Son Timurlu II [2]
 9758839233

Citation preview

SON

TİMURL U PİRİM KADİROV

r

SON

TİMURLU PİRİM KADİROV

Türkiye Türkçesi

D.Ahsen BATUR

ikinci Cilt

Selenge Yayınları istanbul - 2004

r

r Selenge Yayınları No: 19 Edebi Eserler No: 6

Dizgi-Sayfa Düzeni Mehdi Ali Seçkin Kapak NüansAjans Baskı-Ci lt

Matsan ISBN 975-8839-23-3

.

.

t

"-···

·Selenge Yayınları .

..,

-.

.

Ticarethane Sok. No:'4V24 Cağaloğlu 1 ISTANBUL Tel: 0.212 514 45 73 Fax: 0.212 511 09 35 www.selenge.comtr e-mail:selenge@selenge .com tr

I

Hicri 935 (1528) de Agra'ya göçen Hanzade begim, on Hindistan'da yaşamasına rağmen, henüz buradaki mevsimlerin tuhaflıklarına alışamamıştı. Ona göre Agra'da güz ve kış yoktu; sonbahar ve yaz ise, bütün bir yıl devam ediyordu. Hanzade'nin gençlik yıllarının geçtiği Fergana vadisinde, ağaçların yapraklarını tamamen döktüğü günlerde, Agra'da hala yemyeşil hurma bahçeleri yazın ortasındaymış gibi meyve yüklüydü. Kış aylarında Semerkand'ın mavi gümbazları bembeyaz karla kaplı olduğu günlerde de, Cemne boylarında buğdaylar başak tutar, asmalardan aşağı doğru üzüm salkımları sallanırdı. Taş­ kent'in kırlannda henüz ağaçlar çiçek açmamışken, Hindistan'ın güneyinde ilk üzümler olmaya başlardı. Nevruz günü geldiğinde ise, pazarlar kavunla dolar ve Hint tarlalannda arpalar biçilmeye başlanırdı. yıldır

Agra'daki Zerafşan bahçesinde yüksek gül ağaçları varBu ağaçlar nevruzdan kısa bir süre önce yapraklarını çı­ karır, dallarındaki tomurcuklar birbiri ardına açar; yapraksız dalların hepsi kırmızı güllerle donanırdı. lri gül ağaçla­ rı, kıpkızıl mangaUar misali insanın gözünü alırdı. Bu yüzden o ağaçlara alevli ay parçası da denilirdi. dı.

Bu gül ağaçları yanındaki altın b~zekli kameriyede, yabedeni adeta küçülmüş olan Hanzade begim, dalgın bir vaziyette tek başına oturşı altınışı geçmiş, saçları ağarmış, maktaydı.

r ~.i

SONTİMURLU

6

Bahçenin tam ortasındaki dar yollara san kumlar serpilMermer arklardan berrak sular akmaktaydı. Kare şeklindeki çemenzarda ülkenin en nadir gülleri etrafa tatlı kokular salarak ışıldayıp durmaktaydı. Fakat Hanzade begime göre bunların tamamı sanki gelip geçici şeylerdi. Kardeşi Babür'ün kanlı savaşlardan sonra kurduğu devlet, henüz Hint elinde muhkem hale gelmiş değildi. Fatihlik kılıcının yaralan kolay kapanmazmış .. Ülkenin çeşitli yerlerinde Hümayun ve kardeşlerine karşı birbiri ardınca isyanlar baş göstermekteydi. Böylesi tehlikeli günlerde ağabey-kardeşler birbirlerine destek verecekleri yerde, birbiriyle savaşmakta, iktidan ele geçirme sevdası gütmekteydiler. Hanzade begim, ne yaparsa yapsın, bir türlü onların arasını bulamıyor­ du. Şu anda bahçede otururken de tek düşündüğü şey, ağa­ bey-kardeşler arasında birbirini kovalayan çekişmelerdi. mişti.

Begimin dalgın nazarlarla baktığı yemyeşil meydanda, bir grup atlı kız çevgan oynamaktaydı. Hanzade begim gibi ı,ısta bir oyuncunun kendilerini seyretmesinden kıvanç ' duyan kızlar, var güçleriyle çevgan topunu karşı takımın kalesine atma mücadelesi veriyorlardı. siyah atlı kızların birbirini karıştınna­ ması için boz ata binen kızlar sarı şalvar ve yelek giymiş­ lerdi. Siyah ata binen kızların giysileri ise kınnızıydı. Kalenin biri boz

atlı kızların, diğeri

korumasına verilmişti. Oyuncuların

Hindal mirzanın genç hanımı Sultanım begim, iri cüsseli atını meydan çevresinde koşturarak hakemlik yapmaktaydı. Elinde, kuyumcuların bülbüle benzeterek yaptıklan altın düdük vardı. Kuralları bozanlar bu düdükle uyarılıyordu. Bir ara top kızıl atlıların kalesine girince, oyun birden Hanzade begim, çevgan oynayanların birbirlerinin üzerine atılışını endişeli nazarlarla seyrederken, "bari bir tatsızlık çıkmasa" diye geçirdi içinden. Endileşenme­ siyle birlikte de bütün dikkatini oyuna verdi. kızışıverdi.

Tapır tupur at koşturanlar, boyu posu serpilmiş, güzel yüzlü genç kızlardı ve bunlar arasında Gülbeden begim de vardı. Kızların hiçbiri Hanzade begim huzurunda malıcup duruma düşmek istemiyor, bu yüzden her biri topu bir di-

PİRİM KAD1ROV

7

ğerinin

elinden kapıp rakip kaleye atmaya çalışıyordu. Bazen atları birbiriyle çarpışıyor, bu çarpışmanın şiddetinden yere düşecekmiş gibi oluyorlar; onların bu durumu Hanzade begiıriin yüreğini ağzına getiriyordu. Neticede bu

kızlar,

en nüfuzlu beylerin ve devlet erkaAllah korusun, çevgan deyneğiyle birinin yüzü yaralanmış olsa veya birisi atm ayaklan altına düşüp ezilse, mutaassıp şeyhler yine o fısk-ı fücur dedikodulan artınrlardı. Onlara kalsa, kızların daima peçe arkasında ve evlerinde oturmalan gerekirdi. Ama keçe arkasında ve evine kapanıp oturan kadınların, cılız ve cansız olduklannı, güçlü nesiller veremediklerini Hanzade begim gayet iyi biliyordu. Begimle birlikte bu ülkeye gelen el-ulusun kızlan ise, eskiden beri ata binmeye alı.;mışlardı. Şu anda bile Hanzade be,.il'1İn tanıdığı kadınlar arasında bir yere çakı­ lıp kalanlan çok azdı. Kadınlar da erkeklerle birlikte Horasan'da, Kabul'da yaşıyor, onlarla birlikte Badahşan'a gidip, Agra'ya geri dönüyorlardı. Pek çok genç kız, birbirinden uzak bu şehirler arasındaki yolu at sırtında katediyordu. Kaderin cilvesi böyle is·-~, anne babalarm kızlanna genç yaştan başlayarak ata birmeyi öğretip, oyunlar ve müsabakalar tertiplerneleri caiz değil miydi? Tabi ki kızlan atdan düşmemeleri için iyi bir şekilde eğitrnek gerekiyordu. nının kızlarıydı.

Hanzade begirn, bu düşünceler arasında kendini oyunu seyretmeye vermişken, genç kızlar da bir heyecanla kamçı­ yı bile bir kenara atmış, çevgan deynekleriyle atların uyluklanna vurup karşı takımın kalesine hücum ediyorlardı. Hamide denileni, üç beş oyuncunun grubun arasına ok gibi dalıp atm dizgini bırak­ tı ve çevgan topunu iki eliyle sıkıca kavrayarak ayaklarını üzengiye direyip, kaplan gibi çevik bir hareketle grubun arasından sıynldı. Hanzade begim, gayr-i ihtiyari "Aaa!" dedi. Karşı tarafın kalesi korumasız kalmıştı. Harnide, topu karşı kaleye atmak için yel gibi uçuyordu, siyah atlı kız­ ların yolunu kesmeye çalışması ise fayda vermedi. Hamide banu, topu kaleye öylesine ustaca bir şekilde girdirdi ki, Hanzade begim dahi: Boz

atlı kızlardan

bulunduğu

r '

SONTİMURLU

8

-Aferin, şirkız! * -diye alkışladı. Atının başını arkaya çevirerek geri dönmekte olan Hamide, begimin sözlerini duyınamış olmakla birlikte onun kendisini alkışladığını farketmiş ve bayağı gururlanmıştı. Altın bezekli karneriyede oturan Hanzade begimin cüssesi küçücük kalmış olsa bile, Hamide banunun nazannda ondan daha heybedisi yoktu. Sultanım begim, Hamide'ye yaklaşarak:

-

Duydun mu?- dedi.- Anam dedi.

hanımefendileri

sana

"şirkız!"

-

Gerçekten mi?

-Ben de duydum! -diye söze kanştı boz atlı Gülbeden begim. Hamide banu atını altın bezekli kameriyeye sürüp, ellerini göğsüne koyarak Hanzade begimin karşısında hafifçe eğildi.

Hamide banu, çok bilgili bu kadının başından ne dehmaceralar geçtiğini iyi bilirdi. Otuz dört yaşında dul kalan, arkasından tek oğlu Hürrem-şah'ı da kaybeden Hanzade begim, daha sonralan Sultanım begimi kendisine evlatlık edinmişti. Aslında Sultamm, Andkanlı mimar Mevlana Fazliddin'in yeğeninin çocuğu idi. Kızcağız henüz iki yaşındayken anne babası vebadan ölmüş, mevlana da hayli zor durumda kalmıştı. Olayı öğrenen -Hanzade begim, mevlananın hatırı için iki yaşındaki Sultanım'ı evlatlık edinmiş, bütün sevgi ve muhabbetiyle on dört yıl boyunca bakıp büyütmüştü. Bir yıl önce ise yeğeni Hindal mirzanın Sultanım'a gönlünü kaptırdığını sezmiş ve Hümayun'un da tavsiyesiyle iki genci evlendirmişti.. Öyle muhteşem bir düğün yapılmıştı ki, düğüne gelen itibarlı begimlere sunulan mükellef ziyafetten sonra, bir de ağzı­ na kadar altın dolu gümüş bakraçlar önlerinde dolaştırıl­ mış, her begim avucuna sığdırdığı kadar altın almış, diğer genç kızlara ise altın ve gümüş tengeler saçılmıştı. Hamişetli

*

Şir

: Arslan.

PİRİM KADİROV

9

de banu da bu olaya şahit olanlar arasındaydı ve hatta ayağının altına kadar yuvarlanıp gelen bir altın tengeyi iyi dileklerlehatıra olarak almıştı. Hamide banunun en dikkatini çeken şey ise, devletin Mirza Hümayun'un o gün düğün salonunun yüksek bir yerine kurulan muhteşem sedirde Hanzade begimi yanına oturtup, bir padişah gibi saygı göstermiş olmasıydı. Bu manzarayı gören yaşlılar, "Müslüman padişahlar arasında çok azı kadın kısmına bu kadar yüksek saygı göstermiştir" diye hala birbirlerine anlatırlardı.

başında-bulunan

Karneriyede oturmakta olan Hanzade begim, Hamide banuya karşı içinde beslediği sevginin her geçen gün arttı­ ğını hissetmekteydi. Hamide de begimin kendisini hayranlıkla seyrettiğini farkettiğinden, daha bir şevkle oynadığı için Hanzade begim de mutluydu. Biraz önce beynini tır­ malayan karmaşık düşünceler, artık yavaş yavaş yerini aydınlık bir sevince bırakmıştı.. Hamide banu, topu karşı takımın kalesine ikinci defa Hanzade begimin bu kıza karşı duyduğu sevgi doruğa çıkmıştı. Sanki şu anda karşısında boz atm üzerinde duran Hami'de değil, gençlik yıllarındaki Hanzade begimin ta kendisiydi. Begim, birden on altı yaşmday­ ken yaşadığı günleri göz önüne getirdi. Artık uzaklarda kalan Andican,.Karaderya boyundaki bahçe, on bir yaşındaki kardeşi Babür mirza .. ve onun mülazımlarıyla çevgan oynayan çevendaz kıyafetine bürünmüş güzel kız Hanzade .. Bu tatlı hatıralar bulutlar arasından sıyrılıp çıkan güneş ışıkla­ rı gibi Hanzade begimin gönlüne bir ferahlıkvermişti.. gönderdiğinde

Hanzade begime gençlik günlerini tekrar yaşatan bu genç kız kimdi? Begim onu Gülbeden ve Sultanım'la birlikte daha önce de birkaç kez görmüş, fakat fazla dikkat etmemişti. Şimdiyse onu yakından tanımak istiyordu. Oyun bittikten sonra halayığını gönderip Hamide'yi kameriyeye çağırttı.

***

r .

;i

SONTİMURLU

10

Bir yandan rutubetin sıkleti, diğer yandan oyunda koş­ turup durmanın verdiği yorgunlukla Hamide banu nefes nefese kalmış, kara kaşlarının üstüne boncuk boncuk ter birikmişti. Padişahlar kadar meşhur olan Hanzade begimin huzuruna hacağında şalvarla, terli bir vaziyette çıkmayı münasip görmeyen Hamide banu, halayıka: -

Bir dakika izin verin, üstümü değişip geleyim, - de-

di. - Hayır, - diye itirazda bulundu halayık - Begim hanı­ mefendileri sizi şu halinizle yüksek huzurlarına çağırdılar. Kendileri de gençlik yıllarında çevgan oynamıştır. Fazla endişelenmeyin, yürüyün! Hainide banu, halayığın peşine düşüp kameriyeye doğ­ ru giderken, ipek dürreyle çember şeklinde bağlanan iki belik uzun saçlarını omuzuna düşürdü. Dürrenin ucuyla kaşları üzerindeki ter damlacıklarını sildi. Hamide banu kameriye basamaklarını tırmanırken, Hanzade begim yerinden kalkıp ona doğru yürüdü. Hamide banu, üç dört adım geride durarak, taze gelin gibi saygıyla eğildi. Hanzade begim gülümseyerek yaklaştı ve elini uzattı. Adete göre Hamide banu Hanzade begimin elini iki eliyle tutup, bir dizini yere dayayarak sanki bayrak öpüyormuş gibi saygıyla öptü. Kız başını yere eğdiğinde gür siyah saç belikierinden biri omuzundan göğsüne doğru kaydı. Hanzade begim diğer eliyle kızı belinden tutup doğrul­ tarak, sim işlemeli minder üzerine oturmasını işaret etti. Bu arada Sultanım begim de kameriyeye çıkıp geldi. Begimler yukarı geçip oturduktan sonra Hamide banu ayaklarını oturak yerinin altına ahp, saygılı bir şekilde diz büktüğünde, simsiyah uzun saçlannın bir beliği minder üzerine düştü. Kızın her kıpırdanışında bu simsiyah saçlar simli minderi süpürüyormuş gibi görünüyor, bu da Hanzade begime ayrı bir zevk veriyordu. Hanzade begim, Hamide'yi oyundaki başansından dolayı tebrik ettikten sonra, kimin kızı olduğunu ve Agra'ya nereden geldiklerini sormaya başladı.

PİRİM KADİROV

ll

Hamide'nin babası fakih Mirbaba Dost adlı Taşkentli biriydi. Şeyhani-han'ın katliamları zamanında Horasan'ın C'im şehrine göç etmiş; orada bir kızla evlenmiş; daha sonra Babür mirzadan sığınma talebinde bulanarak Kabul'a gelmişti. Babür'ün sevgili hanımı Mahım begim de Cam'lı olduğu için Hamide'nin anası hemşehriliğe sığınarak önce onun huzuruna girer, daha sonra Mahım begimin tevsiyesiyle Babür Mirbaba Dost'u huzuruna kabul ederdi. Babür'ün fıkıhla ilgili sorularını Mirbaba Dost Arapça ve Farsça yazılmış kitaplardan başka, Türkçe "Mübayiin"den de örnekler vererek cevaplar, Babür'ün manzum olarak yazdığı bu es6rini baştan sona ezbere bilirdL Mirbaba Dost'un çocuklara sadece fıkıh değil, tarih, mantık ve edebiyat derslerini de gayet başarılı bir şekilde öğretebileceği­ ni anlayan Babür, onu küçük oğlu Hindal'a öğretmen tayin etmiş, o günden sonra da bütün ailenin kaderi Hindal'a bağlanıp kalmıştı. Hindal Badahşan'a gittiğinde onlar da gitmiş, Agra'ya dönüp gelmesiyle birlikte tekrar geri gelmişlerdi. Bu yıllar zarfında Hamide daha küçük yaştayken at binmesini ve çevgan oyuarnayı gayet iyi öğrenmişti. Şu anda bile Mirbaba Dost, Hindal mirzanın fıkhY meselelerde danışmanlığını yapmaktaydı. Gerçi maaşı fena sayılmazdı, ama yine de iki oğul ile bir kızını beyzadeler gibi giyindirip, beş altı at, üç dört hizmetkar tutmaya yetmiyordu. Bu yüzden Hamide'nin anası Hindal mirzanın hareminde kıs­ sahanlık yapmaktaydı. Sultanım begime meşhur destan ve hikayeleri okur, bunun karşılığında da iyi bir maaş alırdı. Hamide'nin kendisi de Sultanım begimin akran nedimeleri arasına girmişti. Hanzade begim, bu detayları Sultanım'dan ve Hamide'nin bizzat kendi ağzından dinlediğinde bir şeye şaşıp kalmıştı. Böylesine güzel bir kız kendi saraylarında yaşar. ken, neden bugüne kadar ona doğru dürüst baklJlamiştı? Hanzade begim, çevganı güzel oynayan diğer çevendaz fazla letafetli olmadıklarını, erkeklere benzer bir görünüm arzettiklerini bilirdi. Hamide banu ise, şalvar giyip oturuyor olmasına rağmen, çevendaz giysileri incecik kızların

SONTİMURLU

12

belini, iri göğüslerini, taze fidan gibi bükülebilen genç vücunun güçlü nefasetini daha bir güzel gösteriyordu. Onun gür saç beliklerini ince boynu arkasına dolayıp durması, Hanzade begime ayrı bir zevk veriordu. - Hamide banu, sizi görünce bir beyt aklıma düştü. Okuyayım mı?

Okuyun, hazreti begim, pür dikkat dinleyeceğim!

-

- Bu şiir şu bahçede bür'ün gazelindendir:

yazıldı.

Rahmetli

kardeşim

Ba-

Gül cemalin yapkan ul gülning iki reyhanıdur, Gunça sırrın açkan ul ikki lebi handanıdur.l Hamide banunun gözleri sevinçten çakmak çakmak olmuştu. Dudaklarına yayılan tebessüm, onun kalbindeki sırrını, bu şiiri iyi bildiğini ve hoşlandığım hissettiriyordu.

- Gazelin devamını siz okuyuverin! - dedi Hanzade begim. Hamide banu bakışlarını yere çevirerek: - Eğer mübalağa edersem, mazur görün, hazreti begim,- dedi. Sonra aruz şiirinin ince kurallarını rak o gazelden iki mısra okudu:

hakkıyla

uygulaya-

Sel imesdür, yer yüzin tutkan közümning yaşıdur, Ra'd imasdür, kökke çirmaşkan köngül efganıdur.2 Hanzade begim bir kahkaha

patlatttı:

:-Bu sözler senin için gerçekten de mübalağa! Yeryüzünü tutan göz yaşlarından Tanrım seni esirgesin! Sonra içinden "Neden Hümayun bugüne kadar bu kızı diye geçirerek, bayağı şaşırdı. Çünkü bir za-

farketmemiş?"

1 2

ii

Gül cemalini kapatan o gülün iki yaprağıdır Gonca sırrını açan o iki dudağın handanıdır. Sel değildir yer yüzünü tutan, gözümün yaşıdır, Şimşek değildir göğe yükselen, gönül feryadıdır.

PİRİM KADİROV

13

manlar Babür'ü zora sokup, feryadını göğe çıkaran belalar şimdi Hümayun'un çevresinde dolanıp duruyordu. Hiç olmazsa Babür'ün Mahım begim gibi bilgili bir hanımı vardı. Aile içinden gelen birçok belaya bu sadakatli kadın göğsü­ nü siper etmiş, çocuklarını da babalarına saygılı birer evlat olarak yetiştirmişti. Hümayun'un ise kadın yönünden şan­ sı hiç açılmamıştı. Daha on sekizine basmadan dayısı Yadgar beyin Bike begim adlı kızıyla evlendirilmişti. Toplumun önde gelen insanları arasında büyüyen bu kız, güzel olmasına oldukça güzeldi, ama ana olacak durumu mu yoktu, yoksa yakınlarının doğursa bile çocuklan hasta ve zayıf olur şeklihcleki sözleri doğru muydu? Bike begim, bir değil iki çocuk doğurmuş, ama ikisi de daha küçük yaşta ölmüş­ tü. Halbuki padişahlık geleneklerine göre Hümayun'un mutlaka veliahdı olmak zorundaydı. tki defa daha evlendirmişlerdi, ama Hümayun mu doğru kadın seçmeyi bilememişti, her ne ise, üç hanımından hiçbirisi ona münasip çık­ mamıştı. Şimdilerde otuzuna girmişti. Bir erkek çocuğa · hasretti. Kadınlarında ise gönlü dahi yoktu. Bu yüzden emirleri, beyleri onu içki bezmlerine davet ederlerdi. Geçenlerde Hümayun akşam saatlerinde Hanzade begimi görmeye geldiğinde keyfi bayağı yerindeydi. Belki de kafasının iyi olmasının verdiği rahatlıkla halasına içini dökmüştü. - Şansım yokmuş! Memleket ağzına kadar kız dolu, amma Tanrı akıllı ve faziletli birini bana yazmamış vessalam! Hanzade begim, kendini Hamide banunun sihrine kaponun gazel okumasını zevkle dinlerden, birden aklı­ na Hümayun'un bu derdi düşünce, ikisini yan yana göz önüne getirmeye çalıştı. Hümayun da bileğine sağlam bir yiğitti. Savaşlarda sergilediği kahramanlıklar dilden dile dolaşıyordu. Onu kendisine damat görmek isteyen beyler ve vezirler çoktu. Onların padişaha kaynata olmak istediği bir sırada, Mirbaba Dost gibi sıradan bir mülazımın esamesi bile okunmazdı! Dahası, acaba Hamide üç hanımlı Hümayun'a varmak ister miydi? Kimbilir, belki de gönlünü kaptırdığı bir yiğidi vardır! Hanzade begim, şiir konusunu tırıp,

" r " '

14

SONTİMURLU

devam ettirerek, Hafız'dan, Dehlevl'den, Neviii'den bazen Farsça, bazen Türkçe örnekler verirken, bunların çoğunu Hamide'nin zaten bildiğini, bu kızın akıllı ve kültürlü olmanın yanında, aşk gazellerine ayrı bir düşkünlüğü olduğunu sezmişti. Sonra yan şaka, yan ciddi bir şekilde sordu: - Size ithafen şiir yazan aşık yiğitler de var mı, Hamide banu? Hamide, utancından başını önüne eğip, bakışlarını yere dikti. Bunun üzerine Sultanım begim, bir müddet önce Hamide'ye aşık olup manzum mektuplar yazan bir beyzadenin olduğunu anasına anlattı. Cüneyt Barlas adlı büyük bir emirin oğlu olan bu beyzade, Hamide'ye dünürcü dahi göndermiş, fakat Hamide ondan hoşlanmamış, sonunda Hindal mirzadan kendisini korumasını istemiş; o da küçüklüğünden beri dergahında büyüyen bu kızı hep·gözettiği için, beyzadenin babasıyla konuşmuş. Böylece delikanlı bir daha ne mektup göndermiş, ne de dünürcü. Hanzade begim, Hamide'nin tutumunu makul bulmuştu. - Acele etmemeniz iyi bir şey. Dilerim şirkıza münasib arslan gibi bir yiğit karşısına çıkar. Begimin çok şey gören tecrübeli gözleri, Hamide'ye bir ümitli takılıp kalmıştı. Kendisi Şeyhani-han ve Şah tsrnail'den başka, Tirnuri taht sahiplerinin nicesinin ailevi hayatlarını yakından görmüş, ne meşhur melikelerin tae-u taht belasma tahammül edemeyip, saranp solduklarma şa­ hit olmuştu. Hamide ise, hem aklı başında, hem de güçlü kuvvetli bir kızdı. Hümayun'un iç ve dış düşmanlada dolu me~akkatli hayatma belki de şu kız tahammül edebilirdi. lhtimal arzu ettikleri erkek eviadı bu kız doğururdu. Acaba ne yapsa da onları birbirine yakmlaştırsaydı? Nevruz günlerinde Hümayun gemi gezintisine kadınlan da davet ederdi. Hanzade begim, Sultanım'a yüzlendi: - Kızım, bugün çevgan oynayan arkadaşlanula oyunu devam ettirin. Mirza Hümayun'u gemi gezisinden sonra buraya davet edeceğiz. Hamide'nin nasıl çevgan oy-

PİRİNI KADİROV nadığını

lara

15

Hümayun da bir görsün. Kendisi böyle

temaşa­

bayılır.

Hamige, padişahm gözü önünde at koşturup çevgan hayalleyince, birden korkuya kapıldı. - Hazreti begim, ben korkarım!

oynadığını

Hanzade begim güldü. - Korkma, korkma. Hem yarın gemi gezintisine sen de bizimle birlikte geleceksin. Hazretimi yakından görünce, korkunuzun yersiz olduğunu anlayacaksın. Sonra iyi atlara binip meşk kılarsınız. Hanzade begim halayığına döndü: - Ahır beyine söyleyin, kara benekli atı kökretesiyle birlikte alıp getirsin! Sultanım, şaşkın nazariada anasına bakakalmıştı. Hanzade begim, Irak'dan getirilen bu kara benekli atı kendisi için iki bin rupiye satın almıştı. Bu parayla on tane normal at ahnabilirdi. İster misin şimdi onu Hamide'ye hediye etsin? Hanzade begim, kızının gözlerindeki şaşkınlığın sebebini sezmişti. - Benim başka atlarım var. Daha sonra da dizgincinin çekip getirdiği kara benekli atı altın kökretesiyle birlikte Hamide banuya hediye etti.

*** Bu olay kulaktan kulağa dolaşarak Hamide'nin anne babasına da malum olmuştu. Kıziarına Hanzade begimin nazannın düştüğünü, Hamide'yi bugün yarın Mirza Hümayun'a isteyecek olmaları ihtimali, şansın yüzlerine güldüğünün işaretiydi. Kesip biçmeden anlayan anası daha şimdiden Hamide için pahalı atlas ve muslinlerden yeni elbiseler dikmeye başlamıştı. Fakat bu konu Hamide banuyu rahatsız ediyordu. Ne de olsa Hümayun'un 'güzellikte dillere destan hanımını, altı yaşındaki kızı Akika'yı görmüştü. Karısı, çaluğu çocuğu olan bir yiğide sığıntı olmak.. Hayır, hayır, Hamide kesinlikle böyle bir şeyi kendisine yakıştıramazdı. Kendisinin aşırı saygı duyduğu Han-

r .

,p ~ı

;

.

SONTİMURLU

16

zade begim, yoksa onu kumalık azabına layık mı görmüş­ tü? "Yoksa sevdiğin bir delikanlı mı var?" diye sorduğun­ da, utanıp "Hayır, yok" dediği için şimdi bayağı hayıflanı­ yordu. "Evet, var" deseydi, bu işten kolayca kurtulmaz mıydı? lyi de, "kim?" diye sorariarsa ne cevap verecekti? Kürekçi delikanlı Nizam'ı seviyor olduğu doğru muydu? Bunu henüz kendisi de kesin bilmiyordu ki, nasıl söyleye- · bilirdi? Arasatta kalmış gibi ızdırap çeken Hamide banu, bahçenin öte yakasında kıvrıla kıvrıla akan Cemne nehri sahiline doğru yürüdü gitti. Bahçenin uzak bir köşesinde nehir özeninin koltuk gibi içeriye doğru kıvrıldığı tenha bir yeri vardı. Burada akım son derece yavaştı. Suyun dip kısmı yumuşak kumluk ve üstelik fazla derin de değildi. Hamide daha yedi yaşında bir çocukken buraya sık sık gelirdi. Salıilin bir tarafı yüksek ağaçlar, diğer tarafı ise bahçe duvanyla adeta perdelenmiş­ tL Duvarın arkasında bir gemkinin küçük bir avlusu ve iki kürekli bir kayığı vardı. Yağmur mevsimi sona erip, kuru ve sıcak aylar başladığında Cemne'de su azalır, kır boyu etek gibi açılır, böylece komşu avluya geçecek kadar kuru bir kara parçası oluşurdu. Gemkinin çocukları Zerafşan bahçesine geçişe cesaret edemezlerdi. Bu yüzden Hamide, henüz sekiz yaşında bir çocukken kendisi oradan geçip komşu avluya girmiş, gemicinin oğlu Nizarn da onu kayığa bindirip gezdirmişti. · Hamide'nin anası o zamanlar "daha parmak kadar çocuk" diyerek fazla aldırış etmemişti. Bir defasında on yedi yaşın­ daki Nizam, padişah bahçesinde yaşayan Hamide'ye nasıl çevik olduğunu göstermek istemişti. - Banuçe*, sana balık tutup vereyim mi? - diyerek gömleğini çıkarmış, sonra suya dalmıştı. Cemne'nin koyu renkli suyu o gün cam gibi berraktı. Hamide, Nizarn'ın su altında gözü açık vaziyette yüzüp balık aradığını görünce şaşıp kalmıştı. Nizam, girintiye sıkıştırdığı bir balığı yakalayıp çıkmış, fakat balık bir hamleyle elinden kurtulup gözden kaybolmuştu. Ama sonra başka bir balığı yakala*

Banucuğum.

PİRİM KADİROV mış

ve Hamide'ye

damlacıklan kızın

17 doğru

üstünü

atarken, ellerinden sıçrayan su ıslatmıştı. Kocaman balık kızın

ayağı altına düşmüş, çırpınınaya başlamıştı.

Nizani'i'n suda bu kadar güzel yüzdüğünü gören Hamide'nin de hevesi gelmişti, ama o yüzmeyi bilmiyordu. Bunu hisseden Nizam, kayığı evleri önündeki kazığa bağla­ dıktan sonra, nehir kenarında kolay bir yer seçip Hamide'ye yüzmeyi öğretmeye başlamıştı. Hamide hafif ipek gömleğiyle birlikte suya dalmış, Nizam onu belinden, kollarından tutarak yüzeyde nasıl kalacağını, nasıl yüzeceğini anlatmış, sonra da yavaşça bırak­ mıştı. Fakat Hamide bir iki kadem gittikten sonra suyun dibine batmıştı. Nizarn hemen atlayıp kızı kurtarmış, Hamide de kollarını onun boynuna dolamıştı. Bir an onun kollannda olduğunu anlayınca, hafiften gülümseyerek sıy­ rılıp çıkmıştı. Nizarn da gayr-ı ihtiyari gülmüş, fakat deve yavrusunun gözlerini andıran sakin bakışlarını samimi bulduğu için olsa gerek, Hamide yüzmeyi öğreninceğe kadar ondan çekinmemiş, herhangi bir kötü hareketini görmemişti. Artık temiz kalpli bu yiğit ona gittikçe cazibeli görünmeye başlamıştı. Daha sonra üç dört yıl hiç görüşmemişlerdi. Çünkü Hindal mirzaya Agra'dan üç yüz mil güneybatıdaki Mivet vilayeti mülk olarak verilmişti. Hindal mirza orada büyük bir bahçe kurdurup, saray yaptırdıktan sonra aile efradıyla ve bu arada Hamidelerle birlikte göçüp gitmişti. lsyankar rajputların diyarı olan Mivet oldukça huzursuzdu. Savaş, vuruş birbirini kovalıyordu. Hamide ve anne babası Agra'da geçirdikleri sakin günleri mumla arıyorlardı. Özellikle bahçenin ucundaki kıvrım Hamide'nin gözünde tütüyor, Agra'ya dönecekleri günü hasretle bekliyordu. Hindal'a Agra'da babasından kalan dört bağdan biri, ZeAradan birkaç yıl geçip Hindal mirza ve adamları tekrar bu bağa dönüp geldiklerinde, Hamide banunun boyu posu serpilmişti ve artık büluğ çağına erdiği için anası ha deyince sokağa bırakmıyor, bahçede dolaşır­ ken olsun, çevgan oynarken olsun yanından ayrılmıyordu. rafşan bağı verilmişti.

r .

.

18

SONTİMURLU

Şimdi o bahçenin tenha köşesindeki ıssız sahile halayı­ Arnine'yle birlikte gelmişti. lnce kaşlı, kızıl saçlı Amine, aslen bir Çerkes kızıydı. tran şahıyla yapılan savaşlardan birinde esir edilen ve köle pazarında satılan bu cefakar genç kız, beş yıldan beri Hamide'ye halayıkhk edip, hizmetini görüyordu. Onu Nizarn da tanıyordu. Çünkü son yıl­ larda Cemne boyuna Hamide hep onunla birlikte gelmişti. Hamide, artık Nizarn'ın gözü önünde çimmeye utanıyor­ du. Yaşı yirmi beşe gelip, sının gibi bir delikanlı olan Nizam da Hamide'deki bu değişiklikleri makul kabul etmiş gibi başını sallayıp gül.(imsüyor, ona selam verdiğinde iki elini alnının üstüne koyup, derin bir saygı izha ediyor ve sanki bu hareketiyle yüksek tabakaya mensup bu kızı kendinden üstün görüyormuş havası veriyordu. ğı

Amine, onun kayığına ilk defa bindiğinde, "Kürekçi deiyi bir bahşiş koparmak için bizi güzelce gezdirecek" diye düşünmüştü. Halbuki delikanlının düz, karayağız çehresinde mütevazi bir gülümseyiş vardı ve oldukça sakin görünüyordu. Fakat simsiyah gözlerinde güçlü bir alevin yansımaları göze çarpıyordu. Güçlü kollarıyla küreklere asılarak istediği gibi yönlendirdiği kayıkla üç kişiyi nehir üstünde kuş gibi uçuruyordu. likanlı

Kayık dar olduğu için Arnine arkada, Hamide ise ön tarafta Nizarn'la yüz yüze oturuyordu. tkisi göz göze geldiğin­ de Hamide'nin heyecanlandığı Arnine'nin gözünden kaçmamıştı. Sanki Hamide uzun zamandır bu visal anını gözlermiş gibi, gülücükler saçıyor, gözlerinin içi gülüyor, gittikçe açılıyordu. Hamide'nin ne kadar güzel ve cazibeli olduğu- · nu, boy posunun ne kadar geliştiğini Arnine sanki şu anda sezmiş gibiydi. Güya Hamide açılmayı bekleyen, ama henüz açılmayan bir gül goncasıydı ve açılmak için bu yiğidi görmeyi bekliyordu. Bu yiğitte_ne keramet vardı sanki?

N ehrin sessiz sakin aktığı bir yere geldiklerinde Nizarn kürek çekmeyi bırakmış, yumuşak sesiyle türkü okumaya başlamıştı.

Nizam, gönlünü Hamide'ye kaptırdığı için Türkçe'yi dahi öğrenmişti ve şu anda Türkçe şiirlerden hoşuna gi-

PİRİM KADİROV

19

denleri Hintçe olarak okumaktaydı. Sesi insanı büyülecek derece tatlı Ve gürdü. Ağır kayığı kuş gibi uçuran gençlik gücü, sanki sesine de yansımıştı. Hamide ise onun şarkısını dinlerken tuhaf bir sihre kagibi, iradesini şu karşısındaki yiğidin kollarına teslim edecek hale gelmişti. pılmış

Amine, birden Hanzade begimi hatırladı. Hamide gibi Hümayun'a münasip görülen bir kız, gelip gelip de bu kürekçi delikanlıya mı gönlünü verecekti? Delikanlı,

Arnine'nin soğuk bakışlarını ensesinde hisgibi, ona ters ters baktı. Onun gözlerindeki garazsız, soğuk bakışları gören Arnine dahi gayr-ı ihtiyari tavrı­ nı değiştirdi. Nizam, yüce mevkilere doğru yürüyen Hamide banuya yetişemeyeceğini bildiği için, onun emsalsiz cazibesini kutsal sayarak, secde edesi geliyordu. Gônlündeki duyguları Hamide'ye hissenirmek istermiş gbi:

setmiş

Ben bhaktiye* iman etmişim, - dedi.

-

- Bhakti de nedir öyle? - diye sordu Hamide. - Bu herhangi bir kişinin adı değil. Bizim gibi fakir kiBen Mekke ve Medine'ye hacca gidip, sığın­ mışım. Karşımda duran samimi insanın gönlüne sığınırım. Camilerde tamalıkar mollalar insanlardan hayır ve ihsan parası toplayarak zengin oluyorlar. Zenginliğin olduğu yerde mukaddesat olmaz. Bu yüzden biz mescide gitmeyiz. Bizim için mukaddes yer, iyi insanın gönlüdür.

şilerin inancı.

Sıradan bir Hintli gençten böyle sözler beklemeyen Hamide hayret etmişti.

-Ne? .. Camiden yüz çevirirseniz babanız sizinle kavga etmez mi?

*

Bhakti : Hintçe bağlılık, ihlas anlammdadır. İnsan kendi tekamülüne inanır ve kemale ermiş kimselere bağlanırsa kötü hastalıklardan kurtulacağına inanılırdı.

r .

~~ı~:

SONTİMURLU

20

- Bhaktiyi bana babam kendisi öğretti. Babam da, dedem de,- dedi Nizarn sesini alçaltarak fısıltıyla,- Kebir'e* bağlanıp el verdiler. Hamide banu bu adı duyunca ister istemez irkildi. Çünkü bildiği kadarıyla Kebir dedikleri korkunç bir büyücü kafirmiş; milleti yoldan çıkarıp, dinden uzaklaştınrmış. Bu yüzden İskender Ladı denilen padişah Kebir'in boynu~ na taş bağlatıp, Ganga nehrinin dibine çöktürülmesini emir buyurmuş, ama Kebir suyun dibinden canlı çıkmış. Padişah onu kudurmuş fillerin ayakları altında e:idirmek istediğinde fili dahi hüyüleyip, hayatta kalmayı başarmış. Nizam, masal kabilinden bu sözleri Hamide'nin ağzın­ dan duyunca bıyık altından gülümsemişti. - Kebir'in nehrin dibinden canlı çıkışı da, filin ayakları altında ölmeyişi de doğru. Dedem bana bunun sırrını anlattı. Kebir'in sihri, onun şiirlerindeymiş. Şirlerini şarkı olarak okuduğunda, onu işiten canlı öyle bir etkilenirmiş ki, Kebir'in iradesine karşı hiçbir şey yamamazmış. - Dedeniz Kebir'i yakından tanır mıymış? - Evet, babam da tanırmış. Bundan yirmi beş yıl önce ben doğduğumda Kebir bizim eve gelmiş. Bana Nizarn adı­ nı da o vermiş. -Tövbe, tövbe .. Siz kime inandığını bilmiyorsunuz! dedi Hamide banu.- Babam bana "Kebir'in adını ağzına alma, kafir olursun" diye tenbihlemişti. - Babanızı cahil muhtasıplar** yanlış yola sevketmiş­ ler, - dedi Nizam.- Onlar bizim başımıza da nice dertler açtılar. Kebir'e el veren babam, şu anda zindanda yatıyor.

* Kebir (1440-1518). Büyük Hint şairi.

Şiirleri bugün dahi halk arasında oldukça yaygındır. Rivayete göre Kebir, bir brahman ailesinin çoğu imiş. Henüz çocukken anası bıra­ kıp gittiği için, onu sıradan bir dokumacı Müslüman aile büyütmüş. Kendisi de dokumacıymış. ** Muhtasıb. Dini işlere nezaret eden kişi. Elinde deynekle dolaşarak insanlan camiye sevkeder, oruç tutup tutmadıklarını kontrol ederdi. Orta Asya'da bunlara "taga", Osmanlılar'da "dayı" denilirdi.

PİRİM KADİROV

21

Nizam, derin derin düşündükten sonra, geçen yıl Hamidelerin olmadığı bir sırada bu nehirde vukü bulan kanlı olaylan anlatmaya başladı.

*** Nizarn'ın babası, büyük oğluna Hintliler'in en çok ezilen şudra * halkından kayıkçı bir dostunun kızını almak istemiş. Oğlan ve kız birbirlerini severlermiş. Anne babaları onların hangi dine inandıklarına önem vermezlermiş. Kebir öğretisine göre onlar Müslüman mollaları da, Hint brahmanlarını da önemsemezlerıniş. "Dine göre halkları birbirinden ayırmak sadece tamalıkar ruhanilerin işidir" diye düşünerek, düğün hazırlığına başlamışlar. O sırada Nizarnların mahallesindeki camide beklenmedik bir kavga çıkmış. Geceleyin kim oldukları bilinmeyen birileri caminin mihrabma siyah bir domuz leşini bırakıp gitmişler. Caminin imami, "bu işi domuz besleyen mecusiler yaptı" diyerek, cemaatı Hintliler'e karşı kışkırtmış. Birkaç cahil sokağa çıkmış ve bakmışlar ki Hintliler'in kutsal saydıkları inek salma salma geziniyor. Hemen yere yıkıp boynuna bı­ çağı dayamışlar. Sonra "Caminin mihrabına domuz leşini bırakanların cezası işte budur!" diyerek, ineğin iri hudunu kesip Hint tapınağının secde edilen kısmına asmışlar. Bu olay iki tarafın dini inaçlarını şiddetli bir şekilde aşağılarlı­ ğı için, bir kavga başlamış. Sonuncla şehir valisi yani kutval, olayı öğrenip, iki yüz askeriyle gelerek kavgayı bastı­ rıncağa kadar iki taraftan on yedi kişi ölmüş, yetmiş seksen kişi de yaralanmış. Yaralananlar arasında Nizarn'ın babası da varmış ve aslında sadece bu gereksiz kavgayı ayır­ mak için araya girdiği sırada atılan bir taşla yaralanmışmış.

Bu olaya bizzat şahit olan Nizam, inek domuz bahanesiyle insanları öldüren cahil brahman ve imamlardan tüm benliğiyle nefret etmiş; babası ise bu tür dini düşmftnlardan uzak duran ve gerçek insanlığı kutsal sayan Kebir'e öncekinden daha fazla bağlanmıştı. Kebir öğretilerine sadıklığı*

Şudra : En alt tabaka- kasta. Genellikle ameleler, hamallar ve bunlara benzer kişiler bu tabakaya mensup tu.

22

SONTİMURLU

nı ispat etmek için Hintli kızla büyük oğlunu düğününü mutlaka yapmaya karar vermiş, sonunda o kavga yüzÜ]lden ertelenen düğün hazırlıkları sonbaharda tamamlanmıştı. Nizarnların nehir kenarındaki evleri gül desteleriyle bezenmiş, masalar tatlılar, hurmalar, narenciye ve benzeri meyvelerle doldurulmuş; gelinle damat, beyaz, sarı ve kızılımtrak gül destelerinden yapılan özel çadıra girip oturmuşlardı. Nikahlarını kıymak için ne imam çağırılmıştı, ne de brahman. Aksine bhaktiye gönül vermiş seksen yaşlarında bir ihtiyar gelinin elini damadın eline verip, Celaleddin Rumi ve Kebir şiirlerinden bazı beyitler okumuştu. Bu beyitlerde "Riyakar imam ve brahmana inanma; gönlündeki kutsal duygulara bağlan. Ey insan! Kutsal şeyler senin kendindedir" şeklinde ifadeler vardı. Tabi ki bu beytler dindar şeyhlerle mutaassıp brahmanları çılgına çevirmişti. Eğer herkes camiye ve tapınağa varmaya son verirse, brahmanı ve mollayı adam yerine koymazsa, onlar hayatlarını nasıl sürdürürlerdi? ttibarları sıfıra iner, üstelik de halk yavaş yavaş padişaha dahi itaat etmez olurdu.

Cahil şeyhler ve brahmanlar düğün arefesinde şehir valisinin huzuruna çıkmış, acil tedbirler alınması gerektiği­ ne, cami ve tapınakları kötüleyen dinsizlerin halk arasında isyan çıkarıp, yeni kavgalara yol açabileceklerine onu inandırmışlardı. Nehir kenarındaki düğünün en coşkulu anında birden elli altmış kadar asker kamçılarını saHayarak, yalın kılıç çıkagelmişti. Bunlar, Kebir'in isyankar şiir­ lerini okuyan hanendeleri kamçılayarak dışarı atmış, damatla gelinin oturdukları çadırın gül destelerini kılıçla parça parça etmişlerdi. Onların hemen arkasından düğün yerine gelen muhtasıblar da gayr-ı müslim bir kızla evlenmek isteyen Müslüman gencin nihakının geçersiz olduğu­ nu açıklamışlar, Nizarn'ın buna itirazda bulunan babasını ise, gözlerini bağlayarak hapse atmışlardı... - Babam hala zindanda, - diyerek hikayesini bitirdi Nizarn üzgün bir şekilde. - Muhtasıb, geçen yıl caminin mihrabına bırakılan domuz leşini babamın işi diye düşü­ nüyormuş. Ne çirkin bir iftira!

PİRİM KADİROV -Babanız

23

derdini

padişaha

arzetse olmaz

mı?

- diye

sordu Hamide. - Ee.: Padişah gökte, babam yer altındaki zindanda! tkisinin .arasını rüşvetçi memurlarla, sahtekar şeyhler kesmişler. Padişah onların sözlerine inanır! Amine,

Nizarn'ın

bu sözleri söylerken gözlerinin isyan

duygularıyla ateş püskürdüğünü görünce, kendi başına gelen esaret külfetlerini hatırladı. Nizarn'ın derdini paylaş­

mak

istermişçesine:

- Bu dünyada adalet denilen Gün, her zaman güçlülerin günü!

şey yokmuş!

- dedi. -

Zamanın güçlülerine yakın olan Hamide, bu sözleri üzerine alınmış olmalıydı ki, bayağı zor durumda kaldığı­ nı hissetti. Bunu farkeden Nizam, aradaki tatsızlığı gidermeye çalıştı.

- İnşaallah bugün değilse yarın gerçek ortaya çıkacak­ Ben, padişahın gemisinde kürekçiyim. Bir fırsatını bulursam Mirza Hümayun'a meseleyi arzedeceğim. tır.

"Acaba ben .. hazretlerinin inayeline layık görülsem 'Nisuçsuz babasını hapisten çıkartın' diye bir ricada bulunabir miydim?" şeklinde düşündü Hamide. Fakat Hümayun'dan böyle bir istekte bulunmak için ona yakın olmak şart. Ona yakın olmak ise, Nizarn'dan uzaklaşmak demek değil mi? Ne var ki Hamide, bir türlü bu delikanlıdan uzaklaşmak istemiyor, gönlünün ona bağlanıp kaldığını hissediyordu. Henüz yedi yaşında bir çocukken şu nehrin kenarında Nizarn'ın kendisine yüzme öğretmesi aklından hiç çıkmamıştı. zam'ın

Nizam, kayığı sakin koya çekip durdurduğunda Hamide'ye malızun nazarlarla bakıp "Bir daha görüşecek miyiz?" der gibi baktı. - N evruzda padişahımız gemi gezintisine öyle mi? - diye sordu Hamide delikanhdan. -Evet, bize ferman verildi. Nevruz günü misinin küreklerini biz çekecekmişiz.

çıkarmış,

padişah

ge-

r .

.

!' L

ı:

SONTİMURLU

24

- Hanzade.begim beni de gemi gezintisine davet etti. Demek ki, gelirsem .. sizi de görebileceğim. Nizarn bu sözesevineceği yerde, yüreğini buruk bir acı­ mn sarmaladığını hissetti. Mirza Hümayun'un geminin yukarı katındaki altın bezekli talarda sürmelenip süslenip, çevreyi seyrettiği bir sırada, kendisinin aşağıdaki dar yer~ de, on altı kürekçinin arasında terin suyun içinde kalarak kürek çekişini göz önüne getirdi. Hanzade begim, Hamide hanuyu Hümayun'la tanıştırırken, aşağıdaki kürekçi Nizam bu olaya hangi gözle bakabilir, hangi manevi azaplara giriftar olurdu? Hamide banu, bu soruyu delikanlının yüzüne çöken ifadeden anlayınca, iki ateş arasında kalacağına artık iyice inanmıştı. malızun

*** Nevruz günü Hamide banu, gümbür gümbür öten davul zuma sesleriyle uyandı. Hemen bayram giysilerini giyip, Hanzade begimin hediye ettiği siyah benekli ata binerek Gülbeden ve yine birkaç asilzade kızıyla birlikle şehir merkezine doğru giderken Nizam'ı hatırladı. Acaba onu zor duruma sokmamak için bir bahane uydurup gemi gezintisine gitmese miydi? Halbuki tüm Agra ahalisi ve diğer şehirlerden gelen yüzlerce insan, şehir merkezinden geçen Mirza Hümayun ve mevkebini yakından görmek için can atmaktaydı. Mevkebin önünde ise muhafızlar bambudan yapılmış özel sopalarla yol açmaya çalışmakta, onların hemen yanı başın­ da da davul zumacılar ilerlemekteydi. Çifte davullarını kızıl devderin hörgücüne benzeterek özel bir şekilde bir kenara alan iki Hintli delikanlı, tokmaklarını aralıksız indirip kaldırarak bütün bir şehri takatumtum sesleriye doldurmaya çalışırken, borazancılar bakır boğumlannı havaya kaldırarak, "ka-ka-ku-uv"larıyla davullann sesini bastırmaya çalışıyorlardı. Fakat sumayların ince ve keskin sesi hepsinden daha güçlü çıkıyordu. Ana caddeye doğru akıp giden kalabalık, Hamideleri de

PİRİM KADİROV

25

kendisiyle birlikte sürüklemeye başladı. Fil üstündeki küçük bir kulübeyi andıran gök renkli kadife sayebanın üç tarafı kapalı, fakat ön tarafı açıktı. Hareket halindeki kulübe içinde tek başına oturan Hümayun'un alnının üstünde ve sanğmın alt tarafında Kühi-nur elması parlamakta ve adeta bakanların gözünü kamaştırmaktaydı. Hümayun, bu mücevheri yılda bir defa, o da Nevruz töreninde alnına takar ve halkın karşısına çıkardı. Bunu duyan insanlar, padişahtan çok Kuhi-nur elmasını görmek için yakma sokulmaya çalışırlar, fakat caddenin iki tarafına adeta zincir halkaları gibi dizilen muhafızlar, kalabalığın mevkebe yakın­ laşmasına izin vermezlerdi. Ne var ki, caddenin bir yerine elli altmış kadar genç birbirini iterek, muhafız engeleni aşmayı başarmış ve cadde içine girmeye başlamıştı. Bambu sopa birinin sırtına sert bir şekilde indi. Yine de kalabalık atlı muhafıziann ördüğü engeli aşmaya başlayınca, korbaşı öfkelenerek birden kılı­ cını sıyırdı.

Fil üstünden bunu gören Hümayun, sağ tarafında at üstünde gitmekte olan Bayram-han'a bir şeyler söyledi. Bayram-han arkaya dönerek: para

Cenab-ı korbaşı, telaşlanmayın! saçılmasını

- dedi. - Hazretim

ferman buyurdular!

Kırk yaşlarındaki uzun kollu merasimcibaşı muhafız­ larla kalabalığın burun buruna geldiği tarafa yaklaşırken, eyerine atılan kilim heybenin sağ gözünden bir avuç gümüş tenge aldı. Gür sesini yükselterek, Türkçe ve Farsça kelimelere Hintçe ibareler de katıp konuşmaya başladı:

-

Sakin olun ahali! Hümayun hazretleri, nevruz baybulunmak

ramı dolayısıyla vatandaşiara hayır ve ihsanda istiyorlar! Alın, alın, bu gümüş tengeler sizin!

Merasimcibaşı bir yandan at üstünde ilerlem~sini sürdoğru atılıp avucundaki gümüş tengeleri kalabalığın bastırıp geldiği yerin arka tarafına fırlattı. Gün ışığı altında ıpılıpıl parlayan gümüş tengeler, kiminin ba-

dürürken, ileri

şını,

kiminin

sırtını

yalayarak yere

düştü.

Bunu gören yan

SONTİMURLU

26

çıplak insanlar, padişahı da, filini de unutup, düştüğü tarafa doğru akın etmeye başladılar.

tengelerin

Mevkeb biraz önceki gibi sakin adımlarla yoluna devam etmekteydi. Merasimcibaşı da bir yandan ilerlerken diğer yandan elini heybenin sol gözüne atıp, ardı ardına bir iki avuç bakır tenge aldı ve biraz öncekinden daha uzak bir mesafeye fırlattı. Tabi tengeleri saçarken alışılmış lafları sı­ ralamayı ihmal etmiyordu: -Ahali! Nevruz, Müslümana da, Hintliye de, bütün insanlara bayramdul Bahar aylarında gece ile gündüzün birbirine denk olduğu bugün, nevruzla birlikte yeni yıl başlamıştır. Ferman-ı ali o ki, yeni yıl gibi ahali arasında da dirlik düzenlik hüküm sürsün, memleketin bütün ahalisi din ve ırk ayırımı yapmasın, nevruz huzur ve birlik bayramı olsun! Merasimcibaşı tekrar elini heybenin sağ gözüne daldı­ rarak bir avuç gümüş tenge alıp halkın üzerine doğru saçtL Biraz önce mevkebe doğru yakınlaşıp gelen yan çıplak insan seli, tengelerin saçıldığı tarafa doğru aktı. Cadde kenarlan saçı sebebiyle biraz açıldığı için, at sır­ gelen Hamideler mevkebe yaklaşınayı başarmışlardı. Biraz önce ahaliye karşı kılıcını kımndan sıyıran korbaşı tekrar silahını yerine sokup, Hümayun'a dönerek, özür dilermiş gibi bir ifadeyle tazim kıldı. Bu arada Hümayun'un da korbaşına "özrünüz kabul edildi" der gibi hafifçe gülümsediğini Hamide banu dahi açık seçik görmüştü. Tam o sırada karşısındaki yiğidin alnındaki Kuhi-nur elması göz alıcı bir şekilde çevreyi ışık seline boğdu. İşte o an Hümayun Hamide'ye çevresindeki genç insanlar arasında en yakışıklısı, en bahtlısı imiş gibi göründü. Artık sabahki en. dişeleri bir kenara atmıştı ve tek istediği Hümayun'un kendisinin bulunduğu tarafa bakması ve onunla göz göze gelmesiydi. tında

*** Ne var ki fil üstünde yoluna devam eden Hümayun'un Hamide'nin oldu-

aklı tamam~n başka şeylerle meşguldü.

PİRİM KADİROV

27

ğu tarafa doğru başını çevirdiği sırada dahi kızın başı hayli uzaklara bakar oluyordu. Bu yılkı nevruzda geçen yıla nazaran inşa n seli neden iki üç misli daha az kalabalıktı? Geçen yılkı nevruzda bütün şehir ve çevrede yaşayan herkes buraya dolmamış mıydı? Nevruz günlerinde pazar yerlerini, sokak ve meydanları rengarenk ipek kumaşlarla, gül buketleriyle süslem·e adetine "ay çemberi" denirdi. Hümayun, bu gelenek için Agra'da özel bir ferman vermişti. Hümayun ülkenin doğusunda ve batısında büyük zaferler kazandığı zamanlar, onun her bir fermanını hiç itirazsız yerine getirenierin sayısı oldukça fazlaydı.

Sanki

şu

anda baht kendisinden biraz yüz çevirdiği, için ahalinin nevruza daha az izlerrimi vardı.

kardeşleriyle arası açıldığı

itibar

ettiği

Ağabey-kardeş arasındaki kavgayı

Karuran başlatmıştı. ve Kabul'la yetinmeyip, Lahor'a doğru ordu kaldırmıştı. tki taraf arasında savaş olacağını kesinkes anlayan Hanzade begim, ilerlemiş yaşına rağmen hemen yola koyulmuş; iki hafta at sırtında koşturduktan sonra Agra'dan Lahor'a elçi olarak girmişti. Karuran mirza Lahor'a ağabe­ yine yardım etmek niyetiyle geldiğini, kesinlikle mal mülk derdinde olmadığını belirterek yeminler etmiş; begim de onun Hümayun'a sadakat bildiren mektubunu ve coşkulu Türkçe şiirlerini alıp Agra'ya dönmüştü. · Badalışan

Karuran'ın Hümayun'a gönderdiği mektupta ataları Babür mirzanın sesi duyuluyor gibiydi. Kamran, mütevazi bir şekilde ağabeyine şu mısraları yazmıştı:

Zerresıfat

Sendin

özni bilürmen hakir, nur bolurmen münir.

tüşse

Özellikle Karuran'ın yazdığı şu iki mısradaki felsefe Hümayun'a oldukça samimi görünmüştü: ' lstesengki yetmesdin devrandın azare senge, Sa'y kılkim tegmesin heç kimge azamıng sening.

28

SONTİMURLU

Hanzade begimin onca gayretine Karuran'ın yazdığı bu şiirlerin tesiri de katılınca, Hümayun'un öfkesi basılmıştı. Ağabey-kardeş barışmıştı; ama bu barış geçiciydi, çünkü Karuran Lahor'dan henüz çıkıp gitmiş değildi. Eğer Hümayun Lahor'dan büsbütün ayrılırsa, dış dümanları karşısm­ da zayıf kalabilir ve merkezi devleti kontrol alkında tutamayabilirdi. Hümayun'un dış düşmanları, artık Şirhan Sur çevresinde toplanıp, Gang boylarında isyan bayrağı açmışlardı. Bu yetmiyormuş gibi, batı vilayetlerinden Gucutat'da da isyan çıkmıştı. Hümayun'un Gucurat'a tayin ettiği kardeşi Askeri işin önünü alamamış, halk ona karşı isyan bayrağı açmıştı. Agra ile Gucurat arası ha desen bir aylık yoldu. Hümayun ise Şirhan tehlikesinden dolayı Agra'yı bırakıp Gucurat'a gidememişti. Sonunda Askeri Gucurat'da mağlup olmuş ve sırf Hümayun'a yardım etmediğinden dolayı kız­ dığı için, Lahor'a, Mirza Karuran'ın safına geçmişti. Hüma- · yun, güvenilir adamlarıyla iki kardeşine de mektup göndermiş, "düşmanlara karşı birlik olalım" mesajı içeren nameler yazmış ve onları nevruz bayrammda beşkente davet etmişti. Fakat Karuran mirza yorgun olduğunu belirtip gelmek istememişti. Halbuki turp gibi olduğunu, Lahor'da Askeri'yle birlikte nevruz kutlarnalarına katılmak istediklerini Hümayun gizli casusları vasıtasıyla öğrenmişti. Şu anda deşlerinden

Mirza Hümayun'un filinin yanı başmda karsadece Hindal, ak at sırtında ilerlemekteydi. Fakat onun dahi morali bozuk ve neşesizdi. Çünkü ona verilen Mivet vilayetini bu yıl kış aylarında rajputlar elinden yolup almıştı. Şu anda ise Mivet rajputları doğudaki Sirhan'la anlaşma yapmak üzereydiler. Bu memlekette doğup büyüyen Şirhan, Hint ve Müslüman çatışmalanna aldır­ maksızm, savaşçı rajputlan da safına çekmekteymiş. Eğer böyle devam ederse Hümayun karşısında oldukça üstün duruma geçeceği kesin. Çünkü ülke halkının büyük bir kısmı Hintliydi. Hümayun da Hintliler'i kendi safına çekmenin yollarını arıyordu. Fakat cuma günü büyük camiye gittiğinde şeyhülislam Said Halil, hutbeden sonra onu mihrab yanında durdurarak yavaş bir sesle:

1 ı

!

ı j

1 ı

ı

1 J ı

1

ı

1 ı

ı

i ~

!

1 f

1

t

! ı

ı

ı

PİRİM KADİROV

-

29

Hazretim, bir söz duydum, - demişti-

inşallah doğru

değildir.

-

Hangi söz, taksir?

-Nevruz bayramında sizin gibi temiz mezhepli Müslüman bir padişahın filini bir dinsiz sürecekmiş, doğru mu? - Taksir, gayr-ı müslimlerle aynı memlekette yaşayan insan neden onlarla aynı fil üstünde oturamasın? - Çünkü eğer bugün mecusiler sizin bindiğiniz fili sürmesini öğrenirlere, yarın başında bulunduğunuz devleti ele geçirmeye teşebbüs ederler. -Ama bizim bu

işe

münasip gördüğümüz Lal Çand defalarca ispat etti!

sadık tebaamızdan olduğunu

Said Halil, mihraptaki deri kaplı kalın Kur'an'a göz ucuyla bakarak, sanki ondan yardım almış gibi, konuşma­ sını sihirli bir ahenkle sürdürmüştü: - Eğer o tebaanız gerçekten sadıksa, kelime-i şehadet getirip Müslüman olsun. Ondan sonra elbette sizin bindi~ ğiniz fili sürebilir. Hümayun, göz ucuyla mihrap tarafına doğru şöyle bir bakmıştı. Kur'an'dan korkardı. Fakat Lal Çand gibi özü sözü bir, yiğit bir insanı kendi dininden zorla vazgeçirmeye çalışmak yine de ona tehlikeli görül}.müştü. - Taksir, beni iki ateş arasına atmayın! Artık kendi vaolan Lal Çand gibi Hintlileri teşvik etmek yerine onları zorlayarak başka bir dine geçirmek İstersek, bütün memleket halkını kendimizden soğuturuz! Şirhan gibi hilekır bir düşman varken, bizim Hint halkını bağnmıza basmamız, sırtımızı ona dayamamız gerekmez mi? tandaşımız

- Ama iki kayığa aynı anda binrnek mümkün değil, hazretim! - Said Halil ülkenin dini: önderi olması sebebiyle padişah yönetimine içten nezaret etme hakkına sahipti. Sanki şu anda bunu hatırlatmak istermiş gibi Hümayun'a ters ters baktı:- Eğer mecusi bir fil sürücüsü, bütün bey ve ayanların önünde, fil üstünde oturup giderse, mevkebini-

ı

SONTiMURLU

30

zin büyük kısmı onun ardından gitmek ist~m~z. Ya peki - ı· -yu-zünden yüzlerce Musluman taraf; k b ır te gayr-ı mus ım . ? s· h nliklerıne katılmazsa. ız ce anb tannız nevruz ayram ı Şe . . . gisi daha iyi'? Hümayun'un kaşlan çatılmış, yüzü kıreç gıbı olmuştu: -Bu ne? Tehdit mi? Said Halil, elini göğsüne koyup, sözünü

yumşatmaya

çalışmıştı:

- Hazretim, eğer sizi üzdüysem, özür dilerim. Ben sadece halkırnın durumu konusunda sizi uyarmak istemiş­ tim. Hümayun, camiden dönerken, kardeşleriyle arasının açılması yetmiyormuş gibi, şimdi bir de Said Halil'e bağlı din adamları ve onların müridieri nevruza katılmazlarsa, bayramı kiminle kutlayacağım düşünmeye başlamıştı. Taraftarlarının azaldığını, mevkebinin dahi birer ikişer kendisini terkettiğini gören halk ne derdi? Hayır, buna izin veremezdi. Anlaşılan padişah filini Lal Çand gibilerin süreceği günler henüz gelmemişti. Ama Said Halil' e laf yetiştiren fil ustası lnayet-han da muradına ermemeli. Said Halil'in güvenli müridierinden olduğu için nevruzcia padişah filine binrnek amacıyla casusluk ettiği kesin. Bir zamanlar lnayet-han: - Brahmaputra nehri boylarındaki ormanda beyaz fıl­ ler var, padişah hazretleri para tahsis edip, dört tane yardımcı avcı verirlerse, en iri beyaz fili yakalar getiririm! -diye övünmüştü. Hümayun, saraya döner dönmez lnayet-han'ı huzuruna ve o sözünü hatırlatarak beyaz fili yakalayıp gelmesi için gerekli parayı eline tutuşturmuş ve hemen yola

çağırtmış

çıkmasını emretmişti. lnayet-han'ın:

Hazretim, bırakın da kulunuz yarın nevruzu kutlasonra beyaz fil avma çıksın! -diye itiraz ederek, yer. leri öpmesine rağmen Hümayün: -

dıktan

PİRİM KADİROV

31

-Bu yılki nevruz bana pek zevk vermiyor. Siz beyaz fili yakalayıp getirdiğiniz gün benim için gerçek bayram olacak. Yarını beklemeden hemen adanın!- demiş ve itiraza mahal bırakmadan kalkıp hane-i hasa girmişti. kannca ayağını kıpırdatsa haberi olan vezir Inayet-han'm yanına dört yardımcı verip, hepsini ertesi gün şafaktan önce Agra'dan yolcu etmişti. Verilen emri yerine getirmek elbette kolay iş değildi. Agra ile Brahmaputra vadisinin arası at sırtında iki aylık yoldu. Her taraf tehlikelerle doluydu ve sağ salim dönmeleri bile şüp­ heliydi. Inayet-han, Hümayun'un aleyhine şeyhülislama casusluk etmenin bedelinin ne denli ağır olduğunu artık Yer

altında

Turdıbek,

öğrenecekti.

Bugün nevruz gösterilerine giden Hümayun'un bindiği siyah fili Lal Çand'ın Pencaplı şakirdi Gülmuhammed sürmekteydi. Hümayun, sağ tarafta, filden hayli arkada, açık san renkli at sırtında gelen geniş cüppeli, ak sarıkh, bir karış sakallı Said Halil'e göz ucuyla şöyle bir baktı. Müridi Inayet-han'ın apar topar Agra'dan gönderildiğini öğrenmiş olmalıydı ki, kaşlan çatıktı. Gözlerini açık sarı renkli atın kulaklanndan ayırmadan dalgın dalgın ilerliyordu. Tuhaf şey. Bu adam ne istiyordu? Kendisine bağlı vakıf­ lardan etekler dolusu para geliyor, yüzlerce mürid ve hizmetkarı ağzından çıkan her emri anında yerine getiriyor, gerektiğinde padişahla dahi dünkü -gibi pervasızca konuşa­ biliyordu. Fakat galiba bunların hepsi onun nazarında sıra­ dan küçük işlerdi. .Ihtimal ki, Semerkand'ın meşhur şeyhü­ lislamı Hoca Ahrar gibi, padişahHın dahi emri altına almak niyetindeydi. Çünkü kendisini Peygamber sülalesinden gelen bir seyyid, arş-ı alaya yakın bir alim gibi görüyordu. Fakat Hümayun, babası Babür'ün başına gelenlerden ibret aldığı için, din adamlarına fazla yüz vermemiş, onlardan üstün olmak için "Kanun-u Hümayun1" adı altında yeni bir sistem bile geliştirmişti. Tarihçi Handemir'in hazırladığı bu kanuna göre Hümayun'un eli altındaki insanlar, tıpkı gök, yer ve ikisinin arasında olanlar gibi üç kısma ayrılmıştı. Birinci tabakadakiler devlet ricaliydi. Padişah, vezir, bey ve

32

SONTİMURLU

ayanlar bu gruba dahildi. tkinci tabakadakiler saadet ricaliydi. Yani şeyhülislam, din adamları, alimler, şairler. Üçüncü gruba ise ehl-i murad, yani asilzade kadınlar, sazendeler, "hanendeler, ressamlar ve diğer sanatkarlar giriyordu. Şeyhulislam Said Halil, ikinci dereceye düşürüldüğü için oldukça öfkeliydi. "Saadet ricali" de neyin nesiydi? Hint brahmanları dahi gökyüzüyle kıyaslanarak en yüksek tabakayı oluşturmuyorlar mıydı? Devlet ricali gökyüzü olur da, din adamları onların altında mı yer alırdı? Din adamlarının şair ve alimlerle aynı kefeye konulması Said Halil'e bir tür saygısızlık gibi görünmüştü. Sapık kitaplar yazan şair ve alimlerle, ruhani dünyanın has gülleri seyyidler bir mi tutulurmuş? Şeyhulislam bu görüşlerini Handemir'e arzedip, onunla hayli tartışmıştı. Bayram-han bu tartışmalarda Handemir'in yanında yer almış, Said Halil ise onu dinsizlikle suçlamıştı. Hatta alimler meclisinde Bayram-han'ın şu rübaisini okum·uştu:

Ne din gamıdın dame perişandurmen, Nü küfr hücumıdm herasandurmen, Buthaney-u mescid menge yeksan körinür Güyaki ne kafir-u ne müsülmandurmen. Bu şiiri duyan kadı ve sadırlarla muhtasıbların tüyleri diken diken olmuştu. Yoksa Bayram-han Müslümanlıktan ve camiden yüz çevirip kafirliği üstün mü tutuyordu? Kadılar kadısı olan sadr-ı a'zam, Bayram-han'ın taşa tutularak öldürülmesini istemişti. Şeyhülislamların kendi zindanları ve ceza uygulayıcısı muhtasıbları vardı.

- Bayram-han, Hintiiierin kafir şairi Kebir gibi küfür yoluna sapmıştır! - diyerek soluğu Hümayun'un huzurunda almıştı Said Halil. - Kebir'in de mescidle puthaneyi bir tutup inkar ettiği malumunuzdur! Isyankar mecusilerin bhakti talimatı, padişah saltanatı için dahi tehlikelidir. Said Salil, Beyram-han'ın hiç olmazsa Nizarn'ın kafirlikle suçlanan babası gibi zindana atılmasını istiyordu. Hal

PİRİı\1 KADİROV

33

buki Bayram-han, on dört yıldan beri Hümayun'a saclikane hizmet veren cengaver beylerden biriydi. Hümayun, onun şairlik kabiliyetinin gücünün Nevai ve Babür'le yarı­ şacak durumda olduğunu biliyordu. Bu yüzden öfkeden köpüren Said Halil'e bu hususu hatırlarak -

Taksir, Bayram-han bu rübaisini mecazi anlamda - demişti. - Bu gibi haller büyük şairlerde de görülmüştür. Cennetmekan babamın dahi bu anlamda şi­ ideri var. Okumuş muydunuz? söylemiştir,

Hümayun'un devletinde Babür'ün hatırası kutsal sayı­ ve şeyhulislam dahi buna itirazda bulunamazdı. Hümayun, babasının Bayram-han'ınkine benzer ruhailerinden birkaçını okuyunca, Said Halil'in öfkesi yatışmıştı. -Amma yine de biz Bayram-han gibi sapık biriyle aynı grupta yer almak istemeyiz! - demişti.- Onun "saadet ricali" grubundan çıkarılması şart! lırdı

Hümayun buna razı olmuştu. Özel bir ferman çıkara­ rak Bayram-han'ı beyler grubuna sokmuş ve "devlet ricali" denilen birinci tabakaya almıştı. Şimdiyse nevruzda Bayram-han, vezir-i azam Turdıbek Türkistani'nin yanında ve en ön safta yer alıyordu. Halbuki bu durum Said Halil'in yarasına tuz basıyordu. Bundan dört yıl önce Handemir öldüğünde, şeyhulislam onun kaleminden çıkan "kanun-u hümayuni"yi bir kez daha iptal ettirmeye çalışmış, fakat Hümayun kendi adına çıkarılan bu kanunu korumakta ısrar etmişti...

Şeyhülislam, bu Lahor'daki Karuran

şiddetli duyguların tesiriyle şu anda ve doğudaki Şirhan'ı ılık bir hayırhahlıkla hatırladı. Karuran'ın ağabeyi Hümayun'u saymadığı Said Halil'in çoktan beri malumuydu. Kamran, Müslümanlığı el üstünde tutar, ağabeyi Hümayun gibi memirzayı

cusilere arka çıkmazdı. Üstelik Bayram-han gibi kafirleri baş köşeye hiç oturtmazdı. Karoran'ın bu yönlerini bilen Said Halil, araya güvenilir adamlarını koyarak, onunla bir şekilde gizli ilişki kurınuştu. Hümayun uzak vilayetlere gittiğinde Kamran mirzaya gizli casuslar göndererek, La-

SONTİMURLU

34

hor'u hemen ele geçirmeye teşvik eden dini önder de yine bu Said Halil'di. Gerçekten de Kamran onun dediğini yapmış, Kabul'a Pencab'ı da katarak ağabeyinden güçlü hale gelmişti. Eğer şu anda doğuda Sirhan'ın isyan ettiği doğ­ ruysa, Hümayun'un at sırtında bir aylık mesafedeki Bihar'a ordu kaldınp gitmesi mukarrerdi. O zaman Said Halil, Kamran mirzaya bir gizli mektup daha gönderip, "Agra'yı ele geçirme vakti geldi" diyecekti. Eğer Kamran mirza Hindistan tahtına çıkarsa, ömür boyu kendini Said Halil'e borçlu hisseder ve çizdiği çizginin dışına çıkmazdı. Böylece "kanun-u hümayuni" de, Said Halil'i öfkelendiren baş­ ka meseleler de bir darbeyle ortadan kaldınlmış olurdu. Fil üstünde ihtişamlı bir şekilde ilerleyen padişah, insanlara çok azametli görünüyor olsa bile, aslında saltanatı­ nın içten içe zayıfladığını, Hümayun'un tahtından alaşağı edilmesinin kesin olduğunu Said Halil gayet iyi seziyor ve bunun bir an önce olması için elinden geleni yapıyordu.

*** Dışandan bakıldığında muhteşem

bir tantanayla ve uyumlu bir şekilde geçen nevruz şenliğinin aslında huzursuzluk dolu olduğunu, birbirinin yüzüne gülen yakın çevresinin kalplerinin bir başka çarptığını Hümayun dahi sezmekteydi. Gizli ihtilaf zehirini bigane insanların alkışıyla · kesrnek maksadıyla mirasimcibaşına tekrar tenge saçması­ nı emretti. Avucunu tengeyle dolduran merasimcibaşı, arslan kükremesini andıran kalın sesiyle halka seslendi: Dinleyin ahali! Bugün yılan yılı bitmiş, at yılı başla­ At, insana vefalı bir hayvandır! Bu yılki nevruz hepinize hayırlı uğurlu olsun! Bu büyük günde kimin ne iyi dileği varsa Tanrı dileğine yetirsin! -Sonra da avucundaki tengeleri sağa sola saçmaya başladı. -

mıştır!

Hümayun'un gözü, ak sakallı bir ihtiyann yanında üç yaşındaki oğlunu kucağında tutmakta olan iri yan bir gence takıldı. İhtiyar bir fatiha okuyup eline yüzüne çaldığın­ da, tarunu da dedesini taklit ediyordu .. Bilmeyen insanlar, fil üstünde ilerlemekte olan Hümayun'un "Kimseden geri kalır yanı yok, dertsiz tasasız bir yi-

PİRİM KADİROV

35

ğit" olduğunu

zannederlerdi. Halbuki şu anda o, küçük iri yarı şu sıradan .delikanlıya ne kadar imreniyordu. Keşke bahtı ona da böyle bir oğul verseydi! Beş yıl önce kendisine oğul doğursun diye ikinci bir hanım almıştı. Sıradan bir askerin kızı olan Mivecan adlı bu güzel kız o yıl hamile kalmıştı. Mahım begim henüz hayattaydı. Doğacak torunu için elbiseler diktirmişti. ·Fakat on ay geçmiş, on bir ay geçmiş ve Mivecan dağuracağı yerde, karnı durmadan şişmeye devam etmişti. Sonradan bunun yelboğaz olduğu ortaya çıkmış; Hümayun bunu da takdir-i ilahi kabul ederek ızdırap içinde kıvranmıştı. Halbuki aynı yıl kardeşi Karuran'ın hanımı koç gibi bir oğul dünyaya getirmişti. Şimdi iyice büyüyen bu çocuğu her görüşünde Hümayun'un gözleri bir hevesle parlardı.. oğlunu kucağında taşıyan

Merasimcibaşı

heybeden yine bir avuç tenge

aldı:

- Ahali, Tanrı, Hümayun hazretlerinin şu nevruz gününde tuttuğu iyi dileklerini gerçekleştirsin! Yeni yıl hazretime koç gibi bir oğul hediye etsin! Amin! Saçılan tengeleri kapmak için birbirini itip kakan insanlar, elbette bu duaya kulak vermiyorlardı. Fakat biraz önce cadde kenannda dikilip duran yaşlı ihtiyar yine bir dua okuyarak elini yüzüne çaldı. O sırada Hümayun'un gözüne cadde kenarında ilerlemekte olan atlı kızlar takıl­ dı. Yüzlerini beyaz ipek peçeyle örttükleri için kaş gözleri açık seçik görünmüyordu, ama ince belleri ve fatiha okumak için kaldırdıkları elleri Hümayun'u meftun etmişti.

At üzerindeki Hamide banu, Hümayun'un kendisini Bir an rüzgar yüzündeki peçeyi araladığında, iki göz birbirine dikilip kalmıştı. Böylesi güzel bir kızın kendisine oğul dileyerek dua etmesi Hümayun'un bayağı hoşuna gitmişti. Bu arada mevkebi nehir boyundaki padişah bağına yaklaşmış; devlet ricali Hümayun'la birlikte büyük kapıdan içeri girmeye başlamıştı. Kapıda ellerinde uzun mızraklada nöbet tutan askerler, halk içeri girmesin diye kapının önüne sıra olmuşlardı. Çünkü içeri ancak özel izni olanlar girebiliyorlardı. Değişik şekil­ lerde hazırlanarak daha önceden dağıtılan oklar, giriş bel-

süzdüğünü farketmişti.

SONTİMURLU

36

Mevkebin aıtasından bahçe giriş kapı­ gelen Gülbeden begim, atının eyerinin kaşındaki sadaktan altın uçlu oku çıkarıp nöbetçiye gösterdi. Zaten nöbetçiler de henüz oku göstermeden padişahın kızkardeşini tanımışlardı. Begimle birlikte bulunan Hamide banu ve Sultanım begime saygılı bir şekilde yol verdiler. Merasimcibaşı içeri girenleri birbirinden farklı küçük yollara sevkediyordu. Hümayun'un bindiği fil, bağın yukarı kısmındaki iki katlı köşk tarafına yönelirken, Hamide ve beraberindekiler, Cemne nehri kenarında demir atmış bulunan haş­ metli gemilere doğru ilerlediler. Bu gemilerdeki kürekçiler arasında Nizarn'ın da olması lazım. Eğer Hanzade begim gemi süzülüp giderken onu Hümayun'la tanıştırır ve Nizarn da bunu görürse .. Sürekli bu durumu düşünen Hamide'nin kalbi oldukça huzursuzdu. Fil yüksek şah sekisine yanını verip durunca, Hümayun aşağı inip köşkün ikinci katındaki selamlığa geçti.

gesi

niteliğindeydi.

sına

Bugün bayram olmasma rağmen, devlet işleri bayram falan tanımıyordu. Babür, gemi gezintisine çıkmadan önce fevkalade önemli devlet işleri konusunda talimatlar vermek zorundaydı. Halı üzerinde dikilip duran esmer Turdı­ bek'e dönüp: -Doğudan

ne haberler var? - diye sordu. - Hazretim, Şirhan Çunar'a hücum etmiş, kaledekiler muhasara altında kalmışlar. Şimdi gelen habere göre bizimkilerin durumu kötü. Eğer kısa zamanda yardıma gitmezsek, kaleyi kaybedebiliriz. Çunar, at üstünde on beş günlük mesafedeydi. Eğer bizzat Hümayun bütün ordusuyla gitmezse, beylerden hiçbiri Sirhan'la baş gelemezdi. Yılda bir defa gelen nevruz bayramını dahi ağız tadıyla kutlayamamak Hümayun'un çok canını sıkmıştı. - Çunar'dakiler endişelenmesinler! -diye konuştu kelimelerin üstüne bastırarak. - Kale surları sağlam! Geçen sene biz bu kaleyi kuşattığımızda Şirhan üç ay kapıları açtırmamıştı. Yoksa bizimkiler bir ay dayanamayacaklar mı?

PİRİı\ı1 KADİROV

37

Kale kumandanına hemen şimdi özel çapada buyruğumu­ zu iletin! Kaleyi savunmakta gevşeklik göstennesinler. Bir aya kalmad;ın orada olacağız! -

BaşÇıstüne,

hazret-i alileri!

Turdıbek saygıyla

selam verip geri geri çekilerek dışarı sonra, Hümayun şahnişine geçip oturdu. Devlet erkanı, her zamanki protokole uygun olarak padişahın sol tarafına dizHclikten sonra, mabeyinci diğer ülkelerden gelen elçileri içeri aldı. İçeri ilk giren !ran elçilik heyeti, tahta yakın en itibarlı yere alındı. Hümayun, babasının Şah İsmail'le başlattığı dostane ilişkileri onun oğlu Tahmasp'la surdürmekteydi. Buhara'dan gelen Şeybanizadeler'in elçilerinin lran heyetinin yüzüne bakmaya dahi tahammülleri yoktu. Fakat Hümayun onlarla da ticari ilişkileri sürdürüyor, ülke içi böylesi huzursuzken sınırlarda yeni bir savaş çıkmasın diye Şeybanizadeler'in gönderdiği elçilerin gönlünü almaya çalışıyordu. Bu yüzden Buhara elçisi padişahın sol tarafında­ ki itibarlı yerlerden birine buyur edildi. Hümayun, tran ve Turan elçilerini bugünkü nehir gezisine kendisiyle birlikte aynı gemide götürmek niyetindeydi. Gemiye en nüfuzlu ayanların da alınması gerekiyordu, ama yer sınırlıydı. Ayrıca çok uzaklardaki Portekiz'den çı­ kıp gelen Alvaro Pakavira da bugün Hümayun'un huzuruna çıkmak için izin istemişti. Hümayun, Avrupa ülkelerini birbirinden pek ayırmaz, hepsini Frengistan diye adlandı­ rırdı. Mabeyinciye: - Frengistan elçisini çağırın! -diye emretti. Pantolonu diz kapaklarına kadar inen, pahalı ipek çoçıktıktan

rapları baldırına yapışıp kalmış; hacakları sırıtan, bakımlı siyah bıyıkları çehresiyle uyumlu Alvaro Pakavira, siyah şapkasını sağ eline alıp, yine aynı eliyle şapkayı aŞağı doğ­ ru indirerek eğilip saygıyla selam verdi. Onun hemen arkasında yer alan yardımcısının elinde düz kızıl ağaçtan yapıl­ mış sü.slü ve uzun bir kutu vardı. Pakavira Portekiz lehçesiyle Farsça konuşmaya başladı:

SONTİMURLU

38

_ Biz, bu nevruz gününde Hindistan'ın ulu hükümdan Hümayun hazrederine Portekizli ustalann altın ve gümüşle bezeyerek yaptıklan bir silah getirdik! - Pakavira, uzun namlulu tüfeği eline aldı:- Bunun kundağı Hint denizinin sedefleri, namlusu İspanya gümüşüyle bezenmiştlr. Dipçiği ise saf Portekiz altınıdır. Beyler ve ayanlar birden canlanıp, Pakavira'nın elindeki silaha dikkatle bakmaya başladılar. Bundan gururlanan Pakavira, hediyeyi padişaha bizzat kendi eliyle sunmak için ilerlemeye başladığı sırada, Hümayun sağ tarafında dikilen Bayram-han'a işaret etti. Bayram-han, beyler arasın­ dan ileri çıkıp misafirin yolunu kesti. Pakavira iki eliyle tuttuğu tüfeği Bayram-han'a verip, geri geri çekilerek yerine döndü. Hümayun, elçiye bakarak: - Pakavira cenapları, - dedi. - Biz, Frengistan ustaları­ nının sanatını takdir ediyoruz. Nevruz günü bizi yokladı­ ğınız için de sizden memnunuz. Fakat.. bu tüfeğin kurşu­ nunu kime verdiniz? - Hazret-i alileri, kurşunların bulunduğu sandıklar gemide kalmış. Bu muhteşem köşke elimizde sandık sandık kurşunlada gelmekten çekindik. Eğer arzu ederseniz, istediğiniz kadar kurşun getirip vermeye hazırız! Frengistanlılar tüfek ve kurşun konusunda Bahadır­ da çok cömertce davranmışlardı. Gucurat'daki savaşda Bahadır-şah'ın adamlarının bizim pek çok bey ve askerimizi Frenk tüfekleriyle öldürdüklerini hala unutmuş değiliz! - Hazret-i alileri, Bahadır-şah bize de düşman kesildi. Ona tüfeği Surat limanında İspanyol tacirler satmışlar! Kurşunları da Bahadır-şah onlardan satın almıştır.

-

şah'a

- Pakavira cenapları! Hindistan'a ne zaman gelmişti­ niz? .. Üç yıl önce mi? Üç yıldır nerede yaşamaktasınız? - Çoğunlukla Goa adasında. - Bahadır-şah Goa adasında yaşayan Frenklerle anlaşma yapmamış mıydı?

PİRİM KADİROV

39

-Ama Bahadır-şah sonra bu anlaşmayı bozdu, bize de ihanet etti. Ondan sonradır ki bizim adamlarımız onu öldürdüler. Biz artık sizinle işbirliği yapmak arzusundayız, hazret-i alileri! Hümayun kinayeli bir şekilde gülümsedi: - Allah korusun, eğer biz de Bahadır-şah gibi yenilsek, ona yaptığınızı bize de yapacak mısınız?

savaşta

-Allah göstetmesin! -diye söze karıştı Said Halil. Zor dorumda kalan Pakavira, şapkasını bir elinden diğeri alarak: - Hazret-i alileri, siz yenilmez bahadırlardansınız, dedi.- Biz inanıyoruz ki, size karşı baş kaldıran Şirhan da Bahadır-şah gibi mağlup olacaktır. Ona karşı zafer kazanmak için ne kadar tüfek, ne kadar kurşun gerekiyorsa biz satmaya hazırız. Hümayun, şu anda Çunar'da muhasara altında kalan ve zor günler geçiren adamlarını göz önüne getirince suratı asılıverdi. Deniz yoluyla I~engal ve Dakka taraflarına gelen Frenkler'in, Şirhan'a bol miktarda cephaneyle birlikte bu uzun namlulu tüfekleri :.attıklarını casuslarının gönderdikleri raporlardan okur.ıuştu. Kuşatma altındakileri dut gibi aşağı döken bu tehlikeli kurşunlar, şu anda ayağının altında yatan altın dipçikli tüfeklerle de atılabilirciL Deniz sahiline yakın vilayetlerdeki raca· ve malıaracaların da Frenk tüfekleri satın aldıkları biliniyordu. - Keşke siz Frenkler sadece silah satarak zenginleş­ mekle yetinseydiniz! - Hümayun elçinin gözlerinin içine bakarak konuşmasını sürdürdü:- Fakat Bengal üzerinden Şirhan'a silah ulaştıranların amacı bizim saltanatımızı ele geçirmektir! - Hazret-i alileri, Dakka üzerinden silah satanlar biz değil, belki lngilizlerdir! İngiliz tacirleri bizim en yaman rakiplerimizdir! Biz Portekizliler, sizin sadece iyiliğinizi istiyoruz! - Ben şahsen sizin hakkınızcia kötü söz söylemek niyetinde değilim, Pakavira cenaplan! Siz şu anda bizim aziz

SONTİMURLU

40

misafirimizsiniz. Fakat Hindistan'a gelen diğer Frenkler, memleketin bir ülkesini ikincisiyle vuruşturmaya çalışı­ yorlar. Biz, onların sattıkları silahlarla birbirimizi kırarsak, daha sonra Hindistan'ın onların eline geçmesi kolay olur! Amma .. böyle kötü niyetlerle silah satan Frenkler bilsinler ki, kendi elleriyle getirdikleri silah, bir gün yine kendilerine karşı kullanılacaktır! Alvaro Pakavira, bu sözler karşısında eridişelenerek bir kez daha siyah şapkasını yere doğru eğip Uizim kıldı. - Hazret-i alileri, Frenkler arasında kötü niyetliler yok ve siz bunu çok iyi anlamışsınız. Fakat biz, sizin yanınızda yer alarak o kötü niyetlilerle savaşmaya hazırız! Çünkü sizin Peygamberiniz Muhammed aleyhisselam Kur'an-ı Kerim'de bizim mukaddes kitabımız lncil'i saygıy­ la anmaktadır. Sanırım bunu devletinizin şeyhülislamı Said Halil cenapları da tastik ederler. Pakavira, Said Halil'in bulunduğu tarafa göz ucuyla şöyle bir baktı. Said'in uzun kollu yeninden elleri görünınernekle birlikte parmaklarıyla merverit tesbihinin tanelerini bir bir çekmekle meşgul olduğu farkediliyordu. Bu tesbihin üç gün önce Said Halil'e Pakavira tarafından hediye edildiğini Hümayun hafiyelerinin dünkü raporunda okumuş, "bizim şeyhülislamın değerli mücevherlere düşkün­ lüğünü Frenkler bile öğrenmişler" diyerek şaşkınlığını belirtmişti. Bu yüzden Hümayun, Said Halil'e Pakavira'nın anlamadığı Türkçeyle hitap ederek: değil

- Taksir, - dedi. - Gayr-ı müslimlerin elinden hediye sizin gibi mübarek bir zata caiz midir?

alınan

Hümayun, Said Halil'in elindeki merverit tesbihe ına­ Said Halil, sırrının açığa çıkmasından çekinerek tesbihi hemen yen içine gizledi. - Hazretim, Nasaralar* gayr-ı müslim iseler de, herhalde bize mecusilerden daha yakındırlar. nalı şekilde baktı.

-Sebep? *

Nasani: Hristiyan.

PİRİM KADİROV

41

- Sebebi şu ki, mecusiler onlarca tanrı heykeli yapıp onlara tapınmaktalar. Tanrısı çok olan bir ulusla işbirliği yapılırsa, iilkede dirlik düzenlik kalmaz. Fakat Nasaralar bizim gibi tek Tanrı'ya tapınakta, lsa aleyhisselama inanmaktadırlar..

Pakavira, bu sözler kendisine tercüme edilince kamburunu doğrultup, göğsünü şişirerek çevresine muzaffer bir eda ile bakmaya başladı. En itibarlı elçiler arasında padişa­ ha yakın sağ taraftan yer gösterilmesini ve bugünkü nehir gezisine padişahla birlikte aynı gemide bulunmayı amaçlı­ yordu. - Taksir, - dedi Hümayun şeyhülislama. - Misafir iman yönünden samimiyse, bizden de samimi saygı görür. lyi niyetle gelmişse, biz de ona iyi muamele ederiz. Turdıbek cenapları, Firengistanlı misafire kadife hil'at hediye edilsin. -Baş

üstüne, hazretim!

Kadife hil'at Pakavira'nın omuzuna geçirildikten sonra Hümayun konuşmasına devam etti: -Bağda hizmet veren mülazımlara söyleyin, altın işle­ meli karneriyede cenab-ı Pakavira'ya özel sofra kurup, nevruz nimetleriyle ziyafet çekilsin!

Alvaro Pakavira omuzuna geçirilen kadife hil'at altında terin suyun içinde köşkten dışarı çıkarken, nehirde sallanıp duran gemilere üzgün gözlerle şöyle bir baktı. Onun buraya gelmekten amacı, Hümayun'un gözüne girip, padişah gemisinde en nüfuzlu ayanlada birlikte seyretmek, onlarla tanışmak ve içlerinden rüşvete düşkün olanları avucunun içine almaktı. Halbuki Hümayun ona şu ağır hil'atı giydirip kapıyı göstermişti. Bu durumda uğuldayıp duran bahçede, padişah gemisine alınmaya layık görülmeyen üçüncü sınıf mülazımlar arasında yiyeceği yemek boğazın­ dan geçer miydi? Galiba Hümayun onun niyetini sezmiş ve kendisiyle alay etmek için özellikle böyle davranmıştı. Ama kim kiminle alay edermiş, Alvaro Pakavira bunu Hümayun'a elbette gösterecektil Hümayun'dan iş çıkmayaca­ ğını hesap ettiğinden, önceki hafta en güvenilir adamların-

42

SONTİMURLU

dan birini Şirhan'a göndermişti. Artık bugünden sonra kendisi de bir an önce Şirhan'ın bulunduğu yere doğru yola çıkacaktı. Nevruz bahanesiyle Hümayun keyf-i sefa sürüp, huzurlu bir şekilde dolaşadursun hele. Pakavira onun sarayında gördüklerini, ağabey-kardeşler ve padişahla din adamları arasındaki çekişmeleri Şirhan'a detaylarıyla hikaye edecek, Said Halil'den nasıl faydalanacağını anlatacaktı. Hümayun'un bütün düşmanlarını Şirhan etrafına toplayıp, bu Timurizadeyi tahttan indirmedikçe bugünkü acısından kurtulamayacaktı! İçeride kalan Said Halil de Pakavira gibi padişahın alaylı davranışlanndan ötürü düşmanca duygular içinde yerin-

de oturmaktaydı. Bu yetmiyormuş gibi Hümayun Said Halil'in can düşmanı Hoca Hüseyin'i huzuruna çağırtmıştı. Uzak kuzey taraflarına elçi olarak gittinden beri dokuz yıldır ortalarda gözükmeyen bu adam, hala yaşıyor muydu? Mabeyince elli yaşlarında, açık san sakallı, iri yan Hoca Hüseyin'le birlikte kapıdan içeri girince, Said Halil onu hemen tanıyarak yüreği güp güp atmaya başladı. Babür tarafından çok takdir edilen ve onun yardımıyla Said Halil'in elinden en yüce dini makamı çekip almak isteyen Hoca Hüseyin bu! O zamanlar saç kakalı sim siyah, kırk yaşla­ rında, kızıl çehreli biriydi. Şimdiyse yüzü, alnı ve göz kenarları yavaş yavaş ecinlerin istilasına uğramaya başlamış­ tı. Ama hala adımları güçlü. O sıralarSaid Halil, bu ezeli rakibinden kurtulmak için onun çok uzaktaki Moskova'ya elçi olarak gönderilmesi için elinden geleni yapmış; bunun için de Hoca Hüseyin'in Harezmli oluşu ve gençliğinde Deşt-i Kıpçak üzerinden Moskova'ya varıp gelmesini bahane göstermişti. Hoca Hüseyin de gezdiği yerlerde gördüğü acajp manzaralar, karlı dağlar, balta girmemiş ormanlar, gürül gürül akan nehirler ve bataklıklar hakkında enteresan hikayeler anlatmış; yaratılıştan gezgin ruhlu biri olan Babür ise bu hikayeleri zevkle dinlemiş, bu yüzden Moskova'ya bir elçi göndererek, iki ülke arasında ticari ilişkile­ ri geliştirmeyi ve kervan yolunu açmayı uygun görmüştü. Tabii bu sırada Said Halil devreye girmiş ve bu iş için en münasip kişinin Hoca Hüseyin olduğunu çıtlatmıştı.

PİRİM KADİROV

4L

Hoca Hüseyin, Hindistan'ın sıcağından bunaldığı için, serin ülkelere seyahat etmeyi istiyor, Moskova'ya gidip gelirken doğduğu toprakları, Harezm'i bir defa daha görmeyi arzu eı;liyordu. Sonunda Moskova'ya elçi olarak ondan daha uygun birini bulamayan Babür, 1530 yılında bir mektup ve hediyelerle birlikte Hoca Hüseyin'i Agra'dan yolcu etmiş, fakat aynı yıl hastalanıp ölmüştü. Hoca Hüseyin ise o gidişinden sonra bir daha dönmemişti. Said Halil, ondan büsbütün kurdulduğu düşüncesiyle gönlü rahat dolaşırken, bugün yine nereden çıkmıştı bu adam? Hümayun, Hoca Hüseyin'e özel bir saygı göstererek ayağa kalkıp elini uzattı. Adete uygun olarak Hoca Hüseyin padişahın elini saygıyla öperken, birden gözüne yaş doldu: -

Hazretim, sizi bir daha görmek de

varmış!

-Mevlana, niye bunca zamandır ortalardan kayboldunuz? Dokuz yıl oldu değil mi? -Bütün bu dokuz yılım perişanlık içinde geçti, emirzadem! Giderken han ve Kafkaslar üzerinden gitsem de olurmuş. Doğduğum toprakların hasreti beni kendine çekti. Murgab nehrinden geçip, Harezm üzerinden gitmek istedim. Fakat Merv'de Şeyhanizade sultanların eline düş­ tüm. Babür'ün adını duyunca çılgına dönen bu cahiller, yanımdaki eşyaları müsadere edip, beni d(!_ zindana attılar. Artık buradan ölüm çıkar diye düşünürken, Harezmli akrabalarım olayı duymuşlar. Gelip kefalet verdiler de serbest kaldım. Harezm'den Moskova'ya kervan gitmezmiş. Bu yüzden Horasan'a dönüp, Mazenderan üzerinden Kafkaslara geçtim. Her yerde huzursuzluk, savaşlar, kırgınlar, eş­ kıyahi.r.. Hazar Denizi'nden sonra ltil üzerinden Moskova'ya varıncağa kadar üç yıl geçti. Kıymetli hediy,der daha önce elimden yolunup alınmıştı, ama Babür hazretlerinin yazdığı mektubu canım pahasına muhafaza etmiştim. Kı­ sacası Moskova padişahına götürüp verdim. Hoca Hüseyin bir of çekip, başını saHayarak devam etti:

SONTİMURLU

44

-Moskova tahtında büyük kinaz Vasili lvanoviç adın­ da biri oturmaktaymış. Benim perişan halimi görünce Hindistan padişahının elçisi olduğuma pek inanamadı. - Mektubu okuyunca mühründen anlaması gerekmez miydi?- diye sordu Hümayun hayretle. -Nasıl söyleyeyim bilmem ki şehzadem, mektubun mühr basılan kısmı da üç yıl zarfında silinip tanınmaz hale gelmişti. Moskova padişahı ise Babür hazretlerinin Hindistan padişahı olduğundan kesinlikle bihabermiş. tki ülke arası bu kadar uzak yol. Vardı geldi yok. Hindistan'dan Moskova'ya giden ilk kişi benmişim. Değerli hediyeleri yolda eşkıyalara kaptırdığım için tran'dan ufak tefek bir şeyler almıştım. Onlar da 1-Jindistan malının yerini tutmadı. Kısacası Moskova padişahı muhtemelen benim bir gezgin olduğumu, Babür'ün padişah olup olmadığını bilmediklerini, bu yüzden kendi elçilerini gönderemeyeceklerini, fakat Hindistan'la Moskova arasında benim gibi gezginlerin gelip gitmesine taraftar olduklarını belirtti.3 Said Halil, Hoca Hüseyin'in elçilik görevini yerine getirernemiş olmasından dolayı bayağı sevinmişti. Dudaklarını

b üzerek: -Olacağı

buydu!- dedi.

Bu sözdeki alay havasını sezen Hoca Hüseyin, Humayun'un kendisini himaye etmesini istermiş gibi konuşmasını sürdürdü: · -Ama ben Moskova'dan eli boş dönmüş değilim, hazretim! Moskova halkı arasında bizim buraları gören insanlar da varmış. Onlar benim elçi olarak geldiğime inandılar. Padişahlarından görmediğim izzet-ikramı, aha şu Matwei Kalitin'e benzeyen iyi kalpli Ruslar'dan gördüm. Hoca Hüseyin arkasına döndü ve deri eldiven geçirilelinde atmaca bulunan sarımtırak sakallı birini gösterdi. Kuzey soğuklarında üşütüp, elçilik görevinden miş sağ

3

Bu olay büyük Rus tarihçisi N. M. Karamzin'in eserinin XII. cildinin 163. sayfasında detaylanyla anlatılmaktadır.

PİRİM KADİROV

45

bir şey çıkmadığı sırada hastalanarak yatağı düştüğünde, bu adam onu arayarak yanına gelmişti. Ticaret kervanlarıyla seyahat etmeyi seven Matwei Kalitin, bundan yüzlerce yıl önce Hindistah'a gelip giden Athanasius Nikilin'in hayranlarındandı. Athanasius'un Hindistan seferi hakkında kaleme aldığı el yazması kitabı tekrar tekrar okumuş; kitapta geçen bazı Farsça terimleri anlamamakla birlikte, yazarın anlattığı ülkelere karşı aşırı bir merak başlamıştı kendisinde. Kervansarayda hasta yatan Hoca Hüseyin'in Hindistanlı olduğunu duyunca, onu evine götürmüş, ayıotundan hazırlanmış ilaçlar içirip tedavi etmişti. Böylece Hoca Hüseyin, Kalitin'in ülkesi Murom'da üç yıl kalmıştı. Ona ve hizmetkarına diğer Muromlular el ele verek ahşap bir kulübe kurmuşlar ve bilalıere Ruslar ona Tirnuri demeye başlamışlardı. Derken Matwei Kalitin ile Hoca Hüseyin birbirlerinin dilini öğrenmişler; nehir yoluyla Novgorod üzerinden Kazan Hanlığı'na varıp ticaretle uğraşmış, Hindistan seferi için para biriktirmiş, en nihayetinde birçok badirelerden sonra Agra'ya ulaşmayı başarmışlardı.

Hümayun, Hoca Hüseyin'in anlattıklarını dinledikten sonra, yol arkadaşı olan melle sakallı, iri yarı Metwei Kalitin'e dikkatle baktı. Kalitin'in deri eldivenli elinde duran boz atmacanın gözleri ince deri maske ile kapatılmıştı. Yan kapıdan padişah kuşçusu da sağ eline eldiven giyerek çık­ tı. Atmacayı misafirin elinden yavaşça kendi eline alırken, sessiz sakin duran kuş kanatlarını açarak sert bir şekilde çırpınınca güçlü pençeleri eldivenin derisini delerek kuş­ çunun etine hattı. Hümayun, deri eldivene tığ gibi batan tırnaklarına bakarak Moskova atmacasının çok güçlü olduğunu anladı.

Matwei Kalitin'in peşinden gelen hizmetkar delikanlı­ elinde iyi dabaklanmış, tüyleri altın gibi parlayan samur bir kürk vardı. Sunulan hediyeleri teslim alan teşrifat~ çı, onu hizmetkarın elinden alıp içeri götürdü. Eli boşaldığı için kendini hafiflemiş gibi hisseden Matwei Kalitin, başındaki kasketi çıkarıp, padişahın huzurun-

nın

46

SONTİMURLU

da saygıyla eğilirken, uzun sarımtrak saçları alnına düştü. Hümayun, onun adını Türk aksanıyla telaffuz ederek: - Cenab-ı Matbiy, - dedi, getirdiğiniz nadir hediyeleriniz

bunca uzak yollardan alıp için size teşekkür ederim. Ancak, bizim için bu hediyelerden daha değerli in'amınız, Hoca Hüseyin'i koruyup, ona yol arkadaşlığı ederek gel- · menizdir. Türkçeyi Hoca Hüseyin'in yardımıyla öğrenen Matwei, hala kelimelerin telaffuzunda zorlanıyor, özellikle "h" harfini çıkaramıyordu. - Gazret-i alileri, Goca Güseyin'i bizim Moskova'ya göndermeniz de benim için bir hediye oldu. Onun sayesinde acaip ülkeler gördüm. -Bizden ne dileğiniz var? Söyleyin. - Ben ticaret amacıyla geldim. Agra pazarında "sen Nasarasın" diyerek baç ve haracdan başka, mallarıma da damga vergisi koydular. Hümayun vezirine yüzlendi: - Cenab-ı Turdıbek, Moskovalı misafire bizim namı­ mızdan yarlık verin. Onun mallarından damga vergisi alın­ masın; fermanımızın geçtiği bütün pazarlar, bütün kervansaraylar Matbiy cenaplarını bizde olan bütüm imtiyazlardan faydalandırsınlar. Çünkü Hoca Hüseyin'in üç yılda zar zor vardığı uzak Moskova'dan buraya nadir malları alıp getiriş dahi bir cesarettir. - Doğru söz söylediniz, hazretim, - dedi Turdıbek tazimle başını eğerek.- Buyruğunuzu can-ı gönülden yerine getireceğim. Böylece cennetmekan babanızın niyet ettikleri gibi, Hindistan'la Moskova arasında ticaret kervanları gidip gelme imkanı bulsun. -Sonra bu kervanlar sadece mal taşımayacak, belki iki taraf arasındaki tanışmaya da üncülük edeceklerdir, -dedi Hümayun.- Insan tanımadığının sırtını sıvazlamaz sözünün doğruluğunu Hoca Hüseyin'in başına gelen olay da göstermiştir. Eğer iki taraf arasında vardı-geldi olsaydı, ih-

PİRİM KADİROV

47

tirnal ki Moskova padişahı bizim kimliğimizi en azından kervanlarla gelip giden kendi gezginlerinden duyup öğre­ nebilirdi.. Cenab-ı Matbiy, siz Hristiyan iseniz, lsa peygamberin ümmeti misiniz? -Aynen öyle, gazret-i"alileri. - O halde .. Said Halil cenapları biraz önce nasılraların iman cihetinden bize yakın oldukları konusunda çok değerli sözler söylemişti. İşte biz de şimdi bu deliliere istinaden cenab-ı Matbiy'i nevruz gezisine davet ediyoruz. - Hümayun ayağa kalktı ve Hoca Hüseyin'e bakarak konuşma­ sını sürdürdü:- Mevlana, siz de devlet ricaliyle birlikte bizim gemiye teşrif buyurun. Sizin böyle uzak bir ülkeye gidip gelişiniz tarihe geçecek bir iştir. Artık yol azaplarından kurtulup, istirahat edin! Hümayıın'un Hoca Hüseyin' e gösterdiği her iltifat, Said Halil'in göğsüne sanki zehirli bir diken gibi saplanıyar ve bütün vücudunu tırmalıyordu. Ne de olsa Hoca Hüseyin'in kendisinin en amansız düşmanı olduğunu pek çok kişi bilirdi. Hoca Hüseyin de ileri gelen seyyitlerdendi. Dini ilimlerden başka dünyevi ilimleri de iyi öğrenmişti ve kılıç takıp savaşmayı, elçilik yapmayı da becerebilirdi. Bu yüzden Hümayıın, onu Said Halil'in yerine geçirmeyi can-ı gönülden istiyordu. Ama Said Halil buna izin vermezdil Bu yüzden dini hakimiyetin padişah sahanatından daha üstün olduğunu ispat etmesi şarttı. Yardım isteyen nazarlarla çevresine bakınan Said Halil, köşkte oturanların kendisine destek vermeyeceğini anlamıştı. Ama Lahor'daki Kamran mirza ve Çunar kalesini kuşatma altında tutan Şirhan, Said Halil'in muradına ermesineyardımcı olabilirlerdi. Hümayun Said Halil'le olan iliş­ kilerini bu kadar gerdiğine göre, artık onun cezasını Sirhan'ın vermesi gerekir. Şirhan, bundan on yıl •önce Babür'ün hizmetin~ girdiğinde Said Halil'e el verip, mürit olmuştu. Sonr.tki yıllarda aralarındaki ilişki kopmuş olsa bile, Şirh::.ı hala kendisini unutmamıştı. Nitekim geçen haft-:: ~ırhan'ın tacir kıyafetinde Agra'da dolaşan casusu, Said

SONTİMURLU

48

yalnız yakalamış, ona Sirhan'ın gönderdiği hediye etmiş, arkasından da gizli mektubu sunmuştu. Sirhan, mektubunda Said Halil'i "büyük piri" olarak niteliyor, onu kendi vatanı Bihar'a davet ediyor ve en yüksek dini mevkiyi kendisine vereceğini bildiriyordu. Said Halil zaten Agra'da da şeyhülislam olduğu için, baş­ kenti bmikıp gitmeyi düşünmemişti. Artık eğer Hümayun Hoca Hüseyin'i onun yerine şeyhülislam yapmaya kalkışır­ sa, Said Halil sessiz sedasız oturmayacaktı. Hemen Sirhan'ın mektubuna cevap yazıp, gizli casus vasıtasıyla Bihar'a gönderecek, Hümayun'un zayıf yönlerini bir bir anlatıp, onun galip gelmesine yardımcı olacaktı.

Halil'i camide altın şamdam

Hümayun, köşkteki işlerini bitirdikten sonra bey ve ayanlada birlikte bahçeye çıktı. Mevkep nehir boyunda sallanıp duran gemilere bakarak yürürken, Said Halil, bir kenarda mülazımlar arasına karışan ve gözlerinden alev fışkıran Alvaro Pakavira'yı gördü. Said Halil, onunla göz göze geldiğinde kendisine bir şeyler söylemek istediğini hissetmişti. Hoca Hüseyin'in Moskova'dan getirdiği Kalitin en muteber misafirler arasında gemi gezintisine davet edilmiş, Said Halil'in himayesindeki Pakavira bir kenara atıl­ mıştı. Bu olay dahi Said Halil'in gözden düştüğünü, onun yerine Hoca Hüseyin'in atanacağını açıkça göstermiyor muydu? Öfkeden küplere binen, başı mengeneyle sıkılı­ yormuş gibi ağrımaya başlayan Said Halil, adımlarını nereye attığını dahi bilmiyor, vücudu sallanıp duruyordu. Said Halil, nehir kenarında, gemilerin bulunduğu taraftan borazan sesleri ve davulların gümbürtüsü kulağa çalınınca, bunların sanki Hoca Hüseyin'in şerefine çalın­ dığı zannına kapılmıştı. Çünkü şu anda o, devlet ricaliyle birlikte en önde duran padişah gemisi "Guncayiş"e çı­ kacak, Said Halil ise yine arka sırada, saadet ricali için ay-rılan ikinci dereceli "Asayiş" gemisine binmeye mecbur kalacaktı. _Hayır,

Allah korusun! Said Hail, kireç gibi olmuş bir çehreyle na yaklaştı. Sesini alçaltarak:

merasimcibaşı­

PİRİM KADİROV

49

-Birden fenalaştıını - diye fısıldadı. - Başım dönüyor. Kan basıncım yükseldi galiba. Hazretim sorariarsa söyle. yin, tedavi olmak için eve gidiyorum. Merasimcibaşı onun mosmor olmuş çehresine bakarak: - BaŞustüne taksir, merak etmeyin, Tanrım size şifa versin, - dedi. · Said Halil arkasına döndüğünde yine Pakavira'yı gördü. gibi bir saltanat sahibini mahveden bu Frenkler, çok güçlüydüler ve silahları fazlaydı. Eğer Said Halil, onun Sirhan'la anlaşma sağlamasına yardım ederse, işte o zaman Hümayun'un şeyhülislama kazdığı kuyuya kendisi düşeceği kesin. Said Halil~ bu fikri kafasına koyduktan sonra birden kendini kuş gibi hafiflemiş hissetti ve başağ­ rısı kesiliverdi. Bahçe kapısına doğru yürürken, Alvaro Pakavira'ya "peşimden gelin!" der gibi şöyle bir baktı.

Bahadır-şah

*** "Arayiş" adlı

üçüncü geminin önünde sürmelenip süslenmiş kadınlar toplanmıştı. Hümayun, onların baş anaları Hanzade begimi uzaktan tanımıştı. Kızkardeşi Gülbeden, Hindal'ın hanımı Sultamm, harem ehlinden Bike begim ve altı yaşındaki kızı Akika orada dikilenler arasınday­ dı.. Ama başka guzel kızlar da vardı. Bunlar kimdi? İ-Iüma­ yun, önünde yürüyüp giden kardeşi Hindal'ı yanına çağirdı. Turdıbek'e ise: · - Siz elçileri devlet ricaliyle birlikte gemiye alın, - dedi. - Biz Hindal'la hanım teyzemiZe bir selam verelim. Ağabey-kardeş "Arayiş" gemisine yöneldiler. Padişahın o tarafa doğru geldiğini gören kadınlar, üst başlarını düzeltip, Hanzade begimin arkasına sıralandılar. Hümayun ve Hindal teyzelerine omuzlarını eğerek tokalaşırken, * genç hanımlar saygıyla eğilerek selam verdiler. Hümayun hepsinin nevruz bayramını tebrik etti ve: *

Birinci cilite de belirtildiği gibi, Türkistan'da hala erkeklerle kadınlar tokalaşmazlar. Erkek selam verdikten sonra, kadının önünde omuzunu hafifçe öne çıkararak eğilir. Kadın da eliyle erkeğin omuzuna dokunur.

so

SONTİMURLU

-Aha şu "Arayiş" gemisi bizden size nevruz hediyesidir, - diyerek şakalaştı. Kızkardeşi

göz ederek,

Gülbeden,

şakaya şakayla

Sultanım

begimle birbirlerine cevap verdiler:

- Hazretim, cömertliğinize minnettarız, ama bu koca gemiyi alıp eve götüremeyiz. Biz acizeler elimize alıp eve götürebileceğimiz hediyeler bekleriz! Hepsi

gülüşmeye başlamıştı.

Hümayun:

-Onlar da verilecektir! -dedi. -Amma önce biz de bir bilelim: Sizin de bize vereceğiniz bir nevruz hediyeniz olacak mı?

şeyi

Hafif gülüşmeler bu defa kahkahaya beden, Hanzade begime bakarak: -

Teyzem

hanımefendileri

hazırlamaktadırlar,

dönüşmüştü.

Gül-

sizin için acaip bir hediye

- dedi.

Hümayun bir ümitle teyzesine döndü. Hanzade begim, Hamide banu ve onun yanındaki kızları işaret ederek: - Hümayuncan, siz kızların çevgan oynamasını seyretmeye bayHırdınız değil mi? dur.

Evet, nevruz gününde bizim en sevdiğimiz oyun bu-

- O halde tam vaktini söyleyin. gösterisi sunmak istiyorlar. Humayun banuya baktı. -

kızlar arasında

Kızlar

en göz

size bir çevgan

alıcısı

olan Hamide

Memnuniyetle. Hemen bugün..

Kocasının güldüğünü

meye

Hamide banuya bakarken gözlerinin içinin gören Bike begimin dudakları ızdıraptan titre-

başlamıştı:

- Acaba hazretim bugün gemi gezinÜsi yapmayacaklar mı?

Karısının sorusundaki kahırlı anlamı farkeden Hümayun'un çehresi geriliverdi. tki aydır kansının yatak odası-

PİRİM KADİROV

51

bir kocanın, şimdi henüz anası öpmemiş gözlerle bakışı Humayun için de uygun bir hareket değildi. Az ileride ikinci karısı Mivecan, şansına küskün bir halde dalgın dalgın geziniyordu. Hümayun Hintçeyi öğrenmiş, geçen yıl da Çand bibi adındaki Hint kızıyla evlenmişti. Hümayun, bu genç kızın dün yatak odasında göğsüne başını koyup hüngür-hungür ağladığını hatıriayınca içi bir tuhaf oldu.

na

uğramayan

kızlara ateşin

Hafif esmer, ceylan gibi çevik Çand bibi, Hümayun'la evlenmeden önce ne kadar şuh ve neşeliydi! Kızın babası Hümayun'un kütüphanesinde Sanskritçe kitapları tercüme eder ve şerhlemekle meşgul olurdu. Kız, Hümayun'un kütüphenede. kendini kitap la ra kaptırıp çalıştığı sırada, gizlice gözlermiş ve bir süre sonra da aşık olmuşmuş. Hintli kızlar, Hali bayramında kendilerini koroyabilecek delikanIıyı seçerek, onun bileğine bir gül çemberi takarlardı. Rakşahaudi denilen bu geleneğe göre Çand bibi de Hali bayramı kutlanırken bağda Hümayun'un bileğine bir gül çemberi takmıştı. Acaba kendisine veliaht olacak erkek çocuğu şu kız doğurup verebilir miydi? Onunla evlenirse Hümayun Hintliler'in kalbinde taht kurmaz mıydı? Ne var ki Said Halil önderliğindeki din adamları, gayr-ı müslim kızların nikahını kıymaya yanaşmamışlar, "önce kız Müslüman olsun, ondan sonra nikahını kıyalım" demişlerdi. Gerçekten de eğer Çand bibi Müslümanlığı kabul etmezse, ondan doğan erkek çocuğu veliaht olarak tahta oturtmazlardı ve bu adet eskiden beri uygulanıyordu. Hümayun, bunu Çand bibiye anlatmış ve ona kelime-i şeha­ det getirmesini öğretmişti. Kız, Hümayun'a olan aşkından dolayı onun söylediğini yapmış, fakat kendi dinindeki çok tanrılılığı tabii bir olay olarak kabul ettiği için, kocasının dinine geçmenin bir cümleyi söylemekle biteceğini zannetmişti.

Fakat nikahtan sonra Hümayun çok geçmeden Gucarat taraflarına savaşa gitmiş; Çand bibi de beline kılıç takarak dolaşan kalfanın ihtiyarına terkedilmişti. Kalfa ona Hint giysilerini yasaklamış, Müslüman kadınlar gibi uzun

52

SONTİMURLU

bluz, yelek ve altın haşiyeli etek giydirmiş; bu da yetmiyormuş gibi diğer kadınlarla beraber beş vakit namaz kıl­ maya zorlamıştı. Çand bibi, başka bir ülkeye gelingitmiş olsaydı, belki .de bu değişikliklere çabuk adapte olabilirdi. Fakat yaşadı­ ğı yer kendi ülkesiydi. Bahçeye çıksa Hintliler'in mukaddes kabul ettikleri aşaka ve hanyan ağaçlarını görüyordu. Güller dahi ona tanrıçaları hatırlatıyor; Cemne boyuna yüzmeye gitse, başka bir efsanevi nehir- Sarasvati aklına geliyordu. Sarasvati onlarda en güçlü tanrıça olarak kabul edilirdi. Çand bibi, kendisini Sarasvati'ye, ceza tanrısı Şi­ va'ya, çocukluğundan beri tapındığı Durga'ya ve diğer kutsal tanrıçalara ihanet ediyormuş gibi görüyor, bU yüzden malızun ve meftur dolaşıyordu. Geceleri rüyasına giren Şiva ve Durgalar bazen onu cezalandırmak için yılana ısırtıyor, bazen bataklığa atıyor, bazen yırtıcılar arasına fırlatıyorlar; korkusundan yataktan fırlayan genç kız, tir tir titriyordu. Hümayun Gucurat'dan dönünceğe kadar Çand bibi ruhi ızdıraplardan dolayı sararıp solmuş, zayıflamış ve sinir hastası olmuştu. Hümayun'un yatak odasına geldiği geceler, Çand bibi neşeyle şarkı söylerken birden morali bozulur, ağlayıp sızlar, tam uykuya daldıkları sırada inierneye başlar, vücudu vehimeler içinde kıvranır, Hümayun'dan kendisini korumasını isterdi. Hümayun onu teselle edinceğe kadar akla karayı seçer, uykusu kaçar, sonra başka bir odaya geçer, gülaba afyon katıp içer ve bu sayede tekrar uykuya dalardı. Ahu gibi gezip dolaşan bir kızın bir yıl geçmeden böyle sararıp solmasmda Hümayun'un da suçu yok muydu? Harem kanunlarını değiştiremeyeceğinf>. göre -neden bu kızla evlenmişti? Neden onu başka bir dine geçirmişti? Gerek Bike begim, gerek Mivecan onunla mutlu olamamışlardı. Sanki şimdi Bike begim, "Bizi bu kadar zor duruma soktuğunuz yetmiyor muydu? Başka güzel kızlara göz dikmeniz insafa sığar mı?" diyormuş gibi geldi kendisine. Bu yüzden Bike begimi desteklemek istermiş gibi: .

PİRİM KADİROV

53

- Tamam, tamam, - dedi.- Çevganı .. yarın öğleden sonra seyredelim. Bu arada Hamide banu göz ucuyla Hümayun'u şöyle birkaç kez süzmüştü. Biraz önce fil üstündeyken ufak tefek birisi gibi görünmüştü. Halbuki şimdi karşısında gördüğü Hümayun uzun boylu, geniş omuzlu, sının gibi bir delikanlıydı. ltinalı bir şekilde tıraş edilen kısa sakal bıyık­ ları gün ışığı altında kızıl bir renge boyanmış gibi görünüyordu. Sanğındaki elmastan başka belindeki kemere, hançerinin kabzası ve kınına kakılan inci ve lal taşları ışıl ışıl yanıyordu. Bike begim, Hümayun'un yanırtda alevi sönmüş bir mum gibi duruyordu. Buna rağmen bu kadının Hümayun'un sözünü kesip ağzına tıkarnası Hamide'nin bayağı ağırına gitmişti.

Herhalde Bike begim kocasını güzel kızlardan en fazla sakınan kadıniardandı ki, ikide bir Hamide banuya ters ters bakıyor, sanki elinde bir hançer olsa tereddüt etmeden saplayacakmış gibi görünüyordu. Hümayun kadınlarla sohbeti bitirip kendisini bekleyen gemiye doğru gittikten sonra, Bike begimin öfkesi yavaş yavaş yatışır gibi oldu. Bu kadın hazineden kese kese altın­ lar alır, bunlarla kalfaları mum gibi ederdi. Geleneğe göre padişah haremindeki küçük hanımlar büyük hanıma itaat etmek zorundaydılar. Hamide banu bu konuda çok şeyler işitmişti. Duyduğuna göre Çand bibinin sinir hastası olmasında da bu kadının parmağı varmış .. Hanzade begim, Hamide banunun kafasının adamakıllı karıştığını sezmiş olacak ki, gemiye çıktıklarında sakince kızın elinden .tutup, omuzunu sıvazladı. Arkasından basık bir sesle sanki bir sırdaşıyla konuşuyormuş gibi fısıldadı: - Banu kızım, sana güveniyorum. Hamide banu, Hanzade begimin yarınki çevgan oyununu değil, daha başka bir şeyi kastettiğini anlamışti? - Hanımım, - dedi ve samimi bakışlarını Hanzade begimin ecinlerle kaplanmış çehresine dikti. - Çevganda ümidinizi boşa çıkarmamak için canımı bile esirgemem. Fakat alicenap begimler arasına yakışmıyorum.

SONTİMURLU

54

-Hayır, şirkız! Sen henüz kendini tanımıyorsun. Ben senin kabiliyedi olduğunu görüyorum. Bu dünyada iyiyi kötüyü çok görmüş geçirmiş, pişmiş biri olarak bana güven. Sendeki kabiliyet fideleri iyi bakılırsa kocaman bir ağaç olur, çok değerli meyveler verir! -KeŞke!.. Eğer

yeder

olsaydı,

sizin dediğiniz gibi bende öyle kabiliilk meyvelerini size ikram etmekten zevk

duyardım, hanımım.

O gün akşam doğudan gelen bir çapann Çunar kalesinin Şirhan'a teslim olduğunu bildiren kötü haberi bütün eğlencenin birden kesilmesine yol açmıştı. Artık ondan biraz daha ilerideki Bengala ve Bihar da tehlike altındaydı ve Hümayun hemen ordu kaldınp aralan koruma altına almazsa, hakimiyeti altındaki topraklann en büyük kısmın­ dan mahrum kalır, Agra'dan kovulması dahi an meselesi haline gelirdi. Bu yüzden Hümayun, bezm-i cemşidi yanda kesip, apar tapar ordu toplamaya girişti. Aradan bir hafta geçtikten sonra, seher vakti Hanzade begimle vedalaşmak için Zerafşan bağına geldi. Halasının hayır duasını aldıktan sonra, "Guncayiş" gemisine binip, nehir yoluyla Ganga tarafına doğru ilerledi. Hanzade begim Hümayun'un Hamide banuyla yakından tanışma fırsatı bulamamasından dolayı bayağı üzülmüş, "kaderleri böyleymiş" diye hayıflan­ mıştı. Fakat Hümayun'un bulunduğu gemideki kürekçiler arasında yer alan Nizam, bu durumdan son derece memnundu. Hümayun'un Hamide'den gittikçe uzaklaşması, ona bir mutluluk alameti gibi görünüyordu. Eğer padişah bu kızı yakından tanımış olsaydı, haramine alması işten bile değildi. Nizam, kendisinin Hamide'ye ulaşamayacağını bilmesine rağmen, ondan ümidini henüz kesmiş değildi ve zaten onu padişah haremine layık görmüyordu. Bu yüzden küreği var gücüyle çekip bir an önce padişahı Hamide'den uzaklaştırmak için canını dişine takıyordu.

PİRİM KADİROV

II

Hümayun'un ayağını bastığı yer içeri gümüldü ve dipsiz bir çukura dönüştü. Hümayun hacağını çukurdan alıp, arkaya çekildi. Kararıp duran çukurun kenarında bir ağaç kökü gözüne çalındı. Tam çukurun içine düşmek üzereyken ağacı iki eliyle sıkıcı kavradı. Fakat kısa süre sonra ağaç da köküyle birlikte sökülmeye başladı. Tam çukura düşmek üzereyken bir feryatla silkinip uyandı. "Allah'a şü­ kür! Rüyaymış!" diyerek rahat bir nefes aldı. Fakat dışarı­ da bir fırtına çıktığını, rüzgarın tepesindeki çadırı sürükleyip götürecekmiş gibi şiddetle sarstığını sezmişti. Tam o sı­ rada üst üste şimşekler çakmaya başlayınca yine yüreği sıkışarak ayağa kalktı.

mevsjmi başlamıştı ve hava her şey rutubet içinde kalmıştı. Hümayun, padişah çadırının kapısına asılan kadife perdeye eliyle dokununca onu bayağı nemli ve yumuşak buldu. Perdeyi bir kenara sıyırarak dışarı bir göz attı. Ganga

boylarında yağmur

ılık olmasına rağmen,

Karanlıkla

gözükmüyordu, ama her şimşek çasahile taşan dalgalan tehdit savurur gibi pariayarak göze çalınıyor; ağaçlar fırtınadan yere değe­ cek kadar eğiliyor, şiddetli uğultuları şimşek gürültüleri arasında kaybolup gidiyordu. bir

şey

kışında Ganga'nın

çadırının bulunduğu

tepeden Ganga'ya nehri de görünebiliyordu. Aslında bol sulu bir nehir değildi, ama yağmur faslı başladıktan sonra Hümayun'un

karışan Karanınasa

·

56

SONTİMURLU

oradan buradan akarak gelen sellerle bayağı Ürkütücü bir manzara kesbetmişti. Ordudaki fil sürücüler ve gemici Hintliler bu nehirden çok korkar, ona el ve ayaklarını değ­ dirmemeye çalışırlardı. Hint inançlarına göre Karamnasa'nın suyunun dakunduğu insanın bir ömür ibadet ve itaatı boşa gider, günahlarının kesafetinin altında kalırmış. Bu yüzden dindar Hintliler Karaninasa'nın öte tarafına geçmek istedikleriridt:, uzak bir yolu dolanır, yani nehrin Ganga'yla birleştiği yerin beri tarafından gemiyle dolaşarak geçerlerdi. Hürriayun, bunda~ on yıl önce babası Babür' ünde burada böyle bir olaya şahit olup, hatıra defterine kaydettiğini biliyordu. Böyle saçma sapan şeylere inanmayan Babür mirza, şu anda Hümayun'un bulunduğu yeri orduya karargah olarak seçmiş, bir hafta kalmış ve o civardaki düşmanları mağlup ederek, Agra'ya muzaffer bir şekilde dön!fiüştü. Dolayısıyla Hümayun, dindarların batı! inançlarından çok babasının tecrübesine güvenmişti. Üç tarafı nehirle çevrelenen yüksek tepeliklerin kendisini düşmanlardan koruyacağı düşüncesindeydi. Beyler bile "karargahın sadece güneydoğu tarafına nöbetçiler konulursa, geceleri rahat uyunabileceği"ni belirtmişlerdi.

Fakat yağmurun atıştırmaya başladığı, fırtınanın çadır­ yerinden sökecekmiş gibi saHadığı bir sırada, rüyasın­ da gördüğü korkunç olayı hatırlayan Hümayun, dev dalgaları kıyıları dövüp duran bu kudurmuş nchirierden korkmaya başlamıştı. Üç taraftan taşarak köpüren nehirler, dördüncü taraftan bastırıp gelecek düşmanı engelleyecek bir tuzak gibi görünüyordu. Ya tövbe! Nederi sanki kendi ayağıyla bu nehirler arasına çıkıp gelmişti? Babası buraya kampını kurduğu zamanlar hava kuru, nehirlerde su az ve bu civarda Şirhan gibi tehlikeli bir düşman da yoktu. ları

Yaşı otuz bire giren Hümayun, gençlik yıllarından beri pek çok tehlikeli savaşlar görmüş, her tür düşmanla boğuşmuştu ve henüz yenilginin acısını tatmamıştı. Fakat mesele Şirhan olunca, sahip olduğu tecrübe de, cesareti de bir fayda sağlamıyordu. Her geçen gün Sirhan'ın gücü artarken, Hümayun'un işleri sarpa sanyordu.

PİRİM KADİROV

Hümayun, lıkta

yatağının

57 serili

olduğu

yere dönüp, karan-

el yordamıyla yastığını buldu. Başını yastığa koymak

üzeyken, dışandaki fırtına ve şimşek gürültüleri sanki Sirhan'ın çehresini görür gibi oldu.

arasında

Gür·kaşh,

mavimtrak gözlü, yuvarlak burunlu, kısa ve yay gibi eğri bıyıklanyla oldukça yakışıklı görünen iri kıyım Sirhan'ın bakışlarında kuzgunu anımsatan bir ifade vardı: Hümayun, onu bundan· on üç yıl önce Cemne boyunda verilen bir ziyafet sırasında görmüştü. Babür mirza, Sekri'de kazandığı zaferin şerefine çok büyük bir ziyafet teniplemiş, bütün beyler ve askerleri de davet edilmişti. Cüneyt barlas adlı emir, hizmetine giren Afgan sipahileri arasında bulunan Şirhan'ı da bu ziyafete alıp getirmişti. Babür, Şirhan'ı daha ilk görüşünde "hakimiyet peşinde koşuyarmuş gibi bir hali var" demiş, Hümayun dahi bunu duymuştu. O sıralar Şirhan henüz otuz-kırk kadar savaşçının reisiydi ve önemsenmeyecek kadar küçük bir sipahiydi. Sasaram'da atasından kalma mal mülkü varmış. Fakat babası ölünce kardeşleri Şirhan'ı bu mirastan mahrum bırakmak istemişler. Sirhan da ata mülkünü üvey kardeşlerinden yolup almak için Babür'den himaye istemiş, böylece Bena.res'in doğusundaki Gazipur adlı yerde bir takım kıymetli hediyelerle birlikte huzuruna gelmişti.4 Babür, onun merkezi hakimiyetten uzaktaki sınır vilayetlerinden Sasaram'da toprak ağası olarak yaşamasım faydalı bulduğu için, ata mülkünün iadesi için bir mektup dahi yazmıştı. sakallı

O sıralar kırk yaşlarmda olan Şirhan, hesap kitapdan ve çiftçilikten iyi anladığı gibi, Sasaram'daki düzensizlik ve rüşvetçilikten memnun değildi. Şeyh Sadi'nin şiirleri­ nin büyük bir kısmını ezbere bilen, kültürlü biriydi. Sasaram'daki köylülerin topralarım ölçme, mahsulünü tam olarak hesaplama ve vergi memurlarının zorbalıklarım ortadan kaldırma konusunda oldukça yeni çareler bulmuş, böylece sevenleri tarafından "Şirhan-ı adil" diye 4

Sirhan Sur adı, Babürname'nin 1527-1528 yıllarının anlatıldığı olaylarda iki defa geçmektedir.

58

SONTİMURLU

çağrılmaya başlamıştı.

Bu arada Babür mirza ölünce, merhum lbrahim Ladı'nın küçük kardeşi Mahmud Ladı, intikam ateşiyle yanıp tutuşan Afganlar'ı çevresine toplamış, Hümayun'a karşı isyan bayrağı açmış; Bihar ve Sasaram'ı ele geçirmişti. Ayrıca Şirhan'ı çevresindeki yiğitlerle birlikte kendisine katılmaya mecbur etmiş ve Hümayun'a karşı ordu kaldırmıştı. Şirhan'ın esasen bu savaştan bir çıkan yoktu. Ladılar Afgan olmakla birlikte, Sur kabilesi onların hakimiyeti altına girmek istemiyordu. Zaten lbrahim Ladı'dan gördüğü zulüm ve işkenceler Sirhan'ın yadından henüz çıkmamıştı. Bu yüzden Dalalıura denilen yerde Mahmud Ladı'yla Hümayun'un karşı karşıya geldiği savaşta, Şirhan ustalıkla kendini kenara çekmeyi başarmış ve emrindeki adamlarıy­ la savaş meydanını terketmişti. Ladılar bu savaşta Hümayun'a mağlup olmuş ve daha sonra Şirhan'ı hainlikle suçlamışlardı. Sirhan ise Hümayun'a mektup yazarak, bir zamanlar Babür mirzanın Sasaram'daki ata mülkünü kendisine alıp vermesinin hatırına böyle bir harekete tevessül ettiğini bildirmişti. Ama aslında Hümayun'la Mahmud Ladı'nın birbiriyle uğraştığı bir sırada, fırsattan faydalanıp Ganga boyundaki en önemli kale olan Çunar'ı ele geçirmek niyetindeydi.

Çunar, eskiden Tae-han adlı bir Afgan'ın elindeydi. Sirhan beş yıl önce Tae-han'ın emrine girmiş, bu arada onun güzel hanımı Lad Melike ile tanışmıştı. Tae-han aile arasın­ daki kavgalar sebebiyle ecel şerbetini içtikten sonra, Şirhan Lad Melike'ye gizlice adam göndererek, çoktan beri kendisini sevdiğini ve evlenmek niyetinde olduğunu bildirmişti. Zaten Şirhan'ın kadınlan çılgma çeviren cazibesi Lad Melike'nin aklından çıkmamıştı. tki taraf arasında gidip gelen kişi, Şirhan'a Melike'nin olumlu cevabını getirmiş, Dalahrua'da Hümayun'la Mahmud Ladı ölüm kalım savaşına girdiği bir sırada Lad Melike Çunar kapısını cenk meydanın­ dan gizlice gelen Şirhan'a açmıştı. Şirhan, Lad Melike'yle evleurlikten sonra, onun· yardımıyla Tae-han'ın Çunar'da gizlediği · hazinesini de ele geçirmişti. Bu hazinede 150

·

PİRİM KADİROV

59

man5 altın~ 7 man merverit ve başka bir sürü mecevher vardı. Şirhan'ın bir günde ele geçirdiği hazinenin bedeli 900 bin rupi idi. Fakat Şirhan bu hazinenin üstünde yatacak kadar cimri biri değildi. Onun tek derdi, kendi başına hükümdar olmaktı. Bu yüzden bu altınlada binlerce yeni asker toplayıp, silahlar satın almıştı. Böylece Ladı'lardan ve Babüri'lerden memnun olmayan binlerce savaşçı Sirhan'ın saflan arasmda yer almaya başlamıştı. Şirhan, özellikle Çunar kalesini ele geçirdikten sonra Hümayun doğudakiBihar ve Bengala'dan adeta mahrum kalmıştı. Yolu açmak amacıyla ordu kaldırıp Çunar'a gelmiş ve Şirhan'ı kuşatma altına almıştı. O sırada Hümayun'un ordusu Sirhan'ınkinden iki misli kalabalıktı. Toplar ve tüfekler kale müdafilerini öylesine yoğun bir ateşe tutmuştu ki, Şirhan bu taarruzlara uzun süre dayanamamıştı. Aradan iki ay geçtikten sonra Sirhan'ın elçisi beyaz bayrak saHayarak kaleden çıkmış ve Hümayun'un huzuruna gelip af dilemişti. Hünıayun rakibiyle yüz be yüz görüş­ mek istediği için elçiye "Şefkat diliyorsa Sirhan'ın kendisi gelsin" demiş, savaş durmuş, fakat Şirhan, Hümayun'un huzuruna geldiğinde hapsedilmekten çekindiği için kendi yerine 28 yaşındaki oğlu Kutup-han'ı yollamıştı. Kutup-han, Hümayun'un huzurunda yer öpmüş, sadakatini bildirmiş ve "Babama bağlı bu surlar, bugünden itibaren size baş kaldırmayacak; buna ben kefilim ve tüm askerlerimle size kı­ yamete kadar hizmet edeceğim" demişti. Hümayun, Kutuphan'ı üç yüz askeriyle birlikte hizmetine almış; Şirhan ise ailesi, ağırlıklan ve adamlarıyla birlikte Çunar'dan çıkıp Bihar vilayetindeki kendi mülküne gitmişti. Kutup-han ve askerleri, Hümayun'un ordusunda iki yıl hizmet etmiş, Gucarat ve Çampanir'de Babadır-şah'la yapı­ lan savaşlarda cesaret gösterip, in'amlara konmuştu. Bu arada Şirhan da Bihar'da sessiz sakin oturmaktaydı. Geçen yıl Hümayun Çampanir'dcn Agra'ya döndükten sonra, Kutup-han ata anasını görmek için izin istemiş, Bihar'a vardıktan sonra da bir daha geri dönmemişti. Aradan beş altı 5

Bir mann: 800 gram; 150 man: 120 kg.

' i

SONTİMURLU

60

yıl geçtiğinde ise Şirhan'ın oğluyla birlikte tekrar Bengala'ya doğru ordu kaldırdığı ve Çunar'ı kuşatma altına aldı­ ğı haberi gelmişti. Hümayun, Kutup-han'a izin vermekte hata ettiğini, onun Sirhan'la birlikte en tehlikeli düşman haline geldiğini sonradan anlamıştı. Çünkü iki yıl Hümayun'un ordusunda hizmet veren Kutup-han, onun bütün zayıf yönlerini öğrenmişti ve dolayısıyla şu anda baba-oğul onuıi zayıf noktalarına darbeler indireceklerdi.

Doğrusu Şirhan işinde ustaydı.

Hümayun'u mümkün olAgra'dan uzak noktalara çekip, her yerde başına bir bela getiriyordu. Hümaytın bu defa Çunar kalesini altı ay kuşatma altında tutmuş ve büyük zayiadar vererek aldığın­ da, Şirhan Bengala'yı ele geçirmiş, Hümayun onun peşinden Bengala'ya gittiğinde, bu defa da hazinelerini yanına alıp Gauri'ye doğru yola koyulmuştu. Heyhat! Hümayun'un Gauri'ye geldiğini duyan Şirhan, bu kez de şehri baştan aşağı yağmalayıp, Rahtas denilen dağ kalesine sığınmıştı. Ganga'nın güneyindeki bu kale, aslen Krişan Ray adlı bir Hint racasının malıydı. Şirhan yanındaki rajput beylerinden birini elçi gönderip, Krişan Ray'dan başlangıçta sadece hanımları ve çocukları için sığınma hakkı istemişti.

duğunca

Hümayun bizden ata yurduğumuz Bihar'ı yolup alcenk meydanında korumasız kaldı; şu merhametsiz Tirnurizade bizi yenerse, yarın bir gün Rahtas'a da gelecektir. Siz bizim kadın ve çocuklarımıza sığın­ ma hakkı verirseniz, biz düşmanın Rahtas'a giden yolunu keseriz, - diye mesaj yollamıştı. -

dı, kadınlarımız

Krişan

Ray bu sözlere inanmış ve kadın kıyafetindeki bin iki yüz kişilik kalabalığı Rahtas kalesinin içeri almıştı. Kadınların yüklerini taşıyan bir miktar üstü kapalı araba da içeri girmiş, fakat onlar içeri girdikten sonra aslında hepsinin kadın kıyafetine bürünmüş savaşçı olduğu anlaşılmıştı. Üstü kapalı arabalardan aşağı atiayan silahlı savaşçılar gafil avianan Krişan Ray'ın çevresini sanvermişlerdi. Şirhan'ın kendisi ortada gözükmüyordu. Aksine bu savaş hilesine başvuran oğlu Celalhan, Krişan Ray'a şöyle demişti: atlı ve yaya kapısından

PİRİM KADİROV

61

- Rahtas'ı savaşarak da alabilirdik Çünkü ondan çok daha muhkem Çunar kalesini ele geçirdiğimizi biliyorsunuz. Fakat kan dökülmesin istedik Sizin can ve malımza dokunmayacağız. Ne istiyorsanız, bir gün içinde alıp çekin gidin. Sizin vadide başka mülkleriniz var, bize ise Rahtas çok lazım! Krişan Ray, Tahtas'ı bırakıp gitmeye mecbur kalmış; Sirhan da Çunar v.e Gaur'da ganimet olarak ele. geçirdiği bütün altın ve gümüşlerini bu kaleye getirip saklamıştı. Çoluk çoğunu kaleye yerleştirdikten sonra da dağ eteklerinde yeni savaşlar için asker toplamaya başlamıştı.

Rabtas'da olanlan Gaur'da bulunduğu sırada işiten Hümayun, Sirhan'ın Maveraünnehir'de bu tür hilelere sık sık başvuran Seybani-han'a çok benzediğini anlamıştı. Ona göre Sirhan artık Rahtas'ı· kendisine üs edinecekti. Hüma~ yun ise onu takip etmek için Rahtas'a gitmek taraftarı değildi. Çünkü Bengala'da düzeni sağlamak ve Gaur'da devlet işlerini tekrar yoluna koymak için uzun bir zamana ihtiyacı vardı.

Hümayun, Gaur'da dokuz ay kalmış; bu arada yağmur bitip sonbaharın serin ve güneşli kuru günleri başla­ dıktan sonra, burasının havası oldukça hoşuna. gitmişti. Hümayun burada devlet işlerini düzene salmış, yeni yapı­ lacak parkların planını çizdirmiş, şehrin en güzel yerlerine fidanlar diktirmiş ve kafasının iyi olduğu bir günde ise oraya "Cennetabad" adını vermişti, ama çok geçmeden Agra'dan gelen kötü haberler Hümayun'u cehennem azabmm kolianna atmıştı. Hümayun'dan yüz çeviren Zahidbek, şeyhülislam Said Halil ve diğer fitneci beylerle birlikte Agra'da kafa kafaya verip, Hindal mirzanın kanadı altına ·girmiş ve Hümayun'un başkentte vekil bıraktığı Emir Behlül'ü öldürmüş­ tü. Duyduğuna göre on sekiz yaşındaki Hindal' mirzayı tahta çıkarmak niyetindelermiş. O sırada Lahor'da bulunan Karoran mirza bu olaylan öğrenince hemen asker kaldırıp Agra'ya gelmiş ve "Ben varken sen taht sevdasına kapılma!" diyerek kardeşini bir güzel başlamış. faslı

SONTİMURLU

62

Henüz kendisi hayattayken kardeşlerinin Agra'yı ele geçirmek için yarışa girmeleri Hümayun'a vaziyelin ne kadar tehlikeli olduğunu göstermişti. Demek ki Gaur'da dokuz ay eylenip kalması büyük bir hata imiş. Bu yüzden ordunun küçük bir kısmını Bengala'nın himayesi için bıraka­ rak, esasİ kuvvetlerle birlikte Ganga'nm kuzey salıili üzerinden Agra'ya doğru yol almaya başlamıştı. Arada Patna ve Benares vardı ve Agra'ya ulaşmak için gün yol gitmek gerekiyordu. Şirhan'ın işgal ettiği Ralı­ tas kalesi, nehre hayli uzaktaki dağlardaydı. Hümayun'un aldacele Agra'ya dönmektc olduğunu duyan Şirhan, dağdan inip nehrin güney tarafından onu takip etmeye başlamıştı.

kırk

Son bir yıl içinde güç dengesi Şirhan lehine değiştiği için Hümayun çekinerek ilerliyordu. Ona göre Şirhan arkadan sinsice yaklaşıp, aniden hücuma geçecekti. Hümayun Patna'ya vardığında Agra'ya gönderdiği çapar haber getirmişti. Hindal mirza, gönderdiği içli mektubunda şun­ ları yazıyordu: "Ağabey, sakın ola ki benim hakkımda duyduklarınıza inanmayın. Kardeşinizin bütün hareketleri Agra'da sizin hakimiyetinizi muhafaza etmeye yöneliktir. · Nankör Emir Behlül rüşvetçinin tekiymiş. Şirhan'ın adamlarından kese kese altın alıp, sizin silahlarımzı düşmanını­ za gizlice satannış. Arabaların alt kısmına saklanan miğfer, kalkan ve kılıçlan ele geçirince, sırrının ortaya çıktığını anlayan Emir Behlul Şirhan'a kaçmak isterken isabet eden bir okla hayatını noktaladL Ben Agra'da olduğum sürece, ağabeyim Kamran mirza dahi sizin tahtımza el süremez. Çabuk gelin. Yolunuzu gözleyen sadık kardeşiniz Mirza Hindal ibni Babür padişah." Hümayun kime inanacağını bilemez hale gelmişti. Acaba Şirhan'ın kendisi bu kadar uzaklarda dolaşırken, adamları Emir Behlül gibi zengin bir kutvalı altınia satın mı almışlardı? Yoksa fitneciler Hindal'ı aldatarak Emir Behlül'ü. rüşvetçi bir kişi olarak mı göstennişlerdi? Uzaktan bu işin aslını öğrenmek mümkün değildi. Hümayun ordusuyla birlikte Çausa yakınlarında Gansahiline geçinceğe kadar Şirhan'ın askerleri ken-

ga'nın sağ

PİRİM KADİROV

63

dilerini göstermemişti. Fakat Hümayun Karamnasa ve Ganga arasındaki tepelere kampını kurduktan sonra, güneydoğudaki açık alanda birden Şirhan'ın ordusu belirmiş­ ti. Bu· arada yağmur mevsimi başlamış ve n ehir suları kabarrnıgı. Artık üç tarafı çevreleyen nehirleri aşmak kolay olmayacaktı. Dördüncü taraf ise düşman tarafından kapatılmıştı. Hümayun, ordusunu ölüm kalım savaşına hazırla­ yıp, en seçme savaşçıları ve filleri Şirhan'ın bulunduğu tarafa mevzilendirerek, onun hücumunu beklerneye başla­ mıştı. Bugüne kadar hep Hümayun hücum etmişti, şimdi ise h ücum etme sırasını Şirhan'a vermiş gibi bir hafta, bir ay ve hatta bir buçuk ay beklemiş, fakat Şirhan hücuma geçmemişti. Çünkü zaman Şirhan'ın lehine işliyordu. Hümayun'un kampında bulunan on binden fazla eskeri ve onun iki üç misli atı beslemek için gerekli erzak ve yemi gittikçe azalıyordu. Aşırı rutubet yüzünden hastalanarak işe yaramaz hale gelen asker sayısı her geçen gün artıyordu. Bu arada dışandan gelecek yardımın yolu ise bir yandan n ehir suları, diğer yandan Şirhan tarafından tutulmuştu. Aradan iki ay geçmesine rağmen Şirhan'ın hala hücuma geçmediğini gören Hümayun, adam göndererek, "Bizden ne istiyorsa, söylesin!" şeklinde bir mesaj iletmişti. Şirhan ise önceki gün Hümayun'a gönderdiği elçi vasıta­ sıyla Çunar kalesiyle Bihar vilayetini istediğini biidirmiş­ tL Bihar şu anda zaten savunmasız kalmıştı ve Hümayun çekip gittikten sonra Şirhan'ın onu tekrar işgal edeceği muhakkaktı. Fakat doğu vilayetlerinin can damarı durumundaki Çunar'ı savaşsız teslim etmek zorunda kaldığı­ nı düşününce Hümayun'un tüyleri diken diken olmuştu. Halbuki bu kaleyi ele geçirmek için altı ay savaşıp, pek çok zayiat vermemiş miydi? Hümayun, Şirhan'ın elçisine kesin bir cevap vermemiş, düşünüp taşındıktan sonra kararını bilalıere bildireceğini açıklamıştı. Dünkü toplantıda beylerin çoğu Çunar'ın Şir­ han'a geri verilmesine karşı çıkmışlardı. Bu kadar zorluklarla zaptettikleri Çunar'ı savaşmadan Şirhan'a teslim ederlerse, hangi yüzle Agra'ya döneceklerdi? Insanlar onlarla alay etmezler miydi?

SONTİ.MURLU

64

- Cahillerin · alay etmesini fazla kale almamak gerek beyler!- demişti Bayram-han,- Şu anki vaziyet bizden kurban istemekte. Eğer şu nehirler arasından sağ salim çıkıp Agra'ya döner ve oradaki ihtilafları hall edersek, daha sonra Çunar'ı tekrar zaptetmemiz işten dile d~ğil! Fakat Hümayun Bayram-han'ın bu fikrine katılmadı. Beylerin çoğunluğu da padişahla aynı görüşteydi. Hümayun, dışarıda fırtınanın devam ettiği bir sırada, rutubetli çadırda uykusuzluktan kıvranıp bir o yana, bir buyana dönerken yarın Bayram-han'la bir daha görüşme­ yi kararlaştırmıştı. Ezaula birlikte padişahın otağma çağırılan Bayram-han kapı önünde saygıyla eğilip sClam verdi. Hümayun, ona sağ tarafından yer gösterdikten sonra, uzun kara sakalına ve esmer çehresine bakarak: · · -Bugün, bütün bir gece uyumadan gezindin durdum, - dedi. - Kötü rüyalar gördüin.. Sizin sözünü ettiğiniz kurbanlık.. Çunar.. bağnından bir parça et kesip düşmana vermekten daha zor.. Peki, hadi diyelim ki Çunar'ı verdik, acaba Şirhan bununla yetinecek mi? Bengala ile Gaur'u rahat bırakır mı? Eğer bu konuda bir anlaşma imzalarsak, Şirhan sözünde durur mu? . - Hazretim, - dedi Bayram-han.- Eğer fakire yetki verirseniz, Şirhan'ın önüne Kur'an'ı koyup yemin ettirebilirim. Ne de olsa o da bir Müslüman! Hümayun, kararganındaki en nüfuzlu alimlerden olan ve bir zamanlar Şirhan'ın hayır duasını almak için önünde el etek öptüğü Hoca Hüseyin'i Bayram-han'ın yanına katarak elçi gönderdi.

*** Kuşluğa doğru yağmur dinmiş, bulutlar arasından masmavi gök ve sıcak yaz güneşi kendini göstermişti. Her ne kadar Ganga uzaklarda halen devam eden yağmur sebebiyle çoşup köpürmeye devam ediyorsa da, toprak yavaş yavaş kurumaya başlamıştı.

PİRİM KADİROV

65

Bayram-han, Ganga'nın güneyindeki geniş düz alan üzerinden at sırtında Sirhan'ın karargahına giderken, yağ­ murdan sonra baş kaldıran otların ve rengarenk kır çiçeklerinin birbiri ardına açılıp çevreye tebessümler saçtığını, kuşların gökyüzünde neşeyle kanat çırptığını görünce, derin derin iç çekti. Bayram-han, Hint topraklarının yaz sı­ caklannın ardından gelen ılık yağınurlara doyduğu, tüm canlıların, nefes alıp veren her şeyin tekrar uykusundan uyandığı şu yağmur mevsiminde, ister evde, ister bağda olsun, kitap okumaya veya şiir yazmaya bayılırdı. Hintiiierin yağmur mevsiminde seyahata çıkınama adetleri boşuna değildi. Çünkü gerek insanlar ve gerekse adar, bu mevsimde nereye adımını atarsa atsın, mutlaka bir canlının veya bir bitkinin ölümüne yol açarlardı. Bir caniıyı basarak öldüren insanın haccı kabul olur muydu? Ya peki on binlerce askerle sefere çıkan kumandanların bu mevsimde savaşa tutuşmaianna ne demeli? Sirhan da çok kitap okuyan kültürlü bir insan. Bayram-han, ona doğup büyüdüğü ülkenin yağmur mevsimiyle ilgili adetlerini elbette hatırlata­ cak; şu anda savaş zamanı olmadığını, barış yapmanın gerekliliğini başka delillerle de ispat edecekti.. düzlükte, Sirhan'ın için yüksek bir tepelik seçilmişti. Bayramhan ve Hoca Hüseyin, karargahın yan tarafına gelince atlarından inerek, özel teşrifatçının rehberliğinde Sirhan'ın otağına hayli uzak bir mesafeden yaya olarak yürüdüler. Bayram-han, hemen girişte iri kıyım, güçlü kuvvetli nöbetçilerle yüz yüze geldi. Sirhan, otağın yukarı kısmındaki yüksek şahnişin üstüne bağdaş kurmuş, sakin bir şekilde oturmaktaydı. Elbisesi sade ipektendi ve başındaki kavuğuna herhangi bir mücevher kondurulmamıştı. Fakat karta! bakışını andıran nigahı ve mağrur bir şekilde oturuşu, Bayram-han'ı bayağı endişelendirmişti. Bayram-han, saygıyla selam verip, Hümayun'un mührü basılı mektubu takdim etti. Sirhan, Hümayun'un mektubunu okurken, elçiler onun işaretiyle yere serili kadife minderler üzerine oturdular. Sirhan'ın oturduğu şahnişin yerden bir karış kadar Binlerce

çadırın dikildiği geniş

muhteşem otağı

SONTİMURLU

66

yüksekti. Mektubu okuduktan sonra Bayram-han'a bakarak, kinayeli bir şekilde: - Padişahınız Çunar'a karşılık Bengala'nı istermiş! dedi. - Devletpenah, - dedi Bayram-han elini göğsüne koyarak. - Bengala dokuz yıldan beri Hümayun hazretlerinin hakimiyetindedir. - Ama bizim Afganlı kabilelerimiz yüz yıllardan beri Bengala'da yaşamaktadırlar. Onlar bizim akrabamız; birçoğuyla kız alıp kız vermişiz. Şimdi sizin hatınnız için oradan vaz mı geçelim? - Devletpenah, akrabalık, kız alıp kız vermek yine devam eder gider. Sadece bu yıl olduğu gibi ordu kaldırılıp Bengala üzerine yürünmese, hazineler yağmalanmasa, kan dökülmese~.

-Siz Çunar'ı muhasara edip az mı kan döktünüz? İş­ te biz de Bengala'da onun intikamını aldık! - Biz bugün intikamdan değil, barıştan söz etmek için geldik, devletpenah! Özellikle şu yağmur mevsiminde sadece insan değil, biitün bir tabiat savaşsız, huzurlu bir hayat istemektedir. Siz kültürlü bir kumandansınız. "Çunar'ı verirlerse barış yaparız" diyerek elçi göndermişsiniz. Hümayun hazretleri buna cevap olarak bizi elçi gönderdi. Şirhan,

Hümayun'un mektubuna bir daha göz

attı.

- Boş yere kan dökülmesini biz de istemeyiz! Çınar'ı bize verirseniz, padişahınızın ileri sürdüğü şart kabul edilecektir. Bu konuşmadan sonra Hoca Hüseyin koynundan fazla büyük olmayan, cildi üzerine altın tozu serpilmiş bir kitap çıkardı. Küçük harflerle yazılı bir Kur'an'dı bu. Hoca Hüseyin, kitabı gözüne sürdükten sonra ayağa kalkıp Şirhan'a uzattı.

- Devletpenah, söylediğiniz bilgece sözlere mullah şahit olsun, alın!

şu

Kela-

PİRL\1 KADİROV Şirhan

67

birden çekingen bir

tavır aldı.

- Taksir, siz bu Kur'an'ı ortaya koyup bize yemin ettirmek niyetinde misiniz? Sirhan'ın bakışlannın tehdiMiri korkmuştu:

bir hal

aldığını

gören

Hoca Hüseyin bayağı

Kesinlikle böyle bir şeyi aklımızdan geçirmiş değiliz, Iyi amaçlı yolunuzda Kur'an-ı Kerim size mededkar olsun düşüncesiyle .. hediye babından getirmiştik. -

devletpenah~

-

Eğer

öyleyse biz hediyenizi kabul ederiz! -

Şirhan

Kur'an'ı Hoca'nın elinden alıp, gözüne sürdükten sonra. mülazıma uzattı:- Bu değerli kitabı bizim mescide götürüp, özüne münasip y~rine koyun.

Müzakerelerin bundan sonraki kısmı, Çunar'ın Şirhan'a ne şartlada teslim edileceği konusunda devam etti. Hümayun'un ordusu Karamuasa nehrinden ve Benares'den öteye geçinceğe kadar Şirhan şu anki kampından ayrılmayacağı-, na söz verdi. Hümayun'un Çunar'a çapar gönderip, ordaki muhafazlan ve silahları çıkanneağa kadar bir hafta gerekliydi. Bu müddet bittikten sonra Şirhan varıp kaleyi teslim alacak ve en son olarak da, Hümayun ve Şirhan, bumlan böyle birbirleriyle savaşınama konusundaki anlaşmayı Çunar'da imzalayacaklardı. Bayram-han müzakareleri bitirip giderken: - Devletpenah, - dedi.- Bizler yer ve göğün şahitliği altında barış anlaşması yapıp, ona sadık kalma mecburiyelini yüklendik. Padişahımıza bunu böylece iletsek ne dersiniz? Şirhan, Bayram-han'a "Sen kim oluyorsun ki, benden sadakat talep ediyorsun?" der gibi ters ters baktı, fakat ister istemez gülümseyen dudaklarından: - Aynen öyle iletin, - kelimeleri döküldü.

*** Şirhan, elçiler gittikten sonra dün Agra'dan gelen Alvaro Pakavira'yı huzuruna çağırttı. Pakavira, yollara Hümayun'un koyduğu adamlarm eline düşmernek için, Hint ta-

SONTİMURLU

68

kıyafetinde gelmişti. Şirhan, şahnişinden

inerek karşı­ oturrup yavaş bir sesle sordu: - Agra'dan Hümayun'a yardım gelmeyeceği hususu kesin mi? ciri

ladığı Pakavira'yı yanına

Kesin, devletpenah! Kamran size karşı çıkmayacak. anda ağabeyinin sizinle tutuştuğu savaştan mağlup çıkmasını bekliyor. Ondan sonra tac-ı tahtı ele geçireceği ümidinde. -Bunu biliyoruz. Ya Hindal? - O ağabeyine sadık kalmak istiyormuş. Ama sizin gönderdiğiniz gizli mektup sayesinde biz onun sadakatini düşmanlığa çevirdik -

O,

şu

-Nasıl

yani?- diye sordu Sirhan

inanamamış

gibi. Bunun üzerine Pakavira olayı detaylarıyla anlatmaya başladı. Hümayun'un Agra'da yerine vekil bıraktığı Emir Behlül, rüşvete kanmayan, sadık ve vicdanlı bir insandı. Sirhan'ın Agra'daki hafiyeleri camide Said Halil'le ilişkiye geçip, Behlül'den kurtulmak için bir plan yapmışlardı. Behlül de aslen Hindistanlı Afganlar'dandı. Sirhan onu tanıyordu. Fakat Behlül, Afgan ulusunu çevresine taplayan Sirhan'a yüz vermiyor, Hümayun'a sadıkane hizmet vermeye devam ediyordu. Bu yüzden Sirhan bir iftira ile onu ortadan kaldırmak istemişti. Sirhan'ın gönderdiği casus, Emir Behlül adına yazılmış bir mektup getirmişti. Sirhan'ın imzasını ve mührünü taşıyan mektupta Behlül'e geçen ay Ganga boyuna gönderdiği silahlar için minnettarlık bildiriliyor, birçok savaşçının Hümayun'u terkedip Sirhan tarafına geçtiği kaydedilerek, mümkün olduğunca zırh, silah ve kalkan gönderilmesi rica ediliyordu. Hatta gönderilen mektub, inandıncı ohı~ası için sıradan bir el yazısıyla değil, şifreli ve esrarengiz bir yazıyla yazılr.·ıştı. Frengistan'da bu tür ince işleri sık sık yaptığı için tecrübe sahibi olan Alvaro Pakavira, Sirhan'ın mektubunu Emir Behlül'ün mülazımlarından birinin cebine gizlice koydurmuştu. Bu mülazım Emir Behlül'ün yanına gece nöbetine giderken, Said Halil'in adamları onu yakalayarak

PİRİM KADİROV

69

Hindal'a getirmişler; aynı sırada Emtr Behlül'ün izniyle dokereste yükleyip giden arabalara Sirhan'ın casusları da bir miktar kılıç, kalkan ve mızrağı gizlice yerleştirmiş­ lerdi. Nöbete giden mülazımın yakalandığı aynı saatlerde bu arabalar da ele geçirilmişti.

ğuya

Mülazımın güya gece Behlül'e götürmekte olduğu mekşifresi çözüldükten sonra, Mirza Hindal kerestelerin

tubun

altına saklanarak götürülen silahları da lı

Emir Behlül'ün ihanet içinde

görünce, Afgan asıl­ iyice inanmıştı.

olduğuna

Böylece gece yarısı Mirza Hindal ve Zahidbek, kendi askerleriyle Emir Behlül'ün uyumakta olduğu evi basmış, Sirhan'ın yazdığı gizli mektubu ve tahtaların altına saklanan silahları göstermişlerciL Emir Behlül, böylesine ustalıkla hazırlanan bu iftiradan kurtuluş yolunu bulamamıştı. -Bu iftira belasından beni ancak Hümayun hazretleri -diyerek Agra'dan kaçıp çıkmış, Hindal ise bu hareketi ihanetin gerçek bir belgisi olarak değerlendirmiş, Behlül'ün arkasından gönderdiği adamlar, silahlı müsademeden sonra onun kellesini kesip getirmişlerdi. Bir darbeyle hem Hümayun'un en sadık kutvalının mahvoluşu, hem Hindal'la ağabeyinin arasının açılması, Şirhan'a ayrı bir zevk ve hoşnutluk vermişti. Pakavira'ya takdir dolu nazarlarla bakarak: -Aferin, çok iyi bir iş becerdiniz, - dedi.- Arzumuzu gerçekleştirip Hindistan'da büyük bir devlet kurduğumuz­ da, elbette sizi çok değerli inayetler bekleyecektir! Şirhan hazinecisini çağırttırdı. Tedbirli casuslardan altın ve parayı asla esirgemezdi. kurtarır!

-

Cenab-ı Pakavira'ya

Pakavira'nın

ödül olarak iki man altın verilsin!

zevkten ağzı

kulaklarına varmıştı.

tki man sage-

altın, az buz servet değildi. Onunla yeni bir gem,i dahi tın alabilirdi! Şirhan'a can-ı gönülden teşekkür ede ede, ri geri çekilip dışarı çıktı. Şirhan, atağında yalnız kalınca, düşünmeye başladı. Artık

elini alnına vererek Agra'dan Hümayun'a yardım

SONTİMURLU

70 gelmeyeceği

kesindi. Şirhan'a ise ta Frengistan gibi uzak yerden gelen Pakavira dahi bu kadar yardımda bulunmuştu. Karamnasa nehrinin uğursuzluğundan korkan gemici ve kürekçilerden beş altı tanesi geeeki fırtına sıra­ sında Ganga yoluyla gelip, Şirhan'ın emrine girmişlerdi. Ayrıca Hümayun zaten zor durumda kaldığı için bugünkü elçilerini göndermişti. Eğer Şirhan, kumandanlarını çağırıp ''Çunar'ı savaşsız işgal edeceğiz, bu şartla anlaşma imzaladım" derse, elbette onlar bundan memnun kalır­ lardı, ama bu mutluluk uzun sürmezdi. Çünkü Hümayun yarın Şirhan'ın kapanından kurtulmuş olsa, Agra'ya vardıktan sonra kıza zamanda durumunu düzeltirdi. Hümayun, bağrı geniş yiğit, kardeşleriyle barışınayı becerir. Sempatik insan. Şirhan gibi tehlikeli bir düşman karşısın­ da ağabey..:kardeşler yine bir araya gelebilirler. Şirhan, Babüriler bir araya geldiğinde, kimsenin onlarla başedeme­ yeceğini Dalalıma'da ve Gucarat'da Mahmud-han ve Bahadır-şah'ın mağlubiyeti sırasında görmüştü. Ama hayır! Şirhan'ın bunca zamandır köşe bucak saklanıp, hazinesini dağdaki Rahtas gibi yerlere gizleyerek dolaşması artık yeter! Eğer yeniden başına iş açmak istemiyorsa, bu fırsa­ tı kaçırmaması ve Hümayun'u nehirler arasındaki kapandan sağ çıkarmaması gerekir! Şirhan bunları kafasından

geçirdikten sonra kumandördünü toplantıya çağırdı. Oğulları Kutuphan ve Celal-han sağ tarafa oturdular. Rajputların serkerdesi Bikramadit Gaur ve Şirhan'ın başkumandam Heveshan ise sol tarafta yer aldılar. Şirhan, otağ içindeki mülazımları dışarı gönderip, kapı perdesini indirdi. Kandilde salmarak yanıp duran mumların ışığı altında oğulları ve kumandanlarını tek tek süzdükten sonra: danlarından

-Bu dünyada en güvendiğim insanlar, siz dördünüzsünüz, - dedi.- Bizim amacımız, ülkemizi sığıntılardan kurtarıp, müstakil bir devlet kurınaktır. Bu amaç, bizi raja Bikramadit Gaur'la ağabey-kardeş haline getirdi. Ulu amaç uğrunda biz din ve millet ayırımı yapmayız. Çünkü Afganlar da rajputlar gibi Ari ırktandırlar. Hepimiz Hindistan'da

PİRİM KADİROV

71

doğup büyüdük. Atalarımızın mezarları dahi bu topraklarda. Önceleri sığıntılar üstün çıktılar, biz arkaya çekildik Ama bizim de bahth günlerimizin geleceği anı sabırla bekledik İşte o an artık geldi! Düşmanın alıvali kötü. Çunar'ı bize savaşmaksızın vermeye hazır. Elçiler gelip barış anlaş­ ması teklifinde bulundular. Ben ise onları korkutmamak için barışa razı oldum. Hümayun bugünden başlayıp yolculuk hazırlığı için ferman vermiştir. Artık bizden herhangi bir saldırı beklemez ve bir an önce nehirlerden aşıp gitme derdindedir.

- Desenize Heves-han.

düşmanı

gafil aviama vakti geldi! - dedi

Onun bu sözü Kutup-han'ın hoşuna gitmemiş gibi, Heves-han'a terk ters baktı. Çünkü iki yıl Hümayun askerleri arasında hizmet etmiş, onun mertliklerine defalarca şahit olmuştu. -Barışı savaş hilesin~ alet etmek. .. - dedi Kutup-han babasn.a bakarak.

mertliğe sığar mı?

-Vatanı sığıntılardar kurtarmak, dünyadaki en büyük mertliktir! - dedi Şirhan oğluna ters ters bakarak. - Babür ve oğulları bizim az mı insanımızı öldürdüler? Fatihler, Panipat'da kırk bin kişiyi öldürdüler. Bacur korganında Babür'ün emriyle üç bin kişi katiedilerek kellelerinden minare yapıldı! Hümayun Panipat'da iki yüz kişiyi esir aldığın­ da, Babür siyaset için bunlardan yüzünü tüfekle öldürttü. O sıralar bizimkiler tüfeğin ne olduğunu bilmiyorlardı. Bu yüzden tüfek karşısında korkusuzca dikilen gençlerimiz fatihler tarafından şefkatsizce kurşunlandı. İşte ondan sonradır ki "Fatihlerde tanrı silahı varmış, Hint tanrısı Şiva gibi gözünden ateş püskürüp, uzaktaki insanı öldürürmüş!" şeklinde sesler yükselmiştir. Halkı korkutarak ita