır; bunların bazıları, fiziki olarak, Clovis bulgularının sap­ tandığı katmanların alhnda yer almakta ve ta 15.500 yıl öncesine gitmektedir. Aynı zamanda, Waters ve ekibi, Clovis dönemiyle ilgili tarihleri, -13.250 yıl öncesinden -12.800 yıl öncesine kadar uzana­ cak, yani -450 yıllık ve belki daha kısa bir zaman dilimini kapsa­ yacak şekilde gözden geçirmişlerdir. Güney Amerika'da (örneğin Arjantin' de ve Şili' de) bazı yerler, Clovis'le eş zamanlı radyokarbon tarihleri vermiştir. Waters'ın dediğine göre, insanların buzsuz ko­ ridordan bu kadar uzak yerlere yolculuk etmeleri belki de 600 ila 1000 yıl aldı. Başka bir incelemede, Jon Erlandson ve Oregon Üniversitesi'n­ den bir grup, Kaliforniya Kanal Adaları'nda (anakaranın yedi kilo­ metre kadar açığında) çoğu 12.000 yıl, hatta bazıları 13.000 ± 200 yıl öncesine tarihlenen elliden fazla deniz kabuğu yığınının yanı sıra, ince ustalıkla üretilmiş mızrak başlıkları buldular. Muhtemelen yal­ nızca suda kullanılan bu narin dikenli başlıklar, Clovis alanlarında bulunanlardan çok farklıydı, gerçi adalarda da Clovis'tekilere ben­ zer yivler bulundu, bu ise o erken zamanda farklı grupların bir ara­ da yaşadıklarını ve ticaret yaphklarını ima ediyordu. Aşı boyası ve obsidyen (volkan camı) parçalarına da rastlandı; obsidyenler Doğu Kaliforniya' da, 300 kilometreyi aşkın uzaklıktaki taş ocaklarından çıkarıldı. Bu buluşlar, bu antik Kaliforniyalıların denizcilik yapa­ bildiklerini göstermesinin yanı sıra, Clovis'in Yeni Dünya'daki ilk yerleşim yeri olmayabileceğini de gösteriyor ve eski halkların, Er­ lan!1son' a göre, bir "deniz yosunu yolu"nu izleyerek kıyı boyunca göç ettiklerinin kanıh olabilir.

Waters, eldeki kanıtların iki modelle uyumlu olduğunu söylü­ yor. Bir modelde, Clovis teknolojisi, Birleşik Devletler çapında eş zamanlı ortaya çıkmış göründüğü için, Clovis halkı boş kıtanın her yanına hızla yayılmış olabilir, buzsuz koridordan çıkan insanlar 1 00 yıl gibi kısa bir sürede bitişikteki Birleşik Devletler'e yayılmış olabi­ lir. Buzsuz koridor, en eski Clovis yerleşim alanlarından önce en az 200 yıl gidiş gelişe elverişliydi ve Nenana kültürünün taş teknoloji­ si, Alaska' daki Broken Mammoth

(Kırık Mamut) arkeolojik alanın-

107

B Ü YÜ K BÖLÜ N M E

da o tarihten en az 100 yıl önce iyice kökleşmişti (Waters, Nenana kompleksinin, Clovis topluluğuyla "güçlü benzerlikler" gösterdiği­ ni saplıyor). En yakın tarihli kanıtların desteklediği alternatif model ise Clovis teknolojisinin, önceden var olan ama kültürel ve kalıtsal açıdan tanımlanmamış bir insan topluluğu aracılığıyla Kuzey Ame­ rika çapında hızla yayıldığı tezine dayanıyor. Alaska' da tanımlanabilen en eski kültürler, önceden değinildiği gibi, Clovis tarzı değildir. İlk gelenler, yivsiz kesici ağızlar (mikro kesici ağızlar değil) ve tek yüzlü (yani, yalnızca bir yüzü perdah­ lanmış, bir tek düz yüzeyi olan) sivri aletler yaplılar. Bu insanla­ rın, Kanada geyiği (ya da elk, bir geyik cinsi) ve bizon gibi büyük memelileri avladıklarını, ama balık türlerini, küçük memelileri ve kuğu, ördek, kaz, dağ tavuğu gibi kuşları da yediklerini, geride bı­ raklıkları kalınlılardan biliyoruz. Ama öyle görünüyor ki, bu insan­ lar iki gelenek oluşturdular; bunlardan biri, daha önce değinildiği gibi, Kuzeydoğu Asya' daki Dyuktai' den türeyen Denali (mikro ke­ sici ağız) kompleksidir ve Denali bölgesinin koşullarına sağlanan özgül bir uyum olabilir; ikinci gelenek ise yivsiz ama yukarıda de­ ğinildiği gibi, daha sonra Clovis avcıları ve toplayıcıları arasında geliştirilecek olanlara genelde benzeyen çeşitli biçimlerde taş aletler yontan Nenana mikro kesici ağız geleneğidir. Haynes, Kuzey Amerika'nın her bölgesinde "binlerce sivri uç" bulunduğunu söylüyor. Dediğine göre, yiv yapımı, alete sap tak­ ma sorununu çözmek için geliştirildi ve öyle başarılı oldu ki, hızla tüm kıtaya yayıldı. Haynes, bu yivli sivri uçlan yapan halkın, başka önemli nitelikleri de paylaşlığım sözlerine ekliyor: (1) Yıl boyunca kalınan kamplar kurmadılar; (2) Eski Dünya'daki aynı döneme ait alanlarda görüldüğü gibi moloz-deniz kabuğu yığınları biriktirme­ diler; (3) kaya sanalı yaratmadılar ya da çoğu zaman kamplarda sa­ nat çalışmaları bırakmadılar (bazı eserler bulunmuştur ama "kayda değer değil"dir); (4) hayli hareketliydiler; (5) bitkisel gıdaları veya balıklan ya da küçük memelileri işleyip hazırlamak için gerekli alet­ ler imal etmediler; (6) başka herhangi bir büyük memeliden çok, mamutları veya mastodonlan fiilen avlamış (ya da onlardan arta­ kalanları yemiş) olabilirler.40 Tımothy Flannery'nin dediğine göre, yivler başka bir amaca daha hizmet etmiş, yani hayvanların kanının daha kolay akmasını, dolayısıyla da daha hızlı ölmelerini sağlamış 40 Haynes, anılan yapıt, s. 32. 108

4.

İNSANSIZ TOPRAKLARA GİRİŞ

olabilir.41 Thomas Dillehay, Güney Amerika' da yaklaşık MÖ 13.000 dolayında yivli kesici ağızların görüldüğünü söylüyor.42 Clovis halkı, bitkilerden ya da küçük av hayvanlarından çok, bü­ yük hayvanları yeğledi, çünkü büyük av hayvanlarının yerini sap­ tamak daha kolaydı, bu hayvanlar, kuraklık gibi çevresel değişik­ liklerden, örneğin bitkiler kadar kötü etkilenmiyordu ve Haynes'in deyişiyle, zehirsiz bitkileri bulup işlemek için gerekli "gizemli" özel bilgilere sahip olmadan da dev memelilerin izini sürmek daha ko­ laydı. 43 Dahası, Haynes'in dediğine göre, "kıtanın bu denli farklı alanlarında arkeolojik kayıtların bir daha asla bu denli benzerlik göstermemesi" bakımından, Clovis dönemi Yeni Dünya tarihön­ cesinde eşsiz bir yer tutar.44 Birçok arkeolojik alanın tarihleri, MÖ 15.000 ila MÖ 10.000 aralığına denk düşmektedir ve bu, "izole edile­ bilen" bir tek ya da birkaç aralık olabilir (kesin yargıya varmak için kanıtlar yeterli değildir). Yine de Haynes, Waters'ın aksine, "Clo­ vis'in serpilip gelişmesi"nin MÖ 13.000'den sonra: başladığı ve MÖ ll .600'de sona erdiği kanısındadır.45 Bering Boğazı'run her iki yakasında Clovis öncesi alanlar çok seyrektir, sayıca çok azdır ve çok az sayıda tanınabilir insan yapı­ mı nesne içerir, bu yüzden de Kuzeydoğu Asya' da ve Sibirya' da mamut avcılığına ilişkin kanıtlar, "en iyimser ifadeyle çok kıt, en kötümser ifadeyle ise hiç yoktur" (gerçi bu konu öylesine yetersiz incelenmiştir ki, büyük memeli avcılığını destekleyen kanıtlar yine de ortaya çıkabilir). Dolayısıyla, böyle bir arka plan karşısında, yivli sivri aletlerin MÖ 13.000 dolayında buzullaşmamış Kuzey Ameri­ ka'run her yanında görece hızlı şekilde belirmesi, eriyen büyük bu­ zulların güney kenarları ötesinden çıkhklarında ilk insanların karşı­ laşhkları yeni duruma oldukça başarılı şekilde uyum sağladıklarını 41

A.g.y . ., s. 91. Michael R. Walters ve ark., "Clovis Döneminin Yeniden Tanımı: Amerika'ya İnsan Yerleşiminin İmaları", Science, C. 315, No. 5815, s. 1122-1126, 23 Şubat 2007; Michael R. Waters ve ark., "Buttermilk Creek Kompleksi ve Texas'taki Debra L. Friedkin Kazı Yerinde Clovis'in Kökeni", Science, C. 331, No. 6024, s. 1599-1603, 25 Mart, 2011; Jon M. Erlandson ve ark., "Paleo-Amerikalılarda Denizcilik, Deniz Teknolojileri ve Kaliforniya Kanal Adalan'nda Kıyı Toplayıcılığı", Science, C. 331, No. 6021, s. 1122, 4 Mart 2011. 42 Flannery, anılan yapıt, s. 92. 43 Dillehay, anılan yapıt, s. 267. 44 Haynes, anılan yapıt, s. 249-250. 45 A.g.y., s. 113 ve 115. •

109

B ÜY Ü K BÖLÜNME

düşündürüyor. Haynes'in dediğine göre, o tarihte Kuzey Amerika nüfusu, 25.000' den "pek fazla değil" di, belki de 25-30' ar kişilik bin gruptan oluşuyordu.46 David G. Anderson ile Knoxville'deki Tennessee Üniversitesi'n­ den meslektaşlarının 1998' deki bir çalışmasına göre, o tarihte kıta çapında yaklaşık 12.000 yivli sivri aletin varlığı bildirilmişti ve bu sayı, sonraki tarihlerde ele geçenlerden biraz azdı. Kazı yerlerine ve bulunanlara bakarak sonuç çıkaran bu yazarlar, ele geçen bu tür yivli sivri alet sayısının yaklaşık 30.000' den çok olmayacağını, do­ layısıyla da tüm kıtanın tahmini nüfusunun, yaklaşık 25' er kişilik 30.000' den fazla ayrı gruba bölünmüş bir milyon kişiyi ancak bula­ cağını söylüyorlar.47 Başka uzmanlar, yivli sivri aletlerin dağılımına bakarak, söz gelimi 100 kişilik bir topluluğun (makro grubun), yak­ laşık 20.000 kilometre karelik alan üzerinde toplayıcılık yapmış ola­ bileceğini ve ana nehirler boyunca dağıldıktan sonra insanların bir araya geldikleri "konaklama merkezleri" kurmuş olabileceğini öne sürmüşlerdir. Bazı alanlar, özellikle doğu (daha ağaçlık) yörelerde­ kiler, diğerlerinden daha çok yivli sivri alet barındırabilir, bu ise in­ sanların, belirli bölgelerden, oralara yerleşmeksizin geçip gittikleri­ ni düşündürüyor. Bir tahmine göre, ilk yerleşimciler, her bir kuşakta 250 kilometre ilerlediler ve yivli sivri aletlerin biçimi her -250 yılda değişti. Bu sayılar doğruysa, nüfusun 20.000' den 1 milyona çıkması, "yiv açma" uyumunun başarısını gösteren bir ölçüdür.48 Clovis kalınhlarında ve Clovis sonrası insanlarda sezinlenmiş olan diğer ritimler, büyük döngüsel hareketlerin, insanlar taş ocak­ larına ve sığınaklara geri dönerken gözlenen dizisel örüntülerle örtüşmesidir, demek ki kaliteli aletler uzun mesafelere taşındı ve seçici olarak "hıfzedildi" . Kaliteli taş uçlar, çıkarıldıkları yerlerden 1 .800 kilometreye varan uzaklıklarda bulunmuştur ve bazen bunla­ ra, "yiv tutkalı" olarak yorumlanan maddeler eklenmiştir.49 Clovis halkının yiv açma buluşu böylesine başarılı ve Yeni Dün­ ya' da eşsiz olduğu için, bu tekniğin niçin benimsendiği sorusu doğal olarak akla geliyor. Burada da başka bir tarhşmayla karşılaşıyoruz. Kuzey Amerika' da yaklaşık MÖ 13.000' de var olan büyük memeli46 47 48 49

A.g.y., s. 112. A.g.y., s. 269. Haynes, anılan yapıt, s. 183. A.g.y., s. 198. 110

4.

İNSANSIZ TOPRAKLARA CİRİŞ

lerin, Clovis döneminde, birkaç yüzyıl içinde "sonsuza kadar" yok olması, bu dönemin dikkate değer bir özelliğidir. Bunu biliyoruz, çünkü iyi bilinen birçok patika ve sabit kaynak noktası (örneğin su içme çukurları, koruluklar) boyunca büyük memeli peyzajı oluşur, çünkü bitki örtüsü alanlan hayvanların beslenmesinden ve gezin­ mesinden etkilenir, çünkü çamurda yuvarlanma nedeniyle su çu­ kurlarının kendisi genişler ve derinleşir, çünkü bok böcekleri, bü­ yük memelilerin dışkılarıyla beslenir ve onlarla birlikte yayılır. Bu tür peyzaj, birkaç yüzyıl içinde yok olup gider. Michael Waters ve ekibi tarafından doğrulandığı gibi, "Mamutların ve mastodonların soyunun tükenmesi, Clovis [kültürünün] asıl serpilip gelişme döne­ miyle örtüşür" . Dahası, Flagstaff'taki Kuzey Arizona Üniversitesi'nden S. A. Ah­ ler'in ve P. R. Geib'in (2000) ortaya koydukları gibi, Clovis'i izleyen ve yine New Mexico'daki aynı isimli alana atfen Folsom olarak bi­ linen kültürde de yiv açma tekniği vardır, ama ince bir fark göste­ rir; saplar daha sağlamdır ve daha bir örnek bir tasarım gösterir, dolayısıyla da bu sonraki sivri uçların, yalnızca bir tek büyük av hayvanı türü, yani bizon için kullanıldığını ima etmektedir, oysaki daha geniş şekil çeşitliliği gösteren Clovis yivleri, o insanların, "ham maddelere erişmede daha az sıkınh çektikleri" ve sivri uçlan, çok daha geniş bir hayvan yelpazesi için kullandıkları anlamına gelir.50 Clovis kültürünün ya buzsuz koridor içinde ya da buzulların he­ men güneyinde başladığını düşünmek doğal görünecek olmasına karşın, Haynes, bugünkü Meksika hududuna yakın bir yerde başla­ ması nedeniyle, bunun aksini öne sürüyor, çünkü orası mamutların öncelikli yaşam alanıydı ve şiddetli soğuk arlık geride kalmış olur­ du. Haynes'in dediğine göre, Clovis halkı ufak yapılı olmalıydı (mo­ dern toplayıcılar arasında ufak yapı ve yavaş büyüme, "uyumsal" özelliklerdir, çünkü insanlar çok yürümek zorunda olunca, "küçük bebekleri taşımak daha kolaydır" ). Afrika'daki Kung toplayıcıları arasında kısa boylu erkeklerin, avcılıkta uzun boylulardan daha başarılı olduklarını, başkaları da dile getirmişlerdir.51 Evle ilgili ar­ keolojik kanıt bulunmaması, Clovis halkının herhangi bir alandan bir ay ya da daha kısa süre içinde taşındığı anlamına gelir. Clovis 50 51

A.g.y., s. 161. A.g.y., s. 163. Waters ve ark., "Clovis Döneminin Yeniden Tanımı", anılan yapıt, s. 1125. 111

B ÜY Ü K BÖLÜNME

halkının ateş kullandığına ilişkin bir kanıt da yoktur. Ateş, sonraki zamanlarda yaygın kullanılmışlır (çalılıkların yakılması, hayvanları bulmayı kolaylaşlırır, ölü bitkileri ortadan kaldırır, hayvanları çe­ ken yeni filizlerin çıkmasını teşvik eder). Ateş, hayvanları kuşatmak için de kullanılabilir, yolculuğu kolaylaşlırabilir ve bir iletişim biçi­ midir. Ama bütün bu olgularda, iklimin yol açlığı ve büyük memeli­ lerin yol açlığı örüntülerin üzerini kaplayan "ateşin yol açlığı" bitki "mozaikler"inin işaretlerini, bol miktarda odun kömürüyle birlikte görmemiz gerekir. Ama böyle bir şey hiç gözlenmemiştir.

Büyük Memeliler Soyları Tükeninceye Kadar Öldürüldü mü? MÖ -11 .600' den sonra, sivri uç tasarımı birkaç farklı biçime ayrılır (yalnızca Folsom değil, "Midland", "Agate Havzası", "Plainview" ve başka biçimler de ortaya çıkar). Clovis avcılarının olağanüs­ tü etkili yivli silahlarını kullanarak, Kuzey Amerika memelilerini, yani insansız bir coğrafyada evrildikleri ve bu yüzden aşırı uysal oldukları için yenilgiye uğramaktan kaçınamayan memelileri, soy­ ları tükeninceye kadar avladıklarını 1984'te ilk kez savunan Arizona Üniversitesi'nden Paul Martin'in görüşüne, bu nedenle Haynes de kalılır.52 Bu teori eleştirilmiştir; eleştirenlerin başında ise bizon, elk, daha sınırlı olarak mus dahil, bazı büyük memeli türlerinin Yeni Dün­ ya'ya insanların yerleşmesi öncesinde ve esnasında gerçekten sa­ yıca çoğaldığını gösteren birçok antik kalınhnın yeni radyokarbon tarihlendirme verilerini, 2006' da Nature dergisinde yayımlanan bir makalesinde paylaşan Fairbanks'teki Alaska Üniversitesi'nden R. Dale Guthrie vardır. Guthrie'nin deyişiyle, büyük memelilere kar­ şı "yıldırım harekalı" denilebilecek bir şey olmadı; bu hayvanların yaşam ortamına insanlarca yapılan etki daha zor fark edilir cins­ tendi. Haynes yine de Paul Martin' in görüşüne kalılıyor. Birleşik Dev­ letler' in kıta topraklarının, çok daha geniş bir kıta olan Afrika'nın tümündeki fil öldürme alanlarından "daha çok sayıda büyük me52

A.g.y., s. 166. 1 12

4. İNSANSIZ

TOPRAKLARA GİRiŞ

meli öldürme alanı içerdiği"ni söylüyor.53 Dahası, Afrika yalnızca daha büyük olmakla kalmaz, ilk insanların oradaki varlığı da Yeni Dünya' da (buzulların güneyinde) -13.000+ yıllık insan varlığından çok daha uzundur, gerçekte, Haynes' e göre, en az yüz kat daha uzundur.� Mamutlarla ve mastodonlarla ilişkili olarak bulunan yiv­ li sivri aletlerin sayısına bakılırsa, mamutların daha sık avlandığı ve arhklarından yararlanıldığı sonucu çıkıyor; gerçi bunun nedeni, mastodonların daha nemli bölgede yaşamaları ve onları öldürmekte kullanılan yivli sivri uçların toprağın daha derinine gömülmesi, bu yüzden de kazılarda bulunmaması olabilir.54 Başka bir önemli göz­ lem ise Clovis avcılarınca öldürülen mamutlardan esef verici ölçüde az yararlanılmasıdır (hayvanların tam olarak kesilip işlenmemesi­ dir) ve bu gözlem, insanların, büyük memelileri etkilemekte olan iklimsel baskıları fırsat bilerek, hayvanlara saldırdıklarına işaret ediyor olabilir. Bu, rakip teorilerden biridir: Büyük memelileri bütünüyle doğal bir ilerleme sürecinde ortadan kaldıran şey, iklim değişikliği, özel­ likle dünyanın tam da o zaman ısınıyor ve kuraklaşıyor olmasıydı (gerçi Jared Diamond'un işaret ettiğine göre, Amerika'nın büyük hayvanları önceki yirmi bir Buzul Çağı'nı sağ salim atlahnışh, öy­ leyse bunu böylesine farklı kılan neydi?).55 Yirmi beş jeofizikçiden oluşan bir ekibin ancak 2007' de yayımladığı başka bir teori ise yö­ rüngesinden çıkan bir kuyruklu yıldızın MÖ yaklaşık 12.900' de dünya ahnosferine çarparak paramparça olduğu ve dev ateş topları halinde patlayarak korkunç yangınlara yol açlığı, hem büyük me­ melileri hem de Clovis halkını öldürdüğü, böylece Yeni Dünya nüfu­ sunu %70 oranında azalthğı şeklindedir. Jeofizikçiler, Clovis'teki iyi

Paul S. Martin, Twilight of the Mammoths: Ice Age Extinctions and the Rewilding of America (organisms and environments), Los Angeles ve Berkeley: University of California Press, 2005 (yeniden basım). Afrika' da araşhrma yürütebilecek arkeolog sayısı Kuzey Amerika' dakine kıyasla çok daha azdır, ama Haynes'in dediğine göre, bu durum dikkate alındığında bile, Afrika'daki öldürme alanlan, "oran olarak beklenmedik ölçüde az" dır. 54 Haynes, anılan yapıt, s. 166. R. Dale Guthrie, "Yeni Karbon Tarihlendirme, İklim Değişikliğiyle İnsanların Yerleşimi ve Pleistosen'de Soyu Tükenen Hayvanlar Arasında Bağ Kuruyor", Nature, C. 441, s. 207-209, 11 Mayıs 2006, DOi: 10. 1038 / nature04604. 55 A.g.y.

53



113

BÜYÜK BÖLÜNME

belgelenmiş sekiz alanda, dünya dışı moloz kanıtları bulduklarını söylüyorlar; Dünya üzerinde yalnızca göktaşlarında saptanmış en­ der bir izotop olan helyum-3 içerikli karbon molekülleri ve evrende Dünya' dakinden çok daha bol bulunan elmas nanopartiküller (na­ nodiamond), bu kanıtlar arasındadır. Üç alanda, dev yangınların kimyasal imzası olan polisiklik (çok halkalı) aromatik hidrokarbon­ lar da bulundu. Dahası, Birleşik Devletler' deki ve Kanada' daki en az yetmiş alanda, Clovis kalınhlarının altta yer aldığı 12.900 yıl ön­ cesine tarihlenen (geniş çaplı yangını düşündüren) siyah bir tortul tabaka bulunmuştur. Bu, o tarihte dünya dışından gelen bir cismin çarphğını ve Amerika kıtasında hem yüzey şekillerini hem de ilk insan ve büyük memeli nüfuslarını belirgin şekilde etkilediğini doğ­ ruluyor. 56 Nüfus azalması tezi, başka incelemelerde de sorgulanmışhr ve Haynes'in öne sürdüğüne göre, ölü mamutlardan yetersiz yararla­ nılması, Clovis'li toplayıcıların gerek öldürerek, gerekse leş arhk­ larından yararlanarak kolayca mamut temin ettikleri ve mamutun hem etini hem de yan ürünlerini, eğer avcılık daha zor olsaydı ihti­ yaç duyacakları şekilde tamamen kullanmadıkları gerçeğine işaret eder. Buzul Çağı'run sonunda meydana gelen iklim dengesizlikleri nedeniyle büyük memelilerin muhtemelen yavaş yavaş açlık çeke­ rek gitgide zayıf düşmesi bakımından, elbette bu iki teori birleş­ tirilebilir. Ve elbette Clovis halkı, zayıf ya da hastalıklı hayvanları seçmiş olabilir (manhklı bir karar).

Öyle olsa bile, öldürülen büyük

memelilerden yetersiz yararlanılması, kesinlikle yiyecek kaynakla­ rının bol olduğunu düşündürüyor. Belirli Yeni Dünya kabilelerinin daha sonra totemler (insanların özgül bir hayvanla ilgili av uygu­ lamalarını yöneten ve besin kaynaklarını gelecekte de devam ettir­ mek için o uygulamaların söz konusu hayvanın korunmasına yar­ dımcı olmasını gözeten totemler) kullanması, pekala, birincil besin kaynaklarının tamamen tükendiği koşullara ilişkin bir halk belleği (ve bir uyan) olabilir: Gary Haynes, Clovis kültürünü, Eski Dünya' daki çağdaşlarıyla da karşılaşhrmışhr. Haynes, temel bir noktaya parmak basarak, o 56 Jared Diamond, Guns, Germs and Steel: the Fates of Human Societies, New York ve Londra: W. W. Norton, 2005, s. 47. Mamutlar, Kuzey Buz Denizi'nde, Sibirya'run kuzey ucu açıklarındaki Vrangel Adası'nda MÖ yaklaşık 4000 yılına kadar varlığını sürdürdü. *

1 14

4.

lNSANSIZ TOPRAKLARA GlRlŞ

zamanlar kuzeydeki geniş alanlar buzlarla kaplı olduğu için Avras­ ya şimdiki kadar büyük olmamasına karşın, Avrasya ile Amerika kıtasının salt büyüklük farkının ve Eski Dünya' da insanların çok eskiden beri var olmasının, en önemli farklılıkları açıklayabileceğini belirtir. Ne var ki, bu durum hesaba kabldığında bile, Clovis kültü­ rü ile Avrasya'nın geç Pleistosen / erken Holosen kültürleri arasında bazı öğretici farklılıklar bulunmaktadır. En önemli üç farklılıktan birincisi, sanat eserlerinin yaygın varlı­ ğıdır ve bunların en çarpıcı olanları, Fransa' dan Ukrayna' ya kadar dağılmış alanlarda bulunan, "Venüs heykelcikleri" denilen eserler­ dir. Venüs heykelcikleri, abarblı anatomik özellikler sergiledikleri için böyle adlandırıldı (bunlar Bölüm 7' de daha ayrınhlı ele alını­ yor). İkinci bir farklılık, yerleşimlerin büyüklüğüdür. Çek Cumhuri­ yeti' ndeki Dolni Vestonice' de, MÖ 29 .000 ila MÖ 25.000' e tarihlenen bir alan, en az 150 mamutun kemiklerini içerir; mamut kemikleri, ağaç, kayalar ve çamur ile yapılmış barınaklara ilişkin işaretler, ateş kullanıldığını gösteren ocaklar ve kül yığınları, 2.000' den çok kil heykelcik parçası ve hem taştan hem de organik maddeden yapıl­ mış birçok başka nesne de vardır.57 Hem Gary Haynes hem de Illinois Üniversitesi'nden Olga Soffer, Clovis kültürü ile Gravettiyen (Fransa' da Dordogne ilinin La Gra­ vette ilçesinde 28.000 ila 22.000 yıl öncesine ait yerin adına atfen) olarak bilinen Avrupa kültürü arasında biraz örtüşme olduğunu öne sürüyor. Gravettiyen, Avrupa'nın önceden yerleşilmiş kısımlarına yayıldığı halde, Clovis halkı insanların hiç yerleşmediği topraklara girdiği için, Clovis kültüründen farklıydı. Ama hem Gravettiyen kültürü hem de Clovis kültürü çok geniş coğrafi bölgelere yayıl­ dı, bu ise onların çok başarılı uyum sağlamış kültürler olduğunu gösteriyordu; gerçi Gravettiyen olgusunda bunun, insan yayılması mı: yoksa fikir yayılması mı olduğu konusunda hala hararetli bir anlaşmazlık bulunmaktadır. Hem Gravettiyen hem de Clovis halkı, mamut gibi büyük memelileri avlıyordu, ama bu büyük memelile­ rin ilgili halkların beslenmesinde taşıdığı önem konusunda anlaş57 New Scientist, 26 Mayıs 2007, s. 8-9. Briggs Buchanan ve ark., "Paleo­ Amerikalıların Demografisi ve Dünya Dışı Çarpma Varsayımı", Proc. Natl. Acad. Sci. C, 105, s. 11651-11654, 2008; James Kennett ve Allen West, "Paleo­ Amerikalıların -12.900' de Sekteye Uğradığıru Biyostratigrafik Kanıtlar Destekliyor", http: / / www. pnas.org?content / 105 / 50 / EllO.full. 115

BÜY Ü K BÖ LÜN ME

mazlık vardır. Bah Avrupa'da, ren geyiği ve kürklü etoburlar (en başta tilki ve kurt), Gravettiyen hayvan kayıtlarında ağır basar, ama Moravya' da, Polonya' da ve Orta Rusya ovasında mamut "başat bir ağırlığa sahip"tir. Gördüğümüz üzere, Clovis'teki hayvan listesi­ ne çoğunlukla mamut damga vurur, bizon ve birkaç başka cins ise daha seyrek temsil edilir. Gravettiyen yerleşim alanlarında, bazen gelişkin yaşam özelliklerine rastlanır "ve kişisel süs nesneleri görece bol bulunur" .58 Clovis kültürü ile Solutreyen kültürü (yine Fransa' da, 21.000 ila 1 7.000 yıl öncesine ait) arasında da özellikle taş işleme teknolojisi bakımından benzerlikler vardır, ama Solutreyen aletleri (ve genel olarak Avrasya aletleri) daha çeşitlidir ve Clovis alanlarında rast­ lanmayan biçimler içerir. Bununla birlikte, en şaşırhcı karşılaşhrma, yine Fransa'nın Dordogne ilinde Vezere Vadisi'ndeki La Madelei­ ne' e atfen Magdaleniyen olarak adlandırılan 18.000 ila 10.000 yıl ön­ cesine ait kültürle yapılan karşılaşhrmadır; bu kültürde çakmak taşı uzak mesafelere taşınmışhr, yıl boyunca oturulan alanların sayısı yok denecek kadar azdır ve neredeyse hiç sanat eserine rastlanmaz. Taşla yapılmış büyük yapılar seyrektir, ocağı olan ev neredeyse yok­ tur ve "tüm işaretler, çok hareketli ve geçici toplayıcı grupları gös­ termektedir" .59 Bu faktörler birlikte ele alınarak şu sonuç çıkarılabilir: Belki birkaç yerleşim alanı (örneğin, Pennsylvania'da Shoop ve Massa­ chusetts'te Bull Brook) hariç, moloz-deniz kabuğu yığınları olan büyük (yaklaşık 80 dönümden geniş) hiçbir Clovis alanı yoktur ve yine, belki Texas'taki Gault hariç, hiçbir sanat ya da süsleme eseri­ ne rastlanmaz. Britanya Kolumbiyası Üniversitesi'nden Genevieve von Petzinger ve April Nowell, Buzul Çağı'na ait büyük mağara resimlerinin yanı sıra, yaklaşık yirmi alh işaretin gözden kaçırıl­ dığını ama bunların Fransa'dan Güney Afrika'ya, Çin'e, Avustral­ ya'ya, Kuzey ve Güney Amerika'ya kadar uzanan alanlarla yaygın olduğunu gösterdikleri yakın tarihli bir çalışmayla, Nisan 2009' da Chicago' da düzenlenen Paleoantropoloji Derneği toplanhsında bir heyecan dalgası yarathlar. Bu tasvirler, manevi bir anlam ve önem taşımış olabilir, ama şu anda bunların anlamını -eğer bir anlam ta58 Haynes, anılan yapıt, s. 161. 59 A.g.y ., s. 163. .

116

4.

İN SANSIZ TOPRAKLARA GİRİŞ

şımışlarsa (ve birçoğunun benzer kümeler halinde bulunması, bir anlam taşıdıklarını gösteriyor)- şu an kavrayamıyoruz.60 Tüm bunlar, Yeni Dünya'yı kuran nüfusun çok küçük ve çok ha­ reketli olduğunu, herhangi bir ölçekte tekrarlanmadığını, başından beri oldukça dar bir dev memeli yelpazesine (belki de bunları avla­ mak görece kolay olduğu için) bağımlı hale geldiğini ve gerek belirli yerleri yurt edinmeye, gerekse kabile kimliği oluşturmaya ihtiyaç duyulmadığı için herhangi bir sanat eseri geliştirilmediğini doğru­ layıcı niteliktedir.61 Ve / veya gıda maddeleri o kadar bol bulunu­ yordu ki, o insanlar, hayvan alışkanlıklarını hatırlamalarına yardım edecek kayıtlar tutmaya ihtiyaç duymadılar.62

A.g.y .. , s. 166. Kate Ravilious, "Taş Devrinden Mesajlar", New Scientist, 20 Şubat 2010, s. 30-34. 62 Jared Diamond, anılan yapıt, s. 67.

60 61

117

İKİNCİ KISIM ESKİ VE YENİ DÜNYA'DA DOGA NE GİBİ FARKLILIKLAR GÖSTERİR?

54 A1LIBŞ ÇIBMBIBRLJBRİ VIB 1LIBRMAL 1LROMPIB1LLJBR İlk Amerikalılar geldiklerinde Yeni Dünya' da hiç insan bulunmadı­ ğı gerçeği, iki yarım küre arasındaki farklılıkların açıklanmasında (yeterince açık olarak) belirleyici öneme sahip bir konuydu. Ama bu, tek konu, hatta belki en önemli konu bile değildi. Şimdi, meta­ tarih (üsttarih) olgusunu, yani insan gelişiminin izlediği geniş süre­ cin nasıl biçimler aldığını ve yerkürenin tümüne ya da geniş alan­ larına etki eden derin kuvvetlerce nasıl yönetildiğini incelememiz gerekiyor. Güneşle ilişkili Dünya yörüngelerinin, Buzul Çağlarını, buzullar arası dönemleri ve bunlara damga vuran taşkınları nasıl belirlediğini, yeri gelince de insanın yeryüzüne yayılmasının bun­ dan nasıl etkilendiğini daha önce gördük. Ve hemen yukarıda irde­ lendiği gibi, kıtaların yayılması ve hareketi, dünya çapında evrilen hayvan tiplerinin belirlenmesine katkıda bulundu. Şimdi, bu derin kuvvetlerin başka bazılarına eğilmemiz gerekiyor. Örneğin, ısının öngörülebilir ve önemli şekillerde yaşamı etkile­ diği bir süreden beri bilinmektedir. Isı, insana düşman olan yaşam biçiıplerinin, özellikle zararlı böceklerin (haşeratın) çoğalmasını teş­ vik eder, hastalıkların sıcak ülkelerde daha hızlı yayılması işte bu yüzdendir. Bazı olgularda, bu öylesine şiddetlidir ki, kent yaşamını olanaksız kılar.1 Olağan dışı sıcaklık dağılımı ve hatta yağış örün­ tüleri, Avrupa' da çiftçilerin yıl boyunca tarımsal ürün yetiştirmele­ rine olanak verir.2 İspanya'da, Portekiz'de, Yunanistan'da ve Gü­ ney İtalya' da zeytin ve üzüm, tahıldan daha iyi yetişir, hayvancılık 1 2

David Landes, The Wealth and Poverty ofNations, Londra: Abacus, 1998, s. 7. Landes, anılan yapıt, s. 17. 121

BÜY Ü K BÖLÜ NME

da tarımdan daha çok kazandırır; bu iki faktör, söz konusu ülkelerin sanayi ülkesi olarak gelişmelerini önleyici rol oynamış olabilir.3 Ve Alpler'in kuzeyindeki sık ormanların kesilerek tarlaya dönüştürül­ mesi, demir aletler geliştirilinceye kadar mümkün olmamışbr; Ku­ zey Avrupa'nın binlerce yıl Akdeniz ülkelerinden geride kalmasının ve sonra onlara yetişip geçmesinin bir nedeni budur.4 Genel bir deyişle, Yeni Dünya böyle konularda Eski Dünya' dan üç önemli bakımdan farklıydı (ve hala farklıdır). Bazı farklılıklar esasen iklimsel faktörlere, ve bazıları coğrafi faktörlere bağlıdır, bazıları ise iklimin ve coğrafyanın biyolojik sonuçlarıdır. Bunlar birbiriyle karşılıklı ilişkilidir ve iki yarım küredeki geniş kapsam­ lı gelişmeleri, gıda üretiminden tutun, yönetim sistemlerine, savaş yöntemlerine, dinsel inanç tarzlarına kadar her şeyi etkilemiştir. İlk ve en temel olanı, hava koşullarıydı.

Hava Koşullarının Kökeni Dünyada hava durumu örüntülerini büyük ölçüde yöneten üç böl­ ge vardır. Bunlar, Pasifik, Kuzey Atlantik, Himalaya sıradağları ve ilişkili olduğu Tibet platosudur. Bunların düzenlenişi, dünya çapın­ da hava koşullarının şekillenmesine katkı yapmakla kalmaz, uy­ garlıkların nasıl, nerede ve ne zaman geliştiklerini etkileyerek tarih üzerinde de etkili olmuştur. Dünyanın hava koşulları, bir anlamda, Pasifik'te başlar. Ekva­ tora yakın enlemlerde doğudan babya esen alizelerin (ya da tica­ ret rüzgarlarının) ağır basmasından dolayı ve Pasifik'in güneybab köşesinde, Güneydoğu Asya' dan Avustralya' ya uzanan bir adalar zinciri bulunduğu için, Filipinler açıklarında genişliği binlerce ki­ lometreyi bulan bir ılık su "havuz" u birikir ve oradan buharlaşan su, kocaman, kara nimbus bulutlarını oluşturur, bunlar ise muson adıyla bilinen çok şiddetli yağmurları üretir. Muson terimi, Arapça mausem (mevsim) sözcüğünden gelir ve geleneksel olarak, yazın ku­ zeye doğru, kışın ise güneye doğru hareket eden yağmur mevsimi­ ni ifade eder. Bab Hindistan' da ve Pakistan'da, sağanak yağmurlar Haziran' dan Eylül'e, bazen de Kasım' a kadar yağar; tropikal kuşak3 4

A.g.y., s. 19. A.g.y. 122

5.

ATEŞ ÇEMBERLERİ VE TERMAL TROMPETLER

taki milyonlarca çiftçi (aslında dünyadaki toplam çiftçilerin üçte ikisi), bu dolaşıma dayanan bir faaliyet gösterir. Kuzey Atlantik önemlidir, çünkü dünya haritasına şöyle bir ba­ kılınca görüleceği gibi, Pasifik'in Kuzey Kutup bölgesinden fiilen kopuk olduğu halde (Bering Boğazı yaklaşık 97 kilometre genişli­ ğindedir), Atlas Okyanusu, en kuzey ucunda binlerce kilometre genişliğindedir. Bu demektir ki, buzullar zaman zaman kutup böl­ gesinden kopar ve güneye sürüklenerek yavaş yavaş erir. Bu su bu­ harlaşır ve hakim rüzgarlarla doğuya taşınarak, Himalayalar' a ve Tibet platosuna kar olarak düşer. Burası, yeryüzündeki en büyük sı­ radağdır ve bu kadar yüksek, bu kadar geniş başka bir kara parçası daha yoktur. Orta Asya' da böylesine geniş bir alana yağan bu kadar çok karın etkisiyle, güneşin enerjisinin çoğunu tüketen bir sonuç ortaya çıkar, çünkü toprağın ısınabilmesi için önce karın erimesi ge­ rekir. Muson yağmurlarının kuvvetinin, önceki bölümlerin birinde anlalılan 21.000, 43.000 ve 100.000 yıllık yörünge döngülerinde de­ ğişim gösterdiği bilinmektedir, ama konumuzla daha yakından il­ gili olarak, bu süreç, öncekinden daha çok sayıda buzulu Atlantik' e salıveren 8.000 yıl önceki son büyük taşkından beri devam etmekte­ dir ve bunun yarathğı toplam etkiyle, Asya' da musonların miktarı o zamandan beri azalmaktadır. Az sonra göreceğimiz gibi, Asya mu­ sonlarının kuvvetinde oluşan (etkileri, Akdeniz'in doğu ucundan Kuzeydoğu Afrika'ya kadar uzanan) bu azalma ve yol açlığı artan kuraklaşma, Eski Dünya çapında birçok uygarlığın hem yükselişini hem de yıkılışını belirlemiştir. Madison' daki Wisconsin Üniversitesi İklim Araşlırma Merkezi'nden Reid Bryson ve A. M. Swain (1981 ), Balı Hindistan göllerindeki çiçek tozu tarihlendirmesi verilerini kullanarak, yaz musonlarının, erken Holosen devrinde (10.000 ila 8000 yıl önce) doruk noktasına ulaşlığı, ama bugün yaklaşık üçte iki düzeyine indiği sonucuna varmışlardır.5 Pasifik'in güneybalı köşesinde, Filipinler açıklarında oluşan ılık su havuzu, normal yıllarda olması gereken yerdedir ve Doğu Pasifik'te, Şili, Peru, Kaliforniya kıyılarının açıklarında oluşan eşit büyüklükteki bir soğuk su havuzu onu tamamlar. Doğu Pasifik nor­ mal olarak sahil yakınında bile çok soğuktur, bu yüzden neredeyse hiç buharlaşma olmaz ve nadiren yağmur bulutlan oluşur. Peru kı5

Peter D. Clift ve R. Alan Plumb, The Asians Monsoon: causes, history, and effects, Cambridge, BK: Cambridge University Press, 2008, s. 136. 123

BÜYÜK BÖLÜ NME

yıları neredeyse hiç yağış almaz ve hem Meksika'nın Baja Yarıma­ dası hem de Kalifomiya neredeyse yıllarca mutlak kuraklık yaşar.6 Bu kuruluk, göreceğimiz gibi, Yeni Dünya' da ilk insanın gelişi­ mini derinden etkilemiştir, ama bu "normal" gidişat, tam olarak an­ laşılamayan nedenlerle, ara sıra tersine döner. Pasifik'teki doğu-bab alize rüzgarları hafifler, hatta bütünüyle kesilir ve yerini, zıt yönlü, güneybabdan esen rüzgarlara bırakır; Pasifik'te arbk bunlar, Kelvin dalgaları olarak bilinen olguyu, yani ılık suyu yeniden doğuya yö­ nelterek Amerika kıtasına doğru iten okyanus yüzeyinin albndaki dev dalgalanmaları üretir. Bu su, daha serin suyun üzerinden akar ve deniz yüzeyini çarpıcı bir şekilde ısıbr. Bu kez, suların arbk alışı­ landan daha serin olduğu Bab Pasifik'te bulut oluşumu engellenir ve Güneydoğu Asya ile Avustralya' da kuraklık olur. Öte yandan, Güney Amerika'nın ve Kalifomiya'nın Pasifik kıyılarında ise şid­ detli (gerçekten çok şiddetli) fırbnalar meydana gelir ve yüz yılda düşecek yağış birkaç günde yağabilir.7 Bu örüntü, ilk kez, Perulu gemi kaptanı Camillo Carrillo' nun kısa bir makalesini Lima Coğrafya Demeği'nin bülteninde yayımladığı 1 892' de saptandı; o makalesinde Carrillo, su akışında ve deniz sı­ caklığında oluşan değişikliğin, kıyıya yakın hamsi balığı yataklarını bozduğunu belirtti (hamsi soğuk suyu sever). Ayrıca, bu dönemsel dalgalanmayı fark eden Perulu denizcilerin de, böyle bir şey mey­ dana geldiğinde, Noel'in hemen sonrasına rastladığını gözledikleri­ ne ve dolayısıyla, bu olaya El Nifto, yani Bebek İsa dediklerine işaret etti. Günümüzde bilimciler, bu olguyu, El Nifto Güney Salınımı ya da ENSO = El Nifto Southem Oscillation olarak bilirler (buna "sa­ lınım" denilmesinin nedeni, Güney Pasifik'te başat su deviniminin doğu-bab ve bab-doğu arasında gidip gelmesidir). El Nifto'nun etkisi, Amerika kıtasının Pasifik kıyılarından çok öteye uzanır. Bir ENSO sırasında Güney Amerika üzerinde topla­ nan devasa ılık, nemli hava, dünya çapındaki normal hava akım­ larını bozacak kadar büyüktür, böylece Kuzey Amerika'nın bab kıyılarının pek çok yerine şiddetli yağışlar getirir, kuzey kutup ha­ vasını Kuzey Amerika'nın diğer kısımlarından uzak tutar ve sonuç olarak, oralarda kışlar alışılmadık ölçüde ılık geçer, Brezilya' da ve Afrika' nın bazı kısımlarında ise kuraklık oluşur. 6 7

Brian Fagan, The Long Summer: How Climate Changed Civilization, Londra: Granta, 2oo4, s. 170. Fagan, The Long Summer, anılan yapıt, s. 171. 124

5.

ATEŞ ÇEMB ERL ERİ

VE TERMAL rnOMPETLER

Dolayısıyla, bir El Nifio olayının etkileri, dünyanın her yerinde az ya da çok hissedilir. Önemi de, özellikle bu kitabın konusu açısın­ dan, bir o kadar büyüktür; hpkı Asya musonlarının son 8.000 yıldan beri gitgide zayıflıyor olması gibi, El Nifio'nun da son 6.000 yıldan beri gitgide sıklaşarak meydana geldiğini gösteren kanıtlar vardır. Bu iki olgu arasında bağ kurulabilir, çünkü Büyük Okyanus'u (Pa­ sifik'i) Hint Okyanusu'ndan ayıran Güneydoğu Asya açıklarındaki adalar zinciri, bir miktar suyun geçmesine olanak verir ve son 8.000 yıldan beri deniz düzeyleri yükseldiği için, bu adalar görece daha çok suyun geçmesine izin vermiştir. Bu nedenle, bir ENSO olayında, Balı Pasifik görece soğukken, Hint Okyanusu'na daha fazla soğuk su geçmesi mümkün olur ve bu da muson etkisinin azalmasına kat­ kıda bulunur. Tüm El Nifiolar kuraklık getirmemesine karşın, Hin­ distan' da kuraklıkların yalnızca El Nifio yıllarında meydana geldi­ ğini, yapılan incelemeler göstermiştir: Burada bağ vardır, ama ilişki henüz tam olarak anlaşılmamışhr. Eldeki kanıtlar, günümüzden önce (GÖ ) 5800'den daha eski za­ manlarda El Nifio olgusunun çok seyrek meydana geldiğini gösterir niteliktedir. Çünkü bu olaylar, o zamandan yaklaşık 3000 yıl sonra, belki de yüz yılda yalnızca bir ya da iki kez meydana geldi. ENSO olayları, 20. yüzyılın son çeyreğine kadar her yedi ila on beş yılda bir meydana geliyordu, günümüzde ise iki ila yedi yılda bir meyda­ na geliyor. Bu, öykümüz için temel önem taşıyan dikkat çekici bir değişikliktir.

iklim ve Uygarlık Bugün elimizde bulunan kanıtlar, musonların Mezopotamya' da ve bah? an doğuya doğru Pakistan / Hindistan'daki İndus Vadisi ile Çin' de uygarlıkların gelişimini nasıl etkilediğini en açık şekilde gös­ teriyor. El Nifio'nun Güney Amerika' da uygarlığın gelişimini nasıl etkilediğini de bugün bir ölçüde biliyoruz. Dide-Fırat nehirlerinin oluşturduğu taşkın havzaları, sıklıkla, "Bereketli Hilal" olarak anılır ve dünyadaki en eski kentsel kültür­ lerden bazılarının beşiğidir. Bunların ilki olan Obeyd ya da Ubeyd kültürü, GÖ (Günümüzden önce) -7000 yılında ortaya çıkh. Ne var ki, Bereketli Hilal, Asya muson sisteminin hemen bahsında uzanır ve muson koşullarının zayıflayıp daha değişken bir hal almasının 125

B Ü Y ÜK BÖL ÜNME

etkisiyle, nemli iklimden kuraklığa eğilimli bir iklime değişimin meydana geldiği GÖ -5000' den sonra, erken Obeyd kültürüne ait küçük çiftçi köyleri birleşerek daha geniş yerleşimler oluşturdu.8 Gitgide sertleşen iklim koşullarıyla başa çıkmak için artık daha bü­ yük ölçekli ve tümleşik sulama projelerine (hem yerel düzeyde hem de devlet düzeyinde) ihtiyaç vardı. Ur, bu dönemde ortaya çıkan (ilk) kentlerden biriydi (GÖ 4600'de serpilip gelişmekteydi), ama Akad İmparatorluğu'nun GÖ yaklaşık 4340'ta giriştiği saldın, bu gelişimin ilk evresini sona erdirdi. O zaman da özellikle kurak bir iklim hüküm sürüyordu; bu iklim belki halihazırda Ur'u (servetini büyük ölçüde vergilerden sağlamasına karşın) zayıflatmış ve belki Akadları da benzer şekilde etkileyerek bu saldırıya yöneltmiş ola­ bilirdi. Biliyoruz ki, Ur, daha küçük bir kent devleti olarak varlığını sürdürdü, ama GÖ 4110' da, ay tanrısı Nanna'nın tapınağı olarak bü­ yük ziggurat inşa edilince yeniden canlandı. Ne var ki, GÖ 3950' de Ur tekrar saldırıya uğradı ve bir daha asla toparlanamadı. Bu saldırı­ yı, bugünkü Güneybah İran'da bulunan Susa kenti çevresine yerleş­ miş Elamlar düzenledi; bu halkın kendisi, kuraklık nedeniyle yüksek yaylalarda yaşamak gitgide zorlaşınca daha doğudan göç etmişti. GÖ yaklaşık 4200' de Mezopotamya' daki antik uygarlıkların tümü (Akad uygarlığı bile) ya belirgin şekilde küçüldü ya da ta­ mamen çöktü ve bu çöküşü, en azından kısmen, kuraklığın tetik­ lediğini, incelemeler gösterilmiştir. Peter Clift'in ve Alan Plumb'ın dediklerine göre, bu incelemeler, GÖ yaklaşık 4200' de Umman Körfezi'nde, jeokimyasal ve minerolojik incelemelerin gösterdiğine göre bahdan, Sümer ve Akad ülkesinden gelen eolyen, yani rüzgar­ la taşınmış toz (dünya yüzeyinde rüzgarın biriktirdiği ve sitelerin tarihlendirilmesinde yaygın bir yöntem olan lığ büyüklüğünde toz parçacıkları) düzeyleri belirgin ölçüde artlı. Benzer şekilde, Kar­ bon-14 analizi de kuvvetli toz fırhnalarının olduğu ve Lut Gölü'nde (Ölü Deniz' de) su düzeylerinin düştüğü bu aşırı kuru dönemin 300 yıl kadar sürdüğünü ve toplumların çökmesine neden olduğunu gösteriyor.9 Bu nedenle, genel tablo şudur: GÖ yaklaşık 5000'de bu bölgede, artan kuraklaşmayla başa çıkmak için kent devletleri oluş­ turuldu (kentler, gelişkin sulama sistemlerinin inşa edildiği yerlere 8 9

Clift ve Plumb, anılan yapıt, s. 203. A.g.y., s. 204. T. J. Wılkinson, Archaeological Landscapes of the Near East, Tucson, University of Arizona Press, 2003, s. 210. 126

5.

ATEŞ Ç EMBERLERİ VE

TERMAL TROMPETLER

kuruldu), ama ardından, GÖ -4200' de kuraklaşma öyle bir nokta­ ya varmışh ki, kent devletleri bile bunun getirdiği sıkınhlarla başa çıkamaz oldu, sonuç olarak toplum çöktü ve halk, elinden geldiği ölçüde hayatta kalmak için darmadağın oldu. Durumu karışık hale getiren ama yine de havayla ilgili olan bir faktör, Kuzey Mezopotamya'nın doğal yağışla beslenen bir yer olması, dolayısıyla da yama işi yorgan gibi düzenlenmiş yönetsel alanların daha erken gelişmesi ve eşit olması (bu nedenle de daha yarışmacı ve savaşa eğilimli olması), Güney Mezopotamya'nın ise ırmaklarla sulandığı ve coğrafi açıdan daha düzgün olduğu, sula­ ma sistemleri daha hiyerarşik (ve istikrarlı) bir yönetim gerektirdiği için daha geç gelişmesiydi. Bu ikinci sistem, sonraki kuraklaşmayla daha iyi başa çıkma eğilimi sergiledi. 1 0 Bu örüntü, Mısır' daki ve İndus Vadisi'ndeki durumla paralellik gösterir; ikinci olguda, Hindistan alt kıtasındaki en eski insan yerle­ şimlerine, bugünkü Bah Pakistan'ı ve Doğu Afganistan'ı oluşturan bölgelerde rastlanır.11 Bu küçük ölçekli tarım toplulukları, bugünkü Pakistan'ın Ketta şehri yakınında bulunan arkeolojik alanın ismiyle Mehrgarh kültürü olarak bilinir. En eski Mehrgarh kalınhlarının ta­ rihi GÖ 9.000 olarak belirlenmiştir; bu kalınhlar, çömlekçiliğe ilişkin bir bulgu içermemesine karşın, en erken tarım faaliyetlerinin, buğ­ day yetiştiren, koyun, keçi ve sığır güden yarı göçebe halklarca ge­ liştirildiği Bereketli Hilal'le irtibatlı gibi görünüyor.12 Çömlekçiliğin gelişmesine ve yetkinleşmesine bakılarak bir sonuç çıkarılırsa, bu kültür GÖ 7500' de gelişme sürecindeydi, ama GÖ 5500' e doğru, ölen insanlarla birlikte gömülen nesneler gitgide azaldı, bu ise toplumun gerilemekte olduğunu gösteriyor ve yaz musonlarının zayıflamasıy­ la, toplulukların zor durumda kaldıklarını ve anlaşılan o ki, GÖ 4600 ila 4000 arasında büyük ölçüde terk edildiklerini düşündürüyor. Bu çöküş ile doğudaki İndus / Sarasvati nehirlerinin taşkın ovalarında İndus Vadisi uygarlığının yÜkselişi neredeyse eş zamanlıydı; Mehr­ garli. kültürüne mensup insanlar, yaz musonları zayıflamayı sürdür­ dükçe kendi anayurtları gitgide kuraklaşhğı için göç ettiler. Bu yer değiştirmelerden doğup gelişen Harappa (ve Mohenco-da­ ro) uygarlığı, kendi zamanına göre çok ileriydi, zekice geliştirilmiş su, temizlik ve ahk giderme sistemlerine sahipti. 13 Su, kuyulardan 10 11 12 13

Fagan, Black Lands, anılan yapıt, s. 278. Clift ve Plumb, anılan yapıt, s. 207. A.g.y. A.g.y., s . 204. 127

B Ü Y ÜK BÖL Ü N ME

sağlanıyordu, evlerde banyo için ayrılmış odalar vardı ve ana cadde­ lerde kapalı ahk su kanalları bulunuyordu (o zamanlar görünürde suyla ilgili pek az problem vardı). İndus yazısını (Mezopotamya' da, Mısır' da geliştirilen diğer yazılarla aşağı yukarı aynı zamanda) bu kültür geliştirdi ve GÖ 4600'de Harappa / Mohenco-daro karmaşık bir uygarlık haline gelmişti. Ama bu uygarlığın parlaklığı, teknolojik başarılara (saban dahil) olanak verecek şekilde ürettiği arhk değer ve gıda dışında üretim yapan sanatçıları, yazıcıları, zanaatkarları, bu zekice örgütlenme tasarlanarak üstesinden gelinmesi amaçlanan çevresel sıkınhlan gözlerden gizledi ve yine, GÖ yaklaşık 4200' de bu uygarlık derin bir değişime uğradı; halk güneye doğru göçerek, daha küçük yerleşimlerden oluşan kent sonrası evreye girdi. Örne­ ğin, Lunkaransar Gölü'nde ve çevresinde tortul oluşumlarla ilgili yapılan incelemeler, GÖ yaklaşık 4200' de, yaz musonlarının "hızla zayıflama"sının bir göstergesi olarak gölün ancak geçici süre suyla dolduğunu ortaya koyuyor. İndus Nehri'nin ağzında yapılan plank­ ton analizi, musonlarla bağlanhlı aynı nedenden dolayı, nehrin su boşalhmının GÖ 4200' de hızla yavaşladığını gösteriyor.14 Bu bizi yeniden Sarasvati Nehri'ne götürüyor. Peter Clift ve Alan Plumb, bu nehrin Rig Veda' da en az yetmiş iki kez anıldığını ve büyüklüğünün İndus kadar olduğunu, ama bugün var olmadığını bize anımsahyorlar. Oysaki G Ö -5500' de kaleme alınan Rig Veda, bu nehri, büyük bir nehir olarak tanımlar ve daha önce değinildiği gibi, Harappa'da keşfedilmiş olan 2.600 sitenin neredeyse 2.000'i, Sarasvati'nin antik yatağı boyunca uzanır. Nehir düzenindeki bu büyük değişim, pekala, musonların zayıflamasına bağlı olarak mey­ dana gelmiş olabilir. Çin' de de hemen hemen benzeri bir tablo ortaya çıkar: Erken Ho­ losen' de daha nemli koşullar, ardından GÖ -8000' den sonra uzun süren kuraklık. Çin'de bulunan ve GÖ -11.000'e, yani aşağı yukarı Genç Dryas sonuna tarihlenen taş aletler, gösterdiği geniş çeşitlilikle, ilk insanın, avcı toplayıcılarca yürütülen geniş yelpazeli toplayıcılık ve tohum işleme faaliyetine geçiş yaphğını düşündürüyor. İklimin kuraklaşmasına ve musonların zayıflamasına (en azından zamanla) bağlı olarak kalıcı yerleşimlerin kurulmasıyla, bu süreç gelişerek ta­ rımı doğurdu. Çin'deki en erken insan yerleşimleri, bugünkü Xian ile Lanzhou kentleri arasındaki San Irmak Vadisi'nde bulunur; bu­ radan alınan karat toprak örnekleri, çok sayıda sucul yumuşakça ka­ buğu içeren bataklık ve nehir tortulan gösteriyor, bu ise GÖ -8000 ila 14

A.g.y.,

s.

212. 128

5. ATEŞ

ÇEMBERLERİ VE TERMAL TROMPETLER

GÖ -6000 arasında nemli koşulların hüküm sürdüğünü, ardından GÖ -6000-5000' de kuraklaşma olduğunu ortaya koyuyor. Sarı Irmak bölgesinde bilinen en eski kültürler, Dadiwan (GÖ 7800-7350), ardından Yangshao (GÖ 6800-4900, belki daha çok, bu­ ranın en iyi kazılan alanı Banpo'nun adıyla tanınır) ve Dawenkou (GÖ 6100-4600) kültürleridir. Genellikle, GÖ 6000'den sonra yerle­ şimlerin sayısı çok daha fazlaydı, bu ise tarımsal . üretimi azamiye çıkarmak için insanları daha büyük gruplar halinde çalışmak zo­ runda bırakan musonların zayıflamasına ve iklimin kuraklaşmasına işaret ediyordu.15 Yangshao halkının GÖ 6000'den itibaren saban kullanarak buğday, dan ve pirinç yetiştirdiğini gösteren kanıtlar da boldur. Bu halk, evcil hayvan besliyordu, ama avalık ve balıkçılık da yapıyordu, çok iyi ci­ lalanmış, uzman işi taş aletlere sahipti. Belki ipekböceği yetiştirmiş ve boyalı çanak-çömlek üretmiş olabilirdi. Yukarı San Irmak bölgesinde bakır ve tunç teknolojisini geliştiren Majiayao kültürü, yaklaşık GÖ 5300' de onların yerini aldı. Onu ise GÖ 4400-4000 arasında Qijia kül­ türü ve Shandung Yarımadası'nda Longshan kültürü izledi.16 Clift ve Plumb'ın gözlemine göre, bu kültürlere ait kemik ve diş kalınlılan, GÖ 5900' de daha serin, daha kuru bir iklimin başladığı­ nı ve bunun, Yangshao gibi daha eşitlikçi toplumların gerilemesine, yerlerini ise çömlekçi çarkı kullanan Longshan kültürünün daha tabakalaşmış, şeflik benzeri toplumunun almasına yol açlığını gös­ terdi. Longshan kültürü de toprak duvarları ve savunma hendekleri olan, pirinç tarımı yapılan kent yaşamına geçişe yol açh. Clift ve Plumb' a göre, bu, musonların zayıflamasıyla başa çıkmak için geliş­ tirilmiş bir uyumdu. Tıpkı Qijia kültürü gibi, Longshan kültürü de yaklaşık GÖ 4000'de söndü ve beraberinde, üstün nitelikli çömlek sanalı da orta­ dan kalklı ve tüm San Irmak Vadisi' nde, GÖ 4000' den sonra koşullar gitgide elverişsiz hale geldikçe, yerleşimlerin yoğunluğu azaldı.17 . Ortaya çıkan tablo, bu nedenle, oldukça tutarlıdır. Eski Dünya çapında (ya da Arabistan' da, Kuzey Afrika' da, Hindistan' da, hak­ kında en çok bilgi sahibi olduğumuz uygarlıklarda}, son büyük taşkının meydana geldiği GÖ -8000' den itibaren musonlar yavaş yavaş zayıfladı. Kuzey Kutbu'ndaki büyük buzullar, Kuzey Atlan­ tik'te eriyerek buharlaşacak, Himalayalar 'a ve Tibet platosuna kar 15 A.g.y., s . 214. 16 A.g.y., s . 214-215. 17 A.g.y., s . 215. 129

BÜYÜK BÖLÜ N M E

yağışını arhracak, bu ise zamanla daha çok güneş enerjisi tüketerek Güneybatı Pasifik'te buharlaşmayı azaltacak, böylece musonların gücünü tüketecekti. Bu durum, insanları, kentsel ortamlarda, birbi­ rine daha yakın yaşamaya zorladı. Ardından, göründüğü kadarıyla Çin kültürlerinin çöküşünden az önce, GÖ -4200' den başlayarak, daha da kurak koşullara geçiş iyice hızlandı. Bu, hatalı tarihlendirmeden ileri gelebilir ya da söz konusu kültürlerin, nihayet tümüyle çökmeden önce bir süre daha (iki ila üç yüzyıllık bir süre boyunca) varlığını sürdürdüğünü göste­ riyor olabilir. Bu, Çin'in geniş bölgelerini denetim allına aldığı bili­ nen en eski imparatorluk haned anının, yani GÖ -4000' e tarihlenen Xia (Şia) Hanedanının doğuşuyla da uyumluydu. Clift ve Plumb'ın dediklerine göre, gerçekte bu, "hanedan" sözcüğünün ima ettiği şey olabilir: Şiddetli kuraklıklar ve taşkınlar karşısında diğer, daha küçük birimler diz çöktükten sonra, daha geniş alanlara yayılmış, daha çok çeşitlilik gösteren, bu nedenle de gıda üretimini sürdür­ mekte daha başarılı olan daha güçlü bir merkezi yönetimle, kötüleş­ mekte olan iklimin üstesinden gelme yeteneği.18

El Nifio Zaman Ölçeği Pasifik'in öteki yakasında, Güney Amerika'da, muson yoktu ama dünya hava sisteminin bazı bakımlardan öteki "ucu" olan El Nifio vardı. Pasifik kıyılarının iklimi, bizi iki bakımdan ilgilendirir. Nor­ mal zamanlarda, geçmişte, diyelim ki GÖ 5800' den eski bir zaman­ da, El Nifio'ların ender görüldüğünü, bugüne ya da tarihsel zaman­ lara kıyasla çok daha seyrek meydana geldiğini arkeolojik kanıtlar ortaya koyuyor.' 19 Peru ve Şili arkeolojik alanlarındaki çöp yığınla18 Tom Simkin ve ark., Volcanoes of the World, Stroudsberg, PA: Hutchinson Ross Publishing for the Smithsonian Institution, Washington D . C . , 1981, çeşitli yerlerde. Peru' da, GÖ 12700-12500 arasına tarihlenen ve Yeni Dünya' da denizciliğe dayalı ekonomik faaliyetin en eski kanıtlarını içeren Quebrada Tacahuay arkeolojik alanını inceleyen David K. Keefer ve ark na göre, El Nifıo, bazılarınca öne sürüldüğü gibi, hiç görülmemiş değildi. Ocakların üstündeki ve altındaki tortular, taş aletler ve işlenmiş deniz hayvanlan, belki de El Nifıo olaylannın ürünüydü (19). 19 David K. Keefer ve ark., "Peru' daki Quebrada Tacahuay' da Erken Denizcilik Ekonomisi ve El Nifıo Olaylan", Science, 18 Eylül 1998, C. 281, no., 5384, 1833-35. .'

130

5.

ATEŞ ÇEMBERLER! VE TERMAL TROMPETLER

rında bulunan, El Nifi.o olaylarının yol açlığından daha soğuk suları yeğleyen türlere ait kemikler ve yumuşakça kabukları içeren balık ve deniz kabuğu kalınhlarının analizinden bunu biliyoruz. Bununla birlikte, -5800 yıl öncesinden başlayarak iki şey mey­ dana geldi. Birincisi, neredeyse 3.000 yıl süresince, El Nifi.o olayları öncekinden daha sık meydana gelmeye başladı, ama yine de nispe­ ten seyrekti, yüz yılda yalnızca bir ya da iki kez oluyordu. İkincisi, sahil kültürleri büyük köylerde yaşamaya ve tapınaklar inşa etmeye başladı. Bu seyrek El Nifi.o olayları, geniş çaplı yıkıma neden olacak­ h (kıyıya yakın sulardaki bol hamsi yataklarının yam sıra, onlarla beslenen deniz kuşları ve deniz memelileri de ortadan kalkacak, dev dalgalar kıyıları basacak, korkunç rüzgarlar binaları ve ağaç­ ları yerle bir edecekti). Böyle felaketler, diyelim ki her iki ya da üç kuşakta bir meydana geldiği için, insanların belleklerinde hep taze kalacak, bu eski halkların folklorunda ve efsanelerinde çok büyük yer tutacakh. O dönemde insanların köylerde toplanmaları ve bu yıkımlardan kendilerini korumaları için tanrılarına yalvarabilmek amacıyla tapınaklar yapmaları, bu yüzden midir? (Bu konu ileride daha ayrınhlı ele alınacakhr.) Bu durum yaklaşık 3.000 yıl sürdü. Sonra, yumuşakça ve diğer kanıtlara göre, yaklaşık 3.000 yıl önce başka bir değişiklik oldu. El Nifi.o olayları arhk daha sık, yani bugünküne yakın oranda meyda­ na gelmeye başladı. Bu oran başlı başına ilgi çekicidir. Günümüzde El Nifi.o olayları, üç ila yedi yılda bir olmaktadır, ama 20. yüzyılın ilk yarısında yedi ila on beş yılda bir meydana gelmekteydi. Bu nedenle, El Nifi.o'nun 3.000 yıl öncesinden beri giderek sıklaşıp sık­ laşmadığı ve sıklaşıyorsa, niçin öyle olduğu sorusu doğal olarak akla geliyor. Burada, geçen 8.000 yıldan beri musonların zayıflama­ sı ile El Nifi.o sıklığının artması arasında bir bağ var mıdır? Yoksa bunun tersi mi söz konusudur? El Nifi.o olayları ile Hindistan' daki k.uraklık arasında bir bağ olduğunu (tam anlaşılmış olmasa da) bi­ liyoruz.20 Bu konuya zaman zaman döneceğiz, ama şimdilik önemli olan nokta, El Nifi.o'nun çok daha sık oluşmaya başladığı 3.000 yıl önce­ sinde, ilk Peru uygarlıklarının çökmüş olması ve kentsel yapıların ancak birkaç yüzyıl sonra, hatta o zaman bile çok farklı siyasal sis­ temler alhnda yeniden belirmesidir. 20

Paul Wheatley, The Pivot of the Four Quarters, Edinburgh: Edinburgh University Press, 1971, s. 478 ve 481 . 131

BÜYÜK BÖLÜNME

Dolayısıyla, burada, Eski Dünya ile Yeni Dünya arasında hem benzerlikler hem de farklılıklar görüyoruz. Kentsel kültürler (ilk uy­ garlıklar), muhtemelen hava koşullarındaki geniş çaplı değişiklikle­ rin sonucu olarak her iki yarım kürede de ortaya çıkh, ama iklimsel olgular farklıydı ve belki bağlanhlı olmasına karşın, zaman ölçeği de farklıydı. Eski Dünya'da, musonların zayıflaması, ilk başta top­ lulukların oluşmasına, kuraklaşmayla başa çıkmak için sulama tek­ niklerinin gelişmesine yol açh. Ama daha sonra, kuraklaşma öylesi­ ne kötüleşti ki, kent devletleri bile bu durumla başa çıkamadı. Yeni Dünya' da, ENSO (El Nifio Güney Salınımı) olaylarının sıklaşmaya başlaması, topluca tapınarak bu olgunun üstesinden gelmek için köylerin ve tapınakların kurulmasına neden olan önemli bir faktör­ dü ve daha sonra, ENSO'lar öylesine sıklaşh ki, köyler ve tapınaklar bu durumla başa çıkamadı. Tedirginlik öyle yaygınlaşh ki, insanlar, ENSO'nun neden olduğu bir yıkımdan sonra yeniden inşa zahme­ tine girmeye değmeyeceği sonucuna vardılar. Bu ayrışma, sonraki gelişmelerde yansımasını bulacakh. 2ı, 22 ·

*

Chicago Üniversitesi'nde Toplumsal Düşünce Komitesi başkanı ve aynca, Berkeley'deki Kaliforniya Üniversitesi'nde Güneydoğu Asya İncelemeleri Merkezi başkanı olan Paul Wheatley'nin (1921-1999) çığır açıcı çalışması, dolaylı da olsa bu fikirleri destekliyor. The Pivot of the Four Quarters (1971 ) adlı kitabında, Profesör Wheatley, Eski çağda kentleşmenin bugünkü gibi olmadığını göstermeye uğraşh. İncelediği yedi uygarlık (Mezopotamya, Mısır, İndus Vadisi, Kuzey Çin Ovası, Mezo-Amerika, Orta And Dağlan ve Güneybah Nijerya'daki Yoruba topraklan) dikkate alınınca, ilk kentler, başka bir nitelik kazanmadan önce ve bazen de çok önce, şaşmaz şekilde dinsel ayin merkezleriydi. O kentler, ancak toprak kehaneti (jeomanti) ile ilgili bir dizi kaygı giderildikten sonra kuruldu, evrensel düzen simgelerini yansıtan axes mundi (Dünya eksenleri) temelinde planlanıp düzenlendi ve kutsallığı, "toplumsal faaliyet için bir çerçeve sağlayabildikleri insan deneyimi düzlemine" odakladı (21 ). Wheatley'nin savunduğuna göre, kentler fiilen kabile kutsal alanlan olarak başladı, Sümer'de din görevlileri, "doğrudan kendi emeğiyle geçimini sağlama zahmeti"nden kurtulan ilk kişiler"di (22). Zanaatkar sayısı MÖ 3500' e kadar çok azdı; yazı ve ilk takvim sistemleri, seçkin dayanışmasını korumak için kullanıldı, ama yönetim sistemleri olarak kırılgan oldukları, dışarıdan (gerek başka gruplardan, gerekse iklim değişikliğinden) gelen tehditler karşısında çok kolay etkilendikleri anlaşıldı. 21 Wheatley, anılan yapıt, s. 228. 22 Boer ve Sanders, Earthquakes and Human History, anılan yapıt, s. 16. 132

5.

ATEŞ ÇEMBERLERİ

VE TEI�MAL TROMPETLER

Dingin Olmayan Pasifik Yeni Dünya uygarlıklarını oranhsız ölçüde etkileyen başka iki coğ­ rafi faktör daha vardı. Bugün iyi bilindiği gibi, Dünya'nın yüzeyi birçok tektonik levhadan oluşur; bunlar, kıtaların, yer kabuğu al­ hndaki manto üzerinde yıllık birkaç santimetre hızla yavaş yavaş kaydıkları geniş plakalardır. Dünya'nın neredeyse tüm yanardağ­ larına, bu levhaların kavuştukları yerlerde rastlarız ve buralar, aynı zamanda da bir levhanın diğerine çarpmasıyla depremlerin çoğu­ nun meydana geldiği yerlerdir. Dünya'nın sismik enerjisinin yakla­ şık %75'i, Pasifik Levhasının sınırlan boyunca serbest kalırken, bir %23'ü de Akdeniz' in doğusuna doğru uzanan bir kuşaktan salıveri­ lir. Yer kürenin geriye kalanında ise bu enerjinin yalnızca %2'si açı­ ğa çıkar.23 Harita 8, bu levhaların yerleşimini göstermesi yanında, faal yanardağların sıralanışını ve yakın tarihli büyük depremlerin yayılımını da gösteriyor. Bir bütün olarak bu, faal volkanların çoğunun Pasifik Çevresi ("Ateş Çemberi" denilen kuşak) boyunca dizildiğini gösteriyor ve yine Pasifik Kıyılarında orantısız ölçüde yaygın olan su altı yanar­ dağlarını kapsamıyor. Bilindiği gibi, depremler ve yanardağ faali­ yetleri, bizatihi ayın yerçekimsel etkileriyle bağlantılı olan gelgit olayıyla ilişkilidir ve dört yılı biraz aşan kabaca düzenli bir döngüy­ le, en çok da (kuzey) kış mevsiminde meydana gelir.24 Yanardağ faaliyeti ile El Niiio arasında da ilişki vardır, çünkü su altı yanardağ­ ları patladığı zaman, okyanusa muazzam miktarlarda ısı yayar ve bu da bir ENSO olayını tetikleyebilir. Faaliyet düzeyinin bir göster­ gesi olarak, 2001-2002'de 56 su altı püskürmesinin meydana geldiği doğrulanmıştır. Ama bundan daha kesin konuşabiliriz. Washington D. C.' deki Smithsonian Enstitüsü, 1981'de, Tom Simkin'in baş editörlüğüy­ le, · son 10.000 yıldaki volkan faaliyetlerine ilişkin bir kılavuz, atlas 23

Kerry Sieh ve Simon LeVay, The earth in Turmoil: Earthquakes, Volcanoes and their Impact on Humankind, New York: W.H. Freeman, 1998, s. 146-151 . 24 Jelle Zeitlinga de Boer ve Donald Theodor Sanders, Volcanoes in Human History, Princeton ve Oxford: Princeton University Press, 2003, s. 4. Planch6n-Peteroa heyelanıyla ilgili aynnblar için bkz. Global and Planetary Change, 001: 10.1016 / j.gloplacha.2010.08.003, alınblandığı yer: Kate Ravilious, "İklim Değişikliği Kentleri Nasıl Dümdüz Edebildi?", New Scientist, 16 Ekim, 2010, s. 14. 133

BÜYÜK BÖL ÜNME

ve kronoloji yayımladı. Bu çalışma, dünyanın her yanındaki 1.343 yanardağda 5.564 patlama meydana geldiğini saptadı.25 Volkan listeleri yeni değildi. Dünyanın Faal Volkanları Kataloğu'nun (Ca­ talog of Active Volcanoes of the World; CAVW) birinci cildi 1951'de yayımlandı ve 1960'tan beri Bulletin of Volcano Eruptions (Volkan Püskürmeleri Bülteni) yoluyla güncellendi, ama Smithsonian'ın ya­ yınındaki püskürme sayısı, önceki yayınlardakinden 400 fazlaydı. Mezo-Amerika'da ve Güney Amerika'da 1400-1500 yıllarında yal­ nızca üç püskürmenin kaydedilmiş olduğunu ve bunların ikisinin Guatemala' da, birinin ise Peru' da meydana geldiğini, Smithsonian kronolojisi bize gösteriyor. 1500-1600 yıllarında ise tam da aynı böl­ gelerde 139 püskürme bildirilmiştir. Jeolojik olguların hareketi ya­ vaş olduğu için, bu hayret verici farklılık, sismik faaliyette yaklaşık %4.600'lük gerçek bir ani sıçramayı yansılıyor olamaz. Ama Avru­ palıların gelişinden sonra püskürmelerin daha çok bildirilmesi bu so­ nuca yol açmış olmalıdır. İtalya' daki kayıtlar bunu pekiştiriyor. İtal­ ya' da yanardağ sayısı belirgin ölçüde yüksek değildir (Meksika' da 35, Kuzey Şili' de ve Bolivya' da ise 57 yanardağa karşılık, burada 18 yanardağ vardır), yine de 1492 öncesinde en fazla sayıda püskürme burada bildirilmiştir. Ateş Çemberi'nden başka, o kadar çarpıcı olmayan ama yine de yaygın faaliyet görülen iki bölge, Kuzeydoğu Afrika' daki Büyük Yarık (Rift) Vadisi ile Akdeniz' in kuzey ve doğu kıyılarıdır. Orta ve Kuzey Avrupa, Rusya, Asya anakarası (Çin ve Hindistan) yanında, Avustralya kıtası ve Amerika kıtasının doğu kısımları, yanardağ fa­ aliyetinden görece bağışıkhr. Ateş Çemberi denilen kuşağa daha yakından bakılınca, bah kıyı­ sındaki volkanların, Asya anakarası boyunca değil, yarımadalar ve kıyı açıklarındaki adalar boyunca uzandığı da görülür: Kamçatka, Japonya, Fillipinler, Endonezya, Sumatra, Sunda Adaları ve Yeni Gine. Demek ki, kıtasal anakaralarda volkanların bulunduğu ve er­ ken uygarlıkların qluştuğu biricik bölgeler, Kuzey ve Doğu Akdeniz ile Mezo-Amerika ve Güney Amerika çevresidir. Jeolojik değişimin yavaş bir tempoyla gerçekleştiğini ve Me­ zo-Amerika ile Güney Amerika'ya ilişkin kayıtların Avrupalıların gelişinden sonra daha eksiksiz (dolayısıyla da daha doğru ve güve­ nilir) olduğunu kabul edersek, o zaman 16. yüzyıldaki sayının, yani 25

De Boer ve Sanders, Volcanoes in Human History, anılan yapıt, s. 6-7. 134

5.

ATEŞ ÇEMBERLERİ

VE TEI{ M A L

T ROMPETLER

139 püskürmenin daha tipik olduğunu söyleyebiliriz. Bu demektir ki, her otuz yedi haftada bir püskürme meydana gelmiştir. Başka bir deyişle, Aztek başkenti Tenochtitlan'ın yetmiş kilometre kadar güneydoğusunda bulunan ve kolaylıkla görülebilen Popacatepetl (Nahuatl dilinde "Duman Tüten Dağ" anlamına gelir), 1519'da, 1521'de ve 1523'te patlarken, El Salvador'daki Santa Ana 1520'de ve 1524'te, Nikaragua'daki volkanlar ise 1523'te ve 1524'te patladı. Gerçekte, 1554'e kadar, Mezo-Amerika'da ya da Güney Amerika' da volkanik püskürme olmaksızın tek bir yılın bile geçtiği görülmedi. Yalnızca İtalya bu tempoya uyabildi, ama bu, 1500-1541 arasında 39 kez patlayan, daha sonra ise yaklaşık on yıl sessizliğe bürünen tek bir volkan, yani Etna sayesinde oldu. öyleyse, hiç kuşku yok ki, bugün Latin Amerika dediğimiz böl­ ge, Fetih zamanında, yüksek uygarlıkların geliştiği dünyanın ana­ kara kıtalarındaki (kıyı açıklarında bulunan adalardaki değil) başka herhangi bir yerden daha çok faal yanardağa sahipti (önceki yüzyıl­ larda da bu özelliğini korumuştu). Depremlerin ve püskürmelerin, kaçıp gidemeyen yerleşik halklar için daha ciddi sonuçlar doğurdu­ ğuna işaret etmek de iyi olabilir. Geçimini patatesle, manyokla ve darıyla sağlayan, çok sayıda küçük, yalıhlmış dil grubunun yaşadı­ ğı Güney Amerika, depremlerden ve püskürmelerden özellikle kötü etkilenmiş olmalıdır. Sönmüş yanardağlar bile tehlike yaratabilir, kendi içine çökebi­ lir ve heyelanlara neden olabilir, deniz yakınında bulunuyorsa tsu­ namileri, yani dev dalgaları tetikleyebilir. Buzul Çağı'nın sonunda, yanardağlar üzerindeki incelen buzulların, volkan konilerinden devasa toprak parçalarım kopararak "mega heyelanlar"ı tetikleye­ bildiğini gösteren kanıtlar da yakın tarihte elde edilmiştir. Bugün bilindiği gibi, böyle bir olay, Şili' de buzulla kaplı bir yanardağ olan f>lanch6n-Peteroa'da yaklaşık 11.000 yıl önce meydana geldi; Los Angeles merkezli bir çevre danışmanlığı kurumu olan ENTRIX'ten Daniel Tormey' e göre, volkan konisinin yaklaşık üçte biri çöktü. Bunun sonucu olarak, on milyar metreküp kaya yerinden koptu ve toplam 95 kilometre yol kat ederek 370 kilometre karelik bir alam tamamen örttü. Bu nedenle, genel olarak Latin Amerika'run, dünyada antik uygarlıklara beşik olmuş anakaralar içinde şimdiye kadar en fazla volkanik faaliyet görülen bölge olduğunu belirtmek çok yerinde 1 35

B Ü Y Ü K BÖL ÜN Jvl E

olur. Bu olaylar, İlk Çağ insanları için gizemli, potansiyel olarak tehlikeli ve korkutucuydu, güneşi örten ve karanlık getiren, geniş alanlara kızgın kül yağdıran, depremleri tetikleyen, geniş alanlar üzerine erimiş kızgın lavlar püskürten, her yanı yerle bir eden, ürünleri ve evleri yakıp yıkan, bazen de pek çok insanı öldüren olaylardı. Volkanlar hepten kötü değildir. Püskürttükleri maddeler, bitki­ lere gerekli olan potasyum ve fosfor içerir, volkanik kayaçların ufa­ lanmasıyla da başka besin öğeleri açığa çıkar.26 Obsidyen, kısmen özelliklerden (parlak ve çok keskin ağızlar üretmeye uygun olması) dolayı, ama aynı zamanda da volkanların gizemli ve tehdit edici davranışıyla ilişkili olmasından dolayı, eski kültürlerin birçoğunun değer verdiği bir volkanik camdır. Ama böyle olguların, yörede ya­ şayan insanların inançlarını ve davranışlarını nasıl etkileyebildiği­ ni anlamak zor değildir. (Şubat 1943'te, Meksikalı çiftçi Dionisius Palido, sahibi olduğu mısır tarlasında bir yanardağın doğuşuna tanıklık etti; hafif bir çukur, tek bir günde 9 metre, bir haftada 165 metre ve bir yılda 305 metre yükseldi. Dokuz yıl içinde yüksekli­ ği yaklaşık 2.000 metreye ulaştı ve çıkardığı lavlar birkaç kasabayı yok etti.)27 İlk insanlar, tanrıların asla uzun süre sakin durmadıkları, vol­ kanik faaliyetin ve yol açtığı deprem gibi olguların birer ceza gibi algılanması nedeniyle tanrıların sıklıkla öfkeli göründükleri, bi­ linmeyen muazzam güçlerin dönem dönem yer altından materyal püskürttüğü, toprağın hiçbir uyarı vermeksizin sarsılıp titrediği, potansiyel olarak düşman bir çevrede yaşamakla ilgili aşırı bir far­ kındalık, hatta endişe geliştirmiş olmalıdırlar. Bugün Andlar' da 200 ila 300 faal yanardağ vardır. 1532' den beri meydana gelen kabaca 500 püskürmede tahminen 25.000 insan ölmüştür. Hem Meksika hem de Peru deprem kuşağındadır, Peru'nun Arequipa bölgesinde ortalama yüz yılda bir deprem olmaktadır ve Meksika'nın güney sahili en büyük risk altındadır: 1985'te Acapulco açıklarında mey­ dana gelen bir deprem, yaklaşık 300 kilometre ötedeki Meksiko' da 4.000'den fazla insanın ölmesine yol açmıştır. Popacatepetl 1995'te ve 1996' da yeniden faaliyete geçmiştir. 26 Kerry Emanuel, Divine Wind: The history and science of hurricanes, Oxford ve New York: Oxford University Press, 2005, s. 187-9. 27 Emanuel, anılan yapıt, s. 32. 136

5. ATEŞ Ç EMB ERLERi

VE TERMAL TROMPETLER

Bu olgular, Kolomb öncesi Latin Amerika' da derin bir ideolojik/ psikolojik algı oluşturdu ve bunun sonuçları, kitabın kalan kısmın­ da irdelenmektedir.

Alev Alev Gökler Yeni Dünya' da uygarlıkların geliştiği bölgeleri oranhsız ölçüde et­ kileyen ikinci iklimsel faktör, harikan (tropikal siklon) olgusuydu. Şiddetli yağışa yol açabilen bu şiddetli kasırgalar, çapları 80 kilo­ metre ila 1 .609 kilometre arasında değişen siklonlardan oluşabilir ve saatte 137 kilometre ila 210 kilometre hızla esen rüzgarlar üretebilir. Doğu Pasifik'te, Kuzey Atlantik'te, Karayip Denizi'nde ve Meksika Körfezi'nde meydana gelen harikan olgusunun ismi, bir Taino ya da Karib tanrısı olan hu racan' dan ve / veya Maya fırhna tanrısı hun­ raken' den türemiştir. Taino efsanesine göre, Guacar, yarahcı tanrının iki oğlundan biriydi; kardeşinin bitkileri ve hayvanları yaratmakta gösterdiği başarıyı kıskandığı için, ismini Juracan olarak değiştirdi ve kötü yıkım tanrısı oldu.28 Fetih sonrasına ait ilk öyküler, şimşeklerin peş peşe çakhğı, öyle ki "gökyüzünün tamamen alev almış gibi göründüğü", hemen ar­ dından ise "koyu ve ürkütücü bir karanlığın çöktüğü" bu rüzgar­ lardan ve getirdiği yağmurlardan yerli Kızılderililerin ne kadar çok korktuklarını betimliyordu. "Şiddetli ve korkutucu" rüzgar, kosko­ ca ağaçları köklerinden söker ve kayalıkları devirirdi.29 Harita 9, harikanların açık sular üzerinde doğduğunu, yalnızca tropikal ve alt tropikal bölgelerde meydana geldiğini, esasen karaya ulaşhğında ise dindiğini gösteriyor. En şiddetli rüzgarlar, Mezo-A­ merika' da, Kuzey Avustralya' da ve Güney Hindistan' da meydana g.eli.r. Dar bir kıstak olan Mezo-Amerika en kötü şekilde etkilenir ve her iki yandan darbe alır (Avustralya ve Hindistan da öyledir, ama oralar çok daha büyük kara kütleleridir). Mezo-Amerika'nın bazı bölgelerinde yağmur ormanı harikanları öyle sık görülür ki, ağaç­ lar evrim geçirerek buna uyum sağlamışhr: Yerden yaklaşık dokuz 28

Art Wolf ve Ghillean Prance, Rainforests of the World: Water, Fire, Earth and Air, Londra: Harvill, 1998, s. 245. 29 Tımothy Flannery, The Eternal Frontier, Londra: William Heinemann, 2001, s. 83-118. 137

BÜYÜK BÖLÜ N M E

metre yükseklikte ağaç tepeleri kopar. Fırhna dinince, ağaçlar, göv­ denin kalan kısmından tekrar sürgün vermeye başlar. 30 Rüzgarlarla ilgili son bir faktör, Kuzey Amerika'nın, Timothy Flannery'nin deyişiyle "büyük bir termal trompet" şeklinde olması­ dır. Bununla anlatmak istediği, Kuzey Amerika'nın, hemen Kuzey Kutbu alhndan başlayan 6.500 kilometre genişliğindeki tabanı, gü­ neye doğru gitgide daralarak, ekvatorun 8 derece kuzeyinde 60 ki­ lometre genişliğindeki bir yarımadaya dönüşen ve dar bir kıstak.la Güney Amerika' ya bağlanan "baş aşağı dönmüş büyük bir kama" yı andıran şekliyle "benzersiz bir yer olduğu ve temel ayırıcı özel­ liklerinden birinin de iklimi olduğu" dur. Bu kama, doğu tarafında Apalaş Dağlan'yla, bah tarafında ise Kayalık Dağları'yla sınırlanır. Bu benzersiz şekle ek olarak, karanın sudan daha hızlı soğuduğu ve ısındığı, yani orada sıcaklıkların denizdekinden daha değişken olduğu gerçeği belirtilebilir. Kış mevsiminde, kıtarun kuzey alanla­ rı üzerinde oluşan aşın soğuk hava, kuzey-güney yönünde uzanan sıradağların huni gibi işlev görmesiyle, hızla güneye akar. Kış mev­ siminde, Meksika Körfezi üzerinde ısınan devasa bir hava kütlesi, zıt yöne akarak, "tropikleri uzak kuzeye taşır" . Bu, Flannery'nin dediğine göre, Kuzey Amerika üzerinde "olağanüstü" bir etki ya­ rahr; dolayısıyla, kıtadaki sıcaklıklar, kısa süre içinde inanılmaz de­ ğişkenlik gösterebilir ve kuzeyden gelen türbülanslı serin hava ile sıcak güney meltemlerinin karşılaşhğı yerlerde hortumlar oluşur. "Dünyadaki hortumların %90'ı Kuzey Amerika' da meydana gelir çoğunluğu ise Kayalık Dağları ile Mississippi Nehri arasındaki böl­ geden doğar." Bunun bizi ilgilendiren iki sonucu vardır. Birincisi, "iklimsel trompet", Meksika Körfezi'ne bitişik rüzgarların şiddetini ve öngörülemezliğini arhrır: Volkanlar, harikanlar ve El Nifio olgu­ su yetmezmiş gibi, bu durum, iklim açısından Mezo-Amerika'yı dünyanın en zorlu yerlerinden biri haline getirir. İkincisi, Kuzey Amerika' daki koşulların bizatihi çeşitliliği, kaktüslerin evrilmesine elverişli bir ortam sağlar. Kaktüsler Yeni Dünya'ya özgüdür ve son­ raki bir bölümde bunun önemini göreceğiz.31 Aynca, Pasifik'in, yani Büyük Okyanus'un kendisine özgü bir biçimlenimi vardır. Harita 8'in doğruladığı gibi, Pasifik (tektonik) Levhası neredeyse tamamen Büyük Okyanus'la kaplanmışhr. Lev30 31

Clift ve Plumb, anılan yapıt, s. 223. A.g.y. 138

5.

ATEŞ ÇEMBERLERİ VE TERMAL TROMPETLER

hanın kendisi yalnızca 10 kilometreden biraz kalın olmasına karşın, onu kaplayan suyun ortalama derinliği 4.000 metredir. Güneş ve Ay doğudan doğuyor görünürken, yerçekimiyle büyük miktarlar­ da su Amerika sahiline doğru çekilir. Benzer şekilde, Güneş ve Ay babdan babyor görünürken, büyük miktarlarda su Güney Pasifik adalarına ve Asya ülkelerine doğru çekilir, devasa bir su kütlesinin bu düzenli hareketi ise Pasifik Levhasının tekrar tekrar titreşmesi­ ne ve gerilmesine neden olur. Üstelik, bu günlük devinimlerle, Bab Pasifik Levhası, Asya kıtasının albna, Nazca Levhası (Doğu Pasi­ fik'teki) ise Güney Amerika anakarasının albna itilmektedir. Ger­ çekte, Nazca ve Pasifik levhaları, dünyanın en hızlı yayılan deniz tabanlarıdır. Dolayısıyla, bu bölge, dünyanın başka yerlerine göre en kararsız biçimlenime sahiptir, başka herhangi bir anakara alanından daha fazla sismik ve volkanik faaliyet sergiler. Bu nedenle, Yeni Dünya uygarlıklarının geliştiği alanın, "ilkel" insanın gözüyle, tanrıların dünyadaki başka herhangi bir bölgeye göre daha vahşi, daha yıkıcı, daha öfkeli olduğu bölgeyi kapladığı­ nı vurgulayarak, konumuzu bağlayabiliriz. Güney ve Orta Ame­ rika'nın ilk sakinleri, bu karşılaşbrmayı yapacak konumda olma­ malarına karşın, doğal felaketlerle ve afetlerle ilgili edindikleri deneyimler, yeri geldikçe göreceğimiz gibi, inandıkları dine renk katmaları ve eşsiz bir nitelik vermeleri için oldukça yeterliydi.

Muson ve Din Dünyanın her yanında iklimle ve tanrılarla ilgili söylenecek daha çok şey vardır. Söz gelişi, yağmur yağdırması, çiftlik ürünlerini ve hayvanlarını koruması için tanrılara tapınmak, kesinlikle salt As­ ya'ya özgü değildir, ama yağmurların ve büyük ırmakların birer tanrı haline getirildiğine yalnızca Asya'da (o da Fırat'ın küçük bir bölgesinde) tanık olunur.32 Bugün bu, özellikle, Hinduların kutsal saydıkları, hac ziyareti yapbkları, ölülerinin küllerini serptikleri, musonların beslediği Ganj Nehri için doğrudur. Ganj Nehri, sıklıkla bacak yerine balık kuyruğuyla resmedilen, Makara'ya, yani timsah benzeri bir su canavarına (önceki bir bölümde değinildiği üzere, bel32 A.g.y., s. 225. T. J. Wilkinson, kişisel iletişim, Mayıs 2011. 139

BÜ YÜK BÖLÜ N M E

ki de insanların başına bela olan timsahların halk belleğindeki yan­ sımasına) binen güzel Tanrıça Ganga'yla kişileştirilir.33 Ganga'nın kökenine ilişkin birçok efsane vardır; dağların kralı Himavan'ın kızı olduğu efsanesi de bunlar arasındadır. Genel olarak, musonlarla beslenen büyük ırmaklar (elbette bunların kaynaklan dağlardadır), ölmüşlerin ruhlarını arındıran akarsular sayılır. Ganj'daki en büyük dinsel tören, aşağı yukarı her üç yılda bir düzenlenen ve bugün bile, her defasında 50 ila 70 milyon insanın kahldığı Kumb Mela denilen yıkanma ayinidir. Bir diğer ırmak tanrıçası da, yine önceki bir bölümde değinilen Sarasvati' dir. Sarasvati, geçmişte olduğu gibi bugün de öğrenim, eğitim, sanat ve beceri tanrıçası olarak kabul edilir. Adının anlamı "akan kişi" olan Sarasvati, tüm bilgilerin kaynağı olan Brahma'nın eşidir.34 Hint yılı, soğuk aylar, sıcak aylar ve yağmurlu aylar olarak bö­ lünmüştür; Hindular, muson (caturmasa ya da "dört ay") terimini, benimsedikleri inanç sisteminin çeşitli yönlerini açıklamak için kul­ lanırlar. Örneğin, muson mevsimi, Vişnu'nun Uykusuyla ilişkilidir ("her yeri kaplamak" anlamındaki " Vis" fiilinden türeyen Vişnu, Hinduların yüce ilahıdır). Muson döneminde Vişnu'nun, dört ay süreyle uyumak için okyanus alhnda dinlenmeye çekildiğine inanı­ lır, dolayısıyla caturmasa, Dünya'nın koruyucusuz kaldığı ve şeytani güçlerin insafına terk edildiği bir dönemdir. Bu efsane, açıkça, mu­ sonların pek çok çiftçiye hayat verici bir fırsat sunmasının yanı sıra, bir tehdit anlamına da geldiği gerçeğini yansıhr. O nedenle, muson mevsiminin bitişi de kutlanır (Rama-Lila şölenleri). İklim ile din arasındaki bağ, bununla sınırlı olmayabilir. GÖ -8000' den itibaren musonların giderek artan değişkenliği, tapınma­ ya daha çok gereksinim duyulması anlamına gelebilir. Çeşitli ya­ zarlarca öne sürüldüğüne göre, muson sistemi çerçevesinde evrilen, yaşamın her yerde ve bol olduğu (yağmur) ormanlık alanlar, çok­ tanrıcılık eğilimini beslemiş olmalıdır. "Tropikal ormanlar yaşamla doludur, doğum döngüsü, yaşam ve ölüm, sonsuz olarak yinelenir." Bu, Orta Doğu çöllerinde evrilen Musevi, Hristiyan ve İslam dinle­ rinin tektanrıcılığına zıthr. Canlıların sağ kalma mücadelesi verdiği ıssız çöllerde, bir ilahın hiç yoktan yaşam yaratması çok manhklıdır. 33 A.g.y., s. 226. 34 A.g.y., s. 227. 140

5.

ATEŞ ÇEMBERLERİ VE TERMA L TROMPETLER

Tropikal ormanda ise insanlar, doğaya daha derin bir saygı uyandı­ ran capcanlı bir dünyanın küçük bir parçasıyken, çölde asıl önemli olan, doğa karşısında üstünlük sağlamakhr. (Kutsal Kitap'ın Yaratılış kısmında tanrı, insanların hayvanlar üzerinde "egemenlik" kurma­ sını buyurur. )35 Bunun bir anlamı varsa, Avrasya ikliminin GÖ -8000' den beri yavaş yavaş kuraklaşmasının, dinsel sonuçlar da doğurduğu so­ nucu çıkarılabilir, çünkü ormanlar geriledikçe uzun vadede şama­ nizmden çoktanrılılığa, ondan da tektanrılılığa yönelme olmuştur. Clift ile Plumb' a göre, bu ormansızlaşma, özellikle önceleri yağmur tanrılarının ya da fırhna tanrılarının en önemli tanrısal varlıklar ol­ dukları Akdeniz bölgesi için geçerliydi. Samilerin Hadad ve Baal adlı ilahları, Akad tanrısı Adad'la akraba olan önemli fırhna tanrıla­ rıydı. Anadolu fırbna tanrısı Teşup, Mısır tanrısı Set, Yunan tanrısı Zeus ve Roma tanrısı Jüpiter, hepsi de önemli gök tanrılar ve / veya yağmur / fırbna tanrılarıydı. Her şeye gücü yeten bir gök tanrısın­ dan tektanrılılığa geçiş, örneğin Hinduizm gibi her yönüyle gelişkin bir çoktanrılılıktan tektannlılığa geçişe kıyasla daha kısa bir süreç gibi görünür, gerçi Hinduizmde bile Varuna, gök, deniz ve yağmur tanrısıdır, hem her şeye kadirdir hem de dilerse yıkıcı olabilir.36 Bu karışık yol haritasını, kısa süre sonra açıklığa kavuşturacağız.

En iyisi Doğu-Batı Hava koşullarının çok büyük önem taşıması bir yana, Eski Dünya ile Yeni Dünya arasında, buraların sakinlerinin gelişimini derinle­ mesine etkileyen başka bazı sistematik farklılıklar da vardı. Bunla­ rın bazıları coğrafi, bazıları ise biyolojikti. Başlangıç yapmak için, konumuzun bir adım ilerisine geçmek anlamına gelse bile, ilk önce haritalarda sergilenen başka özellikleri ele alalım. Jose de Acosta'nın, Wilhelm Hegel'in ve en yakın tarih­ te, en ayrınhlı olarak Jared Diamond'ın işaret ettikleri gibi, bunlar, her şeyden önce, Amerika kıtasının esasen kuzey-güney yönünde uzanan bir kara kütlesi olduğunu, Afrika'mn da o kadar belirgin .



35 Jared Diamond, Guns, Germs and SteeJ: The Fates of Human Societies, Londra: Jonathan Cape, 1997, s. 177. 36 Diamond, anılan yapıt, s. 367. 141

BÜY Ü K BÖLÜNME

olmasa bile aynı özelliği taşıdığım, Avrasya'mn ise çarpıcı bir zıtlık­ la esasen doğu-balı yönünde uzandığım gösteriyor. Şimdi konumu­ zun daha da ilerisine atlayarak, modem çağdan, yani 1492' den önce dünyanın çeşitli bölgelerinde gelişen büyük uygarlıkların coğrafi yayılımını irdeleyelim. Haritalara baklığımızda, şu gözlemler öne çıkıyor: Bu büyük uygarlıkların yayılımı rastgele olmaktan uzaklı. Eski Dünya'nın etkileyici uygarlıklarının tümü, kabaca bir tanımla, yedi derece kuzey ile elli derece kuzey enlemleri arasında, hem tropikal hem de ılıman iklim kuşaklarında yer alıyordu. Buna karşılık, başlı­ ca antik Amerikan uygarlıkları, yani Şaven (Chavfn), Moçe, Olmek, Maya, Toltek, İnka, Aztek vb. uygarlıklarının hepsi on sekiz derece güney ile yirmi beş derece kuzey enlemleri arasında kuruldu. Er­ ken uygarlıkların genel kuzey-güney yayılımı, her iki yarım kürede neredeyse aynıydı (her bir olguda yaklaşık kırk üç enlem derece­ sindeydi), ama Amerikan uygarlıkları, tropikal kuşağın bütünüyle içinde yer alıyordu. Bunun neyi ima ettiğini az sonra göreceğiz. Da­ hası, Eski Dünya uygarlıklarının kapladığı toplam alan, Yeni Dün­ ya' dakilerden çok ama çok daha genişti, yani doğudan balıya 13.670 kilometre, kuzeyden güneye 4.820 kilometre ya da yaklaşık 66 mil­ yon kilometre kare iken, Amerika kıtasında doğudan balıya 2.000 kilometre, kuzeyden güneye 4.820 kilometre ya da yaklaşık yalnızca 9,7 kilometre kareydi. Avrasya'nın sırf büyüklüğü bile, Yeni Dünya karşısında ona yapısal bir "avantaj" sağladı. "Uygarlık" sözcüğünü bu belirli bağlamda kullandığımız za­ man, büyük kamu binalarının, anıtsal sanat yapıtlarının veya ge­ lişmiş sulama sistemlerinin doğuşuna alıf yapmayı amaçlamaktan çok, temelde bunların, dünya çapında bağımsız olarak gelişen birin­ cil besin üretimi alanları oldukları gerçeğine alıf yapmayı amaçlarız. Besin üretimi çok kısa sürede yayılır, ama bunlar, bitki ve hayvan evcilleştirmenin bağımsız olarak başarıldığı alanlardır. Besin üreti­ mi esasen şöyle yayılmışlır: Güneybalı Asya' dan Avrupa' ya, Mısır' a ve Kuzey Afrika'ya, Orta Asya'ya ve İndus Vadisi'ne; Sahel ve Balı Afrika' dan Doğu ve Güney Afrika' ya; Çin' den tropikal Güneydoğu Asya' ya, Endonezya' ya, Kore'ye ve Japonya' ya; Mezo-Amerika' dan Kuzey Amerika'ya.37 37 Jared Diamond, The Third Chimpanzee: The Evolution and Future of the Human Animal, New York: Harper Perennial, 1992, s. 222-3. 142

5. ATEŞ ÇEMBERLERİ VE

TERMAL T ROMPETLER

Bununla birlikte, dünya çapındaki bu yayılım tekdüze olmadı. Doğrusunu söylemek gerekirse, kuzey-güney yayılımı, doğu-bab yayılımından çok daha zor, çok daha yavaşb. Bunun nedeni oldukça açıkbr: Kuzeyden güneye ya da aksi yöne yolculuk ettiğinizde, hava durumu, ortalama sıcaklıklar, gündüz saatleri ve toprak koşulları, doğudan babya yolculukla karşılaşbrılınca çok daha büyük farklılık gösterir. Bu açıdan en göze çarpan başarısızlıklar, Jared Diamond' a göre şunlardır: Hem çiftçiliğin hem hayvancılığın ABD'nin güney­ babsından Yerli Kuzey Amerika Kaliforniya'sına ulaşmaması; çift­ çiliğin ve hayvancılığın Yeni Gine' den ve Endonezya' dan Avustral­ ya' ya ulaşmaması; çiftçiliğin Güney Afrika'nın Natal bölgesinden Kap bölgesine yayılmaması. Örnekler kesinlikle bunlardan ibaret değildir. Yeni Dünya' da, kuzey-güney yönündeki temel yerleşimi nedeniyle, hem tarımsal hem de kültürel dağılım bakımından daha büyük güçlüklerle kar­ şılaşıldığını gösteren kanıtlarda hiç kıtlık çekilmez. Örneğin, And yaylalarına özgü lama, ginepig (kobay) ve patates hiçbir zaman Meksika yaylalarına ulaşmadığı için, Mezo-Amerika ve Kuzey Amerika, köpek dışındaki evcil memelilerden yoksun kaldı. Me­ zo-Amerika' mn evcil hindisi hiçbir zaman Güney Amerika'ya ya da Birleşik Devletler'in doğusuna ulaşmadı. Orta Doğu kökenli alfabeler en sonunda ta Endonezya'ya kadar Eski Dünya'mn her yanına yayıldığı halde, Mezo-Amerika'mn yazı sistemleri hiçbir zaman And Dağları'na ulaşmadı. Belki hepsinden önemli olarak, "Mezo-Amerika'da oyuncak parçası olarak icat edilen tekerlek, And Dağları'nda evcilleştirilen lamalarla hiçbir zaman buluşma­ dı" . 38 Romalılar, Çin kökenli şeftali ve turunçgiller, Hindistan kö­ kenli hıyar ve susam, Orta Asya kökenli kenevir ve soğan yetiştir­ dikleri halde, Yeni Dünya' da Kuzey Amerika'nın ayçiçekleri hiçbir �aman Andlar' a yayılmadı.39 Diğer örnekler arasında, tütün içme alışkanlığı vardır. İlk kez Meksika' da geliştirilip MS 1. binyılda Mississippi'ye ve Apalaşlar' a (elbette sonra da Avrupa'ya) taşınan bu alışkanlık, tütünü 1532'de hala enfiye olarak kullanan Peru halkınca hiçbir zaman benimsen­ medi. Bulunan çivi yazısı ve sayılar (sıfır dahil), Maya din adamla38 39

Richard Keatinge, Peruvian Prehistory: An Overview of Pre-Inca and Inca Society, Cambridge, BK: Cambridge University Press, 1988, s. 38. Diamond, Guns, Germs and Steel, anılan yapıt, s. 581 .

143

BÜY Ü K BÖLÜNME

nnca geliştirilen hayret verici ölçüde karmaşık ve hatasız takvim, bin yıl sonra bile Peru imparatorluğuna henüz ulaşmamışh.40 Jared Diamond ve meslektaşları, antik besin üretimi teknikle­ rinden bazılarının dünyanın farklı bölgelerine yayılma hızını he­ saplayacak kadar ileri gitmişlerdir. Evcilleştirilen tarımsal ürünler Güneybah Asya' dan batıda Avrupa'ya ve doğuda İndus Vadisi'ne yıllık yaklaşık l, 13 kilometre hızla yayıldı. Filipinler' den doğuda Polinezya'ya yayılma, öyle görünüyor ki (belki mesafenin büyük kısmının açık deniz olması nedeniyle) daha hızlı, yani yıllık yak­ laşık 5,15 kilometre oldu. Yeni Dünya' da darı tarımı için en erken tarihler, Mezo-Amerika'da ve Andlar ile Amazon'da GÖ -5500 olarak saptandı. Darı, yıllık yaklaşık 805 metreden yavaş bir hız­ la Birleşik Devletler'in güneybahsına ulaşırken, lamanın Peru' dan Ekvador' a yayılması yıllık yaklaşık 320 metre gibi daha da yavaş bir hızla oldu.41 Amerika kıtasında böylesine çok sayıda ayn dilin gelişmesi, aynı genel resmi destekliyor. 1492'de Yeni Dünya halkları, belki otuz dil ailesi içinde sınıflandırılan tahminen 2.000 dil konuşuyorlardı. Doğu Asya'nın bir yerlerinden gelip Yeni Dünya nüfusunu oluşturan kı­ sıtlı bir ırksal kökten yalnızca 15.000 yılda evrilmiş olması gereken bu çok büyük çeşitlilik (bugün dünyada yaklaşık 6.000 dil vardır), Yeni Dünya toplumlarının gelişiminde, Eski Dünya'da olduğu gibi, büyük "dilsel yayılmalar"ın meydana gelmediği gerçeğini yansıh­ yor, çünkü Eski Dünya' da daha küçük, daha az güçlü birçok dil ai­ lesinin zamanla sönmesine yol açan Ari ve Sami dilleriyle, Bantu ve Çin dilleriyle böyle bir yayılmanın meydana geldiğini biliyoruz. Bu­ nun Eski Dünya' da niçin meydana geldiğini, Yeni Dünya' da niçin meydana gelmediğini ve başka gelişmelerle nasıl tutarlı olduğunu sonraki bir bölümde göreceğiz.42 Yeni Dünya' daki bu çok büyük dil çeşitliliğinin kendisi, tahmi­ nen her biri kısıtlı bir coğrafi alanda yaşayan birçok küçük, görece yalıhlmış toplumun var olduğu görüşünü destekliyor. Bu dilsel mo­ zaiği değiştirecek nitelikte, emperyal tarzda fetih seferlerinin ve sa­ vaşların buraların tarihinde görece pek az olduğunu da ima ediyor A.g.y., s. 190 ve 370. Peregrine Horden ve Nicholas Purcell, The Corrupting Sea: A Study of Mediterranean History, Oxford: Blackwell, 2000, s. 346. 42 Horden ve Purcell, anılan yapıt, s. 381 .

40 41

144

5. ATEŞ ÇEMBEIU,EI�İ VE TERMA L

TROMPETLE R

(gerçi İnkalar bir istisnadır). Bu yalıhlmış toplumlar, hayli kısa bir zamanda, farklı lehçeler, sonra da farklı ve karşılıklı anlaşılamayan diller geliştirmiş olacaklardır, bu ise onların yalıhlmışlığını daha bir pekiştirecektir. Haritalara bakarak yapabileceğimiz ikinci bir gözlem, önemli Eski Dünya uygarlıklarının (Asur, Roma, Mohenco-daro, Gupta, Han vb.) hepsinin, "Büyük Doğu-Bah Koridoru" boyunca, yani ba­ hdan doğuya Akdeniz'i, Süveyş-Kızıldeniz Kıstağı'nı, Mezopotam­ ya' da Dicle ve Fırat nehirlerini, Arap Yarımadası'nın, Hindistan'ın, Burma'run ve Tayland'ın kıyı şeridini, ta Çin'e kadar Güneydoğu Asya' daki adalar zincirini içine alan coğrafi alanda gelişmiş oldu­ ğudur. Bu sahillerde, ırmaklarda ve kıstaklarda yolculuk etmek için büyük cüret ya da dayanıklılık gerekmezdi: "Koridor", gerçekte, Cebelitarık Boğazı (36° K enlemi) ile Singapur Boğazı (1° K enlemi) ve ötesi arasında, 16.000 kilometreden biraz uzun bir mesafe boyun­ ca, kesintisiz ve hiç de elverişsiz olmayan bir yolculuk bağlanhsı oluşturdu. Deniz yolculuğu gelişirken, hakim rüzgarlar bu yolculu­ ğa yardım edecekti ve sularını bu koridora boşaltan büyük ırmaklar hiç de az değildi. Burası, ticarete ve irtibata yardım eden, Yeni Dün­ ya' da gerçek bir benzeri bulunmayan doğal bir değerdi. Doğu-Bah Koridorunun yerleşimi, hem gemicilik teknolojisinin yayılım örün­ tüsüne hem de belirli efsanelerin dağılımına denk düşer (bunların tümü Harita l'de ve Harita 4'de gösteriliyor). Ahn ilk kez evcilleştirildiği Avrasya'run büyük bozkırları da doğu-hah yerleşimi gösterir. Bu, dünya tarihi üzerinde, genellik.le düşünülenden çok daha derin bir etki yaratmışhr. Harita 4, dünya bozkırlarının boyutlarını da gösteriyor. Akdeniz' e özel olarak .değinmemiz gerekir. Tamamen karalarla çevrili olması, doğu-hah yerleşimi göstermesi ve ılıman enlemler­ de· yer alması yanında, bu su kütlesi, insanlığın gelişimi açısından yeryüzünün en gözde yerlerinden birisi olmasını sağlayan birçok başka özelliğe de sahiptir. Örneğin, birçok yarımadadan, koylardan, haliçlerden oluşur; buralar, biyolojik çeşitlilik içeren ve sakinlerine güçlü bir yer duygusu vererek, rekabeti ve mübadeleyi teşvik eden ekolojik nişlerdir. Akdeniz' de, bazıları oldukça büyük olan çok sayı­ da ada bulunur. Coğrafi açıdan farklı ve ayrıksı olan bu adalar (Mi­ las Adası'run obsidyeni, Lipari Adaları'nın şapı, Sicilya'nın kükür­ dü, Limni Adası'nın şifalı toprağı), güçlü yerel kültürel gelenekler 145

BÜYÜK BÖLÜNME

geliştirmiştir.43 Peregrine Horden ve Nicholas Purcell'ın dedikleri gibi, bu, Akdeniz'in seçkinleşmesinin açıklanmasını kolaylaşhran önemli bir nitelik olarak "bağlanhlılığı" teşvik etti. Deniz yolculuğunun kara yolculuğundan daha hızlı ve daha ucuz olduğu bir zamanda, insanlar, ticaretini yaphkları mallara eş­ lik ederlerdi ve sonuç olarak, Antik Çağ' da adaların nüfusu, görece­ li bir ifadeyle, bugün olduğundan çok daha kalabalıklı: Demek ki, pek çok adanın bulunduğu Akdeniz, insan yönünden görece zen­ gindi.44 Denizin çok sayıda dağla çevrili olması, öyle ki Akdeniz' in yarısından biraz çoğunda karaların görülebilir mesafede bulunması gerçeği de bağlanhlılığa katkı yaph. Akdeniz' de dayanıklı ve alınıp sahlabilen pek çok besin maddesi (hububat, peynir, yağ, şarap) üretilmesi, (Cebelitarık Boğazı'run dar olması nedeniyle) büyük dalgalar oluşmadığı için Akdeniz bölge­ sinde görece daha fazla tuz üretilmesi, bu sayede de et ürünlerinin daha kolay saklanabilmesi ve bu denize dökülen birçok akarsuyun deltalarında, tarımsal ürünlerin yetiştirilebildiği çok sayıda alüv­ yonlu sulak alanın oluşması, Akdeniz'in diğer avantajlarıydı.45

Deltalar ve Hastalıklar Bir başka gözlem ise, Eski Dünya nehir sistemlerinden en az dördü­ nün, büyük uygarlıkların doğmasına yardım etmiş görünmesidir: Nil - Firavunlar dönemi Mısır; Dicle / Fırat - Asur/ Babil; İndus / Sarasvati - Mohenco-daro / Harappa; Gökırmak (Yangçe) - Han. Söz gelişi, Mısır' da Nil Nehri, güneyden kuzeye akar, hakim rüz­ gar ise kuzeyden güneye eser, bu da nehirde iki yönlü trafiği kolay­ laşhrır. Oysaki Yeni Dünya' daki büyük nehirlerin hiçbiri (St Law­ rence, Mississippi, Magdalena, Orinoco, Amazon, Paraguay ya da Plata), yine belirgin bir karşıtlıkla, önemli antik uygarlıklarla ilişkili olmadı. Bu bölgelerin sakinleri elbette köyler kurdular ve örneğin Mississippi üzerindeki Kahokya'da (Cahokia), anıtsal mimariye yöneldiler; ama daha genel olarak, Yeni Dünya'nın büyük nehirleri büyük uygarlıklarla ilişkili değildi. Bu olağan dışı farklılığın önemi, 43 44 45

A.g.y., s. 141 . A.g.y., s. 185-215 çeşitli yerlerde. Oppenheimer, Eden in the East, anılan yapıt, 146

s.

32.

5.

ATEŞ ÇEMBERLERİ

VE TERMA L

9500 ila 8000

TROMPETLER

yıl öncesi dönemde, dünyanın her yanındaki kıta sa­ hanlıklarında deniz düzeylerinin yükselmesi yüzünden nehir delta­ larının oluşması gerçeğiyle ilişkili olabilir. Bu yükselme, nehirlerin eğimlerini azaltarak, denize doğru su akışını yavaşlattı ve nehirler doğal olarak daha çok menderes oluşturdu ya da lığla doldu, bu ise ara sıra ani yatak değişikliklerinden dolayı felaketlere neden oldu. Böyle ani yatak değişikliklerinin doğurduğu risklere karşın, bu del­ talar yine de verimli alüvyon ovalarına temel oluşturdu; Mezopo­ tamya' da Dide / Fırat, Hindistan'da Ganj, Mısır'da Nil, Tayland'da Chao Phraya, Bomeo' da Mahakam ve Çin'de Gök.ırmak böyle bir süreç geçirdi. Dünya çapında kırktan fazla böyle delta belirlenmiş­ tir. Bu deltalar ya da taşkın ovaları, Eski Dünya' da iyi yetişen bitki türlerine elverişli koşullan yarattı, ama Yeni Dünya' da daha yaygın olanlara elverişli koşullar sağlamadı. Bu biçimlenim, tarımın ve uy­ garlığın gelişmesini derinden etkiledi. Bu coğrafi / iklimsel biçimlenimler temel önemdedir. Kitabın ilerleyen sayfalarında daha ayrınhlı olarak göreceğimiz gibi, büyük Doğu-Bab koridoru, insanların, malların, hastalıkların ve fikirlerin Eski Dünya' daki çeşitli bölgeler arasında iletilmesini kolaylaşhr­ dı; Yeni Dünya'nın Pasifik kıyıları açıklarındaki soğuk derin sular, çeşitli balıkların ve deniz memelilerinin oluşturduğu benzersiz bir karışımı, bir bolluk �lemini kendine çekti, bu ise yeri gelince ilk in­ san için eşsiz bir gelişim rotasını destekledi. Karmaşık bir resmi aşırı basitleştirmemeye dikkat etmemiz gerekir, ama iki yarım küredeki farklı su biçirnlenimleri, nihayetinde tarımdan dine kadar her şeyi etkiledi. Deltaların (alüvyonlu taşkın ovalarının) gelişmesi, kıyılar­ da ya da denizlerin ve okyanusların yakınında uygarlıkların geliş­ mesini teşvik ederek, ticaretin, insanların ve fikirlerin iletilmesini kolaylaşbrdı.

147

BÜYÜK BÖLÜNME

64 KÖKLJERIB KARŞI TOHUMLAR VJE JEVCİLLJEŞTİRİLJEBİLİR

MJEMJELİLJERİN ANORMAL DAGILIMI Bu esaslı coğrafi farklılıklar, iki başka faktör temelinde oluştu. Birin­ cisi, Eski Dünya ile Yeni Dünya arasında bitkiler açısından önemli bir fark vardı. En temel düzeyde, tamamen farklı iki tip tarım yer­ küre ölçeğinde gelişti ve bunların her biri belirgin şekilde ayn bir dağılım gösterdi. Bu iki tarım tipi, tohum kültürü ve kök kültürü (vegekültür) olarak bilinir. Tohum kültürü ya da yetiştiriciliği, adından da anlaşıldığı gibi, eşeyli olarak, tohum aracılığıyla çoğalan tarımsal ürünleri (özellikle buğday, yulaf, arpa, çavdar, akdarı, dan, pirinç gibi ve [dan hariç] yalnızca Eski Dünya'nın yerli ürünleri olan otları / tahılları) ima eder. Kök yetiştiriciliği ise yumru ve kazık kökler, manyok, patates, yam gibi bitkisel yolla çoğalan tarımsal ürünleri ifade eder. Yumru ve kazık kökler salt Yeni Dünya'yla sınırlı değildir, ama Amerika kıta­ sı, yumru ve kazık köklü ürünlerin birçok çeşidinin, yalnızca yam, karma, tapyoka ve tatlı patatesin değil, patates, oka, ulluko, arra­ kasya ve a:fiu gibi serin dağlık alanlara uyum sağlamış ürünlerin de anayurdudur. Harita 3, bu tanıilsal ürün cinslerinin dünya çapında belirgin farklı dağılımını gösteriyor. Tüm bu anlahlanlardan açıkça anlaşılacağı gibi, tohum kültürü en çok daha kurak tropikal, alt tropikal ve ılıman bölgelerde göz­ lenirken, kök kültürü bütünüyle tropikal kuşak içinde gözlenir. 148

6. KÖKLERE KARŞl TOHU MLAR VE EVCi LLEŞTiRİ LEBİ LİR

MEMELİLERİN ANORMAL DAGILIMI

(Yumru ve kazık kökler, Orta Doğu' da ve Çin' de yok denecek kadar az önem taşır. )1 Bitki yaşamının bu iki tipi (tahıllar ve yumru / kazık kökler), mil­ pa tanını ve conuco tarımı denilen iki tip toprak işleme sisteminin doğmasına da yol açh. Milpa tarımı, tohumlarla ilgilidir ve kesip yakma işlemine dayanır, yani tohumların ekilebileceği açık alan veya tarla açmak için ormanlar kesilir ve sonra yakılır. Conuco ise kök ürün yetiştiriciliğiyle ilgilidir ve çoğu kez, aşı kalemlerinin ya da başka bitki parçalarının dikilebileceği toprak tarhların (montone) hazırlanmasını gerektirir. Conuco sisteminde kesip yakma işlemi uy­ gulanabilmesine karşın, belli bir yerde kök ürün yetiştirilen birçok tarla yıllarca kullanılır. Dünya çapında çok farklı dağılım göstermeleri ve farklı şekiller­ de yetiştirilmeleri yanında, yumru / kazık köklü bitkiler ile tohumlu bitkiler arasında son derece önemli üç fark daha vardır. Birincisi, yumru / kazık kökler toprak alhnda yetiştikleri (ve tropikal olduk­ ları) için, başka bitkiler onların üstünde yetişerek bir örtü oluştu­ rur. Yani bunların yetiştiği toprağın (örneğin rüzgarla) aşınıp taşın­ ma olasılığı çok daha düşüktür (dolayısıyla, bu tür toprağın besin öğeleri açısından zengin kalma olasılığı daha yüksektir). Aynı za­ manda, yumru / kazık köklerin doğal büyüme koşullan, bunların, tahıllar gibi bir kerede değil, yıl boyunca sürekli hasat edilebilece­ ği ve araziyi bir anda verimliliğinden yoksun bırakan yıllık hasat döngüsü olmadığı için, toprağı da daha zengin tuttuğu anlamına gelir. Daha sonra göreceğimiz gibi, bu farklı ritmin törensel / dinsel sonuçlan da vardır. Yumru / kazık kökler ile tahıllar arasındaki ikinci fark, köklerin, neredeyse yalnızca tropikal bitkiler oldukları için nemli ve kurak mevsimlerin belirgin olarak ayrıldığı, bu yüzden de bitkinin kurak aylarda canlı kalmak için yeterli yedek besin depolamasını gerekti­ ren ekolojik koşullara uyum sağlamış olmasıdır. Demek ki, yumru / kazık kökler, öyle zamanlan atlatmak için nişasta biriktirir ve as­ lında, öncelikle içerdikleri nişasta nedeniyle yenir, tahıllar ise pro­ tein yönünden çok daha zengindir. Örneğin, çeşitli buğday ve arpa türleri %8-14 proteinden oluşurken, baklagiller %20-25 protein içe­ rirken, pirinçte, mısırda ve köklerde çok daha az protein vardır (ör­ neğin, gölevez veya kolokas olarak da bilinen taro, yalnızca % 1 pro1

Diamond, Guns, Germs and Steel, anılan yapıt, 149

s.

128.

BÜYÜK BÖLÜ NME

tein içerir). Sonuç olarak, köklerle beslenen insanların, gereksinim duydukları proteini başka yerden (öncelikle hayvanları avlayarak) sağlamaları gerekir. Hatta bazı uzmanlar, yamyamlığı, belirli kabi­ lelerin nerede bulabilirlerse oradan protein sağlama gereksinimine bile bağlamışlardır. (Bu süreç, "protein yakalama" olarak bilinir.)2 Tüm bunların derin sonuçlan vardır. Dünyanın bazı bölgelerin­ de (Kaliforniya' da, Avustralya' da, Arjantin pampalarında, Bab Av­ rupa' da), bitkisel besin üretiminin hiçbir zaman yöreye özgü olarak gelişmediğini unutmamalıyız.3 Geliştiği yerlerde ise yumru / kazık kökler, esasen tahıllardan çok daha istikrarlı bir tarımsal ürün sis­ temi oldu. Eski zamanlarda tahıl yetiştirenlerin, nadasa bırakılan önceki tarlalar yeniden verimli Mle gelinceye kadar, her yıl yeni tarlalara ekim yapmalarını gerektiren hububat tarımı kadar hızlı bir şekilde toprağı verimsizleştiren başka bir tarım uygulaması pek yoktur. Tüm bunların anlamı, az ya da çok durağan kalan kök kül­ türlerinin aksine, tohum kültürlerinin (hem buğday ve pirinç gibi iri tohumların hem de akdarı gibi ince tohumların) yeni alanlara ya­ yılma olasılığının çok daha fazla olmasıydı. Gerçekten de dünyanın bazı bölgelerinde (örneğin, Güneydoğu Asya' da ve Karayipler'de) tohum tarımı yayılarak, kök tanmıru yerinden etti.4 Kök tarımı yapanlar ise ırmak boylarına, deniz kıyılarına ya da savanların ke­ narlarına yerleşme (ve oralarda kalma) eğilimi gösterdiler; oralarda ilk insanlar, protein için avcılık (ya da balıkçılık) yaparak nişastalı kökleri takviye edebildiler. Bunun bir anlamı da verimliliğin ya da en azından verimlilik döngüsünün kök yetiştirenler için çok daha önemsiz bir sorun yaratmasıydı ve dolayısıyla, o kültürlerin dinleri, bu ilkeyi çok daha az yansıttı. Eski çağda bitki yaşamının daha başka bir yönü de tarımın yal­ nızca bir tek bitkiyle değil, az sayıda bitkiden oluşan "paketler"le gelişme eğilimi göstermesidir. Bu "paketler" ise "kurucu ürünler" olarak bilinir. Örneğin Orta Doğu'nun kurucu ürünlerini, buğda­ yın yanı sıra arpa, bezelye ve mercimek oluşturdu. Tarım, Bereketli Hilal denilen (Filistin'e, Ürdün'e, İsrail'e, Türkiye'ye ve Irak'a ait toprak parçalarını kapsayan) bölgede gelişti, çünkü buranın enlemi, 2 3 4

A.g.y., s. 149. A.g.y., s. 101. Cari O. Sauer, Agricultural Origins and Dispersals, Cambridge, Press, 1952 / 1969, s. 73. 150

MA: MiT

6. KÖKLERE

KARŞI TOHU MLAR VE EVCİLLEŞTİRİLEBİLİR MEMELİLERİN ANORMAL DAC";I LIM !

Akdeniz iklimi (dünyada türünün e n büyüğü) ve dağları, sonbahar boyunca farklı yükseltilerde yabani tahılların hasadının sıralı olarak düzenlenmesine olanak veriyordu: Ekinler olgunlaşhkça, insanlar yamaçların bir yukarısına, bir aşağısına inip çıkabiliyorlardı. Bu pa­ ketin ortaya çıkmasının nedeni, birçok tahılın, protein içermekle bir­ likte, bu besin öğesi yönünden özellikle zengin olmaması, ama bu eksikliğin, daha önce gördüğümüz gibi %25 kadar protein içerebilen baklagiller (bezelye ve mercimek) ile doldurulmasıydı (keten de bir kurucu ürün olarak evcilleştirildi ve elyaf kaynağı olarak kullanıldı, aynı işlevi Afrika' da rafya türü palmiye, Hindistan' da ise pamuk üstlendi). Jared Diamond'ın yine işaret ettiği gibi, bu nedenle, tahıl­ lar ve baklagiller bir araya gelince, "dengeli beslenme için gerekli bileşenlerin birçoğunu sağlar"dı.5 Aynı şekilde, Çin'in geliştirdiği "paket"te pirinç, akdarı ve soya fasulyesi yer alıyordu (soya % 38 protein içerir), elyaf için kenevir evcilleştirildi; Mezo-Amerika'da ise pakette mısır, fasulye ve kabak, elyaf olarak ise pamuk, yuka ve agav (sabır otu) yer alıyordu. Tahıllar ile kökler arasındaki çok önemli diğer üç farkı belirtmek gerekir. Bunlardan biri, tahılların çabuk büyümesidir ve toprağın verimliliğini çabucak bitirdikleri için, hızla yayılmalarının bir baş­ ka nedeni de budur. Tahıl yetiştiriciliği hakkında bilinen en eski tarihler, .Güneybah Asya' daki Bereketli Hilal' de yaklaşık 10.500 yıl öncesine rastlar. Dolayısıyla, Bereketli Hilal'in tarımsal ürünleri ve hayvanları, ilk insanın temel gereksinimlerini (karbonhidrat, prote­ in, yağ, giysi, çift sürme ve ulaşım) şaşırhcı ölçüde iyi karşılar hale geldi.6 Bunlar, GÖ 8500'de Yunanistan'a ve yaklaşık GÖ 7000'de Almanya'ya kadar yayıldı. Yayılma tarihleri, Çin için yaklaşık GÖ 9500, İndus Vadisi için GÖ 9.000 ve Mısır için GÖ 8000'di. Bunlar, ABD'nin doğusundaki kurucu ürünlerle kıyaslanırsa, orada GÖ 4500 ila 3500 arasında, yani Bereketli Hilal' de buğdayın ve arpanın evcilleştirilmesinden tam 6000 yıl sonra, dört bitki evcilleştirildi. Ama bu bitkiler, tam bir beslenme ürünü olarak yetersizdi ve Yer­ li Amerikalılar, bu kurucu ürünleri, en başta yabani memeliler ve su kuşları olmak üzere yaban gıdalarıyla takviye etme gereksinimi duydular. Daha çok sayıda tohum ürününü (madımağı ve mayıs otunu) beslenmelerine ekledikleri GÖ 2500 ila 2200 yıllarına kadar, 5 6

Diamond, Guns, Germs and Steel, anılan yapıt, A.g.y., s . 142. 151

s.

125.

BÜYÜK BÖLÜ NME

çiftçilik onların ana faaliyeti haline gelmedi; gerçi bu otlar hiç ol­ mazsa proteince zengindi, yani buğday %8-14, mısır %9, hatta arpa ve pirinç daha az protein içerirken, bu yeni otlar %17-32 protein içe­ riyordu.7 Ürünlerin yetişmesi açısından, Birleşik Devletler'in do­ ğusundaki genel çevreyle ilgili bir sorun bulunmuyordu (topraklar zengin, yağışlar düzenli ve yeterliydi). Ne var ki, orada tarımın çi­ çeklenip gelişmesi, ancak yaklaşık MÖ 200 ila MS 400 arasında, yani Bereketli Hilal' de köy yaşamının belirmesinden 9.000 yıl sonra ger­ çekleşti ve Meksika ürün üçlemesi (darı, fasulye, kabak) sayesinde, Mississippi kültürüne ait kasabaların kurulup gelişmesi için yeterli ürün fazlası sağlanması ancak MS 900' de mümkün oldu. Birleşik Devletler'in doğusundaki Yerli Amerikalılar, yöredeki yabani bak­ lagilleri, lifli bitkileri ya da meyve / yemiş ağaçlarını hiçbir zaman evcilleştirmediler. Yeni Dünya' da evcilleştirmenin böyle gecikmesinin birçok ne­ deni vardı. Bölüm 10' da inceleneceği gibi, darının izlediği süreç, faktörlerden biriydi. Üstüne üstlük, birbiriyle iç içe geçen başka bir dizi faktör de tahılların yayılmasını ve verimli olmasını hızlandırdı. İrdelemekte olduğumuz gibi, yeryüzünün yeni, daha kurak koşul­ larında tahıllar, yüzey suyunun dönem dönem toprağı kapladığı yerlerde, yani nehir havzalarının taşkın ovalarında (sıklıkla, görece yeni deltalarda ya da yakınlarında) doğal olarak ve iyi büyür. Öte yandan, yumru / kazık kökler ise suya doymuş toprağı sevmez. Bu, göründüğünden daha önemli bir farklılık olabilir. Tahıllar, taşkın ovalarında / deltalarda yetişebiliyordu, dolayısıyla Eski Dünya'nın ilk insanları, çoğu zaman toplumlarını nehir ağızlarında (başkala­ rıyla teması kolaylaşhran denizlerin ve okyanusların yakınında) geliştirdiler. öte yandan, kök yetiştiren insanlar ise toplumlarını taşkın ovalarının yukarısında kurdular, çünkü yumru /kazık kökler, suya doymuş topraklarda büyüyemezdi. Dolayısıyla, bu toplumlar, daha yüksek nehir vadilerine (denizlerden ve okyanuslardan uzağa, yani başka insanlarla temasın, arazi koşullan nedeniyle doğal ola­ rak daha sınırlı olduğu yerlere) kapanma eğilimi gösterdiler. Daha önce değinildiği gibi, bu soyutlanma, bir kısır döngü içinde, leh­ çelerin ve sonra karşılıklı anlaşılamayan dillerin ortaya çıkmasını daha çok teşvik etti. Eski Dünya' da tarımsal gelişmeler, hareketliliği ve teması (dolayısıyla da yarışmayı) özendirirken, Yeni Dünya' da 7

A.g.y.,

s.

150-1 .

152

6.

KÖKLERE KARŞ! TOH UM LAR VE E VCİLLEŞTİRİL EBİLİR M E M E Lİ L E R İN ANORMAL DAC�TLJMI

erken dönem tarım, hiç olmazsa çoğunlukla, teması zorlaşhrıp cay­ dırdı. İkincisi, tahıl yetiştirmenin ödülü, başka herhangi bir tarım bi­ çimine kıyasla daha büyüktür. 8 Tahılın biçilip dövülmesi, kökle­ rin sökülmesinden daha az çaba gerektirir ve belli miktardaki bitki için besin değeri daha yüksektir. Kavılca (gernik) buğdayı ve arpa iri tanelidir ve kolaylıkla hasat edilebilir. Ayrıca, tek yıllık bitkiler (tahıllar da öyledir), odunsu ya d.a lifli gövde oluşturmaya (kışı atlatmak zorunda olmamaları sayesinde) daha az güç harcadıkla­ rı için, tüm güçlerini iri tohum oluşturmaya harcarlar. Bu nedenle, tahılların hektar başına bir ton tohum üretebildiği, yani her bir kilo­ kalorilik emek başına 50 kilokalori verim sağladığı hesaplanmışhr. Belki daha ilgi çekici olan başka bir neden, yılda yalnızca bir kez ol­ gunlaşan tahılların hasadı için gereken örgütlenmenin, yumru /kazık köklerin hasadı için gerekenden çok daha kapsamlı olmasıdır. Bu olgu, toplum olarak yaşamayı özendirmiş ve dinsel sonuçlar doğur­ muş olmalıdır. Belki hepsinden önemlisi, tahılların kolayca depo­ lanabilmesi ve aylarca mükemmele yakın durumda kalabilmesidir. Bu nedenle, üretilen fazlalıklar, öncelikle, giderek artan nüfusları verimsiz hasat olasılığına karşı korumak için, ikinci olarak da değiş tokuş / ticaret malı olarak kullanmak için daha kolay biriktirilebilir. Uygarlıkların belirgin bir yönü olan katipler, din görevlileri, hü­ kümdarlar, sanatçılar gibi gıda üretmeyen uzmanların geçimini sağ­ lamak için de önünde sonunda fazlalıklar gereklidir. Yumru / kazık kökler, ihtiyaç duyuldukça sökülüp çıkarılır (öyle koşullar alhnda, "fazlalık" kavramını hayal etmek daha zordur). Bu gelişme, çiftçinin geniş bir alana avuç avuç tohumlan saçhğı, her tarlaya yalnızca bir tür ürünün ekildiği "serpme" ekimin bulun­ ması / uygulanması ile de iç içe geçti. Gerçekte bu uygulama, ancak toprağı sabanla sürmenin başlamasıyla etkili olurdu (aksi halde, serpme ekim, yalnızca kuşları beslemeye yarardı). Dolayısıyla, bu da hayvanların evcilleştirilmesiyle iç içe geçen bir konudur: İnsan­ lar basit sabanlarla iş görebilirlerken, sığırlar çok daha ağır yükleri çekebiliyor, toprağı derin sürebiliyordu (bkz. Bölüm 7). Bu ise tar­ laya tek tür ürünün ekilebilmesini, böylelikle verimin ve etkinliğin daha da artmasını sağlıyordu. Oysaki, evcilleştirilecek pek az hay­ vanın bulunduğu ve ilk başta kesinlikle yumru / kazık köklerin ku8

A.g.y., s. 418. 153

B Ü Y ÜK BÖL ÜNME rucu

ürünler olduğu Yeni Dünya' da, var olan bu tür tohumlar bile çapa yardımıyla bireysel olarak elle ekiliyordu. Sonuç olarak, Yeni Dünya' da tarlaların çoğu "karma bahçeler" haline geldi ve elbet­ te bu da sabanın icadına gerek bırakmayarak başka bir kısır döngü oluşturdu. Bitki yaşamına ilişkin diğer bir faktörü daha belirtmek gerekir. Özellikle Mezo-Amerika ve Güney Amerika olmak üzere, Yeni Dünya, yeryüzündeki bilinen psikoaktif bitkilerin %85'ini banndı­ nr. Bu da bir rastlanhdır, ama şamanizmin dünyaya yayılmasıyla birleşince ve ilk insanların Beringia üzerinden Amerika'ya girdik­ leri rota dikkate alınınca, öylesine derin sonuçlar doğuracak bir rastlanhdır ki, bu konuya koskoca bir bölüm ayırmak gerekecektir (bkz. Bölüm 12).

Toz Pembe Yaşam Son bir nokta, bitkilerin evcilleştirilmesi ile hayvanların evcilleşti­ rilmesi arasında nasıl bir bağ olduğuna ve bunun, "paket" etkisini nasıl tamamladığına ilişkindir. Eski Dünya' da bu iki süreç, birbirini görece yakından izledi. Örneğin, Orta Doğu' da koyun, keçi ve do­ muz, GÖ 10.000' de ve belki biraz daha erken ama kesinlikle buğda­ yın bin yılı içinde evcilleştirilmişti. Olasıdır ki, ilk tarlalar açılınca ve sonraki yıllarda verimin düştüğü keşfedilince, memelilerin otla­ dığı (ve daha önemlisi, dışkıladığı) yerlerde bitkilerin yeniden daha çabuk büyüdüğü de ilk insanın dikkatini çekti. Hayvan gübresi ve verimlilik arhncı özellikleri kavramı işte böyle akıl edildi. Ama ilk insan, bu hayvanların aynı zamanda da et, süt (ve sonra peynir) sağ­ layabildiğini, derilerinin işlenerek giysi, ayakkabı ve daha pek çok şey yapılabildiğini çabucak anladı. Eski Dünya ile Yeni Dünya arasında bu açıdan da büyük bir fark vardı. Bazı bölgelerde (Kuzey Amerika' da, Avustralya' da, Sahra allı Afrika' da), evcilleştirmeye aday hiçbir hayvan yoktu. Avrasya ise evcilleştirmeye uygun bir düzineye yakın memeli cinsi barındırı­ yordu (ve bunlar evcilleştirildi): Koyun, keçi, çeşitli sığır cinsleri, domuz, at, iki cins deve, eşek, ren geyiği, manda, yak (Tibet sığın). Üstelik, bunların yedisi, Güneybah Asya'da ya da Orta Doğu'da, yani buğdayın ve arpanın yaygın olduğu bölgede bulunuyordu. 154

6.

KÖKLERE KARŞI TOH UMLAR VE E VClLLEŞTlR!LEBiLiR MEMELİ LERiN ANO RMAL DAGTLIMI

Güney Amerika'da, evcilleştirmeye uygun yalnızca üç memeli cinsi vardı: Lama, alpaka ve ginepig (kobay), arh olarak da hindi. Kuzey Amerika' da, daha önce belirtildiği gibi, böyle hayvanlar hiç yoktu. Yarım küreler arasındaki bir başka büyük fark ise Eski Dünya' da evcilleştirilen hayvanların çok daha büyük çeşitlilik göstermelerinin yanı sıra, kullanım alanlarının da (şans eseri) daha fazla olmasıydı. Bu farklılıklar, Eski Dünya ile Yeni Dünya'nın farklı şekillerde geliş­ mesini derinden etkiledi. Yarım küreler arasındaki bu dikkate değer uyuşmazlığın neden­ lerinden biri, belki de Avrasya'nın çok geniş boyutlu olmasıdır; Eski Dünya'nın evcilleştirmeye aday olabilecek toplam en az yetmiş iki tür büyük memeli hayvan olmasını, bu boyut faktörü belirledi. Yakın ta­ rihli araşhrmalar, bu büyük memelilerin çoğunun Avrasya'nın geniş steplerinde evrildiğini göstermiştir.9 Karşılaşhrma yapılırsa, Sahra alh Afrika' da hiçbiri evcilleştirilmemiş olan elli bir, Amerika kıtasın­ da yirmi dört ve Avustralya' da sadece bir büyük memeli türü vardı. Evcilleştirme kolay değildir ve ev hayvanı, yani pet olarak hay­ van beslemekle kanşhrılmamalıdır. Öyle görünüyor ki, büyük me­ melilerin çoğu, 10.000 ila 4500 yıl öncesi arasındaki "evcilleştirme çağı" nda evcilleştirilmiştir. Anlaşılan, ilk sırayı köpek almış, onu 10.000 yıl önce koyun, keçi ve domuz, 8000 yıl önce sığır, yaklaşık 6000 yıl önce at ve manda, yaklaşık 5000 yıl önce Kuzey Afrika' da eşek, 5500 yıl önce lama / alpaka, 4500 yıl önce çeşitli deve türleri izlemiştir (gerçi devenin niçin çok daha önce saban çekmeye uyum sağlama�ığı bir sırdır). Evcil hayvanlarda ortak olan temel ayırıcı özellik, güçlü bir bas­ kınlık hiyerarşisine sahip sürü hayvanları olmaları ve genellikle bölgeci davranış göstermemeleridir. Bu sosyal yapı idealdir, çünkü evcilleştirmede insanlar baskın durumdadır.1 0 Aynca, keçi, koyun, sı�ı;. deve ve başka memeliler sağılabilir, yani süt ürünleri (tereyağı, peynir, yoğurt) verir, bu da demektir ki, yalnızca öldürülüp kesil­ dikleri zaman değil, yaşadıkları sürece kesintisiz bir protein kaynağı olabilir. Belirli bir bölgede tek yaşayan hayvan türlerinin çoğu sürü kurmaya uygundur. Tıpkı bitkiler gibi, hayvanların da Yeni Dünya'ya yayılması, di­ ğer yarım küredekinden çok daha yavaş oldu. And Dağlan yöre9 Jeff Hecht, "Asya' dan Çıkış", New Scientist, 23 Mart 2002, s. 12. 10 Diamond, Guns, Germs and Steel, anılan yapıt, s. 1 73. 155

B Ü Y ÜK BÖLÜNME

sindeki evcil memelilerin (lama, alpaka, ginepig) hiçbiri, Kolomb öncesi zamanlarda Mezo-Amerika'ya hiç ulaşmadı, bu da demek­ tir ki, Olmekler, Mayalar ve Aztekler yük hayvanı olmadan idare etmek zorunda kaldılar. Koşum hayvan olarak kullanılabilen yük hayvanları olmayınca, tekerleğe gerçekten gereksinim duyulmadı (gerçi taraça ya da teras tarımı yapabilmek için Çinlilerce icat edilen el arabası işe yarardı). Yerleşik yaşamın gelişmesi ve tarım faaliyetlerinin başlaması, nüfusun belirgin ölçüde çoğalmasına ve buna koşut olarak, nüfus yoğunluğunun artmasına olanak sağladı. Bu durum, nüfus yoğun­ luğu arttıkça, gerekli verim arhşlarını sağladığı için besin üretimine giderek daha çok öncelik verilen üretken bir döngüyü ya da otoka­ talitik (kendi kendini hızlandıran) bir süreci teşvik etti. Yerleşik ya­ şam, aynı zamanda da ilk insanların, bebek yapma aralığını kısalta­ bilmeleri anlamına geliyordu (avcı-toplayıcılar ve göçebeler, erken yeniden gebeliği önlemek için genellikle çocuklarını sütten daha geç keserlerdi). Çiftçilikle uğraşan insanlar (yerleşik topluluklar) için doğum aralığı, iki buçuk yıl dolayında, avcı-toplayıcılar için ise bunun iki kahydı. Bu nedenle, nüfusun, kök yetiştiren toplulukla­ ra kıyasla, tohum /paket tarımı yapan topluluklarda çok daha fazla artması son derece doğaldı; sonuç olarak, Eski Dünya'nın nüfusu, en sonunda Yeni Dünya'ya göre çok daha kalabalıklaşh. Dahası, bir hasat mevsiminden diğerine tahıl depolama gereksini­ mi, yumru / kazık köklerle beslenen ve bunları yıl boyunca gerekli oldukça "hasat eden", bu yüzden de depolamaya çok daha az ihti­ yaç duyan insanların aklına hiçbir zaman gelmeyecek gibi görünen birçok buluşun ve yeniliğin yapılmasını da sağladı. Bu yenilikler­ den biri, hiç kuşku yok ki bir kil parçasının ateşe düşmesi ve sertleş­ mesi üzerine keşfedilen çömlekçilikti. Çömlekler, kemirgenlere da­ yanıklı ideal kaplardı ve öyle anlaşılıyor ki, bunların kullanımı, şu düşüncenin doğmasını sağladı: Ertesi yıl hasadın verimsiz geçmesi olasılığına karşı, belirli bir miktarda tahıl, gelecek yıl için depolan­ mak üzere hasat ediliyorsa, çiftçi niçin gerekli olandan daha çok tahıl üreterek, fazlasını sahp ticaret yapmasındı? Çömlek, bir saklama kabı olarak elbette yalnızca yerleşik top­ lumlara yarar sağlar. Avcı-toplayıcılar ve köklerle / avcılıkla geçinen insanlar (çoğunlukla hareket halinde oldukları için), daha hafif, daha esnek, en az çömlek kadar dayanıklı ve kırılma olasılığı on156

6.

VE EVCİLLEŞTİRİLEBİLİR MEMELİLERİN ANORMAL DA(";ILJM!

KÖKLERE KARŞl TOHUMLAR

dan çok daha düşük olan sepetleri, örme torbalan ve su kabağını tercih ettiler. Bununla birlikte, bir kez daha gelişmelerin iç içe geç­ tiği bir sürece tanık oluyoruz, çünkü çömleğin icadı, çeşitli dolay­ lı sonuçlar doğurdu. Onlardan biri, yulafın, pirincin ve akdarının suda haşlanmasına olanak vermesi, böylelikle lapa ve / veya ekmek yapımını kolaylaşhrmasıydı (örneğin, kaçınılmaz olmamasına kar­ şın, akdarıyla beslenen Sahel topluluklarında). Bir başka dolaylı sonuç, ergitme (metalürji) işleminin icadıydı, bu da tahminen şans eseri bulundu: İlk insan, taş ile kili birlikte ısıthğında, belli renkteki bir taşın (muhtemelen yeşil renkli malakit), ortaya parlak kırmızı, kolay işlenebilen, bakır diye bildiğimiz bir madde çıkardığını gö­ rünce hayahnın şokunu yaşadı. İkinci dolaylı sonuç, biranın bu­ lunmasıydı. Çömlek ve tahıl (özellikle arpa) bir araya gelince, fer­ mantasyon, yani mayalanma oluşturdu (belki yine büyülü bir süreç gibi görünmüş olan bu olay da tahminen tesadüf sonucu keşfedildi: İnsanlar, eski bir bulamaç beklemeye bırakılınca, "bozulmadığını, aksine tatlılaşhğıru, zihin ve duygular üzerinde farklı etkiler yarat­ hğını gözlemlediler" .11 Zamanla bu buluş, kendine özgü ruhsal ve duygusal etkileri olan şarabın icadına yol açh. Sonraki bölümlerde göreceğimiz gibi, seramik eşyaların geliştirilmesi, alkolün ve başka psikoaktif maddelerin ortaya çıkışında, önceleri düşünüldüğünden aslında çok daha fazla rol oynamış olabilir (ve bu, Yeni Dünya için de geçerlidir -bkz. Bölüm 11). Arpa, malt yapımı (çimlendirme) ile bağlanhlıydı ve demleme (mayalama) sırasında, ekmek yapımını da kolaylaşhran maya üretildi. Üçüncü dolaylı sonuç ise, ticaretin serpilip gelişmesiyle ve mallan taşımak için giderek daha çok kap kullanıldıkça, yolculuk sırasında hırsızlığı ya da hasarı önlemek için kapları sıkıca kapatmaya gerek duyulmasıyla, kapların içeriği bir dizi işaretle belirtilmeye başlandı; sonraki bir bölümde anlatacağı­ ıruZ'" gibi, bu işaretler, en sonunda evrilip yazıya dönüşecek olan ilk simgelere ya da harflere yol açh. Dolayısıyla, tahıl veren otların evcilleştirilmesi, tesadüfen ger­ çekleşen çok önemli bir olaydı; ilk insanların yaşamlarını (ve sonra uygarlıkları) kökten şekillendirdi, bağlanhlı olarak çömleğin, me­ talürjinin (özellikle hem sabanın hem de silahların), nüfus yoğun­ luğunun, fırıncılığın, bira yapımının ve yazının ortaya çıkışında belirleyici oldu. Tahıl tarımı ile yumru / kazık kök tarımı arasındaki 11

Graeme Barker, anılan yapıt,

s.

145. 157

13 ÜYÜK BÖL Ü NME

fark, musonların zayıflamasıyla / El Ni:ti.o Güney Salınımı Olayları­ nın (ENSO'ların) sıklaşmasıyla birlikte, dünya tarihinde belki de en temel farklılıkh ve Bah yarım küresini, Eski Dünya'nın tarihsel yö­ rüngesinden çok farklı bir tarihsel yörüngeye yerleştirdi. Yeni Dün­ ya' da bile, büyük uygarlık.farın tümü, tohum tarımı (darı ekimi) ile ilişkili bölgelerde doğup gelişti. Aynı zamanda avcılık da yapan kök yetiştiricileri, hiçbir zaman uygarlık geliştirmediler, göreceğimiz gibi, şefliklerle sınırlı kaldılar.· Önceki bölümde, belki de ilk insanın, Eski Dünya' dakilerin bir­ çoğunun anladığından ince ayrımları olan bir efsane birikimiyle Yeni Dünya'ya ulaşhğını gördük. İklimdeki farklılığı, tohum ve kök kültürü arasındaki farklılığı, evcil memelilerin varlığını / yokluğu­ nu da buna ekleyebilir ve diyebiliriz ki, bu aynı zamanda dünyanın esasen üç devasa kara kütlesine ya da kıtaya bölünebileceği anla­ mına da gelebilir: Doğu-bah doğrultusunda "hızlı" bir kıta, yani Avrasya, kuzey güney doğrultusunda "daha yavaş" iki kıta, yani Amerika ve Afrika. (Avustralya'yı, kısaca olsa bile, daha sonra ayrı olarak ele alacağız.) Avrasya' da (amacımız açısından, Akdeniz kıyılarıyla birlikte Af­ rika'nın kuzey kıyı şeridini de kapsayan kıtada), GÖ 12000 yılı ila kabaca GÖ 5500 yılı arasında, Atlantik sahilinden Pasifik sahiline kadar koskoca kara kütlesinde çiftçiliğin gelişmesine, çömlekçili­ ğin ve metalürjinin ("ateş kültürleri"nin) gelişmesine, sonunda ise kentlerin ve ilk büyük uygarlıkların yükselişiyle bu sürecin doruğa çıkmasına tanık olundu. Bu genişlemenin önünde hiçbir gerçek en­ gel yoktu (büyük doğu-bah koridoru zaten kurulmuştu ve Sahra Çölü, yaklaşık GÖ 2500' e kadar, bugün olduğu gibi bir engel haline gelmemişti). Ek olarak, insanların ve fikirlerin doğu-bah arasında geçişini hkayan hiçbir darboğaz ya da çöl yoktu; ana sıradağlar (örneğin Alpler, Himalayalar, Kırgızistan'da Tanrı Dağları, Çin'de Qilian Dağları, Rusya / Moğolistan'da Altaylar) bizatihi esasen do­ ğu-hah yönünde uzanan oluşumlardı ve yine, fikirlerin, yeni uygu­ lamaların ve insanların yayılmasını önemli ölçüde engellemiyordu. Gerçekte, Avrasya steplerinin varlığı sayesinde (Harita 4'teki genel hatlarıyla gösterildiği gibi), Eski Dünya'nın doğal özellikleri, aslın*

Afrika'ya ilişkin kanıtlar, olduğu haliyle, bu "saf" tabloyu biraz değiştirir ama sakatlamaz. 158

6.

KÖKL ERE KARŞJ TOH U MLAR VE EVCİLLEŞTİRİ LEBİLİR M E MELİLERİN ANORMAL D A(;ILJM!

da hareketliliği kolaylaşlırdı ve göreceğimiz gibi, Eski Dünya tarihi­ nin seyrini önemli ölçüde etkiledi. Bu dönemin sonunda, GÖ 5500 ila 5000 arası bir zamanda, Dide-Fırat havzasında, Nil Vadisi'nde, İndus Vadisi'nde, Sarı Irmak ve Gök Irmak vadilerinde büyük uy­ garlıklar yükseldi. Daha önce anlathğımız üzere, Amerika kıtasında yayılmanın önündeki (çok etkili) engellerin yol açlığı sonuçlardan biri, Avru­ palıların gelişinden önce Kuzey Amerika' da, bazı büyük ve geliş­ miş şeflikler bulunmasına karşın, hiçbir önemli uygarlığın ortaya çıkmamış olmasıydı. Afrika' da da bundan farklı olmayan bir tablo vardı; Balı Afrika' da, Sahra'nın güneyinde, en erken MÖ 800 yılına kadar uygarlık ortaya çıkmadı. Orada ilk baştaki ana ürünler, yam ve sonra akdarıydı, daha sonra Okyanusya' dan muz ve gölevez (taro) geldi; evcilleştirmeye uygun tek bir hayvan türü vardı ve o da beçtavuğuydu. Bu nedenle, Afrika da Güney Amerika' dan farklı olmayan bir durumdaydı. Anayurdu Balı Afrika olan Bantular GÖ 5000' de sığır ve yam ye­ tiştiriyorlardı, ama metallerden yoksundular ve hala avcılık, balıkçı­ lık, toplayıcılık yapıyorlardı. Anlaşıldığı kadarıyla, Afrika' da metal ergitme işlemi GÖ 4000 dolayında ortaya çıklı. Yine, Güney Ameri­ ka' da olduğu gibi, kuzey-güney yayılımının önünde engeller vardı. Örneğin, Mısır'ın buğdayı ve arpası, Akdeniz iklimine sahip Ümit Burnu' na hiçbir zaman ulaşmadı, ta ki Avrupalılar bu ürünlerle bir­ likte oraya varıncaya kadar. Hoysan ya da Khosian halkı (Kalahari Buşmanları) hiçbir zaman tarım geliştirmedi. Sahel'de (Sahra'nın sı­ nırınd �ki savan bölgesinde) yaz yağışlarına uyum sağlamış olan ta­ rımsal ürünler, Kap bölgesinde yetiştirilemedi. Sahra (GÖ 2500'den başlayarak) ve çeçe sineği, çiftlik hayvanlarının, özellikle sığırın ve alın. yayılmasını önledi. Sığırın, koyunun ve keçinin Serengeti'yi aşip geçmesi 2000 yıldan uzun zaman aldı; çanak-çömlek ise (Su­ dan' da ve Sahra' da GÖ 10.000 gibi erken bir tarihte kaydedilmesine karşın) MS 1 yılına kadar Kap'a ulaşmadı.12 Böyle bakılınca, Eski Dünya her türlü avantaja sahip görünmek­ tedir ve bu, bir dereceye kadar doğrudur. Eski Dünya'nın büyük­ lüğü, temelde doğu-balı doğrultulu yerleşimi, tropikal kuşaktan genellikle uzak konumu, tüm bunlar, hayati ölçüde önemliydi. Ama 12

Diamond, Guns, Germs and Steel, anılan yapıt, 159

s.

400.

B Ü Y Ü K BÖL Ü N M E

henüz sözümüz bitmedi. Eğer dünyanın coğrafi biçimlenimi ve bit­ kilerin yerküre üzerinde dağılımı, ilk başta yarım küreler arasındaki en temel bölünmeyi oluşturduysa, ondan sonraki tarihi şekillendi­ ren (tek olarak başka herhangi bir faktörden daha önemli) faktör, evcil hayvanların üstlendiği roldü.

160

74 BABALIK, DOGURGANLIK, ÇİFTÇİLİK: "DÜŞÜŞ" Bu kitabın omurgası, ideolojinin (insan doğasına ilişkin anlayışın ve toplumsal örgütlenme açısından bunun ima ettiği şeyin) iki yarım kürede gösterdiği farklı gelişimdir; ilk önce yaklaşık MÖ 10. bin­ yılda başlayarak birlikte meydana gelen bütün o birbirine bağlı de­ ğişiklikler kompleksi sayesinde, bu farklı yörüngelerin nasıl uzak­ laşmaya başladığı bu bölümde ve bir sonraki bölümde açıklanıyor. Hangi türden olursa olsun, mezar eşyalarının varlığı, eski in­ sanların en azından ölüm sonrası yaşam olasılığına inandıklarını düşündürüyor, bu ise doğa üstü varlıklara inancı ima etmektedir. Antropologlar, bir dinin üç unsurunu şöyle saptarlar: Bir bireye ait maddi olmayan bir bileşenin ("ruh"un) ölümden sonra varlı­ ğını sürdürebildiği; bir toplumdaki belirli bireylerin, doğa üstü varlıklardan dolaysız ilham alma olasılığının özellikle güçlü ol­ duğu; belirli ayinlerin, güncel dünyada değişiklikler yaratabildiği inancı. Moskova'nın 241 kilometre dışındaki Sungir' de bir mezar­ lıkta bulunan ve GÖ 28000 ila 25000 arası çeşitli yıllara tarihlenen boncuklar, o zamanki insanların ölümden sonra yaşama gerçekten inahdıklarını düşündürüyor, gerçi bu "ruh" un nasıl hayal edildiği­ ni bilmemizin hiçbir yolu yoktur. Orta ve Doğu Avrupa'nın çeşitli yerlerinde bulunan, pek çok harika resimle bezenmiş ücra mağa­ ralar, kesinlikle birer ayin merkeziydi (hayvansal yağa bahnlmış yosun fitillerin yakıldığı, birkaç örneği bulunmuş olan ilkel ışıklarla aydınlahlıyordu). Güney Fransa' da, İspanya hududuna yakın Arie­ ge' deki Les Trois-Freres mağaralarıyla daha önce tanışlık; orada, sırhna otçul bir hayvanın postunu giymiş, at gibi kuyruğu ve dallı boynuzlan olan, ayakta bir insan gibi görünen bir figür (başka de161

BÜ YÜK BÖLÜ NME

yişle, bir şaman) vardı (bkz. Görsel 1, sayfa 82). Bavyera' daki Jura Dağları'nda, Schelklingen'e yakın bir mağarada, mamut dişinden oyulmuş birçok benzer figürün bulunduğu 2003'ün sonunda duyu­ ruldu. 33.000-31.000 yıl öncesine tarihlenen bir Löwenmensch, yani yarı hayvan, yarı insan şeklinde bir "aslan-kişi", bu figürler arasın­ daydı ve büyü ya da dinsel inanç sistemlerinin en eski biçiminin şamanizm olduğunu doğrular nitelikteydi. Les Trois Freres' deki bir şaman figürü, sanki dans duruşu almış gibi görünen ve burnundan iki çizgi çıkan boynuzlu bir şamanı gösterir (Görsel 3). Sanrılatıcı (halüsinojen) enfiye çeken şamanların, burunlarından belki de kut­ sal sayılmış olabilecek maddeler çıkardıklarını, sonraki bölümde göreceğiz. (Bu, hem Yeni Dünya'nın yağmur ormanlarındaki eski halkların hem de bugün Güney Afrika' da yaşayan San halkının re­ simleri için geçerlidir.)1

Görsel 3. Burnundan bir madde

çıkan "dans eden şaman", ykl. MÖ 14000. Les Trois Freres Mağarası, Ariege, Fransa. Karş. Görsel 10, sayfa 287. Güney Afrika'daki Witwatersrand Üniversitesi'nde bilişsel arkeoloji onursal profesörü olan David Lewis-Williams, ilk din­ lerin şamancı nitelik taşıdığından emindir ve mağara sanatının tasarımını dinlerin açıkladığı kanısındadır. Dilin ortaya çıkışıyla, ilk insanların, değişim geçirmiş iki, belki de üç bilinç durumuna ilişkin deneyimleri paylaşabildikleri görüşünü ileri sürer: Rüyalar, uyuşturucu etkisiyle oluşan sanrılar (halüsinasyonlar) ve esrime (vecd, trans). Lewis-Williams'a göre, bunlar, ilk insanların başka bir yerde bir "ruh alemi" olduğuna, gizemli yer altı dünyasına açılan mağaraların ise pratikte bu öteki dünyanın biricik konumu / 1

David Lewis-Williams, The Mind in the Cave, Londra ve New York: Thames & Hudson, 2002, s. 199-200 ve 216-217. 162

7.

BABALIK, DOCURGAN LIK, ÇİFTÇ lLlK: "D ÜŞÜŞ"

giriş kapısı olduğuna inanmalarını sağlamış olmalıdır. Lewis-Wil­ liams'ın kanısına göre, mağara sanatıyla ilişkili düz ve düzensiz çizgilerin bazıları, kendisinin "entoptik" diye tanımladığı şeydir, yani uyuşturucu etkisi altında insanların kendi beyinlerindeki (re­ tina ile görsel korteks arasındaki) yapıları gerçekten "görme"le­ riyle oluşmuştur. Lewis-Williams, mağaralardaki birçok resimde ve gravürde, doğadaki biçimlerden ya da özelliklerden, söz gelişi bir at ya da bizon kafasını akla getiren biçimlerden yararlanılması­ nın da bir o kadar önemli olduğunu söyler. Bu sanatın, kayalarda "tutsak kalmış" biçimleri "salıvermek" üzere tasarlandığını öne sürer. Benzer şekilde, "parmak oyukları", yani yumuşak kayada oluşturulan işaretler ve ünlü el baskıları, yani ilk sanatçıların açıl­ mış ellerinin çevresine kemik borularla boya püskürterek zeminde oluşturdukları el siluetleri de "el koyarak kutsama"nın ilkel bir biçimiydi ve yine kayada "kilitli kalmış" biçimleri "salıvermek" amacını güdüyordu.2 Mağaralarda geçerli örgütlenme sistemine de işaret eden Lewis-Williams, belki yitirilenleri simgesel olarak temsil eden yön­ temler kullanılarak, tüm halkın mağara ağzında, yani ölüler diya­ rının girişinde toplanabileceği, asıl mağaranın içine ise yalnızca seçilmiş birkaç kişinin girmesine izin verilebileceği kanısındadır. Lewis-Williams'ın bildirdiğine göre, bu ana odaların "yankı ya­ pan"larında, yankı yapmayanlardakine kıyasla daha çok görüntü vardır, demek ki gerek sarkıtlara hafif hafif vurularak, gerekse ka­ lıntıları bulunmuş olan ilkel "flütler" ya da tamtamlar kullanılarak çalınan bir "müzik" unsuru da kullanılmış olabilir.3 Son olarak, mağaraların en erişilmez bölümlerine yalnızca şa­ manlar girerlerdi. Bu bölümlerinden bazılarının çok yoğun karbon­ dioksit (C02) içerdiği gösterilmiştir, başlı başına bu atmosfer bile bilinç durumunda değişiklik yaratmış olabilir. Her halde şamanlar, bu kapalı mekanlarda görümlerini ararlardı. Bazı uyuşturucular, iğne ya da bıçak batırılıyor gibi bir duyuma yol açar, mağaralarda bulunan ve figürlerin kısa çizgilerle kaplandığı bazı imgeler buna uymaktadır. Şamanların ara sıra (bugünkü "taş devri" kabilelerin­ de doğrulandığı gibi) yeni bir kişiliğe bürünme gereksinimiyle bir­ leşince, bu olgu, ölüm /yeniden doğum fikrinin ve sonraki dinsel 2 3

Lewis-Wılliams, anılan yapıt, s. 224-225. A.g.y ., s. 285-286. .

163

BÜYÜK BÖLÜ NME

inanışlarda büyük ağırlık taşıdığını göreceğimiz kurban fikrinin kö­ kenlerinden biri olabilir.4

Doğumun Vaat Ettikleri ve Tehlikeleri Çok erken Paleolitik sanatta dişi biçiminin yaygın olarak tasvirini de biraz açıklamak ve yorumlamak gereklidir. "Venüs heykelcik­ leri" denilen ve çoğunluğu Gravettiyen dönemine (yaklaşık 25.000 yıl önceye) ait olan bu tasvirlere, Fransa' dan Sibirya'ya kadar uza­ nan geniş bir yay üzerinde rastlanır. Bu figürler, belki de kaçınıl­ maz olarak, pek çok tarbşmaya konu olmuştur. Figürlerin birçoğu (ama kesinlikle hepsi değil), belki gebe olduklarını gösterir şekil­ de, etli butlu, iri memeli ve göbeklidir. Birçoğunun (ama hepsinin değil) ferçleri, doğurmak üzere olduklarını gösterir şekilde, gergin durumdadır. Birçoğu (ama hepsi değil) çıplakbr. Birçoğunun (ama hepsinin değil) yüzü yoktur, ama süslenip püslenmiş saçları var­ dır. Birçoğu (ama hepsi değil) tamamlanmamışbr, sanki yarabcı, bu figürlerin yalnızca cinsel ayırıcı özelliklerini öne çıkarmak istemiş gibi, ayakları ya da kollan eksiktir. Birçoğu (ama hepsi değil), özgün olarak aşı boyasıyla boyanmışbr; aybaşı kanamasını simgelemek amaçlanmış olabilir mi? Bazı figürlerin uyluklarının arkasına çiz­ giler çekilmiştir, belki de bunlar, doğum sürecinde suyun gelmesini göstermektedir. Bu konuya eleştirel yaklaşan arkeolog Paul Bahn gibi bazıları, bu figürlere aşırı cinsellik yüklerken dikkatli olmak gerektiğini, bu yaklaşımın bize eski insanlardan çok, modem paleontologların bakışını yansıtbğını savunmuşlardır. Bahn, bu noktaya şöyle par­ mak basıyor: Yine de erken çağa ait başka sanat eserleri cinsel te­ maları gerçekten düşündürüyor. Fransa'nın Cahors bölgesindeki Quercy' de bulunan Cougnac mağarasında doğal bir kovuk vardır ki, (bugün görenlere) kadın fercinin şeklini çağrışbnr; bu, "aybaşı kanamasını simgelemek için" mağarayı aşıboyasıyla boyadıklarına göre, eski çağ insanlarının da öyle algıladıklarını düşündüren bir benzerliktir. Rusya'nın Güney Urallar bölgesindeki İgnatievka ma­ ğarasında 1980' de bulunan imgeler arasında bir kadın figürü vardır; bu figürün bacakları arasındaki yirmi sekiz kırmızı nokta, büyük 4

A.g.y. 164

7. B AB ALIK, DOGURCANLlK, ÇİFTÇİLİK: "DÜŞÜŞ"

olasılıkla adet döngüsünü temsil etmektedir. Sovyet arkeologlar, Si­ birya' daki Mal'ta ören yerinde iki bölüme ayrılmış evler keşfettiler. Evin bir yarısında yalnızca erkeklerce kullanılan nesneler bulundu, diğer yarısında ise kadın heykelcikleri saptandı. Bu, evlerin tören­ sel olarak cinsiyete göre bölünmüş olduğu anlamına mı gelir?5 Bu ilk "cinsel imgeler" den bazılarına aşırı yorum kahlmış olsun ya da olmasın, erken dönem sanatta ci'!selliğin temel imgelerden biri olduğu ve kadın cinsel organı tasvirlerinin erkek cinsel organı tasvirlerinden çok daha yaygın olduğu yine de bir gerçektir. Aslına bakılırsa, Gravettiyen dönemde erkeklere ilişkin hiçbir tasvir yoktur ve dolayısıyla bu durum, ilk insanların erkek bir tanrıdan çok, bir "Büyük Tanrıça"ya tapındıklarını öne süren seçkin Litvanyalı ar­ keolog Marija Gimbutas'ın iddialarını destekler görünüyor. Bu tür inançların gelişmesi, o çağda herhalde büyük bir gizem sayılacak olan doğumla, emzirme mucizesiyle ve sıkınh verici aybaşı olgu­ suyla belki de bir bakıma ilişkiliydi. New York Üniversitesi'nde ant­ ropoloji profesörü olan Randall White, bu figürlerin, ilk insanın he­ nüz cinsel ilişki ile doğum arasındaki bağı kavramadığı bir zamana (ve öyle bir zaman kesinlikle yaşanmış olmalı) ait olduğu şeklindeki ilgi çekici düşünceyi ekliyor. Doğum, o zamanlar gerçekten mucize gibi görünmüş olmalıdır ve ilk insan, kadınların doğum yapmak için, örneğin hayvanlardan bir tür ruh aldıklarını düşünmüş olabi­ lir. Cinsel ilişki ile doğum arasında bağ kuruluncaya kadar, kadın, erkeklere kıyasla çok daha gizemli ve mucizevi bir yarahk gibi gö­ rünmüş olmalıdır. Gravettiyen sanatta erkeklere ya da erkek işlevi­ ne dair hiçbir imgenin olmaması bu yüzden midir? Anne Baring ve Jules Cashford, The Myth of the Goddess: Evolution of an Image adıyla çıkardıkları kitapta, bu erken heykelcikleri Pale­ olitik Ana Tanrıça olarak tanımlıyorlar ve bu tanım, Büyük Bölünme cıçısından meselenin tam özüne dokunuyor.6 Çünkü bu heykelcik­ lerle ve temsil ettikleri ilke / fikirlerle ilgili birçok şeyin açıklanması gereklidir. Birincisi, bunlar niçin o zamanda ve o yerde yapılmışhr? İkincisi, taşıdıkları anlam nedir? Üçüncüsü, Yeni Dünya' da bunlara niçin rastlanmaz? Enrique Florescano, The Myth of Quetzalcoatl adlı kitabında, etli butlu bir doğurganlık tanrıçasına ait iki imgeye Yeni 5 6

Mircea Elidae, A History of Religious Ideas, Cilt l, Londra: Collins, 1979, s. 20. Anne Baring ve Jules Cashford, The Myth of the Goddess: Evolution of an Image, Arkana / Penguin Books, 1991 / 1993, s. 9-14.

165

B Ü Y Ü K BÖL ÜNME

Dünya' da rastlandığını kaydeder, ama tüm Amerika' da böyle bir tanrısal varlıkla ilgili benim bulabildiğim tek kanıt budur.7 Randall White, eski insanların cinsel ilişki ile doğum arasındaki bağı kavramadıkları bir zamanın yaşanmı ş olması gerektiğini, çün­ kü insanda (aybaşı kanamasının bitmesinden bebeğin doğumuna kadar) ortalama 280 gün olan gebelik süresinin, böyle bir bağın göz­ lenmesine olanak vermeyecek kadar uzun olduğunu öne sürmekte elbette haklıdır. Kavrayıştaki bu gecikme, niçin Venüs heykelcikleri­ nin yalnızca (fildişinden ya da taştan) oyulduğunu ve niçin mağara duvarlarında neredeyse hiç resim olarak tasvir edilmediğini; niçin çoğu kez kafalarının ve ayaklarının olmadığını ya da bu özelliklerin niçin hayli stilize edildiğini açıklamaya yardımcı olur. Bu heykelcik­ ler, taşınabilir olmaları gerektiği için, oyularak yapılıyordu: Klan ya da kabile, sürülerinin peşinden giderken, bu heykelcikleri yanına alıyordu ve heykelcikler, yalnızca önemli, pratik özelliklerini içere­ cek şekilde oyuluyordu. Elizabeth Wayland Barber ve Paul Barber, When They Severed Earth from Sky: How the Human Mind Shapes Myth adıyla kaleme aldıkları kitapta, pek çok ortak efsanenin, antik halklarca önemli olduğu düşünülen olgulara ilişkin ve söz konusu olguları anım­ samak, torunlarını da uyarmak için bugün bile aşina olduğumuz zihinsel araçlarla aktarılan hayli doğru gözlemlere dayandığını, inandırıcı bir dille betimlemişlerdir. 8 Barber'lar, devlerin nasıl ya­ nardağlar ya da mamut iskeleti kalınbları olarak anlaşılması gerek­ tiğini, volkan püskürmelerinin nasıl devasa "taş sütunlar" olarak kavranabileceğini, bu püskürmelerin nasıl büyük güçlere sahip yer allı aleminin etkileyici kanıtları olduklarını, fırhna tanrılarının nasıl kanatlı atlar haline ve tsunamilerin nasıl "denizden çıkan boğalar" haline geldiklerini ortaya koyarlar. Buna dayanarak, şu çıkarımda bulunabiliriz: Eski insanlar, doğumun mucizevi mahiyeti konusun­ da kesinlikle bilgiliydiler, ama bunun hassas, hatta riskli bir dönem olabildiğinin de bir o kadar farkındaydılar ve bu yüzden, kadın be­ deninin aldığı biçimleri, doğumun yakın olduğunu gösterir şekilde incelikle ve ayrınhlanyla heykelciklere işlediler. Cinsel birleşme ile 7

8

Enrique Florescano, The Myth of Quetzalcoatl, çev. Lysa Hochroth, Baltimore ve Londra: Johns Hopkins University Press, 1999, s. 199. Elizabeth Wayland Barber ve Paul T. Barber, When They Severed Earth from Sky: How the Human Mind Shapes Myth, Princeton, NJ ve Oxford: Princeton University Press, 2004. 166

7. B AB ALIK, DOGU RGANUK, ÇiHÇİLİK: "DÜŞÜŞ"

doğum arasındaki bağın farkında olmamaları nedeniyle ve gebelik döneminde tüm kadınların karnı eşit büyümediği için, gebelik süre­ cini yöneten biyolojik ritimler hakkında bir fikir sahibi olamazlardı ve dolayısıyla, belki müstakbel anneyi, yırbcılardan koruyabilmek için, sevdikleri ya da tanıdıkları bir mağarada saklayarak, tehlike­ siz bir doğum şansını arbrabilmek üzere yaşamlarında ne zaman düzenleme yapabileceklerini bilebilmelerinin tek pratik yolu, doğu­ mun yaklaşbğını gösteren bedensel işaretlerdi. Mayıs 2009' da, Almanya' daki Hohler Fels mağaralarında kazı yapılırken mamut dişinden yontulmuş ve 35.000 yıl öncesine ta­ rihlenen küçük bir Venüs heykelciğinin keşfedildiği duyuruldu. Tübingen Üniversitesi'nde görevli olan ve kazı ekibinde yer alan Nicholas Conard, heykelciğin abarblı cinsel özellikler gösterdiğini ve kafasının olması gereken yerde bir halkanın bulunduğunu be­ lirtti. 9 Conard, heykelciğin "bir ipe asılı olduğu ve kolye olarak takıldığı" kanısındaydı. Bu, genel resme uygundur ama insanların heykelcikleri yanlarında taşıdıklarını doğrular niteliktedir, yani bu­ rada önerilen yorumu desteklemektedir. En eski Venüs heykelcikleri 40.000 ila 35.000 öncesine tarihlendi­ rilir ve yaklaşık 11.000 yıl önce rastlanmaz olur (İsviçre' deki Mon­ ruz Venüsü). Bu tarihlendirme de anlamlıdır, çünkü memelilerin ilk evcilleştirildiği zamana yakındır. İneklerin gebelik süresi, insanla­ rınkine çok benzer (285 gün); abn gebelik süresi daha da uzundur (340-342 gün), ama köpeğinki sadece 63 gün, yani ancak iki aydır, dolayısıyla ilk insanlar, cinsel birleşme ile gebelik arasındaki son derece önemli bağı (yeni) evcilleştirilen köpeklerin davranışım gözlemleyerek saptamış olabilirler. Los Angeles'taki Kaliforniya Üniversitesi'nden Bridgett M. Van Holdt ile Robert K. Wayne'in DNA'ya ilişkin kanıtlan kullanarak ancak Mart 2010' da bildirdik­ leri bulgular, Orta Doğu' da köpeklerin evcilleştirilmesini, yaklaşık 12.000 yıl öncesine tarihlendirmektedir. 10 Sezgisel bakılınca bu, insanların cinsel birleşme ile doğum ara­ sındaki bağı keşfetmesi için çok geç bir tarih gibi görünüyor. Ama Malcolm Potts' a ve Roger Short' a göre, Avustralya yerlileri (Abori­ jinler ), benzer şekilde kısa (64 günlük) bir gebelik süresine sahip bir 9 10

Nature, 001:10.1038 / nature07995. Nature, 2010; DOI:10.1038 / nature08837. 167

B Ü Y Ü K BÖL ÜNME

köpek cinsi olan dingoyu evcilleştirinceye kadar cinsel birleşme ile gebelik arasında bağ kurmadılar.11 Bu görüş, önceki bir bölümde öne sürüldüğü gibi (genellikle erkek olan) şamanın kendisini da­ hil etmezsek, erkek tanrıların MÖ 7. binyıla kadar ortaya çıkmamış göründüğü gerçeğiyle de tutarsız değildir. O zaman, eğer şamanı hesaba katarsak, bunun anlamı, insanlığın en erken ideolojisinin iki ilkeye tapınmayı kapsamış olduğudur: Birincisi Büyük Tanrıça ve doğurganlık gizemi, ikincisi ise sağkalım sorununu vurgulayan av­ lanma. Fransa' daki Les Trois Freres mağarasında bulunan yaralı bir ayı imgesi, hayvanı, pek çok okla ve mızrakla vurulmuş, ağzından ve burun deliklerinden kan akarken resmeder. Boğa güreşi seyret­ miş olan herkes, bu tabloyu tanıyacakhr. Göreceğimiz gibi, farklı imgelerin ağır bashğı Yeni Dünya'nın aksine, Eski Dünya' da bu Büyük Tanrıça izleği başat ideolojik ana fikir haline gelecekti. Dolayısıyla bu imgenin, bu ana fikrin, orada, o zaman niçin ortaya çıkhğıru ve kapsamının niçin sınırlı kaldığını kendimize sormamız gerekiyor. Bu, tam doyurucu yanıt verilebilecek bir soru değildir, ama ol­ guyu anlama yönünde biraz yol alabiliriz. Söylenecek ilk şey, Buzul Çağı M Ö 40.000 ila 20.000 arasında sona ererken, diyelim ki buzul­ lar ve donmuş topraklar küçülüp otlaklar genişlerken, tüylü ma­ mutun, tüylü gergedanın ve ren geyiğinin yerini bizon, at ve sığır sürülerinin aldığıdır.12 Daha sonra, otlaklar da yerini sık ormanlara bırakhğı için, sürüler doğuya hareket etti ve binlerce avcı onların peşinden gitti. Mağara resimlerinin üçte birini atlar oluştururken, üçte birini de bizon ve yaban sığın oluşturur. Ren geyiklerine ve mamutlara ait birçok kemik bulunmuş olmasına karşın, bu türler pek görünmez olur.13 Özellikle soğuk ve don koşullarıyla diğer büyük memelilerden daha kolay başa çıkabilen ren geyiği bakımından, avcıların ideolo­ jisinin şamanizm olduğunu önceki bir bölümde gördük. Öyleyse burada, mağara sanahnda, "ham şamanizm" diyebileceğimiz olgu ile insanın ren geyiği dışındaki memelilerle (av hayvanı olarak gö­ rece yeni, daha az tanınan, dolayısıyla da huylarının kaydedilmeMalcolın Potts ve Roger Short, Ever Since Adam and Eve: The Evolution of Human Sexuality, Cambridge, UK: Cambridge University Press, 1999, s. 85. 12 Baring ve Cashford, anılan yapıt, s. 6. 13 A.g.y., s. 30. 11

168

7. BABALI K, DOG U RC ANLI K,

Ç İFTÇİLİK: " DÜ Ş ÜŞ"

si gereken atla, sığırla, koyunla ve keçiyle) ilk yakın karşılaşması arasında bir tür geçiş aşamasına mı tanık oluyoruz? Gövdeleri söz konusu olunca, birçok hayvan profilden, yani yandan görünüşüyle resmedilirken, toynakları tüm ayrınhlarıyla resmedilmiştir; bundan anlaşıldığına göre, profiller ve toynak biçimleri, sonrası için belleni­ yordu ya da çocukları eğitmek için kullanılıyordu. Eğer heykelcikleri yanlarında taşıyan insanlar, Haim Ofek'in saptadığı gibi, buzullaşmış iki sıradağ arasındaki "yeni" otlaklar boyunca "yeni" hayvanların peşinden gidiyorduysalar, steplerin dağılımı, stepin bittiği Baykal Gölü civarında sona eren Venüs hey­ kelciklerinin yayılımını da açıklardı. Baykal Gölü ve kuzeyindeki Lena Nehri, ahn ve sığırın geçmeyeceği bir tür doğal sınır oluşturur. Harita 3'te de gösterildiği gibi, sığırın ve koyunun dağılımıyla ilgili haritalar bunu doğruluyor. Bu nedenle, eğer ilk insanlar, önceki bir bölümde ana hatlarıyla anlahldığı gibi, Moğolistan üzerinden Bering Boğazı'nı geçerek ve / veya ana protein kaynağını balıktan sağlayıp Güneydoğu Asya' dan kuzeye doğru kıyıları tarayarak Yeni Dünya'ya ulaşhlarsa, Avras­ ya'nın (esasen büyük memeli avcılığına dayalı) buzul sonrası ide­ olojisini benimseyip ruhsal yapılarıyla bütünleştirmezlerdi. Cinsel birleşme ile doğum arasındaki bağı tahminen bağımsız olarak keş­ fedeceklerdi ama bunu, şu ya da bu nedenle (belki memeli otlahcı­ lığına görece rastlanmadığı için), tapınılacak genel bir ilke düzeyine yükseltmediler. Denizci ve kıyı tarayıcı halklar, balıkların ya da de­ niz memelilerinin üremesi hakkında herhangi bir fikir edinemezler­ di. Benzer şekilde, yaşam ortamlarını yalnızca yaban hayvanlarıyla paylaşan yağmur ormanı sakinlerinin çiftleşmeyi gözlemleme fırsa­ h çok daha az olurdu, doğuma tanıklık etme fırsah ise neredeyse hiç olmazdı, çünkü yaban ortamında bu süreç son derece tehlikelidir. Tüm bu söylenenler elbette yorumdan ibarettir, ama akla yatkın ve manhken tutarlıdır. Cinsel birleşme ile doğum arasında bağ bulunduğu ve besin amaçlı kullanılabilen başka memeliler açısından bunun genellikle geçerli olduğu bir kez kavranınca, doğurganlığı denetleme düşün­ cesi (hayvan evcilleştirmenin belirleyici bir yönü) olasılık olarak ortaya çıkacakh. Dolayısıyla, bu da cinsel birleşme ile doğum ara­ sındaki bağın yaklaşık ancak 12.000 yıl önce keşfedilmesiyle tutar­ lıdır. 169

BÜYÜK BÖLÜ N M E

Küçülen Topraklar ve Yabani Bahçeler Eski Dünya' da bitkilerin ve hayvanların evcilleştirilmesi, 14.000 ila 6.500 yıl öncesi arasına denk gelen bir zamanda gerçekleşmiştir ve tarihöncesine ilişkin incelemelerde en yoğun araşhrılan konular­ dan biridir. Tarımın nerede ve nasıl başladığını, hangi bitkilerle ve hayvanlarla başladığını arhk oldukça açık seçik bilmemize karşın, bu köklü değişikliğin niçin meydana geldiği konusunda bugün bile geniş bir görüş birliğine varılmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Gö­ receğimiz gibi, bu konudaki teoriler iki gruba ayrılır. Bir yandan, çevreyle / ekonomiyle ilgili birkaç teori vardır; bir de dinsel teoriler vardır ki, şu an yalnızca bir tanesi yaygındır. Bitkilerin ve hayvanların (bu sırayla) evcilleştirilmesi, dünyanın kesin olarak söyleyebileceğimiz iki bölgesinde ve belki yedi başka bölgesinde bağımsız olarak gerçekleşti. Emin olduğumuz iki bölge­ den ilki, Güneybah Asya (Orta Doğu), özellikle İsrail' deki Ü rdün Vadisi'nden Lübnan'a ve Suriye'ye uzanan, Türkiye'nin güneydo­ ğu köşesinden Zağros Dağları'nı dolaşarak bugünkü Irak'ı ve İran'ı kapsayan, Eski Çağ' da Mezopotamya olarak bilinen "Bereketli Hi­ lal" bölgesidir. Bağımsız evcilleştirmenin gerçekleştiğinden kuşku duyulmayan ikinci bölge ise bugünkü Panama ile Meksika'nın ku­ zey kesimleri arasında uzanan Orta Amerika' dır. Ek olarak, dünya­ nın beş başka bölgesinde daha evcilleştirme yapılmışhr, ama bunun bağımsız olarak mı yapıldığı, yoksa Orta Doğu' da ve Orta Ameri­ ka' da daha önce kaydedilen gelişmelerden mi türediği konusunda emin olamayız. Söz konusu bölgeler, Yeni Gine yaylaları, Sahra alh Afrika' da bugünkü Fildişi Kıyısı, Gana ve Nijerya boyunca Sudan' a ve Etiyopya'ya kadar uzanan dar bir kara kuşağı, alışılmadık coğ­ rafyası sayesinde evcilleştirmenin bağımsız olarak meydana gelmiş olabileceği And Dağları / Amazon bölgesi ile evcilleştirmenin çok büyük olasılıkla Orta Amerika' dan kaynaklandığı Birleşik Devlet­ ler' in doğu kesimidir. Andrew Sherratt, bu bölgelerin dünya üzerindeki dağılımına ilişkin bir açıklama önermiştir. Sherratt'ın teorisine göre, bu böl­ gelerin üçü (Orta Doğu, Orta Amerika ve Güneydoğu Asya'daki adalar zinciri), kendisinin "işlek noktalar" dediği yerlerdir: Buralar, jeolojik ve coğrafi açıdan sürekli değişimin meydana geldiği bölge­ ler olmuştur; yer kabuğu üzerinde hareket eden tektonik levhaların ürettiği inanılmaz boyuttaki basınçlar, bu üç bölgede dar kıstaklar 1 70

7.

BABALIK, DOC URGANLIK, ÇİFTÇİLİK: " DÜ Ş ÜŞ"

oluşturarak, dünyanın başka bir yerinde görülmeyen özel karakte­ ristikleri bir araya getirmiştir. Bu özel karakteristikler, ilk olarak, te­ pelerin, çöllerin ve alüvyon tabakalarının (akarsularca oluşturulan kum ya da çamur çökellerinin) çarpıcı bir şekilde yan yana dizilmesi ve ikinci olarak, nüfus yığılmasına yol açan, bu nedenle de kıstağın arlık geleneksel avcılık-toplayıcılık faaliyetlerine yeterli gelmediği dar kara şeritleridir. Dolayısıyla, bu "işlek noktalar", hakim koşul­ ların, o bölgelerde yaşayan ilk insanların farklı bir geçim tarzı geliş­ tirmelerine büyük ivedilik kazandırdığı "çekirdek alanlar" haline gelmiştir.14 Yalınlığıyla dikkat çeken bu teori ya da tarımın kaç kez "icat edil­ diği" ne ilişkin görüş ne ölçüde doğru olursa olsun, kronolojik açı­ dan bakılınca, bitkilerin ve hayvanların ilk kez Güneybah Asya' da­ ki "Bereketli Hilal" de evcilleştirildiği konusunda hiç kuşku yoktur. Birincisi, neolitik tarımın asıl "kurucu ürünler" ini oluşturan üç tahıl vardı. Bunlar, önem sırasında göre, kavılca ya da gemik buğdayı (Triticum turgidum, alt tür dicoccum), arpa (Hordeum vulgare) ve siyez buğdayı (Triticum monococcum) idi. Bu tahıllar ilk kez GÖ 10. ila 11. binyıllarda görüldü. İkincisi, hızlı yetişen, yüksek verimli bu tahıl­ ların evcilleştirilmesine koşut olarak, kardeş ya da eşlikçi bitkiler, özellikle bezelye (Pisum sativum), mercimek (Lens culaniris), nohut (Cicer arietinum), fiğ (Vicia ervilia) ve keten (Linum usitatissimum) ekil­ meye başladı. Her bir olguda, evcil ürünün evrilip geliştiği özgün yabani çeşit günümüzde saptanmışhr; bu ise evcil çeşitlerin yabani akrabaları karşısında ne gibi avantajlar sağladıklarını görmemize olanak sağlar. Örneğin siyez buğdayı olgusunda, yabani ve ekilen çeşitler arasındaki ana ayırıcı özellik, tohum dağılımının biyolo­ jisinde yatar. Yabani siyezin kolay kırılan başakları vardır ve ayrı ayrı başakçıklar olgunlaşınca koparak tohumu saçar. Ekilen siyez bp.ğdayında ise olgun başak daha az kırılgandır, sağlam durumda kalır ve ancak biçilip dövüldüğü zaman parçalanır. Başka bir deyiş­ le, varlığını sürdürmek için biçilmeye ve sonra ekilmeye gereksinim duyar. Diğer tarımsal ürünler için de aynısı geçerlidir: Evcilleştirilen çeşitler, yabani türlerden daha az kırılgan oldukları için, tohumlar yalnızca bitki hasat edildiği zaman yayılır, böylelikle sürecin dene­ timini insana verir. "Bereketli Hilal"in her yanındaki çeşitli huğ14

David R. Harris (haz.), The Origin and Spread of Agriculture and Pastoralism in Eurasia, Londra: University College London Press, 1996, s. 135. 171

BÜYÜ K BÖLÜ N M E

dayların DNA'ları karşılaşhrılınca, temelde özdeş oldukları, yabani buğdayların DNA'larıyla farklılıklarının çok daha az olduğu görü­ lür. Bundan anlaşıldığı üzere, her bir olguda evcilleştirme yalnızca bir kez meydana gelmiştir. Evcilleştirmenin ilk kez meydana gelmiş olabileceği birçok özgül yer saptanmışhr. Suriye' de 10.000 bin yıl öncesine tarihlenen Tel Ebu Hureyre ve Tel Esved, Türkiye' de Kara­ cadağ, Ürdün Vadisi'nde Netiv Hagdud, Gilgal ve Eriha, yine Suri­ ye' de GÖ 12.000 ila 10.500 gibi daha da eski bir zamana tarihlenen Şam havzasındaki Asvan bu yerler arasındadır.15 Hayvan evcilleştirme olgusuyla ilgili kanıtların niteliği biraz farklıdır. En başta, dünyanın genel tarihinin buna biraz yardımcı olduğunu belirtmemiz gerekir: Son Buzul Çağı'ndan sonra, memeli türlerinin çoğu, öncesine göre daha küçüktü. Genelde, üç ölçütten biri ya da birçoğu evcilleştirme kanıh olarak kabul edilir: Tür bol­ luğunun değişmesi (bir bölgedeki silsile içinde bir türün oranının aniden artması); büyüklüğün değişmesi (yabani türlerin çoğu, ev­ cil akrabalarından daha büyüktür, çünkü daha küçük hayvanları denetim alhnda tutmak insanlara daha kolay gelmiştir); nüfus ya­ pısının değişmesi (evcil bir sürünün yaş ve cinsiyet yapısı, verimi azami düzeye çıkarmak için çoğunlukla dişiler korunarak ve henüz erişkin olmayan erkekler ayıklanarak sürü sahiplerince belirlenir). Bu ölçütler uygulanınca, öyle anlaşılıyor ki, hayvan evcilleştirme­ nin kronolojisi GÖ 9.000 yılından kısa süre sonra, yani bitkilerin evcilleştirilmesinden yaklaşık 1000 yıl sonra başladı. Bu süreçlerin gerçekleştiği tüm yerler Orta Doğu' da, gerçekte Bereketli Hilal' de­ dir, bitkilerin evcilleştirildiği yerlerle özdeş değil ama oralarla ör­ tüşen yörelerdedir. Olguların çoğunda, evcilleştirmenin genellikle şöyle bir sıra izlediği kabul edilir: Önce keçi, sonra koyun, hemen ardından domuz ve sığır (yani, iri yapılı türlerden önce, ufak yapılı türler). Köklü bir kopukluk yoktu; yıllarca insanlar, bugün tanıya­ cağımız şekliyle derli toplu küçük mülkleri ya da çiftlikleri ekip biç­ mekten çok, salt "yabani bahçeler"i ekip biçtiler. Domuzlar göçebe yaşam tarzına uyumlu olmadıkları için, bunların evcilleştirilmesi yerleşik yaşama geçildiğini düşündürmektedir. 16 15 Harris (haz.), anılan yapıt, s. 166. 16 Chris Scarre, "Pleistonen'in Sonunda İklim Değişikliği ve Soyu Tükenen Hayvanlar", Bölüm 5, The Human Past, hazırlayan Chris Scarre, Londra: Thames & Hudson, 2006, s. 13. 172

7. BABAllK, DOGURGANLIK, ÇİFTÇİLİK: "DÜŞÜŞ"

Öyleyse, Eski Dünya' da tarımın yeri ve zamanı anlaşılmışhr, bu faaliyetin dayandığı bitkiler ve hayvanlar da öyle. Dahası, evcilleş­ tirmenin yalnızca bir kez gerçekleştirildiği, sonra da Bah Avrupa'ya ve Hindistan' a yayıldığı konusunda paleobiyologlar genellikle gö­ rüş birliği içindedirler. Evcilleştirmenin Güneydoğu Asya ve Orta Afrika gibi çok uzak bölgelere de yayılıp yayılmadığı hala tarhşılan bir konudur. Bununla birlikte, tarımın niçin geliştiği, niçin o zaman geliştiği ve niçin o yerlerde geliştiği, çok daha tarhşmalı konulardır. Ayrıca, avcı-toplayıcı yaşam tarzının aslında oldukça etkili bir geçim yolu olduğu gerçeğini düşündüğümüzde, bu sorun, göründüğünden daha ilgi çekicidir. Avcı-toplayıcı kabilelerde bugün de var olan et­ nografik kanıtlar, bu insanların, kendilerini ve ailelerini geçindir­ mek için günde yalnızca üç ila beş saat "çalışma"larının genellikle yeterli olduğunu gösteriyor. Öyleyse, böyle bir koşullar dizisini, daha sıkı çalışmayı gerektiren farklı bir şeyle değiştirmeye niçin ih­ tiyaç duyuldu? Ek olarak, tahıla bağımlı yaşam, ilk insanların, av­ cılık-toplayıcılık zamanında alışık olduklarından çok daha tekdüze bir biçimde beslenmelerini zorunlu kıldı. Yine, niçin değişiklik ya­ pıldı ?17 Ekonomik savların en temel olanı, daha önce değinildiği gibi GÖ 14.000 ila 10.000 arası bir zamanda dünyanın büyük bir iklim deği­ şikliğine uğramış olduğu gerçeğine dayanıyor. Bu, kısmen, Buzul Çağı'nın bitmesinin sonucuydu: Bu olay ikili etki göstererek, deniz düzeylerini yükseltti ve ılıman iklimlerde ormanların yayılmasını teşvik etti. Bu iki faktör, açık arazi miktarının oldukça çarpıcı ölçü­ de daralmasına, eskiden açık olan alanların daha küçük birimlere bölünmesine yol açh. Açık alanların daralması bölgeciliği özendir­ di, böylece insanlar, yerel tarlaları ve sürüleri koruyup çoğaltmaya başladılar. Bu değişiklikler dizisinin bir başka yönü, iklimin gitgide kuraklaşması ve mevsimlerin daha bir belirginleşmesiydi; bu koşul­ lar, tahıl veren yabani otların yayılmasını ve halkların hem bitkisel hem de hayvansal besin bulmak amacıyla bir çevreden diğerine yer değiştirmelerini özendirdi. Dağların, kıyı düzlüklerinin, yaylaların ve ırmakların olduğu bölgelerde iklim çeşitliliği daha çoktu. Bu, Be­ reketli Hilal'in önemini açıklar. 17

Peter Watson, Ideas; A History from Fire ta Freud, Londra: Phoenix / Weidenfeld & Nicolson, 2006, s. 77. 1 73

BÜY Ü K BÖLÜNME

Mark Nathan Cohen, tarihöncesinde bir nüfus krizi yaşandığını ve tarımın evrimini bunun hızlandırdığını savunan teorinin en seç­ kin savunucusudur. Tezini desteklemek için bir dizi gerekçe sırala­ yan Cohen, tanının avcılık-toplayıcılıktan daha kolay olmadığı, ilk insanlara bol protein sağlayan büyük memelilerin, mega hayvanla­ rın eş zamanlı yok olmasında bir "küresel örtüşme" gözlendiği, Bu­ zul Çağı'nın sonunda dünya ısınınca ve insanlar çok daha hareketli hale gelince evcilleştirmenin gerçekleşmesinde de yeni bir örtüşme­ nin olduğu ve asıl tarımdan önce yabani türlerin yetiştirilmesinin, çocuk doğumunu arhncı etki yaphğı gerçeğini vurguluyor. Önce­ den değinildiği gibi, göçebelerin ve avcı-toplayıcıların, bebekleri iki yıl memeden kesmeyerek çocuk sayısını denetim alhnda tuttukları biliniyor. Bu, sürekli hareket halinde olan grubun büyüklüğünü sı­ nırlar. Ne var ki, yerleşik yaşamın gelişmesinden sonra, bu deneti­ me arlık gerek kalmadı ve sonuçta, Cohen' e göre, büyük bir nüfus patlaması meydana geldi. Eski Çağ' daki bir nüfuz krizinin kanıtlan, Cohen'in dediğine göre, gıda temini için yararlanılan yeni bölgelerin sayısından, beslenme tarzının değişmesinden, daha az hazırlık ge­ rektiren sebzelerin daha çok hazırlık gerektirenlere yeğlenmesinden, beslenmede büyük hayvanlar yerine daha küçük hayvanlara doğru bir değişimin (büyük hayvanların soyu tükendiği için) olmasından, kötü beslenmiş, avcı-toplayıcılara oranla daha çelimsiz, daha kısa ömürlü insan kalınhlarırun görece çoğalmasından, nadir hayvanlar­ la ve bitkilerle uğraşmak üzere geliştirilmiş eşya ve aletlerde uzman­ laşmadan, pişirilmeyince yenilemeyen gıdaları pişirmek için ateş kullanımının artmasından, sucul kaynakların daha fazla kullanılma­ sından, Eski Çağ'ın derinliklerinde gıda olarak yararlanılabilmesine karşın birçok bitkinin GÖ yaklaşık

12.000' e gelininceye kadar hasat

edilmemesi, otların (tahılların) gıda olarak düşük öncelikli olması gerçeğinden vb. vb. çıkarsanabilir.18 Bu nedenle, Cohen'e göre, başlı başına tarım devrimi, ilk insanlar için bir kurtuluş değildi. Daha çok, nüfus fazlalığı kriziyle başa çıkmaya yönelik bir önlemdi. Avcı-top­ layıcılar, daha aşağı bir yaşam biçimi sürdürmek şöyle dursun, öyle başarılı olmuşlardı ki, yaşam tarzlarının elverdiği ölçüde, dünyayı doldurmuşlardı ve dönülecek bir yer yoktu.19 18 19

Aynca bkz. Jared Diamond, Guns, Germs and Steel, anılan yapıt, s. 105. Mark Nathan Cohen, The Food Crisis in Prehistory, New Haven, CT: Yale University Press, 1977. 1 74

7. BAB AUK,

DOGURCANLIK, ÇİFTÇİLİK: " DÜŞÜŞ"

Bu da bir diğer çekici basit varsayımdır, ama bazı sorunlar içe­ rir. En güçlü eleştirilerden biri, rakip bir teorinin savunucusu olan Les Groube'ye aittir. Fransa' da yaşayan Groube'ye göre, derin Eski Çağ dünyasının bir nüfus krizi yaşadığı doğru değildir ya da ke­ sinlikle bu bir nüfus fazlalığı krizi değildir. Groube bunun zıddını savunur, yani Avrupa' ya ve Amerika'ya yerleşim görece geç olduğu için, dünya nüfusunun hayli seyrek olduğunu öne sürer. Groube'ye göre, insanlar Afrika' dan çıkıp daha soğuk çevrelere gittikçe, has­ talıkla ilgili sorunlar azalmış olmalıdır, çünkü daha soğuk bölge­ ler, mikrobik açından daha güvenli, daha sağlıklıydı. Bu nedenle, binlerce yıl boyunca ilk insanlar, Avrupa ve Sibirya gibi yerlerde Afrika'ya kıyasla daha az hastalık geçirmiş olmalıydı. Ama sonra, yaklaşık 25.000 ila

15.000 yıl önce önemli bir örtüşme meydana gel­

di. Dünya ısınmaya başladı ve insan Eski Dünya'nın sonuna ulaşb, yani bilinen dünya gerçekten insanla "dolu"ydu. Yiyecek hala boldu ama dünya ısındıkça, insanlar üzerinde yaşayan asalakların birçoğu da Afrika' dan çıkabildi. Kısacası, önceleri tropikal nitelikli olan has­ talıklar, ılıman iklim hastalıkları haline de geldi. "Korkunç bir üçlü" oluşturan sıtma, şistozomiyaz ve kancalı kurt, Groube'nin sözünü ettiği hastalıklar arasındaydı. Sonra, ikinci bir rastlanb meydana geldi. Bu rastlanb, hepsi memeli olan ve dolayısıyla biyolojik açı­ dan insana oldukça benzeyen büyük hayvanların avlanma sonucu soyunun tükenmesiydi. Ansızın (evrim açısından ansızın), yağmacı mikropların yerleşeceği memeli sayısı çok azaldı ve bu asalaklar in­ sana yönelmek zorunda kaldı.20 Başka bir deyişle,

20.000

yıl öncesinden sonraki bir zamanda,

dünya bir sağlık bunalımı geçirdi, insanın bizzat varlığını tehdit eden bir hastalık patlaması meydana geldi. Groube'nin biraz tuhaf sayılan teorisine göre, bu hastalık belasıyla karşı karşıya kalan ilk insanlar, bebek doğumunu aşağı yukarı üç yılda bir doğumla sınırla­ yan göçebe yaşam tarzının, nüfus düzeylerini sürdürmek için yeter­ siz olduğunu kavradılar. Bu nedenle, yerleşik yaşama geçildi, çünkü bu yaşam tarzı insanların daha sık çocuk sahibi olmalarına, çoğalma­ larına ve soylarının sönmesinden kaçınmalarına olanak veriyordu. Groube'nin teorisini çekici kılan bir şey, yerleşik yaşam ile tarı­ mı birbirinden ayırmasıdır. Bu buluş, İkinci Dünya Savaşı'ndan beri 20

Groube, "Tanrnın Ortaya Çıkışında Hastalıklann Etkisi", Harris (haz.), anılan yapıt içinde, s. 101-129.

175

BÜY Ü K BÖ L Ü N ME

edinilen çok önemli iç görülerden biridir. "Neolitik Devrim" terimi­ ni türettiği 1941'de, arkeolog V. Gordon Childe, tarımın icadıyla ilk köylerin gelişmesinin önünün açıldığını, bu yeni yerleşik yaşam tar­ zının ise, yeri gelince, çömlekçiliğin, metalürjinin icadına ve sadece birkaç bin yıl içinde, ilk uygarlıkların doğuşuna yol açtığını savun­ du. Bu derli toplu fikir artık geçerliliğini yitirmiştir, çünkü yerleşik yaşamın, yani avcı-toplayıcı yaşam tarzından köylere geçişin, tarım devrimi meydana gelinceye kadar zaten hayli yol kat etmiş olduğu oldukça açıktır. Bu, bizim ilk insana ve düşünce tarzına ilişkin anla­ yışımızı dönüşüme uğratmıştır.

Köpeklere, Dingolara ve Evcilleştirmeye Dair: Türeyiş, Düşüş ve Tek Eşliliğin Anlamı Yerleşik yaşam tarzının tarımdan önce geldiği gerçeğinden hareket eden Fransız arkeolog Jacques Cauvin, Orta Doğu arkeolojisine ilişkin geniş kapsamlı bir değerlendirme gerçekleştirdi; bu sayede, birçok gelişmeyi, en dikkat çekici olarak da daha yorumsal / felsefi yeniliklerimizin gelişmesi açısından geniş kapsamlı imalar içeren dinin kökenini ve ev fikrini bağdaştırma olanağı buldu. Başka bir deyişle, Eski Dünya' da ideolojinin gelişerek nasıl şamanizmin öte­ sine geçtiğini açıkladı. Cauvin (ölümü 2001), Fransa'nın Ardeche bölgesinde (Lyon ile Marsilya arasında) bulunan Jales' deki Institut de Prehistoire Orien­ tale' de emekli araştırma direktörüydü. Yakın Doğu' daki tarım ön­ cesi köyleri ayrıntılı şekilde inceleyerek işe başladı. Natufyan kül­ türü denilen kültür, MÖ 12.500 ila 10.000 arasında, Fırat' tan Sina'ya kadar uzanan Levant'ın neredeyse tümüne yayıldı (Natufyan ismi, İsrail' de N atuf Vadisi'ndeki bir arkeolojik alandan gelir). Ürdün' de Taberiye Gölü'nün kuzeyinde bir vadi olan Eynan Mallaha' da ya­ pılan kazılar, depolama çukurlarının varlığını saptadı, dolayısıyla "bu köylerin yalnızca Levant'taki ilk yerleşik topluluklar olarak değil, 'tahıl hasatçıları' olarak da tanımlanması gerektiği"ni ortaya koydu.21 21

Jacques Cauvin, The Birth of the Gods and the Origins of Agriculture, Cambridge, BK: Cambridge University Press, 2000 (Fransızca basım, 1994, çeviren: Trevor Watkins), s. 15.

1 76

7. B A B ALIK, DOGU RCAN LIK, ÇİFTÇİ LİK: "DÜŞÜŞ"

Natufyan kültürü, köy olarak bir araya kümelenmiş (yaklaşık allı hane) ve yarısı toprak allında kalacak şekilde sığ dairesel çukur­ lara inşa edilmiş evleriyle ünlüydü; evlerin yanları "kuru taş perde duvarlarla desteklenmişti; bir ya da iki ocaklık bulunuyordu ve eş merkezli daireler oluşturan direkleri (inşaatla ilgili önemli kanıt) vardı." Bu kültürün taş aletleri, yalnızca avlanmak için değil, öğüt­ mek ve dövmek için de kullanılıyordu, kemikten yapılmış birçok alet de vardı. Ölüler, tek ya da toplu olarak evlerin allına ya da top­ luma ait mezarlıklara gömülüyordu. Köpeklerin mezarları dahil, bazı mezarlar törensel olabilir, çünkü bunlar deniz kabuklarıyla ve cilalanmış taşlarla bezenmişti (erken dönemde köpeklerin varlığına dikkat edin). Bu köylerde, en çok, hayvanları tasvir eden kemikten eserler bulundu (şamanizmin bir yansıması mı?). Ebu Hüreyre' de, MÖ 11 .000 ila 10.000 arasında, Natufyanlar yoğun yabani tahıl ha­ sadı yapıyorlardı, ama o dönemin sonuna doğru, tahıllar gitgide en­ derleşti (dünya giderek kuraklaşmaktaydı) ve çoban değneği, bur­ çak gibi bitkilere yöneliş oldu. Başka bir deyişle, belirli ürünlerde bilinçli uzmanlaşma olgusu henüz yoktu. 22 Cauvin, bundan sonra, Khiamyan evre denilen dönemi ele aldı. Lut Gölü'nün (Ölüdeniz) kuzey ucundaki El Khiam arkeolojik ala­ nından ismini alan bu evre, üç nedenden dolayı önemliydi: Yeni si­ lah biçimlerinin bulunmasından dolayı; inşaat malzemesi olarak kil kullanıldığını ima eder şekilde, yuvarlak evlerin ilk kez tamamen toprak üzerine çıkmasından dolayı; hepsinden önemlisi de "simge­ lerde devrim" olmasından dolayı. Natufyan sanat esasen hayvan biçimli (zoomorfik) iken, Khiamyan dönemde kadın heykelcikleri (ama "Ven�s" şeklinde olmayanlar) görülmeye başlandı. Bu heykel­ cikler ilk başta şematikti, ama gitgide gerçekçi bir niteliğe bürün­ dü. MÖ 10.000 dolayında, evlere gömülmüş Avrupa bizonu (arlık soyu tükenmiş olan bir tür yaban öküzü ya da bizon) boynuzlarına r.aırtlandı; boynuzlar bazen duvarların içine yerleştirilmişti, bu ise halihazırda simgesel bir işlev üstlendiklerini düşündüren bir dü­ zenlemeydi. Sonra, MÖ 9.500 dolayında, Cauvin'e göre, "avcılığa ve toplayıcılığa dayalı hala değişmemiş bir ekonomik bağlam içindeki" Le­ vant'ta, iki başat simgesel figürün, yani Kadın ve Boğa figürlerinin doğup gelişmesine tanık oluruz. "Kadın", diyor Cauvin, "yüce fi­ gürdü ve sıklıkla, bir Boğa doğururken tasvir edilirdi."23 22 Cauvin, anılan yapıt, s. 16 ve 22. 23 A.g.y., s. 39-48. 177

HÜYÜK BÖLÜ NME

Cauvin, şamanist olmayan dinin gerçek kökenini bu gelişmede görüyor. Onun ana tezine göre, insanlar ilk kez burada tanrı olarak temsil edilmiştir, hem dişi hem de erkek ilke tasvir edilmiştir ve bu, bitkiler ile hayvanların evcilleştirilmesinden önce meydana gelen bir zihniyet değişikliğinin göstergesidir. Çatalhöyük'te ilk kazıları (aşağıya bakın) yapan James Mellaart da bu mantık çizgisini paylaştı, ama artık Cauvin'in teorisini kıs­ men değiştirmemiz gerekiyor. Khiamyan sanatta niçin erkek figürünün değil de kadın figürü­ nün seçildiğini anlamak kolaydır. Doğum gizemi, kadını kutsal bir havayla sarıp sarmalamıştı ve bu, benzetme yoluyla, kolayca genel bir doğurganlık simgesine uyarlandı. Bu nedenle boğa, Cauvin' e göre, doğanın dizginlenemezliğini, örneğin fırtınaların salıverdiği kozmik güçleri simgelemeye çok uygundu. Dahası, Cauvin, Orta Doğu' da belirgin bir evrim de sezinledi. "Khiamyan' da ... ilk yabani boğa kafaları ve boynuzlan, binaların kalın duvarları içinde gömülü kaldı, dolayısıyla da oralarda oturanlarca görülemedi." Bu, boğanın gücünü bizatihi binalarının dokusuyla birleştirmek, öylelikle de bu yapıların, doğanın düşman güçlerine dayanmasını sağlamak iste­ dikleri için mi öyle yapıldı? Belki de mecazi olarak tek istedikleri, ilk başta [yani, ev inşa edildiğinde] kutsama için bu yeni simgeciliğe başvurarak binanın tüm yıkım biçimlerine karşı dirençli olmasını sağlamaktı. Ne var ki, daha sonra, sığır simgeciliği tüm Levant'a ve Anadolu' ya yayıldı; yaklaşık MÖ 8.000' de, Kuzeybatı Ürdün' deki Ayn Ghazal' da, insanın bizzat yer aldığı boğa güreşi eylemine ya­ pılan ilk açık göndermelere tanık oluruz. Cauvin'in dediğine göre, orada erkeklik gücü kutsanıyordu ve tarım devrimi ile din devrimi­ ni birbirine bağlayan şey, erkeklik gücüne verilen bu ağırlıktı: Her iki devrim de "hayvan alemi üzerinde üstünlük kurma arzusu"nu doyurmaya yönelik girişimlerdi. Cauvin' e göre bu, alışılagelmiş gö­ rüşün aksine, ekonomik bir değişimden çok, psikolojik bir değişim­ di, bir "zihniyet" değişikliğiydi. İnsanlar, sürü sahibi olmayı, bölge­ ci olmayan memelileri daha yakından tanıdıkça, bu tür yaratık.lan denetim altına almaya duyd4klan ilgi ve istek giderek artacaktı.24 Ama özellikle, eğer ilk insanların, cinsel birleşme ile gebelik ara­ sındaki bağı, genellikle düşünüldüğünden daha geç kavradık.lan yolundaki görüşe dönersek, durum (geçiş) kesinlikle bu kadar basit 24

A.g.y.,

s.

128. 1 78

7.

BAB ALIK, DOGURCANLIK, ÇİFTÇİLİK: "DÜŞÜŞ"

değildir. Gördüğümüz gibi, genel olarak hayvanlar, bitkilerden yak­ laşık bin yıl sonra evcilleştirildi. Bu gecikmenin nedeni neydi? İnsan bebeklerin (dolayısıyla büyükbaş ve küçükbaş hayvan yavrularının) nasıl "yapıldığı"nı insanların ancak yeni keşfetmiş olmaları mıydı? Tarihöncesi uzmanlarının birçoğunun belirttiği gibi, Ay, izledi­ ği döngünün belirli evrelerinde bir boğanın boynuzlarına benzer. Antik halklar bunun farkına varacaklardı; adet döngüsünü de fark ettikleri için, bunu, Ay'ın evreleriyle ve dolaylı olarak boğayla iliş­ kilendireceklerdi (yukarıda değinildiği gibi, üstünde yirmi sekiz kırmızı benek bulunan Venüs heykelciğini anımsayın). Eski halklar, adet kanamasının gebelikten hemen önce durduğunu, bu yüzden de "boğa biçimli" ay ile insan gebeliğinin ve doğumun bağlanhlı ol­ duğunu gözlemleyeceklerdi. Erken Neolitik resimlerin pek çoğunda kadınların boğa doğururken tasvir edilmesi bu yüzden midir? "Do­ ğurganlık simgesi"ne dayalı düz manhkla anlaşılması zor bir çelişki olarak, boğanın, penisinden çok, kafasıyla ve boynuzlarıyla temsil edildiğini söylemek önemlidir. Dahası, bir kadının gerçekten boğa doğurduğunu hiç kimse görmüş olamayacağına göre, bu imgeler ne anlama geliyordu? Şamanist dinlerde, şamanlar, diğer alemlere

ruh uçuşu yapar ve hayvan biçimine girebilirlerdi. Öyle bir anlayış sisteminde, göklerdeki boğa / şaman, yeryüzünü ziyaret edebilir ve bir kadının içine girebilirdi. Eski halklar, şu ya da bu gizemli doğa gücünün kadınlan gebe bırakhğını mı sanıyordu? Bu, akla yatkın bir teoridir; Orta Doğu'da, -11.000 ila 9.500 yıl önce, Natufyan ve Khiamyan kültürlerini izleyen Çatalhöyük ve Eriha alanlarında başka değişikliklerin de gözlenmesi, özellikle bunların ikisi, bu teoriyi daha da akla yatkın kılıyor. Bu değişiklik­ lerin ilki, Brian Fagan'ın ve Michael Balter'ın ayn ayn belirttikleri gibi, hem Türkiye' deki Çatalhöyük' te hem de Filistin' deki Eriha' da ''.gerek atalara, gerekse hayvan ve insan yaşamının doğurganlığına büyük ağırlık veren yeni bir anlayış gelişti" .25 İkinci olarak da in­ sanların topluma ait mezarlıklara (Cauvin'in işaret ettiği gibi) değil, yaşamış oldukları evlerin allına gömülmesiyle başka bir değişiklik meydana geldi. Bazen ölenlerin kafaları kesiliyor, ataların kafatas­ larına yeni özellikler verilip alçılanıyordu. Bu evler, önceleri boğa kafalarının ve boynuzlarının duvarların ve döşemelerin alhnda sak­ landığı evlerin ta kendisiydi. 25

Pagan, The Long Summer, anılan yapıt,

1 79

s.

103.

BÜYÜK BÖLÜNME

Orta Doğu' daki arkeolojik alanlarda köpeğe rastlandığını anım­ sayalım (Von Holdt'un ve Wayne'in dediklerine göre, köpeğin ev­ cilleştirildiği bölge tam olarak burasıydı). Eğer insanlar, cinsel ilişki ile doğum arasındaki bağı, burada savunulduğu gibi ancak yakın zamanlarda keşfettilerse, bunu birçok şey izlemiş olabilirdi. Örne­ ğin, bu keşif, Neolitik toplumda erkekler ile kadınlar, ebeveynler ile çocuklar arasında yeni ilişkiler ortaya çıkarmakla kalmaz, ata­ lar hakkındaki fikirleri de dönüşüme uğralırdı. O noktaya gelince­ ye kadar, "atalar" hakkındaki anlayış, genel, topluluksal, kabilesel olmalıydı (atalar, "göçüp gitmiş insanlar"dı. Ne var ki, bu dönüm noktasından sonra, "atalık" çok daha bireysel, kişisel bir olgu ha­ line gelecekti; işte bu yüzden, Çatalhöyük'te ve Eriha'da atalar, ar­ lık yaşamış oldukları evlerin döşemelerinin allına gömülüyorlar, böylece boğa boynuzlarının ve kafalarının yerini alıyorlardı. Tam da bu yeni, daha bireyci anlayıştan dolayı kafaları kesiliyordu. Kafa kesme ve insan yüzünün özelliklerini yansıtan şekilde alçılama, daha önce uygulanmış olduğu gibi daha genel, topluluksal bir gücü korumaktan çok, özgül ataların, özgül ilişkilerin gücünü korumanın bir yoluydu. Kafatasım insan özelliklerini yansıtan şekilde alçılama, özgül atalan anımsamanın bir başka yoluydu, belirli cetlerin güçle­ rinin halırlama, koruma, saklama yoluydu. Venüs heykelciklerinin yaklaşık 12.000 yıl önce tüm Avrasya' da görülmez olması ve yaklaşık 11 .000 yıl önce bu Orta Doğu alanların­ da, doğurmaya yakın olmaktan çok, doğurmakta olan kadın figürleri­ nin belirmesi bir rastlanlı mı, yoksa irdelemekte olduğumuz anlayış değişikliğinin başka bir kanılı mıdır?26 Ancak yakın zamanda gün ışığına çıkan bir faktör daha vardır. Bugün bildiğimiz gibi, insanlar avcılığa-toplayıalığa dayalı beslen­ meden tahıla dayalı beslenmeye geçerken, kadınların pelvis (leğen kemiği) kanalında değişiklikler meydana geldi. Yeni bilimsel bul­ guların gösterdiği üzere, pelvis kanalı, beslenmeye çok duyarlıdır ve diyet değişikliği, bu kanalın daralmasına neden olmuştur (kanal, bugün bile, Paleolitik'teki boyutlarına yeniden ulaşmamışlır).27 Do­ layısıyla, şu sonuca varabiliriz: Tam da yerleşik yaşamın ve diyet 26

Michael Balter, The Goddess and the Bul!: Çata/höyük: An archaeological journey to the dawn of civilization, New York: Free Press, 2005, 176 vd. 27 http: / / wholehealthsource.blogspot.com / 2008 / 08 / life-expectancy-and­ growth-of.html. 5 Ağustos 2008'de yayınlandı. 180

7.

B ABALIK, DO(; U RGAN LIK, ÇİFTÇİLİ K: "DÜŞÜŞ"

değişikliğinin gerçekleşiyor olduğu, üreme konusunda yeni bir an­ layışın (ve ailevi / dinsel yaşamda taşıdığı anlamın) yerleşiyor oldu­ ğu zamanda, doğum olayının kendisi, daha örseleyici ve tehlikeli bir hal alıyordu.

Bu noktada kendimize pekala şunu sorabiliriz: Tüm bunlar aşağı yukarı eş zamanlı meydana geliyorken ve değişikliklerden bazıla­ rı insanları sarsıyorken (hatta derinden etkiliyorken), başka güçlü olaylar gibi bunlar da efsane biçiminde habrlanmaz mıydı? Böyle bir şey oldu mu? İnsan bilincinde tam böylesine güçlü bir değişikliğin olduğunu düşündüren bir kanıt, bir efsane vardır. Bu gelişme, bu son derece önemli zihniyet değişikliği, aslında Kutsal Kitap'ın ilk bölümünde yer alıyor olabilir mi? Kutsal Kitap'ın başlangıcı tamamen bununla mı ilgilidir? Kutsal Kitap bu yüzden mi öyle başlar? Yarablış (Tekvin), kısmen, dünyanın ve insanlığın yarablmasını anlatmasıyla bilinir, ama aynı zamanda da Tanrı'nın apaçık emirlerini çiğneyerek İyiyle Kötüyü Bilme Ağacı'nın meyve­ sini yedikleri için Adem ile Havva'nın Aden (Cennet) Bahçesi'nden kovulmasını anlatan aslında oldukça tuhaf bölümle tanınır. Bu öykünün bazı kısımlarını anlamak/ deşifre etmek, diğer kı­ sımlarından daha kolaydır. Söz gelişi, kovulma olayının kendisi, öyle görünüyor ki, bahçeciliğin sona ermesini ya da insanlığın av­ cı-toplayıcı yaşam tarzına son vererek tarıma geçmesini ve daha önce irdelendiği gibi, avcı-toplayıcı yaşam tarzının çiftçilikten daha kolay, daha zevkli, daha uyumlu olduğunun kavranmasını temsil ediyordu. Bu gözlem yalnızca Kutsal Kitap'ta yapılmış değildir. Aşağı yukarı aynı çağa ait geleneklerde (Elysion Ovaları'nda, Kut­ sanmış Adalar'da, Hesiodos'ta ya da Platon'da), insanlar, önceleri hiç çalışmadan, "tarımın yardımı olmadan" ve "çapaya ya da saba­ na el sürmeden", verimli bir toprakta yaşıyor gibi anlaşılır.28 . ·Ama elbette Yarablış'ın ana öyküsü, yılanın sözlerine kanan Hav­ va'nın, İyiyle Kötüyü Bilme Ağacı'nın meyvesinden birlikte yemek için Adem'i ikna etmesi ve ondan sonra çıplak olduklarının farkına varmalarıdır. Burada hem ''bilgi"nin hem de çıplaklığın, cinselliğe ya da bir biçimde cinsel farkındalığa abf yapbğıru kabul etmedikçe, bunu kavrayamayız. Gerçekten de İbranice ''bilmek" ('yada) yükle­ mi, Kutsal Kitap uzmanı Elaine Pagels'in bize anlatbğı gibi, "cinsel 28

Elaine Pagels, Adam and Eve and the Serpent, Londra: Weidenfeld & Nicolson, 1988, s. 29. 181

BÜYÜK B ÖL Ü N ME

ilişkiyi çağrışhrır" . ("Karısını bildi" tümcesinde olduğu gibi.)29 Bilgi ve çıplaklık arasındaki bu bağ, onların bedenlerini, birbirlerinden nasıl farklı olduklarını, bu farklılığın nasıl ve niçin önem taşıdığını fark ettikleri ve cinsel üremenin nasıl işlediği konusunda arlık bilgi sahibi oldukları anlamına gelmesi dışında, başka ne anlama gelir? Bu bilgi, sarsıcı ve derinden etkileyicidir, çünkü üremenin "doğal" olduğunu; insanların mucizevi bir kuvvetle değil, cinsel ilişki yo­ luyla yarahldıklarını gösterir. Bir Düşüş olarak hissedilmesi bu yüzdendir. Bu değişikliğin başka ipuçları da vardır, yeter ki bunları araya­ lım. Yine Potts ile Short'un gözlemledikleri gibi, avcı-toplayıcılar çok eşliydiler.30 ama Elaine Pagels'in dediğine göre, evlilik arlık tek eşli ve "bozulmaz" bir nitelik aldı.31 İnsanlar, babalığın doğasını ilk kez anladılar ve bu, onlar için önemli hale geldi. Yarahlış 3:16' daki şu ifade de belirgin bir anlam ve önem kazandı: "Tanrı kadına, 'Ço­ cuk doğururken sana çok acı çektireceğim; ağrı çekerek doğum ya­ pacaksın' dedi." ["To the woman he [God] said, 'I will greatly multiply your pain in childbearing; in pain you shall bring forth children T Başka bir bölümde, Adem ile Havva, hayvanların üzerinde "yetkili" kılın­ dı. 32 Onların hayvanlara isim vermeleri, Tann' nm onları diğer can­ lılar üzerinde yetkili kıldığının apaçık kanıhydı.33 Burada, avcılık-toplayıcılıktan çiftçiliğe geçişin ve bununla ilişki­ li bazı sonuçların efsane şeklinde bir anlahmını görmüyor muyuz? Dahası, modem akademik anlayışa, yani bu geçişin bütünüyle iyi olmadığı, doğayla uyumun kaybolduğu, doğumun bile daha sancılı ve tehlikeli bir hale geldiği şeklindeki görüşe tamamen aykırı düş­ meyen bir tutum buna eşlik etmiyor mu? (Doğum kanalındaki bo­ yut değişikliklerine ek olarak, dört yıldan kısa doğum aralıklarının, daha uzun aralıklara kıyasla daha sakıncalı olduğunu, başka çağ'. '

29 30 31

Pagels, anılan yapıt, s. 27. Potts ve Short, anılan yapıt, s. 46. Pagels, anılan yapıt, s. xiv. Kutsal Kitap'ın Standart Gözden Geçirilmiş Sürümü'ndeki (1952) ifade şekli böyledir. Kral James Sürümü'nde (1611 ) ise aynı pasaj şöyledir: "I will greatly multiply thy sorrow and thy conception; in sorrow thou shalt bring forth children." 32 Jean Delumeau, The History of Paradise: The Garden of Eden in Myth and Tradition, çev. Matthew O'Connell, New York: Continuum, 1995, s. 196. 33 Delumeau, anılan yapıt, s. 197.

*

182

7.

BABALIK, DOCURGANLIK, ÇİFTÇİ LİK: " DÜŞÜŞ"

daş araşhrmalar göstermiştir. O zamanki insanlar, modem bilimden yararlanma olanağına sahip olmamalarına karşın, olayın kendisine çok daha yakındılar ve gerçekleşmekte olan değişiklikleri fark et­ mek için daha iyi bir konumdaydılar.)34 Yarahlış, insanlığın cinsellik ile doğum arasında ne zaman bağ kurduğuna dair doğrudan "tarihlendirme" yapmaz, ama bu bağı, çiftçiliğe geçişle ilişkilendirir. Bu nedenle, Yarahlış ve anlathğı Dü­ şüş, yani cennetten kovuluş, gerçekten insanlığın yaklaşık 12.000 ila 10.000 yıl önce cinsel ilişki ile gebeliğin bağlanhlı olduğunu kav­ rayarak yaphğı çok büyük, sarsıcı bir ahlımı mı yansıhyor? Hay­ vanların, bitkilerin evcilleştirilmesinden yaklaşık bin yıl sonra ev­ cilleştirilmesi, bu yüzden midir, yani bu bağlanh ancak o zaman kurulduğu için midir? Timothy Taylor'ın The Prehistory of Sex adlı kitabında bildirdiğine göre, aşağı yukarı o dönemde Alaskalı İnu­ itler, arkeolog Lewis Binford'ın "aşıklar kampı" olarak tanımladığı mekanlara (yeni çiftlerin, ilişkilerini perçinlemek için "her şeyden uzak, baş başa kalma" olanağı bulabildikleri yerlere) sahiptiler.35 Bu, yeni bir anlayışı mı yansıtmaktadır? Yine Taylor'ın belirttiğine göre, yaklaşık 10.000 yıl önce Buzul Çağı sanahnın serpilip geliştiği mağaralar da unutulmuş gibi görünüyordu.36 Olan biten her neyse, oldukça önemliydi. Venüs heykelciklerine arhk gereksinim yoktu, mağara sanahna arhk gerek duyulmuyordu. Memelilerin üremesi kavranmışh ve evcilleştirme sürüyordu. Bunlar varsayımsal tezlerdir, ama içerdikleri sağlamlık, çizdik­ leri resmin tutarlı olmasından kaynaklanır. İnsanlar, yaklaşık 12.000 ila 10.000 yıl önce yerleşik yaşama, kentleşmeye ve evcilleştirme­ ye geçmelerinin yanı sıra, cinsel ilişki ile doğum arasındaki bağı da keşfettiler ve bu keşif, atalara, erkeğin rolüne, tek eşliliğe, çocuklara, gizliliğe, mülkiyete ilişkin tutumlarda çığır açan bir değişikliğe yol açti (bu, her şeyden önce, belirleyici nitelikte bir psikolojk değişiklikti ve işte bu yüzden, Yarahlış'ta şifreli olarak kayda geçirildi. Tüm bunlar, Cauvin'in belirttiği ikinci genel noktayı (ek olarak da bizim tanıdığımız şekliyle dinin yaklaşık MÔ 9.SOO'de Levant'ta doğduğu gerçeğini), yani bu değişikliklerin, ekim-dikimden ve yerleşik yaşamdan sonra ama asıl evcilleştirmeden/ tarımdan önce 34 Delumeau, anılan yapıt, s. 7. Potts ve Short, anılan yapıt, s. 15. 35 Timothy Taylor, The Prehistory of Sex, Londra: Fourth Estate, 1997, s. 144. 36 Taylor, anılan yapıt, s. 132. 183

BÜYÜ K BÖLÜNME

meydana geldiği tezini biraz değiştirmekle birlikte, aslında güçlen­ diriyor. Zihniyette ve yaşam tarzında oluşan köklü değişimin ta­ mamlanması biraz zaman aldı. öyleyse, Cauvin'in temel tezi (onun genel görüşünü paylaşan başkaları da vardır), evcilleştirmenin gelişiminin, yokluktan ya da başka bir ekonomik tehditten kaynaklanan ani bir olay olmadığıdır. Aksine, evcilleştirmeden çok önce yerleşik yaşama geçilmişti, tuğla ve simgesel nesneler zaten üretiliyordu. Cauvin'in dediğine göre, bundan çıkarabileceğimiz sonuç, eski insanın, kabaca MÖ 12.000 ile 8.000 arasında derin bir psikolojik/ ideolojik değişim, esasen dinsel bir devrim geçirdiği ve buna, hayvanlar ile bitkilerin evcilleştirilme­ sinin eşlik ettiğidir. Bu dinsel devrim, diyor Cauvin, esasen hayvana ya da ruha tapınmadan, yani şamanizmden, temelde bugün tanıdı­ ğımız bir şeye tapınmaya geçilmesiydi. Başka bir deyişle, yüce bir varlık olarak insan tanrıçaya tapınılıyordu. Cauvin, "inananlar"ın dua eder ya da yakarır gibi ellerini göğe kaldırdıkları, bu döneme ait oymalara işaret ediyor. İlk kez "tanrı ile insan arasında bütünüy­ le yeni bir boyun eğme ilişkisi" olduğunu belirtiyor. O zamandan sonra, Eski Dünya' da ilahi bir gücün var olduğunu ve tanrıların "yukarıda", sade insanların ise "aşağıda" yer aldıklarını söylüyor.37 Bu yorumun içerdiği son derece önemli yenilik, Levant'ta bol bulunan ve yerleşik yaşamın gerçekleşmesine olanak veren yaba­ ni tahıl türlerinin ekilip biçilmesiydi. Yerleşik yaşam, doğumlar arası sürenin kısalmasına, böylece de nüfusun artmasına olanak verdi; bunun sonucu olarak köyler büyüdü, toplumsal örgütlenme karma­ şıklaşh ve belki, bazı bakımlardan köy ortamını yansıtan, liderlerin ve onları izleyenlerin ortaya çıkmasına yol açan yeni bir din kavra­ mı bulundu. Bu değişiklikler peş peşe başlahlınca, en azından evcil bitkiler neredeyse bilinçsiz olarak geliştirilecekti, çünkü insanlar bu yeni yaşam biçimine uyum sağlayabilen yabani tahılların "seçi­ lim" ini sağladılar. Yerleşik yaşam, köpek davranışlarının daha yakından gözlen­ mesine, böylece de memeli üremesinin anlaşılmasına olanak verdi, bu ise evlilikle, mülkiyetle, soyla ilgili tutumları değiştirdi ve başka sürü hayvanlarını evcilleştirme yollarının anlaşılmasını sağladı. Yeni evcilleştirilen bitkilere ve hayvanlara sahip bu erken kültür­ ler, genel olarak Neolitik (Cilalı Taş) adıyla bilinir ve bu uygulama, 37

Cauvin, anılan yapıt, s. 69. 184

7.

B A B A LI K, DOC� U RC ANLTK, ÇİFTÇİLİK: " DÜŞÜŞ"

ilk önce tüm Bereketli Hilal'e, ardından Anadolu'ya ve sonra bahda Avrupa'ya, doğuda ise İran'a ve Kafkaslar'a adım adım durmak­ sızın yayılarak, göreceğimiz gibi, Eski Dünya'nın tamamını kapsar duruma geldi. Yerleşik yaşama ve sonra tarıma, ardından Tanrıça ve Boğa ta­ pımına geçiş çok büyük değişikliklerdi ve elbette birbiriyle bağlan­ hlıydı. Doğurganlık (yani insansal, hayvansal ve bitkisel bağlamla­ rıyla doğurganlık) simgesi olarak Tanrıça, yalnızca yerleşik yaşama geçişin sonucu olarak değil, musonların zayıflamaya başlamasının, toprak verimliliğinin gitgide ağırlaşan bir sorun haline gelmesinin ve insanlar ile sığırların daha yakın temas içinde yaşamasının sonu­ cu olarak da ortaya çıkh. Buna rağmen, Eski Dünya' da sırf bitkilerin değil, hayvanların, memelilerin, Tanrıça ve Boğanın da doğurganlık simgeleri olduklarını hahrlamak da iyi olur. Tıpkı insanlar ile sığırlar, koyunlar, keçiler ve atlar arasındaki ilişkinin, mamutla, gergedan­ la ve ren geyiğiyle olan ilişkiden öteye geçen bir adım olması gibi, Tanrıçaya ve Boğaya tapınma da bir ara aşamaydı, yani doğurganlık hakkındaki anlayışın geliştiğini ve hayvan doğurganlığını anlama­ nın bitkisel doğurganlığı anlamaktan daha kolay olduğunu yansıta­ cak şekilde, "ham şamanizm" den öteye geçen bir adımdı. Cauvin'in öne sürdüğü diğer noktayı, yani boğaya tapınmanın, tehdit edici do­ ğal güçleri simgeleyen boğanın gücüne tapınmak olduğu tezini de unutmamalıyız. Doğanın tehdit edici güçleri (depremler, kasırgalar, yanardağ püskürmeleri, tsunamiler), gerçekte, tanım gereği daima hareket halinde olan avcı-toplayıcı topluluklarla karşılaşhrılınca, kaybedecek daha çok şeyi olan yerleşik toplumlar için daha yıkıcıdır. öyleyse, Cauvin genelde haklıydı. Yerleşik yaşam ve bitkiler ile hayvanların evcilleştirilmesi, şamanizm ötesine ahlmış önemli bir adımı beraberinde getirdi (insan biçimindeki tanrısal varlıklar, çok ön�rnli sonuçlar doğuracak olan kavramsal bir dönüm noktasıydı. Boğa da bizim için elbette ilgi çekicidir, çünkü Yeni Dünya' da boğa yoktu ve bu nedenle, orada bir tanrı olarak boğaya tapınılması söz konusu değildi. Dahası, gerek boğa gerekse Eski Dünya' daki diğer evcil büyük memelilerin çoğu Amerika kıtasında bulunmadığı için, evcilleştiril­ miş memelilerin ve bitkilerin etkileşimi de Yeni Dünya' da söz konu­ su olamazdı. İki yarım küre arasındaki en önemli tekil farkı oluş­ turacak şeyi, yani göçebe çobanlık ya da göçebe hayvancılık olarak bilinen yaşam biçimini üreten de işte bu etkileşimdi. 185

84 SABAN, KAGNI, SÜT SAGMA VE BİNİCİLİK: YENİ DÜNYA'DA HİÇBİR ZAMAN OLMAYAN DÖRT ŞEY Bu bölümün ana başlığını oluşturan dört faaliyet, tam da hepsi antik Eski Dünya' da yeterince yaygın olan ama Yeni Dünya' da bulunma­ yan faaliyetler oldukları için seçilmiştir. Hep birlikte bu dört faali­ yet, Avrasya' daki gelişmeleri (hem pratik, teknolojik ve ekonomik gelişmeleri hem de ideolojik ve siyasal gelişmeleri) şekillendiren bir yaşam biçimi oluşturur.

insan Kas Gücünün ötesi: " ikincil ürünler devrimi" Yine Andrew Sherratt, evcil hayvanlar kullanılmadan, yalnızca ekim-dikim faaliyetleriyle, karmaşık kentsel toplumların (Yeni Dün­ ya' da olduğu gibi) sürdürülebildiği yorumunda bulunur, ama söz­ lerine şunları ekler: "Bir sonraki eşiğe, sanayileşme eşiğine, yalnız­ ca Eski Dünya' da ulaşılmış olması hiç de önemsiz değildir, çünkü insan kas gücünün ötesindeki daha büyük enerji kaynaklarını peş peşe işe koşmada ilk evre olarak hayvan gücünün kullanılması, an­ cak hayvanların yabani değil, evcil olduğu yerlerde mümkündü."1 1

Andrew Sherratt, Economy and Society in Prehistoric Europe: Changing Perspectives, Edinburgh: Edinburgh University Press, 1998, s. 158. 1 86

8.

SABAN , KAGNI, SÜ T SA(;MA VE BİN İCİLİK: YENİ D Ü N Y A ' DA HİÇBİR ZAMAN OLMAYAN DÖRT ŞEY

Başka bir deyişle, bu evcil (ve çoğunlukla büyük) hayvanların yarat­ hğı gerçek fark, onların, önceleri olduğu gibi, birer et kaynağı olma­ larından çok, "yeni beliren özellikler" inde yalıyordu. Sherratt'ın en çok atıf yapılan makalesi, "Saban ve Hayvancılık"­ hr; Sherratt, orada, tarımın icadından sonra meydana gelen ve ken­ disinin "ikincil ürünler devrimi" dediği olguyu saptayıp tanımlar. Sherratt'ın gözünde, tarımın icadından sonraki en önemli gelişme, evcilleştirilen hayvanlar ile evcilleştirilen bitkilerin birbirleriyle et­ kileşim şekilleriydi. Dünyada, evcilleştirmeye aday 148 tür otçul ya da hepçil büyük memeli vardır. Bunların 72' si Avrasya' dadır ve 13' ü evcilleştirilmiştir; Sl'i, Sahra alh Afrika' dadır ve hiçbiri evcilleşti­ rilmemiştir; 24'ü Amerika kıtasındadır ve içlerinden yalnızca lama evcilleştirilmiştir; l'i ise Avustralya' dadır ve hala yabanidir.2 Hayvan gücünün tarıma ilk uygulanışını temsil eden saban, bu açıdan özel bir önem taşıyordu. Bunu, çok geçmeden, tarımın yo­ ğunlaşmasına olanak veren ve ürünün taşınmasına katkıda bulunan kağnı izledi. Kagru, fazla ürünlerin (sütün, aynca hiçbir zaman süt kadar çabuk bozulmayan yünün) yaygın ticareti için sahandan daha çok olanak yarath. Eski Dünya, Yeni Dünya'nın yoksun olduğu ev­ cil hayvanların gücüne sahip olmakla kalmadı, o evcil hayvanlardan elde edilen ve hayvanların kesilmesini gerektirmeyen ürünlere de sahip oldu. Canlı hayvanlar değerliydi, kurban edilmek üzere bakı­ lan hayvanlardan daha değerliydi. Bu, zamanla, önemli ideolojik/ dinsel sonuçlar da doğuracakh. Bu gelişmeler, tarımın doğuşuyla bir çırpıda meydana gelmedi, ortaya çıkmaları binlerce yıl aldı. Aslında, ikincil ürünler devrimi, genel olarak, MÖ 4. binyılda, yani uygarlığın ortaya çıkışıyla aşa­ ğı yukarı aynı zamanda gerçekleşti (bu ise anlamlı bir şeydi). Ama Yeni Dünya tüm bunlardan yoksun kaldı. s9z gelişi, saban, önceleri verimsiz sayılmış olan toprakların iş­ lerim.esini olanaklı kıldı, sonuç olarak da daha önce ekim-dikim ya­ pılabilen alanlardan daha geniş alanların yerleşime açılmasını sağ­ ladı. Kağnının sunduğu toplu taşıma burada da yararlı oldu, çünkü daha çetin arazilerde, örneğin tepelik yerlerde koyun otlatılabildi ve elde edilen yünler, pazarlara eskisinden daha kolay taşınabildi. Ve­ rimsiz olduğu için işlenmeyen araziler gitgide daha çok kullanıma açıldı, bu ise hayvancılığı, yaylacılığı, hatta göçebeliği teşvik etti. Bu 2

Diamond, Guns, Germs and Steel, anılan yapıt, s.s. 132 ve 162. 187

B ÜY Ü K BÖL ÜNME

geçim biçimlerinin hiçbiri (özellikle saban kullanılan tarım ve göçe­ be hayvancılık) Yeni Dünya' da yoktu. Eski Dünya' da bu iki sistem, bazen ortak yaşamsal olarak, bazen de açık çatışma içinde sıklıkla yan yana yürüdü (bunlar, Eski Dünya tarihinin bir öğesidir, Ameri­ ka kıtasında ise bulunmaz). Göreceğimiz gibi, göçebe çobanlar ile yerleşik insanlar arasındaki çatışma, birçok kez, Eski Dünya tarihini şekillendiren ana lokomotiflerden biri oldu. Saban kullanan tarım­ cılar ve göçebe hayvancılar arasındaki farklılıklar da onların kalıtım sistemlerinde çok önemli rol oynadı. Saban, verimsiz arazilerin tarıma açılmasına olanak vermesinin yanı sıra, "serpme" tohum ekimini de teşvik etti; küçük kazıcı so­ palarla işlenen Yeni Dünya bahçelerinin aksine, kocaman tarlalarda tek tür gıda ürününün ekim-dikimi yapılmaya başlandı. Serpme ekim tekniği, daha çok artık ürün elde edilmesine, daha çok zengin­ lik biriktirilmesine olanak sağlayarak, gıda dışı üretimle uğraşan şu ya da bu tür uzmanların katkısıyla uygarlıkların doğuşunu kolay­ laştırdı. Sherratt'ın vardığı sonuca göre, "ikincil ürünler devrimi", Eski Dünya' da tarımın gelişiminin iki aşamasını birbirinden ayırdı: İn­ san kas gücüne dayanan, çapayla ekim-dikim yapılan, hayvanların yalnızca et için bakıldığı ilk aşama; ve hayvansal enerji kaynakları­ nın kullanıldığı, sabanlı tarım ve göçebe hayvancılık yapılan ikinci aşama. Sherratt'ın dediğine göre, Avrasya' da gelişecek olan toplum türlerinin doğuşunda, bu ikincil ürünler belirleyici oldu.

Çekiş ya da Taşıma Kompleksi ve Süt ile Yünün Yükselişi Sığır, MÖ 6. binyıla gelindiğinde tam olarak evcilleştirilmişti, ama MÖ 4. binyıla kadar taşıma ya da çekme amacıyla kullanılmadı. Sığır ve kağnı, o tarihten sonra, birbiriyle sıkı sıkıya ilişkili "çekiş komp­ leksi" olarak yayıldı.3 (Bu yayılma, kısmen, MÖ 3. binyılda Harappa kültüründe ve 2. binyılda Çin'de kilden yapılmış modellerin tarih­ lendirilmesiyle tahmin edilmiştir, gerçi kağnının Asya'da yayılması, aşağıda göreceğiniz gibi, atın evcilleştirilmesiyle de ilişkiliydi.) Sher3

Sherratt, anılan yapıt, s. 161.

188

8. S A B AN, KAGNI,

SÜT SAGM A VE BİNİCİLİK: Y ENİ DÜNYA'DA HİÇBİR ZAMAN OLMAY A N DÖRT ŞEY

ratt'ın çıkardığı bir başka sonuca göre, Yeni Dünya bağlamlarında model tekerleklere rastlanması, bu ilkenin bilindiğini, ama taşımada kullanılmadığı için, koşum hayvanlarının varlığının (yokluğunun), bu teknolojide belirleyici faktör olduğunu da gösteriyor.4 Saban ile kağnının yayılması yakın paralellik içinde meydana geldi ve öyle görünüyor ki, ikisi de ilk kez MÖ 4. binyıl başında "Mezopotamya' da bir yerlerde" kullanıldı. Erken halklar arasında metalürjiye ilgi uyanmasını sağlayan şey, sabandı. Daha eski zamanlarda avlanıyor olmalarına karşın, Sherratt'ın dediğine göre, evcilleştirilmeleri ekonomik olmayan başka dört ya da beş hayvan türü de yine MÖ 4. binyılda evcilleştirildi. Üs­ telik bu grup, yalnızca yük ya da koşum hayvanı olarak kullanıla­ bilmek.le kalmayıp, binmek için de kullanılabiliyordu (bunlar at ve deve ailesindendi). Atgillerin dört ana grubu vardı / vardır: Sahra alh Afrika' da zebralar, Kuzey Afrika'da eşekler, Yakın Doğu' da yarı eşekler (Asya yaban eşekleri) ve Avrasya' da gerçek atlar.5 Ahn asıl yaşam alanı, Ukrayna' dan Moğolistan' a kadar uzanan step (boz­ kır) kuşağıydı ve ilk kez Orta Dinyeper'in sığır yetiştiren ama ta­ rım yapmayan yerleşik topluluklarınca evcilleştirildi. At bakıcılığı orada başladı ve yine çekiş kompleksi yayılmaktayken, 4. binyılın ortasında yayıldı. Evcilleştirilen atlar, ormanlık Avrupa'ya yavaş yavaş yayıldı, ama Eski Babil döneminden kalma terakota (pişmiş kil) nesnelerin üzerinde at binicisi tasvirlerinin görülmeye başladığı güneye de benzer yavaşlıkla yayılma oldu.6 Asya yaban eşeğini ev­ cilleştirmek o kadar kolay değildi ve o döneme ait bezemelerde (il­ lüstrasyonlarda) bu hayvan sıklıkla burunluk takılmış olarak tasvir edildi. At, yavaş yavaş, çekiş hayvanı olarak Asya yaban eşeğinin yerini aldı ve MÖ 2000 dolayında at dizgini, parmaklı tekerlek gibi başka teknolojik değişikliklerin itici gücü oldu. Nihayet bu, daha son�a çok büyük önem kazanacak olan iki tekerlekli at arabasının ya da savaş arabasının geliştirilmesine yol açacakh.7 Doğal yayılım alanı Cezayir' den Sina' ya kadar uzanan eşek ya da merkep de aşağı yukarı aynı dönemde evcilleştirildi. Atgillerin diğer üyelerine göre avantajı, uysal olması ve daha az gıda tüket4 5 6 7

A.g.y., s. 165. A.g.y., s. 1 70. A.g.y., s. 171 . Robert Drews, The End of the Bronze Age: changes in warfare and the catastraphe ca. 1200 BC, Princeton, N.J.: Princeton University Press, 1993. 189

BÜYÜK BÖLÜNME

mesiydi, bu da onu çok daha tasarruflu bir hayvan yapıyordu. Bu­ rada başka bir avantaj ise "melez azmanlığı" ya da "melez gücü" olarak bilinen özelliğin, yani eşek ile at çiftleşince melezlemeyle kalır doğduğunun keşfiydi; tür içi bir melez olan kalır, kısır olması­ na rağmen, ebeveyn türlerin ikisinden de güçlüydü ve daha uzun, daha çetin kara ticareti ağlarında kullanıldı. 8 İyi bilindiği gibi, deve, muhtemelen birbirinden bağımsız evcil­ leştirilmiş olan iki bölgesel gruba ayrılır. Yünlü, çift hörgüçlü olan deve ("Baktriya" devesi), Avrasya'nın daha serin bozkırlarına ve dağ eteklerine uyum sağlamışhr, tek hörgüçlü deve ("Arap" deve­ si) ise daha kurak olan Arabistan ve Kuzey Afrika bölgelerine daha uygundur. Deve, eşeğin iki kah yük taşıyabilir, daha hızlıdır, beslen­ meye ve su içmeye daha seyrek ihtiyaç duyar. Çift hörgüçlü cins, 3. binyıldan başlayarak çekiş kompleksinin bir parçası olmuştur. Evcilleştirmenin bu beş bağımsız ama paralel dönemi, birbiri­ ne komşu bölgelerde 4. binyılda meydana geldi, öyle ki Bah Avru­ pa' dan Moğolistan' a kadar uzanan, çeşitli koşullara sahip geniş bir alanda bir "taşıma kompleksi" ortaya çıkh (Sherratt, bunu, taşıma devrimi olarak adlandırır).9 Bu nedenle, Eski Dünya, ticarette ve malların, insanların, fikirlerin hareketinde, Yeni Dünya'nın hiçbir zaman olmadığı şekilde bağlanh içindeydi. Ama burada taşımacılıktan fazlası vardı. İlk sırada süt (ya da belki ondan önce kan) geliyordu. Çığır açan olgu, evcilleştirilen hayvanlara ait ürünlerin, o canlıları öldürmeye gerek kalmadan insanları besleyebilmesi ve kaynakların korunabilmesiydi. Sütü çe­ kici kılan, tahıl esaslı diyetlerde olmayan lizin adlı bir amino asidi içermesidir ve süt aynı zamanda kalsiyumun yanı sıra yağ, protein, şeker de içerir. Üstelik süt, depolanıp saklanabilen peynir, tereyağı ve yoğurt gibi birçok ürüne dönüştürülebilir. Ne var ki, bugün bilindiği gibi, dünya halklarının çoğu (Moğol benzeri ya da çekik gözlü halklar, Yeni Dünya halkları, Melanezya ve Avustralya yerlileri, Khoisan'lar, birçok Siyah halk ve Akdeniz ülkelerinde yaşayanların yaklaşık yansı), yalnızca memede sen­ tezlenen laktoz adlı disakaridi (süt şekerini) sindiremez ve yakın zamanda ileri sürülen teoriye göre, bugün bilinen adıyla "laktoz toleranssızlığı", Kuzey Avrupa' da ancak yakın bir tarihte, oralarda 8 9

Sherratt, anılan yapıt, s. 173. A.g.y. 1 90

8.

SAB AN, KAGNl, S ÜT SACMA VE BİN İC iLİK: YENİ D Ü NYA'DA HİÇBİR ZAMAN OLMA y A N oörn ŞEY

yaşayan halkların D vitaminini özümlemelerinin bir yolu olarak evrildi; daha güneyde yaşayan halkların güneş ışığıyla alabildikleri D vitamini, kalsiyum aracılığıyla, raşitizmin önlenmesine yardımcı oluyordu. Çömlek şekillerindeki değişime bakılarak, süt içmenin benimsendiğinin anlaşılabildiğine inanılmaktadır; geniş ağızlı ka­ seler, yavaş yavaş yerini, sıvı dökmeye yarayan kaplara bırakmış­ hr. Bu kaplar bir tür törensel işlev de görmüş olabilir, çünkü sarhoş edici bir mayalanmış süt ürünü olan kımız üretimi de o dönemde ortaya çıkh.10 Evcilleştirilen memelilerin, yalnızca etleri için öldürülmeyip, süt­ leri veya başka ürünleri için yetiştirilmesi, Eski Dünya' da insanlar ile büyük memeliler arasındaki ilişkilerin, Yeni Dünya'dakinden daha yakın olduğu anlamına geliyordu. Bu durum, hastalık bulaşmasını, hastalıklara karşı bağışıklığı ve hayvanlar hakkındaki (hayvanların fiziksel ve zihinsel yetenekleri, hayvan yetiştiriciliğinin ahlaki yön­ leri hakkındaki) düşünceleri belirgin şekilde etkiledi; tüm bunlar ise hayvan öldürme ile ilgili fikirleri etkiledi (örneğin bkz. Bölüm 19). önceleri Eski Dünya' da, bitkisel elyaf, ilk dokumaların temeli­ ni oluşturdu, Yeni Dünya' da da aynısı oldu. Amerika kıtasında pa­ muğun yerini deri ve post alırken, Eski Dünya' da kendir (keten) en çok kullanılan bitkisel elyafh. Yün kullanımı başlamadan çok önce, zaten incelikli dokuma teknikleri geliştirilmişti. Zamanla Eski Dün­ ya'nın en önemli elyafı haline gelecek olan yün, Mezopotamya'nın kentleştiği dönemde ortaya çıkh (ya da en azından o dönemde kayıt­ lara geçti). Kendirin Avrupa' da 3. binyıl ortalarında hala kullanıldı­ ğını arkeolojik buluşlardan biliyoruz; Mezopotamya' da yazı öncesi en erken dönemde ise "saçlı koyun", "yünlü koyun" ve "karakul koyunu" dahil, koyunu tasvir eden otuzu aşkın işaret bilinmekte­ dir.11 Yün kırkma listeleri, baharda bir kırkma döneminin halihazır­ da takvimde yer aldığını gösteriyor. . Avrupa' da kazı yapılan alanlardaki koyun kemiklerinin oranı, daha erken dönemde % 10 iken, 3. binyılda %40' a yükselerek belir­ gin bir arhş gösterir. Yunanistan' dan İsviçre' ye kadar 3. binyıl sonu­ na doğru derinin ve ketenin (kendirin) yerini yavaş yavaş yün aldı ve daha gevşek yünlü dokumalar için daha uygun olan bağlama malzemelerinde de bir değişime tanık olundu. Yün ürünleri, geniş çapta değiş tokuş edilen ilk mallar arasındaydı (taşıma kompleksi 10 A.g.y., s. 1 78. 11 A.g.y., s. 180. 191

I3ÜYÜK I3ÖL Ü N .M E

ve yünün özellikleri, Eski Dünya' da ticaretin gelişimini büyük ölçü­ de etkiledi) ve bu, tarımda erkeklerin başat rol üstlenmesi, kadınla­ rın ise eğirme ve dokuma işleri için evde kalması yönündeki deği­ şimle bir ölçüde ilişkiliydi. Erkek rolünün baskın duruma gelmesi, daha sonra üzerinde duracağımız bir konudur.12 Sherratt'ın da işaret ettiği gibi, hayvanlar etleri için yetiştirili­ yorken, görece erken yaşta, erişkin büyüklüğe ulaşır ulaşmaz ke­ silmeleri en ekonomik yoldur. Hayvanlar, o zamana kadar hızla büyümektedir, ama tam erişkinliğe ulaşınca, onları canlı tutmanın maliyeti azalmadığı halde, deyim yerindeyse, "imal" edilen et mik­ tarı artmaz. Oysaki süt sağımı, tüketilen gıda miktarı karşılığında elde edilen enerji miktarı açısından çok verimlidir. Bu, göreli bir ifadeyle, dişi hayvanların, kesilme olasılığı daha yüksek olan erkek hayvanlara yeğlenebileceği anlamına da gelir, gerçi erkek koyunlar da yün verir. Genel olarak öyle görünüyor ki, koyunlar, kesilmeden önce allı ila sekiz yıl bakılıyordu. Öyle ya da böyle, hayvanları ikin­ cil ürünleri için canlı tutmak, zenginlik biriktirmenin ve saklamanın yeni bir yoluydu. Göreceğimiz gibi, Eski Dünya' da zenginlik / sana­ yi tarihinin büyük bölümü yünle ilişkilidir. Taşıma / çekme işlerinde kullanılan hayvanların çoğu, üç ya da dört yaşında neredeyse tam erişkinliğe ulaşan enenmiş (iğdiş) erkek hayvanlardır. Memelilerde belirgin bir etkisi bulunan ve fikir olarak belki de tesadüfen insanlarla ilişkili olan eneme işleminin, taşıma / enerji bakımından çok yararlı olduğu anlaşıldı ve elbette, lama dı­ şındaki tüm büyük memelilerin yabani olduğu Yeni Dünya' da öyle bir şey yoktu. Sherratt'ın kanıtları değerlendirerek ulaşhğı genel sonuca göre, MÖ 4. ve 3. binyıllardan önce evcil hayvanların yalnızca etlerinden yararlanılıyordu, ama 4. binyıl ortasında gerçekleşen ikincil ürünler devrimi, "hayvancılıkta büyük değişikliklere yol açh" ve bunlar, be­ lirgin sosyolojik sonuçlar doğuracak değişikliklerdi.

Sabanlar, Çobanlık ve Nüfus Örüntüleri Üçüncü binyılda meydana gelen değişiklikler, erken dönemde insanların daha marjinal alanlara yayılmalarının sonucuydu; bu 12

A.g.y.,

s.

181. 192

8. SABAN ,

KAGNI, SÜT SAC�MA VE BiNİCİ LİK: YENİ D Ü N Y A'DA HİÇBİR ZAMAN OL MA YAN DÖRT ŞEY

yayılmayı ise erken dönemde tarımsal ürünlerin ve hayvanların evcilleştirilmesi sırasında meydana gelen değişiklikler teşvik etti. Ama arbk hayvancılığa yapılan yabrımının artması, insan-hayvan ilişkilerinde yeni bir evreyi beraberinde getirdi; bu evrenin temel özelliği ise hayvancılığın ölçek olarak büyümesiydi, ama Yeni Dünya' da hiçbir zaman böyle bir şey olmadı. Süt sağımı, damızlık türlerden, iş / üretim hayvanlarından ve eti için beslenen canlılardan oluşan bir evcil hayvan popülasyonuna olanak sağladı. 13 Benzer biçimde, süt de çobanlığın ortaya çıkması­ na olanak sağladı. Süt, sürekli elde ediliyordu, avlanmak (yarı kıraç bozkırlardaki diğer seçenek) kadar tehlikeli değildi ve biniciliğin keşfi, buna ölçülemeyecek kadar büyük katkı yapb. Laktoz tole­ ransının evrimi burada önemli bir öğeydi. Sherratt' a göre, büyük olasılıkla tüm bunlar Kuzey Irak' ta, Suriye' de ve Filistin' de başla­ dı; buradaki Ghassulyen kültürü (Teleilat el Ghassul; MÖ -3.8003.350), "yayık" dahil olmak üzere, sıvıları koyup kullanmaya ya­ rayan kapların yer aldığı bir seramik "envanter" ve bu kültüre ait besi hayvanlarından ikincil ürünler elde edildiğini düşündüren bir hayvan ölüm oranı örüntüsü ortaya koyar.· 14 Genel olarak, mekanik saban, çiftçinin toprağını işleme yetene­ ğini dört kat arbrdı, bu ise iyi toprağın verimliliğini arbrmakla kal­ mayıp, daha verimsiz toprakların da kullanılmasına ilk kez olanak sağladı. Aynı zamanda, artan yün üretimi, ticaretin katlanarak art­ ması için elverişli koşullar yaratb. Çobanlık gitgide daha çekici bir hal aldı. Çobanlık yapan halklar, tahıl yetiştiriciliğinin kazançlı olmadığı yerlere yayılmayı sürdürdü ve bu ikiliğin kritik önemi, ileriki yıllar­ da görülecekti. Göçebe çobanlar ile yerleşik çiftçiler arasında, ortak yaşayış ve ticaret fırsab vardı, ama araziye eşit erişim olanağıyla 13

A.g.y., s. 184. 2009 tarihli bir incelemede belirtildiğine göre, laktoz toleransıyla ilgili gen, gerçekte Orta Avrupa'da ve Balkanlar' da 7500 yıl önce yaşamış sığır çobanları arasında ortaya çıkb. Anadolu'da 7. binyıla tarihlenen çanak­ çömlek parçalan üzerinde de süt kalınbsı bulunmuştur. Bu nedenle, kısmi olarak, ikincil ürünler devrimi Sherratt'ın düşündüğünden daha önce başlamış olmalıdır. Laktoz toleransının Afrika' da ayn olarak evrildiğini de arbk biliyoruz. 14 PLos Computational Biology, 001:10.1371 /joumal.pcbi.1000491; http: / / www.livescience.com / 2751-love-milk-dated-6000.html)

*

193

B ÜY Ü K BÖLÜ NME

ilgili, otlatmayla ya da ekim-dikimle ilgili ara sıra doğan ihtiyaçlar yüzünden çekişme olasılığı da vardı. Zaten başlamış olan bu çekiş­ me, Eski Dünya tarihinin akışı üzerinde büyük bir etki yaratacakh. Daha ' kıraç bölgelerde (örneğin Afrika' da), saban olmadan ço­ banlık yayıldı. Saban kullanımı, Avrupa' dan Hindistan' a kadar uzanan bir alanı kapladı, ama Afrika'da, Yukarı Nil'in güneyinden ileriye geçmedi. Oradan aşağıda, süt sağmayı da kapsayan çoban­ lık, Sahra'nın ve Doğu Afrika'nın çoğu yerine kağnısız ve sabansız şekilde yayıldı. (Tropikal Afrika'ya ait kanıtlar, arkeologları zorla­ mışhr. En yoğun incelenen antik Sahra alh toplumların, yani Bah Afrika toplumlarının sakinleri arasında, anakaranın kuzey bölge­ lerinde metal saban görmüş olanlar da yaşamış olmalıdır ve onla­ rın kendi toplumlarında binlerce yıldan beri sığır vardı. Yine de o dönemde saban kullanımını hiç benimsemediler. Öyle görünüyor ki, bu durum şöyle açıklanabilir: En azından bazı bölgelerde, söz gelişi Orta Senegal Vadisi'nde ve Nijer Deltası'nın içlerinde yıllık taşkınlar öyle büyük, öyle kaotik ve tahmin edilmezdi ki, kullanıma elverişli tanın alanları, bir yıldan diğerine bile öngörülebilir değildi ve bu yüzden, bu tür alanlar hiçbir zaman oluşmadı ve istikrarlı olarak kullanılmadı. Elbette kanıtlar, nüfusun geniş kesimlerinin zaman zaman tohum tarımından balıkçılığa geçtiğini gösteriyor. Bu çeşitlilik, siyasal hiyerarşilerin gelişmesini belki de binlerce yıl bo­ yunca önlemiş olabilir.) Avrasya bozkırlarında ise vahalarda saban kullanıldı, ama Çinli­ ler arasında yaygın olan laktoz toleranssızlığı, çobanlığın ve dolayı­ sıyla koşum hayvanlarının gelişimini engelledi; Çin' de sabanın çok uzun süre insanlarca çekilmesinin bir nedeni buydu.15 Bazı bilimci­ lerin kanısına göre, domuz etiyle ilgili yasağın nedeni, domuzların uygun olmadığı süt üretimi ve taşıma üzerinde yoğunlaşmaya ihti­ yaç duyulmasıydı. Ama saban tarımının genel sonucu, yerleşim yerlerinin örün­ tüsünü temelden değiştirmesinde gözlendi. Sabanın daha verimli olması hem yeni toprakların işlenmesine olanak sağladı hem de aynı zamanda toprağın daha çabuk tükenmesine yol açh, dolayısıyla da birkaç yıl nadasa bırakılmasını gerekli kıldı. Kuzey Avrupa' da Britanya' dan Rusya' ya kadar geniş bir alanda madenlerin ve taş ocaklarının ortaya çıkması buna tanıklık eder; oralarda bulunan araç gereçlerle, orman kesmek için taş balta ve çakmaktaşı üretimi 15

Sherratt, anılan yapıt, s. 188. 194

8. SABAN,

KAGNI, SÜT S A GM A VE BİNİCİ LİK: YENİ DÜNY A'DA HİÇBİR ZAMAN OLMA YAN DÖRT ŞEY

yapılıyordu. Kuzey Avrupa' da insanlar, topraklarında ellerinden geldiğince uzun süre tarımsal ürün yetiştirdiler (hayvan gübresi sayesinde bu süre sıklıkla biraz uzatılabildi), sonra başka yerlere gittiler ve geri dönmediler. Güney Avrupa' da ise süte ağırlık veren çobanlar olarak yüksek arazilere yerleştiler, alçak topraklarda tahıl ekmek yerine hayvancılığı yeğlediler. 1 6 Orta Doğu' da sabanın kullanılması, Uruk döneminde (MÖ -4000-3100) site sayısının beş kat artmasını sağladı ve sonra, iyi sa­ vunulan birkaç yerde nüfus yoğunluğu arttı. 1 7 Kentlerin kendile­ rini başka kentlere karşı mı, yoksa çobanlara karşı mı savunuyor oldukları bilinmemektedir. Ticaret ağlan genişliyordu. "Orta Amerika'ya ilişkin kanıtlar, hayvan gücüyle çift sürmenin, kentsel toplulukların gelişmesi için zorunlu bir ön koşul olmadığını göstermekle birlikte, Yeni Dünya' da şehirlerin seyrek ve çok daha geç görülmesinden anlaşıldığı üzere, çeşitli yerleşim sistemleri en sonunda kentsel bir biçim kazanabilmiş olsa bile, Eski Dünya sis­ temlerinin daha yüksek enerjisi, bu doğrultudaki harekete büyük bir ivme kazandırdı." 18 Kağnı ve çekiş kompleksi, Asya bozkırlarının gelişmesine büyük etki yaptı. Bu, Kuzey Avrupa' da ormanların açılıp tarla yapılmasıy­ la bütünleşti ve Sherratt'a göre, başka şeyler yanında, dili de önemli ölçüde etkiledi. Hint-Avrupa ve Sami-Hami (Afrasya) dillerinin Eski Dünya'ya dağılması, işte bu tarla açma faaliyetiyle ve çekiş komp­ leksinin benzer şekilde Kuzey Afrika'ya yayılmasıyla açıklanabilir. "Nüfusun MÖ 3. binyılda doğuya yönelerek bozkırlara yayılması, Doğu Avrupa ile Karadeniz ve Hazar Ötesi bölgeyi, ta Tarım Havza­ sı' na ve İran platosuna kadar birbirine bağladı; yarı kurak kuşaktaki böyle nispeten hızlı hareketlerin, Hint-Avrupa diline coğrafi kapsa­ mını kazandırdığı kuşkusuz görünmektedir." (Tekerlekli taşımanın dağılımı, Harita 3'te görülüyor.)19 16

A.g.y., s. 191. Susan Keech Mclntosh (haz.), Beyond Chiefdoms, Cambridge: Cambridge University Press, 1999, s. 73-75; S. K. Mclntosh, "Taşkın Ovalan ve Karmaşık Toplumun Gelişimi: Tropikal Batı Afrika Yan Kurak Alanlarından Karşılaştırmalı Perspektifler", Elisabeth Benson ve Lisa Lucero (haz.), Complex Polities in the Ancient Tropical World, Archaeological Papers of the American Anthropological Association, Sayı 9, 1999, s. 151-165. 17 A.g.y., s. 192. 18 A.g.y. 19 A.g.y., s. 194. 195

BÜYÜK BÖLÜNME

Tarhşmakta olduğumuz değişiklikler, cinsiyetler arası ilişkilerin ve miras kurallarının geçirdiği değişimleri de içeriyordu. Söylendiği gibi (ve dünyanın her yanında bu geçerlidir), basit çapa tarımında en büyük katkı (ekim-dikim, zararlı otlan yolma, hasat) kadın eme­ ğine aittir, bu da mirasın anne tarafını izlemesini beraberinde getirir ve Güneydoğu Amerika ormanlarında yaşayan, saban öncesi tarım­ cıların genellikle en yakın paraleli kabul edilen yerli toplumların ayırıcı özelliğidir.20 Buna karşılık, hem saban tarımı hem de çobanlık, erkek egemen­ liğiyle ve baba soylu mirasla ilişkilidir. Dünya çapında yürütülen bir araşhrmaya göre, saban kullanan tarımcıların üçte ikisi ve ço­ banların aynı orandaki kesimi, baba soyludur. Gösterildiği üzere, bu değişiklik, 3. binyılda giderek daha sık rastlanan dokuma gere­ ci kalınhlanyla ve dokuma tezgahı kullanımıyla ilişkiliydi.21 Asıl nokta şudur ki, daha geniş araziler denetim allına alındıkça, mal varlıklarının güçlendirilmesinde evlilik birliğinin önemi artar ve an­ laşmalı evlilikler çoğalır. Arazi için rekabet şiddetlenir ve böylece, servet eşitsizlikleri belirmeye başlar. Bu durum, arazinin hiç değilse ilk başlarda daha bol olduğu Kuzey Avrupa' dan çok, Akdeniz böl­ gesinde geçerliydi. Tüm bu sistemler, Doğu Asya'ya çok yavaş girdi. "Orada, balığa (özellikle çeltik tarlalarında) ve domuza dayanan alternatif bir pro­ tein alım sistemi, görece yoğun bir nüfusu zaten besleyebiliyordu ve ikincil ürünler devriminin gerektirdiği hayvancılık sektörünün genişlemesi kolaylıkla meydana gelemezdi. Bu nedenle, Çin uygar­ lığı, evcil hayvanların önemsiz bir rol oynadığı Yeni Dünya uygar­ lıklarına birçok bakımdan benziyordu."22 Bu örüntü, Büyük Tanrıça tasvirlerinin sınırlı dağılımıyla ilgili olarak daha önceki bir bölümde parmak basılan noktaya tam olarak uymaktadır. İkincil ürünler devrimi, değişim geçirmiş yorumuyla bile, bir ivmelenme ve genişleme sağladı; etkileyici ölçekte zenginlik yarat­ ma ve çalışma kaynaklarını bağrında taşıyordu. Yeni Dünya, yün kaynağı ve yük hayvanı gereksinimini vikunya ve lama ile karşıla­ dı. Ama bu hayvanların taşıyabileceği yük, bir insanın taşıyabilece­ ğinden ancak biraz fazla olduğu için, Eski Dünya' da sığırın ve ahn 20 A.g.y., s. 195. 21 A.g.y. 22 A.g.y., s. 198. 196

8. S A B A N , KAGNI,

SÜT SAGMA VE B1N1CİLİK: YENİ DÜNYA'DA HİÇBİR ZAMA N OLMAYAN DÖRT ŞEY

sağladığı belirgin enerji genişlemesini sağlayamadı. Sütün olmama­ sı, özellikle uzun süre dayanan bir protein kaynağı olarak peynirin Yeni Dünya yaşamında hiçbir zaman önemli rol oynamaması de­ mekti.

197

94 FELAKETlER VE KURBANIN (YAŞAMSAl ÖNEMDEKİ) KÖKENİ Cauvin'in ilk gerçek tanrılar olarak (yani, hayvan ruhları olmaktan çok soyut varlıklar olarak, şamanizmi aşan bir hamle) tanımladığı Kadın ve Boğa, Neolitik dönemde başka yerlerde, en azından Av­ rupa' da da yansımalar buldu. Çok farklı bağlamlarda ve kültürler­ de meydana gelen l;m yansımalar, yere göre farklılık gösteren bir simgecilikle birlikte belirdi. Ama bu yaygın kanıtların doğruladığı gibi, yerleşik hayata geçiş ve tarımın keşfi, ilk insanların dinle ilgili düşünce tarzını somut şekilde değiştirdi. En belirgin olarak, kabaca MÖ 5000 ila MÖ 3500 yıllan arasında megalitlerin belirmesi bunu gösteriyor. Sözcük anlamı "büyük taş­ lar" olan megalitler, Eski Dünya'nın her yanında bulunmuştur, ama en yoğun rastlandıkları ve en çok incelendikleri bölge Avrupa' dır; kıtanın en bah ucu (İspanya, Portekiz, Fransa, İrlanda, Britanya, Danimarka) ile ilişkili görünmelerine karşın, Akdeniz' deki Malta adası da en iyi megalitik anıtlardan bazılarına ev sahipliği yapmak­ tadır. Yer alhndaki (bazen çok geniş) mezar odalarıyla şaşmaz şe­ kilde ilişkili olan bu taşların bazıları on sekiz metre yüksekliğinde ve 280 ton ağırlığındadır. Bunlar, üç yapı kategorisinden oluşur. Çoğunlukla zemine dikey yerleştirilmiş büyük bir taş olan birinci kategoriye, ilk önce menhir (Bretonca men = taş ve hir = uzun söz­ cüklerinden) adı verilmiştir. Cromlech (crom = çember, eğri ve lech = yer sözcüklerinden), çember ya da yarım çember olarak dizilmiş bir grup menhiri tanımlar (örneğin, İngiltere'de Salisbury yakınında­ ki Stonehenge böyledir). Üçüncü kategori olan dolmen (dol = tabla, 198

9.

FELAKETLER VE K URBANIN (YAŞAMSAL ÖN EMDEKİ) KÖKEN İ

masa ve men = taş sözcüklerinden) ise çoğunlukla, kapalı bir alan ya da oda oluşturacak şekilde düzenlenmiş birkaç dik taşın destek­ lediği devasa bir kapak taşından oluşur. Bugün cromlech teriminden çok, "dairesel dizilim" gibi basit terimler kullanılır. Mezarların çoğu, ilk önceleri dev tepeciklerin ya da tümseklerin alhndaydı ve yüzlerce mezar içerebiliyordu. Buralar, arka arkaya birçok kez ölülerin topluca gömülmesi için kullanıldı ve mezara ko­ nulan eşyalar genellikle etkileyici değildi. Çok seyrek olarak, oda­ larda bir orta direk bulunur ve resim izleri görülebilir. Tüm bunlar, Mircea Eliade'nin dediği gibi, "çok önemli bir ölüm kültüne tanıklık eder": Bu kültüre mensup köylülerin yaşadıkları evler, geçen zama­ na yenik düşmüştür, ama oda mezarlar, dünya tarihinde en uzun süre dayanan yapılardır ve Andrew Sherratt, megalitlere ilişkin açıklamasını buna dayanarak yapmışhr. Sherratt'ın açıklaması, bu konudaki tek anlah değildir ve burada iki açıklamaya yer vereceğiz, çünkü bunlar birbirini mutlaka karşılıklı dışlayan anlahlar değildir ve çünkü ikinci açıklama, Eski Dünya ile Yeni Dünya arasında belir­ gin farklılıkların olduğu, ideolojinin/ dinin en kalıcı (ve üstelik kafa karışhrıcı) yönlerinden bazılarına bir açıklama getirmektedir.

Megalitlerin Anlamı Çiftçiliğin Avrupa'ya yayılması, iki yörünge izleyerek gerçekleşti. Balkanlar' da ve Orta Avrupa' da, hububat çiftçiliğini, hayvan besici­ liğini, çömlekçiliği ve oldukça sağlam evlere sahip köylerin inşasını kapsayan "Bah Asyagil paket" toptan benimsendi. Bu örüntü Orta Avrupa lös koridorunu kaplarken, daha güneyde, Kuzey Akdeniz kıyıları boyunca, tahılların önemi daha azdı (lös, eriyip çekilen bu­ �ulların geride bırakhğı, metrelerce derinliğinde, çok ince taneli lığ tabakasıdır). Bu nedenle, çiftçilik yapan köyler, lös koridoru boyun­ ca Avrupa'ya yayıldı, ama lös tabakasının bittiği yerde köy örün­ tüsü kırıldı ve megalitler başladı. "Neolitik Orta Avrupa' da temel yerleşim birimi ve birincil topluluk köy olduğu halde, Neolitik Bah Avrupa' da erken dönemde yerleşimler zayıf ve dağınıklı. Öyle gö­ rünüyor ki, kalıcılık unsurunu sağlayan şey, yerleşimlerin kendileri değil, anıtsal mezarlar ve çevrik mekfutlardı."1 1

Sherratt, anılan yapıt,

s.

336. 199

B Ü Y Ü K BÖL Ü N M E

Orta Avrupa' da çiftçi köyler (tahıl ekimi ve küçük çaplı besi hay­ vanalığı), mirasın ve törensel yaşamın denetlenmesinde istikrar­ lı soy ağaçlarının ortaya çıkması için yeterli yapıyı üretecekti. Ne var ki, lös kuşağının ötesinde, toprağın daha fakir ve tahıl ekimine elverişsiz olduğu bölgelerde, çobanlık, tercih edilen çiftçilik biçimi haline geldi; sürüler daha büyüktü ve buna uygun olarak, nüfus, daha geniş alanlara daha seyrek yayılmışh (Yeni Dünya' da görül­ meyen bir yaşayış biçimi). öyle koşullar alhnda, köyler, yeni du­ rumun gereklerini karşılayamadı, ama megalitik yapılar (bu daha geniş alanlan birleştiren büyük tören merkezleri) karşıladı. İnsanlar, evlilik, cenaze ve başka törensel faaliyetler için yılda birkaç kez bu merkezlerde bir araya geleceklerdi, bu ise aslında daha dağınık olan bu toplukların birleşmesine katkıda bulundu. Bu anıtlar, yüzyıllar boyunca Bah ve Orta Avrupa'ya yayıldı; bunların uzun süre varlığını sürdürmesi, genel bir ihtiyacı karşı­ ladıklarını gösteriyordu. Sıklıkla, en erken biçimleri, topraktan ve keresteden yapılmış uzun höyükler ya da tümülüslerdi.2 Ama son­ ra, lös koridorundan uzaklaşıldıkça ve zaman geçtikçe, yine sıklıkla uzun tümülüslerde, dış duvarlar ve iç yapılar için kerestenin yerini taş aldı. Daha da geç dönemde, yuvarlak biçimler gitgide sıklaşh ve odaların boyutları büyüdü. İlk başlarda bu yapıların tasarımı, lös kuşağındaki çağdaş evlerin tasarımına çok benziyordu, ama bu örüntüden gitgide uzaklaşh. öyle anlaşılıyor ki, emeğin en önemli meta olduğu dağınık bir toplumda, büyük taşlan hareket ettirmek, o topluluğun gücünü, yani eş güdümlü çabayla başarılabilecek bir şeyi simgeliyordu. Anıtsallık, MÖ -4600' de Fransa' da başladı ve an­ cak MÖ -3800' de Danimarka' ya ulaşh, ama birçok megalitik yapı, ölü gömmek için arhk kullanılmaz olduktan uzun süre sonra da ayin merkezi olarak kullanılmaya devam etti. Daha sonra bunlara geçitler eklendi; Sherratt'ın dediğine göre, bu geçitler, ölülere farklı bir yaklaşımın göstergesi olarak, definden sonra mezarlara erişme olanağı sağlıyordu.3 Megalitik yapıların düzenlenişinde de zamanla yapılan baş­ ka değişiklikler, bu yaklaşımı pekiştirdi. Daha eski yapılar, kapalı sandukalar içerecek şekilde inşa edildiği ve dışarıdan süslendiği halde, tekrar giriş olanağı veren geçitlerin bulunduğu sonraki ya2

3

A.g.y., s. 337. A.g.y., s. 334. 200

9.

FELAKETLER VE KURB AN IN (Y AŞAMSAL ÖN EMDEKİ) KÖKENİ

pılar içeriden süsleniyordu. Yönelimde de değişiklik oldu. önce­ kiler doğu, sonrakiler ise güneydoğu yönünde konumlandınldı.4 Sheratt' a göre bu, iki (belki birbirine rakip) ideolojinin varlığını, "Orta Avrupa geleneği ile yerel Fransız geleneği arasında bir ide­ olojik mücadele"yi akla getirir. Belki de bu, Jean-Yves L'Helgoua­ ch ile meslektaşlarınca yapılan oldukça yeni bir çalışmayı bağlam içine oturtur; yazarlarca gösterildiği üzere, yaklaşık MÖ 3800 gibi bir zamanda, Kuzeybah Fransa'nın Bretonya-Atlantik sahilindeki Locmariaquer yöresinde "kapsamlı bir ikonoklazm evresi" yaşandı; yontulmuş dikili taşların birçoğu bu sırada yerle bir edildi ve geniş girişli yeni kuşak mezarların yapımında kullanıldı. Bu ikonoklazm (tasvir kınalığı) olayının meydana geldiği en büyük site, Bretonya açıklarında bir ada olan Gavrinis'teydi; "duyarlı" bir gök bilimsel dizilimle birlikte, girift oymalı süslemeler burada bol bulunuyordu. Öyle görünüyor ki, ideolojideki bu belirgin değişiklik, güneyden ve doğudan göçmenlerin gelişiyle, yani Chasseen kültürüyle aynı za­ mana rastladı. (Yapıların yönünün doğudan güneydoğuya dönmesi bu yüzden midir, Chasseen halkının geldiği yere ilişkin ortak belle­ ğin bir yansıması mıdır?) Kazılarda çıkarılan bu döneme ait eşyalar arasında, vazo deste­ ği olarak bilinen özgül aygıt parçalan vardı. Sherratt, bunları kült aygıhna ait şeyler olarak yorumlamanın "akıl çelici" olduğunu söy­ lüyordu. Bunlar belki de uyuşturucu tütsü yakılan ocaklardı ve bu görüş, "Gavrinis gravürlerinin dikkate değer karakterini de uyuş­ turucu madde etkisi alhnda üretilmiş entoptik (göz içi) görüntüler olarak açıklayacak bir yorum" du. 5 Öyleyse burada, saf ve yalın şamanizmden uzaklaşan bir baş­ ka hamlenin daha başlangıana mı tanık oluyoruz? (Yani, eğer şa­ manizm sahiden saf ve yalın idiyse. ) Dış simgelerden iç simgelere

�oğru değişim olması ve kapalı bir ayin mekanı yaratmak için taş kullanımına geçilmesi, özgün şamanist merkezler olan mağarala­ rı zeminden yüksekte ve elverişli konumlarda yeniden kurmaya dönük bir girişim midir? Birleşik Krallık'taki Durham Üniversite­ si'nden Chris Scarre'ın işaret ettiğine göre, megalitik yapılardaki dev taşlardan birçoğu, olağan dışı renkler ya da dokular gibi özel akustik veya duyusal niteliklere sahip kutsal coğrafi oluşumlardan, 4 5

A.g.y., s. 351 . A.g.y., s. 353. 201

BÜ YÜK BÖLÜ N M E

"güçlü yerler"den (örneğin, çağlayanlardan ya da uçurumlardan) alınıp getirilmiştir. Bu, Scarre'ın dediğine göre, niçin bu taşların ba­ zen uzak mesafelerden taşınıp getirildiğini, ama üzerlerinde başka­ ca bir değişiklik yapılmadığını açıklamaya yardımcı olur.6 Bu "mağaralar", eğer öyle idiyseler, atalarla ilişkide olmak için zeminden yükseğe kurulacakh.7 (Gök bilimsel dizilimlere yer ve­ rilmesi, böyle törenlerin, gök cisimlerinin evreleriyle hesaplanan düzenli bir takvime göre yapıldığını gösteriyor olabilir. Böyle tö­ renlerde halüsinojen maddelerin kullanılabilmesi, belirli bireylerin bu ayinler bağlamında bu maddeleri kullanmaları ve oluşan etki­ lerin, bir "öteki dünya"yla iletişim açısından yorumlanması, hiç de az rastlanmayan bir etnografik gözlemdir.)8 Özellikle Bretonya'da ve Britanya' da gözlenen başka bir gelişme, çahsı bulunmayan ve mezar yeri olmaktan çok, törensel yönü önem taşıyan henge'lerdir. Bu tapınaklarda ibadet edilmesinin ardında hangi düşünceler yahyordu? Cambridge'te onursal profesör olah Colin Renfrew, İs­ koçya'nın Arran adasına ilişkin araşhrmalannda, oradaki megalitik mezarların, ekilebilir arazi dağılımıyla yakından ilişkili olduğunu göstermiştir ve dolayısıyla, öyle anlaşılıyor ki, bu mezarlar / tapınak­ lar, çiftçiliğin başlaması ve bunun beraberinde getirmiş olacağı doğa­ nın daha yakından incelenmesi sonucunda bir kült olarak benimse­ nen yüce bir bereket tanrıçasına tapınmayla bir şekilde ilişkiliydi.9 Gerçekten, bazı megalitik dairesel dizilimlerin tarihöncesi gök gözlemevleri oldukları anlaşılıyor. Güneş döngüsünün, özellikle de güneşin uzaklaşmayı bırakıp yeniden kuzeye yöneldiği kış gün dönümünün bilinmesi tarım toplumları için açıkça önemliydi. Tü­ mülüsten bakılarak, (örneğin) kış gün dönümü meydana geldiğin­ de ufuktaki gök cisimleri fark edilebilir ve sonraki yıllarda o anın tahmin edilerek kutlanabilmesi için taşlar dikilebilirdi. Güneş göz­ lemevleri yaklaşık MÖ 4000' de ortaya çıkh, ama ay gözlemevleri MÖ 2800' e kadar görülmedi. 6

7 8 9

Chris Scarre, "Ülkenin Kutsal Yerleri: Bah Avrupa' da Din ve Çiftçiliğe Geçiş"; "Geçmişte İnanç: Din Arkeolojisi Üzerine Teori Çalışması" konulu konferansta sunulan bildiri, Kelley Hays Gilpin ve David S. Whitley (haz.), Belief in the Past: theoretical approaches to the archaeology of religion içinde, Walnut Creek, CA: Left Coast Press, 2008, s. 6. Sherratt, anılan yapıt s. 355. A.g.y., s. 356. Colin Renfrew, Before Civilization, Londra: Cape, 1973, s. 162-3. 202

9. FELAKETLER VE KUimANIN (YAŞAMSAL ÖNEMDEKİ) KÖKENİ

Dahası, tüm bunların üstünde başka bir anlam katınanı daha olabilir. Megalitik tapınaklarla ve gözlemevleriyle ilişkili birçok oyma (özellikle sarmallar, salyangoz şekilleri, çanaklı halka denilen, aslında bir dizi eş merkezli "C"den oluşan şekiller) bulunmuştur. Birazdan göreceğimiz gibi, Avrupa'nın başka yerlerinde bu desen­ ler, bazı tarihöncesi uzmanlarının Büyük Tanrıça dedikleri şeyle, yani doğurganlık ve yenilenme simgesiyle ilişkilidir (gerçi bu yo­ rumu herkes kabul etmiyor). Almanya' da ve Danimarka' da, mega­ litlerle ilişkili bulunan çömlek işleri de ikili çemberlerle bezenmiştir ve bunlar da Büyük Tanrıçayla bağlanhlıdır. Menhirlerin neredeyse erkeklik organına benzediği dikkate alınırsa, megalitik kromlek­ lerin (cromlech) cinselliği / doğurganlığı kutlayan birer gözlemevi / tapınak olması kesinlikle mümkündür. Menhirlere yüklenen cinsel anlam, salt arkeologların kanıtlara aşın anlam yüklemelerinin bir diğer örneği değildir. Örneğin Kutsal Kitap'ta, Yeremya (2:27), bir taşa "Bizi sen doğurdun" diyenlere atıf yapar. Menhirlerin dölleyici erdemlerine olan inanç, 20. yüzyıl başında bazı Avrupalı köylüler arasında hala yaygındı. "Fransa' da genç kadınlar, çocuk sahibi ol­ mak için, glissade (bir taşın üzerinde kayma) ve friction (yekpare taş sütunlar üzerine oturma ya da karınlarını belirli kayalara sürtıne) işlemi yapıyorlardı."1 0 Simgeciliği anlamamız zor değildir. Kış gün dönümü, güneşin yeniden doğduğu noktaydı. Taşlar öyle bir düzenlenmişti ki, güneş o gün görüldüğünde, ilk ışık demeti, dairesel dizilimin merkezinde­ ki bir yarıktan giriyor, yani kutsal mekandaki dünyanın merkezine vuruyor ve böylece, bunu sevinçle karşılamak için orada bir araya gelmiş olan tüm topluluğun yeniden canlanmasına yardım ediyor­ du. İrlanda' daki Newgrange, bunun iyi bir örneğidir. Bu nedenle, büyük megalitik tören merkezlerinde, belki de yeni b!r.dinsel kompleksin başlangıcına tanık oluruz. Kapalı ayin yerin­ de, ataların kalınhlarıyla (ve ruhlarıyla?) çevrelenmiş bir mekanda, şamanların ve belki başkalarının vecde gelip bilinç değişimi geçi­ rerek öteki dünyalara kehanet ziyaretleri yapabilmeleri için uyuş­ turucu tütsü ocakları yakılırdı. Bununla birlikte, her ailenin ya da oymağın kendi sığır ve / veya koyun sürüsünün olduğu dağınık toplumlarda, toprağın ve hayvanların ve topluluğun doğurganlığı iki kat, üç kat önem kazanacakh. En etkileyici verimli erkek ve her10

Eliade, anılan yapıt, s. 117. 203

BÜ YÜK BÖLÜ N M E

hangi birinin deneyimlemiş olabileceği en büyük yaşam gücü olan boğanın ve kadının önemi bundandı. Ve her ailenin kendi sürüsünü diğerlerinden uzak tutmaya eği­ limli olduğu böyle bir dağınık toplumda, şamanın rolü, gitgide, yalnızca yılda birkaç kez düzenlenen toplu törenlerle ve ayinlerle sınırlı bir hal alacakh. Bu koşullar alhnda şaman, köy toplulukların­ da olduğundan çok daha seyrek olarak hazır bulunacak ve hizmet­ lerine çok daha az gereksinim duyulacakh.

Tunç Çağı'nın Tedirgin Gökyüzü Megalitler hakkındaki ikinci teori, bizi yeniden doğal afetler ve felaketler alanına götürür. Toba yanardağının 74.000 ila 71.000 yıl önce püskürmesine ve 14.000, 11.000, 8.000 yıl önce üç büyük sel felaketinin meydana gelmesine ilişkin olguları, önceki bir bölümde irdeledik; bu olayların mitoloji üzerindeki etkilerini ve potansiyel tehdit oluşturan hava örüntülerinin (musonların, ENSO'nun, yani El Ni:fio-Güney Salınımının), yanardağların, kasırgaların, deprem­ lerin yerküre çapındaki dağılımını da o arada ele aldık. Şimdi ise göklerdeki tedirginlikleri (kuyruklu yıldızlan, gök taşlarını, astero­ itleri) kapsayan başka bir doğal afet alanını ele almamız gerekiyor; antik halklar tüm o cisimleri gördüler ve bunların bazıları dünyaya çarph. Derin geçmişimizin bu yönü, İkinci Dünya Savaşı'ndan beri en­ telektüel çevrelerde sıklıkla moda olup gündeme gelmiştir. Bunun bir nedeni, Worlds in Collision (Çarpışan Dünyalar; 1950), Ages in Cha­ os (Kaos Çağları; 1952) ve Earth in Upheaval (Dünya Altüst; 1956) adlı bir dizi kitabında, Güneş Sistemindeki bazı gezegenlerin tarihsel çağlarda Dünya'yı tehdit ettiklerine, özellikle Venüs'ün Orta Tunç Çağı'nın sonuna denk gelen bir zamanda Dünya'nın yakınından ge­ çerek büyük felaketlere neden olduğuna, Mars'ın da birkaç yüzyıl sonra aynı şeyi yaphğına ilişkin çeşitli sansasyonel iddialar ortaya atan Immanuel Velikovsky'nin çalışmalanydı.11 Albert Einstein gibi 11

Imrnanuel Velikovsky, Ages in Chaos, Londra: Sidgwick & Jackson, 1953; Earth in Upheaval, Garden City, NY: Doubleday, 1955; World in Collision: terror and the Juture ofglobal order, Basingstoke (UK): Palgrave, 2002, yayıma hazırlayanlar Kim Booth ve Tım Dunne. 204

9.

FELA KETLER VE K URBANIN (YAŞAMSAL ÖNEMDEKİ) KÖKENİ

bazı ünlü bilimciler, Velikovsky'nin çalışmalarını inandırıcı bulma­ larına ve ortaya attığı birçok kozmolojik öngörü daha sonra doğru­ lanmasına karşın, bazı bilimciler onun iddialarına ateş püskürdüler ve Amerika' da Velikovsky'nin kitaplarının yayımını engelleme ça­ basına girişildi. Bu tarhşmanın sonucu olarak, afetleri ve hem tarihöncesinde hem de tarihte oynadıkları (eğer varsa) rolü bilimsel olarak incele­ mek amacıyla 1975'te Disiplinlerarası İncelemeler Derneği (Society for Interdisciplinary Studies) kuruldu. 1970'li yıllar da modanın (ya da entelektüel iklimin) değiştiği bir dönemdi; bunun bir nedeni ise Apollo uzay araçlarının Ay'a inişiyle, oradaki kraterlerin çoğunun ya da tümünün volkanik kaynaklı olmaktan çok, çarpma kaynaklı olduğunun en sonunda doğrulanması ve bir dizi başka sondanın, Güneş Sistemindeki tüm cisimlerin ağır bombardımana maruz kal­ dığını göstermesiydi. Aynca, bizatihi Dünya' da gitgide daha çok sayıda çarpma krateri saptanmışhr.12 Tüm bu çalışmaların sonucunda, bugün iki şey kanıtlanmış gö­ rünüyor. Birincisi, Tunç (Bronz) Çağı'nda, özellikle MÖ 3000 dola­ yında ve sonraki birkaç yüzyıl boyunca, her yıl yinelenen bir ya da birkaç kuyruklu yıldız nedeniyle gece gökyüzü, örneğin bugün ol­ duğundan çok daha tedirgindi; üstelik, bir zamanlar Edinburgh' da­ ki Kraliyet Gözlemevi'nde ve Oxford Üniversitesi'nde görev yapan W. M. Napier'e göre, "yıllık gök taşı fırbnalannın şaşılacak düzey­ lere ulaşbğı", gök taşı fırhnalannın "belki de gökyüzünün sunduğu en etkileyici seyirlikler" olduğu dönemler de buna eşlik etti.13 Da­ hası, "Bu olaylar, modem deneyimi aşan belli bir şiddet düzeyine ulaşınca, çevre için zararlı olabilir" di.14 Buna ek olarak, jeolojik/ ast­ ronomik olarak "yakın" sayılan zamanlardaki bilinen çarpma olay1!3-Ft arasında, zıplayan bir asteroidin 2.000-4.000 yıl önce Arjantin' de neden olduğu ve mitoloji üzerinde de etki yapbğı bilinen Rio Cu­ arto kraterleri, Avustralya'nın Kuzeybab bölgesinde MÖ 30.000' de oluşan Henbury çarpma krateri, Nebraska' da MÖ 1000 yılında olu­ şan Broken Bow krateri, Suudi Arabistan'da MS 500' de oluşan Wa­ bar kraterleri, Çin'e MS 1490'da çarparak 10.000 insanı öldüren gök 12 Benny J. Paiser ve ark. (haz.), anılan yapıt, s. 28. 13 Paiser, anılan yapıt, s. 23. 14 A.g.y. 205

BÜYÜK BÖLÜNME

taşları ve Sibirya' daki Tunguska' da

1908' de

meydana gelen ünlü

çarpma olayı vardır. Bilinen felaketlerin bu listesi kesinlikle tam değildir ama böyle çarpmaların hiç de seyrek olmadığım ve yazılı tarihte meydana geldiğini göstermeye yeter (bkz. sayfa Görsel

207' deki

6).

ABD Hava Kuvvetleri'nde ve Hawaii Üiversitesi'nde görevli Bruce Masse, Çinli, Koreli, Japon, Arap ve Avrupalı gözlemcilerin MÖ 200 ila MS 1800 arasında gözlemledikleri

1. 124 "çıplak gözle gö­ 4 ve Görsel

rülen olay"ın sıralandığı bir liste hazırlamışbr.15 Görsel 5, sırasıyla, güneybab ABD'ye ait MS

14. yüzyıla tarihlenen tutulma

iblislerini ve Mezopotamya'ya ait "ürkütücü" göksel ilahlar dizisini gösteriyor. Masse'in belirttiğine göre, bu ilahların popülerliği sürek­ lilik göstermedi, ama gece göğünün etkinlik derecesine bağlı olarak yüzyıllar içinde kah parladı, kah söndü. 1 6

Görsel

4. Güneybab ABD'ye ait "tutulma iblisleri", MS 14. Yüzyıl

Görs�l

5. Mezopotaınya'ya ait "ürkütücü" göksel iblisler.

15 A.g.y., s. 55. 16 A.g.y., s. 60-61. 206

9. FELAKETLER VE

K URBANIN (YAŞAMSAL ÖNEMDEKİ) KÖKENİ

Ykl. MÔ 3000

Henbury krateri, çapı 1600 metre

Ykl. MÔ 2350

Erken Tunç Çağı uygarlıkları yıkıldı; iklim

Ykl. MÔ 2100

Daha çok sayıda Tunç Çağı kenti yıkıldı

değişikliği oldu Ykl. MÔ 2000

Campo Cielo, Arjantin; zıplayan asteroit

Ykl. MÔ 1800

Büyük toz olayı

Ykl. MÔ 1650

Orta Tunç Çağı kentlerinin yıkılması

Ykl. MÔ 1365

Efsanelerdeki yangın afeti

Ykl. MÔ 1200

Geç Tunç Çağı kentlerinin yıkılması

Ykl.

MÔ 1159-1140 İrlanda bataklık meşelerinin yıllık büyüme halkalarında düşüş

Ykl. MÔ 1000

Nebraska-Broken Bow krateri

Ykl. MÔ 800

Tunç Çağı'run sonu

Ykl. MÔ 200

Ateş toplarının doruk noktası

Ykl. MS 400-600

Ateş topu sağanaklıirı

Ykl. MS 500

Wabar kraterleri, Suudi Arabistan

Ykl. MÔ 850-760 Hollanda'da iklim değişikliğine ilişkin veriler

Ykl. MS 536

Karanlık Çağ tetiklendi; toz örtüsü olayı

Ykl. MS 580

Gregorius, iklim kaosundan söz etti

Ykl. MS 679

Gregorius, iklim kaosundan söz etti

Ykl. MS 800

Vikingler, Avrupa'nın bab kıyısında kimsenin

Ykl. MS 1000

Kuyruklu yıldızlar ve ateş toplan doruğa çıkb

Ykl. MS 1176

Yeni Zelanda'run Güney Adası yandı

Ykl. MS 1490

Çin' de 10.000 insanı öldüren gök taşlan

Ykl. MS 1 700

Japonya' da tsunamiler, depreme bağlı bir neden

yaşamadığını gördüler

("uzaydan gelen yangın")

bilinmiyor Ykl. MS 1800

5 Nisan, Kuzey Amerika' daki olay

Ykl. MS 1819

9 ya da 19 Kasım, Kanada' da ve ABD' de meydana gelen olay

v.kl. MS 1885

24 Şubat, Pasifik'te meydana gelen olay

Ykl. MS 1892

3 Mayıs, İskandinavya'da meydana gelen olay

Ykl. MS 1908

30 Haziran, Sibirya'run Tunguska bölgesinde

Ykl. MS 1930

yaşanan olay 13 Ağustos' ta Brezilya' da meydana gelen olay, 2.071 kilometre kare yağmur ormanı yok oldu

Ykl. MS 1935 Ykl. MS 1947

11 Aralık, İngiliz Guyana' sında meydana gelen olay

SSCB' de Sihote-Alin Dağlarına gök taşı çarpması

Görsel 6. Antik çağlarda bilinen felaketlerin listesi. 207

BÜY Ü K BÖLÜ NME

Anlaşıldığı kadarıyla, en önemli çarpmalardan biri, MÖ 2807' de meydana gelen ve "tufan kuyruklu yıldızı" denilen olaydı. Birçok efsaneyi inceleyen Masse, bu olayın tam tarihini MÖ 10-12 Mayıs 2807 olarak saptamayı başardı ve çarpışmanın olasılıkla Antarktika yakınında, Atlas-Hint Okyanusu havzasında meydana geldiği, dev bir tsunami yarathğı ve üst atmosfere su buharı püskürterek dünya çapında günlerce süren çok şiddetli yağmurlara yol açhğı, bir hafta kadar devam eden muazzam siklon (alçak basınç) kasırgaları oluş­ turduğu sonucuna vardı.17 Masse, bu olay ile El Ni:fio Güney Salı­ nımı (ENSO) başlangıç tarihinin örtüştüğünü ve hemen hemen o zaman tüm dünyada nüfusların oldukça büyük kırımlara uğradığı­ nı da düşünüyor; dediğine göre, özellikle Yeni Dünya' da, yinelenen yarablışlarla ilgili mitolojik geleneklerin kaynağı buydu. Masse, Ar­ jantin' de, Nebraska' da, Çin' de, Orta Amerika' da, Mezopotamya' da, Filistin' de (Sodom ve Gomora), Mısır' da ve Hindistan' da söylenen efsanelerin kökenini bu olaya dayandırıyor. Bu arka planı dikkate alarak, yeniden megalitlere ve özellikle en büyük, en tam ve en ünlü arkeolojik alanlardan biri olan Birleşik Krallık'taki Stonehenge'e dönebiliriz. Avustralya'daki Spaceguard Project'in (Uzay Muhafızı Projesi) direktörü ve NASA Spaceguard Committee üy�si olan Duncan Steel, Stonehenge hakkında tarbşma­ lı bir teori ileri sürmüştür, ama aslında Stonehenge hakkındaki tüm teoriler tarhşmalıdır ve Steel' in teorisi, en azından, dik taşlardan oluşan bu dizilimi anlama çabalarının şimdiye kadar niçin sonuçsuz kaldığını açıklama özelliği taşıyor. Steel'in kanısına göre, keşfedile­ cek hiçbir antik ritim yoktur: Stonehenge, bir "afet öngördürücü" dür ya da en azından başlangıçta öyleydi. Steel'in de kabldığı bir görüşe göre, Tunç Çağı'nda gece göğü, bizim gece göğümüzden daha tedirgindi ve Great Cursus (Stone­ henge dairesine yakın, anılın ilk inşa edilen bölümü olan ve önce­ leri antik bir yarış pisti [cursus = pist] olarak anlaşılan üç kilometre uzunluğundaki toprak set), gece göğünde kuyruklu yıldızlardan ve döküntülerden oluşan yaklaşık on derece uzunluğunda bir iz be­ lirdiği zaman inşa edildi; gerçekte o iz, kuyruklu yıldızın izinden / kuyruğundan Dünya geçtiği sırada oluşan bir meteor fırtınası idi ve Yer'in yüzeyinde biraz fiziki hasara neden oldu.18 Steel'in dediği17 A.g.y., s. 64. 18 A.g.y., s. 42. 208

9. FELA KETLER VE

KURBAN i N (YAŞAMSAL ÖN EMDEKİ) KÖKENİ

ne göre, sağanaklar alh ila sekiz saat, hatta yirmi dört saat sürmüş olabilirdi ve kuyruklu yıldızların geliş rotası, Stonehenge I'le, yani Great Cursus'la "yön olarak tutarlı" görünmektedir. Steel'in görüşü, Stonehenge'in ilk inşasını "gerçekten olağanüs­ tü" bir şeyin teşvik etmiş olması gerektiği ve taşların düzenlenişini dikkate aldığımız gibi, yakınlarda birçok mezar tümülüsünün var­ lığını da dikkate almamız gerektiği yönündedir; ki o tümülüsler­ de bulunan insan kemiklerinin yaşı, tümülüslerin kendi yaşından çok daha yeni bir zamana tarihlenmiştir. Bu nedenle, Steel' in ile­ ri sürdüğüne göre, bu tümülüsler hiç de mezar tümülüsleri değil, aksine, (kendi ifadesiyle) "hava saldırısı sığınakları"nın ilk biçim­ leriydi, gökten bir felaket (bir göktaşı sağanağı) yaklaşınca insan­ ların saklandıkları yerlerdi, Stonehenge'in özgün amacı, bu öngörü çabasıydı. Steel'in bu fikrini destekleyen başka bir bulgu, Aubrey delikleri denilen çukurlardır; Steel'in söylediğine göre bunlar, bir insanın içine oturup korunabileceği boyutlardadır. Yani, rahipler / matematikçiler gökyüzündeki tehdit edici özellikleri gözlemlerken ve en kötü afetlerin meydana geleceği zamanı hesaplamaya çalışır­ ken, buralara çekilip kendilerini korurlardı. Keza, ünlü ve ünlü olduğu kadar devasa mavi taşların yüzlerce kilometre uzaktaki Galler'in güneybahsından Stonehenge'e taşın­ ması (uzun bir bulmaca), kondritlere, yani gök taşı fırhnaları sıra­ sında düşen taşlara benzerlikleriyle açıklanacakh (dünyanın başka yerlerinde de taşlarla ilgili benzer uygulamalar bilinmektedir ) .19 Bu, megalitik anıtların hiç değilse birinin gizemine getirilen ze­ kice bir çözümdür ve Stonehenge'in niçin bir süre (gökten meteor sağanakları yağmaz olduktan sonra) terk edildiğini, daha sonra ise güneşle ve ayla bağlanhlı bir şey olarak yeniden canlandığını açıklamaya yardımcı olur. Daha önce değinildiği gibi, bunun, Sher­ ı:att' ın fikirleriyle mutlaka çelişmesi gerekmez. Ama burada buna yer verilmesinin nedeni, zamanlamasıdır ve afete yol açan (ister volkanik, ister tektonik, ister göksel, isterse iklime bağlı) olayların, sanki geçmiştekinden daha yaygın, bizim genellikle sandığımızdan daha fazla sayıda ve bugünkünden daha sık gibi göründüğü yolundaki genel düşünceye uymasıdır. Bu, Eski Dünya'nın ve Yeni Dünya'nın tarihini anlamada kritik önem taşır. 19

A.g.y.,

s.

46. 209

BÜY Ü K BÖLÜNME

Kurban Olgusunun Ortaya Çıkması Almanya' daki Bremen Üniversitesi'nden Gunnar Heinsohn daha da ileri gidiyor. Uygarlığın kendisinin, afetlere karşı verilen bir ya­ nıt olarak geliştiğini ve ilk dinlerin en güçlü, görünürde barbarca ama yine de gizemli yönlerinden birini, yani yaygın rastlanan insan kurban etme uygulamasını bununla açıklamanın daha kolay oldu­ ğunu öne sürüyor. Göreceğimiz gibi, kurban olgusunun örüntüsü ve izlediği yol, Eski Dünya' da ve Yeni Dünya' da çok farklıydı. Heinsohn'un belirttiği gibi, günümüzün insanları, özellikle [Charles] Lyell'in ve [Charles] Darwin'in ortaya attıkları "minicik ve zararsız değişikliklerle" evrilen bir dünyaya alışıktırlar, bu yüz­ den de daha çok felaketin meydana geldiği çağları bilmezler; aynı şekilde, kurban hakkındaki teoriler, modern jeolojinin geçmişe dair görüşlerimizi değiştirmesinden önce ortaya atılmıştı. Ne var ki, Heinsohn'a göre, antik Tunç Çağı'na ait metinlerin ve resimlerin, "yıkıcı gök cisimlerini temsil ettiği besbelli olan ve kurban kesip kan akıtan süslü püslü aktörleri bize gösterdiği" açıktır. Heinsohn, dünyanın her yanında, "ejderhalarla, canavarlarla, iblislerle, dev­ lerle kapışıp onları yenen tanrıların ve kahramanların kavga efsane­ leri" ni saptıyor.20 Ayrıca, rahip-kralların ve tapınakların, kurbanla ilgili kurumların erken belirdiği kentlerin oluşumunu hıilandırıcı rol oynadıklarını da öne sürüyor. (Ur' da, bir taşkınla ilgili kanıtların hemen üstünde bir uygarlığa ve kurbana ait veriler bulan Leonard Woolley'yi burada anımsayalım. Tunç Çağı'nda Mezopotamya tan­ rılarının birçoğu, doğurganlığın yanı sıra, korkutucu özellikleri de cisimleştiriyordu.) Dördüncü bölümde, erken uygarlıkların hem kuruluşunun hem de yıkılışının iklim değişikliklerinden dolayı meydana geldiğini gösteren Clift ve Plumb'ın çalışmasını tanıttık. On dördüncü bölüm­ de ise her iki yarım kürede kentsel yapıların, ilk olarak şu ya da bu tür çevre felaketlerinden sonra kurulmuş gibi göründüğünü daha ayrıntılı olıcırak ortaya koyacağız ama burada, bu bölümde, kurban olgusunu açıklamak amacındayız. Kurban hakkında çeşitli teoriler vardır. Bunların en çok bilinen­ leri, Zürihli filolog Walter Burkert'in, Stanford Üniversitesi'nden edebiyat profesörü Rene Girard'ın ve Chicago Üniversitesi'nden 20 A.g.y., s . 174. 210

9.

FELAKETLER VE KURBANIN (YAŞAMSAL ÖN EMDEKİ) KÖKENİ

din tarihi profesörü Jonathan Z. Smith'in psikolojik ya da antropo­ lojik diyebileceğimiz teorileridir. Bu kişilerin teorileri, insanlığın or­ tak belleğinde yer etmiş olan ve toplumda birleştirici, dolayısıyla da dinsel bir güç işlevi gören bir tür Freudyen "ilksel cinayet" var­ sayımıyla, uygarlığın özünü şiddetin oluşturduğunu öne sürüyor (bu teoriye göre, aslında topluluğu tanımlayan kurbandır). Başka teoriler, kurbanı, evcilleştirmenin bir işlevi olarak görür: Avcı-topla­ yıcılar arasında kurban olgusuna rastlanmaz ve yalnızca evcil hay­ vanlar kurban edilir. İnsan ile yabani hayvan arası bir konuma sahip evcil hayvanlar, aynı zamanda da (bir benzetme yapılırsa) insan­ lar ile tanrılar arası bir konumda bulunur. Bazı akademisyenlerin düşüncesine göre, hayvanlar, kurban etmek amacıyla evcilleştirildi.21 Bazı başka teoriler ise kurbanın kökenini, bitkilerin evcilleştirilmesi­ ne dayandırır: Var olan bitkiler kesilmelidir ki, yenileri üresin. Bu teorilerin hiçbiri çok inandırıcı değildir. İnsan kurban edil­ mesi son derece aşırı bir şey olduğu için, ancak aşırı koşulların bu uygulamayı başlatmış olması gerektiği açık gibi görünüyor. Felaketin bunda oynadığı rol yeterince açıkhr. Felaketler, tanım gereği, insanların bazen yüzlercesini, bazen de on binlercesini öldü­ rür. Mağdurların bedenleri çoğu zaman sonsuza kadar ortadan kal­ kar, yanardağ lavlarının allına gömülür, tsunamilere kapılıp gider, depremlerin oluşturduğu çatlaklara düşüp ezilir, asteroit çarpma­ larıyla silinip gider. Başka mağdurlar, kanları her yere akmış hal­ de ya ceset olarak ya da yaralı olarak görülebilir. Böyle koşullarda, eski insanlar, bu kuvvetleri (yanardağları, kasırgaları, depremleri, tsunamileri, şiddetli yağışları, asteroitleri), bir anlamda tanrıların insanlara duydukları öfkenin, hoşnutsuzluğun ya da hayal kırıklı­ ğının kamh sayıp, tanrıların kendilerini beslemek için insan bede­ ni ya da insan kam "istedikler"i şeklinde, (kendilerine) apaçık gibi �örünen sonucu çıkarırlardı. Kurban ise bu kötü durum karşısında besbelli ki yahşhrıcı bir yanıt olurdu. Heinsohn'un işaret ettiği gibi, yıkıcı taşkınlardan sağ kurtulduktan sonra kurban ve dua geleneği­ ni başlatan büyük adamlar hakkındaki efsaneler, Mezopotamya'yla da sınırlı değildir. "Kaldea' da Ziusudra, büyük bir taşkından sonra kurban sunan böyle bir kahramandır. Asurlularda Utnapiştim ve İb­ ranilerde Nuh, benzer bir rol oynar. Hindistan' da Manu, taşkından 21

Robert G. Hamerton Kelly (haz.), anılan yapıt, çeşitli yerlerde, ama özellikle s. 204. 211

BÜYÜK BÖLÜ N M E

sonra kurban geleneğini başlahr. Yunan geleneklerinde, Perseus, Deukalion, Megaros, Aiakos vb. bir taşkından sonra kurban sunma­ ya başlarlar. Mısır, Çin ve Algonkin (Kuzey Amerika) efsanelerinde de neredeyse aynısı olur; Algonkin örneğinde, kahraman Nanabuş, selden sonra dua etme adetini başlahr.22 Bundan çok daha önce, MÖ 6000 ila 5000 arasında, Çatalhö­ yük'ün kutsal mekanlarındaki duvar resimleri, püsküren yanardağ­ ların ve insan cesetlerine saldıran akbabaların tasvirlerini kapsar. Bu resimlerin birinde, ikiz zirveli bir yanardağ patlar, doruktan ateş püskürür ve dağın yamaçlarından aşağıya lavlar akar. Resim sonra noktalarla kaplanır; bunlar, havaya püskürüp aşağıya yağan ve gü­ neş ışığım kesen kül tozunu temsil ediyor olabilir. Türkiye' de ikiz zirveli tek dağ, Hasan Dağı' dır; burası, Çatalhöyük sakinlerinin son derece yararlı buldukları ve büyülü saydıkları obsidyen denilen ta­ şın da kaynağıdır.23 Daha sonra, Girit'in Knossos kentindeki bodrum odalarındaki kazılarda, MÖ 1450'ye tarihlenen birçok çocuk kemiği bulunmuş­ tur; bu kemikler, etlerin yüzülüp çıkarılması (ekskamasyon) sıra­ sında oluşan bıçak izleri taşıyordu. İngiliz arkeolog Peter Warren, bu kemiklerin, "peş peşe depremler gibi ya da başka doğal afetler gibi" büyük bir felaketi defetmek amacıyla sunulan kurbanların kalınhları olduğu kanısındadır. (Şiddetli bir deprem gerçekten bi­ nayı devirdi.)24 Japonya'da birçok Şinto kutsal mekanının kuruluş öyküsü, sıklıkla yılan gibi kuyruğu da olan kudretli bir hayvana, dağda yaşayan bir iblise (besbelli ki bir yanardağa) insan kurban edilmesiyle ilgili bir efsaneyi çoğunlukla içerir.25 İslamiyet öncesi Araplar, gökten yere düşmüş siyah bir gök taşına (hacerü'l-esved denilen taşa) taparlardı, Müslümanlar da bu taşı kutsal sayarlar.26 Elbette ki afet, topluluğun yaphğı bir şeyin sonucu olarak açık­ lanacakh. Bu, afetlerin neden olduğu yaygın acıyı hafifletmek için, ruh yolculukları yerine dualarla, toplu ibadeti yönetmek üzere şa­ manların yerine rahip-kralların öne çıkmasında belirleyici oldu. 22 Hamerton Kelly, anılan yapıt, s. 179. 23 Fagan, From Black Lands to Fifth Sun, anılan yapıt, s .. 93-4. 24 A.g.y., s. 245. 25 Jan N. Bremner (haz.), The Strange World of Human Sacrifice, Leuven, Paris, Dudley MA: Peeters, 2007, s. 230. 26 Marija Gimbutas, The Gods and Goddesses of Old Europe: 6500 to 3500 B.C., Londra: Thames & Hudson, 1982, s. 236. 212

9. FELA KET L E R VE KUI\BANlN (YAŞAMSAL ÖNEMDEKl) KÖKENİ

Bazı uzmanların kanısına göre, ilk kentlerin çevresinde yaklaşık MÖ 2900' de görülmeye başlayan surlar, hiç değilse bazı durumlar­ da, başka halklara karşı olmaktan çok, tsunamilere karşı savunma amacıyla inşa edildi. Kurbanla birlikte kefaret fikri ortaya çıkb.: İnsanlar, afete yol aç­ mış olan şeyi bir şekilde "telafi" edebilirlerdi, bu görev ise afetlerin niçin meydana geldiğini ve hangi sunuların işe yarayacağını açıkla­ makla görevli rahip-krallara düşecekti. Afetler, erken Tunç Çağı dinlerinin daha gizemli ayinlerinden ba­ zılarını da açıklayabilir. Örneğin, bazı durumlarda rahipler, kuvvet­ li iç sürdürücü (müshil) maddeler verirlerdi. Heinsohn'un iddiasına göre bu, bazı insanların korkunç felaketler ortasında bağırsaklarını kontrol edemez hale gelecekleri olgunun yeniden canlandırılması­ dır. Buna benzer bir tez de phalloi (penis tasviri) kullanımını ya da insanların vücutlarını isle veya külle kaplamalarını, saçlarını kes­ melerini ya da yakmalarını açıklar. Panik ve korku saçan afetler, kendiliğinden penis sertleşmesine neden olabilirken, vücudun isle veya külle kaplanması, yanardağ patlamalarından sonraki oluşacak külü anımsab.rdı. Yıldırımların ya da erimiş magmanın çıkaracağı yangınlar, saçları tutuştururdu. Bu fikirler bütünü, kurban olgusunun doğuşunu açıklamak için sıklıkla öne sürülen, örneğin kurbanın daha az acımasız bir şekilde de başlamış olabileceği, yani tahılın ana besin olduğu ve et yemenin görece seyrek olduğu bir zamanda ortaya çıkmış olabileceği şeklin­ deki görüşe kıyasla, bu olgunun doğuşuna çok daha inandırıcı bir açıklama getirmektedir. Örneğin, tarımcı toplumların birçoğunda, ilk tohumlar ekilmez, tanrılara adak olarak saban izi boyunca top­ rağa ab.lırdı. Buna benzer şekilde, ağaçta son kalan birkaç meyve asl:ı toplanmaz, koyunların üstünde her zaman birkaç tutam yün bırakılırdı ve çiftçi, kuyudan su çekerken, "kuyunun kurumaması için" her zaman birkaç damlayı geri dökerdi. Kabul edilmelidir ki, burada özveri kavramıyla, tanrıları beslemek ya da yab.şb.rmak için kendi payının bir kısmını feda etme kavramıyla karşılaşırız. Başka yerlerde, son buğday başaklarına insan biçimi verilirdi (ve bu ge­ lenek, Norveç'ten Balkanlar'a kadar uzanır): Bunlar, bazen hasat edilecek bir sonraki tarlaya ab.lır, bazen de ertesi yıla kadar sakla­ nır ve bereketi güvenceye almak için yakılıp, ekimden önce külleri toprağa ab.lırdı. Ama tüm bu uygulamalar, daha eski uygulamanın 213

BÜ Y Ü K BÖLÜNME

ikincil gelişmeleri ve silik yankılan gibi görünmektedir: Bize bar­ barlık gibi gelen ama yine de evrensel nitelik taşıyan insan kurban etme uygulamasını ancak olağan dışı olaylar açıklayabilir. Bundan sonra, öykümüzün büyük kısmını bu oluşturacakbr.

Büyük Tanrıça ve Ay Megalitik düşüncelerin giderek çoğaldığı dönemle neredeyse eş zamanlı olarak, ama Avrupa'nın farklı bir bölgesinde, esasen aynı ilkelere dayanan farklı bir tapınma biçimi evriliyordu. Kıtanın ge­ nellikle "Eski Avrupa" olarak anılan bu bölgesi, Yunanistan ile Ege Denizi'ni, Balkanlar'ı, Güney İtalya ile Sicilya'yı ve aşağı Tuna hav­ zası ile Ukrayna'yı kapsar. Buradaki antik tanrıları, Litvanyalı aka­ demisyen Marija Gimbutas incelemiştir. Gimbutas, dört ana varlık çevresinde kümelenmiş karmaşık bir ikonografi (dinsel tasvirler) saptar. Bu varlıklar, Büyük Tanrıça, Kuş ya da Yılan Tanrıça, Bitki Tanrıça ve Erkek Tanrı' dır. Yılan, kuş, yu­ murta ve balık tanrılar, yarablış efsanelerinde kendilerine özgü bir rol oynamakla birlikte, Büyük Tanrıça yarabcı ilkenin kendisiydi, tümü içinde en önemli düşünceydi. Gimbutas'ın deyişiyle, "Büyük Tanrıça, mucizevi bir şekilde ölümden, kurban edilen boğadan do­ ğar ve bedeninde yeni yaşam başlabr. O, Dünya değildir, ama ken­ disini birçok canlının şekline, bir marala, köpeğe, kurbağaya, arıya, kelebeğe, ağaca dönüştürebilen dişi bir insandır". (Bu dönüşüm ye­ teneği, şamanizmden izler taşır, ama o, uygun bir şekilde cinsiyet değiştirmiştir.) Gimbutas sözlerini şöyle sürdürür: " . . . Büyük Tan­ rıça, Ay hilalleriyle, dört parçalı tasarımlarla ve boğa boynuzlarıy­ la, sürekli yarabm ve değişim simgeleriyle . . . tarımın başlangıcıyla ilişkilidir." 27 Gimbutas'ın dediğine göre, Büyük Tanrıça birçok bölgede ayla da ilişkili hale geldi. Bunun nedeni, kısmen ayın bir büyüyüp bir küçülmesi, sürekli şekil değiştirmesi, sanki her ay "ölmesi" ve gö­ rünmez olduktan üç gece sonra gece göğünde yeniden doğması, kısmen kadınların adet çevrimiyle zamansal / döngüsel açıdan iliş­ kili olması, kısmen de yeni ayın görünüşünün sığır boynuzuna, özellikle de boğa boynuzuna benzemesiydi. 27 A.g.y. 214

9. FE L A KETLER

VE KURBANIN (YAŞAMS AL ÖN EMDEKİ) KÖKENİ

Gimbutas'ın iddiasına göre, ana izlek, annenin egemen olduğu bir panteonda (çok tanrılı sistemde) bir bebeğin doğmasıydı. "Do­ ğum yapan Tanrıça", ayrılmış bacaklarıyla ve kasık üçgeniyle, M büyük harfi şeklinde, "Büyük Tannça'nın ideogramı" olarak bir tür simgesel anlahm haline geldi.28 Gimbutas'ın birçok heykelcik, kutsal mekan ve eski çanak-çöm­ lek üzerindeki kapsamlı araşhrması, çok ilginç bazı iç görüler sağla­ dı (örneğin, bitki tanrıçaların MÖ 6. binyıla kadar genellikle çıplak olması ve daha sonra giyinik gösterilmesi, heykelcikleri üzerindeki kakma işaretlerin, gerçek yazıdan binlerce yıl önceki çizgisel ön ya­ zının erken bir biçimi olması ve ekonomik anlamdan çok dinsel bir anlam taşıması). Gimbutas'ın ön yazıya ilişkin görüşlerini elbette herkes kabul etmiyor, ama onun asıl üzerinde durduğu konu, başka hayvanlara, bazen de ağaçlara ve taşlara dönüşme yeteneği taşıma­ sına karşın yine de temelde insan biçimli olan karmaşık bir ikonog­ rafiyle Büyük Tannça'nın gelişmesiydi. Tanrıça, burada da, şaman ile ondan sonra gelen şey arasında bir tür ara figürdü: Öyleyse burada, Eski Avrupa' da, son tahlilde Orta Doğu' dan, Bölüm 7'de genel hatlarıyla anlahldığı gibi Natufyan ve Khiamyan kültürlerden türeyen fikirlerin yayılmasıyla karşı karşıyayız (ya da öyle görünüyor). Bu fikirler, muhtemelen çiftçilik fikriyle ve uygu­ lamasıyla birlikte yayıldı. Bunlar, doğanın potansiyel düşman güç­ lerinin ve doğurganlığın, erken dönem dinsel inancın ikiz itici kuv­ vetleri olmaya devam ettiğini doğruluyor. Bu ikiz itici kuvvetlerin Avrasya' da ve Amerika' da nasıl güçlü olmaya devam ettiğini, ama yine de farklı yollara gittiğini, öykümüz ilerledikçe göreceğiz.

28 A.g.y. Dünyanın tüm bölgelerindeki, tüm kıtalardaki dinsel imgelerin son derece karmaşık olduğunu, birçok örtüşme gösterdiğini, karşılıklı bağlantılı ve sıklıkla çelişik anlamlar taşıdığını, belki bu noktada belirtmeye değer. Durum böyle olunca, dinsel imgelere ilişkin tahlilin, her türlü olasılık dışı örüntüden bir anlam çıkaran numerolojiye benzemesi tehlikesi her zaman vardır. Burada irdelenen örüntülerin yalnızca birkaçının böyle olduğu konusunda okuyucuyu uyarmak isterim. *

215

10� UYUŞTURUCULARDAN ALKOLE Şimdi öykümüze yeni bir konu eklemeliyiz: Alışılmış tarih kitapla­ rında pek ele alınmayan ama hakkında bu kitabın söyleyeceği çok şey olan bir konudur bu. Çünkü biz, bu konunun rolünün, bütü­ nüyle ihmal edilmese bile, çok hafife alındığını ya da görmezden gelindiğini düşünüyoruz. Bu konu, narkotikler, halüsinojerıler ve alkol (tek sözcükle, uyuşturucular) konusudur. Neolitik dönemdeki ılıman Avrupa, dünyanın başka yerleriyle karşılaşhrılınca nispeten az sayıda uyarıcı maddeye sahipti, ama öyle olsa bile, erken halklar, doğada bulunan ve duygu durumu­ nu değiştiren çeşitli maddeler hakkında geniş bilgi edineceklerdi ve yazının bulunmasıyla birlikte, uyuşturucuların bu amaçla kullanı­ mına ilişkin bol bol kanıt ortaya çıkh. Dikkat çekici olarak, Mısır' da Hanedanlar döneminde bilinen Nymphaea caerula (Mısır nilüferi, mavi lotus), Osiris tapımının ayinlerinde kullanılıyordu ve Rig Ve­ da'ya göre, sarhoş edici soma içen Aryanlar, bunu "ilahi içki" kabul ediyorlardı. Herodotos, İskitlerin ayinlerde Cannabis dumanı çektik­ lerini, yani esrar içtiklerini arılahr.1 Eski Dünya' da özellikle iki bitki öne çıkh: Haşhaş (Papaver som­ niferum) ve kenevir (Cannabis sativa). Haşhaş, Avrupa'nın yerli bitki­ sidir, en çok İsviçre' de, Güney Almanya' da ve Doğu Fransa' da Cila­ lı Taş ve erken Tunç çağlarına ait arkeolojik alanlarda saptanmışhr, gerçi bu, farklı korunma düzeylerinden dolayı yapay bir eğilim ola­ bilir, çünkü öyle görünüyor ki haşhaş, göl kıyısında yaşayan halkla­ rın kayıtlarında en iyi şekilde varlığını korudu, o yerlerdeki bataklık 1

Sherratt, anılan yapıt, s. 406. 216

1 0.

U YUŞTU RUC U LAimAN A LKOLE

koşulları, bulunan kalınhlarda haşhaş saptanmasını kolaylaşhrdı. Daha sonra, güneyde ya da Akdeniz bölgesinde haşhaşa rastlandı, kenevir ise daha doğuda ve bozkırlarda yetiştirildi.2 Haşhaş, tahılların arasında (yabani ot olarak) yetişiyordu; bes­ leyici ve çok lezzetli olduğu için de çok doğal olarak insanların dikkatini çekecekti. Dahası, olgunlaşmamış tohum başlığının ya da kapsülün öz suyunda narkotik alkaloitler (çoğunlukla morfin, ko­ dein ve papaverin gibi bir azot baz içeren hbbi etkili organik bitki özütleri) oluşur ve ıslatma yoluyla zayıf bir çözelti olarak özütlene­ bilir. Kapsül üzerine çizikler açılarak daha kuvvetli bir biçimi elde edilir. Bu önemlidir, çünkü seyreltik çeşit, antik dünyada ağrı kesici ya da analjezik olarak hbbi amaçla kullanılmışhr (Galenus, MS 2. yüzyılda bundan söz eder), ama daha eski edebi ahflar ve resimler, kesinlikle MÖ 2. binyılda ve 1 . binyılda bu özütün kuvvetli çeşidi­ nin dinsel bağlamlarda kullanıldığını gösteriyor. Renanya' daki en eski Bandkeramik eşyalarda ve İspanya' daki mağaralarda haşhaş tohumları bulunmuştur. (Bandkeramik terimi, MÖ -5500-5000 arasına tarihlenen, çizgisel şeritlerle bezenmiş eski çömlekleri ifade eder.) Hiç kuşkusuz, bu tohumlar, haşhaşın evcil­ leştirilmiş türlerine aitti, çünkü tohumlar kendi kendine kapsülden çıkmış olamazdı. İspanya'nın Granada kenti yakınında, MÖ 4200'e tarihlenen bir mezarlık alanında, pek çok haşhaş kapsülü içeren, es­ parto lifinden yapılmış torbalar gün ışığına çıkarıldı; anlaşılan o ki, haşhaş kapsülleri yalnızca gıda olarak kullanılmıyor, simgesel bir önem ve anlam da taşıyordu.3 Benzer şekilde, esrarın da Demir Çağı'nda Bah Avrupa' dan Çin'e kadar kullanıldığını biliyoruz. Hochdorf Hallstatt D' de araba şeklin­ deki mezarda (Almanya' da Eberdingen yakını, Stuttgart yakını, MÖ 450) bol miktarda esrar bulunmuştur ve hem Herodotos tarihinde heın· de Han bbbi metinlerinde esrara değinilir. Esrar, Doğu Avru­ pa' da 3. binyıldan itibaren kullanılmışbr; bir keresinde, kömürleşmiş kenevir tohumları içeren bir "pipo fincanı" keşfedilmiştir. İlk önceleri bu uyuşturucu maddeler, muhtemelen bir arınma ayini ya da toplu ibadet çerçevesinde tohumların yakılması şeklin2

3

Mark David Merlin, On the Trail of the Ancient Poppy, Londra ve Toronto: Fairleigh University Press ve Associated Universities Press, 1984, çeşitli yerlerde. Sherratt, anılan yapıt, s. 408. 217

BÜY Ü K BÖLÜ NME

de nefesle çekiliyordu.4 Örneğin, Neolitik Balkan alanlarında, MÖ 5. binyılda çoğalan, sıklıkla sunak olarak tanımlanan ve dört ayaklı küçük bir tabaktan oluşan farklı seramikler bulunmuştur. Çoğu kez hayvan başlarıyla yoğun şekilde süslenmiş olan bu nesneler, öyle anlaşılıyor ki, tütsü yakılan kaplardır ve aile ayinlerinde kullanıl­ dıklarını düşündürecek kadar yaygındır.5 Sonra, 4. binyılda Fran­ sa' da, daha önce değinilen vazo desteği seramiklerin ortaya çıkhğını görürüz. Bunlar, kare ya da yuvarlak tablalı küçük, sığ kaselerdir ve yine bol bol süslenmiştir, birçoğunda yanma izleri de vardır. Bre­ tonya' da, hem mağaralarda hem de megalitlerde, dikili taş kemer­ lerinin içinde çok fazla sayıda bulunan bu nesnelerin ayinlerde kul­ lanıldıkları kesin görünüyor. Özgül bir uyuşturucunun, ana ayinin odağında yer aldığı anlaşılıyor. 6 Andrew Sherratt, şu soruyu sorar: Breton megalit sanahnın, Gavrinis'teki gravürlerin entoptik biçim­ lerinde ve halüsinojen imgelerinde, kendi deyişiyle, psikedelik (ha­ yal gördürücü) doruğuna ulaşhğı dönemle aynı zamanda, güneyli bir külte ait aygıhn Kuzey Fransa' da görülmesi, bir rastlanh mıdır? Papaver somniferum'un anayurdunun Alpler olduğu düşünülürse, böyle koşullarda, bu kadar kuzeyde saptanması, ayin (kült) amaçlı kullanıldığını kuvvetle düşündürüyor.7 Daha geç Neolitik dönemdeki başka kültlere ilişkin kanıtlar da vardır. MÖ 3. binyılda Doğu Avrupa'nın her yanında, üzerine "gü­ neş patlaması" deseni kazınmış kaselere rastlanır; bu kaplar, Kara­ deniz-Hazar (Pontus) steplerine 1.600 kilometreden uzak mesafede, yani kenevirin dağılım alanına aşağı yukarı paralel bir dağılımla, özgül bir tasarım biçimini korur. Seramik tasarımının birden bire değişebilmesi ama sonra, alanla ya da zamanla alakasız bir dağılım göstermesi de psikoaktif maddelerin kullanıldığı özgül kültlerin or­ taya çıkhğını ve yayıldığını düşündürüyor. MÖ 4. ve 3. binyılda içecek kupalarının ve sıvı koyup taşımada kullanılan kapların ortaya çıkışıyla, Avrupa'nın tüm bölgelerinde seramik kap kacaklann dönüşüm geçirmesi daha da merak uyan­ dırıcıdır. Sherratt, bu gelişmenin, süt içilmesini değil, alkolün tarih öncesi Avrupa üzerindeki etkisini yansıthğını savunur (bkz. Görsel 4 5 6 7

A.g.y., s. 409. A.g.y., s. 410. A.g.y., s. 411 . A.g.y. 218

1 0.

UYUŞTU RUC U LARDAN ALKOLE

7). Hatta bu kaplardan bazıları, haşhaş kapsülüne benzer. Burada

karşılaşbğımız şey, bu kez eriyebilen biçimiyle afyon mudur? Kalın­ bların tahlili, bazı olgularda bunun böyle olduğunu doğruluyor. 8 Sıvı afyon tüketiminde kullanılan ve haşhaş bitkisi şeklinde olan ayin donanımları, Kuzey Almanya' da, Polonya' da ve İskandinav­ ya' da Huni Boyunlu Kap (Trichterbecher, kısaca TRB) Kültürünün (MÖ 4000-2700) alamet-i farikası haline gelmiştir:

Görsel 7.

Sıvı halde afyon tüketme kapları mı?

Bu durum, step kökenli olan ipli süslemenin (İp Baskılı Seramik kültürünün) yayılmasının paralel bir süreç olup olmadığı sorusu­ nu akla getiriyor. Söz konusu ip, kenevirdi, yani Cannabis'ti ve ana­ yurdu olan bölgede yapıldığı gibi, Kuzey Avrupa' da da ilk önceleri dumanı çekilerek değil, demlenerek içiliyordu. İp Baskılı Seramik kapların ortaya çıkışı, afyonun daha sonra alkolle birleştirildiği an­ lamına mı gelir? (Bu hiç de olmayacak bir şey değildir: Cannabis'in yakıiı akrabası olan şerbetçiotunu, yani Humulus lupulus'u bira üre­ timinde kullanırken hala hemen hemen aynı şeyi yapıyoruz.)9 Törensel çanak-çömlek takımlarının farklı biçimlerinin çoğalma­ sı, her bir çeşidin özgün bir gıda ya da içecek türü için tasarlanmış 8

9

A.g.y., s. 414-416. Huni Boyunlu Kap Kültürü, genellikle, ilk kez tanımlandığı Almanca Trichterbecherkultur teriminin kısaltması olan TRB olarak bilinir. A.g.y., s. 417. 219

BÜY Ü K BÖLÜ NTvlE

ve bunların her birinde psikoaktif maddelerin rol oynamış olmasını mümkün kılıyor. Bazen de kanıtlar bundan çok daha güçlüdür. Örneğin, Bah Slo­ vakya' daki bir mezar odasında, her birinin elleri, yüzlerine bakar şekilde yerleştirilmiş haldeki on ceset, bir sürü amforanın ve içki kupasının üstüne defnedilmişti. Sherratt'ın dediğine göre, sersem­ letilmiş olmaları da gerekmesine karşın, bu kişiler kendi istekleriy­ le gömülmüş olmalıydılar, çünkü havasızlıktan boğulmamak için bir çaba göstermemişlerdi. Zehirlenmiş olduklarını düşünmek çok manhksız değildir. "Sersemletici madde belki amforaların içindeydi ve kupayla içildi: Bu bir ölüm ayiniydi. Hem kabın içerdiği madde hem de o kaptan içenlerin inançları, böyle bir ayini gerçekleştirmek için aşırı güçlü olmalıydı." Bu, bir kurban ayininin tüm ayırıcı özel­ liklerini taşıyordu, üstelik de sarhoş olup kutsal dünyaya girme ay­ rıcalığına sahip seçkinler üzerinden yürütülen bir ayindi. Sonraki dönemlerde, yine amforaların olduğu ve bazen ev­ cil hayvanların, özellikle eşli sığırların bulunduğu daha komünal mezarlarla karşılaşılır. Burada da bir kurbana tanık oluyoruz, hpkı üzerinde çanak-çömlek ve kupalar, hatta müzik aletleri bulunan bir masa çevresinde iki ya da daha çok kişinin dizildiği başka mezarlar­ da tanık olunduğu gibi.10 Bu kurban mezarlarının tümü MÖ -3200' e tarihlenir. Bu neden­ le, Kuzey Avrupa düzlüklerinde MÖ 4. binyılın ikinci yansı, sıklık­ la şu ya da bu biçimde içki ayini içeren bu tür komünal törenlerle dikkati çekiyordu. Erişkin erkeklerin birtakım özgül eşyalarla (taş savaş baltasıyla ve ip süslemeli bir bardak ile bir amforadan oluşan içki takımıyla) gömüldükleri bireysel bir defin örüntüsü gösteren İp Baskılı Seramik kültürünün doğuşuyla, bir değişiklik daha meyda­ na geldi. Böyle mezarlara sürekli adak sunumu yapılmazdı. Bunlar, daha önceki komünal mezarlar gibi tören merkezi değildi. Öyleyse, besbelli ki, ayin amaçlı yeme ve içmede, ilk başlardaki kutsal mekan merkezli kült uygulamasından daha kişisel bir örün­ tüye doğru belirgin bir değişiklik meydana geldi. Bu neyi düşündü­ rüyor? Sherratt' a ve lan Hodder gibi başkalarına göre, bu gelişme, önceki bölümde irdelendiği gibi, tahıl tarımını esas almaktan çok, daha hareketli hayvanalığı ve toplu mezarlardan (megalitlerden) daha bireysel, daha az kaha mezarlara geçişi esas alan daha akış10

A.g.y., s. 419-421. 220

Hl

UY UŞTURUCULARDAN ALKOLE

kan yerleşimler yönündeki bir değişimle ilişkiliydi. "Kutsal yerler"e verilen önem azaldı, yer üstündeki taş yapıların yerini, yer altındaki çukurlar aldı, cenazeler erişilebilir durumda kalmaktan çok, tama­ men gömülmeye başladı. Bu, ölüm hakkında yeni inançları, başka bir yeni ideolojiyi ima eden büyük bir değişiklikti.11

Kaseler ve Bardaklar Yeni düzenlemede kişisel içecek eşyalarının ortaya çıkışı, illaki psi­ koaktif maddelerin genelde kolay erişilebilir olduğu anlamına gel­ mez. Sherrat'ın öne sürdüğüne göre, böyle maddeler, daha çok, "bir şamana ya da rahibe yaraşır şekilde, topluluk adına hareket eden" kişilerin bir ayrıcalığıydı. Bunlar belki yaşlı erkeklerdi, aile reisle­ riydi. (Bu uygulama, yalnızca 40 yaş üzeri erkeklerin alkol içmesine izin verilen Tuva Moğolları arasında bugün de sürüyor.)12 Ama bir değişikliğe daha tanık oluyoruz. İçki içme, komünal bir törenin par­ çası olmaktan, uzun ömürlü grupların istikrarını törenleştirmekten uzaklaşıp evcilleşti ya da Sherratt'ın yeğlediği sözcükle, dünyevileş­ ti. Çobanlıkla uğraşan daha hareketli toplumlarda, bu kutsal madde, oturmuş kutsal mekanlardaki rolünden "kaçlı" ve yeniden konuş­ landı. O ana kadar her kabilede ya da köyde, psikoaktif maddelerin sağladığı esrime yoluyla diğer dünyalara erişebilen tek ya da birkaç şaman varken, arlık her aile reisi aynı rolü yerine getirir oldu ve ben­ zer yetkiye sahip başkalarıyla bir araya gelmeye başladı, birbirlerine yardım edebilmeleri ve dış tehditleri birlikte göğüsleyebilmeleri için ağırlama ve kaynaşma törenlerinde daha hafif psikoaktif maddeler paylaşıldı. Bu, daha sonra ele alacağımız klasik Yunan' daki symposion (şölen) gibi etkinliklerde doruğa çıkacak olan bir süreçti. Gerçekte b\.!., 6herratt'ın dediği gibi, esrimenin (ekstasis) evcilleşmesiydi. Üs­ telik ve çok önemli olarak, insanları uyuşturucu etkisi alhndayken birbirinden soyutlayan daha kuvvetli uyuşturuculara kıyasla, daha hafif alkol, kaynaşmaya yönelik bu komünal sürece daha uygundu. Sherratt daha da ileri giderek, TRB kültüründen İp Baskılı Se­ ramik kültürüne geçişin, "aynı bölgede 4500 yıl sonra meydana gelen Protestan Reformuyla belirli biçimsel benzerlikler taşıdığı"nı 11 A.g.y., 12 A.g.y.,

s. s.

423. 422. 221

BÜYÜK BÖL ÜNME

söylüyor: Hep kalıcı olmayı amaçlayan gösterişli kutsal mekanların ve rahiplerin aracılık ettiği hiyerarşik bir modelden uzaklaşılarak, yakında kozmik değişim olacağına ilişkin binyılcı bir bakışın sık­ lıkla eşlik ettiği kişisel kurtuluşa, bireysel sorumluluğa, mimaride ve ayinlerde yalınlığa daha çok ağırlık verilir oldu.13 Bir o kadar önemli olarak, dağınık hayvancı toplumlarda ataerkil otoritenin güçlendiğini yansıhr şekilde, dişi imgelerinden salt erkek imgele­ rine doğru bir değişim de buna eşlik etti. Evcil memeliler, tekrar tekrar kez göreceğimiz gibi, toplumsal / ideolojik yaşamın evrimini bu yollarla derinden etkiledi. Hayvanların çektiği sabanın kullanıma girmesinden sonra or­ manlar kesilerek açılan otlakların gitgide genişlemesi, daha esnek ekonomik ve toplumsal düzenlemeleri beraberinde getirdi, bu süre­ cin en önemli unsuru ise hayvancılığın rolünün artmasıydı.14 Bu değişikliklerle birlikte, Bakır Çağı (MÖ-6000-3500) kültürleri­ nin, öncüllerinde bulunmayan özellikleri nasıl paylaşhğıru vurgula­ yan başka değişiklikler de meydana geldi. Yalnızca metal eşyaların (çok daha zengin) mezarlarda daha çok görülmesiyle değil, gitgide daha uzaklardan getirilen çakmaktaşlarına ait kanıtlar (özellikle, bugünkü Macaristan'ın merkezinde yer aldığı Karpat Havzası'ndan bakır taşıyan kağnının geliştirilmesiyle ticaret ağları genişliyordu), Pontus steplerinden ahn çevreye yayılması ve içkiyle ilişkili (çok farklı alanlarda ve çeşitli kültürlerde benzerlik gösteren) belirli bir ça­ nak-çömlek üslubunun ortaya çıkışı da bu değişiklikler arasındaydı. Bu içki kapları, doğuda iki kulplu, bahda tek kulpluydu, kupa ya da maşrapa şeklindeydi. "Maddi kültür eğer fosilleşmiş davra­ nışsa, ağırlama ya da en azından sosyal içicilik göreneklerinin belir­ diği sonucunu çıkarmak mümkündür. Atlantik Avrupa'sında böyle ayırt edici kapların bulunmadığı bir zamanda (onlar, kase kültür­ leri"ydi) Karpat Havzası'yla kesin ticari bağları olan bir bölgedeki kuzeyli çiftçiler arasında huni boyunlu bardakların ortaya çıkması bir rastlanh olmayabilir.15 Gerçekte Sherratt, içki kaplarının Ege / Anadolu bölgesinden başlayıp saat yönünün tersine geniş bir hareketle Avrupa'yı da kap­ sayan yayılma sürecinin izini sürmüştür. Tıpkı bugün sürahi ve bar13 A.g.y. . 14 A.g.y. 15 A.g.y . .

s.

424.

s.

380. 222

10. UYUŞTURUCULARDAN ALKOLE

dak takımlarımızın olması gibi, bu kaplar da sıklıkla "takım" olarak yerleştirilmiş halde mezarlarda bulunur ve öyle bir tasarıma sahip­ tir ki, bunların ön örnekleri (prototipleri) metal olmalıdır. Demek ki, içki kaplarıyla birbirine bağlanan, metal ön örneklerin yer aldığı büyük bir kültürel bloka tanık oluyoruz. Tüm bunlara, iki değişiklik daha eşlik etmiştir: Mezarlarda ayırt edici bir kişisel silah takımı bulunur ve at vardır. Bu, esrimenin evcilleşmesinin bir diğer yönüdür. Atlar pahalıydı ve dikkatle bakılmalıydı (aksi halde tehlikeli olabilirdi). öyle koşul­ larda daha kuvvetli psikoaktif maddelerin (afyon ve esrar) kulla­ nımı uygun olmayabilirdi. Daha hafif alkol, bunların yerini aldı ve az sonra göreceğimiz gibi, keşfedildikten sonra, çok daha geniş bir kullanımı alanına kavuştu. Üstelik ve belki daha önemlisi, çekiş kompleksi ile yeni (alkolle bağlantılı) seramikler arasındaki örtüşme, Anadolu' dan çıkan ortak bir kökene ve paralel bir diasporaya işaret ediyor. Benzer şekilde, hayvancılık sektörünün genişlemesi, üretim sisteminde erkeğin ro­ lünün de eş zamanlı olarak güçlenmesini beraberinde getirdi. Temel gerçek şudur ki, atlar ve yün koyunları, ormanların açılmakta oldu­ ğu Avrupa'ya bozkırlardan getirildi. Pahalı olan atlar, sahiplerine büyük saygınlık kazandırdı ve onlar da en sonunda seçkin bir er­ kek savaşçı zümresi oluşturdular; mezarlarına bırakılan silahlar ve içki kaplan, onların alt kültürünü yansıtıyordu.16 Bu içki kaplarının tahlili, bize daha fazlasını anlatır.

Alkol Kültü Alkol, büyük olasılıkla, atın evcilleştirildiği, sabanın icat edildiği ve yünlü koyunun, güneyden kaynaklanan ikinci ürünler devriminin parçası haline geldiği tarihle neredeyse aynı tarihte keşfedildi. İlk insanın bal likörü, şarap, bira ve kımız üretmek için yararlanabildiği doğal oluşumlu şekerler, sırasıyla balda, meyvelerde, tahıl filizinde ve sütte bulunan glukoz, fruktoz, maltoz ve laktozdu. İlk alkolün üretilmesi için birinci aday hurmadır, çünkü hurma en yoğun doğal şeker kaynaklarından biridir. Erken Akdeniz kül­ türleri, bilinen en eski içki kaplarından bazılarım içerir. 17 16 A.g.y., 17 A.g.y.,

s. s.

386-387. 391 . 223

B Ü Y Ü K BÖL Ü N M E

Daha sonraki Avrupa ve Yakın Doğu toplumlarında şarabın ka­ zandığı dinsel imalar, şarabın tarihöncesi devirlerde kült ve tören eşliğinde içilmiş olduğunu düşündürüyor. Avrupa'nın her yanın­ daki içki kaplan diasporasından anlaşıldığı üzere, birçok bölgede bağcılığın ve metal işleme teknolojisinin sınırların dışında kalması­ na karşın, bir "alkol kültü" yayılmışh. Sherratt, bu nedenle, burada büyük olasılıkla şarap yerine biranın ikamesine tanık olduğumuzu öne sürüyor. 18 Üçüncü binyıla ait içki takımları, çok daha sonraki klasik dünya­ da symposion (şölen) diye bildiğimiz "alkole dayalı ağırlama" gele­ neğinin kökenini oluşturur. Bu gelenek, bir yararlık şenliği olarak, savaşçı dostların bir buluşması olarak başladı. Hısımlık ağlan, hay­ vancılık ve at sayesinde sayıca ve kapsamca büyüyünce, dolaysız topluluklarla bağlar zayıfladı. Bunun sonucu olarak, zaman zaman silahlı gruplara duyulan gereksinim arth, dolayısıyla da savaşçıla­ rın kahldığı şenlik ve ağırlama etkinlikleri, tercih edilen dayanışma ve etkileşim biçimi olup çıkh; insanlar, tehditlere karşı koymak ya da daha yerleşik topluluklara baskınlar düzenlemek için ara sıra bir araya geliyorlardı. Büyük olasılıkla ilk alkollü içeceklerin çeşitli türleri vardı. Kımız olasılık dışıdır, çünkü çok büyük miktarda fazlalık süt gerektirir. Ancılık, sonraki dönemlere özgü bir teknoloji olduğu için, bal likö­ rü de olasılık dışıdır. Ilıman kuşaklarda meyvelerin ve öz sularının şeker içeriği aşırı düşüktür; hububat tarımı yapanların ise genellikle çok azı, tahıllarını biraya dönüştürür. (Daha güneyde, Meksika' da ve Peru' da bira yapmak için tahıl kullanılmasına karşın, ılıman Ku­ zey Amerika'da Fetih öncesi zamanlarda alkol üretilmiyordu.)19 İlk insan, tükürük enziminin ağızdaki meyveleri mayalayabildiğini fark ettikten sonra, belirli maddeleri çiğnemiş olabilir. Ama o du­ rumda içecek kaplarına gereksinim duyulmazdı. Eski Mısır' da ve Mezopotamya' da arpa ve gernik buğdayı kul­ lanılarak yapılan bira, MÖ 3200'e tarihlenen resimlerde görüldüğü gibi, kamışla içiliyordu. (Herodotos bunu öyle tuhaf karşıladı ki, ay­ rınhlarıyla anlath.) Biranın Latince karşılığı olan cervisia (İspanyolca cerveza) sözcüğü, tahılın Latincesi ile su anlamına gelen Keltçe bir öğenin birleşmesiyle oluşan bir isimdir ve daha sonra yapılan ayrı bir buluşu ima etmektedir. 18 19

A.g.y., s. 392. A.g.y., s. 393. 224

10. UYUŞTURU CULARDAN A LKOLE

"Danimarka'run Egtved yöresindeki höyükte meşe bir tabutta bulunan, huş ağacı kabuğundan yapılmış ünlü kap, Tunç Çağı'run doğasına götüren en iyi kılavuz olma özelliğini hala koruyor; kalın­ hda üç bileşen vardı: Ihlamur, keçisakalı ve yonca çiçek tozundan anlaşılan bal; çeşni vermek için kullanılan turnayemişi gibi meyveler ve yapraklar; hububat taneleri, büyük olasılıkla gernik buğdayı."20

Şarabın Doğuşu Bu nedenle, özellikle hayvancılık yapılan yerlerde, zaman geçtikçe ve toplumlar karmaşıklaşhkça, alkol (afyondan ve esrardan daha hafif keyif verici madde) üretimi için tahılın ve üzümün bulunabi­ lir olması, toplumların yaşamında giderek artan bir önem kazandı. "Dolayısıyla, 'sihirli mantar' gibi güçlü halüsinojenler, toplumsal evrimin erken aşamalarında öne çıkmış ama sonra, uygun bağlam­ larda, söz gelişi savaş durumunda kullanılmaya belki devam edil­ miş olmasına karşın, geri plana düşmüş olabilir. Kava ya da alkollü içkiler (ya da tütün) gibi hafif (ve keyif verici) sarhoş edici maddeler, çok sayıda insanın kahldığı törenler için daha uygundur, erkeklerin kaynaşmalarına, eğlencelere, konuşmalara ve görüşmelere de ortam sağlar. Bu maddelerin yaşathğı ruhsal deneyimin kendisi de büyük ölçüde kültürel olarak inşa edildiği için, bunlar, ilk önceleri trans benzeri durumlar oluşturmak için kullanılmış olsa bile, zamanla daha 'ölçülü' kullanılmaya başlanmış olabilir. Alışılmış kullanımın böyle ölçülü hale gelmesi, psikoaktif maddenin kült bağlamında daha yabanıl, daha esrik şekilde kullanılmasına olanak verir."21 Elbette, Akdeniz bölgesinde şarap, neredeyse "uygarlıkla eş an­ lamlı" hale geldi. Amforaların yaygın kullanımından anladığımız �bi, şarap tüketimi, kentsel yaşamın yayılmasına her zaman eşlik etti: Akdeniz' deki gemi balıklarında, bu sıradan kapların binlercesi bulunup çıkarılmışhr. Şarapla ilgili mecazlar Akdeniz geleneklerin­ de çok yaygındır. 22 20 A.g.y., s. 396. 21 Andrew Sherratt, "Alkol ve Alternatifleri", Jordan Goodman ve ark. (haz), Consuming Habits: Drugs in History and Anthropology içinde, Londra ve New York: Routledge, 1995, s. 16-17. 22 Sherratt, "Alkol ve Alternatifleri", anılan yapıt, s. 17-18. 225

BÜYÜK BÖLÜ N ME

Seçkinlerin içkisi olarak şarap, Mezopotamya' da 1. binyıl başın­ da (Yeni Asur döneminde) biranın yerini alırken, esrimenin evcilleş­ mesi devam etti. Geniş üzüm bağlan kuruldu, 2. binyılda ise Ege, Minos ve Miken saray merkezlerinde aynı uygulamaya gidildi; şa­ rap içmek belki de buradan İtalya'ya geçti. Homeros'un yapıtlarında anlabldığı gibi, savaşçı grupları, kaynaşma şölenleri düzenliyorlar­ dı, gerçi şarap, Cato'nun kölelerine yılda yedi amfora, yani "günde bir şişe" şarap hakkı tanıdığı MÖ 2. yüzyılda olacağı kadar yaygın ve kolay bulunamıyordu. Silahlı soyluların yerini piyade birlikleri aldığı zaman, symposion (şölen), sivil hayatla ilişkili uyum ve eğlen­ ceye adanmış, tamamen erkeklere özgü bir kurum" olup çıkmışb bile. Symposion'un kendisi, "deliliğe sürükleyen uyuşturucuyu suy­ la karışbrmayı insanlığa öğreterek, bu maddeyi terbiye etmiş olan" Dionysos şerefine düzenlenen bir tür ayindi. Bu içki kulüpleri, daha sonra, siyasi komplolarla lekelendi ve felsefi söyleşilerle ünlendi.23 Üzüm-şarap üretimi, Sasaniler döneminde (MÖ -225 ila MS 650) İpek Yolu boyunca İran'dan Tang Çin'ine ulaşbğında, şarap içme alışkanlığı da doğuya doğru yayıldı. Gümüş levhadan kupalar da aynı yolculuğu yapb ve o zamana kadar tunç dökümcülüğe daya­ nan geleneksel Çin metal işleme uygulamalarında devrim yaratb.24 Bu, daha sonra Çin seramiklerine yansıyan bir dizi zincirleme etki doğurdu, özellikle "nilüfer taç yaprağı" biçimindeki kadeh dikkat çekiciydi; ince metal levha biçimlerini taklit etme çabalan da za­ manla beyaz seramiklerin ve en sonunda porselenin icadına yol açb. Esrimenin evcilleşmesi, uzun erimli sonuçlar doğurdu ve bunlarla işimiz daha bitmedi. Öyleyse tümel olarak, Eski Dünya' da gördüğümüz şey, hayvan­ cılığın, sabanla ekimin, araba sürmenin, süt sağmanın ve at binme­ nin ayırt edici faaliyetler olduğu, ekilebilir alanlardaki çiftçi köyleri­ ne göre çok daha erkek egemen olan çoban/ hayvancı toplulukların gelişmesine paralel şekilde, denilebilir ki daha az hiyerarşik, daha az şamanist bir dinsel deneyim biçimiyle ilişkili olan, aslında daha evcil, hatta demokratik bir ibadet biçimine yönelişe işaret eden daha hafif (en başta neşelendirici ve sıvı) keyif vericilerin, kuvvetli, du­ manı çekilen ya da demlenen halüsinojenlerin yerini yavaş yavaş almasıdır. Hayvancılık faaliyetleri ile dinsel biçimlerin bu etkile23 A.g.y., s. 18-19. 24 A.g.y., s. 20. 226

1 0. UYUŞTURU CULARDAN A LKOLE

şimi, göreceğimiz üzere farklı bir rotanın izlendiği Yeni Dünya' da meydana gelemezdi. Her şey elbette bu ideal resmin ima ettiği kadar derli toplu değildi. Mark Merlin'in tezine göre, afyon, Cilalı Taş ve Tunç çağlarında İsviçre' de ve çevresinde ilk kez kullanılmasından sonra, kalay, keh­ ribar ve altın ticareti sayesinde güneye ve doğuya doğru yol aldı; sonra da geç Tunç Çağı'ndan itibaren Yunanistan' da, Girit'te ve Mı­ sır' da yaygın olarak kullanıldı (Mısır' da çiniden yapılmış haşhaş kapsülü biçimindeki kolyeler çok seviliyordu).25 Merlin, haşhaşın "kıtlık gıdası" olarak çok değerli olduğunu söylüyor ama aynı za­ manda da, örneğin Yunan klasik dininin haşhaşa çok şey borçlu ol­ duğuna ve bu nedenle, şamanizme özgü birçok özelliği koruduğuna işaret ediyor. İskit istilaları, bu özellikleri pekiştirdi (bkz. Bölüm 16), öyle ki, Hermes'in asası uyku verici niteliğe sahipti ve bu yüzden, şaman esrimesinin simgesi oldu; sıklıkla haşhaş kapsülü dağıhrken tasvir edilen gece tanrıçası Nyx'in, uyku tanrısı Hypnos'un ve oğlu olan düşler tanrısı Morpheus'un haşhaşla kutsal ilişkileri vardı. Yu­ nan Bereket Tanrıçası Demeter, haşhaşla ilişkiliydi (Atina' daki Ago­ ra' da elinde buğday başağı ve haşhaş kapsülü tutarken tasvir edi-

Kozana' da bulunan ve ters dönmüş bir haşhaş kapsülünü temsil ettiği sanılan erken Yunan tunç eseri; üzerine yerleştirilmiş insan figürünün kollarının duruşu, uyuşturucunun psikoaktif etkilerini vurguluyor.

Görsel 8.

25

Merlin, anılan yapıt,

s.

269. 227

BÜ Y Ü K BÖLÜNME

lir); tahıl demeti, zambak buketi ve haşhaş kapsülü tutarken tasvir edilen Persephone de öyleydi.26 Haşhaş, Eleusis gizemlerinde de rol oynar. Uyuşturucuların yerini genelde alkol almış olmasına kar­ şın, şamanizm öğeleri Hristiyanlığın doğuşuna kadar (göreceğimiz gibi) varlığını bir şekilde sürdürdü, gerçi sonraki zamanlarda bile şamanizm öğeleri görmek olanaklıydı. Son olarak, Eski Dünya' daki sarhoş edici maddeler konusunda, esrimenin daha da doğuda ve neredeyse aynı nedenlerle evcilleştiği benzer bir sürece işaret edebiliriz.

Ateş Tapınakları ve Uçan Halılar Türkmenistan'da ve Tacikistan'da, Yukarı Ceyhun Nehri'nin ve kuzeye akan diğer nehirlerin vahaları arasında, daha sonra İpek Yolu adı verilecek olan bölgenin bah sınırında sıralanan, 2. binyı­ la ait kerpiçten yapılmış iç kale benzeri yerleşimlerin hem kutsal ateşlerden çıkan küller için depolara hem de sıvılar için "tekneler ve süzgeçler"in bulunduğu "hazırlama odalan"na sahip tapınak komplekslerini kapsadığı gösterilmiştir. Çiçek tozu tahlillerinde Ep­ hedra, Cannabis ve Papaver izleri saptanmışhr. Cannabis ve Papaver ile zaten tanışlık. Ephedra (efedra) ise keyif verici norpsödoefedrin ve uyarıcı efedrin içeren bir çalıdır. Bu maddeler, yine bu yerleşimler­ den çıkarılan taş rendelerle rendeleniyor ve kaliteli taş havanlarda dövülüyordu. Bu öğütülmüş ürünler, sıvı olarak tüketiliyordu, gerçi ilk başlarda belki yakılarak içilmiş olabilir, çünkü bazılarında "deli bakışlı yüzler" in görüldüğü kemik pipolar da bulundu. Yine bu yer­ leşimlerde bulunan silindir mühürlerde, davul çalan ya da sırıkla atlayan hayvan maskeli figürler (şamanlar?) görülür. Ateş tapınaklarının ve psikoaktif madde tüketiminin bu ilişki­ sini dikkate alan (Rus) kazı yetkilisi, İran'a özgü ateş ayinleri ge­ leneğinin, yani MÖ 1. binyıl başında peygamber Zerdüşt'ün re­ formuyla tanınan ayinlerin başlangıç yerinin bu iç kaleler olduğu kanısına vardı. "Dolayısıyla, Zerdüştiliği doğuran geleneğin ortaya çıkışı, vaha toplulukları (Bah İran' da dört binyıldır şarap yapıldığı için muhtemelen alkolü bilen topluluklar) ile genişleyen çobanlık kompleksinin parçası olan bozkır ve çöl kabileleri arasındaki etki26

A.g.y., s. 212 ve 220-221. 228

1 0 . U Y U ŞTURU CU L ARDA N ALKOL E

leşim bağlamında meydana gelecekti."27 Demek ki, diyor Sherratt, bozkırlarda geleneksel olarak mangallarda yakılarak ya da demle­ nerek içilen ayin bitkileri, "sonradan haoma [ya da soma] adıyla bili­ nen madde de dahil, arhk keyif verici madde ya da sarhoş edici içki olarak hazırlanacakh". Aryanca konuşan gruplar ise 2. binyılda işte bu bölgeden çıkıp, İndus uygarlığı çökünceye kadar buraya egemen olmuş Dravid dili konuşan halkı sindirmek için Kuzey Hindistan' a göçtüler ve Rig Veda' da anlatılan dinsel fikirleri tanıthlar. Bu yorumda soma olarak tanımlanan içki, bozkırlarda daha önce de bilinen çeşitli bitki ürün­ lerinin demlenmesinden oluşuyordu. Bu nedenle, soma, bazılarınca öne sürüldüğü gibi bir mantar değil, Ephedra, Cannabis ile Papaver ka­ rışımı bir maddeydi ve bu komplekse iyi uyan bir bitki daha belki ek­ leniyordu: Üzerlik otu (Peganum harmala). Bu bitki, Sir William Jones tarafından 1794' te ilkin soma olarak tanımlandı. Arkeolojik olarak, Kafkaslar' da bu bitkinin kullanımı MÖ 5. binyıla tarihlendi; Orta As­ ya' da ise hbbi amaçlı kullanılması yanında, keyif verici tütsü olarak da yakılıyordu.28 Aslında üzerlik otu, Ephedra vd.' den daha kuvvetli bir halüsinojendir, çünkü harmin içerir. İkinci Dünya Savaşı'nda Na­ zilerce "doğruluk" ilacı olarak kullanılmış olan bu alkaloit, yage yapı­ mında kullanılan Banisteriopsis caapi türü Güney Amerika sarmaşığı­ nın da ana bileşenidir (bkz. Bölüm 12). Bu özelliklerinden dolayı ve İran halılarında kullanılan kırmızı boyanın kaynağı Peganum olduğu için, şu olasılık akla geliyor: (a) Harminin oluşturduğu entoptik gö­ rüntüler, geleneksel İran ve Orta Asya halılarının ayırıcı niteliği olan geometrik desenlerde yansımasını bulur; (b) bu keyif verici madde­ nin halüsinojen özelliklerinden ve neden olduğu bilinen uçuyormuş hissinden dolayı mı "uçan halı" geleneği ortaya çıkmışhr? · 29 27"

Sherratt, "Alkol ve Alternatifleri", anılan yapıt, s. 30. A.g.y. Mott T. Greene, soma / haoma'run, Claviceps ailesinden çavdar mahmuzu olduğunu, yani yabani tahıllar üzerinde asalak olarak yaşayan ve psikoaktif bileşen olarak alkaloitler içeren bir mantar olduğunu inandırıcı bir şekilde savunur. Tezirıi, bu maddelerin (Rig Veda' da söylendiği gibi, öncelikle dağlarda) dağılımına, Rig Veda' da anlatılan hazırlama yöntemine ve tahılların üzerinde asalak yaşadıkları için, hiçbir bitkinin soma kaynağı olarak saptanmaması gerçeğine (dolayısıyla da tarihsel belirsizliğe) dayandırır. 29 Mott T. Greene, Natura/ Knowledge in Pre-Classical Antiquity, Baltimore ve Londra: Johns Hopkins University Press, 1992, Bölüm 6.

28 *

229

BÜYÜK BÖL Ü N ME

Eğer doğruysa, bu tahlilden çıkan bir sonuç da soma'mn etkin­ liğinin, içerdiği bileşenlere bağlı olarak değişkenlik göstereceğidir. Burada da alkol, icat edildikten sonra, potansiyel olarak tehlikeli ata bağımlı olan hayli hareketli bir toplumda daha ölçülü (ve dolayı­ sıyla, daha uygun) bir ikame sunmuş olabilir. Ayurveda metinleri, diyetin bir öğesi olarak alkolü kesinlikle salık verir. Alkol, ancak MÖ altına yüzyıl sonrasında, yani Hinduizm daha kah bir anlayış

kazanınca yasaklandı. Brahminler, yaygın içilen ve yine daha hafif bir keyif verici olan esrara yöneldiler. Tüm bunların son bir yönü, farklı grupların, kendilerini tanımla­ ma yolu olarak farklı sarhoş ediciler veya keyif vericiler kullanmala­ rı ya da farklı tüketim yöntemleri uygulamalarıdır. Çinlilerin şarap yapmak için ilk önce pirinç ve darı, sonra da üzüm kullanmalarının nedeni işte bu olabilir. Orada bozkırdan gelen etkiler yabancı sayı­ larak sürekli direnişle karşılandı. 30 Akdeniz' de ve Avrupa' da, bozkırlarda, İran' da, Hindistan' da ve Çin' de olan bitenler ile en yaygın ve belki en eski yerel psikoaktif maddenin betel cevizi olduğu Güneydoğu Asya' da ve Melanez­ ya' da olan bitenler arasında paralellikler bulunabilir. Geleneksel olarak çiğnenip kullanılan bu yemiş (Areca catechu), misket limo­ nuyla (koka gibi) ve Piper betel türü sarmaşık yaprağıyla kanşhnlır. Tayland'daki Ruh Mağarası'nda MÖ -6000'e tarihlenen betel cevizi kalınhlan bulunmuştur. Okyanusya' da kava üretmek için kullanılan Piper methysticum'un akrabası olan bu bitki, önceleri muhtemelen tüttürülüyor ya da çiğneniyordu, ama zamanla, alkolün tanınma­ sından ve mayalama bilgisinin yayılmasından sonra, o da içki ha­ line geldi. Bu tarihsel bilgiler, MÖ 1500 dolayında Melanezya'ya yayılan ve etnografik açıdan kava'yla ilişkili olan Lapita Kaplan ola­ rak bilinen ayrıksı şekilde süslenmiş çömlek türünün yayılmasına anlamlı bir ışık tutuyor. Psikoaktif maddeler (haşhaş, banotu, güzelavrat otu, kurtboğan ve adamotu), Eski Dünya'nın her yanında halk hbbının unsurları olarak ve marjinal kültlerde binlerce yıl kullanılmaya devam etti. Ama görece daha geç ortaya çıkan alkol, demlenerek ya da tüttürü­ lerek kullanılan önceki psikoaktif maddeleri, daha genel olarak ve daha kuvvetli biçimde, yavaş yavaş yerlerinden etti. Hiç kuşkusuz bu, teknolojik açıdan daha karmaşık bağlamlarda alkolün daha hafif 30 A.g.y .. s. 31. 230

1 0 . UY UŞTURUCU L ARDAN ALKOLE

özellikler taşıması ve gitgide daha yaygın bulunabilir olmasıydı. Al­ kolün yerleşmesi, eğlenceyle ilişkili olduğu kadar, başka dünyaların keşfedilmesiyle (bu bazen ürkütücü olabiliyordu) ve çoban-hayvan­ cı toplumların gitgide erilleşmesiyle de ilişkiliydi (kadınlara kıyas­ la, erkeklerin alkole daha dayanıklı oldukları bugün bilinmektedir). İçmenin ve araç sürmenin (at binmenin de) bugüne kıyasla geç­ mişte daha da büyük önem taşıdığı pekala savunulabilir. Bu faa­ liyetlerin etkileşimi, dinsel yaşamın evriminde belirleyici bir rol oynadı ve bu, Yeni Dünya' da açıkça bulunmayan bir etkileşimdi. Uyuşturucuların yerini alkolün almasının uzun erimli sonuçlan, bu kitabın geri kalanında ele alınacaktır.

231

11� JDA..RI: İ..NrSAJt�I�.A.RJ OLUŞTURAN ŞIBY Buraya kadar anlahlanlan özetleyip, Eski Dünya' da erken yaşanhyı şekillendiren ana özellikleri birkaç sözcükle tanımlamamız gerek­ seydi, şöyle diyebilirdik: Musonların azalması, tahıllar (hububat), memelilerin evcilleştirilmesi ve çobanlık, saban ve taşıma komp­ leksi, binicilik, megalitler, alkol. İki dünya arasındaki farklara ışık tutmanın bir yolu, gezimizin sonraki bölümüne çıkmadan önce aynı özetleme işini Amerika kıtası için de yapmakhr. Yeni Dünya için be­ lirleyici ve eş değer sözcükler şunlar olurdu: El Nifto, yanardağlar, depremler, dan (mısır), patates, halüsinojenler, tütün, çikolata, kau­ çuk, jaguar ve bizon. Bu basit listenin bir bakışta gösterdiği gibi, memeliler evcilleşti­ rilmediğinden (lamaya ve şimdiki kuzenlerine sonra geleceğiz), Yeni Dünya, insanlar için Eski Dünya'ya kıyasla çok daha bitkisel bir çev­ reydi; bu ise basit ama derin bir farklı. Birinci olarak, Yeni Dünya' da insanların, Eski Dünya'dakilere kıyasla toprağa çok daha bağımlı oldukları anlamına geliyordu. İnsanlar, çoğunlukla (mutlaka değil ama çoğunlukla) toprağa ve bildikleri bitkilere bağımlıydılar, sonuç olarak da hareket olanakları kısıtlıydı. İlk kez Bölüm 6' da değinil­ diği gibi, Yeni Dünya' da çobanlık ya da göçebelik çok azdı, olduğu kadarıyla ise bu yaşam tarzlarının Eski Dünya' da yarathğı tarihsel etkiyi yaratmadı. Buna bağlı olarak, insanlar toprağa daha derin kök saldıkları için, .fikirlerin hareketi de kısıtlı kaldı. Tamamen değil ama daha kısıtlıydı. Bunun genel sonucu olarak, Yeni Dünya' da gelişme temposu Eski Dünya' ya kıyasla yavaş oldu ve Eski Dünya' da bize çok doğal gelen belirli özellikler, Amerika kıtasında hiçbir zaman belirmedi (göreceğimiz gibi, çeşitli dinsel yenilikler şöyle dursun, 232

11.

DARI: İNS ANLARI OLUŞTURAN ŞEY

tekerlek ve saban da ortaya çıkmadı, çobanlığa ve göçebeliğe zaten değişmiştik). Avrupalılar, Avustralya nüfusunun 300.000 olduğu 18. yüzyıl sonunda Avustralya yerlileriyle temas kurduklarında, orada bir tek evcil bitkinin bile olmadığını anımsarsak iyi olur.1 Aynısı, Kalahari' deki !Kung halkı için de doğruydu. Anlaşılan, insanın geli­ şim sürecinde "kaçınılmaz" diye bir şey yoktu. Yeni Dünya'run özgül yanlan söz konusu olunca, insanın için­ den, dan ya da mısır ile başlamak geliyor, çünkü bu bitki bir tahıldır ve Eski Dünya için buğday, arpa, pirinç ne kadar önemli idiyse, Yeni Dünya için de kendi payına darı o kadar önemli olmuş, temas sağ­ lanan zamandan beri, tüm yerküre üzerinde değerini karutlamışhr. Ne var ki, onun yerine patatesle başlamak daha anlamlı olur, çünkü başka birçok kültür bitkisi için geçerli olduğu gibi, asıl anayurdun­ da patatesin yerini hiçbir zaman dan almamışhr.

And Dağları'ndan Doğdu Yabani yumru köklü Solanum (Patlıcangil) cinsi bitkiler kuzeyde Colorado'ya kadar uzanan geniş bir alanda bulunmakla birlikte, patates, Redcliffe Salaman' a göre, Kolomb' dan önce Orta ya da Ku­ zey Amerika' da hiçbir zaman yetiştirilmedi. (Bazen yiyecek olarak tüketildi ama asla yetiştirilmedi.) öte yandan, Güney Amerika'da patatesin birçok yabani çeşidi vardır ve orada en az 2.500 yıldan beri yetiştirilmektedir.2 Andlar'da yaklaşık 2.500 çeşit yumru köklü bit­ ki bilinmektedir ve çok eski bir yerleşim alanı olan Monte Verde' de (yukarıda Bölüm 2 ve 4'te değinildiği üzere) 12.500 yıl öncesine tarihlenen patatesler bulunmuştur. İlk baştan beri, patatesin sakın­ calarından biri, doğru hazırlanmazsa ve doğal aalığı giderilmezse, içerdiği glikoalkaloitlerin zehirlenmeye yol açabilmesiydi.3 İşte bu yüzden, patates bazı bölgelerde azıak toprak (en çok da kil) ile bir­ likte yenirdi, çünkü toprak, patatesin aalığını ve glikoalkaloitlerin zehirli etkilerini giderir. (Bazı maymunların ve kuşların da aynısı1 2 3

John Reader, Propitious Esculent: The Potato in World History, Londra: William Heinemann, 2008, s. 32. Redcliffe Salaman, The History and Social Injluence of the Potato, Cambridge, BK: Cambridge University Press, 1949, s. 2. Reader, anılan yapıt, s. 26. 233

BÜ YÜK BÖLÜ N M E

n ı yaphkları gözlenmiştir. ) Patatesin olası zehirlerini alt etmek için pratik ve işe yarar yollar bulma zorunluluğu, bu bitkinin evcilleşti­ rilmesini yavaşlatacakh. Patatesin önemi, çok yüksek yerlere ve dolayısıyla soğuğa uyum sağlama yeteneğinde yatar. Andlar' a ilk göçmenler neredeyse ke­ sinlikle doğudan, Amazon havzasından geldiler. Bölüm l'de deği­ nilen genetik kanıtların yanı sıra, Andlar' daki en eski çömleklerde görülen süslemeler de bu görüşü destekliyor. Eğer insanlık başka bir yerden (kıyı boyunca, hatta Pasifik ötesinden gelmişse, besbel­ li ürkütücü olan jaguarı ve boa yılanını çok da ürkütücü bulmazdı (çünkü daha önce onlarla karşılaşmış olmazdı) ya da patatesi ve koka ağacını böylesine yararlı bulmazdı; bu hayvanların ve bitkile­

rin her biri, en eski seramiklerde süsleme olarak görülüyordu. Darı, 3.600 metreden yükseklerde yetiştirilemez ve 3.300 metre­ den yüksekte seyrek bulunur. Daha yüksek yerlerde yalnızca pata­ tes, quinoa (kinoa) ve oca yetiştirilebilir, ama patates önem açısından diğerlerine çok ağır basar (kinoanın ağırlık taşıdığı Bah Bolivya'nın Tiwanaku bölgesi hariç). Dolayısıyla, ilk insanların sıtmadan ve yağmur ormanının ya da cengelin başka hastalıklarından (ya da korkularından) kaçarak yüksek yaylalara yerleşmeleri, patates sa­ yesinde oldu. Bu yaylalar, yaşamaya en uygun çevreler sayılmaz, ama And sıradağlarının kuzeyden güneye uzunluğu 6.400 kilomet­ redir, dolayısıyla burası hiç de küçük bir alan değildir. Dahası, bu yükseltilerde lama ve başka devegil türleri rahatça yaşadığı için, Andlar pek de yerleşilmesi olanaksız bir bölge değildir. Kuzeyde Kolombiya' dan güneyde Şili'ye kadar And yaylaların­ da, yumru köklü, yabani Solanum türlerinden bazıları doğal olarak yetişir, bugün patates olarak bildiğimiz bitkinin atası da bunlar ara­ sındaydı. Bazı çeşitler, kar hattında, yani 4.500-5.000 metrede bile ya­ şayabilir, gerçi bunlar yemeye pek uygun değildir. Ama daha alçak yerlerde, yararlı yumru ürün verdikleri zaman, donmaya karşı yine

de çok dirençlidir. Eski Andhlar için patatesi böylesine yararlı yapan şey, büyük çeşitlilik göstermesi ve farklı topraklara, farklı yüksel­ tilere uyum sağlayabilmesiydi. Bu sıradağlar birçok enlemi kapsar, farklı yükseltilerde ve farklı yönlere bakan vadilere ve yüksek ovala­ ra sahiptir. Patates, tüm bu farklı ortamlara uyum sağlamışhr. Patatesi bozulmadan saklamanın bugün chuiio olarak bilinen en eski yolu, en az 2.000 yıl önce uygulanmaktaydı, ama geçmişi belki 234

11.

DARI: INSAN LAIU OLUŞTU RAN ŞEY

çok daha eskiye uzanır. Çoğunlukla en ufak patatesler seçilir, düz bir zemine serilerek geceleyin donmaya bırakılır. Bu işlem sırayla üç gece sürer, ama gündüzleri patatesler tam güneş ışığına maruz bırakılır ve bu sırada ayakla çiğnenir. Böylelikle, geriye kalan su ve kabuklar giderilmiş olur. Sonra patatesler, iki gece daha donmaya bırakılır; iyice kuruduğunda aylarca, hatta yıllarca dayanabilir ve un olarak ya da çorbalarda, etle karıştırılarak kullanılır. Eski çağlar­ da lamanın etinden pek yararlanılmadı, sütü ise hiç kullanılmadı. Başlıca hayvansal protein kaynağı, evlerde serbestçe dolaşmasına izin verilen ginepig ya da gine domuzuydu.4 Patates, yılın herhangi bir zamanında dikilebiliyor ve birçok bölgede bir kereden fazla ürün alınıyordu, tek kısıtlayıcı faktör ise dondu. Ama genel olarak, patates ne kadar yüksekte yetiştirildiyse, tadı da o kadar az oluyordu ve daha yüksek rakımlarda üretilen patateslerin çoğu chufio yapımında kullanılıyordu.5 Chufto ticareti çok yaygındı, en başta dan, manyok ve seramik eşyalar ile değiş tokuş ediliyordu. Yakın tarihli deneylerin ve buluşların gösterdiğine göre, antik Bolivyalılar, kademeli taraçalar yapılarak ve aralarında yağmur suyu bırakılarak sıcaklıkların ayarlanabildiğini, öyle ki taraçalann, çevre alanlardan yaklaşık altı derece daha ılık olduğunu ve şiddetli donun etkilerinin zekice en aza indirilebildiğini keşfettiler. Andlı­ ların yetiştirme teknikleri bakımından, çoğunlukla övgüye değer bulunduklarından çok daha ileriydiler. Patates üreticiliği yapan en eski kültürler, Ön Chimu ve Ön Naz­ ca (MÔ -1100) olarak biliniyordu; çömlekler üzerinde patates tas­ virlerine ilk kez o dönemde rastlandı. Kıyı bölgelerinde, patatesin bir kült nesnesi (yani, tapınılan bir şey) olduğunu gösteren işaret vardır, ama çömleklerdeki desenler, bazı belirgin özellikleriyle de �ikkat çekicidir. 6 Bunlardan biri, çömleklerde dan ve patates im­ geleriyle birlikte, jaguar ve puma imgelerinin de bulunmasıdır; ja­ guarın sıklıkla dişlerini göstererek kükrer durumda tasvir edilmesi, vahşi bir tanrı olarak bu hayvana tapınıldığını düşündürmektedir (bu konuya birçok kez yine döneceğiz). İkincisi, sakatlanmış bireyle­ ri, doğuştan tavşan dudaklı kişileri ya da yarık burun gibi başka yüz 4 5 6

A.g.y., s. 11. Salaman, anılan yapıt, s. 38. Reader, anılan yapıt, s. 16. 235

BÜYÜK BOLÜ N M E

şekli bozuklukları olanları gösteren birçok tasvir vardır; başka çöm­ leklerde ise kesik bacaklı figürler resmedilmiştir. Anlaşıldığı üzere, bu kişiler bir şekilde özel ya da kutsal sayılıyordu, muhtemelen ara yerde canlılar olarak, belki yarı insan yarı jaguar olarak görülüyor­ du. Kesik bacaklı figürler, jaguar saldırısına uğrayıp sağ kurtulmuş bireylerin tasvirleri olabilirdi. Bazı şekil bozuklukları şişliklerden oluşuyordu, belki (bize göre) enfeksiyona işaret ediyordu, ama an­ tik halkların gözünde bunlar, patatesteki (doğal oluşumlu) şekil bozukluklarıydı, bu nedenle de bir bakıma kutsaldı. Eğer öyleyse, bu, patatesin kendinin de kutsal sayıldığı gerçeğini pekiştirir. Hem patatese hem de koka ağacına tapınma törenlerinin düzenlendiği bilinmektedir.7 (Koka ağacı da kutsaldı -bkz. Bölüm 13).8 Öyleyse, görece güvenli ve hastalıktan arınmış olmasına karşın aslında yaşanması zor bir çevre oluşturan Andlar' da ilk insanların yaşamasına, esasen lama ve vikunya ile birlikte patates olanak sağ­ ladı. Ama tahıl bitkilerinin aksine ve önemli olarak, patates, And­ lıları oldukları yerde tuttu: Patates ilk zamanlarda başka bölgelere taşınmadı.

Biranın üstünlüğü İki dünya arasında irtibat kurulmasından beri, patates ve darı (mı­ sır), dünyanın geriye kalanı için öylesine yararlı olduğunu kanıtla­ rnışhr ki, şimdi bunları "mucize" bitkiler olarak görme eğilimin­ deyiz ve bu bir dereceye kadar doğrudur. Patates ve darı bugün yerkürenin çok geniş alanlarında temel gıdaları oluşturuyor. Ama darıya dünya çapında olan bu hayranlık, yeni araşhrma­ ların çoğunun, bu antik bitkiye ilişkin anlayışımızı çarpıcı ölçüde değiştirdiği gerçeğini gizliyor (bu bitkinin tarihi, kesinlikle, bir za­ manlar sanıldığı kadar dolambaçsız değildir). Olduğu kadarıyla, geleneksel görüşe göre� darı, hpkı buğday ve arpa gibi bir tahıldır, hpkı onlar gibi, Yeni Dünya' da tarımın temelini oluşturmuş, fazlalık biriktirilmesine olanak sağlarnışhr; bu nedenle de yerleşik yaşama geçilmesinde ve nihayet kentsel uygarlığın ortaya çıkmasında doğ­ rudan rol oynamışhr. Darının yabani bir bitki olarak morfolojisi ile 7 8

A.g.y., s. 27-28. A.g.y., s. 32. 236

1 1 . D AR!: İNSAN LARI OLUŞTURAN ŞEY

evcilleştirilmiş çeşidi arasındaki farklılıklar, söz gelişi buğdayda ya da arpada gözlenenden çok daha büyüktü ve bu, Yeni Dünya'nın kuzey-güney yönünde konumlanışıyla birleşince, Amerika kıtasın­ da uygarlığın gelişmesinin daha uzun zaman almasına yol açan ko­ şullan doğurdu.9 Bu resmin arhk savunulabilir bir yam yoktur. Dan (Zea mays ), arhk, tarihte en çok incelenen biyolojik varlıklar­ dan biri sayılmalıdır. Elbette botanikçiler tarafından incelenmiştir, ama antropologlar, coğrafyacılar, arkeologlar ve yer bilimciler, dil­ bilimciler ve evrimsel genetikçiler, çöl bilimciler ve bahçe bilimciler, toprak yönetimi uzmanları ve Kızılderili korumacıları tarafından da incelenmiştir. Ortaya çıkan yeni resim tutarlıdır ve dört ana bulguy­ la sonuçlanmışhr: •







Darı, erken çalışmalarda bildirildiğinden çok daha sonra kullanı­ ma girdi; Çoğu yerde asıl kullanım amacı, dinsel ayinler için bira yapımıy­ dı; Yeni Dünya'ya yayılması, önceleri sanıldığından daha da yavaş ve tahılların Eski Dünya'ya yayılmasından çok ama çok yavaş oldu; Bab yarım küredeki eski halklar dan kullanmayı benimsedikleri zaman bile, "Yeni Dünya' da çiftçiliğin yayılması, Eski Dünya' da­ ki gibi çok hızlı gerçekleşmedi, Ön Hint-Avrupa dilinin yayılma­ sına yol açan türden bir tarihsel güç oluşturmadı.

Darının gerçek kökeni konusunda uzlaşmaya varılmış görünü­ yor. Darı, yabani bir yıllık bitki olan teosinte' den gelişti; bugün Bah Meksika'nın Rio Balsas bölgesi merkez olmak üzere Jalisco'dan ba­ tıya ve güneydoğuda Oaxaca'ya kadar uzanan bir alanda yetişiyor­ du; orada, Guila Naquitz mağarasında bulunan biricik eski arkeo­ lojik alanda, MÖ 3420 ± 60 yılına tarihlenen katmanlarda teosinte kalınblan saptandı. 10 MÖ yaklaşık 2500' e gelindiğinde, insanlar, taneleri daha iri, protein ve nişasta kalitesi daha yüksek tane seçi9 Diamond, Guns, Germs and Steel, anılan yapıt, s. 137. 10 John Staller ve ark. (haz.), Histories of Maize: Multidisciplinary Approaches to the Prehistory, Linguistics, Biogeography and Evolution of Maize, Amsterdam: Elsevier / Academic Press, 2006, s. 55. 237

BÜYÜK BÖLÜNME

limi yapıyorlardı; MÖ 1800' e gelindiğinde ise ekseni (rachis) parça­ lanmayan koçanlar gelişmişti, bu ise Zea'nın yayılmak için insana bağımlı hale gelmiş olduğunu gösteriyordu. 11 Dan, en büyük deği­ şikliği yaklaşık MS 200' de geçirmiş gibi görünmesine karşın, uzun bir ıslah döneminden geçti. Darıyla ilgili ana sorun, erken (ve dikkat çekici ölçüde eski) ta­ rihlerden birçoğunun yanlışlığının gösterilmiş olmasıdır. Örneğin, Kuzey Şili' de darı için erken tarihlerin MÖ 6000 ila 5000 olarak be­ lirlendiği bir alanda daha sonra yapılan araşhrmalar, bu tarihi MS 1050 ± 32 olarak değiştirmiştir. Buna neden olan temel faktör, "biyo­ türbasyon" denilen yeni bir sözcüğün türetilmesine yol açmışhr; bu, arkeolojik alanların hayvanlarca (örneğin yengeçlerce) yeniden işle­ nip bozulabildiği, yüzeye yakın materyalin daha derin tabakalara itilebildiği, böylece de daha geç kalınhlann daha erken tabakalarla ilişkilendirilmesine yol açabildiği bir süreçtir.12 Sorun kısmen şundan kaynaklanıyor: Darı polenleri ve fitolitleri (genellikle "mikrobotanik kalınhlar" denilen şeyler), "makrobota­ nik kalınhlar"la, yani gerçek bitki, sap ya da yaprak kalınhlarıyla birçok durumda uyuşmaz. (Çoğunlukla, fitolitler, çürümeyen ve an­ tik bitkilerin tanımlanıp tarihlendirilmesine olanak sağlayan silisten oluşan mikroskobik kalınhlardır.) Örneğin, Titicaca Gölü bölgesin­ deki makrobotanik kalınhlar, tutarlı bir şekilde darı filolitlerinden yaklaşık bin yıl sonrasına aittir.13 Orta Amerika' da yaşayan birçok halkın bugün bile teosinte sapı çiğnediğine, Meksika'nın kuzeyindeki Tarahumara gibi halkların hala bu bitkinin şekerli özsuyunu bira yapmakta kullandıklarına ilişkin gözlem, bu uyuşmazlığı gözler önüne seren bir ipucudur.14 Dolayısıyla, mayalanabilen bir özsuyu üretmekte sapların taşıdı­ ğı değerin, erken dönemde Zea'nın (ya teosinte ya da yeni türeyen darı çeşidinin) yayılmasını ve kullanılmasını teşvik ettiğine ilişkin bu varsayım, ilk incelemelerdeki aykırılıkların bazılarını pekala açıklayabilir. Niçin makrobotanik kalınhlardan çok daha öncesine 11 12 13 14

Bruce F. Benz ve ark., "El Riego ve Erken Dönem Dan Tanmının Evrimi," Staller ve ark. (haz) içinde, anılan yapıt, s. 74-75. Michael Blake, "Zea Mays'ın İlk Yayılmasını Tarihlendirmek", Staller ve ark. (haz), anılan yapıt, içinde, s. 60. Bruce Benz ve ark, "Amerika Kıtasında Dannın Eski Çağı, Biyocoğı'afyası ve Kültür Tarihi", Staller ve ark (haz.), anılan yapıt s. 667. Benz ve ark., "El Riego ve Erken Dönem Dan . ", anılan yapıt, s. 68-69. . .

238

1 1 . DARI: İNSAN LARI OLU ŞTU RAN ŞEY

ait polen ve fitolitlerin saptandığını kesinlikle açıklayabilir (dan, er­ ken dönemde kullanılırken, asla tahıl olarak depolanmıyor, içerdiği şeker için kullanılıyordu ve öyle anlaşılıyor ki, Ekvador' da, Peru yaylalarında, Meksika'da ve Brezilya'nın Mato Grosso bölgesinde yapılan yakın tarihli araşhrmalar, en eski zamanlarda darının, ön­ celikle, armağan sunumu, törensel şölenler ya da başka dinsel tö­ renler bağlamında tüketilmek üzere mayalanmış bira ya da chichi [veya chicha] yapmakta kullanılan bir ayin bitkisi olduğu görüşünü destekliyor). Eski Dünya'da olduğu gibi, pekala bira hazırlamak, sunmak ve depolamak için seramik şişeler icat edilmiş olabilir (ve bunlar, Chavfn de Huantar [MÖ 850-300] tapınağında keşfedilen şi­ şelerde niçin darı tasvirlerinin olduğunu açıklayabilir). Ekvador'da La Centinela, En Bas Saline ve Loma Alta gibi arkeolojik alanlarda­ ki törensel şölen bulguları, darıya ilk önce bira olarak, keyif verici özelliklerinden dolayı değer verildiğini, seramik kapların esasen bu amaçla kullanıldığını kuvvetle düşündürüyor. Bu uygulamalar, MÖ 4000' den 800' e kadar sürdü. Dilbilimsel kanıtlar, bu yorumu bir ölçüde destekliyor. Bazı dillerde, örneğin Uto-Aztek dilinde, darıyla ilgili terimler belirgin farklılık gösterir, bu ise söz konusu halkların, darı ekonomik önem kazanmadan çok önce bu bitkiyi yakından tanıdıklarını düşündü­ rüyor. Ne var ki, darıyla ilgili terimler Maya dilleri arasında öyle­ sine benzerlik gösterir ki, bu terimlerin, darının ekonomik açıdan önemli bir temel gıda maddesi olarak hızla (çok sonralan) benim­ senmesiyle eş zamanlı türemiş olmaları gerekir.15 Chichi birasının gelişmesini, dan kullanımının ilk evresi diye ta­ nımlarsak, ikinci evre, 4. binyılda darının bir tarımsal ürün olarak yaygınlaşmasıyla meydana geldi (genellikle MÖ 3500 yılına ait ka­ yıtlarda darıya rastlanır). Bununla birlikte, darı 1. binyıldan önce hiçpir yerde önemli bir besin maddesi değildi (öyleyse, darının temel bir gıda maddesi konumu kazandığı bu evreye üçüncü evre diye­ lim). Bazen bu gecikme daha da uzundu: Örneğin Meksika Körfe­ zi' nin bugünkü Veracruz'a yakın yöresinde yaşayan Teenek'ler MÖ 7000' de darıyı biliyorlardı, ama darı tarımına dayalı tören merkezle­ rinin bulunduğu kalıcı köyler MÖ 500 yılına kadar ortaya çıkmadı. Zea'nın doğum yerine coğrafi olarak pek uzak olmayan Soconusco bölgesinde, kararlı izotop imzalarının gösterdiğine göre, darı o böl15 A.g.y. 239

B ÜY Ü K BÖLÜ NME

gede görülmesinin üzerinden birkaç bin yıl geçinceye kadar ekono­ mik açıdan önem kazanmadı. (Kararlı izotoplar, insanların yaşam­ ları boyunca yedikleri temel gıda maddelerini saptamaya yarayan kemik kimyasının bir ölçüsüdür.) Güney Amerika'mn And Dağları bölgesinde de öykü aynıdır; orada, örneğin Ekvador' da, darı MÖ 1 . binyıl sonrasına kadar eko­ nomik açıdan önem kazanmaz; Peru'nun kıyı ve yayla bölgelerinde önem kazanması ise bundan neredeyse bin yıl sonra olur.1 6 Darı, And bölgesinin diyetinde MÖ -2200-1850'de boy gösterir, ama ke­ mik kimyası ölçümlerinde bundan iki bin yıl sonraya kadar önemli miktarda saptanmaz. Peru'da seramik eşya içeren arkeolojik alan­ larda, darı ekonomik bir temel gıda değildir, ama Aspero' daki çok eski alan (bkz. Bölüm 15) dahil yalnızca törensel bir işlev görür; kazı sorumlusu Ruth Shady, darının burada yalnızca törensel bir anlam taşıdığını, sıklıkla bir ayin sunusu olarak bırakıldığım ama "dolay­ lı" bir ekonomik güç olduğunu doğruluyor. Darının MÖ -750'de Titicaca Havzası'nın altiplanosunda (yük­ sek düzlüğünde) görülmesi, bu bitkinin o zaman bile yalnızca seç­ kin ve törensel bağlamlarda rol oynadığını ve hiçbir zaman (bugün de olduğu gibi) ekonomik önem kazanmadığını ortaya koyuyor.17 Titicaca Havzası'mn kendisinde de MÖ 900 gibi erken bir zamana ait az sayıda darı kalınhsı bulundu ama darı, MS 250 sonrasına kadar ekonomik açıdan önem kazanmadı. Eldeki kanıtlar, Tiwanaku'nun, birçok farklı bitki türünün değiş tokuş edildiği bir (ticaret) merke­ zi olduğunu düşündürüyor; belirtmek gerekir ki, And Dağları'nın farklı yükseltilerinde farklı bitkiler yetiştiği için, belli bir yükselti­ de yaşayan topluluklar, başka yükseltilerde yetişen bitkileri, çok revaçta lüks maddeler gibi görürlerdi (ama kendi ürünlerini öyle saymazlardı). Koka, biber, halüsinojen bitkiler ve darı, büyük rağbet gören bu bitkiler arasındaydı. Bazı arkeologlar, bu koşullarda "dikey takımada" modelini önermişlerdir; bu modelde, aynı akraba grubunun farklı üyele­ ri, farklı yükseltilerde / çevrelerde yaşar, farklı bitkiler yetiştirir ve bunları akrabalarıyla değiş tokuş ederler. Alternatif olarak, lamanın .

16

Benz ve ark., "Amerika Kıtasında Darının Eski Çağı, Biyocoğı'afyası . . ",, anılan yapıt, s. 671 . 17 Sergio J. Chavez ve ark., "Copocabana Yanmadası'nda Darının Erken Dönemi: Titicaca Gölü Havzasının Arkeolojisiyle İlgili Sonuçlar", Staller ve ark. (haz.), anılan yapıt, s. 426. 240

1 1 . DARI: İ N SANLAR! OLUŞTU RAN ŞEY

evcilleştirilmesini ve bölgeler arası ticaretin ya da değiş tokuşun ana kaynağı olarak lama kervanları kullanılmasını açıklamak için bu ya­ şayış tarzı temel alınmışhr.18 Maya seçkin zümresi gerçekten darıya bağımlı hale geldi, ama bu ancak MS 200-900 yılları arasında gerçekleşti ve o zaman bile toplumun darıya bağımlılığı bir örnek değildi. Aslında, Maya er­ keklerinin kadınlardan daha çok darı yediklerini gösteren bazı ka­ nıtlar vardır, bu ise darının dinsel / törensel bir önem taşıdığının bir diğer olası kanıhdır.19 Başka bir bölümde göreceğimiz gibi, çok daha sonra, İnkalar­ la birlikte, darı ekimi yaygınlaşh ama yine bunun da başta gelen nedeni, chicha içkisi üretimiydi. Aslında, bu bitkiyi yetiştirmek için koskoca topluluklar yerlerinden edilerek devasa boyµtta darı üre­ tildi ve törensel amaçlarla büyük miktarlarda içkiye dönüştürüldü. Sarhoş edici bitkilerin üretimi ve dağılımı, İnka seçkin zümresinin otoritesini sürdürmesinde temel bir unsurdu. Kentucky Üniversi­ tesi'nde görevli antropolog John Staller, İnkalarda chicha içkisi tü­ ketiminin, beslenmeye önemli bir katkı yapacak ölçüde yaygın ol­ duğunu söylüyor. "İnka Güneş kültü, Ölülere ve Atalara Tapınma kültü çerçevesinde içki ve gıda olarak darının kapladığı belirgin yer, statüyle ve mevki ile yakın ilişkili simgesel bir bağı yansıhyordu."20 Chicha, diyor Staller, birbiriyle örtüşen birçok anlam taşıyordu, "döllemek", "su" ve "tükürük" de bu anlamlar arasındaydı. İnka törenlerinde, alkol içmek, yemekten daha önemli hale geldi. Chicha, daha sonra göreceğimiz gibi, İnkaların kurban ayinleriyle da çok yakından ilişkiliydi.21 Bugün anlaşılan gerçek şudur ki, darının Güney ve Orta Ameri­ ka' da ekonomik önem kazanması, önceleri sanıldığından çok, çok daha sonra gerçekleşti (darı, Karayipler'de hiçbir zaman ekonomik Önfm taşımadı, Amazon ve Orinoco ise darı için elverişli olmayan t�opikal bölgelerdi). And Dağları bölgesinde, patates ve kinoa (qui­ noa) her zaman diyetin temel öğeleri olmayı sürdürdü. 18 Christine H. Hastorf ve ark., "Darının Bolivya' da Orta Ufuk Tiwanaku'ya Girişi", Staller ve ark. (haz.), anılan yapıt, s. 431 . 1 9 Henry P. Schwarcz, "Kararlı Karbon İzotop Analizi ve İnsan Diyeti: Bir Sentez", Staller ve ark. (haz.) içinde, anılan yapıt, s. 319. 20 John E. Staller, "Geç Ufuk Döneminde Zea mays L.'nin Toplumsal, Simgesel ve İktisadi önemi", Staller ve ark. (haz.) içinde, anılan yapıt, s. 449. 21 A.g.y., s. 452; ayrınhlı chichi ayinleri için ayrıca bkz. s. 454. 241

BÜY Ü K BÖLÜNME

Darıya ilişkin söz dağarcığının 4000 yılı aşkın süre öncesine ka­ dar gittiğini ve teosintenin ilk evcilleştirilmesinde ön Oto-Mange konuşanların (Meksika' da) rol oynadıklarını gösteren dilbilimsel kanıtlar da bu tabloyu doğruluyor.22 Bununla birlikte, Mezoame­ rika'run dört büyük dil ailesinde (Uto-Aztek, Oto-Mange, Mixe­ Zoque ve Maya dillerinde) darı terimleri birbiriyle ilintisizdir, yani hızlı bir yayılma olmadığını doğrular. Amuzgo (yine Meksika' da konuşulan başka bir Oto-Mange dili), darıyı bir tahıl olarak sınıf­ landırırken, Maya dili konuşanlar, darıyı diğer bitki türlerinden ayırırlar, bu ise onların darıyı önceden var olan bir sınıflandırma çerçevesine ekledikleri anlamına gelir.23 Siyular arasında da benzer bir süreç gözlenir; onlarda dan anlamındaki sözcük, (tahminen ön­ ceden var olan) başka kültür bitkilerinin görece geç döneme ait bir çeşitlemesidir, bu ise darının onlara geç ulaşhğıru ve mevcut sınıf­ landırmaya eklendiğini düşündürüyor. Kuzey Amerika'run güneybahsında yaşayan kabileler arasında, MS 1. binyıla gelininceye kadar dan kullanılmıyordu, ama ön dilde dan teriminin bulunduğuna ilişkin bir kanıt yoktur ve bu, MS yak­ laşık 600 yılından önce bu gruplar arasında darının temel bir gıda maddesi olmadığına ilişkin teoriyle tutarlıdır. Güneybahya ait en son kanıt, bölgede yaşayanların, darının gelişinden önce, çeşitli su­ lama yöntemleriyle çok çeşitli tahılları "koruyor, teşvik ediyor ve ekiyor" olduklarıdır; farklı darı ırkları da bu halkların önceden var olan sistemlerine dahil edilmişti. Başka bir deyişle, Meksika dansı­ nın Kuzey Amerika'yı ansızın "istila" etmesi gibi bir durum yoktu.24 Başka kanıtlardan anlaşıldığı üzere, darının Meksika'run kuzeyine ilerlemesi ve orada gelişmesi, doğuya ya da güneye ilerlemesinden daha hızlı oldu. öyle olsa bile, darının burada ilk görülmesinden te­ mel besin öğe haline gelmesine kadar yaklaşık iki bin yıl geçti. Mis22

Nicholas A. Hopkins, "Yerli Mezoamerikan Halk Sınıflandırmalarında Darının Yeri", Bölüm 44, Staller ve ark. (haz. ), anılan yapıt; Jane H. Hill, "Mezoamerika' da ve Kuzey Amerika' da Dan Ekiminin Tarihsel Dilbilimi", Bölüm 46, Staller ve ark. (haz.), anılan yapıt. 23 Robert L. Rankin, "Dan ve başka kültür bitkileri ile ilgili terminolojinin kanıtladığı Siyu kabile temasları ve yayılmaları", Bölüm 41, Staller ve ark. (haz), anılan yapıt. 24 William E. Doolittle ve ark., "Amerikan Güneybabsında çevresel mozayikler, tarımsal çeşitlilik ve darının evrimsel benimsenmesi", Staller ve ark. (haz.), anılan yapıt, s. 109 vd. 242

1 1 . DARI: İNSANLAR! OLUŞTURAN ŞEY

sissippi Vadisi'nde, Ohio'da ve Ontario'da da öykü aynıydı: Dan MS yaklaşık 500 yılında ortaya çıkh ama oradaki kabileler yaklaşık MS 1000 ila 1200 yılına kadar bu tahıla bağımlı yaşamadılar. Yaklaşık MS 750-850' de darının ansızın ve büyük miktarlarda görüldüğü tek yer, Mississippi' deki (bugünkü St. Louis yakınında­ ki) Cahokia' dır; aynı zamanda, işlenmiş k.ireçtaşı çanak-çömlekler yine bir o kadar aniden önem kazanmış ve kurban edildiği sanılan kişilerde dan içeriği yüksek bir diyet saptanmışhr. Darının Caho­ kia' da bile törensel bir rol oynadığı görüşünü bu da güçlendiriyor. Oradaki kazılarda çıkarılan Cahokia'lılann vücut morfolojisinde de benzer bir değişiklik gözlenir (ortopedik bozukluklar, özellikle eklem bozuklukları yanında, diş çürükleri de belirgin bir arhş gös­ terir). Dolayısıyla, öyle görünüyor ki darı, Cahokia' da tepe çarşıları­ nın görülmeye başladığı MS 750' den sonra ansızın temel gıda haline geldi. Aynı zamanda, Nebraska Eyalet Müzesi'nden T. P. Myers'ın işaret ettiği gibi, Cahokia' daki ve Mississippi kültürüne ait başka yerlerdeki darının, Zea mays indurata cinsi sert mısır, yani özellikle sert bir dış kabuğa sahip Kuzey Kızılderili darısı olduğunu, "Mek­ sika' daki atalarından, neredeyse ayn bir tür oluşturabilecek ölçüde farklı" olduğunu da belirtmeye değer. Myers'ın dediğine göre, bu­ nun yarathğı fark öylesine belirgindi ki, darı, "bir zamanlar diyette neredeyse hiç önem taşımazken, bir ya da iki kuşak sonra diyetin yansını oluşturan bir konuma sıçradı". MÖ 1000' e gelindiğinde, da­ rının New Mexico'ya (Cahokia'dan pek de uzak olmayan bir yer) ulaşmış olması, ama oradaki avcı-toplayıcıların, muhtemelen iklim­ sel nedenlerle, MS 600'e kadar darıya bağımlı duruma gelmemeleri gerçeği, Myers'ın görüşünün alhnı çiziyor. Darının, MS 600-700 arasında asgari düzeyde önem taşırken, MS 750-850' de bollaşmasını sağlayan aynı değişiklik, Kuzey Ame­ rika'nın doğusundaki birçok bölgede de meydana geldi. "Aynı zamanda da daha az yer kaplayan evlerin çoğalmasıyla yerleşim yoğunluğu artlı ve tarım yapılabilecek topraklar genişledi."25 Eş zamanlı olarak, levha şeklindeki değirmen taşları (yayvan içbükey öğütme yüzeyleri olan büyük taşlar) hızla önemini yitirdi; büyük olasılıkla bunlar, o zamana kadar halkın temel besinini oluşturan kazayağı, madımak ve kanarya otu öğütmek için kullanılmışh. 25

Thomas P. Myers, "Kaba Mısır Unu Teknolojisi ve Mississippi Toplumlarının Ortaya Çıkışı", Staller ve ark. (haz.) içinde, anılan yapıt, s. 515. 243

B ÜY ÜK BÖLÜ N M E

Dolayısıyla, Kuzey Amerika dışındaki Yeni Dünya' da darının üç evresine tanık oluruz: İçki olarak kullanımı, yavaş yavaş tahıl olarak benimsenmesi ve çok daha sonra temel gıda olarak kullanımı. Eski Dünya' daki örüntüye paralel bir örüntü, bah yarımkürenin başka bir yerinin aksine çok hızlı şekilde yalnızca Kuzey Amerika'nın doğu­ sunda meydana geldi; tahılla ve sağladığı fazlalıkla sürdürülen bir yaşam biçimi, oldukça dolambaçsız şekilde kentleşmeye yol açh:

Kan ve Sayılar Darının böyle öne çıkhğı bu törenler nelerdi? İnsanların darıdan ya­ rahldığına, kan ile darının eş değerde olduğuna ilişkin yaygın bir inanış vardı. Darı için dualar edilirdi, darının kısımlarım, gelişimini ve mutfaktaki rolünü tanımlamak için birçok sözcük türetildi. Bir darı takvimi vardı; birçok akademisyen, Amerika kıtasına özgü 260 günlük takvimin (bkz. bölüm 20), mısır bitkisinin büyüme mevsi­ miyle ilintili olduğu kanısındadır. Eski Olmek uygarlığının başında bir darı tanrı-hükümdar vardı ve Mayalar, ilk sekiz insanın darıdan oluştuğuna inanıyorlardı (balçıktan ve ahşaptan insan yaratmaya yönelik önceki iki girişim başarısız olmuştu).26 Darının giziyle ilgili birçok efsane vardı, değerli mısır tohumla­ rının kutsal dağlarda saklandığını anlahrdı. Mayaların bir inanışına göre, darı, "yarahlış ocağı"ndan, yani Orlon (Avcı) takımyıldızında­ ki Orion Kemeri'nden sarkan bir eş kenar üçgenden doğdu; bu üç­ gen ise onların Alnilam, Saiph ve Rigel adıyla bildikleri yıldızlardan oluşuyordu.27 Başka inanışlara göre, darı, güneşin apış arasından ya da alhn saçlı bir cüceden doğdu. Darı, bebek doğum törenlerin­ de, yağmur dualarında, hbbi ayinlerde, toplumu yenileme faaliyet­ lerinde ve cenaze törenlerinde rol oynar. Yeni ad konulan çocukların şerefine, kana bulanmış mısır koçanları ekilir.28 Darı 3, 7 ve 8 sayı-

Bu elbette çok kaba bir paralelliktir ve ironisiz de değildir, çünkü bugün bildiğimiz üzere, Eski Dünya'da yerleşik yaşam, bitki evcilleştirmesinin tam olarak gelişmesinden önce meydana geldi. 26 Brian Stross, "Güneydoğu Mezoamerika'da Sözcük ve İmge Olarak Dan", Staller ve ark. (haz.) içinde, anılan yapıt, s. 584. 27 Stross, anılan yapıt, s. 585. 28 A.g.y., s. 587. 244

l l . DARI: İNSANLARI OLUŞTURAN ŞEY

!arıyla çeşitli şekillerde ilişkilidir. Maya çivi yazılarının birçoğunda darı tanrısı tasvir edilir. Tüm bunları bir arada dikkate alınca, Amerika kıtasındaki en önemli iki gıda ürününün, Avrasya' daki tahıllardan çok farklı ka­ rakterde olduğunu görebiliriz. Patates, And Dağları'nın görece sert çevre koşullarına özellikle iyi uyum gösterdi. Bu çevre birta­ kım avantajlar da sağladı ama patatesin, çok iyi uyum gösterse bile yayılamaması anlamına geliyordu ve bu besine bağımlı olanlar da yayılamadılar. Buğday, arpa ve pirinç gibi bir tahıl olmasına karşın, darı aynı zamanda da ılıman iklime özgü değil, tropikal bir bitkiydi ve bu durum, darının şeker içeriğinin yüksek olmasını sağladı; do­ layısıyla, darı en başından beri, esasen şeker içeriği ve buna bağlı mayalanmanın yol açlığı psikoaktif özellikler nedeniyle çiğnenerek kullanıldı. Bu ikinci olgu, Orta ve Güney Amerika' da çok daha fazla bulu­ nan psikoaktif bitkilerin oluşturduğu ortamda da görülmüştür; söz konusu bitkiler, bir sonraki bölümün konusudur ve darının törensel bağlamlarda kullanılmasına elbette katkı yapmışhr. Tüm bunlardan anlaşıldığına göre, Yeni Dünya' da darının rolü, Eski Dünya' da ta­ hılların rolünden oldukça farklıydı. Kuzey Amerika' dan başka bir yerde, çok geç bir tarihte bile, darının evcilleştirilmesi, yerleşik ya­ şam ve fazlalık ürün elde edilmesi arasında, uygarlığın gelişmesiyle sonuçlanacak yalın bir ilişki görülmedi. Başka bir deyişle, tahıl çift­ çiliğinin Avrasya' da gösterdiği bir örnek yayılma, Yeni Dünya' da meydana gelmedi. Darı, ilk başlarda ve binlerce yıl boyunca, alkollü içecek sağlayan, insanların sarhoş olmalarına ve eğlenmelerine ola­ nak veren, avcı-toplayıcı kabilelerin, karşılıklı hediyelerin verildiği şölenlerde komşularıyla / rakipleriyle dostça ilişkiler sürdürmeleri­ ne yardım eden bir ürün olarak pek çok yerde değerli tutuldu. ·Darıya psikoaktif özelliklerinden dolayı verilen değer, öyle gö­ rünüyor ki, bir gıda maddesi olarak değerlendirilmesini yavaşlath. Hiç kuşkusuz bu, önceden irdelediğimiz gibi, yağmur ormanı top­ rağının görece düşük nitelikli olmasıyla, verimli hale gelmesinin çok daha uzun zaman almasıyla ve yepyeni bir buluş olan serpme tohum ekiminin saban kullanılmadığı için gelişmemesiyle bir ölçü­ de ilişkiliydi. Dikkate alınması gereken son bir faktör, baklagillerle eşleştirildi­ ği zaman darının protein değerinin çok daha artmasıdır (hpkı Eski 245

BÜYÜK BÖLÜ NME

Dünya' da buğday, arpa ve yulafın birlikte yayılması gibi, Yeni Dün­ ya' da da darı, baklagiller ve kabak birlikte yayıldı). Darı ve bakla­ giller, adaçayıyla ve horozibiğiyle birlikte, en sonunda çok başarılı oldu, ama belki bunların birlikte kullanımının yararlarını keşfetmek de zaman aldı. 29 Ava-toplayıcılar arasında psikoaktif maddeler kullanılarak dü­ zenlenen karşılıklı armağan törenleri, şamanist din biçimlerini, Eski Dünya' dakinden çok daha uzun devam ettirmiş olmalıdır. Ne var ki, Eski Dünya' da olduğu gibi, alkol tüketimi (ilk başlarda) seçkin konumda bulunmakla ilişkiliydi; ama küçük kabile gruplarında, il­ gilenilecek evcil memeliler de olmadığı ve araba sürme ya da ata binme faaliyetleri de yapılmadığı için, Yeni Dünya' da (özellikle de en başta Güney ve Orta Amerika' da) çok daha kolay erişilebilen daha güçlü uyuşturuculardan ve halüsinojenlerden vazgeçilmesi için aynı baskılarla karşılaşılmamış olmalıdır.

29

Gordon Brotherston, Book of the Fourth World, anılan yapıt, s. 139. 246

12� PSİKOAKTİIB YAGMUR ORMANI VIB HALÜSİNOJENLIBRİN ANORMAL DAGILIMI Eski Dünya' da Amerika kıtasından çok daha fazla evcil hayvan bu­ lunmasına karşın, halüsinojenler bakımından durum bunun tam tersidir. 1970'te Weston La Barre, Economic Botany dergisinde, "Eski ve Yeni Dünya Uyuşturucuları: İstatistiksel Bir Soru ve Etnolojik Bir Yanıt" başlığını taşıyan önemli bir bilimsel makale yayımladı. La Barre, o bilimsel makalede, Kızılderili Amerika'sında kutsal halüsi­ nojenlerin şaşırhcı ölçüde çoğalmasını kültür tarihi açısından açık­ lama çabasına ilk kez girişti. Makalenin başlığındaki "istatistiksel soru", seksen ila yüz farklı tür psikoaktif bitkiden yararlanan özgün Amerikalıların bildikleri çok fazla sayıda bu tür bitki ile Eski Dün­ ya' da kullanılan çok daha az sayıda (en çok sekiz ya da on) bu tür bitki arasındaki "çarpıcı anomali" ye ahf yapıyordu. Eski Dünya'nın kara kütlesi Amerika kıtasından çok daha geniş bir alanı kapladığı, bitki örtüsü ise en az onunki kadar zengin ve çeşitli olduğu için, Avrasya' da daha fazla halüsinojen türün olması beklenirdi. Üstüne üstlük, Eski Dünya' da insanların geçmişi, Yeni Dünya' dakinden çok daha eskiydi. La Barre'ın yanıh, Amerika Kızılderililerince halüsinojen bitkilere duyulan ilginin, "erken dönemde Kuzeydoğu Asya'dan gelen bü­ yük hayvan avcılarının beraberlerinde getirdikleri ve Amerika Kızıl­ derililerinin dinine temel oluşturan esasen Paleo-Mezolitik Avrasya şamanizmine bağlı Yeni Dünya' da sağ kalmayla doğrudan doğruya 247

BÜYÜK BÖLÜ NME

ilintili olduğu" şeklindedir. Başka bir deyişle, ilk Amerikalılar, "ar­ zulanan 'esrime' durumuna ulaşmalarını sağlayacak" yollar bulmak için bilinçli araşhrma yapmak ve onları kullanmak üzere "kültürel olarak programlanmış"lardı.1 Yine La Barre'ın tezine göre, "derin sosyoekonomik ve dinsel dönüşümler, esrik şamanizmin ve Avras­ ya' nın büyük bölümündeki keyif verici mantarlara ve başka bitkilere ilişkin bilgilerin silinip gitmesine neden olmakla birlikte, çok farklı bir tarihsel ve kültürel koşullar dizisi, o insanların Yeni Dünya' da hayatta kalıp gelişmelerine elverişli bir ortam sağladı."2 Peter Furst'ün Hallucinogens and Culture adlı kitabında savun­ duğuna göre, Amerika Kızılderililerine ait simge sistemlerinin asıl temeli, "Kuzeydoğu Asya' dan gelen ilk göçmenlerin düşünsel dün­ yasında zaten mevcut olmalı" dır. Furst, bu temellerin şamanist oldu­ ğunu ve Aztekler gibi hiyerarşik uygarlıkların yüksek düzeyde yapı­ landırılmış kozmolojisinde ve törenlerinde bile saptanabilen pek çok kavram içerdiğini ısrarla belirtir; söz konusu uygarlıklarda örneğin şu olgulara rastlarız: İnsan ve hayvan iskeletinin ruhu; kemiklerden tekrar yaşam oluşması; çevredeki tüm olguların canlı olduğu inan­ cı; ruhun uçtuğu inancı; yaşıyorken (örneğin, ruh yitimiyle, uykuda dolaşıp kaybolmayla, tecavüzle veya kaçırılmayla ya da esrik düşle­ rinde şamanların yaphklan gibi, ruhun bile bile tasarlamasıyla) ru­ hun bedenden ayrılabildiği inancı; özellikle, genelde hastalık geçire­ rek mesleğe başlaması gereken şamanların ilk başlarken yaşadık.lan esrime deneyimi; doğa üstü hastalık nedenleri ve çareleri; evrenin farklı düzeylerinin olduğu, o düzeylerin her birine ayn manevi yö­ neticilerin hükmettiği ve onları manevi gıdayla beslemek gerektiği inancı; insan-hayvan dönüşümüne olan inanç (Furst'ün dediğine göre, gerçekte tüm olguların kökeninde yaratılıştan çok dönüşüm yatar); şamana yadım eden hayvan ruhlarının olduğu inancı; hayvanlara ve bitkilere hükmeden doğa üstü erkek ve dişi efendiler. Furst'ün çıkardığı sonuca göre, bu geleneksel sistemlerde dönü­ şüm anlayışının böyle öne çıkmasıyla, "bilinci köklü şekilde değişti­ rebilen bitkilerin niçin zamanla ideolojinin tam merkezine yerleşti­ ğini anlamak kolaydır''.3 1

2 3

Peter T. Furst, Hallucinogens and Culture, Novato, CA: Chandler & Sharp, 1976 / 1988, s. 2. Furst, anılan yapıt, s. 3. A.g.y., s. 6. 248

1 2 . I'Si KO AKTiF YAC MUR ORM A N ! VE H A LÜSİNOJ EN LERİN

A NORM AL DA(;ILIMI

La Barre'ın özgün varsayımında belirtildiği gibi, Asya ve Avru­ pa eskiden şamanist dünya görüşünü paylaşıyordu, ama Cilalı Taş Devrimi ve sonraki ekonomik/ ideolojik gelişmeler, dinde derin de­ ğişikliklere yol açh, "gerçi tamamen yerleşmiş din kurumlarında bile antik şamanist geleneklere hala yer yer rastlanabilir" di. Bununla belirgin bir karşıtlık gösteren Yeni Dünya' da, özgün avcılık/ yiyecek toplayıalık uygulaması ve buna eşlik eden şamanist dinsel gelenek­ ler çok daha uzun süre varlığını sürdürdü, hatta Mezoamerika' da ve Andlar'da yükselen büyük uygarlıklarda bile devam etti.4 11 .000-10.000 yıl önce, büyük hayvanların avlandığı Geç Buzul ya da Pleistosen döneminin sonuna doğru (yani "Asya' dan kara yoluyla göçlerin sona ermesinin üzerinden çok uzun zaman geçme­ den") halüsinojen meskal bitkisinin (Sophora secundifiora) Eski Kızıl­ derililerce zaten kullanılmakta olduğunu doğrulayan radyokarbon incelemeleri, bu uygulamaların ne kadar da eski olduğunu göster­ miştir. Bu bitki, Kuzey Amerika'nın güneybatısına ait çöl kültürü­ nün bir parçası olarak MS 1000 yılında da hala kullanılmaktaydı.5 Arkeologlar, Texas'taki ve Kuzey Meksika'daki bir düzineyi aşkın kaya sığınağında, çoğu kez İspanyol at kestanesi (Ungnadia speciosa) adlı başka bir uyuşturucuyla birlikte sınıflandırılan Sop­ hora tohumu kalınhları, onunla ilişkili nesneler ve kaya resimleri bulmuşlardır. Bunların en eskisi, MÖ 7265' e, en sonuncusu ise bu alanın terk edildiği zamana tarihlendi. 6 "Trans-Pecos Texas'ta an­ tik şamanist kaya resimlerince zengin bir bölge olan Amistad Rezer­ vuarı bölgesindeki Fate Bell Shelter' da, MÖ 7000' den, çöl kültürü­ nün en sonunda yerini darı tarımına dayalı yeni bir yaşam biçimine bıraktığı MS 1000' e kadar her seviyede uyuşturucu Sophora ve Ung­ nadia tohumları bulundu." Genel bir fikir edinmek için daha da önemlisi, Güneybatı Texas'ta Langtry yakınında çok ünlü bir kaya sığıı)ağı alanı olan Bonfire Shelter' da yapılan incelemeler, buranın MÖ 8440 ila 8120'ye (yani, büyük hayvan avalığı döneminin olduk­ ça içlerine) tarihlenen en alt yerleşim katında Sophora tohumlarının olduğunu gösterdi. Dahası, tohumlar, Folsom ve başka sivri uçların yanı sıra, Pleistosen dönemine ait soyu tükenmiş iri bir bizon türü olan Bison antiq u us 'un kemikleriyle birlikte çıkarıldı. 4 5 6

A.g.y. A.g.y., s. 8. A.g.y. 249

B Ü Y Ü K BÖLÜNME

Tek bir halüsinojenin, yani Sophora tohumunun 10.000 yılı aşkın süreyle esrimeye-görüme dayalı şamanizmin odağı olarak "kesinti­ siz saltanat" sürmesi, Furst' e göre dikkat çekiciydi. Dediğine göre, Yeni Dünya'ya özgü olan pek çok halüsinojen içinde yalnızca Datu­ ra ("boru çiçeği" ) cinsi, Sophora kadar fizyolojik risk oluşturuyordu. "Açıktır ki, uyuşturucuya atfedilen bireysel, toplumsal ve doğa üstü faydalar, içerdiği sakıncalara ağır basmış olmalıdır." 7 Kuzey Amerika' mn muazzam genişlikteki alanlarında, birçok yerli halk, kimyasal olmayan yollarla hemen hemen aynı amaçla­ ra ulaştı: Örneğin, aç kalma, susuz kalma, kendini sakatlama, hava koşullarına maruz kalma, uykusuzluk, durmaksızın dans etme ve tümden bitkin düşürücü başka yollar (kendi kanını akıtma, buz gibi sulara dalma, hayvan boynuzu ve dişiyle kendini yaralama, acı verici başka çileler yanında, o kadar acımasız olmayan çeşitli "te­ tikleyiciler" : Farklı türlerde ritmik faaliyet, kendi kendine hipnoz, meditasyon, şarkı söyleme, davul çalma ve müzik). Böyle faaliyet­ lerin birinde, erkeklerin omuzlarına veya kollarına delikler açılır, kanayan deliklere bizon kafatasları asılırdı. Başka bir teknikte ise bazı şamanlar, kendilerinden geçmek (trans durumu) için, obsidyen ya da başka materyallerden yapılmış aynalar kullanırlardı (Meksi­ ka' da bazı Kızılderili şamanlar hala aynısını yaparlar). Yaygın uy­ gulanan son bir teknik, Oglala Siyuları ve Mandanlar gibi Büyük Düzlükler' de yaşayan belirli Kızılderili kabilelerinde gözlenen ruh arayışı çilesidir.8 Bu tür çileler, antik Meksika' da da nadir değildi. İspanyolların gelişinden önceki bazı kültürlere, örneğin Maya kültürüne ait sanat eserlerinde, kendini sakatlama olgusu tasvir edilmiştir. İnanılmaz acı verici olması gereken kan dökme ayinleri (erkeklik organının, dilin ve başka organların kaktüs dikenleriyle, vatoz iğneleriyle ve başla kesici aletlerle delinmesi) bu tasvirler arasındadır (kapsamlı bir irdeleme için bkz. Bölüm 21). Bunların birinde, sırtında delikler açılan bir şaman, derisinin kıvrımlarından geçirilen iplerle asılmıştı. Chiapas'ın Usumacinta bölgesindeki Yaxchilan tören merkezinde

7

8

A.g.y., s. 9. Aynca, şu yapıttaki resimlere ve çizimlere bakın: Thomas Donaldson, The George Catlin Indian Gallery in the U. S. Museum, Smithsonian Müzesi'nin 1885 Yılı Raporu. Washington D.C.: U.S. Government Printing Office, 1 886. Furst, anılan yapıt, s. 10-11. 250

1 2 . PSİKOAKTİF YAGMUR

ORMANI VE HALÜS [NO) EN LERİN ANORMAL DACILIMI

bulunan ve MS 780'e tarihlenen ünlü bir Maya oymasında, di­ züstü çökmüş bir kadın, büyük sivri dikenler takılmış olan bükülü bir ipi dilinden geçirirken tasvir ediyordu. Kadın zengin giyimliydi ve açıkça seçkin zümreye mensuptu. Bu tür ayinler, Maya yazının­ da sıklıkla kurban kesip kan akıtma açısından anlahlır (kan, antik Mezoamerikan düşüncesinde insanların tanrılara sunabileceği en değerli armağandı). "Ama aslına bakılırsa, [bu,] görümler noktası­ na kadar varan bilinç değişiklikleri oluşturmaya yeterli şiddette bir şokla sistemi sarsmış olmalıdır."9 -

Ruh Sarmaşıkları Eski Dünya' da kullanılan psikoaktif maddeleri daha önce (Bölüm 10' da) incelemiştik. Yeni Dünya' da kullanıldığı bilinen sekseni aş­ kın psikoaktif madde vardır, ama burada bunların yalnızca en yo­ ğun incelenmiş olan on tanesine çok kısa olarak değinecek kadar yerimiz vardır. İlk sırada, halüsinojen harmala alkaloitleri (harmin, harmalin, harmalol ve harman) vardır; bunlar, ilk önce, daha önce tanışlığımız bir bitkiden, yani bilimsel adı Peganum harmala olan üzerlikten izole edilmiştir. Üzerlik, bugün Eski ve Yeni Dünya' da harma alkaloitle­ ri içerdiği bilinen en az sekiz bitki ailesinden biridir. Sayıca en çok ve kültürel açıdan en ilginç olanı, yine Peter Furst'e göre, "tropikal Amerika'ya özgü hrmanıa/ sarılıa [liyana benzeri, sarmaşık benze­ ri] bir cins" olan Banisteriopsis'tir; bu bitki "en az yüz farklı türden oluşur, bunların en az ikisi, B. Caapi ve B. Inebrians ... Amazon Kızılde­ rililerinin ayinlerde kullandıkları güçlü halüsinojen içeceklerin esası­ dır" .10 İnkalann ve bugün birçok Perulunun konuştukları Quechua (Keçuva) dilinde, içki sözcüğünün karşılığı, a:yahuasca, yani "ruhların sarmaşığı" dır. Yaygın olarak kullanıldığı Kuzeybah Amazon' da ise yaje veya yage diye bilinir; bu sözcük, başka kabilelerin yanı sıra, Ge­ rardo Reichel-Dolmatoff'un yoğun şekilde incelediği bir kabile olan Kolombiyalı Desana'ların konuştuğu Tukano diline ait bir sözcüktür. Etkin madde, bitkinin kabuğunda, gövdesinde, yapraklarında bulunur ve bir deneyde, alkaloitlerin 115 yıl boyunca etkili kaldığı 9 A.g.y., s. 11. 10 A.g.y., s. 44. 251

B Ü Y Ü K BÖLÜNME

kanıtlanmışhr. Furst'ün tahminine göre, yaje kullanımının en az 5000 yillık geçmişi vardır ve Tukano'lar, bu halüsinojeni, kabile tarihinin en başına koyarlar; söylediklerine göre, erkek güneş dişi dünyayı fallik ışınıyla dölledikten ve ilk meni damlaları, ilk insanlar haline geldikten sonra, bu madde insan biçiminde ortaya çıkh. Tukano'lar, şarmaşık ile soy ağacını eşit tutarlar; her bir oymak (hısım grubu) kendi ayırt edici sarmaşığına sahiptir ve kutsal içkiyi hazırlarken kendi ayırt edici yöntemini kullanır. Örneğin, sıvının konulduğu çömlek, ana rahmini simgeler ve bu kabın tabanında vajina ile klito­ ris resmi bulunur. Kabın kullanılabilmesi için, önce tütün dumanıy­ la arındırılması gerekir. 11 Yaje tüketimi, çok karmaşık bir ayin havasında gerçekleştirilir. İçki dağıhmı, törensel danslarıiı. ardından, belirli aralıklarla çalınan müzik aletlerinin sesleriyle duyurulur. Halüsinasyonlar, "yaje gö­ rüntüleri" diye tanımlanır; görüntülerin her zaman parlak ve hoş olmasını sağlamak için ise kişiler cinsellikten kaçınmalı ve önceki birkaç gün hafif yemekler yemelidirler. Yaje alanların yepyeni bir kişi olarak uyanmaları beklenir. Etki alhndayken, dölyatağına geri döndüklerine, orada kabilenin ilahla­ rını gördüklerine ve ilk çiftin, hayvanların, toplumsal düzenin yara­ hlmasına tanık olduklarına inanırlar. Kötülüğün kökleri de kendini açığa vurur (bunlar arasında, hastalık ve ormanın ruhları, özellikle jaguar vardır). Reichel-Dolmatoff'un araşhrması, Tukano toplu­ munda şamanın, güçlü bir gececil hayvan olan, karada, ağaçların üzerinde veya suda aynı ölçüde rahat hareket edebilen jaguarla ya­ kından ilişkili olduğunu göstermiştir. Şaman-jaguar dönüşümleri, gerek yaje, gerek tütün, gerekse enfiye nedeniyle meydana gelmiş olsun esrimelerle yakından ilişkilidir. Jaguarlar, ölmüş şamanların vücut bulmuş halleri, yani avatarları kabul edilir ve Tukano'lar, yaje etkisi alhndayken, kükreyen jaguara ya da dev yılanlara yenik düş­ tükleri "kötü bir yolculuk" yapabilirler.12 Son bir "kök": Tukano'lar, sanalın doğuşunu yaje'ye bağlarlar. Evlerinin önünü süsleyen, çömleklerini ve müzik aletlerini bezeyen tüm o çarpıcı çok renkli imgeleri ilk olarak psikedelik (hayal gördü­ rücü) içkinin etkisi alhndayken gördüklerini, her desenin belirli bir 11 A.g.y., s. 45-46. 12 Gerardo Reichel-Dolmatoff, "Yerel Bir Halüsinojenin Kültürel Bağlamları: Banisteriopsis Caapi", Peter T. Furst (haz.), Flesh of the Gods: The Ritual Use of Hallucinogens içinde, New York: Prager, 1972. s. 84-113. 252

1 2 . PSİKOAKTİF YACMUR ORM A N l V E HALÜSİNOJEN LE RlN

ANORM A L DAGlUMI

anlam taşıdığını söylerler. Yine burada da kedigil görüntüleri ağır basar, ama daha soyut işaretlerin de ensest, dış evlilik, doğurganlık vb. açısından anlamlan vardır. Bu, Pleistosen zamanlarında mağara duvarlarına çizilen ve David Lewis-Williams tarafından incelenen "entoptik" görüntüleri anımsahyor.13 Aztekler için en kutsal halüsinojen (birkaçını kullanıyorlardı), Ololiuhqui adıyla biliniyordu. Bu ad, "yuvarlak şey" anlamına ge­ lir, ama bugün bilindiği gibi, Rivea corymbosa'yı (bir tür kahkaha çiçeğini ya da gündüzsefasını) ifade ediyordu ve Orta Amerika' da (Mazatekler, Mikstekler, Çinantekler vd. arasında) Ipomoea violacea (başka bir gündüzsefası türü) ile birlikte bu bitkiye tapılıyordu.14 Bu maddelerin kimyasal bileşimi, çok miktarda tohumun tahlil için İs­ viçre' deki bir ilaç firmasına gönderildiği 1960'lara kadar gerçekten çözülemedi. Tahlilde, bunların ana (psiko) aktif bileşenlerinin çav­ darmahmuzu (ergot} alkaloitleri, yani d-liserjik asit amid (ergin) ve onun izotobu d-liserjik asit amid (izoergin) olduğu ortaya çıkh; her iki madde de kısaca LSD denilen d-liserjik asit dietilamid ile yakın­ dan ilişkiliydi. 15 Tüm bunların merak uyandıran yanı ise, aslında Rivea'nın en çok Asya' da bulunan bir odunsu sarmaşık cinsi olma­ sıdır ve bu bitkinin Eski Dünya' da beş, Yeni Dünya' da ise yalnızca bir türü vardır. Ama bitkinin şamanlarca kullanımı yalnızca Mezo­ amerika' da geliştirildi, Eski Dünya' da, hatta Güney Amerika' da ise asla bu amaçla geliştirilmedi. Mott T. Greene' in kanısına göre, ergot, elbette soma/haoma'nın içerdiği ana bileşendir (bkz. Bölüm 10).16 Ne var ki, Orta Amerika' da Ololiuhqui'nin kendisi ilah sayılıyor­ du. Bu bitkiye tapılıyordu, tohumlarına dua ediliyordu, ilahilerle di­ lekte bulunuluyordu, hatta kurbanlarla ve tütsülerle şereflendirili­ yordu.17 Her iki tür, Orta Amerika'nın yerli kültürlerinin sanahnda, en dikkat çekici olarak da bugünkü Mexico kentinin kuzeyinde, MS 1. il � 8. yüzyıllar arasında gelişen Kolomb öncesi büyük Teotihuacan şehri bünyesinde kutsal yapılar kompleksi olan Tepantitla' daki du­ var resimlerinde öne çıkh. Furst'e göre, bu resimler, Teotihuacan'ın 200.000'i bulan nüfusuyla yeryüzündeki en büyük şehirlerden biri 13 14 15 16

Furst, Hallucinogens and Culture, anılan yapıt, s. 55. A.g.y., s. 62. A.g.y., s. 65. Mott T. Greene, Natura[ Knowledge in Pre-Classical Antiquity, anılan yapıt, Bölüm 6. 17 Furst, Hallucinogens and Culture, anılan yapıt, s. 67. 253

BÜYÜK BÖLÜ NME

olduğu MS 5. ila 6. yüzyıllarda yapılmışhr. Ana resim, bir ilahı, ol­ dukça stilize bir Ana Tanrıçayı (bir zamanlar yağmur tanrısı olduğu sanılan Tlaloc'u) tasvir eder, ondan akan dere ise toprağa bereket verir, ama başının üstünde huni şeklinde çiçekleri olan sarmaşık benzeri büyük bir bitki yer alır. İlahın ellerinden tohumlar, Rivea corymbosa tohumlan dökülür (bkz. Görsel 9). Rivea'ya, halüsinojen mantar Psilocybe aztecorum ve başlıca iki kutsal tütün türünden birisi olan Nicotiana tabacum ile birlikte, başka bir Orta Amerika tanrısı olan, Aztek çiçek tanrısı Xochipilli'rıin bedenine kazınmış olarak da rastlanmışhr.18

Görsel 9.

Meksika' da, Teotihuacan' da, bir Ana Tanrıçayı ve

maiyetindeki din görevlilerini, oldukça stilize bir gündüzsefası bitkisiyle, yani Azteklerin kutsal halüsinojen Ololiuhqui' si Rivea

corym bosa'yla birlikte tasvir eden, yaklaşık MS 500' e tarihlenen duvar resmi.

Aztekler arasında, halüsinojerıik deneyim, "çiçeksi düş" olarak çevrilebilecek temixoch sözcüğüyle tanımlanır, kutsal mantar ise tan­ rı anlamındaki teo ile gıda ya da et anlamındaki nticatl'ın birleşme­ siyle teonanticatl olarak adlandırılır. "Sihirli mantarlar" denilen Meksika ve Guatemala mantarları, Yeni Dünya'nın belki de en çok incelenen halüsinojenleridir. Bu 18

A.g.y., s. 81. 254

1 2 . PS!KOAKTİF YAGMUR ORMA N I VE HAL ÜSlNOJENLE RlN

ANOI\MAL DAG!LlMI

mantarlar, Maya bölgesinde kullanıldı (bazı durumlarda hala kul­ lanılır) ve bunların, 3000 yıldan beri, özellikle arkeolojik buluşla­ ra göre MÖ -1000 ila MS 900 arasında, kullanıldıklarını gösteren bulgular vardır. İleride göreceğimiz gibi, daha ilginç değinmelerden biri, mantar kullarunu hakkında 16. yüzyıldan kalma İspanyolca bir anlahda yer alır; orada mantarlardan xibalbaj okox diye söz edilir, Maya dilinde xibalba "öteki dünya", okox ise mantar anlamına gelir. Mayaların öteki dünyasının (yine ileride daha ayrınh göreceğimiz gibi) dokuz katlı olduğu düşünülüyordu, ama Maya dilindeki bu terim, aslında, bu belirli sihirli mantarın, insanlara cehennemin ya da ölülerin imgelerini gösterdiği anlamına geliyordu.19 Mantarlarla ilişkili başka terimlerin birçoğu, sarhoş edici ya da keyif verici oldu­ ğunu (insanları "çılgın"a çevirdiğini ya da "baygın düşürdüğü"nü) ima ediyordu. Ta 2200 yıl öncesine tarihlenen "güzel yontulmuş" dokuz min­ yatür mantar taşın ve dokuz minyatür taş merdanenin (öğütme ta­ şının) ayrınhları, 1960'ların başında yayımlandı. Bunlar, Guatemala kenti dışında zengin biçimde süslenmiş bir mezarda bulundu. Qu­ iche-Maya'nın kutsal kitabı Popol Vuh'ta anlahldığı gibi, Maya koz­ molojisinde Xibalba'nın, yani öteki dünyanın dokuz efendisi vardır, demek ki, güçlü bir olasılıkla, bu heykelcikler kutsal sayılıyordu: Ya ölen kişinin öteki dünya yolcuğuna eşlik etmek üzere oraya konul­ muşlardı ya da kendileri yoldaşlık ve koruma sunan ilahlardı. Orta Amerika'nın her yanında (Meksika ve Guatemala ile El Salvador ve Honduras'tan) mantar tasvirleri derlenmiştir. Furst'e göre, yaklaşık 200 farklı tür tanımlanmışhr. Bunların birçoğu, özellikle de MÖ 1000 ila 100 yıllan arasına tarihlenenler, bir insan surah veya figürü ya da efsanevi veya gerçek bir hayvan içerir; burada yine en çok jaguar ama aynı zamanda da kara kurbağası tasvir edilir (elbette kara kur­ bağası, yaşamı süresince büyük bir dönüşüm geçirir).20 . Hem Orta hem de Güney Amerika' da, pişmiş kilden mantar temsilleri bulunmuştur, bunların bazıları, Yeni Dünya'nın başat psikoaktif mantar türü olan Psylocybe' den çok, Sibirya'daki Amanita muscaria'ya, yani sinek mantarına benzer görünümdedir. Peru' daki Moçe kültürünün (MÖ -400 ila MS 500) seramik sanahnda da in­ san biçimli mantar temsilleri görülür, Kolombiya' da ve Panama' da 19 A.g.y., s. 77-78. 20 A.g.y., s. 79-80. 255

B Ü Y Ü K BÖLÜNME

bulunan alhn kolyeler de aynı şeyi yansıhr (yine anlaşıldığına göre, sanki bir ilah temsil edilmiştir).21 Orta Amerika'ya ulaşan ilk İspanyol kaşiflerden bazıları, Yeni Dünya sakinlerince kullanılan kutsal mantarlardan söz ettiler ve bildiğimiz üzere, birden fazla kült, 20. yüzyıla kadar varlığını sür­ dürdü. Yine buradan bildiğimize göre, farklı türlere farklı özellikle­ rinden dolayı büyük saygı gösteriliyordu. Dolayısıyla, şamanların öncelikle hastalık nedenine ilişkin kehanette bulunmak için mantar­ ları kullandıkları da açıklık kazandı, gerçi mantarlar başka yerlerde görüm sağlayıcı özelliklerinden dolayı kullanılıyordu. Furst, hangi mantarların en sık kullanıldığını ve özelliklerinin neler olduğunu bildiğimiz için, sihirli mantarlar mozaiğinin arlık neredeyse tam olduğunu söylüyor. "Nemli otlaklarda yetişen kü­ çük, sarımsı kahverengi Psilocybe Mexicana mantarı ... Meksika' da halüsinojen olarak yararlanılan belki de en önemli türdür, ama an­ laşıldığı kadarıyla Stropharia cubensis türü, en kuvvetli hayal gördü­ rücü etkilere sahiptir."22 Ama başka sekiz tür (elli yedi çeşidiyle) yaygın olarak kullanılıyordu ve farklı şamanların kendi favorileri vardı. Orta Amerika'daki geleneklerin Sibirya'daki uygulamalardan mı devralındığı, yoksa bağımsız olarak mı geliştiği sorusuna doğru­ dan yanıt vermek olanaksızdır. Amanita muscaria'nın yayıldığı alan yalnızca Avrasya'ya özgü değildir, İngiliz Kolumbiyası'nı, Washin­ gton'ı, Colorado'yu, Oregon'u ve Meksika'da Sierra Madre'yi de kapsar. Tarihsel zamanlarda, kuzeybah kıyısında yaşayan kabileler ve Eskimolar, şamanların idrarının güçlü büyüsel ve şifalı özellik­ ler taşıdığına inanırlardı. Bu, Bölüm 3'te anlahlan Sibiryalı ren geyi­ ği avcılarının şamanist geleneğini anımsahyor. Aynı zamanda, Orta Amerika' daki yenilebilen mantar türlerinin birçoğu, diğer gıdaların (örneğin darının) henüz hazır olmadığı aylarda yetişir. Bunların psi­ koaktif özellikleri, rastlanh sonucu keşfedilmiş olabilir. Antik Amerikan sanahnda tasvir edilen en eski halüsinojen kaktüs, Cereus ailesinin uzun boylu üyesi Trichocereus pachanoi' dir. Aynca bkz. Gordon R. Wasson, "Ololiuhqui ve Meksika'nın Başka Halüsi­ nojenleri", Summa Anthropol6gica en homenaje a Roberto J. Weitlaner içinde, Meksiko, D.F.: Instituto Nacional de Antropoligia e Historia, 1967, s. 328348. 22 Furst, Hallucinogens and Culture, anılan yapıt, s. 87.

21

256

1 2 . PSİ KOAKTlF YAC MUR ORMANI VE HALÜ SİNOJ E N L E RİN A NORM AL DAC�ILIMI

Peru'nun kıyı kesimindeki halk şifacılarınca kullanılan bu bitkinin meskalin içerdiği bilinmektedir; ölülerin yanında bulunan çömlek tasvirlerinde ve uzun bir silsile halindeki And uygarlıklarının en es­ kisi olan Cha.vin'in MÖ -1000 yılına tarihlenen boyalı kumaşlarında bu kaktüs saptanmışhr. Halüsinojen kaktüs, daha sonraki Moçe ve Nazka kültürlerinin törensel sanahnda da saptanmışhr, demek ki bu hayal gördürücü kutsal bitki en az 3.000 yıllık bir kültürel "şece­ re"ye sahiptir.23 Ama kaktüs ailesinin en önemli halüsinojen üyesi, Bölüm 4' te de­ ğinildiği gibi "termal trompet" in tam ortasında, Kuzey Amerika' da­ ki Chihuahua Çölü'nün yerlisi olan küçük, dikensiz bir kaktüstür. Bu tür, daha yaygın olarak "peyote" adıyla bilinen Lophophora wil­ liamsii' dir. Peyote, tüm Mezoamerika' da, geniş bir alana yayılmış şamanist ayinlerin tam merkezinde (hatta kuzeyde, Kanada Düz­ lüklerine kadar uzanan yerlerde) MÖ lOO'den itibaren seramiklerin üzerinde temsil edildi. Kullanımı kesintisiz sürdü, öyle ki, bugün yüz binlerce yandaşı olan Amerikan Yerlisi Kilisesince yasal olarak benimsenmiştir. 24 Richard Shultes, peyoteyi, amin türevlerinin 30' dan fazla tipi­ nin izole edildiği "gerçek bir alkaloit fabrikası" olarak tanımlar. Bunların içinde en çok bilineni, hayal görmeyi tetikleyici ana bi­ leşen olan meskalindir. Peyotenin etkileri arasında, yalnızca par­ lak renkli görüntüler değil, "doğal dünyadaki nesneleri çevreliyor gibi gelen titrek ışıklı auralar ... işitmeyle, tat almayla, kokuyla, dokunmayla ilgili duyumlar, beraberinde ağırlıksızlık, makrosko­ pi [çok uzaktaki ya da çok yüksekteki nesneleri görme], mekan ve zaman algısı değişikliği" de vardır. Peyote kullanımının sürmesi, belki de, bunu benimseyenlerden birçoğunun, Huichol'lar ve on­ ların kuzeni olan Cora'lar gibi çok izole gruplara mensup olmala­ rıdfr; bunlar, İspanyollarca keşfedilmelerine karşın, izole olmaları sayesinde, Avrupa'nın etkisine yüzyıllarca direnmeyi başardılar. Bu nedenle, Huichol'lar günümüzde bile peyoteyi kutsal, ilahi sa­ yarlar.25 Peyotenin salt hayal gördürücü bir maddeden fazlası olduğunu da söylemek gerekir. Peyote, dikkate değer bir uyarıcı, bitkinliğe 23 A.g.y., s. 109. 24 A.g.y., s. 110. 25 A.g.y., s. 111. 257

BÜYÜK BÖLÜ NME

karşı etkili bir çaredir (dağ ortamında çok yararlıdır). Çok çeşitli bakterilere karşı antibiyotik özelliklere de sahiptir.26 Kültürel olarak, peyotenin geyik etiyle özdeşleştirilmesi dikkat çekicidir. Huichol mitolojisinde Büyük Şaman dönemi, ata tanrıla­ rın giriştikleri ilk peyote arayışına tanıklık etti. 27 Kabilenin karşılaş­ hğı tüm belalar, İlahi Geyik, yani peyote için büyük ava çıkmaktan vazgeçmelerinin sonucuydu. Bugün bile her Huichol, ilk dan ko­ çanları tarlalarda olgunlaşınca gençlere anlablan öyküyü iyi bilir. Peter Furst'ün dediğine göre, bugünkü Huichol'lar arasında, yetiş­ kin erkeklerin yaklaşık yansı (çoğunlukla aile reisleri) şaman sayılır ve bazıları diğerlerinden daha çok saygı görmesine, halk arasında büyük nüfuz sahibi olmasına karşın, tüm bu şamanların peyote et­ kisi albndayken daha yoğun deneyimler yaşadıkları, ölüler diyarı dahil evrenin başka düzeylerine yolculuk yaphklan kabul edilir.28 Huichol'lar, adına dua ettikleri ve Kieri dedikleri başka bir halü­ sinojenden daha yararlanırlar. Ücra, kayalık yerlerde yetişen bu bit­ kinin beyaz, huni biçimli çiçekleri ve dikenli tohum kapsülleri var­ dır. Bu, Datura inoxia (abuzambak) bitkisidir, gerçi bazen Kieri'nin de potansiyel olarak o denli tehlikeli olmasa bile eşit uyuşturucu etkiye sahip Solandra guerrerensis olduğuna ilişkin kimi kanıtlar var­ dır. İspanyollar, Datura'yla ilk kez Aztekler arasında karşılaşblar; kurban edileceklere Datura veriliyor, böylece daha az aa çekmeleri sağlanıyordu. Ama Datura, ünlü bir Huichol efsanesinde başrol oy­ nar; şaman, yani Kieri, kendisine birkaç ok fırlatan Kauyumarie adlı bir düşmanla savaşır. Ne var ki, Kieri'nin koruyucusu olan güneş tanrısı, onun ölmesine izin vermek yerine, çiçekli bir bitkiye dönüş­ mesini sağlar. Furst'ün dediğine göre, bu efsane, ideolojide bir deği­ şimi, yani Datura' dan uzaklaşıp daha hafif peyoteye geçişi yansıtan bir halk masalıdır ve belki de farklı halüsinojenler kullanan rakip şaman grupları arasında çıkan bir çalışmanın tarihi bir anlabmını temsil ediyor olabilir.29 26 A.g.y., s. 113. 27 İlk ağızdan anlatılar için bkz. Barbara G. Myerhoff, The Peyote Hunt: The sacred journey of the Huichol Indians, Victor Tumer (haz.), Ithaca, N.Y.: Comell University Press, 1974; Femando Benitez, In the Magic Land of Peyote, çev. John Upton, Austin, TX: The University of Texas Press, 1975. 28 Furst, Hallucinogens and Culture, anılan yapıt, s. 131-132. 29 A.g.y., s. 134. 258

12.

PSİKOAKTİF Y AGMUR ORM ANI VE HA LÜ SİNO)EN LERİN ANORM AL D AC.�ILIMl

Yalnızca Amerika kıtasında değil, dünyanın birçok bölgesinde yetişen Datura, elbette güçlü bir uyuşturucu bitki cinsidir: Güzelav­ ratotu, kara banotu ve adamotu, hepsi de birbiriyle az çok yakın­ dan ilişkilidir. Yeni Dünya' daki birçok halk arasında bu bitki, başka halüsinojen karışımların etkisini arhrmak için onlara ekleniyordu, ama kendi başına, ağrı kesici özelliklerinin ötesinde, bilinç kaybına, hatta ölüme yol açabilir. Yerliler bunun pekala farkındaydılar ve bu bitkinin ölümcül potansiyeli, hiç kuşkusuz, Datura ile peyote arasın­ daki kavgaya dair Huichol efsanesiyle bir şekilde ilişkiliydi.30 Ne var ki, doğru kullanılırsa, elbette faydalıydı. Yağmur Rahip Cemaati ile Datura arasında özel bir ilişkinin olduğu Zufü'lerde, şifacıların, hasta baygın durumdayken basit ameliyatlar (kırık ke­ mikleri sarmak, irin temizliği için kesi yapmak, apseleri açmak gibi işlemler) yapmalarına olanak sağladı.31 Yine bilindiği üzere, Datura' daki etkin bileşenlerden biri olan skopolamin, %30 ila %60 arasında değişebilen derişimlere sahiptir ve bunu kullananlarda geçici akli dengesizlik ya da kalıcı delilik meydana geldiğiyle ilgili anlahlan olumsuz öykülerden bazıları bu­ nunla açıklanabilir (o insanlara düpedüz aşın doz verilmişti). Doğ­ ru denetlendiği ve deneyimli şamanlarca kullanıldığı zaman, başka halüsinojenler gibi bu madde de şaman adaylarının evrenin başka alemlerine yolculuk etmelerine, atalarla iletişim kurmalarına, hasta kişilerin ruhlarını izleyip yakalamalarına ve genel olarak Hahlarla bütünleşmelerine olanak veriyordu. Güneydeki Uto-Aztek halklarıyla akraba olan ve genç erkeklerin ya da oğlanların ergenliğe geçiş töreninde Datura kullanan Kalifor­ niya' nın Luisefio Kızılderilileri, Datura'nın asıl gücüne ilişkin başka kanıtlar sunar. Törenin bir bölümünde, bu madde bir içecek olarak adaylara verilirdi, bu bireyler bu içkiyi yaşamlarında yalnızca o za­ man tüketirlerdi. Datura normalde gizli yerlerde saklı tutulurdu ve yalnızca yeni boyanmış bir havandan içilirdi; sıvının hazırlandığı o havan, başka hiçbir amaçla kullanılmazdı. Her oğlanın (ve bazı kız­ ların) bayılmasına yetecek kadar Datura verilirdi. Dikkatle ölçülüp yürütülen bu törenlerde bile bazı adaylar ölürdü, ama ölmeyenler, etki alhndayken görümler yaşadıklarını bildirdiler; o görümlerde bir hayvanla karşılaşhklarını, kendilerine bilgelik öğreten kişisel şarkı30 A.g.y., s. 138. 31 A.g.y., s. 139. 259

BÜYÜK BÖLÜ NME

larını ondan öğrendiklerini ve bunu her zaman anımsayacaklarını anlathlar. Adaylar, birkaç hafta sonra, kayıp düşmemeleri gereken, aksi Mlde erken ölecekleri iddia edilen bir insan/hayvan heykeli­ ne brmanarak, bir hendekten geçmek zorundaydılar. Söylendiğine göre, bu hendek özgül olarak Samanyolu'nu temsil ediyordu. Başka bir Kaliforniya kabilesi olan Cahuilla, Datura'yı "büyük şaman" olarak kabul ediyordu, öyle ki ayinler sırasında onunla yal­ nızca diğer şamanlar iletişim kurabilirlerdi. Bunu, yalnızca şaman­ ların anladıkları ve okyanus dibinde yaşayan doğaüstü varlıkların konuştukları ezoterik (içrek) bir "okyanus dili"yle başarmak ola­ naklıydı. (Su alb yanardağları mı?) Cahuilla'larda da (puul adıyla bilinen) şaman, sade gerçekliği aşabilir ve başka alemlere uçabilir, kendini başka hayvanlara (özellikle pumaya ve kartala) dönüştüre­ bilir, yitik ruhları geri getirebilirdi.32 Cahuilla şamanları, Datura'yı macun biçiminde bir ilaç olarak kullandılar, gerçi orada da açıkça güvenilmez olan bir madde hakkında herkes aynı ölçüde hevesli değildi.

Kutsal Enfiyeler ve Zehirli Kara Kurbağaları Biraz farklı bir dağılım göstermesine karşın, halüsinojen enfiyeler (burun otları) da yaygın olarak kullanılıyordu: Bunlar, Güney Ame­ rika, Orta Amerika ve Karayipler ile sınırlı kalmış görünmektedir. Çobanpüskülü (Ilex), akasya ve mimoza türlerinin hepsi şu ya da bu dönemde kullanılmış olabilir (tütünü de unutmamak gerekir, bkz. bir sonraki bölüm), ama öyle görünüyor ki, enfiye, infüzyon, hatta halüsinojen lavman biçimlerinin çoğu Anadenanthera ve Virola aile­ leriyle ilişkilidir.33 HernAnadenanthera hem de Virola türlerinin içerdiği etkin alkalo­ itler, triptaminlerdir. Bu maddelerin insanda etkin duruma geçme­ leri için bir monoamin oksidaz inhibitörü gereklidir ve Kızılderili­ ler, farklı halüsinojenleri birbiriyle karışbrarak bu sorunu çözdüler. Bu, enfiyeyle sarhoş olmayı aşırı çabuklaşbran ek bir etki yapb. Ör32 33

Lowell J. Bean ve Katherine Siva Saubel, Temalpakh: Cahuilla Indian Knowledge and Usage of Plants, Banning, CA: Malki Museum Press, 1972. Richard Evans Schultes, "MS 500' den Günümüze Ilex Guyana", Gothenburg Ethnographic Museum, Etnologiska Studier, No. 32, 1972, s. 115-138. 260

1 2. PSlKOAKTİF Y AGMUR O RMANI VE HALÜSİNOJENLERİN ANORMAL DAGILTMI

neğin, Waika'lar (Brezilya'nın Roraima eyaletinde yaşayan bir halk) arasında, bir adam, hazırlanmış enfiyeyi uzun bir bambu boruyla başka bir adamın burun deliklerine üfler ve neredeyse hemen reak­ siyon başlar. Bunun etkisi oldukça kısa sürer, ama adam o sürede hayvanlarla, bitkilerle, ölmüş akrabalarla ve başka doğaüstü şey­ lerle doğrudan iletişim kurar. Eğitimli şamanların, reaksiyonlarını, başkalarından daha iyi kontrol edebildiklerini gösteren bazı kanıt­ lar vardır.34 Etki altındayken en sık görülen hayvanlar, kuş-kedigil-sürüngen kompleksidir (ve öyle anlaşıyor ki, hayvanların görülmesi, enfiye­ nin ayırıcı bir özelliğidir); özgül hayvanlar ise bpkı şaman gibi, ev­ renin farklı alemleri arasında gidip gelebilenlerdir. Jaguar (şamanın öteki beni olarak her zaman çok gözde bir hayvan) dışında, öteki dünyaya erişebilme yeteneklerine değer verilen dalıcı kuşlar ve gü­ neşe erişiyor gibi görünen kartallar ile akbabalar da yaygındır. Bolivya' da, Kasta Rika' da, Arjantin' de, Şili' de, Peru' da ve Bre­ zilya' da MÖ 1600'e tarihlenen enfiye boruları ve başka aletler bu­ lunmuştur. Meksika' da, en azından MÖ 2. binyıla tarihlenen ama MS 1000 yılında bir nedenle sönmüş gibi görünen antik bir enfiye çekme kompleksi vardı. Bab Meksika' daki Colma' da MÖ 100' e ta­ rihlenen ve Güney Meksika'nın Guerrero eyaletindeki Xochipala ar­ keolojik alanında MÖ 1500-1300' e tarihlenen mezarlar, enfiye çekme faaliyetine tanıklık ediyor (burunlarına sokulmuş enfiye borularıyla "kendinden geçmiş" insan temsilleri görülüyor). Bazı arkeologlarca "kaşık" adı verilen, belki de enfiye donanımı olan yeşim taşından bazı ünlü Olmek eserleri vardır. Bunlar da kuş-jaguar motifleri içe­ rir ve MÖ 1200-900'a tarihlenmiştir.35 Yerli Amerikan mitolojisinde ve efsanelerinde belirgin şekilde öne çıkan halüsinojenlere ek olarak, su ve kara kurbağalarıyla iliş­ kili birçok toksik madde de vardır. Bu yarabklar, en az üç nedenle bizim için ilgi çekicidir. Birincisi, su ve kara kurbağaları, kelebek­ lerin yanı sıra ve yukarıda değinildiği üzere, en çarpıcı biçim de­ ğişikliğine uğrayarak, iribaş biçiminden erişkin biçimine dönüşür; onlara ilgi gösterilmesinin başta gelen nedeni de belki budur (su ve kara kurbağaları, tamamen doğal olarak şamanizme özgü davra­ nış sergiler). İkinci bir neden, birçok su ve kara kurbağası türünün 34 Furst, Hallucinogens and Culture, anılan yapıt, s. 152. 35 A.g.y., s. 156. 261

BÜYÜK BÖLÜ NME

tok.sik, nadiren de halüsinojen olan maddeler salgılamasıdır. Seyrek rastlanmasına karşın üçüncü bir neden ise Yeni Dünya'ya özgü su ve kara kurbağası mitolojileri ile Çin'e, Japonya'ya ve Avrasya Ku­ zey Kutup bölgesine, hatta kara kurbağası anlamındaki sampo söz­ cüğünün mantar anlamına da geldiği Finlandiya'ya özgü mitolojiler arasında benzerlikler olmasıdır. Kuzey ve Güney Amerika' da, hem can alan hem de can veren bir Toprak Ana Tanrıçasının dışavurumu olarak dünya ile kara kur­ bağası arasında bağ kuran yaygın bir efsane kompleksi de vardır. Kara kurbağası bazen de dünyayı temsil eder ve ilk yiyecek (Meksi­ ka' da dan, Amazonya' da manyok ya da tapyoka) onun bedeninden yetişti.36 Toprak Ana Tanrıçası, ilk insanların veya "kültür kahra­ manlan"nın da velinimetiydi, avlanma ve büyü becerilerini onlara öğretti, tarımın doğuşunu sağlayan da onun uzuvlarının parçalara ayrılmasıydı. Bu Ana Tanrıça / canavar izleği, Azteklerde de vardı.37 Yale'deki Peabody Museum'un onursal müdürü Profesör Mi­ chael Coe, Meksika'nın Veracruz kentine bağlı San Lorenzo' daki Olmek tören alanında çok sayıda Bufo marinus kalınbsı buldu ve çıkardığı sonuçlan 1971'de yayımladı; bu kara kurbağası türünün yüksek zehir içeriği ve kutsal niteliği göz önüne alınınca, bu uy­ gulama, Guatemala' da ayin içkilerinin gücünü arbrmak için kara kurbağası zehri ekledikleri bilinen Mayaların uygulamasına paralel olabilir. Meksika'nın başka bir yerinde, bu uygulamanın daha da genişlediğini düşündüren küçük, kara kurbağası biçiminde kaseler bulundu.38 Bir de Güney Amerika' da kullanılan tapirage uygulaması vardır. Bu işlemde, canlı bir papağanın tüyleri yolunur ve Dendrobates tin­ ctorius türü kara kurbağasının aşın keskin zehrinden çok az mik­ tar alınarak yaralara sürülür ve mumla kapahlır. Yeni tüyler çıkhğı zaman, başka bir dönüşüm meydana gelmiştir: Yeni tüyler özgün tüylerden çok farklı renktedir, örneğin yeşil yerine san ya da kırmı­ zıdır. Bu uygulama, (Arjantin/ Bolivya sınırındaki) Gran Chaco'dan Brezilya'ya, oradan da Venezuela'ya kadar uzanan bir alanı kaplar. Bu elbette halüsinojen değildir, ama büyüseldir ve bir dönüşümdür. 36 A.g.y., s. 158. 37 A.g.y., s. 160. 38 Michael D. Coe, "Olmeklerin Gölgesi", Horizon, C. 13, No. 4, s. 970-973, 1971 . 262

l 2.

PSlKOAKTİF Y AC�MUR ORMANI VE HALÜSİ NOJENLERİN ANORMAL DA(;HJMI

Guyana' da şamanlar, şifa ayinlerinde kara kurbağalarını ve zehirli kurbağaları kullanırlar; Peru' daki Montafta' da Amahuaca Kızılderi­ lileri ava çıkmadan önce vücutlarına kurbağa zehri sürerler. Zehrin vücutlarına girmesi için derilerini bilinçli olarak önceden yakarlar ve bu işlem kusmaya, ishale, halüsinasyonlara neden olabilir. Bazı olgularda kullanılan zehir, üfleyerek ok attıkları silahlarındaki zeh­ rin aynısıdır: Avlanmaya yardımcı olarak böyle bir maddenin kulla­ nılması, klasik şamanist bir manevradır.39 Bu bizi yeniden geyiğe götürür. Geyikler, Yeni Dünya'nın her ya­ nında besin kaynağı olarak önemli hayvanlardı. "Ama," diyor Peter Furst, "neredeyse hiçbir yerde yalnızca bundan ibaret değillerdi" . Geyikler şamanizmle yakından bağlantılıydı ve geyik eti sıklıkla kutsal sayılıyordu. Geyik ilahlar, Kanada'nın en kuzeyinden Ama­ zonya'nın ta güneyine kadar uzanıyordu ve geyik törenleri, Furst'ün dediğine göre, "neredeyse evrensel" di. Geyikler, ayin amacı dışında asla avlanmıyordu (bu gelenek, örneğin hem Mayalar, hem Oaxa­ ca'lı Mazatekler hem de Brezilya' daki Ge'ler için geçerliydi). Da­ hası, geyik birçok yerde halüsinojen kullanımıyla ve bu maddelere ilişkin tutumlarla yakından bağlantılıydı. Bunun en iyi bilinen yanı, Huichol'ların peyote ile geyiği eşit tutmaları, evrenin yüksek dü­ zeylerinde "yüceler yücesi dağ" saymalarıydı. Geyik, Meksika'nın kuzeyinde tütünle ilişkilendirilirken, Andlar' da, örneğin Moçe'ler arasında, huilca olarak bilinen tanrısal karışımın ana etkin bileşe­ ni Anadenanthera colubrine ile ilişkilendirildi. "Geyik dansı"nın en önemli törenlerden birini oluşturduğu Güney Düzlüklerinde ise geyik, "şamanizme özgü esrime oluşturan" meskal tohumu Sopho­ ra secundiflora ile ilişkiliydi. Zufü'lerin de törenlerine yansıyan ge­ yik-darı-peyote geleneği vardı; o törenlerin biri, Datura ve halüsi­ nojenler içeren yaban çiçekleri toplamaktan oluşuyordu, Zufü'lerin inancına göre bu çiçekler, "onlarla birlikte çıldıran" geyikleri kendi­ " ne çekiyordu ve Zufü şamanları, bu nedenle, kendilerini o çiçeklere dönüştürmeye çalışırlardı ki, geyikleri "oklarının menzili"ne çeke­ bilsinler. Zufü'ler, üç kez yeniden doğduklarına, dördüncü ve son kez ise geyik olarak yeniden doğduklarına inanırlardı.40 39 Julian H. Steward (haz.), Handbook of South American Indians, 6 cilt, Washington D.C.: Sınithsonian lnstitution, Bureau of American Ethnology, Bulletin 143, 1963; Tıpkıbasım: New York, Cooper Square. Bkz. özellikle C. 1, s. 265, 275, 424 ve C. 3, s. 102, 414. 40 Furst, Hallucinogens and Culture, anılan yapıt, s. 166-169. 263

BÜYÜK BÖLÜNME

Furst'ün öne sürdüğüne göre, Pleistosen zamanlarında, buzul­ lar erimeden önce, Avrasya' da geyiklerin yayıldığı alan, sonraki zamanlara kıyasla çok daha güneye uzanıyordu, dolayısıyla ilk insanlar, bu hayvanlarla çok daha yakın ilişki içindeydiler. Furst, Sibirya' da Ren Geyiği Tunguzlan arasındaki şamanların, temsi­ li geyik boynuzlan takılmış başlıklar giydiklerini ve birçok yerde giyim kuşamlannın, Fransa' daki mağara resimlerindekinden ayırt edilemez olduğunu gösteriyor. Çok daha sonra İskitler, atlarına ge­ yik boynuzu takma geleneğine sahiptiler, çünkü bu tür nesnelerin öteki dünyaya taşınmalarını kolaylaşbracağına inanıyorlardı. Özel­ likle Furst, ilk insanların beraberlerinde bu inançları Yeni Dünya'ya götürdükleri kanısındaydı. Amerika kıtasında kendilerini bekleyen çok daha fazla halüsinojenin bulunduğunu bilemezlerdi, ama bu arka plan dikkate alınınca, orada bulduklarından azami ölçüde ya­ rarlanmaları doğal olurdu.

Halüsinojenler ve Şamanizm Halüsinojenler ile şamanizm arasındaki etkileşim, etnografik kanıt­ larla genişlemiştir. Bu alanın en önde gelen araşbrmaalannda biri olan Michael J. Hamer, "Amerikan Kızılderili kültürlerinin, şama­ nizme verilen önemi sıklıkla koruduğu" görüşüne kablıyor.41 Kültürlerin ortak ve şu ya da bu kabileyle sınırlı yanlarını keş­ federek, bunun nedenlerini ortaya çıkarmak amaayla, birçok ka­ bileyi kapsayan saha çalışmaları yapılmıştır. Örneğin, Güneydoğu Peru'nun yağmur ormanlarında yaşayan yaklaşık 500 kişilik küçük bir kabile olan Cashinahua'larda, ergenlik çağına giren neredeyse her erkek, daha önce tanışbğımız Banisteriopsis veya Psychotria türü sarmaşıklardan yapılmış sarhoş edici bir bira olan ayahuasca içebilir. Bu içki kabaca haftada bir tüketilir ve asla tek başına içilmez. Araş­ tırmalar, belirli izleklerin yinelendiğini gösteriyor ve en sık rastla­ nanlan ise şunlardır: (1) Parlak renkli büyük yılanlar; (2) jaguarlar ve oselolar; (3) ruhlar; (4) büyük ağaçlar, genellikle devrilen ağaçlar; (5) çoğu kez anakondalarla ve timsahlarla dolu büyük göller.42 YaşaMichael J. Harner, Hallucinogens and Shamanism, Oxford ve New York: Oxford University Press, 1973, s. XV. 42 Hamer, anılan yapıt, s. 12.

41

264

1 2.

PSİ KOA KTİF YA(�MU R ORMA Nl VE HAL Ü Sİ NOJ ENLE RİN ANCWMA L DA(; JUMI

nılan deneyim çoğunlukla ürkütücüdür, ama erkekler bu alışkanlığı inatla sürdürürler, çünkü içkinin etkisi altındayken gördükleri ha­ yallerin, ileriki günlerde ya da haftalarda hastalık.la, açlıkla, kıtlıkla ya da ölümle ilgili uyan işlevi görebileceğine inanırlar. Bir içki se­ ansından sonra, erkekler, görümlerinin ne anlama geldiğini birkaç saat tartışırlar. Cashinahua'lar arasında hastalık ortaya çıktığında, bu hastalığı ilk önce kendileri, aile içinde iyileştirmeyi denerler; başarılı olamaz­ larsa, ormandaki bitkilerin özellikleri konusunda yetkin bir aktara, yani bitkisel şifacıya (herbalist) danışırlar; ancak birkaç denemeden sonra başarılı sonuç alınamazsa, şamana başvururlar. Şaman, ilk önce hastanın sağlık durumuna müdahale ederek, kötü huylu mad­ deyi çıkarmayı dener ve ancak bunda başarılı olamazsa, hastalığın gerçek nedenini kendisine söyleyecek olan ruhlara danışmak için son çare olarak ayahuasca kullanır. Tedavi, sıklıkla, şarkı söyleme ya da bir emme hareketi biçimini alır. Ekvador Amazon'unda yaşayan Jivaro'ların büyücü şaman ve şifacı şaman olmak üzere iki çeşit şamanı vardır. Hamer, bu kabiley­ le ilgili araştırmalar yaparken, Jivaro'ların natemii dedikleri, yine Ba­ nisteriopsis sarmaşığından elde edilen bir maddeyi kendisi de kul­ landı. Hamer' a göre, bu kabile günlük yaşamı "yalan" sayar, gerçek yaşamın ancak natemii etkisi altındayken göz ucuyla görülebildiğini kabul eder. Hamer nasıl natemii içtiğini şöyle (kısaca) anlatır: " İç­ kiyi aldıktan birkaç saat sonra, tamamen uyanık olduğum halde, kendimi tam anlamıyla en yabanıl düşlerin ötesindeki bir alemde buldum. Kuş kafalı insanlarla karşılaştığım gibi, bu dünyanın ha­ kiki tanrıları olduklarım açıklayan ejderha benzeri yaratıklarla da karşılaştım. Galaksinin uzak bölgelerinde uçmaya çabalarken, baş­ ka ruh yardımcılarından destek gördüm. Doğa üstünün doğal gibi göründüğü bir esrime haline girmişken, kendim dahil antropologla­ rın, yerli ideolojisini etkilemekte bu ilacın taşıdığı önemi çok hafife aldığımızı kavradım."43 Hamer, yaklaşık her dört Jivaro erkeğinden birinin, asıl gücünü tsentsak çağırma, yani yalnızca ayahuasca etkisi altındaki şamanla­ rın görebildikleri ruh yardımcılarım çağırma yeteneğinden alan bir şaman olduğunu saptadı. Bu ruh yardımcıları, çeşitli biçimlere bü­ rünebilirler (dev kelebek, jaguar veya maymun biçimleri yaygındır) 43 A.g.y.,

s.

16-17. 265

BÜYÜK BÖLÜNME

ve gördükleri işler, Jivaro'ların kelle avı baskınlarına ya da hasta­ lık oluşturmalarına veya derman bulmalarına katkıda bulunabilir. Bireyleri öldürebilen ya da yaralayabilen küçük oklara sahiptirler (yine, uyuşturucu etkisiyle esrimiş şaman hariç hiç kimse o okları göremez). Şamanlar, insanların bedenlerinden tsentsak da emebi­ lirler (tsentsak, hasım şamanlarca o bedenlere yerleştirilmiştir). Tö­ renler, karanlık erken saatlerde düzenlenir ama şaman, uyuşmuş durumda kalmak ve ruh yardımcılarını uyanık tutmak için sürekli tütün özsuyu içer.44 "Sharanahua" sözcüğü, "iyi insanlar" anlamına gelir. Peru'nun doğusunda, Yukarı Purus Nehri boyunca uzanan bir bölgede yaşar, orman kesip yakarak tarla açma (kes-yak) tarımıyla uğraşırlar, baş­ lıca geçim kaynaklan ise manyok, muz, yerfıshğı ve dandır. Shara­ nahua toplumunda her yirmi beş erkekten üçü şamandır. Onlar da hayranlık ve korku uyandırırlar, çünkü yardım ettikleri kadar zarar da verebilirler. Onlar da hastalardan zararlı maddeleri emebilirler ve onlar da kurbanlarının bedenlerine büyülü bir madde olan dori fırlatarak hastalığa ya da talihsizliğe neden olabilirler. Kullandıklarv en önemli şifa tekniklerinden biri, şarkı söylemektir (bu, başka yer­ lerde de tekrarlanır). Sharanahua'lann her şey hakkında yüzlerce şarkısı vardır, ama şarkılar, başkalarının anlamakta zorlandığı ve "mecazlarla dolu" bir tür içrek dilde söylenir.45 Başka kabile top­ lumlarında olduğu gibi, Sharanahua'larda da şaman adayı, uzun bir bekarlık döneminden geçmek zorundadır, şamanlar sıklıkla hayvanların biçimine bürünürler, törenler genellikle karanlık erken saatlerde başlar ve rüyalara özel bir dikkat gösterilir. Alan çalışma­ sını yürüten Janet Siskind, deneyimli şamanların etki albndayken görümlerini (bir dereceye kadar) denetim allına alabildikleri, hatta manipüle edebildikleri kanısındadır. Daha da ilginç olarak, Siskind, şamanist ayinlerden birçoğunun, bedensel hastalıkla ilgili olmaktan çok, kendisinin kabile toplumuna "yabancılaşma" dediği şeyle ilgili olduğu düşüncesindedir.46 Gerald Weiss, Peru'nun doğusundaki başka bir kabile olan Cam­ pa'larda da şamanların, Banisteriopsis (diğer adıyla ayahuasca) ile tütün özsuyundan oluşan bir karışım kullandıklarını saptadı. Aya44 A.g.y., s. 23-25. 45 A.g.y., s. 30-31. 46 A.g.y., s. 38. 266

1 2.

PSİKOAKTİF YAGMU R ORMAN I VE HAL ÜSİNOJENLERlN A N ORM A L DAG ILIMI

huasca, şamanın ruh alemiyle temas kurmasını sağlar ve Campa'lar arasında şaman, bu ruh alemine sık sık girebilmek için her zaman elinin altında ayahuasca bulundurur. Yine orada da törenler, karanlık erken saatlerde başlar ve ayahuasca tüketimi ara sıra sadece şamanın değil, bir grubun yaphğı bir faaliyettir. Ama yalnızca şaman, ruh uçuşu gerçekleştirir ve hastalıklara şifa vermek için söylenen şarkı­ lara öncülük eder. Ne var ki, bu durumda şaman, ruhlar tarafından ele geçirilmez, sadece onların dediklerini tekrarlar. Weiss' a göre, Campa'larda şaman, törenlerin efendisidir, gösterinin yönetmeni­ dir, "ama biricik üstat o değildir" . Weiss, bunun önemli bir değişik­ lik olduğunu öne sürer: Şaman, daha çok bir rahibe özgü nitelikler kazanmaya başlamaktadır.47 Michael Hamer, şamanların halüsinojen maddeler aldıkları tüm kültürlerde genel olarak beş ortak izleğin bulunduğunu saptamışhr: (1) Ruhun fiziksel bedenden ayrıldığına ve sıklıkla uçuş duygusu veren bir yolculuk yaphğına, bu yolculuğun ise çoğunlukla Saman­ yolu'na olduğuna (Samanyolu'nun niçin böylesine önemli oldu­ ğunu Bölüm 20' de göreceğiz) inanılır; (2) yılanların ve jaguarların yer aldığı, çoğu zaman korkutucu görümler vardır; (3) iblislerin ve ilahların bulunduğu görümler vardır; (4) insanlar ve yerler uzaktan görülür; (5) kahince sezgi meydana gelir (örneğin, suç işleyenlerin kim olduğu ya da hasta veya ölüm döşeğindeki kişilere hangi hasım şamanların büyü yaphğı görülür). Claudio Naranjo'nun, Şili'nin başkenti Santiago'da, antropolo­ ji hakkında hiçbir gerçek bilgisi olmayan genç, tamamen modem Şilililere yaje vererek yürüttüğü ve 1967'de yayımladığı şaşırhcı bir deney, tüm bunları destekledi. Naranjo, bu deneklerin, esrime du­ rumundayken, "dış dünya pek az ilgi çekici göründüğü, hayaller ve içsel olaylar alemine odaklanmayı da güçleştirdiği için" çoğun­ lukla gözlerini yummak istediklerini saptadı. Harmalin maddesi­ nin etkisi altındayken, şaşmaz şekilde, "alışılmadık bir derinlik, iç görü ve esin duygusuyla, kişisel ya da metafizik sorunlar hakkında düşünme eğilimi" vardı. Bazı deneklerde mide bulanhsı ve bir tür halsizlik meydana geldi, ama hızlı hareket ve / veya uçma ve / veya ağırlıksızlık duyumlarının yanı sıra, canı bedeninden ayrılıyormuş, okyanusun dibindeymiş, dünyanın merkezindeymiş ya da cenne­ tin ortasındaymış gibi bir duygu da yaygın bildirildi. Otuz beş de47 A.g.y.,

s.

46. 267

BÜY Ü K BÖLÜNME

neğin yedisi ise dev hayvanların, büyük kedilerin (jaguar dahil) ve korkunç sürüngenlerin olduğu görümler bildirdi. Bazı denekler, bu hayvanlara dönüşmüş, bazen de bu yarahkların maskelerini takı­ yormuş gibi bir duyguya kapıldılar.48 Öyleyse, anlaşılıyor ki, yaje'nin hayal gördürücü etkileri bütü­ nüyle kültürel olarak belirleniyor değildir, aksine, beyin üzerinde fizyolojik bir etki gösteren ve şamanizmin bazı özelliklerini belir­ leyici nitelikteki deneyimler oluşturan bir şeyler bu uyuşturucuda vardır. Yaje, ayahuasca, natemii ve benzer maddeler ile ilgili belki en önemli şey, gösterdikleri etkinin kuvvetidir. Bu maddelerin tüketil­ mesi bazı sakıncalar içerir, ama kültürel olarak yönetilmeleri ve tek başına alınmamaları koşuluyla, bu sakıncalar, üstesinden gelinebilir gibi görünmektedir ve bu maddelerin algılanan yararları, sakınca­ larından çok daha fazladır. Buna karşılık, Hamer ise Avrupa� da cadılıkla ilgili bazı öyküleri inceledi; birçoğu pek az bilinen bu öyküler 15., 16. ve 17. yüzyıllarda Latince yayımlanmışh. Katolik Kilisesi, özellikle de Engizisyon, bu uygulamaların çoğunu yasaklayıp kökünü kazımışh ama Hamer, konunun bundan ibaret olmadığını saptadı. Avrupalı cadıların, vü­ cutlarına, Atropa belladonna (güzelavrat otu), Mandragora (adamotu) ve banotu gibi bitkiler içeren halüsinojen bir merhem sürdüklerini gözlemledi, bunun etkin maddesi ise deri yoluyla emilebilen atro­ pindi. O zamana ait resimler, özellikle kadınların bacak aralarını di­ reklere sürttüklerini gösterir ve Hamer'ın öne sürdüğüne göre, bu, söz konusu maddeyi vücuda yedirmenin çok etkili (ve erotik) bir yoludur. Tıpkı harmalin gibi, atropin de kişileri "yolculuklar"a "çı­ karıyor" du ve cadıların uçan süpürgesiyle ilgili inanç da buradan doğmuş olabilir.49 Hamer, güzelavrat otu, adamotu ve banotu ile patates, domates ve tütünün aynı aileden olduğu, bu ailenin Datura'yı da kapsadığı gözlemini de dile getirir. Bu nedenle, Avrupalı cadılarca kullanı­ lan halüsinojenlerin, gerçekte, hpkı Datura gibi, denetlenemeyecek kadar güçlü olduğu ve işte o yüzden cadılığın hiçbir zaman oldu­ ğundan daha örgütlü hale gelemediğini, olduğundan daha çok tu48

Claudio Naranjo, The Healing /ourney: New Approaches to Consciousness, New York: Pantheon, 1973, s. 122. 49 Hamer, anılan yapıt, s. 129. 268

1 2 . PSlKOAKTİF

YAGMUR ORMA N I VE HAL Ü SİNOJENLERİN ANORMAL DAGI LJMI

tulmadığıru ve Katolik Kilisesinin bu geleneğe böylesine karşı ol­ masıyla ilgili nedenlerden birinin de bu olduğu yolundaki teoriyi ortaya atar. Öyleyse burada, Eski Dünya toplumu teknolojik açıdan karına­ şıklaşhkça, daha hafif psikoaktif maddelerin daha kuvvetli çeşitle­ rin yerini aldığını öne süren Andrew Sherratt'ın teorisiyle bir tür örtüşmeye tanık oluyoruz. Bitkilerin daha ağır bashğı, toplulukların sınırlı bir alana yayılmış bitkilere daha bağımlı oldukları için kendi içine kapalı bir yaşam sürdüğü, enerji kaynağı olarak kullanılabile­ cek evcil hayvanların neredeyse hiç bulunm adığı ya da hayvancılı­ ğın gelişmediği Yeni Dünya' da, toplumlar teknolojik açıdan daha az karmaşık, daha soyutlanmış durumda kaldı ve oldukça güçlü bir et­ kinlik düzeyine sahip halüsinojenler daha yaygın bulunabiliyordu ve daha yararlı gibi algılanıyordu. Psikoaktif maddelerle edinilen deneyim Yeni Dünya' da bütünüyle farklıydı ve yaje, ayahuasca, na­ temii vb. maddelerin kolaylıkla bulunabilirliği, şamanizm olgusunu canlı ve güçlü tuttu.

269

134 TÜTÜN, KOKA VIB ÇİKOLATA IBVlIBRİ İnkaların Tanrısal Bitkisi Doğrusunu söylemek gerekirse, koka bir halüsinojen değil, stimu­ lan, yani uyarıcı bir bitkidir. Ama W. Golden Mortimer' a göre, baş­ ka herhangi bir bitkiye pek benzemez ve halüsinojen özelliklerden yoksun olması, bu bitkiyi bir "ilahi bitki . . . doğanın insana armağa­ nı" sayan İnkalar için taşıdığı önemi etkilemez.1 Kokanın birçok çeşidi vardır ve hepsi, Güney Amerika'nın ku­ zey bölgelerine (birkaçı ise Madagaskar' a) özgüdür. Erythroxylum cinsinin 250 türü vardır ve bunların en az on üçü kokain içerir; ko­ kain ise kokayı antik Güney Amerikalılar için böylesine çekici kılan özellikleri bu bitkiye kazandıran asıl etkin alkaloittir (gerçi tek etkin bileşen o değildir, çünkü kokanın içeriğinde fosfor, kalsiyum, demir ve bazı vitaminler de vardır). Genellikle kullanılan ağaççık, Eryth­ roxylum coca'nın coca çeşididir, ama Erythroxylum coca'nın ipadu çe­ şidi de Amazon havzasında binlerce yıldan beri hasat edilmektedir. Üçüncü bir tür, Erythroxylum novogranatense'nin truxillense çeşididir; bu bitkideki etkin bileşenlerin miktarı daha az ve özütlenmesi daha zor olmasına karşın, ona "Kral Koka" adını veren İnkalarca en iyisi olarak kabul edilmiştir.2 Koka, deniz seviyesinde daha hızlı yetişir, ama daha yüksek yerlerde kokain içeriği artar, bu yüzden de çoğunlukla 500 ila 1800 1 2

W. Golden Mortimer, History of Coca: 'The Divine Plant' of the Incas, San Francsico: And / Or Press, 1974, s. 22. Dominic Steatfeild, Cocaine: An Unauthorized Biography, Londra: Virgin, 2001, s. 3. 270

13.

TÜTÜN, KOKA VE ÇİKOL ATA EVLE Rİ

metre yükseltilerde yetiştirilir. Öyle olsa bile, yapraklardaki kokain miktarı çok azdır, bu yüzden de etkileri, günümüzdeki ticari amaç­ la yoğunlaşhrılmış kokainin aksine, genellikle yararlıdır (kokainin kendisi 1859' a kadar izole edilmiyordu). Koka tüketiminde en yay­ gın yöntem, yapraklardan küçük bir topak ya da bola yaparak ve alkaloitlerin açığa çıkmasını kolaylaşhrmak için kireç (llipta) katarak (bazen de tütünle karışhrarak), diş etiyle yanak arasına yerleştirip çiğnemektir. Bu topak, çok geçmeden ağızda uyuşukluğa yol açar, ama kokanın özellikleri Güney Amerika' da efsanelere konu olmuş, kar körlüğüne, baş ağrılarına, kabızlığa, nevrasteniye, aslıma der­ man bulmak, rahim kasılmalarını uyarmak, açık yaraları iyileştir­ mek için bir çare olarak tanımlanmış, hatta afrodizyak etki gösterdi­ ği ve uyku verdiği söylenmiştir. Ne var ki, kokanın asıl etkisi hiç kuşkusuz bunun tam aksidir, yani uyarıcı olmasıdır (açlığı, susuzluğu ve en önemlisi yorgunluğu bashrmasıdır). Emest Shackleton, uyguladıkları enerji takviyesi için 1909'da Antarktika'ya Forced March marka kokain tabletleri götür­ dü.3 Güney Amerika' da bugün bile yolculuklar düzenlenirken, hala cocadas, yani bir yolculuğu tamamlamak için gerekli bola sayısı hesaba kahlıyor; bir bola'nın etkisi, deniz düzeyinde yaklaşık 45 da­ kika ya da üç kilometre, hrmanırken ise iki kilometre sürmektedir. Soğuk dağlarda onu çiğneyenleri daha sıcak tuttuğu için de kokaya değer verilir. Kokanın fizyolojik etkileri, vücut sıcaklığını arhrarak deriye kan akışını azaltması, kan sisteminden çıkan ahk ürünleri tutması, akci­ ğerde ve burunda hava yollarını genişletmesi gibi çeşitli yetenekle­ rine bağlanmışhr. Koka kullanımını, yanaklarının bir tarafı şişkin heykelciklerin ve resimlerin görüldüğü MÖ 2500'lere kadar geri götüren arkeolojik bulgular vardır. Cesetleri ölüm sonrası (yolculuğa) hazırlama işlem­ lerinin bir parçası olarak, kokaya her türlü antik mezarda rastlanır ve koka sözcüğü, İnka öncesi Tiwanaku kabilelerinin dili olan Ay­ mara' dan türemiş olabilir, çünkü o dilde "khoka", bitki ya da ağaç, özgün bitki ya da ağaç anlamına gelir.4 İspanyollar, Güney Amerika Kızılderililerinin koka olmadan ça­ lışmadıklarını saptadılar ve İspanya kralı, uzun uzadıya düşündük3 4

Steatfeild, anılan yapıt, s. 6. A.g.y., s. 8. 271

B Ü Y Ü K BÖLlJ NME

ten sonra, onların pek sevdikleri uyarıcıya erişmelerine izin verdi, aynı zamanda da kiliseye, bu maddenin dinsel kullanımını yasak­ lamasını emretti. Dominic Steatfeild' a göre, kokanın ilk kullanımı büyük olasılıkla şamanist amaçlıydı, çiğneyenlerde farklı bir ruh hali oluşttirmak, atalarla ya da ruhlarla iletişime yardım etmek için­ di. 5 Çeşitli arkeolojik alanlardan çıkarılan mumyalanmış cesetlerin yanında, koka kapları ve içinde toz kireç olan deniz kabuğundan kaplar vardı; bu uygulama, alkaloitlerin serbest kalmasını kolaylaş­ hrmak için bugün hala llipta denilen alkali maddenin kullanılması­ na çok benziyor. İnkalar, kokanın yenileyici, gençleştirici etkilerinin olduğuna ve onsuz hiçbir şeyin iyi gidemeyeceğine inanıyorlardı. Kurban ayin­ lerinde koka sunuluyordu, dumanının tanrılara ulaşması için koka yakılıyordu. Neredeyse kesin olarak, kurban edileceklerin, çilele­ rini çekmeden önce daha az acı duymalarına yardımcı olmak için de koka kullanılıyordu. Gökteki yıldızlara koka adı verilir ve hasa­ dın bol olması, savaşta orduya şans getirmesi için toprak tanrıçası Pachamama'ya koka atlanırdı. Ölülere koka sunulurdu ve kokayla kehanet de oldukça yaygındı: Şaman koka çiğner ve ilk iki parmağı açık durumdaki eline tükürürdü. Tükürüğün aldığı şekle ve yere nasıl düştüğüne bakarak, hastalıklara tanı koyardı. İnka hüküm­ darları, koka uzmanıydılar, chuspa denilen keselerini her zaman yanlarında taşırlardı. İnka önderlerinden ikisi, eşlerine koka adını verdi. Koka, erişkinliğe geçiş törenlerinde önemli rol oynuyordu, genç­ lerin (en başta erkeklerin) başarmak zorunda oldukları çetin sı­ navlara dayanmalarına yardımcı oluyordu. Başarılı adaylara ödül olarak, (zehirli) okları için sapan ve koka yapraklarıyla dolu chuspa verilirdi. Koka kullanımı genelde seçkin zümreyle sınırlıydı; ordu men­ supları (kokanın özelliklerinden biri de erkeklere cesaret verdi­ ğinin düşünülmesiydi) ve görevlerini (yalnızca askeri görevleri değil, örneğin saraya taze balık getirmek gibi görevleri de) açıkça daha etkili şekilde başarmalarına yardımcı olduğu için chasquis, yani imparatorluk koşucuları bu zümrede yer alıyorlardı. Yarave­ c'lerin ya da ezberci adamların da kokaya erişim hakkı vardı, çün­ kü onların işi, insanlar için arşiv görevi yapmak ve lama yününden 5

A.g.y.,

s.

10. 272

1 3.

T ÜTÜN, KOKA VE ÇİKOL ATA E V L E R İ

düğümlü iplerle yapılmış gelişkin aygıtlar olan quipus' a olayları kaydetmekti. 6 Koka kullanımının zamanla giderek yaygınlaşhğı anlaşılıyor. Koka, İnka İmparatorluğunun uzak bölgelerinde doğal olarak ye­ tişen böylesine değerli bir meta olduğu için, neredeyse herkesin eğer isterse kendi koka bitkisini yetiştirmesini önlemek çok zor olurdu.

Tütün içen Tanrılar İspanyol papazlar, Yeni Dünya'ya ilk ulaşhkları zaman, sihirli man­ tarların, peyotenin ve gündüzsefasının yanı sıra tütünü de gelenek­ sel sarhoş edici maddeler sınıfına kathlar. Kanada' dan Amazon' a ve Bolivya'ya kadar çok geniş bir alanda yaygın olarak kullanıldığı­ na bakılırsa, tütün gerçekte Amerika kıtasındaki en eski psikoaktif maddelerden biri, belki de en eskisi olabilir. Tütün, çeşitli yollarla (yakılıp içilmesinin yanı sıra çiğnenerek, buruna çekilerek, hatta lavman olarak) tüketiliyordu, ama asla günümüzde olduğu gibi ke­ yif için değil, her zaman törensel amaçla kullanılıyordu. Bunun nedenlerinden biri, tütünün kırk beş farklı türü arasında en yaygın kullanılan türün, yani öteki çeşitlerden daha sert olan ve onların yetişemediği yerlerde yetişen, üstelik de bugünkü sigara­ lara kıyasla dört kat fazla nikotin içeren Nicotiana rustica olmasıydı. Anlaşılacağı gibi, bu türün halüsinojen etkiler yaratma olasılığı çok daha yüksekti ve bağımlılık yapıcı özelliği, gerek "asıl" tütün saya­ cağımız şeyden, gerekse pek azı gerçekten bağımlılık yapan diğer halüsinojenlerden çok daha güçlüydü. Bu nedenle, Aztekler, eski Brezilyalılar ve Kuzey Amerika'nın doğu ormanlarındaki kabileler gib.i insanlar arasında, N. rustica en başta metafizik ve tedavi edici özelliklerinden dolayı kullanıldı. Yerli Amerikalı halkların birçoğunun gözünde tütün, bu madde­ ye arhk sahip olmayan ama büyük bir açlık çeken tanrılarca insanlı­ ğa verilmiş bir armağandı ve işte bu yüzden, yakılıp içiliyordu (du­ man, göklere yükselerek, ilahların açlığını doyuruyordu. Şamanlar, başka herkesten daha çok (bazen de akıl almaz miktarlarda) tütün tüketirlerdi ve bunun onlarda yarathğı açlık, tanrıların çektikleri aç6

Mortimer, anılan yapıt, s. 155. 273

HÜYÜK BÖLÜNME

lığın kanıh sayılırdı. Tütün, başka bitkilerin neredeyse hepsinden çok daha geniş bir alana yayılmış (neredeyse evrensel) olsa bile, Av­ rupalıların gelişinden önce hiçbir yerde din dışı bir amaçla kulla­ nılmadı.7 Çok eski zamanlardan kalma hem pipolar hem de lavmanlar bu­ lunmuştur. Erken dönem Quecha sözlükleri huilca şırıngalarından söz eder, Veracruz' daki Hualca Kızılderililerinin öykülerinde oldu­ ğu gibi erken dönem İnka öykülerinde de lavmanlar anlahlır; Moçe sanat eserlerinde ise bunlar tasvir edilir. Lavman şırıngalarının üs­ tünde jaguar ilahların resimlerinin olduğu Maya kültüründe lav­ man ayinleri düzenlenirdi. Bu kazı alanlarındaki MS 600-800 yıllan arasına tarihlenen sanat eserlerine göre, erkekler lavman işlemini kendileri yaparlar ya da kadınlara yapbnrlardı. Öyle görünüyor ki, lavmanların kendisi ise küçük bir geyiğin uyluk kemiğinden yapılı­ yor, pompa olarak da kauçuk değil, geyik mesanesi kullanılıyordu. Buruna tütün çekmek, Güney Amerika' da, özellikle Peru' da her za­ man yaygın bir uygulamaydı.8 Daha çok değilse bile aynı ölçüde kutsal sayılan pipolara da bir o kadar özen gösterilirdi. Aletlerinin üzerine titreyen şamanlar tütün içerlerdi. Pipolar, insan ya da hayvan şekli verilerek oyulurdu, pipo imal edilirken hiç kimsenin gülmesine izin verilmediği gibi, herhan­ gi bir şeyin kırılmasına da izin verilemezdi. Yapım sırasında şarkılar söylenir, bitirilen pipolara adlar verilirdi ve özel olarak kazılmış bir çukurda bunlar pişirilirdi. Birçok toplumda şaman, bugün bile, tan­ rıların yeterli "gıda"ya kavuşmaları için hiç ara vermeksizin tütün içmeli ve asla dumanı dışarıya üflememeli, "tüm sistemine yayılın­ caya kadar yemeli" dir. Şaman, bu yolla, tütün tarafından "hafifle­ tilmiş" olur ve esriyip kendinden geçerek, göklere yükselip, Tütün Dumanı Evi'nde yüce ruhla bir araya gelebilir.9 Tütün, Solanacae ailesinden bir bitkidir; gecesefası, patates ve patlıcan da aynı ailedendir. Yeni Dünya' da tütünle ilgili alb yüz terim vardı; Maya dillerindeki zig, kutz ve mai terimleri de bunlar arasındaydı. Hoş kokulu bitkiler (ama tütün değil) içmek, Doğu' da, özellikle antik Hindistan' da da biliniyordu. İspanyollar Amerika kı­ tasına ilk vardıklarında, insanların her gittikleri yerde tütün içtikle7 8 9

Steatfeild, anılan yapıt, s. 27. A.g.y., s. 28-29. A.g.y., 31.

274

1 3.

TÜTÜN, KOKA VE ÇlKOLAT A EVLERl

rini ve Azteklerin "tütün dumanıyla kendilerini rahatlahp uykuya daldık.lan" nı hemen fark ettiler.10 Meksika Kızılderilileri, öncelikle, bugün puro ya da sigara diye­ bileceğimiz şeyler içerlerdi ama aynı zamanda da pipo içer, tütün enfiyesi çeker, hatta tütün çiğnerlerdi. Bu uygulamalar, şamanlarca kullanılan tütsüden uyarlanmış olabilir. Aslında belki de tütünün en eski kullanım tarzı, alkaloitleri açığa çıkararak etkiyi güçlendir­ mek için tütünü kireçle kanşhran şamanların yaphklan gibi, çiğne­ me şeklinde olabilir.11 Tütün lavmanları, halüsinojen etki oluştur­ manın ve mideyi devre dışı bırakarak, herhangi bir sindirim sorunu meydana gelmesini önlemenin daha hızlı bir yolu olması yanında, hbbi olarak da çok yararlı sayılıyordu. Bedeni duyarsızlaşhnyor ve bitkinliğin giderilmesine yardımcı oluyordu. Madrid Codex'te (yaklaşık fetih zamanında muhtemelen tek bir yazıcının kaleme aldığı ve şimdi Madrid' deki Museo de Ameri­ ca' da bulunan 112 sayfalık bir Mezoamerikan katlanır kitapta), üç ilah, puro içerken tasvir edilmiştir, bu ise dinsel törenlerde tütünün önemli bir rol oynadığını gösterir. Mayalar için tütünün çekici yan­ lan, hoş kokulu olması, güzel çiçek açması ve "büyük temizleyici" ateşte yanarak, "tanrıların ve ölmüş ruhların mekanı" olan büyük boşlukla gözden kaybolmasıydı. Tütün ilk başta muhtemelen yal­ nızca şamanlarca kullanıldı, ama yaygın içilir olduğu zaman bile, buram buram bir kutsallığı her zaman korudu, antlaşmalar im­ zalamak ve sözleşmeler bağlamak için, ayrıca insan kurban etme ayinlerinde kullanıldı. Aztekler, tanrıça Cihuacoahuatl'ın bedeninin tütünden oluştuğuna inanırlardı. Savaş tanrısı Huitzilopochtli'ye adak olarak da sunulan tütün, savaş ilanı törenlerinde kullanılırdı. Tütün kabak.lan ve keseleri, tanrısallık simgeleriydi; tamamen alhn varakla kaplı kabaklar bulunmuştur. Bunları rahipler takarlardı.12 Meksika'nın Huichol Kızılderilileri, tütünü, "Büyükbaba Ateş" in çok değerli malı olarak görür, sadaklarına bağlanmış tütün topakla­ rı taşır ve başarılı seferlerin sonunda bu topakları yakarlardı. Hem Kuzey ve Güney Amerika' da hem de Karayipler' de, bedensel yete­ nekleri güçlendirdiğine inanılan tütün, şaman1ığa kabul töreni sı10

Francis Robicsek, The Smoking Gods: Tobacco in Mayan Art, History and Religion, Norman, OK, Oklahoma University Press:, 1978, s. 1-4. 11 Robicsek, anılan yapıt, s. 23. 12 A.g.y., s. 27-29. 275

BÜYÜK B Ö L Ü N M E

rasında kullanılırdı. Kuzeydoğu Wisconsin' de yaşayan Menomini halkı, tanrılarını hoşnut etmek için ölülerini tütünle birlikte gömer­ di. Francis Robicsek'in bildirdiğine göre, Venezuelalı kabileler, Flo­ rida Kızılderilileri, Kolombiyalı Guajiro'lar (Wayu'lar), Orinoco Cu­ mano'ları, Aravaklar, Kalinago'lar (Karibler) ve başka bazı kabileler, şaman kehanetlerinde tütün dumanından yararlanırlardı. Mayalar, tanrılarının tütün sevdiğine ve kuyruklu yıldızların, tanrılarca hala yanar durumdayken ahlan purolar olduğuna inanırlardı. Bazı kabi­ leler, hastaları kötü ruhlardan, özellikle ölüler alemindekilerden ko­ rumak için doğrudan onların göğüs ve yüz bölgelerine tütün tozu serperlerdi. Başka yerlerde şamanlar, dert çekenlerin üzerine tütün özsuyu serperlerdi; bu karışım, genelde jaguar motifleriyle bezen­ miş bir kapta hazırlanırdı.13 Aztekler, tütünün, yılan sokmalarına, nezle belirtilerine ve apse­ lere karşı yararlı olduğuna inanırlardı, Aztek rahipleri ise zehirli bö­ ceklere karşı kullanılmak üzere tütün ve gündüzsefası tohumların­ dan hazırlanmış bir merhemi yanlarında taşırlardı.14 Çerokilerde, yaraları iyileştirdiğine ve kötü huylara şifa olduğuna inanılan bir tür tütün merhemi vardı. Mayalarda, diş ağrısına, soğuk algınlığına, akciğer, böbrek, göz hastalıklarına çare olarak ve çocuk düşürmeyi önlemek için tütün salık verilirdi.15 Guatemala' da şamanlar, doğa üstü varlıklara danışmak ve gele­ cek olaylar hakkında kehanette bulunm ak için tütünle sarhoş olur­ lardı. UCLA'nın Latin Amerika Enstitüsü'nden Johannes Wilbert, tütünün hem Kuzey hem de Güney Amerika' da şamanist esrimede oynadığı rolü belgelemiştir. Wilbert, birçok kabilenin farklı amaç­ larla farklı tütün türleri kullandığını, ayinlerde kullanılan çeşitlerin, genel kullanımdakilerden daha güçlü olduğunu öne sürer. Tütün­ deki tek etkin maddenin nikotin olmadığını (bazı tütünlerin, hepsi halüsinojen olan harmin, harmalin ve tetrahidroharmin maddeleri içerdiğini) de belirtir. Brezilya' daki Tenetehara'lar gibi bazı Kızılde­ rililer, kendilerinden geçmelerine yol açmaya yetecek miktarda ve kocaman purolar içerler. Robiscek, Zapoteklerde ve Miksteklerde, tanrı Coquebila'ya iba­ det edilirken kendi kendine işkenceyle birlikte tütün tüketildiğini de 13 A.g.y., s. 31-35. 14 A.g.y., s. 37-38. 15 A.g.y., s. 43.

276

13.

TÜTÜ N, KOKA VE Çİ KOLATA EVLERİ

bildiriyor. "Tanrının onuruna, kırk ila seksen gün arasında değişen bir oruç dönemi geçiriyorlar ve bu sürede yalnızca bir miktar tütün tüketiyor, dillerinden ve kulaklarından akan kanı sunuyorlardı."1 6 Kuzey Amerika' da, tütünden başka yaklaşık on alh bitki, keyif için ya da törensel amaçlarla yakılıp içilirdi, ama tütün giderek bol­ laşınca, bunların çoğundan vazgeçildi. Bazıları (ayıüzümü, man­ zanita) belki de halüsinojendi ve boruçiçeği (Datura strammonium) kesinlikle öyleydi, çoğu kez tütünle karışhrılırdı. Dominiken keşişi Fray Diego Duran'ın Book of the Gods and Rites (1574-76) adlı kita­ bına göre, Aztek rahipleri için sihirli bir merhem üretilirken Rivea corymbosa (gündüzsefası) ile birlikte tütün kullanılıyordu; bu mer­ hem rahiplere sürülünce, tüm korkularından sıyrılmalarını ve "en büyük cüretle" insanları kesip kurban etmelerini sağlıyordu. Tütün, Güney Amerika'nın ovalık bölgelerinde ayahuasca ile karışhrılıyor (bkz. Bölüm 12), Mayalarda bütün bir kara kurbağasıyla (yine bkz. Bölüm 12) ve Kuzey Amerika' da peyoteyle birlikte suya bashrılıp bekletiliyordu.17 Yine Mayalarda, küçük tanrıları kapsayan ve çeşitli kategorilere ayrılan (bu kategorilerden birine alev tanrıları adı verilir) bir tanrı sınıfı vardır ki, çoğunlukla burunları kalkık, ağızları açık ve ön diş­ leri belirgin olan insan biçimli ruhlardan oluşur. Bu figürler, "ateş"i ifade eden kakma simgeyle ve bazen de Mayaların inancına göre tanrıların şimşekle yeryüzüne fırlathkları yeşim taşından kesici alet­ lerle ilişkilidir. Bazen jaguarlarla da bağlanhlı olan bu tanrılar ara sıra fırhna tanrısı olarak tasvir edilir ve bu, tütünün her nasılsa ate­ şin sürdürülmesiyle karışhrıldığıru, ateşin fırhnalarda sönmesinden dolayı duyulan korkuyla fırhna tanrısına tapınıldığıru öne süren teorinin doğmasına yol açmışhr. Heykelcikler, saçlarında purolarla tasvir edilir, çünkü cepli giysi geleneği olmadığından ve ateşi her zaman yanar durumda tutmak gerektiğinden, saç, puroların taşın­ masına uygun bir yerdi. Fetih zamanında hala çok sayıda kişinin inanıp tapındığı bir tanrı olan Orta Meksika'daki Tezcatlipoca (Duman Tüten Ayna Tanrısı) ile ilgili dinsel simgelerde de duman öne çıkar. Hakkında 16 Johannes Wilbert, Tobacco and Shamanism in South America, New Haven, CT: Yale University Press, 1993, s. 16-17. 17 Diego Duran, Book of the Gods and Rights, Oxford ve New York: Oxford University Press, 1975 (ilk yayım tarihi 1574-76). 277

BÜYÜK BÖLÜNME

daha pek çok şey söylenebilecek Tüylü Yılan tanrı Quetzalcoatl'ın karşıtı olan bu tanrı, büyücülerin, prenslerin ve savaşçıların koru­ yucusuydu. Gün Batımının ve Kurban Acılarının Tanrısı da oydu. Simgesi, Aztek şamanlarının esrime durumuna girinceye kadar gözlerini dikip baktıkları ve içinde tanrıların istencini gördükleri volkan camı (obsidyen) aynaydı. Dumanların halka halka çıktığı yazıtlarda bu aynalar tasvir edilmiştir. Olmeklerin demir cevhe­ rinden içbükey aynaları vardı; Teksaslı arkeoastronom John Car­ lson'ın kanısına göre, bunlar, ateş yakmak için "yakıcı aynalar" olarak kullarulıyordu.18 Tütün içen tanrılara ilişkin araştırmasında Robicsek, bazıları jaguar pelerini giymiş, jaguar derisinden kemer takmış figürlerin muhtemelen (ama kesin değil) tütün içtiği birçok yazıt sunarken, birçok vazonun ise örneğin jaguar kafalarıyla, yan geyik, yan jagu­ ar figürleriyle ve dans eden (ama yine de azgın görünüşlü) jaguarlar eşliğinde iskeletlerin tütün içtiği figürlerle süslendiğini gösterdi. 19 Bir vazoda, jaguarın kendisi ateş solur, tütün içen bir başka figürün jaguar kafası vardır, bir üçüncüsü ise jaguar etek giyer ve ketzal ya da küesal tüyleri takar (ketzal, Orta Amerika ormanlarına özgü, "göz kamaştırıcı" altın yeşili tüylü ve kırmızı karınlı kuştur). Başka bir vazodaki tütün içen figüre, bir jaguar-köpek, kurbağalar ve tim­ sahlar eşlik eder. 20 Tütün kullanımının kökeni hakkında bilinenler yeterli değildir, ama büyük olasılıkla en önemli faktör, tütünün yavaş yavaş yan­ ma özelliğiydi, çünkü puro ilk olarak ateşi koruyup sürdürmek için kullanıldı. Tütünün (eş zamanlı olarak ya da sonradan fark edilen) psikoaktif özellikleri, onu kutsal bir madde olarak iki kere onayla­ mış olmalıdır.

Kutsal Jaguar Ağacı Korulukları "Amerika kıtasındaki Kolomb öncesi kültürlerin birçoğu için, ka­ kao çekirdeği ve ondan üretilen gıda maddeleri, dinlerinin tam an­ lamıyla ayrılmaz bir parçasıydı ve hem manevi inançlarında hem de 18 Robicsek, anılan yapıt, s. 104-106. 19 A.g.y., s. 120-121. 20 A.g.y., s. 157. 278

1 3.

TÜTÜN, KOKA VE ÇİKOLATA EVLERİ

toplumsal-iktisadi sistemlerinde belirleyici bir rol oynadı."21 Kaka­ onun kuzey sınırı, Orta Meksika'ydı ama dağılım alanı, Guatema­ la'yı, Belize'yi, El Salvador'u ve Honduras'ı kapsıyordu. Kakao sözcüğü, Nahua dilindeki kakawa-tl sözcüğünün İspan­ yolca bir uyarlamasıdır. Çikolata, çok geç bir dönemde gelişmesine karşın, başka bir Nahua terimine, yani chocolatl' a dayanır. Çikolata­ nın kaynağı olan ve Linnaeus'un Theobroma cacao olarak adlandırdı­ ğı bitki, her birinde 25-40 arası çekirdek bulunan kapsüllere sahip bir "alt bitki örtüsü" ağacıdır. Kakao ağaçları, doğrudan doğruya gövdesinden ve büyük dallarından çiçek veren (kauliflori) ağaçlar­ dır. Bitkinin anayurdunun Yukarı Amazon havzası olduğu ve ora­ dan, gerek doğal yolla gerekse insanlar aracılığıyla kuzeye yayıldığı görüşü genel kabul görmektedir. Uzmanların çoğu, eski çağlarda bitkinin yalnızca meyve etinin kullanıldığı kanısındadır. Meyve eti çekirdeklerden ayrılabilir ve meyve içeceği yapılabilir ya da alkollü bir içki üretmek için mayala­ nabilir. Kakao değerliydi, çünkü darının aksine, her yerde yetişemi­ yordu (derin, verimli alüvyonlu topraklan, bol yağmur alan gölgeli ve nemli bölgeleri seviyordu). Böylesine hassas ve değerli olduğu için, kakao yetişen bölgeyi denetim altına almak amacıyla savaşlara bile girişiliyordu.22 MÖ yaklaşık 1000 yılından itibaren arkeolojik kalınhlarda The­ obroma'ya rastlanır. Kakao sahibi olmak her zaman zenginlik, güç ve siyasal liderlik işaretiydi (Maya vazolarında, kral tahhnın dibinde sıklıkla köpüklü kakao kaplan görülür ve seçkin mezarlarında ka­ kao tasvirleri bulunur.23 Göreceğimiz gibi, kakao çekirdekleri bir tür para olarak kullanılıyordu. Dinsel simgelerde, kakao, kutsal bir ağaç olarak (daha önce şa­ manlar bölümünde değinildiği ve daha sonra daha aynnhlı irdelen­ diği gibi, "Dünya Ağacı" olarak) gösterildi; kanla, siyasal iktidarla, atalarla, darıyla ve ölüler diyarıyla ilişkilendirildi (bu sonuncu­ sunun nedeni, bitkinin gölgeyi yeğlemesiydi, oysaki açık tarlaları seven dan, ışıkla ilişkiliydi). Ölenlere, öteki dünyaya yolculuk için kakao verilirdi. Cameron L. McNeil, Chocolate in Mesoamerica: A Cultural History of Cacao, Gainesville, FL: University Press of Florida, 2006, s. 1. 22 McNeil, anılan yapıt, s. 8 . 23 A.g.y., s. 12. 21

279

BÜYÜ K B0LÜNM E

Gerçekte, kakao ve darı, Mezoamerika kozmolojisinde önemli bir ayin çiftidir. İkisi de, suyla karışhnlarak tanrılara ikram edilen kutsal içkiler oluşturuyordu. Guatemala' da, Honduras'ta ve Meksi­ ka' da obruklara, mağaralara, pınarlara ve göletlere kakao dökülür­ dü (ölüler �liyarı, burada birleştirici bir özelliktir). Çikolata / kakao, yağmurla, yeniden doğuşla ve atalarla bağlanhlıydı, erkeklerden çok kadınlarla ilişkilendirildi, ama aynı zamanda da kanla ve kur­ banla ilişkiliydi; kakao kapsülünün sanki insan kalbiymiş gibi kur­ ban edilişini gösteren birçok görüntü vardır.24 Kakao değerli olduğu için, kullanımıyla ilgili kısıtlamalar vardı. Egemen seçkinler, savaşçılar ve belirli tüccarlar dışındaki insanların kakao içmeleri yasakh ve sade halktan birisi kakao tüketirse bunun kötü şans getireceğine inanılırdı. Kakao kullanma hakkına sahip olanlar arasında bile, hiçbir zaman düşüncesizce içilmezdi. İçkiye çeşni katmak için çeşitli katkı maddeleri (vanilya, acı kırmızı biber, bal, aromatik çiçekler) kullanılıyordu. Kakao bazen de kanla karış­ hnlarak ayinlerde sunulurdu. Krallar ve kraliçeler kakaoyla gömü­ lürlerdi, vergi ödemek için kakao kullanılırdı ve etnobotanikçiler Nathaniel Bletter ile Douglas Daly'ye göre, uyarıcı, antioksidan, idrar söktürücü, ağrı kesici, trombosit baskılayıcı, tansiyon düşü­ rücü, mutasyon önleyici, sinirsel iletici, damar genişletici ve iltihap giderici ilaç ya da mikrop öldürücü madde olarak işlev gören şu ya da bu çikolata biçiminde 76 madde vardı.25 Çikolatadan çeşitli alkoller ve sirkeler yapılabilir; Güney Ame­ rika'nın belirli bölgelerinde ise çikolata, tütünle ve / veya başka halüsinojenlerle karıştırılırdı. Kapsüller kuruyunca, yüzeyleri, jaguar postunun desenine benzeyen bir görünüm alır ve bundan dolayı, T. bicolour (yabani kakao, beyaz kakao) türüne "Jaguar Ağacı" adı verilmiştir; jaguarın geceyle, mağaralarla ve öteki dün­ yayla, yani çikolata için de geçerli olan aynı çağrışımlar komplek­ siyle özdeşleştirilmesi gerçeği de bunu pekiştirmiştir. (Maya dün­ yasında, jaguar ve din adamı anlamına gelen sözcük aynı kökten türemiştir. ) Kakaoyla ilişkili kapların geçmişi MÖ 1000 yılına kadar gider, ama kakao kullanımı çoğunlukla MÖ 600 ila MS 400 yıllan arasın­ da yaygınlaşmış gibi görünmektedir. Kakao sözcüğü Mezoamerikan 24 A.g.y., s. 14. 25 A.g.y., s. 17. 280

13.

TÜT Ü N , KOKA

VE

ÇiKOLATA EVLERİ

kökenlidir, ama Kolomb öncesi zamanda Güney Amerika'ya ulaş­ mamışhr.26 Çikolatalı bira (chicha) çok eski zamanlardan beri sevilirdi; ger­ çekte ilk kullanım şekli bu olabilir. Bazı antropologlara göre, bu içki, hiyerarşik olmayan toplumlarda toplumsal yükümlülük oluştur­ mak, "insanları asimetrik toplumsal ilişkilerle bağlamak" için kul­ lanıldı. Boyun kısmı genişleyen akıtaçlı şişelerin ortaya çıkmasına, belki de biranın gösterdiği gelişme neden oldu (bu süreç, yukarıda Bölüm 8 ve lO'da değinildiği gibi, Andrew Sherratt'ı böylesine bü­ yüleyen, darı birasını ve Avrupa' da sıvıları koymak için çömleklerin gelişmesine belki de paraleldi). İkram edilirken belki çeşniler kahlı­ yordu ve özel hazırlanmış çömlekler, şölen (potlaç) tarzı bir törende, özellikle konuklar için düzenlenen içme etkinliğine çarpıcı bir hava katacak şekilde, kullanıldıktan sonra parçalanıyordu.27 Kakao, tüm Mezoamerika'yı kapsayan bir boyutta, dinsel bir rol oynadı (verimliliği ve rızkı, kurbanı ve yeniden doğuşu, cisimleş­ meyi ve dönüşümü simgeliyordu). Darı Tanrısı bazen derisine sap­ lanmış kakao kapsülleriyle tasvir edilir. Darı döngüsü, Mayalar için yaşamda ve ölümde merkezi bir yer tutan bir kinayeydi, ama insan, dan ve kakao da rol oynuyordu (kakao belki de ölüler diyarını tem­ sil ediyordu).28 Dünya Ağacı (antik bir şamanist öğe), bazen kakao ağacıdır; kakao, Darı Tanrısının bedeninden büyüyüp gelişen en ay­ rıcalıklı meyvedir ve bu, kozmolojide kakaonun darıdan sonra ikin­ ci sırada yer aldığını gösterir (kakaolu içeceklere darı da kahlırdı).29 Darı Tanrısı, her yıl, ruhunun bir kısmı bedenini terk edip göğe yükselince ölürdü. Bedeninin, ilk önce kakao ve sonra başka bitkiler olmak üzere, dünya meyvelerini (gözlerden uzak) doğurduğu "Rı­ zık Dağı" na gömüldüğüne inanılırdı. Demek ki, kakaolu bir içecek­ ten tek yudum içmek bile kutsal bir eylemdi. Zenginlik (yazıtlarda gösterildiği gibi) kakao çekirdekleriyle ölçülüyordu ve sonraki dönemlerde bunlar para olarak kullanıldı. Sophie ve Michael Coe, çeşitli ürünlerin değerlerini kakao çekirdeği cinsinden şöyle verirler: İyi bir dişi hindi = 100 tam kakao çekirdeği; büyük bir aksolotl (bir semender, leziz bir yiyecek) = 4 kakao çekir26 27 28 29

Robicsek, anılan yapıt, s. 118. A.g.y., s. 141 . A.g.y., s. 154. A.g.y., s. 163. 281

BÜYÜ K BÖLÜ N NlE

deği; bir tavşan = 100 kakao çekirdeği; yeni toplanmış bir avokado = 3 kakao çekirdeği; bir köle = 100 kakao çekirdeği; bir fahişenin ücreti = 8-10 kakao çekirdeği.30 Bu çekirdekler, yapbrılan bir iş için ücret olarak, hatta zorunlu çalışmadan kurtulma bedeli olarak da kullanılabiliyordu. . Darı için olduğu gibi, kakao için de elbette başka birçok sözcük vardı, ama öyle anlaşılıyor ki, iximte (darı) ile kakaw arasında, bun­ lara birlikte tapınıldığıru düşündüren yakın bir ilişki bulunuyordu. İçecek çok yüksek bir yerden dökülerek hazırlanıyordu, ki üstün­ de köpük oluşsun, bu en lezzetli şey sayılıyordu, aroma da tat kadar önemliydi. Kakao içilen en iyi kaplar çok zarifti ve volkanik külle tavlanarak üretilirdi; bu volkanik bağın dinsel anlamı da vardı. Copan' daki mezarlarda kafein kalınbsı olan birçok kap bulun­ muştur. Kakaodan başka hiçbir maddenin kafein içerdiği bilinme­ mektedir. Bu bölgede, kakao ve taş boncuklar ile tuz ve kumaş değiş tokuş edilirdi. Geç Klasik dönemde (MS 600-800 arası), kakaonun görünürlüğü çarpıcı bir arbş gösterdi (örneğin, tapınakların önleri­ ne yerleştirilen taş tütsülükler üzerinde kakao tasvirleri vardı). Baş­ ka yerlerde ise çömlekler üzerindeki kakao kapsülü süslemelerine, jaguar tanrılar ve dalıcı tanrılar eşlik ediyordu. Ölmüş hükümdar­ ların onuruna düzenlenen ayin çerçevesinde, tütsülüklerin birçoğu bile bile kırılırdı. Kakao kapsülleri ile jaguar ve ölüler diyarı açıkça bağlanblıydı.31 "Ağaç ürünleri, kes-yak tarımıyla üretilen darının yapamadığı bir şekilde, akraba gruplarını belirli bir alana bağlayabilen uzun vadeli bir arazi yabnmını temsil eder."32 İlk başta, yalnızca seç­ kinlerin kakao bahçesine sahip olmalarına izin verilirdi, ama sonra bu durum değişti. Itza Mayalan, kakaoya dayalı bir ticaret ağının merkezinde yer alıyor, kuş tüyleriyle, jaguar postlarıyla, kölelerle ve kakao köpüğü içmekte kullanılan kaplumbağa kabuğundan ka­ şıklarla kakaoyu değiş tokuş ediyorlardı. Kakao çeşnisi olarak kul­ lanılan vanilyarun ve annattonun kontrolü de onların elindeydi. El Salvador, kakao üretimiyle ünlüydü.33 30 Sophie Coe ve Michael D. Coe, The True History of Chocolate, Londra ve New York: Thames & Hudson, 1996, s. 98-99. 31 Furst, Hallucinogens and Culture, anılan yapıt, s.156. 32 A.g.y., s. 158. 33 A.g.y., s. 160. 282

13.

TÜTÜN, KOKA VE ÇlKOLA TA EVLERİ

Soconusco (Meksika'run Chiapas eyaletinde, Pasifik sahilinde bir bölge), belki M Ö 900' de başlayan kakao üretimi için biçilmiş kaf­ tandı. MS 1200' e gelindiğinde, muhtemelen kakao üretiminin çok gelişmesinin sonucu olarak, uzak mesafe ticaret mallarına erişim olanağı doğdu (Aztekler, kısmen daha güvenli kaynaklara kavuş­ mak için bölgeyi fethettiler). Ödenen haracın bir bölümü kakaoyla karşılanıyordu ve 16. yüzyılda yaklaşık 1,5 milyon kakao ağacın­ dan ürün alınıyordu. Törensel sunularda daha yaygın kullanılan tek ürün darıydı.34 ***

Öyleyse, önemli bitkiler bakımından Amerika'run tropikal bölgele­ ri ile Avrasya arasında oldukça büyük farklılık vardı. Avrasya' da buğdaygiller (tahıllar) hızla yayıldı; hem kara kütlesinin Doğu-Balı yönlü yerleşimi hem de sabanın ve taşıma / ikincil ürünler komplek­ sine ait diğer öğelerinin gelişmesi bu yayılmayı kolaylaşhrdı. Yeni Dünya'run tropikal bölgelerinde, bitkilerin çoğu, kesinlikle ilk başta ve sonra bir süre, ister yağmur ormanları olsun, ister dağlar olsun, tek bir çevreye uyum sağlayıp kökleşti ve Avrasya tahılları kadar uzak yerlere gidemedi ya da onlar kadar başarılı olmadı. Yük hay­ vanlarının (And Dağlan hariç) olmayışı da genel olarak hareketliliği kısıtladı. Gördüğümüz üzere, Eski Dünya' da evcil büyük memelilerin varlığı, oradaki eski insanların sert psikoaktif maddeleri daha kolay bırakmalarına yardım etti. Daha seyrek nüfuslu ve köylerde ya da kasabalarda kümelenmeyen dağınık çoban toplumları, ister istemez daha bireyciydi, seyrek görülen toplumsal dayanışmanın sağlayabi­ leceği yararlar (evlilik, savunma, saldın) için ara sıra bir araya ge­ lirdi ve öyle durumlarda, alkolün daha hafif, paylaşılan keyif verici özellikleri, halüsinojenlerin çok daha sert, çok daha kişisel özellikle­ rinden daha uygundu. Yeni Dünya'run tropikal (daha çok bitkisel, daha az hayvansal yönelimli) uygarlıklarında, psikoaktif maddelerin Avrasya' dakin­ den tam anlamıyla çok daha bol bulunduğu bir durum oluştu. Yeni Dünya bitkilerinin bu psikoaktif özellikleri, aynı zamanda da Eski Dünya' dakinden çok daha çeşitliydi, sert (bazen de tehlikeli) Datu34 Michael D. Coe, "Olrneklerin Gölgesi", Horizon, C. 13. No. 4, s. 970-973, 1971 . 283

BÜYÜ K BÖLÜ NME

ra' dan tutun, kokaya, tütüne, kakaoya kadar uzanıyordu ve bunla­ rın farklı etkileri bir araya gelerek, bu kutsal maddeler tüketilince (benzersiz ama güvenilir şekilde) ulaşılabilen ayn bir alemin (hatta birden çok alemin) bulunduğu düşüncesini doğurdu. Bu madde­ lerin olsa olsa birkaçı eğlence amacıyla alınıyordu, bu ise Amerika kıtasında eski insanların psikoaktif bitki yaşamıyla ilişkisinin, Eski Dünya' dakinden çok daha resmi ve yoğun olduğu gerçeğinin alhm çizmektedir. Avrasya' da bitkiler dinsel anlam ve önem taşımıyor değildi, ama tapınmaya damga vuran şey, musonların zayıflaması nedeniyle ye­ terince doğal olarak, üretkenlik kavramının kendisiydi. Öte yandan, Yeni Dünya' da ise bitkilerin kendileri birer tanrıydı, sıklıkla kor­ kulan birer tanrıydı, onları tüketen insanlarda duygu durumu de­ ğişikliklerine neden oluyordu; bunlar, öğretici olmasının yam sıra, zaman zaman korkulması da gereken durumlardı. Bu, Yeni Dünya halklarının, Eski Dünya halklarından bazı şekillerde çok daha canlı ve belirgin tanrısallık deneyimi yaşadıkları ya da öyle hissettikleri anlamına geliyordu. Bu nedenle ve bu anlamda, Yeni Dünya' daki yaşam, Avrasya' üyük bedeller ödetmişti.62 Öyle anlaşılıyor ki, Afrika' dan köle getiren gemiler de sıtma taşıdı, bu da başka bir darbeydi.63 Denevan'ın çıkardığı sonuca göre, Amerika'nın keşfini, "dünya ta­ rihindeki en büyük nüfus felaketi izledi" ve önceki bunalımların aksine, Kızılderili nüfusu çok yavaş toparlandı. Yeni Dünya'nın uğ61 62 63

Denevan, anılan yapıt, s. 7. McNeill, a.g.y., s. 211-2. Russell Thornton, American Indian Holocaust and Suroival: A Population History Since 1492, Nonnan, OK ve Londra: Oklahoma University Press, 1987. 635

BÜY Ü K BÖLÜ NME

rabldığı yıkımın tam boyutu, nüfus bilimci Henry Dobyns'in 1966 tarihli incelemesinden anlaşılabilir; Dobyns' e göre, Birleşik Dev­ letler' in güneyinde kalan Amerika kıtasının nüfusu, yani yazarın 1492'de 80 milyon ila 108 milyon arasında olduğunu düşündüğü nüfus, 1650' de, yani Fetihten 150 yılı aşkın süre sonra, %95 ila %97,3 arası bir düşüşle arbk ancak 4 milyondu. Ama bu istatistiksel sayı­ larin ayrınblı incelenmesine gerek vardır. American lndian Holocaust and Survival: A Population History Since 1492 (Amerikalı Kızılderili Soykırımı ve Bekası: 1492' den Beri Nüfus Tarihi) adlı kitabında Russell Thomton, 1492'deki Yerli Amerikalı nüfusunu (yazarın verdiği sayı 72 milyondan çoktur), 1500'de Eski Dünya'nın çeşitli yerlerindeki nüfuslarla (İtalya, -10 milyon; Porte­ kiz, 1,25 milyon; İspanya, 6,5-10 milyon; İngiliz Adalan, 5 milyon; Fransa, 15 milyon; Hollanda,