Analitik Psikolojinin Temel İlkeleri -Konferanslar- [1 ed.]
 9754064008

Citation preview

ANALİTİK PSİKOLOJİNİN TEMEL İLKELERİ -KONFERANSLAR-

KÜLTÜR DİZİSİ

C. G. JUNG

••



eme -KonferanslarTürkçesi Kamuran Şipal

T.ı: 5Z117 41

-

Fa: 5218 87 42

Cem Yayınevi'nde Birinci Basım, 1992 Dizgi: Yüce•Dizgi•Grafik•Reklam Başaran Ofset

İstaobul-1992

İÇİNDEKİLER

BİRİNCİ KONFE.R.ANS

Tartışma

.......................................

İKİNCİ KONFE.R.ANS

Tartışma .

••

••

.............................

.

...

.......

.

.......

.

UÇUNCU KONFE.R.ANS

....

.

.....

. .. .

..........................

.

..............

.

DİPNO

...

.

.

.......

.............

.

................

.

..........................

.....................

.

...................

.

92 123

.....

.

.....

135 . . 162

..

.

............

...

.



•••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••

.

49 73

••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••

. ..

.....................

7 32

..............

.

............

...................................

BEŞİNCİ KONFE.R.ANS

Tartışma

.

• ....................................

..............

DÖRDÜNCÜ KONFE.R.AN S

Tartışma

..............

••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••

••

Tartı§ma

.

................................................

179 221

.......................................................................... �.:tl

5

BİRİNCİ KONFERANS Başkan, Dr. H. CRICHTON-MILLER: Sayın baylar ve bayanlar! Burada hepiniz adına sayın Prof. Jung'u selamlamaktan kıvanç duyduğumu belirtmek isterim. Sa­ yın Prof. Jung, bu. ziyaretinizi aylardan beri içimiz sevinçle do­ lup taşarak bekledik. Aramızda bazı arkadaşlar, burada düzenle­ yeceğiniz seminerlerden yeni birtakım bilgiler edineceklerini umuyor kuşkusuz. Buradaki söyleşilere katılacak arkadaşlardan birçoğu, çağdaş ruhbilirnin öbür manevi bil.imlerden tehlikeli bi­ çin1de ayrılmasını önlen1iş kimse diye görüyor sizi. İçimizde her ne kadar karşıt görüşte olanlarımız varsa da, çoğunluk ruh­ bilimle felsefe arasında bir bağlantı kurmanızı sağlayan düşün­ sel gücünüzdeki büyüklük ve· ataklığa hayranlık duymaktadır. Siz, bizin1 gözümüzde, değer duygusunu yeniden dirilten, ruhbi•

limsel düşünüde insan özgürlüğü kavramını yeniden canlandıran birisiniz. İnsan ruhuna yönelik araştırmaları doğabilimin 7

son bulduğu yerde sona crdim1en1eniz, özellikle üzerinde durul­ n1aya değer bir noktadır. Hepin1iz de bu ve benzeri nedenlerden ötürü size teşekkür ediyor. konuşn1alannızı büyük bir sabırsız­ lıkla bekliyoruz.

C. G. JUNG Baylar ve Bayanlar, Konuşn1ama başlarken, İngilizce'nin anadilim olmadığını göz­ den uzak tutn1amanızı rica edecek. yani dil konusunda yapaca,

ğım acen1ilikleri, içerisine düşeceğim yanılgıları hoşgörüyle •

karşılan1anızı çaresiz bekleyeceğim sizlerden. Bildiğiniz gibi, amacım, ruhbilin1in kimi temel kavranılan üze­ rinde kısa bir özet sunn1aktır. Bunu yaparken, daha çok kendi ilkelerim ve bakış açını üzerinde durduğun1a takılarak, başka araştım1acılann da değerli katkılarının önemini bilmezlikten geldiğim sanılmasın. Doğrusu, kendimi öne çıkarmak gibi yakı­ şıksız bir davranışta bulunn1ak istemem. Freud ve Adler'in bu alanda gösterdiği yararlıklar. benim gibi sizin de yabancınız de­ ğildir kuşkusuz. Şimdi size sunn1ayı düşündüğün1 özette nasıl bir yol tutacağın1dan söz açayın1. İlkin. yapacağım konuşmalar için öngörüln1üş progran1ı açıklan1an1a izin veriniz lütfen. Ele alacağın1ız başlıca iki konu olacak. Birincisi: bilinçaltı'nın yapı

ve içeriği;

ikincisi:

bilinçsiz ruhsal süreçlerdeki içeriklerin araştınlıp saptann1asın­

yöntemler. İkinci konu üç bölün1e ayrılıyor: 1 Çağrışım deneyi, düş çözümlemesi ve aktif imgelem (in1aji­

da başvurduğun1 nasyon).

Çağın1ızın ortak (kolektif) bilinci için karakteristik felsefi, din­ sel. ahlaki ve toplun1sal sorunlar gibi pek çapraşık konulara ya da ortak bilinç süreçlerine ve ilgili süreçleri aydınlatn1ak için karşılaştım1alı nıitoloji ve tarih alanında yapıln1ası gereken araştırmalara ilişkin söylenebileceklerin tün1ünü burada asla

8

sizlere akt aramayacağını kuşkusuzdur. Adı geçen konular ne denli sapa görünürse görünsün. bireyin ruh durumunun bozulmasında ve ortaya çıkacak bozuklukların giderilip ruhsal durumun yeniden düzene kavuşturulmasında alabildiğine güçlü rol oynamaktadır. Değişik ruhbilinısel kuramların varlığı da yine aynı konulafdan ileri geliyor. Bir hekim olup en başta psikopa­ tolojiyle uğraşının; ama yine de noıınal ruh yaşamını ilgilendi­ ren bilgimizdeki zenginleşmenin psikopatolojiye hepsinden çok yarar sağlayacağı kanısındayım. Hastalıkların normal süreçlerde bir bozulma anlanıına geldiğini, bunların yalnız kendilerine öz­ gü bir psikolojiyi içeren entia per se2 görülemeyeceğini, özel­ likle hekimler hiç akıldan çıkarnıanıalıdır. Similia similibus cu­ 3 rantur , eski tıbbın bulduğu önemli bir gerçektir ve büyük bir gerçek olduğu için de kolaycacık soysuzlaşıp büyük bir saçma­ lığa dönüşebilir. Demek istediğinı. tıbbi psikoloji, bizzat hasta­ lanmaktan kendini korumak zorundadır. Tekyanlılık ve bakış ufkunun darlığı. çok iyi bildiğimiz karakteristik özellikleridir nevrozların. Size bu konuda ne kadar çok şey söylesem, yine de söyledikle­ rinı, yazık ki bütünlükten uzak bir izlenim uyandımıaktan öteye gitmeyecektir. Sayısı hayli kabarık yeni kuranılan burada ele alanıayacağım için üzgününı; üzerlerinde kuranısal düşünceler yürütnıekten çok, olguların kendilerine yönelen deneysel (ampi­ rik) bir mizacını var. İtiraf edeyinı ki, zeka için eğlenceli bir va­ kit geçirme aracı niteliği taşımasına karşın. olgular üzerinde ku­ ru kuruya düşünn1ek, yaradılışıma uygun bir davranış değildir. Karşılaştığım her vak.aya yeni bir kuranı gözüyle bakanın, belki böyle yapmakla pek kötü de davranıyor sayılmanı. Çünkü psi­ koloji enikonu körpe bir bilin1 dalıdır, enıekleme dönemini ka­ nımca henüz geride bırakman1ıştır. Dolayısıyla. genel kuranılar ortaya atmak için zanıan kuşkusuz erkendir. Hatta, kinıi vakit bana öyle geliyor ki, ruhbilin1 gerek üstlendiği ödevdeki büyük­ lüğün, gerek araştım1a konusu yaptığı ruhtaki o sersemletici ve yıldırıcı çapraşıklığın bilincine varmış sayılanıaz. Besbelli bu •

9

tür gerçeklerin ancak yavaş yavaş bilincine erişilebiliyor. Ru,

hun bir yandan bilimsel gözlem ve incelemelere nı. beri yandan

özne

nesne

olması-

işlevi görüp gözlem ve incelemelerde baş­

vurulan araç rolü oynamasını henüz hiç de gereği gibi kavraya­ mamaktayız. Bu netameli kısır döngüyle yüz yüze gelişimdir ki,. beni alabildiğine dikkatli davraruı1aya ve konuşmalarımda belli bir göreceleştirmeyi (relativizasyon) kollayıp gözetmeye zorlan1ış, ancak sözkonusu davranışım, çokluk başkalan tara­ fından yanlış anlaşılmıştır. Sizlerin önünde yapacağım konuşmaların değerini, bu tür tatsız eleştirilerle küçültmek istemem hani. Böylesi eleştirilerde bu­ lunmam, açıklamalarımda hoş karşılanmayacak kimi çapraşık­ lık.lan önceden bağışlatmak içindir. Ben, ku�amlardan çok ger­ çeklerle uğraşının. Dolayısıyla, yapacağım açıklamalardan çı­ karacağım sonuçlan desteklemek üzere, elimdeki tüm kanıtlan zamanın kısalığından ötürü sizlere sunan1ayacağın1ı göz önünde tutmanızı rica edeceğim. Bu sözlerin1. özellikle düş çözümle­ mesindeki o bir yığın dallanıp budaklanmalarla ve bilinçsiz sü­ reçlerin araştırılmasında uygulayacağım karşılaştırmalı yöntem••

le ilgilidir. Uzerine eğileceğim konulan irdelerken elden geldiğince yalınlıktan ayrılmamanın üstesinden gelmem gereken bir ödev olduğunu biliyor, burada da yine enikonu sizlerin anlayışı­ nıza ve hoşgörünüze sığınmak zorunluğu duyuyorum. Ruhbilim, bir kez bilinç'i inceler. İkincisi: Bizim bilinçsiz ruh­ sal yaşan1 dediğimiz yaşan1ın ürünlerini araştırır. Bilinçdışını doğrudan incelememiz olanaksızdır; çünkü bilincimizin dışında kalır bilinçdışı, kendisine açılan bir kapı bulunmaz elimizde. Biz, ancak bilinçli olaylan incelcmelerin1ize konu yapabiliriz; öyle olaylar ki, kökleri bilin�dışı diye nitelediğimiz alanda, filo­

zof Kant'ın antropolojisine

göre dünyanın yansını oluşturan

''karanlık tasann1lar'' bölgesinde saklı yatar. Bilinçdışı üzerinde ne söylersek söyleyelim. bilinçli usumuzca söylenmiş sözlerdir hepsi. Bilinçsiz ruhsal yaşan1 düpedüz kavrayamadığımız bir nitelik taşımakta, an1a kendini bilinç aracılığıyla ve bilinç ko-

10

şullannda açığa vuııııaktadır. Bundan öte bildiğimiz ve yapabi­ leceğimiz bir şey yoktur, bundan öteye gidememekteyiz. Dola­ yısıyla, bilinçdışı konusunda yargılar verirken bu gerçeği son ölçüt bilip, her vakit göz önünde tutmanın yerinde bir davranış sayılması gerekmektedir. Bilinç denilen şey tuhaf bir nesnedir, kesiklik ve kopukluklarla kendini belli eden bir süreçtir. İnsan yaşamının beşte biri ya da üçte biri, hatta belki yansı bilinçsiz-bilinçli durumda geçer. Ço­ cukluğumuzun ilk dönemi, bilinçsiz bir akış izler. Her gece bir bilinçsizlikten içeri yuvarlanır, yalnız uyku ile uyanıklık arasın­ daki belli zaman aralarını az ya da çok berrak bir bilinçle yaşa­ rız. Hatta bu bilincin bile ne ölçüde berrak nitelik taşıdığı sorulabilir. Omeğin, on yaşındaki çocuklarda artık bir bilıncin geliş••

tiğini düşünebiliriz. Ama bunun acayip bir bilinç olduğunu, ya­ ni her türlü ben-bilinci'nden uzak bir karakter taşıdığını sapta­ mak güç değildir. Pek çok çocuğun on bir, on iki, on dört ya da daha ileri yaşlarda ansızın ''benim'' (ich bin) yaşantısına ulaştığını biliyorun1. ilk kez yaşantılarının bilincine varan bu çocuk•

lar, başlarını döndürüp bakabilecekleri bir geçmişleri bulundu­ ğu sezgisine kcıpılır. Ne var ki bu geçmiş, birtakım nesnelerin anılarını içem1esine karşılık, onların ben'lerine ilişkin hiç bir anıyı kapsamına almaz.

''Ben'' dedik

mi, bu ben'i tümüyle yaşadığıınızı ya da yaşamadı­ ğımızı belirleyecek mutlak (absolut) bir ölçüt yoktur elimizde.

Belki de ben yaşantımız hfilıi fragman niteliği taşımaktadır; belki gelecek kuşaklar, ben'in insan için taşıdığı anlam konu­ sunda bizden daha çok bilgi sahibi olacaktır. Bu sürecin bizi ilerde ne gibi sonuçlara götüreceğinden doğrusu büsbütün ha­ bersiz bulunn1aktayız. Bilinç, boyutlarını kestiremediğimiz geniş bir bilinçsiz alanın üst yüzü ya da bu alanı örten bir zar gibidir, Bilinçsiz alana iliş­ kin bir şey biln1ediğin1iz için. bilincin egen1enlik bölgesini de kestiremeyiz. Bilinn1eyen bir şey içinse, şöyledir ya da böyledir denen1ez.

Bilinçdışı

sözcüğüyle, çokluk, somut bir nesneyi an­

lattığın1ızı sanırız. An1a gerçekte bütün yaptığımız, bilindışı'nın

ı1

5 içyüzünü kavrayan1adığın1ızı dile getiııııektir. Bilinç eşiği al­ tında ruhsal bir alanın yer aldığını gösteren dolaylı ipuçları var­ dır elin1izde. Ve bunu doğrulayacak bilimsel bakımdan sağlam kanıtlannıız bulunmaktadır. Dışavurun1lanna bakarak, bilinçdı­ şı'nın içyüzü konusunda kimi sonuçlar çıkarabilmekteyiz. Ama 6 bu işi yaparken, pek de çok insanbiçimciliğe (antromorfizm) kaydığımızı söyleyebiliriz; çünkü gerçekte nesnelerin bilincimi­ zin algıladığından pek değişik nitelik taşıması, hani hiç de akıl aln1ayacak şey değildir. Örneğin, somut gerçeği (realite) alıp bunu bilincimizin kendisi­ ni algıladığı durumuyla karşılaştırırsak, bu algılan1ada ''nesnel'' bir varlıktan yoksun alabildiğine değişik iç simgelere rastlarız. Omeğin renkler görür, sesler işitiriz; oysa görüp işittiğimiz gerçekte titreşimlerdir yalnız. Dünya konusunda dtıyularımızdan ve ruhsal etkinliğimizden bağımsız olarak bilgi edinebiln1emiz için, pek kam1aşık aygıtlarla donatıln1ış laboratuvarlar gerekn1ektedir. Oyle sanıyorum ki, bilinçdışında da durum buna benzer: Nesnelerin bilincimizin dışındaki gerçek durumunu nesnel yöntemlerden yararlanarak belirleyebiln1en1iz için, yine elin1iz­ de bir laboratuvarın bulunn1ası zorunludur. Dolayısıyla, bu kon­ ferans dizisinde bilinçdışına ilişkin sözlerin1, böyle bir arka pla­ nın varlığı göz önünde tutularak değerlendirilmelidir. Konuş­ n1aların1da bir ''sanki'' sözkonusu olacaktır her vakit; bunu hiç unutn1an1anızı sizlerden rica edcceğin1. Kaldı ki, bilinç dediğin1iz yeteneğe bazı sınırlar konn1uştur; belli bir andaki içeriklerin ancak birazını alıp kendisinde sakla­ yabilir; öbür içerikler ise bilincin1izin dışında kalır. Dolayısıyla, kesintisiz bilinçli bir dünyayı tasarlayabilmemiz ve genel bir ilişkiler örgüsünün varlığını algılayıp kavran1an1ız, ancak söz­ konusu bilinçli anlık algılamalar'ın birbirini izlen1esiyle ger­ çekleşebiln1ektedir. Bütün'ü tek bir andaki algılann1ızla algıla­ yabiln1en1iz olanaksızdır, bunu başaran1ayacak kadar sınırlıdır bilincin1iz. Her an gözlerin1izle kucakladığın1ız alan, o andaki ışığın aydınlattığından öteye geçmez. Dünya'ya sanki daracık ••

'

••

12

bir yarıktan bakarız ve yarık ancak bütün'den küçük bir kesiti algılaman1ıza olanak verir. Dünya'run geri kalan bölümüyse, ka­ ranlıklar içinde saklı yatıp algılamaların1ızd·an kaçırır kendini. Bilinçdışı ülke devcileyin boyutlarla donatılmıştır, uzayıp gider kesintisiz. An1a bilinçli ülke, sürekli algılan1a ve kavran1aları­ mızın her an yeniden oluşturduğu sınırlı bir alana benzer. Bilincin1izin temelini, geniş ölçüde, dış dünya'ya ilişkin algıla­ ' rımız ve bu dünyada kendimize bir yönelim (oryantasyon) sağ­ lama yolundaki çabalarımız oluşturur. İlk atalarımız zamanında 8 ciltte bir duyu organı olabilecek ektoderm kökenli beyindedir belki bilincin yeri. Bilincin beyne yerleştirilmesi, belki onun du­ yusal ve yönelimsel (oryantasyonla ilgili) işlevinin sonucudur. Dolayısıyla, onyedinci ve onsekizinci yüzyıl İngiliz ve Fransız ruhbilimcilerinin bilinci duyusal algılamalara bağlayarak, sanki bilinci salt burılar oluşturuyoııııuş gibi davrarlillası yersiz değil­ di. Sözkonusu davranışı şu ünlü söz pek güzel dile getiııııekte­ 9 dir: ''Nihil est in intellectu quod non fuerit in sensu '' Çağdaş ruhbilimde de benzeri görüşlerin varlığını saptamaktayız. Omeğin f'REUD, duyusal algılan1aları bilincin kaynağı diye göster­ mese bile, bilince bilinçdışının kökeni diye bakar. Bu da yine daha önce sözü edilen ussal tutumun sonucudur. Oysa benim için durum karşıtıdır bunun. Bana göre, ilkin ortada bilinçdışı vardır kuşkusuz ve bilinç, bilinçsiz durumdan gelişip ortaya çıkar. Çocukluğumuzun ilk dönen1lerindeki yaşayı,şımız bilinçsizdir; en önemli içgüdüsel işlevler bilinçsiz çalışır, bilincin önce bilinçdışı tarafından oluşturuln1ası zorµnludur çünkü. Ancak, bu sürecin gerçekleşmesi alabildiğine yoğun çabalann göstetiln1esine bakar. Bilinçli yaşamak çetin bir iştir, bezgirıliğe dek götürebilir insanı. Bilincin geliştiriln1esi, adeta doğaüstü bir uğraşın ürünüdür. Omeğin, ilkellerde saptayabiliriz bunu: Kendilerine en ufak bir istek yönetiln1eye görsün, hatta kimi vakit böyle bir şeye bile gerek kalmadan ''varlıklarının bilincini'' yitirirler ansızın. ••

-

••



13

Bir köşede saatler boyu pinekler, ''Ne düşünüyorsun?'' diye so­

rulduğunda gücenip alınırlar; çünkü: ''Aklından zoru olan düşü­

nür, böylelerinin kafasında düşünce bulunur, biz düşünmeyiz,"

derler. Düşündüler mi, bunu karınları ya da yürekleriyle yaptık­

lannı sanırlar. Kin1i zenci kabileleri, düşüncelerin karında yaşa­

dığına inanır; çünkü karaciğer, mide ve bağırsak gibi organların çalışmasını bozan düşünceleri algılarlar yalnız. Başka bir deyiş­

le, ancak en1osyonal tasarın1lann bilincindedirler. Duygu ve he­

yecanl�ra, her vakit, algılanabilecek güçte fizyolojik olaylar eş­

lik eder. Pueblo10 kızılderilileri, bir ara bana tüm Amerikalılar

için kaçıktır demiş, ben biraz şaşırıp nedenini sorunca şöyle -

söylemişlerdi: ''Kafalarıyla düşündüklerini ileri sürerler çünkü.

Oysa noııııal hiç kimse kafasıyla düşünmez. Biz, yüreklerimizle '

düşünürüz." Anlaşılıyor ki henüz bu insanlar, karın zannı (diyafram;

phren=us,

ruh) ruhsal etkinliğin .merkezi gören Homer

çağında yaşamakta, yani ruhsal yetileri (melekeleri) organizma

içerisine dağıtırken bizden başka türlü davranmaktadır. Bizim bilinç görüşün1üz ise, düşünceye yüce kafalarımızın içerisinde yer verir. Pueblo kızılderilileri, emosyonlann (duygu ve heye­

can) kaynağını bilincin kaynağı sayar, soyut düşünce diye bir

şey bilmez. Güneşe tapan bu insanlara, bir ara, davranışlarının

yanlışlığına ilişkin olarak Augustinus11'un kanıtından söz açmış ve: ''Tanrı güneş değil, güneşi yaratandır!12'' demiştim. Ama

onlar ileri sürdüğüm kanıtı benimsemeye yanaşmamıştı, çünkü duyu ve duygularının dışına çıkacak yetenekte değillerdi. Bilinç

ve düşüncenin yeri diye kalbi bellemişlerdi. Oysa bizim için, ruhsal etkinlik hiçbir anlam taşımaz. Bizim görüşümüze göre,

düş ve düşlemlerimizin (fantazya) kaynağı ''çok derinlerde'' saklıdır. Bu yüzdendir ki, bir

alt bilinçten

lerden söz açmaktayız.

ve bilinçaltı nesne­

Ruhsal yetilerin (n1eleke) organizma içerisine yerleştiriln1esin­ de bize tuhaf gelen böylesine bir tutun1, ilkel denen, an1a ilkel­

likle hiçbir alıp vereceği bulunmayan psikolojilerde büyük rol

oynar. Örneğin, •

14

13 Tantra-Yoga' da

ve Hint felsefesinde ruhun

katmanlanna ilişkin alabildiğine titiz sistemler geliştirildiğini, ruhsal katmanlan apışarası (perine) ile baş arasında çeşitli böl­ gelere dağıtıldığını görürüz.

Chakras

adı verilen bu merkezler

yalnız Yoga öğretilerinde bulunmamakta, eski Almarı alşimist­ lerinin Yoga öğretisinden habersiz doğduğu kuşku götümıeyen yapıtlannda da karşımıza çıkmaktadır. Kendisiyle bağlantı kurabileceği bir ben yoksa, hiçbir şeyin bi­ linçlilik kazanamayacağı, bilinç açısından çok önemli bir nokta­ dır. Ben'le bağlarıtı kuramayan hiçbir şey, bilinçlilik özelliğine kavuşamaz. Dolayısıyla bilinci, ruhsal süreçlerin ben'le ilişkisi diye tanımlayabiliriz. Peki ama, ben nedir? Ben, vücudumuzun,

-

bir başka deyişle ''varlığımızın'' özellikle genel algılamalanndan ve belleğimizin içeriklerinden oluşan bir yapı kompleksidir.

İnsanın, geçmişte yaşamış olduğuna ilişkin bir düşüncesi ve bel­ leğinde bir dizi anısı bulunur hep. Bu iki etken, ben adını verdi­ ğimiz nesnenin temel taşlandır. Dolayısıyla, ben için, ruhsal sü­ reçlerin oluşturduğu kompleks bir yapıdır diyebiliriz. Bu yapı kompleksinin büyük bir çekim gücü vardır, mıknatıs gibidir adeta ve bilinçaltından, bizim tümüyle bilgimiz dışında kalan o karanlık bölgeden kimi içerikleri çekip kapsamına alır. Ayrıca, dış dünyadan çeşitli izlenimler çeker kendine. Ben'le aralarında bağlantı kurulabilen izlenimler bilinçlilik kazanır; ben'le arasın­ da böyle bir bağlantı sağlanamayan hiçbir şey, bilinç alanında boy gösterenıez.

Yani kanımca, ben bir çeşit yapı kompleksidir. Kuşkusuz, bize

en yakın, bizim en sevdiğimiz bir komplekstir bu. Sürekli dik­ kat ve isteklerimizin orta noktasında yer alır ve bilincin kesin••

likle merkezini oluşturur. Omeğin, ben, şizofrenlerdeki gibi bir bölünmeye uğradı mı, her türlü değer ilişkisi yitip gider; nesne­ lerin istemsel yoldan reprodüksiyonları (yeniden üretimleri) ya­ pılamaz; çünkü merkezde bir bölünme gerçekleşmiş, ruhsal içe­ riklerden kimi ben'in bir parçası, kimi öbür parçasıyla bağlarıtılı duruma gelmiştir. Bunun içindir ki, şizofrenlerin bir kişilikten bir başkasına sıklıkla ve dolaysız olarak geçtiği görülür.

15

Bilincin bir dizi işlevi vardır. Bu işlevler. onun ruh dışı (ektop­ sişik) ve ruh içi (endopsişik) alanlardaki yönelimini sağlar.

dışı,

Ruh

bilincin içerikleriyle dış dünya izlenimleri arasındaki bağ­

lanblardan oluşan bir sistemdir, duyuların dış dünyadan ilettiği değişik duyun1lar karşısında benim nasıl davranacağımı göste­ ren bir yönelim (oryantasyon) sistemidir bu. '

Ruh içi,

ise, bilin-

cin kendi içerikleriyle bilinç dışında akıp gittiğini sandığımız içerikler arasındaki ilişkiler sistemi olarak niteleyebiliriz. İlkin ruh dışı (ektopsişik) işlevlerden söz açalım. Bir kez karşı­ mızda

duyum'u,

din1, Fransızların

duyusal işlevi buln1aktayız. Bundan, ben ken­

la fonction du reel dedikleri

şeyi, yani duyu­

sal işlevlerin aracılığıyla dış dünyadan bana iletilip benim tara­ fımdan filiılanan olayların tümünü anlamaktayım. Fransızların

la fonction du reel i '

,

öyle sanıyorum ki, bunu dile getirebilecek

en geniş kapsamlı deyimdir. Duyumlarım. bana bir şey

sında bulunduğumu

söyler, ancak bu şeyin

ne

karşı­

olduğunu açık­

lamaz ve başkaca bir bilgi veııııez bu konuda. bana ''bir şey karşısındasın'' der yalnız. Bundan sonra ilk karşılaşacağımız işlev. düşünce'dir. Bir filo­ zofa ''Düşünce nedir?'' sorusunu yöneltirseniz. size onu pek çe­ tin bir nesne diye tanımlay�caktır. Dolayısıyla, bu konuda hiç­ bir vakit soru soııııayınız kendilerine; çünkü düşüncenin ne ol­ duğunu biln1eyen tek kişi varsa, o da filozoftur. Filozoflar dı­ şında herkes bilir düşünceyi. Bir kimseye ''Hele bir düşünün ba­ kalım!'' deseniz. o kimse sizin söylemek istediğiniz şeyi çok iyi kavrar. An1a bir filozof, hayır! En yalın biçimiyle düşünce. bir

ne olduğunu

anlatır bize, nesneleri isimlerle donatır. Son­ 1 ra da bir kavran1 ekler bunlara; çünkü düşünce. algılama artı şeyin



yargıdır. (Aln1an ruhbilin1cileri,

apersepsiyon

deyin1ini kulla-

nır bunun için.) Konuşma dilinin kendisi için bir deyin1 içerdiği üçüncü işlev duygu'dur. Burada çok kişinin zihni bulann1akta, duygu'dan söz açmam bazı kişileri kızdım1aktadır. Çünkü, bunların �anısına göre, duygu üzerinde söylediklerim korkunç şeylerdir. Duygu-

16

lar. içerdikleri duygusal �on aracılığıyla nesnelerin değeri'ne ilişkin bilgiler sunar bize. Örneğin, duygularım, bana bir şeyin uygun ya da hoş olup oln1adığını söyler. Neyin benim için de­ ğer taşıdığını belirtir. Dolayısıyla, her algılama, her apersepsiyon, belli bir duygusal tepkiyle bağlantılı durumdadır. Duygularda duygusal bir tonun varlığını deneysel yoldan da kanıtlaya­ biliriz her vakit. Bu konuya ilerde yine döneceğiz. Evet, duygu üzerinde söylediğim ''korkunç şey''dir ve onun da düşünce gibi ussal bir işlev sayılacağıdır. Düşünen herkes. duymanın ussal bir işlev olmayıp, alabildiğine us dışı nitelik taşıdığından yüzde yüz emindir. An1a şu noktayı göz önünde tutunuz lütfen: Kim­ senin ruhsal�işlevlerin tün1ünde bir yetkinliğe (mükenımelliğe) kavuştuğu söylenemez. Düşünmede yetkinlik kazanan kişi, duy­ guda böyle bir aşamaya ulaşn1aktan uzak bulunur kuşkusuz: çünkü düşünn1e ve duyma aynı zamanda sürdürülen etkinlikler değil, karşılıklı birbirinin yoluna duran, birbirini engelleyen iş­ levlerdir. Yani, bir coşkuya kapılmaksızın salt bilimsel ya da fi­ lozofık doğrultuda düşünn1eye kalkıldı mı, tüm duygusal değer­ lerin düşünü eylemi dışında bırakılnıası gerekir. Bu yapılmadı da, insan duygusal değerlerin baskısını aynı zamanda üzerinde hissetti mi, yaprak bitlerinin sınıflandırıln1ası konusunda düşün­ mektense. özgür isten1 (irade) konusunda düşünmek yeğ tutulur belki. Duygu açısından bakıldığında ise, her iki işin yalnız nes­ ne değil, değer bakımından da birbirinden ayrıldığı elbet hiç kuşku götürmeyecek gibi ortadadır. Değer konusundaki tasa­ rımlar, zeka için bir ölçüt oluşturamaz: ancak vardır bu tasann1lar ve değerlendim1e önen1li bir işlevdir. Eksiksiz bir dünya gö­ rüşünün bütünleyici parçalarıdır değer yargılan. Bunları dikkate alnıamak, karşın1ıza birtakın1 güçlükler çıkarır. Duygunun çok­ ları için alabildiğine us dışı nitelik taşın1asının nedeni, kin1i ruh durumlarında akla geln1edik duyguların için1izde uyanabilmesi­ dir. Dolayısıyla. en başta bu ülkede yaşayan herkes, duygularını denetin1 altında bulundunnanın zorunluğuna yürekten inanır. Bunun da değerli bir özellik sayılacağını seve seve itiraf etn1ek •

17

isterin1. Sözkonusu özellik, İngilizlere karşı katıksız bir hayran­ lıkla doldurur içimi. Ancak, her şeye karşın duygular ruhumuz­ da sürdürür varlığını ve öyle insanlar bilirim ki, duyguları üze­ rinde şaşılası bir egemenlik kum1uştur, ama yine de duyguları kendilerini enikonu uğraştırır. Şin1di dördüncü işleve geçiyoruz. Duyun1larımız bir şeyin

lığını,

düşünce bunun

ne olduğunu

var­

haber verir bize, duygu ise

sözkonusu nesnenin bizin1 için taşıdığı değer'i belirler/ Ancak, •

bunların dışında. bir kategori daha sözkonusudur ki, o da zamandır, Bir geçmişi, bir de geleceği vardır nesnelerin. Bir yer-

••

lerden gelir, bir yerlere giderler; nereden gelip nereye gittikleri •

bilinmez, ama insanın içinde buna ilişkin bir sezgi uyanabilir ya da insaı1 buna ilişkin bir koku alabilir. Örneğin, sanat yapıtları ya da antika eşya alıp satan bir kimse belli bir yapıt ya da eşya­ nın 1 720 yılında büyük bir kişi tarafından yarauldığının koku­

sunu alabilir, ustalıklı bir çalışnıayla karşı karşı)1a bulunduğu sezgisi belirebilir ruhunda. Ya da hisse senetleri borsasının iler­ deki durumu bilinmese de. senetlerin yükseleceği insanın içine doğabilir. Bu da,

intuition

(sezgi) diye nitelenen, çokluk pey••

gamberlerde görülüp içyüz.ü açıklanamayan bir yetenektir. Orneğin hastanızın. sizden söylenn1esi pek güç bir şey sakladığını kesinlikle biln1ez, an1a bunu sezebilir, ''bana öyle geliyor'' ya da ''içimde öyle bir duygu var'' sözleriyle sezginizi açığa vurursu­ nuz; çünkü konuşn1a dili bu gibi şeyler için henüz açık seçik ta­ nın1lamlar içem1en1ektedir. Ama

intuition

deyimi İngilizce'de

giderek yerleşn1ektedir. Hani buna da şükrediniz; çünkü Al­ n1anlar hissetn1ek (emptinden) ve duymak (fühlen) arasında bi­

le bir ayrım yapan1an1aktadır. Oysa Fransızca'da başkadır du­ rum, ''midemde bir duygu'' var diyen1ezsiniz asla, daha çok bir duyumdan söz açabilirsiniz. Ingilizce'de de duyun1u ve duygu•

yu karşılayan çeşitli deyin1ler buluruz. Ama duygu ve

on

intuiti­

birbirine kolay karıştırılır. Dolayısıyla, benim burada yaptı­

ğını, nerdeyse yapay bir ayrın1dan başka şey değildir. Ancak, bilin1 dilinde böyle bir ayrıma başvuıı11ak, pratik nedenlerden

18

ötürü büyük önen1 taşır. Kin1i deyimlerle ne söylemek istediği­ mizi eksiksiz tanımlamamız gerekir; yoksa söylediğimiz anlaşıl­ maz, bu da ruhbilin1 için her vakit pek tatsız bir şeydir. Konu­ şurken ''duygu'' diyen kin1se, aynı sözcüğü kullanan bir başka­ sından belki büsbütün ayn bir anlan1ı dile getim1ektedir. ''Duy­ gu'' deyin1ine başvuran kimi ruhbilimciler, onu çokluk kötürün1leşn1iş düşünce diye gösterir. ''Duygu, bütünlük kazanman1ış düşünceden değişik bir nesne değildir'' sözü, ünlü bir ruhbilim­ cinin tanımıdır. Birincil (primer) bir nesnedir duygu, gerçek bir nesnedir: Bir işlevdir, dolayısıyla bir deyimle karşılanır dilde . içgüdülere dayalı usumuz, gerçekten var olan nesneler için söz•

cükler bularak ortaya kor. Yalnız ruhbilimcilerdir ki, varolma­ yan nesneler için de sözcükler uydururlar. Son tanımladığımız işlev, yani intuition hayli gizemsel (n1istik) bir şey gibi görünmektedir ve biliyorsunuz, pek çok kimse ''faz­ la mistik'' biri gözüyle bakar bana. İşte şimdi sizlere kendi n1is­ tisizn1imin bir parçasını sunmuş bulunuyorun1. Sezgi (intuition), köşe başlarını görmemizi sağlayan bir işlevdir; ge.rçekte olana­

dığı yoktur böyle bir şeyin, an1a sezgi insan için bu ödevi yerine getirir ve insanlar güvenir sezgiye. Bildiğin1iz dört duvar arasın­

da noııııal bir yaşan1, sürülüp alışılagelmiş işlerle uğraşıldı mı, genellikle kendisinden, yararlanılmadan kalır sezgi yetisi. An1a

ister borsada, ister Afrika'nın göbeğinde olsun. insan sezgilerine ••

gerçek nesneler gibi gereksinim duyar. Omeğin. izlediğiniz yolun daha ilk dönemecinde fundalıktan karşınıza bir gergedan n11, yoksa bir kaplan n11 çıkacağını önceden kestiremez, an1a se­ zebilirsiniz; bu da kimi durumlarda insanı ölüınden kurtarabilir. Oı1un içindir ki, doğa koşullarında yaşayan insanların, sezgile­ rinden pek geniş ölçüde yararlandıklarını görürüz. Şimdiye dek, biln1cdiğimiz alanlarda kendilerini tehlikeye atan kimseler ve birbirinden büsbütün değişik alanlarda öncü rolünü oynayan ki­ şiler için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Kaşifler ve yargıçlar, çok­ luk sezginin yol göstericiliğine bırakır kendilerini. Biln1ediği durun1larla yüz yüze gelen insan, karşısında tutunabileceği her-

19

kesçe benin1senn1iş birtakım değerler ya da sağlan1 kavramlar bulan1adı mı. yardımına sığınacağı tek şey kalır ki. o da sezgi­ dir. Sizlere sezgi denen işlevi elden geldiğince anlatmaya çalıştın1, ama belki pek iyi başaramadım bunu. Bana sorarsanız, sezgi gerçekte duyuların değil, daha çok bilinçdışının aracılığıyla sağlanan bir algıdır. İşi bu kadarda bırakıp, sözlenme yalnız şunları eklemek isterim: ''İlgili algının nasıl gerçekleştiği konu­ sunda bilgim yoktur.·· Bir kiı11senin de gerçekte bilemeyeceği bir şeyi nasıl bildiğini açıklayamayacak. böyle bir bilgiye nasıl ulaştığını söyleyemeyeceğin1. Ama kendisi bilir bunu ve buna ••

göre davranır. Omeğin, kehanet kapsamına giren düşler, telepatik olaylar vb. sezgi kapsan1ına girer. Sezgiyle sık sık karşılaş­ makta ve böyle bir yeti'nin varlığına kesinlikle inarunaktayım. Sezgisel olaylan ilkellerde de gözlemleyebilmekteyiz. Bilinci­ mizden içeri girebilecek gücü gösteremeyen duyusal izlenimler gibi bilinç eşiği altında ·geçen bu tür algılamaları, dikkatimizi kendilerine yönelttik mi. dört bir yanda saptayabiliriz. Omeğin, ••

kriptomnezi'14de

ansızın bilincimizde bir şey boy gösterebilir

ya da rastlantı sonucu işitilen bir söz düşünsel bir süreci devini­ n1e geçirebilir. An1a bütün bu durumlarda bilinçte kendilerini

açığa vurana kadar bilinçsiz kalan bir nesne sözkonusudur ve böyle bir nesne, bizde sanki gökten düşmüş izlenimi uyandırır, Almanca'da sözü edilen olaya usagelim (Einfall) denir, yani bir şey bir yer'den çıkarak bir kimsenin usuna ''gelmektedir." Ba­ zen bir vahyi andırır bu. Gerçekte ise sezgi pek doğal bir işlev­ dir. düpedüz nom1al bir olgudur. reel nitelik taşımadığı için bel­ li bir nesneyi algılayan1adığın1ız ya da düşünemediğimiz veya duyarriadığıinız zan1anlar hemen yardın1ımıza koşup boşluğu ••

kapatn1asından ötürü varlığı gereklidir. Omeğin. geçmiş artık gerçekliğini yitirdiği gibi. gelecek de sandığın1ız kadar gerçek nitelik taşımaz. Dolayısıyla. köşeyi dönerken geride bıraktığı­ mız kimi nesnelere ilişkin bazı bilgileri bize sağlayan bir işlev••

den bizi yoksun bırakmadığı için Tann'ya şükretmeliyiz. Ome-

20

ğin. daha önce hiç karşılaşmadıkları durumlarla sık sık karşıla­ şan hekimler, sezgiden pek bol ölçüde yararlanırlar. Yerinde ko­ nan kin1i tanı (teşhis), işte bu ''gizsel'' işlevden kaynaklanır. Ruhsal işlevler, genellikle isten1'in denetimi altında bulunur ya da bulunduğu umudunu besleriz. Çünkü özerklik içinde (otono­ n1i) olup biten her şey korkutur bizi. Ruhsal işlevler istemin (irade) denetimi altında bulunursa, gerektiğinde aralarından bi­ rini ya da ötekisini devre dışı bırakabiliriz, bir seçime gidebilir aralarında, bunları baskılayabilir ya da bir yoğunlaştınna eyle­ minden geçirebiliriz; kısaca güttüğümüz amaca ve istem gücü­ müze dayanarak yönetebiliriz bunları. Gelgelelim, sözkonusu işlevler, bizin1 istemediğimiz bir biçimde de çalışır; yani bizim hesabımıza düşünüp, bizim hesabımıza duyma işini görürler. Hatta pek sık başvururlar bu yola ve elimizde onları durduracak bir güç yoktur. Bazen de ruhsal olaylar bilincin dışında sürdürür ••

işlevlerini, dolayısıyla ne yapıp ettiklerini hiç bilemeyiz. Omeğin, bilinç dışında gerçekleşmiş bir duygu sürecinin ürünü ansı­ zın çıkıverir karşımıza. Böylesi durun1larda biri kalkıp şöyle di­ yebilir: ''Evet! Bir şeye hırslanmış ya da alınn11ştınız. Onun için şöyle şöyle tepki gösterdiniz.·· Belki siz işi hiç farketmen1işsi­ nizdir, ama yine de pekala sözkonusu olabilir böyle bir durun1. Ruhsal işlevlerin, duyusal işlevler gibi kendilerine özgü enerji­ leri vardır. Duyguyu, düşünceyi ya da öbür işlevlerden birini ••

alıp düpedüz devre dışı bırakan1azsınız. Omeğin bir kimse; ''Ben düşünmek isten1iyorum'', diyen1ez; düşünmesi önüne ge­ çen1eyeceği bir etkinliktir. Bunun gibi bir kin1se çıkıp: ''Ben duyn1ak isten1iyorum'' da diyemez; herkes duyar, çünkü her iş­ levin içerdiği enerji, kendine bir dışavurun1 sağlamak için zorlar insanı. sıkıştırır, bir başka işlevle değiştiriln1esine olanak tanı­ maz. Kimi yeğlen1elerde bulunabiliriz kuşkusuz. Düşünsel yeteneği iyi gelişn1iş kişiler, nesneler üzerinde düşünmeyi sever ve dü­ şünsel işlevlerinin aracılığıyla çevrelerine uyun1 sağlarlar. Duy­ gusal işlevleri iyi gelişn1işler ise, toplun1da kendilerini rahat his-

21

sederler ve hayli yüksek aşamada bir değerlendiııııe yetenekleri vardır. duygusal durun1ların yaratıln1asında gerçekten ustadırlar ve böylesi durun1lardan kaynaklanır yaşamaları. Ya da gözlen1 •

gücüne diyecek oln1ayan biri, başlıca duyusal işlevinden yarar­ lanır ve bz. Bu ten1el işlevler. herkesi kendi özel psikolojisiyle ••

donatır. Omeğin, en çok düşünceden beslenerek yaşan1ını sürdüren kişi başkalarıyla karıştırılmayacak bir tiptir ve böyle bir tipteki duygusal işlevin durumunu tasarlamak güç değildir. bü­ şünn1enin temel işlev niteliği taşıdığı yerde ise, duygu yeteneği ister istemez yetersiz durumdadır. Aynı savı öbür üç işlev için de ileri sürebiliriz. Bunu. izin verirseniz. bir şen1a üzerinde da­ ha yakından açıklamak isterim: Şemada ruhsal işlevlerin haç bi­ çiminde bir çizin1ini �örüyorsunuz (Şema 1 ). Ortada, belli dü­

zeyde bir enerjiyi. yani istemsel gücü eli altında bulunduran

ben

(l) yer almaktadır. Düşünsel tiplerde, bu istemsel güç, dü­

şünce üzerine yöneltilebilir. Duyguyu şemanın alt ucunda gös­ tereceğiz; bunun da nedeni, düşünsel tiplerde yetersiz bir işlev olmasıdır. Yetersizliği de. düşünürken duyn1arun, duyarken dü­ şünn1enin devre dışı bırakılmasından kaynaklann1aktadır. Dü­ şünmeyi hepsinden çok aksattıkları için. düşünürken duygusal ••

işlev ve duygusal değerlendim1e bir yana bırakılır. üte yandan. duygusal bir yaşan1ı sürdürenler, düşünceyi bir kenara iter. bu da yerinde bir davranıştır: çünkü birbirini karşılıklı etkisiz kılan işlevlerdir bunlar. Şin1diye kadar çok kin1se. bana düşünce ve duygularının aynı ölçüde gelişmişliğinden söz açn1ış. an1a ben söylenene bir türlü inann1an1ışımdır. çünkü karşıt iki işlevi bir­ birine denk bir yetkinliğe ulaştırıp. bunları aynı zan1anda el al­ tında bulundum1ak akıl alacak gibi değildir. Aynı şeyi duyun1 (ihsas) ve sezgi için de söyleyebiliriz. Bu iki işlevin birbirine karşı durun1ları nasıldır'? Bir yandan nesnel olaylan gözlen1leyjp, beri yandan bir başka durun1u gözlen1 konusu yapan1ayız. Duyun1 işlevi ağır basan bir insanda, .dikkatle •

baktığı_n1ız zill 11an. göz eksenlerinin birbirine yaklaşıp_9ir nok­ tada çakışn1a eğilin1i gösterdiğini saptayabiliriz; oysa sezgisel -

22

.

D

F

Şenıa 1: İşle11Jeı·: D düşüııce, E duyunı, F duygu, ı �·ezgı. kimselerin yüz ifadeleri ya da gözleri incelenirse, bakışlarının nesneleri yalnız şöyle bir yalayıp geçtiği farkedilir. Bu gibileri,

alıcı gözle nesnelere bakn1az, daha çok nesnelere ışık düşürür. Onlardaki zenginliği kendi içlerine aktarır; algılarının çeşitlili.

ğinden de görüş alanlarının sınırına .belli bir nokta gelip oturur ..

ki, bu da sezgidir. Gözlerindeki ifadeye bakarak. bir kin1senin

sezgisel tip içine girip giııııediğini belirleyebiliriz çokluk. Sez­

gisel kişi. genellikle ayrıntılara dilçkat etn1cz. Karşılaştığı duru­

mu bütünüyle içine aktarmaya çalışır hep; derken bu bütünlük­

ten bir şey ansızın fırlayıp öne çıkar. Duyun1sal tip, nesneleri

nasılsa öyle görür; bir sezgi gücünden yoksundur. çünkü duyum

ve sezgi bir arada çalışamaz. Bir işlevdeki ilke öbür işlevdeki il­

keye aykırı düşeceğinden. böyle bir çalışn1anin kolay gelinemez üstesinden. Dolayısıyla. her ikisini şen1ada birbirine karşıt işlev­ ler diye gösteriyorum.

23

Bu basit şemadan kalkarak insan bilincinin yapısına i lişkin pek önen1li bir yığın sonuç çıkarabiliriz. Omeğin, bir kişide düşün••

n1e gücü pek gelişmişse, duyn1a gücü gelişmen1iş nitelik taşıya­

caktır. Peki. nedir bunun anlan1ı? Böylesi kin1selerin bir duyn1a

gücüyle donatıln1adıklan anlamını n1ı taşımaktadır bu? Hayır,

tersine! Hatta bunlar bir başkasına: ''Benin1 duygularım çok güçlü. Çok ateşli ve en1osyonel bir kimseyim'', diyebilir. Bu gi­

bileri en1osyonlarının cazibesi altında yaşar, emosyonlannın

egen1enliği altında bulunur; hatta kimi zan1an bu en1osyonlar çullanır üzerlerine. Omeğin, profesörlerin özel yaşan1lannı in••

celemek pek ilginçtir. Entellektüel bir adan1ın evdeki davranışı­ nı gerektiği gibi bilmek i stiyorsanız. eşine sorunuz; onun size anlatacağı bazı şeyler bulunacaktır.

Duygusal tipte ise durum tersidir. Bu tipte noı·ııı al gelişebilmiş kişiyi, düşünceler rahatsız etn1eyecek pek, anla nevrotik bir ni.



.

.

.

.

-

-

-

telik kazanır kazanmaz rahatını kaçırn1aya b(lşlayacaktır. Böyle bir kişide düşünce saplanti karakteri gösterecek, nevrozlu kişi

bazı saplantı-düşüncelerden yakasını kurtaramayacaktır. Pek

nazik bir insandır an1a, şaşılası inanç ve görüşlere kaptım1ıştır kendini. Düşüncesi yetersiz bir nitelik taşı r. düşüncelerin tutsa­

ğı olnıuş. belli düşüncelere gelip takılmıştır. Doğru dürüst usa­

vurunı gücünü gösterenıediği için de bu düşünceleri üzerinden silkip atanıanıaktadır. Düşünceleri esnekliğini yitimıiş, yerin-

den oynatıln1az duruma gelnıiştir. üte yandan, bir entellektüel: ••

''Ben böyle hissediyorum'', der geçer. Bu söz karşısında da

akan sular durur. Duygusal tip, duygulan kendisine ateşten

gönılek olduktan sonra bunların elinden yakasını kurtarabilir ancak. Yoksa birtakıııı kanıtlara başvurarak böyle bir kişiyi içi­

ne gönıüldüğü duygulardan çekip çıkarnıarun yolu yoktur. Eğer

çekilip çıkarılabiliyorsa. henüz duygu işlevi taı11 anlan1 ıyla ge­ lişn1en1iş dcnıektir. Duyun1sal ve sezgisel tiplerde de benzeri

bir durun1la karşılaşırız . Sezgisel tip, kendini nesneler realitesi taraı·ınd_� sürekli sıkıştınln1ış görür: realite açısından başarısız

biridir: yeni yaşan1 olanakları arkasında koşar ourur hep. �ir

24

tarlayı sürüp eken, ama ekinlerin yeşermesini beklemeksizin ye­

ni bir tarlaya doğru yola koyulan bir insan gibidir. ardında sürü­ lü tarlalar, önünde yeni umutlar vardır hep; hiçbir isteğini gerçe­

ğe dönüştüremez. Duyun1sal tip ise aynln1az nesnelerden, karşı­ sında bulduğu realitenin içinde kalır. Bir şeyi ancak gerçekse

doğru görür. Oysa sezgisel tip için he anlam taşır gerçek? Du­ yun1sal tip için taşıdığı anlamın tan1 tersini. Sezgisel tip, realite­

nin yerinde bir başka şey bulunmasını ister. Duyumsal tip ise,

karşısında somu� bir realite, çevresinde dört duvar bulamadı mı,

kendini hasta sayar. An1a bir sezgisel tipi dört duvar arasına ko­

yup yaşamasını isteyiniz; buradan nasıl edip kurtulacağından

başka bir düşünceye kafasında yer veııneyecektir. Sezgisel tip için şu ya da bu durum, yeni olanaklara yelken açabilmek için

bir an önce kurtulması gereken bir tutukevidir.

B u tür ayrımların ruhbilimin pratiğinde oynadığı rol büyüktür.

Hani inanınız bana. insanları birtakın1 çekmecelere yerleştiriyor •

da, üzerinde pek düşünmeksizin: ''Bu sezgisel tiptir'', ''o düşün­ sel tiptir'' gibi bir şey söylen1iyorum. Çokluk sorarlar bana: ''Fa­

lan ya da filan kimse düşünsel tip değil midir?'' Ben şöyle yanıt­

larım: ''Biln1en1, hiç düşünn1edim''. Ve doğrudur da. İnsanları

çeşitli kategorilere ayırıp etiketlerle donatmak saçn1alıktır. Ama önünüzde realite dünyasından gelen zengin bir nlalzeme v arsa, kendinize bir yönelim (oryantasyon) sağlayıp, topluca bir bakışı

kolaylaştıııııak üzere ister istemez ayırıcı birtakım özellikleri belirlemeniz gerekir. Abartmaya kaçmadan diyebilirim ki. eli­ min altındaki deneylerden kaynaklanan malzen1eyi şu ya bu bi­

çin1de bir düzene sokmak. sözkonusu nlalzen1e özellikle bir ruhsal bozukluk veya karn1aşa içindeki kişilerden oluşuyor ya

da böyle kişilerin durumlarını bir başkasına anl atn1am gereki-

yorsa. alabildiğine önen1 taşır benin1 için. Omeğin, bir kadının ••

davranışını kocasına ya da bir kocanın davranışını kansına açık­

lan1an1 gerekti mi, böyle nesnel ölçütlere başvurmam pek yarar sağlar. Yoksa: ''Kocanız diyor ki'' ya da ''Karınız diyor ki'' den

başka bir şey bulup söylemek olanaksızlaşır.

25

Genellikle yetersiz işlevde, bilinçli geliştirilip olgunlaştırılmış işlevdeki özellikler yoktur. Genel olarak istem (irade) tarafın­ dan yönetilebilen bit işlevdir bu. Düşünsel tip, düşünmesini is­ teminin öncülüğünde yürütebilen, düşüncelerini denetim altında tutabilen biridir; belli düşüncelerin tutsağı değildir, başka dü­ şiincelere de yer verebilir kafasında. ''Bundan ayn bir şey düşü­ nebilirim. bunun karşıtını düşünebilirim'', diyebilecek güçtedir. Duygusal tip ise böyle bir yetenekten yoksundur, çünkü düşün­ celerinin elinden kurtaran1az yakasını. Düşünceleri kendisini egemenliği altında bulundurur, daha yerinde bir deyişle kötü •

ruhlar gibi içine girip yuvalanmıştır. Onun için bir �arpıcılığı vardır düşüncenin; dolayısıyla, yüreğine korku salar. Düşünsel tip, duygularının kendisini egemenliği altına almasından çeki­ nir; çünkü arkaik nitelik taşır duygulan, kendisi de arkaik bir •

insan durumundadır: Yani emosyonlannın zavallı bir kurbanıdır. İlkellerde rastlanan alabildiğine kibarlığın nedeni de budur: İlkeller. hen1cinslerinin duygularını incitmen1eye büyük özen gösterir, çünkü tersi davranışın kendileri için tehlikeler doğura­ bileceğine inanırlar. Hani bi:z.im gelenek ve göreneklerin1izden ••

pek çoğunu da bu arkaik nezaketle açıklayabiliriz. Omeğin, bir kimsenin eli sıkılırken, sol el cepte sokulu tutulmaz ya da arka­ da saklanmaz, elde bir silah bulundurulmadığının karşıdakine kanıtlann1ası gerekir çünkü. Ortadoğu'da el uzatılıp avuç içleri yukan gelecek gibi açılarak verilen selan1, ''Ellerimde bir şey yok'' anlamını taşır.

1 Kotau 5

biçiminde selam verilirken, baş

karşıdakinin ayağına dek eğilir ve böylelikle ne kadar savunma­ sız durumda bulunulduğu selan1 verilene anlatılmak, dolayısıyla selan1 verilenin selam verene bütünüyle güvenebileceği belirtil­ n1ek istenir. Davranış biçimlerindeki sin1geleri ilkeller üzerinde çok iyi inceleyebiliriz; aynca, ilkellerin hemcinsler!Iıden kork­ n1alannın da yine anlaşılmayacak yanı yoktur. Nitekim biz de kendi yetersiz işlevlerin1iz karşısında onlarınkine benzer bir korku duyarız. Düşünsel tipteki birinin bir başkasına gönlünü kaptırn1aktan ne denli ürktüğünü gördünüz mü, ilkin bunu pek

26

budalaca bulursunuz. Ama kimbilir, belki böyle bir kimsenin korkmak için haklı nedenler vardır elinde; birine gönlünü kap­

tırdı mı, pek büyük olasılıkla cidden aptalca davranacaktır. Böy­

le bir durumda duygulan kendisini egemenliği altına alacak, bu

duygular da yalnız arkaik ve tehlikeli bir kadın tipine yönele­

cektir. B u yüzdendir ki, bazı entellektüeller kendi aşamalannın altındaki kadınlarla evlenmeye eğilim gösterir. belki evlerinde

oturduk.lan pansiyoncu kadının, belki bir hizmetçinin eline dü­

şerler. Gerçekte içlerindeki arkaik duyguların oyununa gelir,

ama bu duygular konusunda kendi kendilerine hesap vermeye yanaşmazlar. Dolayısıyla, korkmakta haklıdırlar; çünkü duygu­

lan felaketlere sürekleyebilir kendilerini. Düşünsel alanda ise

hiçbir saldın onları yerlerinden oynatamaz. Düşünsel alanda •



güçlü ve bağımsızdırlar; ama duygusal yoldan etkilenebilip ege-

menlik altına alınabilir, aldatılıp sömüıillebilirler. Hani kendile•

ri de pek iyi bilirler bunu. Dolayısıyla, bir entellektüeli hiçbir

vakit duyguları içine sıkıştıııııamak gerekir. Böyle bir durun1da,

entellektüel, duygulannı adeta demir yumruğuyla baskılayacak­

tır; onlann kendisi için ne tehlikeler yaratacağını bilir çünkü.

Bu yasayı tün1 işlevler üzerinde uygulayabiliriz. Yetersiz işlev.

her vakit kişiselliğin arkaik bir yönüyle bağlantılıdır. Yetersiz işlevler bakımından hiçbirimizin ilkellerden kalır yanı yoktur. Ancak işlevlerimiz gelişip olgunlaştığında uygar insanlar duru­

n1una gelir, özgür istem (irade) gibi bir yetiye kavuşuruz. Yeter­

siz işlevlerde ise özgür isten1e yer yoktur. Açık bir yara gibidir yetersiz işlev ya da en azından açık bir kapı gibidir, her şey ora­

dan dalıp girebilir içeri .. Şin1di de bilincin

endopsişik

(ruh içi) işlevlerine bir göz atalın1.

Buraya kadar sözünü ettiğimiz i şlevler. dış dünyayla ilişkileri­

n1izde kendin1ize bilinçli bir yönelin1 (oryantasyon) sağlayabil­

n1e olanağını verir bize ya da bu yoldaki çabalarımızı destekler.

Ancak ben'in altındaki nesnelerle ili şkilerimizde sözü geçmez

bu işlevlerin.

Ben,

bilincin yalnız küçük bir parçasıdır; karanlık

nesnelerin okyanusunda yüzer durur. Karanlık nesneler, içsel

27

nesnelerdir. İç tarafta, tiilincin bir çeşit kenar bölümünü oluştu­

rarak ben'i çevreleyen ruhsal bir katman yer alır. İzin verirse­ niz, bunu sizlere bir şen1a üzerinde açıklamak isterin1 . (Şema 2). -A

B-

c

D

.A

-

�·ema 2: Ben Tutalım ki, AA bilinç eşiğidir. O zan1an D bilincin ektopsişik (nih dışı) dünyayla, yani sözünü ettiğin1iz işlevlerin egen1enliği altındaki dünyayla ilgili parçasıdır. C ile belirtilen bölgede ise.

gölge dünya bulunmaktadır. Oraya yaklaşıldıkça, karanlık bir

nitelik kazanır ben, o tarafı görebilme gücün1üz yoktur, dolayı­

sıyla bizler, kendi kendin1iz için hep bir biln1ece durumunu ko­

ruruz. ancak D'deki ben'i bilir, C'deki ben'i tanımayız. B u yüz­

den, kendi varlığımızda sürekli bir şeyler bulgulayıp dururuz.

Hemen her yıl kendimize ilişkin şimdiye dek bilmediğin1iz ki­

n1i gerçekleri ele geçiririz. Her defasında bu yöndeki bulgula­ n1alann sonuna vardığımızı sanar. oysa yanıldığımızı anlanz.

Şu ya da bu ya da daha başka bir şey olduğumuzu aralıksız sap­

tar durur. bu arada alabildiğine şaşılası olaylar yaşanz. Söyle­

nenlerden anlaşılacağı gibi. hfili kişiliğin1izde bilinçsiz bölün1-

ler, henüz oluşunı sürecinde bulunan parçalar yer alır. Gelişin1i­

n1iz henüz sona ermiş değildir: bir büyümeyi yaşar. kendimizi

değiştiririz sürekli. Yine de bir yıl sonraki kişiliğin1iz bugünkü

varlığın1ızda saklı yatar, anıa gölgeler içindedir, seçilmez he-

28

nüz.

Ben,

sinen1 a perdesi üzerinde kayıp giden görüntüleri andı­

rır. Gelecekteki kişiliğin1iz henüz kendini açığa vurman11ştır an1 a, biz ona doğru bir kez yola çıkmışızdır, ansızın yarınlarda

saklı bu yaratıkla yüz yüze geliriz. Kuşkusuz böyle bir durum,

ben'in k aranlık yakası için sözkonusudur. Hal ve geçmişte ne

olduğumuzu biliriz de, ilerde ne olacağımızı kestiremeyiz.

Ruhun iç kesiminde yer alan (endopsişik) işlevlerden ilki

lektir.

bel·

Bellek ya da reprodüksiyon (yeniden üretim) işlevi, bi·

lincin1izden yitip gitmiş. bilinç eşiğinin altına kaymış ya da biı

yana itilerek uzaklaştınln1ış nesnelerle bağlantın1ızı sağlar. Bel­

lek ya da anımsama dediğimiz şey, bilinçsizleşmiş içerikleri ye­ niden üretme gücüdür; bilincimiz ve belli bir anda bilincimizde arayıp bulamadığımız bilinçli içerikler arasında sağladığı il işki

bakımından açık seçik saptanabilen ilk işlevi oluşturur.

Ruh içi (endopsişik) ikinci işlev, çetin bir sorunla ilgilidir. Bu­

rada karanlıklara dalar, ayaklarımızın altındaki zeminin kayıp gittiğini hissederiz. Karşımızda

bilinçli işlevlerin öznel

bileşen­

leri (kon1ponentleri) bulunur. Hani i sterim ki , söyleyeceklerimi

açık seçik dile getirebileyin1 bu konuda. Onceden göııı1ediğimiz ••

bir insanla tanıştınız nlı, kafanızdan kuşkusuz ona ilişkin bazı düşünceler geçer. Ancak. düşündüklerinizi hemen kendisine

açıklamaya yanaşmazsınız. Belki öyle şeyler düşünürsünüz ki ,

hiç de doğru bir yanlan yoktur, gerçeğe uymazlar çünkü. Yani

kesinlikle öznel tepkiler diye nitelendirilebilecek düşüncelerdir.

B u çeşit tepkiler, kimi nesne ve durumlar karşısında da kendile­ rini açığa vurur. Hangi nesneye yönelik olursa olsun, bilincin iş­

levlerinden birinin devreye sokuln1ası, öznel i şlevlerin eşliğinde gerçekleşir hep. varlıkl arını az çok i stemeyerek kendi kendimi­

ze itirat· ettiğin1iz doğruluktan ya da kesinlikten uzak işlevlerdir tümü. Biz. bu tür nesnelerin için1izdeki akışını tatsız bir duy­

guyla algılar. ama hiçbirimiz o)llann egen1enliği altında bulun­ duğumuzu itirafa yanaşn1ayız. B unları gölgede bırakn1ayı yeğ­

leriz daha çok: çünkü böyle yaptık nlı. olup bitende bizin1 suçu­

n1 uz bulurın1adığı, pek nazik, dürüst. içten ve düpedüz iyi niyet-

29

li davrandığın1ız v .b. gibi bir sanı daha kolay uyanır için1izde. Böylesi sanıların doğruluğu üzerinde ne denli ısrarla ayak dire­ diğimizi biln1eyeniniz yoktur. Oysa insan hiç de böyle değildir •

gerçekte ; ruhunda bir yığın öznel tepkileri barındırır. ama onların kendi içinde varlığını itiraftan hoşlanmaz . Bu tepkilere öz­ nel bileşenler adını veriyorun1 ; hepsi de bizin1, kendi iç dünya­ n1ızla ilişkin1izde rol oynayan pek önen1li bileşenlerdir. Hani insan için çok nazik bir konudur bu. Ben' in gölge yanıyla uğraş•

n1anın aşın tatsızlığı da buradan ileri gelmektedir. Kendi gölge yanın1ızın karşısında seve seve kaparız gözlerimizi; dolayısıyla, uygar toplun1un1uzda gölgelerini tün1üyle yitiıııı i ş pek çok kişi yaşan1aktadır: gölge yanlarını kaldırıp atn1ışlardır bir kenara. Ancak iki boyutlu bir yaşamı sürdürürler; üçüncü boyutu, dola­ yısıyla çokluk bedenlerini elden çıkaıııı ışlardır. B eden, bu in­ sanlara sorarsanız pek kuşkuyla bakıl acak bir dosttur; çünkü hiç değer vem1ediğin1 iz nesneleri çıkarıp serer önümüze; bedeni il­ gi lend i rip üzerinde konuşulan1ayacak hayli şey vardır. Çokluk, bu bensel gölgenin kendini son1ut olarak açığa vum1asıdır be­ den. Kuşkusuz. bazen herkesin üzerinden seve seve atmak iste••

diği ''karanlık'' noktadır. Oznel bileşenlerden neyi anladığımı sanırın1 açıklayabildin1 sizlere. Genellikle sözkonusu bileşenler, belli tepki çeşitlerine bir eğilin1i doğururlar ve bu eğilin1 çokluk pek olun1lu nitelik taşın1az. An1a burada istisna oluşturan bir duruı11la karşılaşn1aktayız ve bu durun1, l1erkesin kendisinden bildiği ve pek doğal karşıladığı gibi, olun1lu yönde yaşamayan ve yaptığı işlerin her vakit doğ­ ruluğu söylenen1eyen insanla ilgilidir. B izin1. kuzgunun yuva­ sından attığı deyin1iyle nitelendirdiğimiz şanssız kişilerdir bun­ lar. Hep netan1eli durumlara düşer. nerde bulunsalar çevresinde­ kileri kız.dırıp sinirlendirirler: kendi ••

gölgelerini,

kendi yadsın1a-

lannı yaşarlar çünkü. Orncğin. bir konsere ya da bir konferansa geç kalırlar: pek alçakgönüllü olup kin1scyi rahatsız etn1ek iste­ n1ediklerindcn. konser ya da konterans salonuna arka kapıdan bir gölge gibi sessiz gim1eye çalışır, derken bir sandalyeye tos-

30

layıp tökezler, fena halde bir gürültünün çıkmasına, dolayısıyla tüm salondakilerin dönüp kendilerine bakmasına yol açarlar. Kısaca, şansı yaver gitmeyen kişilerdir bunlar. Şimdi ruh içi (endopsişik) bileşenlerin bir üçüncüsüne geçebili­ riz. Hani bunun için işlev deyimini kullanmak istemem. Bellek­ ten bir işlev diye söz açılabilir; ama o da yine bizim istem ve bi­ linç denetimimizin bir ölçüde egemenliği altındadır, çokluk par­ lamış yakalanamayan bir at gibi kendi başına buyruk nitelik gösterir, irisandan esirger hizmetini, onu çok güç durumlara dü­ şürür. Ancak, öznel bileşenler ve tepkilerde daha çok sözkonu­ sudur bu. Gerçekten öznel bileşenler ve tepkilerde durum kötü­ dür; çünkü

emosyon

ve

heyecanlar

karşısında bırakırlar bizi.

Bunlara kesinlikle işlev denemez artık, olaydan başka şey değil­ lerdir; çünkü heyecanda insan bulunduğu yerden alınıp bir baş­ ka yere götürülür, tepelenip geçilir üzerinden, o yüce

ben

bir

kenara itilir, bir başka güç ele geçirir yönetimi. Böyle bir du­

rurndaki insan için : ''Kendinden çıknıış'' ya da: ''Şeytana uydu''

deriz veya: ''Ne oldu bu adama böyle?'' diye sorarız; çünkü cin çarpnıış gibi davranır. İlkeller öfkeden gözlerinin bir şey gönııediğini söylemezler de, içlerine bir cinin girdiğini ve onu bir başkası yaptığını ileri sü­ rerler. Heyecanda da benzeri bir durum sözkonusudur. Gerçek­ ten cin çarpnıış gibidir kişi, kendi kendisi olmaktan çıkmıştır,

ben denetimi

kesinlikle egemenliğini yitimıiştir. Kendi içi avu­

cuna almıştır insanı ve buna karşı bir şey yapamanıaktadır. Pek pek yunıruklar sıkılır. dişler birbirine bastırılır, ama heyecanın elinden kurtulnıak olanaksızdır. Ruh içi dördüncü önenıli öge ise

infiltrasyon

(sızma) dır. Ner­

de böyle bir olay gerçekleşmişse, gölge. yani bilinçalu egenıen­ liği tümüyle ele geçimıiş, dolayısıyla bilinç içine sıznı a gücüne kavuşnıuştur. Bu gibi durunılarda bilincin denetimi en düşük •

düzeye iner. insan yaşanı ındaki böylesi anlan nı utlaka saynsal (patolojik) bir gözle gönnek yersizdir; anıa ille de böyle bir söz­ cük kullanılmak isteniyorsa, onu eski anlamında, yani tutkuların

31

bilin1i olarak kullanmak daha doğrudur. Ancak bu anlamda söz­ konusu durum patolojik diye nitelendirilebilir; ama gerçekte in­ sanın bilinçaltı tarafından ele geçirildiği ve işin nasıl sonlanaca­ ğının bilinemediği olağandışı bir durumdan başka şey değildir infiltrasyon. Sızn1a'da insan kendi üzerindeki denetim i elden çı­ karabilir, an1 a yine de nonnalliğini koruyabilir az çok. Ataları­ n1ızın pek iyi bildiği, ilkellerin nonnal saydıkları durumlara anoııııal damgasını vunnarun hiçbir dayanağı yoktur. İlkeller. böyle durumları, içlerine bir şeytanın ya da cinin ginnesine ya da ruhlarının. bazen altıya kadar içlerinde taşıdıkları ruhlardan birinin bedenlerinden çıkıp gitmesine bağlarlar. Yani ruhlarının bedenlerinden çıkıp gitn1esi onları bir başka hava içine sokmuş, kendi kendilerini yitinnelerine yol açmış. onları bir

öz

yiti­

mi'yle karşı karşıya bırakm ıştır. Nevrozlu hastalarda da aynı olayı sık sık gözlemleriz. Nevrozlular birden enerjilerini yitirir, kendi kendilerini yiti·rir ve tuhaf bir gücün egemenliği altına

gi­

rerler. B u kadarıyla, sözkonusu durumlar patolojik sayılamaz, insanda rastladığımız normal olaylar içinde yar alırlar. B ir alış­ kanlığa dönüştüler mi, ancak o zaman bir nevrozdan söz açabi­ liriz. Yani bir nevrozu doğurabilirlerse de, başlangıçta normal insanların olağandışı davranışlarından öte bir şey değillerdir. •

insanın aşın emosyonlara sürüklenmesi patolojik değil, yalnızca hoş denemeyecek bir durumdur. Hoş denemeyecek bir du­ rum için de patolojik sözcüğünü kullarımanın yeri yoktur, çün­ kü. örneğin vergi memurları gibi patolojik gözle bakılamayacak daha bir sürü tatsız nesne bulunmaktadır.

Tartı şma Başkan Dr. J. A . HATFIELD: Acaba ''en1osyon'' deyin1ini hangi anlan1da kullandığınızı sora­ bilir n1i yin1? ··ouygu'' deyin1ine öyle şeyler için başvurdunuz

32

ki, bunları biz çok kez en1osyon deyimiyle anlatırız. Acaba ''en1osyon'' deyin1 i sizin için belli bir anlan1 taşıyor nıu?

C. G. JUNG: Bu sorunuz için size teşekkür ederim; çünkü en1osyon sözcüğü­ nün kullaı'ıın1ıyla ilgili olarak çok vakit büyük yanlış anlamalar ve yanılgılarla karşılaşıln1aktadır. Herkes sözcükleri istediği gi­ bi kullanabilir kuşkusuz; an1a bilim dilinde sözcüklerin değişik anlan1ları arasındaki ayrın1ları saptayıp bunl arın yitip gitn1esini önlen1ek, üzerinde konuşulan nesneyi herkesin kavrayabilmesi için zorunludur. Duyguyu bir değerlendirme işlevi diye tanımla­ dığımı ve bu işleve özel bir önen1 vem1ediğimi anın1sayacaksı­ nız. Benin1 için duygu geliştiği zan1an ussal bir işleve dönüşür. Böyle bir gelişin1 gerçekleşn1emişse, kabaca çalışır bu işlev ve bizin1 ''n1antıksız'' sözcüğüyle dile getirebileceğin1iz bütün ar­ kaik özellikleri içerir. Oysa bilinçli duygu, değer ölçütlerini göz önünde tutan ussal bir işlevdir. En1osyonlardan söz açıldı nıı. gerçekte kafan1 ızda canlanan şey, fızyolc>_j ik belirtilerin eşliğin­ de gözlen1Ienen durun1lardır hep. Dolayısıyla. en1osyonları bir yere kadar ölçebiln1ekleyiz: ancak bu ölçn1e onların ruhsal de­ ğil, fizyolojik bileşeniyle (kon1ponent) ilgilidir.

affekt

16 James-Lange

kuran11nı bilirsiniz. Benim için en1osyonlar, organizma­

nın şu ya da bu yoldan patolojik uyarılmaları (at.tekte edilmele­ ri) sonucu ortaya çıktı kları için sayrısal nitelik taşırlar (at·ı·eksi­ yon): yani bir şey birine kötü bir şey yapn1akta. bi r şey bir baş­ ka şeyin

planlarını bozn1aktadır. Bir en1osyon (aı·tekt) duru­

n1unda da bi r şey sif.'.i önüne katıp götürür. kendi içinizden fırla­ tıp savu ruf sizi. Bir patlan1a oln1uş da sizi öz varlı ğınızdan kaldırıp dışarı atarak. hen1 en yanıbaşınıza koyn1uş gibi kendi­ nizden çıkarsınız. Böyle bir yaşantıya eşlik eden t1zyolojik du­ run1u enine boyuna gözlcn1leycbiln1ekteyiz.

Yani

duyguyla

en1osyon arasında şöyle bir ayrın11n varlığı ileri sürülebilir: Yu-

33

kanda tanın1ladığın1ız biçimiyle duygu. bedensel ya da son1ut fizyoloj ik dışavurun1lardan bağın1sız bir akış izler; emosyonun belirleyici özelliğini ise, fizyolojik durumdaki değişiklik oluştu­ ruı·. Bildiğiniz gibi, Jan1es-Lange kuramında ileri sürüldüğüne göre. ancak olaya eşlik eden fizyoloj ik değişikliklerin bütünüy­ le bilincine vardığımız zaman gerçek bir emosyon içerisine sü••



rükleniriz. Omeğin. bizi kızd ıracağını bildiğin1iz durumlarda gözlemleyebiliriz bunu : Bir süre sonra hırslanacağını bilir kişi ve bu bilişle kanın beynine sıçradığını duyar,

sonra

d a gerçek­

ten parlar, anla sözkonusu bilişten önce görülmez böyle bir şey . •

insan ilkin yalnız hı rslanacağım bilmekte. ama kan beynine sıçrayınca kızgınlığının tutsağı durumuna giıırıektedir; beden de kı zn1a sürecine katılır. sinirlenildiğinin bilincine vanln1asıyla da öfkenin gücü iki kat artar. Böylesi durun1larda gerçekten bir ' en1osyon içinde bulunuruz. Duygu'da ise denetim mekanizn1 ası çalışır. Durun1 üzerinde cgen1enlik ele geçiril i r ve kendi kendi­ ne : ··şu ya da bu bakımdan için1de · iyi ya da kötü bir duygu var'', denebilir. Serinkanlılık yitirilmez hiç ve hiçbir şey oln1az. Bir başkasına büsbütün sakin ve nazik bir tonla: ''Senden net.ret •

edi yorun1'', denebilir. Ancak bu söz kat·a tutan bir edayla bağınlarak söylendi n1 i . kişinin bir en1osyon durun1u yaşadığını ileri sürebilirii'.. Oysa b�şvurulacak serinkanlı bir ton ne o sözü söy­ le yende, ne de sözün söylendiği kişide bir en1osyona yol açar. En1osyonlar çok bulaşkan nitelik taşıyıp. ruhsal hastalık etken••

!erinin gerçek taşıyıcılarıdır. Omeğin, bir en1osyon durun1unu yaşayan bir kalabal ık içinde bulunduğuı11uz. zan1an sezebiliriz bunu: İ ster iste111ez kalabalığın yaşadığı cn1osyon. sizi de katıp glitürür önüne. Oysa başkalarının duygulan bizi hiç etkilerı1ez. Bu yüzden. gelişn1iş clııygusal tip, çevre si üz.e rinde daha ç ok yatıştırıcı. eı11osyc)nel tip ise kızdırıcı etki yn zan1anlar para bakın11ndan biraz dara düşn1üşsünüz. bu

da bir;1z üzn1üş sizi. Sc)nra, bir kalp hastalığından öleceğiniz kQrkusu yaşıyor içinizde. Sanınn1 Fransa'da öğrenin1 gördünüz

\'e hir gönül n1 acerai:ı geçti başınız.dan. Bu nlacerayı da şin1di yeni(lcı1 an1 111sadınız; çünkü insanın aklına lünı geldi 111i. eski yaş;1nı ı I a rı 11 ı :ıtlı aı1ılan geçnıişin hağnndan çıkıp gelerek. çok-

1 uk hcllektc hoy gösterir." Birden proı·esör: ''Nerden biliyorsu­

ntız. lJunları'? ' ' diye sordu. Oysa ben değil, bir çocuk bile göster­ diği tepkin1elerden çıkarabilirdi hepsini. Çünkü 72 yaşında bu­ lunuyordu. kalp sözcüğünde aklına gelen çağnşın1 sancı .. ol-

n1 uştu: yani bir kalp kriz.i geçirip öln1ekten korkuyordu. Olüm sc>zcüğü. ()imek çağnşın1ını uyandım1ıştı; hani doğal bir tepki­ nıeydi.

Para

s()zcü&rü. öyle çok sayıda çağnşın1 getim1en1işti. ki

bu pek alışılı11 1ş bir tepk in1e değildi. Derken dikkate değer bir

durun1 ken(lini açığa vum1uş. sayn1ak sözcüğüne pr()Jcsör uzun bir tepkin1e süresinden S(>11ra La Semeuse diye rek karşılıkta bu: lunnıuştu . Oysa Alı11anca konuşuı·orduk kendisiyle. La Semeu­

Fransız r11:1deni paralarının üzerinde bulunan ünlü bir k işinin resn1iydi. Anı a böyle . Yaşlı bir adan1 ne diye durup dururken bu

se

sözcüğü söylcsindi'?

Opmek

sözcüğünde pr(>fcsör bir tepldn1e­

de bulunn1adan uzun süre bekledi. ardından bir panltı yürüdü

68

gözlerine, sonra

na yetn1işti.

güzel

sözcüğü çıktı ağzından. Bu kadarı da, ba­

Özel bir duyguyla bağlantısı olmasa. Fransızca

La Semeuse de­

mezdi. Dolayısıyla, neden birden Fransızcaya başvurduğunu dü­

şünüp buln1ak gerekiyordu. Fransız Frangı bakın1ından birtakın1

kayıplara mı uğran1ıştı yoksa? Ama o günlerde ne enflasyon, ne 49 deflasyondan bahsediliyordu. Yani böyle bir şeyden söz açıla­ mazdı. İşin içine para mı. yoksa sevgi mi karıştığı konusunda

bir kesinliğe vaıınış değildin1. Ama

öpmek

sözcüğüne karşılık

güzel çağrışımını ele geçirince işin sevgi çevresinde

döndüğünü

anlamıştım. Profesör. ilerlemiş bir yaşta kalkıp Paris'e gidecek

bir adam değildi. Ama Paris'ie hukuk okun1uş, belki de öğreni­

n1ini Sorbonne üniversitesinde yapmıştı. Diyeceğin1. adan1ın içini okun1akta pek zorlanman1ıştım. ••

Ama bazen de gerçek trajedilerle karşılaşırız. Omeğin şen1a 6, yaklaşık otuz yaşında bir kadının durumunu yansıtn1aktadır. Ka­

dın depressit. izofreni tanısıyla klinikte yatn1aktaydı. Dolayısıy­ � la. öntanının5 (prognoz) iyi olduğu söylenemezdi. Benin1 s;er­ visle yatıyordu kadın. İçimde tul1af bir duygu vardı. _ön�anının kötülüğünü bir türlü benin1seyemiyordun1; çünkü benim için şi­ zofreni görece nitelik taşın1aktaydı. ''Nihayet hepin1iz görece

kaçık.Jarız. an1a bu kadında durun1 biraz daha ileri'', diyordum kendi kendin1e. Tanıya son söz diye bakanııyordun1. O zan1an­ lar bu konuda hiç de pek çok şey bilinn1iyordu. K uşkusuz, kadı­ nın hastalık öyküsünü (ananınez) not etn1iştin1; ne var ki, 'hasta­ lığı açıklayacak bir nedeni içeııı1iyordu öykü. Baktın1 oln1aya­

cak, kadının üzerinde çağrışım deneyini uyguladın1. Deney. dik­ kate değer bir durun1un ortaya çıknıasını sağladı. Normal tepkin1ede ilk duraksanıa

melek sözcüğünde gösterdi

kendini.

inatçı •

sözcüğüne ise hiçbir tepkimeyle karşılık alanıadını . Tepkinıede

aksaklıkların kendini açığa vurduğu öbür sözcükler

gin, para, aptal, sevimli, evlenme

kötü, zen­

sözcükleriydi. Kadın sosyal

konunıu çok düzgün varlıklı bir adan1ın eşiydi; öyle görülüyor­ du ki. halinden ı11en1nundu kocası. Adanıın kendisiyle de konuş­

qıuştunı ; anıa o da tıpkı kadın gibi, dört yaşında bir kız olan en

büyük çocukları öldükten yaklaşık iki ay sonra depresy_o nun or-

69

taya çıktığından başka bir açıklan1ada bulunan1an1ıştı. Bundan öte hastalığın kaynağı konusunda bir bilgi ele geçiren1en1iştin1. --

---1 '

�-------1 1 ---

Evlenmek

--ı

4

1

49

Sevimli

47 4,

Aptal

43

Para

41 39 37

J' 33 31

Zengin

48 46 44 42 40 38 36 34 32 30

29 27 2, 23

ıcoıo

21 19 17 •

1,

fnaıçı

13 11 9

1 Melek

2



'

3 1

28 26 24 22 20 18 16 14 12 10 8 6 4 2

Şenıa 6 : Çağı·ışını Deııe_�'İ Çağrışın1 deneyi , bcnin1 bir bütün içerisine yerleştiremediğim bir dizi şaşırtıcı tepkin1eyi ortaya koydu. Hani sık sık başa ge70

len bir: durun1dur: bu: hele gerekli egzersizlerden henüz yoksun bulunuyorsa insan. Bu gibi durun1lar:da yapılacak en iyi şey. de­ nek'e doğrudan işiQ özünü ilgilendir:meyen tepkin1eler: hakkında sorular: som1aktır:. Daha işin başında en büyük aksan1alardan kalkılıp sorular: yöneltilirse. gerçek dışı yanıtlar: alınır:. Oysa hastayı pek sıkıştır:mayacak masun1 sözcüklerle işe başlandı nlı , sayıca daha çok ve açık yürekli yanıtlar: koparılabilir: denek'ten. Dolayısıyla. ben de melek'le işe başlayıp ·sor:dun1 : ''Peki . neden melek? Sizin için özel bir: anlan1 taşıyor: nlu sözcük'!'' ''Elbette'', diye yanıtladı kadın, ''melek, benin1 yitirdiğim yavrumdur:." Ve ansızın sel gibi yaşlar: boşandı gözlerinden . Fırtına geçtiğinde sordum: ''inatçı sözcüğünün sizin için taşıdığı anlamı söyler: misiniz?'' Kadın: ''Hiçbir: anlamı yok'', diye ya­ nıtladı. Ben sür:dür:düm konuşn1amı : ''Ama inatçı sözcüğü tep­ kin1ede büyük bir: dur:aksan1aya yol açtı. Bu da sözcüğün arkasında bir: şeyler: saklı yattığını gösteriyor:'' Ustelemekle bir: şey ele geçir:en1eyeccğin1i anlayıp. hain sözcüğüne geçtin1, ama bu sözcük için de bir: açıklama kopar:amadın1 kadından, olumsuz yönde güçlü bir: tepkiyle kar:şılaştın1 ; tepki, kadının bir: açıklanlada bulunmak isten1ediğini gösteriyordu. Derken mavi sözcüğ,ünü kur:caladın1 . Kadın şu açıklan1ada bulundu; ''Mavi, ölen yavrumuh gözlerinin rengiydi." Bunun üzerine sor:dun1 : ''Peki. bu gözler: sizin üzerinizde belli bir izlenim bıraktı mı?'' ''Elbet, bırakn1az nlı hiç'', dedi kadın. ''yavrucuğum doğduğunda gözleri bir güzel nlaviydi ki !'' Bunu söylerken yüzünde beliren ifadeyi görerek sordum : ''Peki , neden heyecanlandınız böyle?'' ''Şey'', dedi kadın. ''kocan11n gözlerinin renginde değildi kızı­ n1ın gözleri''. Sonunda anlaşıldı ki. çocuğun gözleri kadının eski bi r: sevgilisinin gözlerine benziyordu. Bunu öğrenince: ''Peki . eskiden sevdiğiniz bu adan1, sizi şin1di niçin böyle telaşlandırı­ yor:'!'' sorusunu yönclttin1. Bunun üzerine, içinde sakladığı sır:n olduğu gibi açığa vurdu: Doğup büyüdüğü kentte zengin bir: de­ likanlı yaşan11ştı . Varlıklı bir: aileden geliyordu; anla ailesinin zenginlik dışında bir olağanüstülüğü yoktu. Aristokrat para ba•





••



• ••

71

balarından biriydi delikanlı; küçük kentte kızların gözbebeğjy­ di, bütün genı; kızların düşlerine giren bir kazanovaydı. Berrin1 denek de şirin bir kızdı. belki oğlanıı1 gönlünü kaz'!flabilirin1 umudunu besleyip dum1uştu içinde. Ama sonunda bunun boşa beslenen bir un1ut olduğunu anlan1ıştı. Ailesinden de: ''Ne diye aklını taktın ona. Parayla oynayan biri. Seni düşündüğü yok. Bak falan kinıseye. iyi bir çocuk. Niçin onunla evlenn1ek iste­ nıiyorsun?'' gibi sözler işiın1işti. Kı7. da sonunda ailesinin sözü­ nü elliği gence vam1ış ve evliliğin ilk dört yılını ttir başka kent­ te katıksız bir nıutluluk içinde geçimıişti. Arııa günlerden bir gün doğup büyüdüğü kentten bir erkek arkadaşı ziyarete gel­ n1işti ı...endilerini . Bir ara kocası odadan çıkarken, arkadaşı şöy­ le söylen1işti : ··Baba kentinizdeki o delikanlıyı (bununla bildiği­ n1iz kazanovayı anlatnıak istiyordu) pek üzdünüz doğrusu! '' Bunu işiten kadın hemen yanıtlanııştı: ''Nasıl? Uzdüm nıü dediniz'!'' Arkadaşı konuşnıasını süıtiümıüşlü: ''Onun size gönlüııü kaptırdığını ve sizin bi r başkasıyla evlendiğinizi gcirerek büyük bir düş kırıklığına uğradığını biln1iyor nıuyylüyorsunuz. size inanıyorun1 kuşkusuz." Genç adan1 yineledi sorusunu. ''Peki an1a, bendeki nevrozun yapısına ilişkin eksiksiz bir bilgi edindiğirı1e göre, neden iyileşcn1edin1'?'' Ben şöyle y