20. Yüzyıl Felsefe Tarihi [2 ed.]
 9789944888387

Citation preview

Genel Yayın: 1885

FELSEFE CHRISTIAN DELACAMPAGNE 20.

YÜZYIL FELSEFE TARİHİ ÖZGüN ADI

HISTOIRE DE LA PHILOSOPHJE AU :XXC: sIBCLE COPYRIGHT ©EDITIONS DU SEUIL, 1995 VE 2000 FRANSIZCA ÖZGÜN METİNDEN ÇEVİREN

DEVRİM ÇE TİNKASAP ©TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI, 2010

Sertifika No: 11213 EDİTÖR

ALİ BERKTAY GÖRSEL YÖNETMEN

BİROL BAYRAM REDAKSİYON

IŞIK ERGÜDEN DİZİN

OZAN KIZILER GRAFİK TASARIM UYGULAMA

TÜRKİ YE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI I. ll.

BASKI: ŞUBAT 2010 BASKI: A(;USTOS 2010

ISBN 978-9944-88-838-7 BASKI

YAYLACIK MATBAACILIK LİTROS YOLU FATİH SANAYİ SİTESİ NO: 12/ı97-203 TOPKAPI İSTANBUL

(0212) 612 58 60

Sertifika No: 11931 B u kitabın tüm yayın hakları saklıdır. Tanıtım amacıyla, kaynak göstermek şartıyla yapılacak kısa alıntılar dışında gerek metin, gerek görsel malzeme hiç bir yolla yayınevinden izin alınmadan çoğaltılamaz, yayımlanamaz ve dağıtılamaz. TÜRKİ YE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI İSTİKLAL CADDESİ, Nü: 144/4 BEYQ(;LU 34430 İSTANBUL

Tel. (0212) 252 39 91 Fax. (0212) 252 39 95 www.iskultur.com.tr

Christian Delacampagne

20. Yüzyıl Felsefe Tarihi

Çeviren: Devrim Çetinkasap

TÜRKiYE

$BANKASI

Kültür Yayınları

İÇİNDEKİLER

Önsöz Giriş Modernitenin Doğuşu

IX

1

l

Biİimin Emin Yolu 1. 2. 3. 4.

Mantığın İlerleyişi Mantıktan Fenomenolojiye Mantıktan Siyasete Wittgenstein'ın Başkaldırısı

13 13 21 33 49

il

Sona 1. 2. 3. 4.

Dair Felsefeler Avrupa'nın Sonu Tahakkümün Sonu Metafiziğin Sonu Sonun Ertesinde

71 71 88 111 132

III

Auschwitz'i Düşünmek 1 . Sürgün Yolları 2. Heidegger'in Seçimi 3. İlk Soruşturmalar 4. Aydınlanma Davasının Peşinde

151 151 161 1 86 199

IV

Soğuk Savaş 1. Liberalizm Taraftarları 2. Özgürlüğün Savunucusu 3. Üçüncü Bir Yol mu? 4. Marksizmin Kaderi

21 1 21 1 222 242 249

v

Sorgulanan Akıl 1. 2. 3. 4.

"Özne"ye Karşı "Yapı" Bir Hakikat Tarihi Yapıbozumdan Yeni-pragmatizme İletişim mi Soruşturma mı?

. . 265 265 283 298 313

Son Deyiş . Sonsöz . .

325 331

Sözlük Kaynakça Notlar Dizin

337 341 347 36 1

Babamın ve yarım kalan muhabbetimizin anısına 24 Ekim 1991

ıx

On söz

Filozoflar kendi disiplinlerinin tarihiyle ilgilenmeli midir? Bazı filozoflar bu soruya olumsuz yanıt verir. Bunun bir sebebi, bu filozofların, felsefenin tarihi olmadığını ve onun kesin cevap ve­ rilemeyecek tek bir soru üzerine sonsuz bir derinleşme olduğunu düşünmeleridir. Dolayısıyla her filozof her şeyi tek başına ve sıfır­ dan ele almalıdır. Olumsuz yanıtın bir diğer sebebi de, felsefenin kendi başına bir bilim statüsünde olduğunu, yavaş ama kesin bir ilerleme vaat ettiğini düşünmeleridir. Bu durumda, eski yanlışları incelemek yeni hakikatleri araştırmaktan daha az faydalıdır. Başka bazı filozoflar ise, tersine, felsefenin kendi tarihi dışında var olmadığını savunurlar. Felsefe, ifade edildiği metinler bütünüy­ le iç içe geçmiştir. Felsefe yapmak da, öncelikle kendini bu metin­ lerle ifade etmektir. Başka deyişle, metinlerin ortaya çıkardığı so­ runlar ve ifade ettiği tezlerle, bunlardan yararlanmak veya kurtul­ mak için yüzleşmek demektir. Hiçbir filozof, kah metinler külliya­ tıyla kah onun en önemli görünen bir parçasıyla böylesi bir yüzleş­ meden kaçamayacağından -geçmişin büyük yapıtlarını eleştirel bir gözle tekrar tekrar okuma faaliyeti olan- felsefe tarihi, has felsefi faaliyetin temel stratejik uğrağı haline gelecektir. Bu sonuncu bakış açısı, benim de benimsediğim bakış açısıdır ve bu tercihin, derhal iki güçlüğü ortaya çıkardığını da saklamaya­ cağım .

X

20. YÜZYIL FELSEFE TARİHi

İlk güçlük, araştırılan alanın sınırlanmasına ilişkindir. Bir filo­ zofun kendi çağıyla, yani mevcut durumda 20. yüzyılla ilgilenme­ sinde her ne kadar şaşırtıcı bir şey olmasa da, -bütünüyle keyfi bir ölçü birimi olan bu " yüzyıl"- niçin onu yalıtmaya izin verecek bir içsel tutarlılığa sahip olsun? Cevap öyle görünüyor ki ancak araş­ tırmamızın kendisinden çıkabilir; zaten kitabın başından itibaren, 19. yüzyılın son çeyreğinin felsefe tarihi açısından bir " kopuş " un başlangıcı olduğunu ve bizlerin bugün de halen bu kopuşun sonuç­ larını yaşamakta olduğumuzu göstermeyi umuyorum. İkinci güçlük: Son yüzyılın Batı felsefesini yeniden okuma giri­ şimi, şayet eleştirel olacaksa, ''.nötr" veya "tarafsız" olmak iddi­ asında bulunamaz. Konu elverdiğince "objektif" olmaya çalışsam da, burada sunduğum tarih -veya onun yeniden inşası- metinleri okumanın ve dünyaya bakışın bir şeklini ifade ettiğinden, müm­ kün pek çok tarihten birisi olabilir ancak. Bu tarihin tamamen yanlış olduğuna inanmaya gönlüm razı gelmez gerçi, ama onun bazı eksiklikler arz ettiğini, adaletsizlikler taşıdığını, -tam söyle­ mek gerekirse- felsefi açıdan taraf tuttuğunu saklamayacağım. Bu " kusurlar " , bu tür girişimlerin hepsinde bulunur ve bunun kısaca açıklamak istediğim bazı gerekçeleri var. Eksiklik ve adaletsizliklerden, veya hiç değilse bunlar arasında en çok göze çarpanlardan bahsederek başlayalım. Bu okumanın tutarlılığını mümkün mertebe muhafaza etmek için, çalışma alanımı en dar anlamında felsefeyle sınırladım. Dilbi­ lim, bilişim bilimleri, etnoloji, psikoloji , psikanaliz, sosyoloji, siya­ set bilimi, tarih, etnoloji veya antropoloji gibi "beşeri " veya " sos­ yal" denilen bilimlere -kimi referanslar zorunlu kılmadığı sürece­ yer vermedim. Bundan başka, felsefenin diğer bilgi alanlarına katkısıyla doğan tartışmaların pek çoğunu incelemekten vazgeçmek zorunda kal­ dım: Mikrofizik fenomenlerin determinizmi, hukukun işleyişi ve doğası, sanatsal ve edebi yapıtların yorumlanışı bu tartışmalardan birkaçıdır. Seçici olmak şart olduğundan -çünkü kimse her şeyi söyleyemez-, herkesin ya da hiç değilse 20. yüzyıl filozoflarının ço­ ğunun paylaştığı " ortak" bir alan içinde, tarihsel olarak belirlen­ miş bir sorunlar "alanı" içinde kalmaya mecburdum . Bu kitapta,

ÖNSÖZ

kendi içinde kayda değer olan başka eserlerden hiç -ya da yeterin­ ce- bahsedilmediyse, bu ne " unutkanlık" ne de kayıtsızlık sebebiy­ ledir. Sebep sadece, bu eserleri zorlamadan kitabın çerçevesine da­ hil edemeyişimdir. Kısacası bu eserlerin -kendi içsel önemleri bir yana- günümüz açısından marjinal kalmaları veya çığır açıcı ol' mamaları yüzündendir. Tarafgirliğim, sadece önemli addettiğim filozofları seçişimde ortaya çıkmıyor. Bu yanlılık aynı zamanda, söz konusu filozofları tartışırken onların tezlerini sunma tarzımda da görülebilir. Bu sunumu bir cümleyle özetlemem gerekse, okuma metodu­ mun, fikirlerin gökten zembille inmedikleri ve kendiliğinden doğ­ madıkları kanaatine dayandığını söylerdim. Fikirlerin tarihi hiçbir zaman "saf" değildir. Her fikir kendisiyle birlikte, bilimsel, siyasal veya dini kaynaklı tartışmaları harekete geçirir. Her defasında ben de elimden geldiğince bu kaynakları aydınlatmaya çabaladım. Fi­ lozofların söyleminden, onların zımni varsayımlarını bulup çıkar­ maya çalıştım. Filozofların, yeni bir kavram, duyulmadık bir so­ runsal önerirken kimlerle diyaloğa girdiklerini veya kimlere karşı savaştıklarını anlamaya gayret ettim. Bu önermelerin mantığı, özellikle içlerinden bazıları, beni onla­ rın biyografilerini uzun uzun saymaya mecbur bıraktı. Gerçekten de, eserlerine sahne görevi gören varoluşsal veya sosyolojik arkap­ lanı bilmeden bazı düşünürleri doğru şekilde okumak bence güç­ tür. Daha genel olarak, büyük felsefi tartışmaların, cereyan ettik­ leri tarihsel bağlamdan tam manasıyla soyutlanabileceğine inan­ mıyorum. İki dünya savaşı, 1 9 1 7 Devrimi, Nazizm ve Komünizm, Auschwitz ve Hiroşima, Soğuk Savaş, sömürge imparatorlukları­ nın çöküşü, ezilen Üçüncü Dünya ülkelerinin ve diğerlerinin dire­ nişi: Çağdaş felsefenin, her alanda şu ya da bu şekilde etkilenme­ den edemeyeceği kadar ağır sonuçları olan olgulardır bunlar. Yine tartışmalı olan bir diğer tercihim de şu: Bu araştırma sıra­ sında, düşünce tarihçilerinin genellikle kullandığı araçlara -örne­ ğin ekol, hareket, etki ve soykütük gibi kavramlara- başvurdum. Burada temalaştırmadan kullandığım ve hiç tartışmasız elverişli görünen bu kavramlar da aslında sorunludur. Ve şüphesiz bu kav­ ramların da eleştirel bir düşünce süzgecinden geçmesi gerekir; an-

XI

X JI

20. YÜZYIL FELSEFE TARİHİ

cak böylesi bir düşünme süreci, tek başına ayrı bir kitabın yazıl­ masını gerektirir. Elinizdeki çalışmanın sadece özenli okumalardan beslenmekle kalmadığını saklamak nafile olacaktır: Bu çalışma, kendimin de tamamen ayırdında olmadığım bir oranda, felsefe öğrenmeye giriş­ tiğim otuz yılı kapsayan şahsi tecrübelerime de dayanıyor; ve özel­ likle de, şu ya da bu şekilde düşüncelerimin oluşmasına katkıda bulunmuş çok sayıdaki sohbet ve buluşmalara . . . Burada sadece, b u buluşmalardan bazılarının üzerimde kalıcı etkiler bıraktığını söyleyeceğim. İçlerinden en belirleyicisi ilk bu­ luşmamdı; yani Louis-le-Grand lisesinin son sınıfındaki felsefe öğ­ retmenim Edouard Barnoin'le olanı . . . Yine burada, artık göçüp gitmiş olan ve söylemlerini kendime daima yakın bulduğum bazı büyükleri de saymak isterim: Jacques Lacan, Louis Althusser, Ro­ man Jakobson, Herbert Marcuse, Vladimir Jankelevitch, Michel Foucault, Thomas Kuhn. Bu insanlar ve henüz hayatta olan daha pek çokları sayesinde -ki bu sonuncular arasında, hiç değilse Jacques Derrida'nın, Jac­ ques Bouveresse ve Stanley Cavell'in isimlerini zikretmem gere-. kir-, " düşünmek" denilen fiilin çok çeşitli şekillerini, kitaplar dı­ şında keşfetmek gibi müstesna bir şansa sahip olabildim. İşte oku­ yucularımla paylaşmak istediğim şey, biraz da bu şanstır. Özellik­ le de -oğlum gibi- daha genç olanlarla . . . Çünkü onlar, her tür şid­ detin tehdidi altındaki felsefenin sesinin giderek daha güçlükle işi­ tildiği bir dünyada büyümek zorundalar. Son olarak, kitabın varlığını borçlu olduğum iki kişiye teşekkür etmeliyim: İlki, kitaba hayat veren ve alakadar dostluğuyla ilk metni iyileştirmede önemli yardımları dokunmuş Thierry Marcha­ isse, ikincisi ise Rose-Marie'dir; onun da moral desteği olmasa, pek çok defalar vazgeçmeye kalktığım bu çılgın girişimi sonuna kadar götüremezdim. C. D.

Cambridge (Massachusetts), 27 Ocak 1995

Giriş Modernitenin Doğuşu

Bosna'da, Ruanda'da v e daha kim bilir nerelerde vahşetle dolu geçecek birkaç yıldan sonra yaşadığımız yüzyıl da sona erecek. 20. yüzyıl, diğer yüzyıllarla kıyaslandığında, kabarık siciliyle dehşet dalında Nobel'i kaçırmazdı. Boş yere geçmişe bakmayalım: Dünya çapında bunca suçun işlendiği bir dönem daha göremeyiz. Rasyonel bir şekilde ve soğukkanlılıkla organize edilmiş kitlesel suçlar, akıl sır ermez bir düşünce sapkınlığının sonucu olan suçlar­ dı bunlar. Auschwitz ismi, bu sapkınlığın sembolü olarak daima hatırlanacak. Halbuki bu yüzyıl, işler sarpa sarmadan önce çok iyi bir baş­ langıç yapmıştı . Başlangıç açısından umut vaat ediyordu; hatta 1 8 8 0 ile 1 9 1 4 yılları arasında gücünün doruğunda olan Avru­ pa'nın iyimser olmak için ciddi gerekçeleri bile vardı. Birinci Dünya Savaşı 'ndan önceki otuz yıl boyunca Avrupa tam manasıyla bir altın çağ yaşadı. Askeri ve ekonomik açıdan dünya­ nın kalanına hükmediyordu. Teknoloji, tıp ve eğitim alanındaki ilerlemeler sayesinde Avrupa'da insanlar, Aydınlanma'nın zaferi ne şahit olduklarını düşünüyorlardı. Nitekim, avangart sanatçı ve dü­ şünürlerin önderliğinde, Avrupa bu dönemde yeni bir çağa, mo-

2

20. YÜZYIL FELSEFE TARiHİ

derniteye adım atmıştı; kültür alanındaki köklü dönüşümler de bunu haber veriyordu. Söz konusu köklü değişimleri değerlendirebilmek için, Röne­ sans'tan 1 9 . yüzyılın sonuna kadar sanat ve bilgi alanındaki üre­ timlerin sadece zihinsel üretimler değil, kendilerini doğuran bir gerçekliğe uygun temsiller olarak görüldüğünü de hatırlamamız gerekiyor. Kuşkusuz bu temsillerin üretimini yönlendiren mekaniz­ ma çok farklı analizlere konu olmuş ve bu analizlerden kimileri bu mekanizmanın "doğallığı "nı sorgulamıştır. Ancak bu tür bir aşırı şüphecilik pek kabul görmez. Sorgulamada bulunan pek çok kişi için, kullandığımız göstergeler güvenilir, dilimiz hakiki, zihnimiz ise dünyayla tam bir uyum içindedir. Uzun yıllar baskın olmuş bu kanılar, 1 8 80'den itibaren yavaş yavaş bu niteliklerini kaybettiler. Yaklaşık üç asırdır pek de evrim­ leşmemiş bir dünya imgesine bağlı olan bu kanılar, dünyanın de­ ğişmesiyle birlikte sorgulanmaya başlandı. O zamana kadar geri plana itilmiş sorular, büyük bir kuvvetle açığa çıktı. Kullandığımız göstergelerin, zihnimiz dışında bir temeli var mıydı? Göstergelerin yanyana gelişlerini düzenleyen yasalar, gerçekten de mümkün ye­ gane yasalar mıydı? Bu yasaların, öznel tercihler veya kültürel normları yansıtmadıkları kesin miydi? Muhtelif sebeplerden ötürü sanatçılar, alimler ve filozoflar böyle olmadığından şüphelenmeye başladılar. Ancak içlerinden pek çoğu, kullandığımız dillerin doğ­ ruyu söyleme iddiasını yanılgı olduğu gerekçesiyle reddederken, bir yandan da, şeffaflıklarını yitirip gizemli hale gelen göstergele­ rin kendilerine ilgi duymaya başladılar. Aynı şey temsil mekaniz­ ması için de geçerliydi; o da birkaç yıl içinde, en yıkıcı düşüncele­ rin odağına yerleşti. Deyim yerindeyse, bir " kriz" söz konusuydu. Ancak bir zengin­ leşme olarak ve geniş ölçekte de bir özgürleşme şeklinde yaşanan bir krizdi bu. Nitekim klasik anlamıyla temsiliyet mantığı, "do­ ğal " ve "değişmez" bir yapının dışavurumu değil de zihinsel bir üretimse, başka türden kurulumlar da mümkün olmalıdır. Göster­ gelerin başka türlü kullanılışı hayal edilebilir, oyunun kuralları başka türlü de geliştirilebilir. İşte bu kurallar da, yeni sahaların

GİRiŞ

keşfini sağlamalıydı ve bu keşif, her alanda Avrupa'yı ele geçirmiş olan genişleme hırsıyla paralel gidiyordu. Yukarıda saydıklarımız 1 8 8 0 ile 1 9 1 4 arasında kati bir şekilde "modern " olan bir kültürün doğuşunu tespit etmemizi sağlayan yönelimlerden birkaçıdır. Örneğin bu tür yönelimler bu yıllarda eser vermiş şairler arasın­ da da barizdir. Rilke, Apollinaire, Saba, Trakl, Cendrars, Pessoa, Ungaretti, Mayakovski birbirlerine sadece yaşça yakın olmakla kalmazlar; ortak noktaları, o zamana değin kimsenin aklına bile gelmemiş bir serbestlikle dile yaklaşmalarıdır. Gerçi sözcükler di­ renir. Anlamı tehlikeye atmadan sözcüklerle oynayamayız. Rus fü­ türistleri gibi kimileri bu tür bir riski göze alırlar yine de. Onların girişimleri kısa süre sonunda meyvesini verir: Khlebnikov'un ica­ dı, duyulmadık bir dil olan "zihin-ötesi "dir (zaoum) bu. Sözcüklerden daha az zorlayıcı kurallara tabi olan sesler dün­ yasında, 1 9. yüzyılın sonundan itibaren deneylerin ardı arkası ke­ silmez. Wagner, Mussorgsky, Mahler ve Debussy, armoninin Bach'tan bu yana Batı müziğine hükmeden prangalarını gevşetme­ yi başarır. Zinciri kırmak ise Arnold Schönberg'e kısmet olur. Bü­ tünüyle atonal ilk yapıt olan Schönberg'in Pierrot lunaire'i ( 1 9 1 2), serial veya dodekafonik (on iki sesli) denilen bütün müziklerin çı­ kış noktasını oluşturur. Ancak en gözalıcı değişimlerle altüst olan asıl şey resmin dilidir. Bu değişimlerin öncelikli sebebi fotoğrafın ortaya çıkışıdır. Ger­ çekten de tamamen teknik olanakların kullanıldığı bir çağda, res­ mi görüntüyü yeniden-üretmekle sınırlamanın ne manası olabilir? Böylesi bir " ilerleme"nin yeni bir meşruiyet arayışını zorunlu kıl­ dığının bilincinde olan ressamlar, bundan böyle çalışmalarına yön verecek kanunları, gözün belirleyiciliğine bırakmak yerine kendi içlerinde aramaya karar verdiler. Gerçek bir felsefi macera olan modern resim tarihi, izlenimciler tarafından savunulan optik realizme Cezanne, Van Gogh ve Ga­ uguin'in gösterdikleri tepkilerle olduğu kadar simgeci hareketle de başlar. Bu üç ressam gerçeği zihinsel bakımdan yeniden inşa eder­ ler ve bu çaba, fovistler ( 1 905) ve kübistler ( 1 90 8 ) tarafından sis-

3

4 20. YÜZYIL FELSEFE TARİHİ

temleştirilir. Moreau, Redon veya K limt'e yakınlık duyan simgeci­ lik taraftarlarına gelince, onlar da dini kaygılarla dol u zihinsel dünyal arına nesnel bir boyut kazandırmak adına hissi dünyadan yüz çevirirler. Bu ruhsalcı kopuştan, Kandinsky ve Kupka'nın ve onları takip eden Malevitch ve Mondrian'ın etkisiyle, figüratif ol­ mayan veya soyut denilen resim doğar (19 10). Bu tür reslmi iyi anlamak gerekir. Maleviç'in Beyaz Zemin Üs­ tüne Siyah Kare'si (1915), -kendi tabiriyle- "objektif olmayan" bir resimse de, temsil değerinden yoksun değildir. Yal nızca, görü­ nür bir nesneye değil de, zihinsel bir mutlağa gönderir. Maleviç'in üç yıl sonraki resmi, Beyaz Zemin Üstüne Beyaz Kare (1918), bu güzergahın vardığı son noktayı gösterir. Nihai amacına ulaşmış olan resim, kendi sonuna vardığına inanır. Maleviç, fırçalarını bı­ rakır. Maleviç'in birkaç sene sonra, " ilkel" esinli tuhaf figüratif tab­ lolar yapmak üzere fırçaları yeniden eline alması, resmin ölümü­ nün fermanla ilan edilemeyeceğinin kanıtıdır. Aynı şey felsefenin ölümü için de geçerlidir. *

Bilginler için, modernitenin ortaya çıkışı sadece dünya imgesin­ deki köklü değişiklikler demek değildir: Modernitenin doğuşu, bi­ l imlerin temel lendirilmesini olduğu kadar, temsiliyet analizine da­ yanan disiplinlerin kuruluşunu da kapsayan yeni bir sorgulamada ifade bulan bir süreçtir. Yeniden-yapılanma sürecinin ilk uğrağında matematik vardır. Matematikçiler için süreç 1870 yıl ından itibaren başlar: Kul lan­ dıkları temel kavramların -özellikle de aritmetiğin kavramlarının­ sağlamlıktan yoksun olduğunu tespit eden matematikçiler, kendi dil leri üzerine gözüpek bir sorgulamaya girişirler. Sorgulama, o dönem en "teme l " bilim haline gelmeye başlayan mantığın benzer­ siz atılımıyla i lgilidir. Fizik ve kimya bilimleri, geçen yüzyılın son yıllarından itibaren tam bir kaynaşma safhasına girmiştir. Önemli pek çok keşif birbi­ rini takip eder. Planck eylem " kuantum" kavramını ortaya atar. Maddenin yapısının atomlardan oluştuğunu öne süren kadim hi-

GİRİŞ

potez kesin bir şekilde teyit edilir. Einstein, izafiyet teorisini formü­ le eder ( 1 905). Newton'dan kalma mutlak zaman ve mekan fikir­ lerini paramparça ettiği için bu teorinin dünyanın bilimsel temsi­ lindeki devrimci etI