Osmanlı-Türk Tarihi 1774-1923 Batı Etkisi [1 ed.]
 9786051712673

Citation preview

Omıonlı-Tıirlt Tıırihi (1774-1923)

© 2010,ALFA Basım Yayım Dağıtım San. veTic. Lcd. Şti. Ottomıın and Turlmh Hl.ıtory (1774-192J):The Impııcı ofThe Wut © 1990, Universicy ofTexas Press Kicabın Türkçe yayın hakları Alfa Basım Yayım Dağıtım San. ve Tic. Lıd. Şti.'ne aittir. Tanıtım amacıyla, kaynak göstermek şartıyla yapılacak kısa alıntılar dışında hiçbir yöntemle çoğaltılamaz.

Yayıncı ve Genel Yayın Yönetmeni M. Faruk Bayrak Genel Müdür Vedaı Bayrak Yayın Yönetmeni Mustafa Küpüşoğlu Çeviri Mehmet Maralı Kapak Tasarımı Füsun Turcan Elmasoğlu Sayfa Tasarımı Mürüvec Durna

lSBN 978-605-171-267-3 1. Basım: Şubat 2016

Baskı ve Cilc

Melisa Matbaacılık Çiftehavuzlar Yolu Acar Sanayi Sitesi No: 8 Bayrampaşa-İscanbul Tel: 0(212) 674 97 23 Faks: 0(212) 674 97 29 Sertifika no: 12088

Alfa Basını Yayım Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şri. Alemdar Mahallesi T i carethane Sokak No: 15 3411O Cağaloğlu-İsıanbul Tel: 0(212) 511 53 03 (pbx) Faks: 0(212) 519 33 00 www.alfakitap.com - [email protected]

Sertifika no: 10905

il RODERIC H. DAVISON

osman1ı - TfirK TariHi 1774- 1923 BATI ETKİSİ

Çeviri Mehmet Moralı

Al.FA: 1 TARiH

İÇİNDEKİLER

Onsöz, 7 Giriş, 9 19

Tarihte Türkler "Rus Becerisi ve Türk Aptallığı:" Küçük Kaynarca Antlaşmasının Gözden Geçirilmesi

58

Küçük Kaynarca Antlaşmasındaki "Dosografya" Kilisesi

86

Osmanlılann tık K.8.ğıt Para Denemesi

98

Türkiye'nin Siyasal Modernleşmesinde Yabancı ve Çevresel Katkılar

1 15

Osmanlı İmparatorluğu Yönetimine Temsil İlkesinin Girmesi

145

.

19. Yüzyılda Hıristiyan-Müslüman Eşitliği Konusunda Türklerin Tavırlan

1 65

Osmanlı İmparatorluğunda Elektrikli Telgrafın Kurulması

1 94

Osmanlı Türkiye'sinde Batılı Eğitim

236

Ermeni Krizi, 1 9 1 2- 1 914

255

Mondros'tan Lozan'a Türk Diplomasisi

290

Atatürk'ün Reform.lan: Köklere Dönüş

341

Dizin, 370

Geçtiğimiz elli yıl boyunca tarih öğretmeyi çekici bir serüven haline getiren öğrencilerime ve kütüphanecilere, arşivcilere, editörlere, tasanmcılara, basımcılara, eğitim, öğrenim ve hayır kurumlannın üyelerine - yardımlan araştırmayı ve yazmayı bu kadar zevkli hale getiren meslektaşlara.

ÖNSÖZ

Birçok kütüphanenin çalışanlarının büyük yardımını gör­ düm. Bunların arasında Kongre Kütüphanesi (Library of Cong­ ressl (özellikle Yakındoğu, Hukuk, Fişleme ve Okuyucu bölüm­ leril, Harvard College Kütüphanesi, Princeton Üniversitesi Kütüphanesi, George Washington Üniversitesi Kütüphanesi, New York Halk Kütüphanesi, Chicago üniversitesi Kütüpha­ nesi (özellikle Ortadoğu Dokümantasyon Merkezil, Ortadoğu Enstitüsü Kütüphanesi, British Library'nin (eski adıyla British Museum Kütüphanesininl Colindale Şubesi, Bibliotheque Na­ tionale ve Engineering Societies Kütüphanesi. Aynca Başbakanlık Arşivi ve Dışişleri Bakanlığının İstan­ bul'daki Hazine-i Evrak çalışanlarına ve Başbakanlık ile Dışiş­ leri Bakanlığına buralarda araştırma yapmama izin verdikleri için teşekkür ederim. Public Records Office (Londra), Haushof und Staatsarchiv (Viyanal ve United States National Archives (Washington) de çok yardımcı oldu. Önceden Divinity School Kütüphanesinde, sonra da Harvard'da Houghton Kütüphane­ sinde yer alan arşivlerinden yararlanmama izin verdikleri için American Board of Commissioners for Foreign Missions'a da (şimdiki adıyla United C hurch Board for World Ministries) te­ şekkür borçluyum. John Simon Guggenheim Memorial Foundation'a, Social Sciences Research Council'a; Türkiye'deki Amerikan Araştırma Enstitüsü'ne, Harvard Üniversitesinin Ortadoğu Merkezine ve George Washington Üniversitesine sağladıkları araştırma bursları için teşekkür ederim. Texas Üniversitesinin Austin'de7

ki Türk Araştınnalan Enstitüsü ve Ortadoğu Areştınnelen

Merkezine yayın desteklerinden dolayı müteşekkirim. Daha önce başka yerlerde yayımlanan makalelerin yayın hakkı sahiplerine de teşekkür ederim; her biri, ilgili makalenin ilk sayfasının sonunda belirtilmiştir.

8

GİRİŞ

1 9. yüzyılın başlannda Osmanlı İmparatorluğu, hala Fas dışında tüm Kuzey Afrika'yı, Balkanlann tamamını, Anadolu, Suriye, Irak ve Arap Yanmadasının da bir kısmını kapsayan geniş topraklara hakimdi. Ama birçoğunda egemenliği zayıftı. Bu topraklarda çok çeşitli halklar yaşıyor, ancak Türkler bun­ lann yansını bile oluşturmuyordu. Gitgide Avrupalı güçlerin etkisine giren ve milliyetçi duygularla çalkalanan bir dünya­ da, Osmanlı Devleti çok çeşitli etnik yapısıyla hayatta kalmaya çabalamaktaydı. Son bir buçuk yüzyılda, yaşama şansını arttı­ rabilmek uğruna hem başanlar hem de başansızlıklar yaşadı. Ama sonunda, 1. Dünya Savaşında yenilgiye uğrayınca, orta­ dan kalktı. Yerini alan devletler arasında, eski İmparatorluğun Anadolu'daki çekirdeği üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti de vardı. Türk tarihine genel bir bakış niteliğindeki birinci makale dışında, bu kitaptaki makaleler Osmanlı'nın gerileme ve re­ formlannı ve cumhuriyetin doğuşunu kapsayan dönemdeki olaylan ve gelişmeleri inceler. Modern Avrupa tarihinin ge­ nellikle l 789'daki Fransız Devrimiyle başladığı kabul edilir. Osmanlı İmparatorluğunun modern tarihi bu devrimin neden olduğu çarpıcı bir olayla, Napoleon'un l 798'de Mısır'i işgaliyle ilişkilendirilir. Ama başlangıcı, Osmanlı sultanlannı daha cid­ di Batılılaşma reformlanna iten bir olayla da ilişkilendirmek uygun olabilir. Bu, Osmanlı İmparatorluğunun Rusya karşı­ sında uğradığı büyük bir yenilgiyi belgeleyen, 1 774 tarihli bir banş antlaşmasıdır. Makaleler Küçük Kaynarca Antlaşmasıyla başlar; bağımsız egemen bir devlet olarak Cumhuriyeti baş­ latan 1 923 Lozan Antlaşmasıyla da sona erer. Çoğu siyasal ve 9

O S M A N L l - T Ü R K TA R i H i ( 1 774- 1 9 2 3 )

diplomatik gelişmelere odaklanmıştır ama Osmanlı aleminin dinsel, entelektüel, toplumsal ve iktisadi yanlanyla da ilgile­ nir. Bu makalelerden, farklı nedenlerle yazılmış on bir tanesi, 1 948 yılından başlayarak 33 yıllık bir zaman diliminde çeşit­

li yayınlarda yer almıştır. Bu kitapta ilk kez tümü bir arada bulunmaktadır. Osmanlı İmparatorluğuna elektrikli telgrafın getirilmesinden söz eden yeni bir makale de bunların arasına katılmıştır. Her makale kendi başına anlamlı olmak üzere ya­ zıldığı için, birbirlerini tamamlarken, zaman zaman çakıştık­ ları noktalar da bulunmaktadır. Bağımsız olsalar da, makaleler ortak bir konuyla bağlıdır. Yazıldıkları sırada esasen amaçlanmamış olan bu bağlantı, Osmanlı tarihinin o yıllarda aldığı yolun mantıksal bir so­ nucudur. Her makale değişimle ilgilidir ve her durumda bu, Batının etkisiyle gerçekleşen bir değişimdir. uTürkiye'nin Siya­ sal Modernleşmesindeki Dış ve Çevresel Katkılar" adlı makale özellikle bu etkiye odaklanmıştır ama bütün makaleler B atıyla temasın doğrudan ya da dolaylı bir biçimde neden olduğu de­ ğişimi yansıtır. Modem dönemde, Osmanlılar için Batı, esas olarak Avru­ pa demekti, Amerika uzak ve ilgisizdi; Amerikalıların Osmanlı toplumuna bireysel düzeyde belli bir etkisi olmuştu ama bu çok mütevazı kalmıştı. Genel olarak Avrupa, çoğunda teknoloji ve sanayinin hızla ilerlediği küçüklü büyüklü birtakım devletler­ deki halklarca paylaşılan, Fransız çeşnisi katılmış bir Batı uy­ garlığı demekti. Daha özel olarak, Avrupa "Büyük Güçler" anla­ mına geliyordu; bunlar, uluslararası ilişkilere egemen olan ve kendilerini Birleşik Avrupa olarak adlandıran devletlerdi. 1 8 . yüzyıldan 1 861 'e kadar s ö z konusu güçler "Avrupa Beşlisi"ydi: Britanya, Fransa, Avusturya, Prusya ve Rusya. Sonra, birleşik bir krallık haline geldiğinde İtalya da bunlara eklendi, 1 87 1 'de de birleşmiş İmparatorluk Almanyası Prusya'nın yerini aldı. Rusya, bu Batılı grubun bir üyesiydi, Avrupa'nın Büyük Güç siyasetinin tam katılımcısıydı, Büyük Petro'nun zamanından beri önce askeri açıdan, sonra da Rus yaşamının diğer bazı yönleriyle bilinçli bir biçimde Batılılaşan bir ülkeydi. Rusya, ancak 1 9 1 7'deki Bolşevik Devriminden sonra, dost olan o bü-

10

GiRiŞ

yük devletlerden aynlıp uDoğu" oldu. uMondros'tan Lozan'a Türk Diplomasisi" adlı makalede, savaş sonrası ulusalcı müca­ delede yardım ve işbirliği için Ruslara dönen uDoğulular;" bun­ lann karşısında da Batılı, Avrupalı güçlerle ilişkileri yeğleyen "Batılılar" görülür. Osmanlı İmparatorluğunda Batının etkisi birçok yönden hissedilmişti. En doğrudan olanı, askeri yenilgiydi. Bu ye­ nilgide en büyük pay Rusya'nındı. 1 768- 1 9 1 8 arasında ye­ di Osmanlı-Rus Savaşı yaşanmış, bunlann hepsinde de Rus kuvvetleri Osmanlı topraklannı işgal etmişti. Osmanlılann yenilgisi ve Küçük Kaynarca Antlaşmasıyla sonuçlanmış olan ilk Osmanlı-Rus Savaşı gibi, diğerleri de Osmanlılann yenilgi­ siyle sonuçlandı; bunun tek istisnası, İngilizlerle Fransızlann Osmanlılara yardım ettiği 1853 - 1 856 Kınm Savaşı oldu. Söz konusu savaşlardan sonuncusu 1 9 1 4- 1 9 1 8'deki 1. Dünya Sa­ vaşıydı; Ruslann l 9 l 5- l 9 l 6'daki zaferleri, Bolşevik Devrimi Rusya'yı sarsınca, 1 9 1 7 - 1 9 1 8'de bir Osmanlı zaferiyle tersine çevrildi. Ancak bu Osmanlı zaferinin geçici olduğu görüldü, çünkü Kınm'da Osmanlılan destekleyen iki devlet, 1 9 1 8'de bu kez onlann yenilgisinin ve aşağılanmasının aracı oldu. İmpa­ ratorluk ölüm döşeğindeydi. Büyük Güçler bazen de Osmanlı topraklannı savaşarak değil, "geçici" olduğu öne sürülen işgallerle ya da İstanbul yö­ netimine dayatılan diplomatik ayarlamalarla kendi üstlerine geçirdi. Altı büyük gücün beşi, 1 830- 1 9 1 8 arasında, Osmanlı eyaletlerine el uzattı. Yalnızca Almanya onlara katılmadı ama o da, "Ermeni Krizi, 1 9 1 2- 1 9 14" başlıklı makalede açıkça görü­ leceği gibi, Bağdat Demiryolu'nun Anadolu'daki geniş etki ala­ nına göz dikti. 1. Dünya Savaşı sırasında, İtilaf Devletleri, 1 9 1 5 İstanbul Antlaşması, 1 9 1 6 Sykes-Picot Antlaşması ve diğer ant­ laşmalarla Osmanlı İmparatorluğunu kendi aralannda gizlice ve ileriye dönük olarak bölüştü. Söz konusu antlaşmalar Sevr Antlaşmasına eksiksiz bir örnek oluşturmamış olsa da, 1920'de Türkiye'yi cılız bir çekirdeğe indirgeyen bu antlaşmaya temel sağlamış ve Mustafa Kemal'in ulusalcı hareketini hızlandır­ mıştı. Sonuç olarak, bir buçuk yüzyıl boyunca Osmanlı 1mpa­ ratorluğu Büyük Güçlerin elinde ciddi bir biçimde hırpalandı.

il

OSMANll·TÜRK TARiHi ( l 77 A.1 9 2 3 )

Batı tarafından yenilip yağmalanmaya ek olarak, Osmanlı içişlerine de diplomatik baskılar ve müdahaleler uygulandı. Ozellikle İngiltere ve Fransa tarafından yapılan müdahaleler, zaman zaman Osmanlı Devletini güçlendirmeyi hedefliyordu. Fakat hemen hemen her seferinde diplomatik baskı Babıali'nin gücenmesine yol açıyordu. Avrupalı güçler, çoğunlukla, İmpa­ ratorluktaki şu ya da bu azınlığın (genellikle Hıristiyan azın­ lıklann) davasında bazı ilerlemeler sağlamak için diplomatik müdahalelerde bulunuyordu. Bu tür müdahalelerin en tehlike­ li olanlan, özellikle yakın komşu Rusya'dan gelenlerdi. Küçük Kaynarca Antlaşmasında kendilerine İstanbul'da bir kilise ku­ rup koruma hakkı veren maddeyi Ruslann kötüye kullanma­ lan, Osmanlılan birçok kez rahatsız etmiş ve Kının Savaşına neden olmuştu. Ruslann Anadolu'da nüfuzlannı genişletmek uğruna, 1 9 1 2'de Ermeni sorununu ortaya atmalan, diplomatik müdahalelere iyi bir örnek oluşturur. Bu olgu, Osmanlılann başkentinde bütün büyük devletlerin katıldığı ama Osmanlı­ lann katılamadığı bir konferans düzenlenmesi sonucunu do­ ğurmuştu. Batının etkisi yalnızca savaş, toprak işgali ve diplomatik müdahalelerde görülmedi, Avrupalılann Osmanlı topraklann­ da iktisadi egemenlik sağlamalanyla da sonuçlandı. Makine imalatı olan Avrupa ürünleri gitgide daha yüksek oranda, bir­ çok alandaki yerli üretimin yerini aldı. Avrupa'nın teknolojik üstünlüğünün yanında, Avrupa devletlerinin zaman içinde edindikleri dış imtiyazlar da kendi tacirlerinin ve mallannın avantajlı duruma geçmesini sağladı. Kapitülasyonlar arasın­ da, Osmanlılara çok düşük gümrük vergisi ödemeleri de vardı. Bir zamanlar sultanlann bahşettiği tek taraflı ihsanlar olan bu imtiyazlar, yavaş yavaş Babuili ile Avrupa devletleri arasın­ daki çift taraflı antlaşmalann konusu oldu. Bir zamanlar ba­ ğış olanlar artık haklara dönüşmüştü. Düşük gümrük vergileri, yüksek Osmanlı ihracat vergileriyle birlikte l 838'deki bir Os­ manlı-İngiliz Ticaret Antlaşmasına konu oldu; böylece Osman­ lı üreticilerinin koşullan büsbütün ağırlaştı. Başka Batılı güç­ ler de aynı doğrultuda ticari antlaşmalar imzaladı. Bütün bun­ lara ek olarak, Osmanlı İmparatorluğu Kının Savaşıyla birlikte

12

GiRiŞ

Baulılara borçlanmaya da başladı. Babıali, çoğunluğu Avrupa piyasalannda olmak üzere tahvil satışa çıkardı, 1 876'da faiz­ lerini ödeyemeyince Avrupalılann mali denetimi altına girdi. Duyun-u Umumiye-i Osmaniye Meclis-i İdaresi, bir Osmanlı kurumu olmasına karşın, Avrupalı alacaklılan temsil etmek için kurulmuştu. Kurum, 1 88l'den başlayarak tahvil sahipleri­ nin çıkartan doğrultusunda, Osmanlı gelirlerinin epey yüklü­ ce bir bölümünü toplayıp ödedi. Batının etkileri arasında Osmanlı İmparatorluğunu bel­ ki de en çok rahatsız edeni, milliyetçi ruhtu. İlk olarak Batı Avrupa'da filizlenen bu duygu, bir yüzyıl boyunca Osmanlı azınlı.klan arasında coğrafi olarak bau eyaletlerinden başla­ yarak doğuya doğru yayıldı. Bunu ilk hisseden Yunanlar oldu, bazı büyük devletlerin desteğini de arkalanna alarak, 1 8 2 1 'de ayaklandılar. Diğer Balkan halklan da aynı yolu izledi. Os­ manlı İmparatorluğuna karşı milliyetçilik adına girişilen son isyan, Araplann 1 9 1 6 'da, 1. Dünya Savaşı sırasında ayaklan­ malan oldu. Müslüman halklar milliyetçiliğe genellikle Hı­ ristiyanlardan sonra yaklaştı; bu Batılı gücün etkisini en son hissedenlerden biri de 1ürkler oldu. Askeri yenilgi, toprak kaybı, diplomatik müdahale, iktisa­ di bağımlılık ve milliyetçi isyan Babıali'yi, askeri örgütlenme, idari reform, eğitimde yenilenme, mali ve iktisadi yönden can­ lanma ve başka önlemler aracılığıyla güçlenme arayışına itti. Bu reform süreci de, makalelerde göreceğiniz yeni askeri eği­ tim, tüm uyruklann eşit haklara sahip olması, çeşitli temsil kurumlan, yeni yasalar, anayasa, dış borçlar, kağıt para, la­ ik okullar, diplomatik kadro, gazeteler ve Batı kökenli birçok başka yenilik gibi Batılı kavramlann, uygulama ve kurumlann benimsenmesiyle Batının etkisini doğal olarak arttırdı. Hatta matbaa makinesi, telgraf, Krupp silahlan ve zırhlı savaş gemi­ leri gibi mekanik araç gereç ve donanımın Batıdan ithali da­ ha kolay oldu ve bunlar, fi.kirlerden ve davranış biçimlerinden daha hızlı bir etki yarattı. öte yandan, yalnız hukuk, siyaset, teknoloji ve bilim alanında değil, edebiyat ve sanat alanında da fikir akışı sürüyordu. İsmet Paşa'nın Lozan Konferansı'nda Türkiye için Batı tarzında bir toprak ve siyaset egemenliği ko-

13

O S M A N L l - T Ü R K TAR i H i ( 1 7 7 4 - 1 9 2 3 )

nusunda dayatmasıyla doruğa varıldı: Güvenli ulusal sınırlar olacaktı, kapitülasyon, iktisadi ve hukuki bağımlılık ve ba­ ğımsız Türkiye'nin içişlerine B atıdan müdahale olmayacaktı. İsmet Paşa ve ulusalcılar Batının egemenliğine karşı B atının kavramlarını kullanıyordu. Batıdan uyarlanan kurum ve uygulamalar hayata geçirildi­ ğinde Osmanlı toplumunun belli başlı kesimleri uygulamalara çoğunluk.la karşı çıktı. Tüm Osmanlı uyruklarının eşit ve laik yurttaşlığı kavramı, tutucu Müslümanların pek hoşuna gitme­ di. Laik okullar da protestolara neden olabilirdi. Her yenili­ ğin aslen kötü, hatta dine saygısızlık olduğu yolundaki yaygın Müslüman önyargısının da etkisiyle, sık sık kültür çatışma­ sı ortaya çıkıyordu. Bazen de reform süreci bir ikiliğe neden oluyordu. Biri Batı örneğinden türetilen, diğeri geleneksel; iki kurum yan yana geliyordu: İki tür okul, iki tür yasa gibi. An­ cak Batıdan aktarılan bazı kavram ve kurumlar (temsil ilkesi, anayasa, gazetecilik gibi) zaman içinde kök salıp geliştikçe, kültür çatışmasına paralel olarak, uygarlıkların birleştiği de görülüyordu. Aslında Batının etkisi altında, hep aynı tempoda olmasa da hiç durmadan ilerleyen, sürekli bir değişim vardı. Batılı fikir ve kurumlar Osmanlı'da kullanılmak üzere ak­ tarıldıklarında, bunun savunucuları hemen hemen her sefe­ rinde devletin ileri gelenleri oluyordu. Batılılaşma tepeden tabana doğru gerçekleşiyor, genellikle devletin işleyişiyle ve son kertede İmparatorluğun kurtarılmasıyla ilgili kişilerden kaynaklanıyordu. Batılılaşma yolundaki değişimler, aynı deği­ şim konumundaki Batı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, güçlü çiftçiler ya da gelişen burjuvazinin etkisiyle aşağıdan yukarı­ ya değil, daha çok idari, diplomatik ve askeri seçkinlerin eliyle yukarıdan aşağıya oluyordu. Üstelik bu değişimler, yukarıdan aşağı doğru olmalarının yanı sıra, sık sık da dışarıdan içeriye ve düşüncesizce yapılıyordu. Görünüş, kimi zaman özün önüne geçiyordu. Örneğin il. Mahmud'un askerleri ve memurları, ye­ ni yöntemlerle eğitilip yeni bir düşünce tarzı edinmeden, Batı tarzında üniforma ve giysilerle donatılmıştı. Gerekli altyapı sağlanmadan ürün elde edilmesinin arzulanması bazı reform­ ların düşüncesizce yapıldığına örnek oluşturuyordu. Sözgelimi 14

GiRiŞ

okul sisteminin üniversiteyi destekleyecek düzeyde olmaması­ na karşın bir üniversite kurulması gibi. Ancak hangi yöntemle ve hangi sırayla getirilmiş olurlarsa olsunlar, Batı kavramlan, Batı kurumlan ve bunlann yanında da B atı enstrümanlan, et­ kili olmayı sürdürüyordu. Osmanlı tarihi araştırmalan, tüm dünyada ve özellikle de savaştan önce hemen hemen hiç görülmediği ABD'de 11. Dün­ ya Savaşından sonra gelişmeye başlamıştır. Geniş kaynaklara dayanan bu makaleler, bu gelişmenin bir yönünü yansıtmak­ tadır. Aslında taslağı 1 938'de hazırlanmış olmasına karşın ilk kez 1 948'de yayımlanan bir makale, Fransızca'da bulunabilmiş birkaç malzeme dışında, hiçbir Türkçe çalışmaya dayanma­ maktadır. Sonraki makaleler hem yayımlanmış hem de arşiv­ lerde yer alan çok daha fazla Türkçe çalışmaya dayanmakta­ dır, çünkü 1 948'den bu yana Türkçe kaynaklara ulaşmak çok daha kolaylaşmıştır. Bunun bir nedeni, ABD ve Kanada'daki bazı kütüphanelerin önemli miktarlarda Türkçe kaynak bu­ lundurmaya başlamasıdır. Başka bir neden de, savaştan sonra Türkiye'de araştırmalar yapan, tarih yazan, belge yayımlayan ve dolayısıyla bunlan b aşkalannın kullanımına sunan yeni bir tarihçi kuşağının yetişmiş olmasıdır. Üçüncü neden ise, araş­ tırmacılann Türk kütüphanelerine ve Osmanlı arşivlerine eriş­ melerinin kolaylaşmış olmasıdır. Savaş sonrasında Türk dili derslerinin ve Ortadoğu merkezlerinin gelişmesi, yolculuk ve araştırma fonlarının oluşturulması ve Türk tarihi ve Türkiye araştırmalan konusunda öğretim görevlisi kadrolannın geliş­ mesi de etkili olmuştur. Şimdi, üzerinden yanın yüzyıl geçtikten sonra, 1 939 yazın­ da elyazması Osmanlı belgelerini okumayı öğrenmek ve olanak bulursam, ciltler dolusu Osmanlı kayıtlannı içeren Başbakan­ lık (o zamanki adıyla Başvekalet) Arşivi'ni incelemek üzere bir bursla İstanbul'a hareket edişimi anımsamak ilginç geliyor bana. O zamanlar eski Türkçe olsun, yeni Türkçe olsun, hiçbir Amerikan üniversitesinde okutulmuyordu. Ya özel ders almak, ya kendi kendine öğrenmek ya da her iki yolu birden denemek gerekiyordu. Bu yöntemi başanlı bir biçimde uygulamış olan Amerikalı bir tarihçi, Walter L. Wright, Jr., önce Princeton

15

O S MA N Ll-T Ü R K TAR i H i ( 1 7 74- 1 9 2 3)

Üniversitesinde çalışmış, sonra da Robert Kolejinin müdü­ rü olarak İstanbul'a yerleşmişti. Oradaki arşivleri tanıyordu, Macaristan'dan bir uzmanın da malzemenin sınıflandınlma­ sında yardımcı olduğunu ve bazı Türk profesörlerin araştırma yapma olanağı bulduğunu biliyordu; beni de bu yolda cesaret­ lendirdi. Ancak ben daha yoldayken Hitler'in Polonya'yı işgal etmesiyle savaş başladı. Burs yöneticileri ABD' ye geri dönmem konusunda ısrar etti. Sonraki yıllarda Osmanlı arşivlerinin düzenlenmesi işi ağır ağır ilerledi. l 950'lerde bazı batılı araş­ tırmacılann arşivden yararlanmasına izin verildi. Nihayet ben de birkaç sefer buna olanak bulabildim. Türk kaynaklarına gitgide daha çok erişilebilmesi, Os­ manlı tarihi ve özellikle de, Batı etkisinin son derece belirgin olduğu 1 774- 1 923 dönemi hakkında Batıda yazılanlan değiş­ tirmiştir ve değiştirmeyi de sürdürecektir. O yıllann Osmanlı İmparatorluğuna, başlı başına rol oynayan bir ülke olmaktan çok Batının bir nesnesi olarak bakmak olağandı. uAvrupa'nın hasta adamın kavramı hep geçerliydi. Üstelik yazılanlann ço­ ğu siyasal, askeri ya da diplomatik tarihlerdi ve bu tarihlerde Osmanlı bakış açısı genellikle göz ardı edilirdi. Bu tür tarih yapıtlan çok önemlidir ve Osmanlı arşivleri erişilir hale gel­ dikçe çok daha nesnel bir biçimde yazılmaktadır. Ama bunlar yeterli değildir. Osmanlı tarihi üzerine Batılı bakış açısı, olma­ sı gerektiği gibi genişlemektedir. 1 9 . yüzyılın hem kurumsal tarihi, hem edebiyat tarihi hem de entelektüel tarihi olgunluğa ermektedir. Daha da yakın zamanda, o yüzyılın Osmanlı ikti­ sadi tarihini inceleyenler de çıkmaktadır; söz konusu araştır­ macılar, yalnızca Osmanlı İmparatorluğunun Batıya ne kadar borçlu olduğunu aynntılanyla sergilemekle kalmayıp, zanaatı, sanayiyi, ulaşımı, iletişimi, emeği, tanını, ticareti ve sermayeyi de incelemektedir. Bu konular toplumsal tarihin alanına gir­ mektedir. Osmanlı İmparatorluğunun son iki yüzyılı süresince ailenin ve kadının tarihi de içinde olmak üzere bu alan, birçok yönüyle işlenmemiş bir tarla gibidir. Böylesi konulardaki a­ raştırmalar bazen toplumsal bilimlerde geliştirilen görüşlerle desteklenebilir. Arşiv çalışmaları daha çok bilgiyi gün ışığına çıkardıkça, istatistik de daha önemli bir rol oynayacaktır. Veri

16

GiRiŞ

toplanması ve istatistik çözümlemelerinden nüfus araştırma­ ları da yararlanmaktadır. Geç dönem Osmanlı tarihine katkıda bulunabilecek birkaç alan daha vardır. Bunlardan biri biyografidir. Biyografi taslağı olarak adlandırılabilecek hal tercümesi'nin Osmanlı İmpara­ torluğunda köklü bir geçmişi vardır; bu gelenek Cumhuriyet dönemine de aktarılmıştır. Ancak müteveffa bir İngilizin iki ciltlik yaşamı ve mektuplan ya da bir Fransız, Alman ya da Amerikalı devlet adamı, asker ya da şairin yaşamı ve zamanı gibi, Osmanlı dönemi hak.kında Türkçede ya da başka bir dilde yapılmış bir tek önemli biyografik çalışma yoktur. Geç dönem Osmanlı sultanları hakkında bile birinci sınıf bir biyografi bulunmamaktadır. II. Abdülhamid hakkında birkaç biyografi denemesi kısa sürede başarısızlığa uğramıştır. Bir sultanın tarihi, Batı toplumlarının incelenmesinde çok büyük değer ta­ şıyan bir dönem tarihine dönüşebilir. Bir on yılın tarihi bile, kısacık bir dönemde yaşamın tüm dokusunu ortaya koyarak, bir tarihçi için çok değerli olabilir. Üzerinde çalışılmaya de­ ğer başka bir alan da yerel tarihtir. Anadolu'nun birçok yeri için basit bir yerel tarih çalışması yapılmış, Türk olmayan vi­ layetler hakkında çok daha kapsamlı araştırmalar yazılmıştır ama gene de Osmanlı'nın son yüzyılı hakkında birçok boşluk vardır. Bazı alanlarda çok sayıda yerel kayıt bulunmaktadır. Fakat yerel gurur bağnazlığıyla bölük pörçük anlatıların çifte sarmalından kaçınmak gerekir. Sonuçta, yerel tarihin tam tersine, Osmanlı İmparatorluğu­ nun bir bütün olarak sentez çalışmalarına gereksinimi vardır. Bunu, yalnızca bir takım çalışması layıkıyla yerine getirebilir. Açılış paragrafında da belirtildiği gibi, geç dönem Osmanlı İmparatorluğu gitgide küçülmesine karşın uçsuz bucaksızdı . Yaklaşık bir düzine yazılı dil konuşan halkı bünyesinde bann­ dınyordu ve diğer beş büyük dili konuşan büyük devletlerle karşı karşıyaydı. Andreas Tietze ve Georg Hazai ile Viyana ve Budapeşte'deki çalışma arkadaşlarının 1 975'ten beri bize her yıl sundukları o muhteşem bibliyografya yapıtı Turkologischer Anzeiger - Türkoloji Yıllığı'nda, bütün bu dillerde yazılan kitap ve makaleler, hatta daha fazlası araştırılıp sınıflandırılmakta-

17

OSMANLl-TÜRK TARiHi (l 77 A - 1 9 2 3 1

dır. İdeal koşullarda, Osmanlı tarihi üzerine çalışan birisi bütün bu dillerde yazılmış malzemeye ulaşabilirdi. Ne var ki, ölümlü bir tarihçi için bu, olanaksız gözükmektedir. Gelecekte, farklı dil altyapılanndan gelen tarihçilerin işbirliğine gitmesi olasıdır. Bu gözlemler ve umutlar genel olarak Osmanlı tarihi için geçerlidir ama aynı zamanda Batılı hükümetlerle ordulann, Batılı devlet adamlanyla diplomatlann, B atılı fikirlerle ku­ rumlann, Batılı tekniklerle buluşlann etkisini yansıtan geç dönem Osmanlı tarihi için de geçerlilik taşımaktadır. Okuyaca­ ğınız makaleler, Osmanlı ve Türk tarihinde bu etkilerin önemli bir rol oynadığı bazı evreleri incelemektedir. Bazı makalelerin sonuna, notlann ardından, makalenin yazılmasından sonra yayımlanmış birkaç akademik yapıta dikkat çekmek amacıyla, makaleyi destekleyecek nitelikte kısa bir not eklenmiştir. Hıristiyanlığın ilk yüzyıllanndan beri Türkler Batıya doğ­ ru hareket etmiştir. Osmanlı İmparatorluğu da bu güzergahı izlemişti. Kuruluşundan başlayarak Batıyla yakın temasta ol­ muştu. Bu temas ilk önce Bizans İmparatorluğuyla, daha son­ ra da başka devletlerle ve halklarla kurulmuştu. Osmanlılar Avrupa'nın içlerine kadar, neredeyse Viyana'ya kadar ilerledi. O zamanlar, B atıdan Osmanlı'ya değil, Osmanlı'dan B atıya yö­ nelmiş bir etki söz konusuydu. Bu geniş konuda kaleme alın­ mış pek çok çalışma vardır. 1 683'te Osmanlılar ikinci defa Vi­ yana kapılannda durdurulduktan sonra, Batı, Osmanlılar üze­ rinde, yukanda çerçevesi çizilen tarzda, daha çok etkili olmaya başladı. tık makale Osmanlıların yükselişi ve bunu izleyen ge­ rileme hakkında biraz önbilgi verecektir, diğer makaleler ise ı 774- 1 92 3 arasındaki zaman dilimini konu edinmektedir.

Not: Bazı dizgi hatalan ve birkaç maddi hatanın düzeltilmesi dışında makaleler burada, ilk yayımlandıkları halleriyle yer almıştır. Metindeki tüm tarihler, Osmanlı İmparatorluğunda kulla­ nılan takvimlerden birine göre değil, Gregoryen takvime göre­ dir. Notlarda söz edilen bazı yayınların tarihleri ise Hicri'dir.

18

TARİHTE TÜRKLER

Tarihte bilinen ilk Türkler, günümüzde Rusya sınırlan içinde­ ki Sibirya'da yaşayan göçebe bir halktı. Batıya göçtüler ve din olarak İslamı kabul ettiler, gene batıya göçtüler ve dünyanın en büyük imparatorluklarından birini kurdular. 16. yüzyılda gücünün doruğunda bulunan Osmanlı İmparatorluğu; Fas sı­ nırlarından İran sınırlarına, Polonya'nın güneyinden Yemen'in güneyine kadar uzanıyordu. Sonra, iki yüzyıllık yavaş bir geri­ leme dönemine girdi; arkasından da, gerilemeyi tersine çevir­ mek üzere, bir yüzyıl sürecek olan Batılılaşma çabalan geldi. Sonunda Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşının bitimiyle yıkıldı. Yıkıntılarından, yakında 60. yılını kutlayacak olan Tür­ kiye Cumhuriyeti doğdu. Bu çerçeve şu tarihsel taslağı çizme­ mize yardımcı olacaktır: Yükselme, doruğa ulaşma, gerileme, reform ve cumhuriyet.

Türk Gücünün Yükselmesi Türklerin kendileri için bu adı ilk kez ne zaman kullandık­ ları bilinmemektedir. Türk dilinde bilinen ilk yazı, 8. yüzyıldan kalmadır ve Baykal Gölü kıyılarındaki Orhun Yazıtlan'nda bu­ lunmuştur. Ancak iki yüzyıl öncesindeki Bizans kayıtlarında da Türklerden söz edilmektedir." MÔ 1 300 tarihli Çin kaynaklarında dahi Türklerin adı geç­ mektedir. Türk sözcüğünün ilk başta bir kabileyi mi, yoksa bir kabileler topluluğunu mu gösterdiği de açık değildir. En azın­ dan, 7. yüzyıl sonlarıyla 8. yüzyıl başlarında, ikinci olasılık Smithsonian Institution Press'in izniyle, Turkish Art'tan alınmış­ tır, ed. Esin Atıl, s. 19-41. C 1980 Smithsonian Institution, Was­ hington,

D.C.

19

OSMANLl-TÜRK TARiHi (1774-1923)

geçerlidir, çünkü o dönemde İslamın genişleyen güçleri Türk adını verdikleri kabile gruplanyla temasa geçmiştir. Türklerin de aynı dönemde kendilerini topluca böyle adlandırmaya baş­ lamış olması muhtemeldir. Tanımlama öncelikle dilsel niteliktedir: Türkler, Türkçe ko­ nuşan insanlardır. Bugün Türkiye'deki batı Türkleri tarafından konuşulan dil olan Türkçe, yakın bağlantılı geniş bir Türk dil­ leri ailesinin üyesidir; aynı dili konuşan on milyonlarca insan, lran'ın bazı bölgelerinde, Kafkasya'nın kimi yörelerinde ve Rus ve Çin Türkistan'ının büyük bir kısmında yaşamaktadır. Türk dilleri de Altay dil grubunun bir bölümünü oluşturur; bu gruptaki dil ilişkileri tam olarak bilinmemekle birlikte, Altay dil grubu Moğolca ve belki Kore dilini de kapsamaktadır. Or­ ta Moğolistan ve B atı Çin'den başlayarak, iç Asya ve İran'dan, Kafkaslardan, Karadeniz bölgesinden ve Türkiye'den geçerek Balkanlara ve Yugoslavya'ya kadar uzanan geniş bir kuşak üzerinde Türkçe yer adlanna rastlanır. Bu, Türklerin geçmiş yüzyıllardaki göç ve fetih yollannı gösterir. Hıristiyanlık çağının başlannda, Moğolistan'ın sınırla­ nnda yaşayan Türk kabilelerin daha güçlü boylar tarafından batıya doğru itildiği anlaşılmaktadır. Türkler, Orta Asya'da, Siriderya yakınlanndaki yeni yurtlanna göçtüler. Bazılan kent merkezleri kurdu. 6. yüzyılın bir döneminde, bu bölge­ de Bizans'ın başkenti Konstantinopolis'e elçiler gönderen, Bizans'tan da haraç ve elçi kabul eden örgütlü bir devlet var­ dı. Bu küçük krallık Çin'den B atıya giden İpek Yolu'nu denetim altında tutuyordu. Bu tam anlamıyla bir yol değildi kuşkusuz, yalnızca tüccarlar ve kervanlar için bir dizi konaklama yeri vardı. Krallık kısa bir sürede daha küçük kabilelere ve yeni ortaya çıkmaya başlayan kent-devletlerine bölündü. 7. yüzyılda Araplar, yeni dinlerinin bayrağı altında, yanma­ dalanndan çıkıp Suriye, Irak ve İran'ı fethe koyulduklannda, Orta Asya'daki Türk dünyasının eteklerine ulaştı. Askeri te­ masların, ticaretin, gezgin derviş ve din adamlannın etkisiyle, Türkler İslamla tanışıp, yavaş yavaş Müslümanlığı benimsedi. Bazıları Budist, bazılan Zerdüşt, bazılan da Manici'ydi ama çoğunluğu putperestti. 1 0. yüzyıla gelindiğinde, Siriderya böl20

TARiHTE TÜRKLER

gesinde yaşayan Türklerin çoğu Müslüman olmuştu. Ağırlıklı olarak hala binicilikle uğraşıyorlardı; sürdürdükleri yaşam büyük Türk destanı Dede Korkut da anlatılmaktadır. Dede Korkut'un ağzından anlatılan masallann kökeni, bü­ yük olasılıkla, 1 0. yüzyıldaki Oğuz boyuna dayanmaktadır. Masallar, kabile yaşamının geleneksel erdemlerini yüceltir: Binicilik, kahramanlık, sadakat. İslamın hem Ortodoks hem de heterodoks biçimlerine bağlılığı gösterir, aynca kadının önem­ li bir rol oynadığı tekeşli bir toplumu ortaya koyar. Daha sonra ters yönde bir etkilenme ortaya çıktı. Türk gruptan geleneksel İslam dünyasına girmeye başladı. Başlan­ gıçta, bir bölümü savaşçı köleler olarak Bağdat halifeleri ve yardımcılanna muhafızlık etmekte kullanıldı. Sonra 1 1 . yüz­ yılda, başka Türkler gelip halifeye ait topraklann doğu vila­ yetlerini denetim altına almaya başladı. Bunlar, adlannı Oğuz kabilelerinden birinin savaşçı önderinden alan S elçuklu Türk­ leriydi. 1 055'te, Selçuk B ey' in torunlanndan Tuğrul Bey önder­ liğinde, halifenin başkenti olan Bağdat'ı ele geçirdiler. Tuğrul Bey ve varisleri, İslam adına, sultan unvanıyla siyasi ve askeri denetimi ellerinde tutarken, halife ne öldürüldü ne de tahttan indirildi, toplumun dinsel önderi olarak kaldı. Selçuklular ya­ nm yüzyıl boyunca Abbasi halifeliğinin merkezi topraklannda egemenliklerini sürdürdü. Artık Şiilerin çeşitli heterodoks ina­ nıştan karşısında geleneksel İslamın savunucusu olarak gö­ rülüyorlardı. Amaçlan, egemenliklerini batıya doğru yaymak, Suriye ile Mısır'ı Fatımi hizipçilerin yönetiminden kurtarmak­ tı. Hesapta olmayan mucizevi olaylar onlan bu amaçlanndan saptırdı. Bu olaylar, Türk gruplarının Bizans Anadolu'sunda sür­ dürdükleri başanlı akınlardı. Akıncılar, genellikle "Türkmenw diye adlandınlan, Orta Asya'dan gelme göçebe Türk kabile­ lerdi; zamanında Selçuklular bunlan başlanndan atabilmek için Hıristiyan Bizans sınırlannda savaşmaya ikna etmişlerdi. Türkmenler hem ganimet hem de İslam uğruna savaşıyordu ama bu, Bağdat'ın kabul ettiğinden daha popüler, dervişlere dayalı bir İslamdı. 1 1 . yüzyılın sonlannda Bizans İmparator­ luğu zayıf dönemlerinden birini yaşıyordu. Türkmen akıncılar

21

OSMANLl-TÜRK TARiHi (1774-19231

Anadolu'nun içlerinde, 7 . ve 8. yüzyıllardaki Arapların hiç ba­ şaramadığı kadar ilerledi. Kayseri'ye kadar akın ettiler. Bizans İmparatoru anlan püskürtmek için büyük bir ordu toplayınca, Tuğrul Bey'in halefi Alpaslan, emrindeki düzenli kuvvetlerle karşılık verme zorunluluğunu hissetti. Türklerin 1 0 7 1 'de, Doğu Anadolu'da, Van Gölü yakınlarında kazandığı Malazgirt Zafe­ ri, Bizanslıların doğudaki egemenliğini kırdı ve Anadolu'nun kapılarını gelecekteki Türk akınlarına açtı. Kısa süre önce Türkiye'de Malazgirt Zaferi'nin 900. yıldönümü kutlandı. Bu kutlama, yalnızca Türklerin zaferini değil, Anadolu'nun dört yüzyıl sürecek Türkleştirilme sürecinin başlangıcını da sim­ gelemektedir. Anadolu'ya sızanlar, örgütlü Selçuklu Devletinin askerle­ ri değil, Türkmen akıncılardı. Kendilerine 'gazi' (iman uğruna savaşan) diyen bu akıncılar, doğudan gitgide kalabalıklaşarak geldi, bazıları Ege kıyılarına kadar ilerledi. Durumu dengeye oturtmak amacıyla, Selçuklu hükümdarları, aileden biri olan Süleyman Bey'i düzensiz unsurları örgütlemesi ve onlara hük­ metmesi için gönderdi. Süleyman Bey, kuvvetlerini bölgenin en batısına yerleştirerek İznik'i başkent yaptı. Böylece, 1 080'ler­ deki birkaç yıl boyunca Batı Anadolu'da Bizanslılar ve Türkler arasında yeni ve istikrarlı bir sınır çizilir gibi oldu. Ancak Sü­ leyman B ey'in daha doğudaki topraklara göz dikmesi, 1 086'da başka Selçuklulara karşı savaşırken ölmesine neden oldu; bu tarihten başlayarak yaklaşık on yıl boyunca Anadolu, iktidar peşindeki Türk önderlerin hem kendi aralarında hem de batıda Bizanslılarla çatışmalarına sahne oldu. Bu koşullarda, Bizans imparatoru 1. Aleksios, Hıristiyan B atıdan yardım istedi. Söz konusu talep üzerine düzenlenen 1. Haçlı Seferi sonucunda, 1 097'de İznik yeniden Bizanslıların

eline geçti. Haçlıların başarılan, sının doğuya, Eskişehir ya­ kınlarındaki Dorylaeum'a kadar götürdü ve bir yüzyıl boyunca Türk-Bizans sının burada kaldı. Böylece Selçuklu egemenliği O rta Anadolu platosuyla kısıtlanmış oldu; batıda Bizans, do­ ğuda Ermenistan ve Urfa Haçlı Devleti vardı. Konya, artık Bağdat'tan ve herhangi başka bir yerden ba­ ğımsız olan Anadolu Selçuklu Devletinin başkenti olmuştu.

22

TARiHTE TÜRKLER

Türkler devletlerine 'Rum Sultanlığı' diyorlardı çünkü bir za­ manlar Roma İmparatorluğuna dahil olan topraklarda ege­ mendiler - ama Türkler için MRum" artık Latin değil, Yunan uy­ garlığını temsil ediyordu, çünkü Doğu Roma İmparatorluğu, bir zamanlar sahip olduğu Latin özelliğini uzun süredir yitir­ mişti. Böylece Selçuklu Sultanlığı Orta Anadolu'da egemenliği devraldı ve önceden Helenleştirilmiş olan Anadolu halkının Türkleştirilmesi sürdürüldü. Bu halk zaten çok kanşık köken­ lere sahip olmalıydı, eski Hitit, Frigya, Kapadokya ve başka uy­ garlıklann yanında Roma ve Yunan uygarlıklanna da dayan­ maktaydı. Türklerin kabul ettiği Arap alfabesiyle yazılan Türk­ çe ve İslam, Selçuklu hükümdarlığında egemen oldu. Türkleş­ tirme ve Müslümanlaştırmanın araçlan arasında, 1 3 . yüzyıl başlannda mutasavvıf şair Mevlana C elaleddin Rümi'nin kur­ duğu Mevlevi tarikatının dervişleri de vardı. Semazen derviş­ ler, anlaşıldığı kadanyla, etkili misyonerlerdi. Aynı zamanda Yunan Kilisesi de birçok varlığını yitirmişti, piskoposlar Türk­ ler tarafından çoğunlukla makamlarından uzak tutuluyordu. Böylece, ikna etmenin yanı sıra maddi zorluklar ve kişisel çı­ karlar da, Hıristiyanların İslama dönmelerine neden oluyordu. Bir yüzyıldan uzun bir süre, 1 lOO'den 1 240'a kadar, Sel­ çuklu Rum Sultanlığı gelişti. Doğudaki rakip Türk devleti olan Danişmendlerden toprak kazandı. 1 3 . yüzyıl başlarında hem Kuzey hem de Güney Anadolu kıyılarında, Sinop ve Antalya'da limanlara sahip oldu ve İtalyan kent-devletleriyle gitgide ge­ lişen ticaret ilişkilerine girdi. Konya'da ve Anadolu'nun diğer yerlerinde Selçuklulardan kalan yollar, köprüler, camiler, han­ lar ve öbür yapılar, sultanlığın ne kadar güçlü olduğunun ka­ nıtıdır. Sonra, dışandan, hem de tam ters yönden, Haçlılardan daha güçlü bir Selçuklu karşıtı darbe geldi. Hala putperest olan Moğol akıncılan, Asya'dan çıkıp Yakındoğu'ya ilerlediler ve her girdikleri yerde dehşet saldı­ lar. Daha 1 258'de Bağdat'ı yıkmadan önce, Doğu Anadolu'yu işgal etmiş ve 1 243'te Kösedağ Savaşında Selçuklu ordusunu yenmişlerdi. Bu olaydan sonra da, Selçuklular, bir isyan yü­ zünden Anadolu'da birlikler ve genel vali bulunduran Moğol­ lara haraç ödemişti. Anadolu Selçuklu Devleti, İran'da hüküm 23

OSMANLl-TÜRK TARiHi (1774-1923)

süren Müslümanlaşmış Moğolların İlhanlı Hanedanına ba­ ğımlı olmuştu. Zayıflayan Selçuklular; bazıları Orta Asya ya da Doğu Anadolu'dan Moğollar tarafından sürülen, bazıları da Moğol dalgasını izleyerek gelen Türkmen kabilelerinin saldırı­ sına uğruyordu. 1 200'lü yılların sonlarına doğru Marco Polo, Anadolu'da Türkmenlere rastlamıştı. "Haşin insanlarH demişti Marco Polo, iyi at yetiştiren, güzel otlaklar arayan ve Muham­ med Peygamber'e inanan bu halk konusunda. Birçok Rum ve Ermeni'nin oturduğu kentlerden, güzel halılar ve ipeklilerden, bir de Konya ve Kayseri'nin Büyük Moğol Hanı'na bağımlılı­ ğından söz etmişti. Her ne kadar Anadolu Selçuklu Hanedanı 1 307'ye kadar varlığını sürdürdüyse de, Anadolu'daki yeni güç dengelerinde ve I. Haçlı Seferi'nden beri Bizanslıların egemen olduğu Batı Anadolu'ya Türklerin ilerlemesinde itici güç olanlar, yeni gelen Türkmenlerdi. İki yüzyıl öncesinde olduğu gibi, gene Bizans'ın zayıf bir dönemi yaşanıyordu ve ;gaziler' de bundan yararlandı. Latinler, 1 204'teki iV. Haçlı Seferi sırasında Bizanslıları baş­ kentlerinden çıkartıp Konstantinopolis Latin Krallığını kur­ muştu. Sonra, 1 26 l'de, Bizanslılar, Anadolu'daki korumalarını zayıflatma ve B atıda Bulgarlar ve Sırplar gibi yeni düşmanlar edinme pahasına, Batı Anadolu'daki üslerinden hareket ede­ rek Konstantinopolis'i geri aldı. Türkler de bundan yararlandı. Birbirleriyle rekabet halindeki Türk beyleri Bizans sınırlarını zorlayıp, yandaşlarıyla birlikte eski Bizans topraklarında kü­ çük beylikler kurdu. 1 4. yüzyılda İlhanlı denetimi gevşediği için, bunu eski Selçuklu topraklarında da gerçekleştirdiler. Bugünkü Eskişehir yakınlarındaki küçük Söğüt kasabasın­ da beylik kurmuş olan Osman Bey de ( 1 299?- 1 324?) söz konusu Türk beylerindendi. Söğüt Beyliği ilk başta en küçük beylikler­ den biriydi ama şaşırtıcı bir biçimde büyüyerek tüm rakipleri­ ni gölgede bıraktı. Günümüzde genel kabul gören açıklama şu­ dur: Osman Bey' in kuzeybatı konumu, yani Konstantinopolis'in korunması açısından Bizans'ın Anadolu'da artakalan toprak­ larına en yakın konum, güçlü gazileri yanına çekmekle kalma­ mış, sağlam ve iyi örgütlenmiş olan Hıristiyanların da dikkatli bir biçimde ve adım adım fethedilmesini sağlamıştır. Osman

24

TARiHTE TÜRKLER

Bey, kesintisiz bir biçimde 1 922'ye kadar egemenliğini sürdü­ ren bir hanedanın ilk üyesi olmuştur. Hem hanedanın hem de devletin adı onun adından türetilmiştir: Türkçede uosmanlı," Batı Avrupa dillerinde de uOttoman." tık yanm yüzyılda Osmanlılann ilerleyişi yavaş oldu. Osman Bey'in oğlu ve halefi Orhan Bey ( 1 3247- 1 3627) ilk önemli kent­ leri ele geçirdi: 1 326'da Bursa, kısa süre sonra da İznik ve İz­ mit. Bursa'yı aldıktan bir yıl sonra kendi parasını bastıran Orhan Bey, bu hükümranlık gösterisiyle Moğol denetiminden çıktığını ilan ediyordu. Başkenti yaptığı Bursa'da güzel yollar, bir kapalıçarşı, bir imarethane, bir hamam ve bir de kervansa­ ray inşa ettirdi. tık Osmanlı sultanlan -artık kendilerini böyle adlandınyorlardı- bugün Türklerin yeşil çevresi, yeşil cami çi­ nileri ve koyu Müslüman havasından dolayı Myeşil Bursa" de­ dikleri bu kentte, görkemli türbelerde gömülüdür. Orhan Bey, başkenti Bursa'dan hareketle, batıda Ç anakkale Boğazı'na ka­ dar uzanan topraklan kendine bağladı. Bir Bizans İmparato­ runun, tacına rakip çıkanlara karşı müttefik olarak Orhan Bey ve ordusunu çağırması üzerine, 1 345'te dar boğazdan karşıya geçiş de ilk olarak Orhan Bey'in kuvvetleri tarafından gerçek­ leştirildi. Osmanlılar Avrupa'dan hoşlandı ve besbelli, orada kalmaya karar verdiler. Bunu izleyen yanın yüzyılda Osmanlılann ilerlemesi da­ ha hızlı oldu. 1 354'te, akıncılar Gelibolu Yanmadası'ndaki müstahkem mevkilere kalıcı bir biçimde yerleşti. 1 36 1 yı­ lında Edirne'yi aldılar; kısa bir süre sonra burası, muzaffer sultanlann yeni başkenti oldu. Artık 1. Murad ( 1 362-1 389) yö­ netiminde olan Osmanlılar Trakya ve Bulgaristan'a ve nehir vadilerinden Sırp topraklanna ilerledi. Sofya ve Niş kentlerini alarak Bulgarlan ve Sırplan kendilerine bağlayan Türk atlıla­ n Tuna nehrine erişti. Aynı zamanda, Osmanlılar Anadolu'da da doğuya doğru ilerleyerek diğer gazi önderlerin topraklannı aldı. 1 389'da Sırplann önderliğindeki bir ittifaka karşı kaza­ nılan Kosova Zaferi, Balkanlar'daki kazançtan sağlamlaştır­ dı, ama bu, 1. Murad'ın yaşamı pahasına oldu. Oğlu 1. Baye­ zid (Yıldınm Bayezid) ( 1 389- 1 402) hem doğuda hem de batıda

25

OSMANLl-TÜRJ( T A R i H i (1774-1923(

ilerlemesini sürdürdü. Macaristan içlerine kadar ilerledi ve Konstantinopolis'i kuşatmaya başladı. Avrupa'nın buna ya­ nıtı, Macar kralı, Papa ve Batılı şövalyelerin örgütlediği bir Haçlı Seferi oldu. Henüz palazlanmakta olan Osmanlı İmpa­ ratorluğu için gerçek bir tehlikeydi bu ama B ayezid tarafın­ dan cesurca karşılandı. 1 396'da, Tuna nehri kıyılarında, Bulgar topraklarında, Niğbolu'daki önemli meydan savaşında, B atılı şövalyeler bozguna uğratıldı. Bu, son gerçek Haçlı Seferiydi. Ama Bayezid'in Anadolu'da doğuya doğru ilerleyişi daha da büyük bir tehlike doğurdu. Osmanlılar için diğer Müslüman­ larla savaşmak her zaman için biraz rahatsız edici olmuştu; dinsel yasalar yalnızca kafirlere karşı savaşa izin veriyordu. Ancak Osmanlı sultanları, Türk beyliklerini evlilik ya da başka bir barışçı yoldan ele geçiremediklerinde, Müslüman kardeş­ lerine karşı da savaşıyordu. Bayezid, özellikle Karamanlı aile­ sinden rakip beylere karşı başarılı olmuştu. Sonra karşısın­ da, yerlerinden edilen Anadolu beylerinin gözdesi olan daha güçlü bir rakip buldu. Kendisi de bir Türk ve Müslüman olan bu rakip, Moğol topraklannın geniş bir kısmının varisi Aksak Timur'du (Timurlen.k). Orta Asya'daki başkentinden harekete geçen Timur, İran'ı fethetmiş, şimdi de Doğu Anadolu'da orta­ ya çıkmıştı. Timur ve Bayezid arasındaki karşılıklı hakaret ve tehditler, sonunda kaçınılmaz çatışmaya yol açtı ve 1402'deki Ankara Savaşında Timur önemli bir zafer kazanarak B ayezid'i esir aldı. E rtesi yıl Bayezid öldü. Timur, beyliklerinden kovulan beylere topraklarını geri verdi, B ayezid'in oğullan kendi ara­ larında taht kavgasına daldı, bu arada başsız kalan Osmanlı Devleti kargaşaya sürüklendi. Eğer tam bu zamanda Balkan­ lardan büyük bir Haçlı Seferi başlatılsaydı, Osmanlı tarihinin nasıl bir seyir izleyeceğini ya da bir yüzyıl süren dikkat çekici bir genişleme sonunda Tuna'dan Fırat'a uzanan bir imparator­ luk kurmuş olan bu hanedanın sona erip ermeyeceğini kestir­ mek olanaksızdır. Ne var ki, 1 5. yüzyılın ilk yansında Osmanlılar toparlan­ dı. On yıl süresince imparatorluk parçalanmış olarak kaldı ama sonunda Bayezid'in en küçük oğlu iktidarı ele geçirdi ve 1. Mehmed ( 1 4 1 3 -142 1 ) adıyla tahta çıkarak, parçalan yeni-

26

TARiHTE TÜRKLER

den bir araya getirmeye başladı. I. Mehmed ve oğlu II. Murad ( 142 1 -1 45 1 ) , kısmen Venediklilerle Macarlara karşı ama kıs­ men de, güçlü bir hükümdarın yönetimindeki merkezi bir dev­ letin getireceği engellemeleri istemeyen yerel hükümdarlara ve kabile unsurlarına karşı sürekli savaştı. Merkezileşme güçleri, bu iki hükümdarın yalnızca kişisel yetenekleri sayesinde değil, arkalarındaki önemli halk desteği sayesinde de başarılı oldu. Kentliler ve tüccarlar merkezi bir devletin yaratacağı düzen ve birliği destekleme eğilimindeydi. Köylüler, yerel toprak ağala­ rının zorla aldığı vergilere bir son verilmesini istiyordu. Hiz­ metleri karşılığında Sultanın toprak bağışlarıyla yaşayan si­ pahiler ve seçkin piyade güçleri olan yeniçeriler de I. Murad'a güç sağlıyordu. Modem Avrupa'nın ilk düzenli ordusu olan bu vurucu güç, I. Murad tarafından, savaş esiri olan köleler arasından kurulmuştu. Sayılan 6000'e ulaşmış olan bu gücün savaşta dengi yoktu. Bu toparlanma döneminde Osmanlılar, Batılı düşmanlarının elinde gördüklerinin en iyilerini benim­ seyerek tüfek ve top da kullanmaya başladı. Türkler tarafından topun ilk kullanılışı belki de 1422'deki başarısız Konstantino­ polis kuşatması sırasında olmuştur.

Osmanlı İmparatorluğunun Doruğa Ulaşması Mehmed (Fatih Sultan Mehmed) ( 1 45 1 - 148 1 ) babasının ye­ rini aldığında, onu kemiren arzu, atalarının elinden birçok kez kurtulmuş olan Konstantinopolis'i almaktı. Bu Hıristiyan ka­ lesinin fethi yalnızca gazilere yaraşır bir haşan olmayacaktı, aynı zamanda, yeni doğan Osmanlı İmparatorluğunun Anado­ lu ve Rumeli parçalarını da birleştirecekti. 1452'de Fatih, Bo­ ğaz'daki gemi trafiğini denetleyebilmek amacıyla, günümüzde hala ayakta duran büyük Rumeli Hisan'nı inşa ettirdi. Sonra, muhtemelen 50.000 kişilik düzenli askerlerden ve bir o kadar da düzensiz askerden oluşan ordusunu, kent surlarının dışın­ da topladı. Kuşatma 6 Nisan 1453'te başladı. Sekiz metre uzun­ luğundaki namlusuyla dünyanın en büyük topu, şehri çevre­ leyen üçlü surlara muazzam taş gülleler fırlatmaya başladı. 7000 savunmacı her gece surları onarıyordu. Savunmacıların dikkatini dağıtmak için, küçük teknelerden oluşan bir Türk 27

O S M A N l l - T Ü R K T A R i H i (1774-1923)

donanması Galata sırtlanndan kaydınlarak bir gecede Haliç limanına, Haliç'in girişini kapatan zincirlerin arkasına indi­ rildi. Fakat kentin surlannın aşılmasını sağlayan, sadrazamı­ nın karşı çıkmasına karşın, Fatih'in 29 Mayısta giriştiği kara saldınsıydı. Türk birlikleri bir gün boyunca kenti yağmaladı. Günün sonunda, Fatih Sultan Mehmed düzeni sağlamak ve ca­ miye dönüştürülmesini emrettiği Ayasofya Kilisesinde dua et­ mek için Konstantinopolis'e girdi. Osmanlılann 1 453'te Konstantinopolis'i fethi, tarihsel açı­ dan önemsiz görülerek bazen bir kenara itilir, zaten kuşatıl­ mış ve büyük oranda nüfusu azalmış bir kentin alınışı olarak görülür. Ancak Türkler için Konstantinopolis'in fethinin üçlü bir önemi vardı. Onlara Rumeli'den Anadolu'ya, Karadeniz'den Akdeniz'e giden ticaret yollanna bakim, büyük bir ticaret mer­ kezi ve çok uygun bir liman sağlamıştı. Dahası, göründüğü ka­ danyla başka bir büyük İmparatorluğun merkezi olmaya aday yeni bir başkent, imparatorluk görkemine sahip ikinci bir Ro­ ma olmuştu. Artık Fatih, unvanlanna MKayser-i Rüm" (Roma İmparatoru) sözünü eklemişti. Son olarak, bu fetih Türklerin Avrupa'da bir güç olmasını pekiştirmişti. Artık Osmanlılar bir uç beyliği, bir ayağı Avrupa'da bir Asya devleti değil, diğer Av­ rupa devletleriyle eşit şartlarda karşılaşma iddiası olan bir devletti. Fatih Sultan Mehmed, fatih olduğu kadar inşacıydı da. İmparatorluğunun her köşesinden, her dinden zanaatkarlar, tüccarlar ve çiftçiler getirterek kentin nüfusunu arttırmaya başladı. Çarşılar, hanlar, camiler ve başka binalar inşa ettirdi. Türklerin -Rumlann eis ten polin "kente" gittiklerini söyledik­ lerini duymalanndan olsa gerek- 'İstanbul' diye adlandırdık­ lan kent, yeniden kent olmuştu. Mehmed, İstanbul'u başkenti yaptığı İmparatorluğu da büyütmeyi sürdürdü. Anadolu'da Karamanlı topraklannı geri aldı, Trabzon'u son Rum hüküm­ darlanndan aldı, bazı Sırp topraklannı yeniden fethetti, ba­ zı Ege adalanın Venediklilerin elinden aldı, Mora, Bosna ve Arnavutluk'u fethetti, Kınm'ı ve Eflak'ı kendine bağladı. Türk gücü hızla tüm Karadeniz ve Ege kıyılarına ve Adriyatik'e ya­ yıldı. Ege ve Akdeniz'de büyük ölçüde Venedik'in aleyhine ger-

28

TARiHTE TÜRKLER

çekleşen bu genişleme, Fatih'in halefi 11. Bayezid ( 1 48 1 - 1 5 12) zamanında da sürdü. Kemal Reis komutasındaki Türk denizci­ leri, batıda Balear Adalan'na kadar akınlar düzenlediler. Böy­ lesi akınlann bir sonucu da, yakalanan bir İspanyol denizci­ sinden Kolomb'un Yeni Dünya'daki son keşiflerinin harita ya da krokilerinin ele geçirilmesiyle, Osmanlılann en yeni coğraf­ ya ve haritacılık bilgilerini elde etmesi oldu. Kemal Reis'in ye­ ğeni Piri Reis'in 1 5 1 3'te çizdiği dünya haritasının birçok kenar notlanyla günümüze ulaşan yansında, Karayipler'in ve Güney Amerika kıyılannın bazı bölümleri aynntılı biçimde gösteril­ mektedir. Eğer şimdiye kadar edinilen izlenim Osmanlılann hiç dur­ madan savaştığı yolunda ise, bu izlenim gerçeklerden pek de uzak sayılmaz. 1 6 . yüzyıl başlanna gelindiğinde, bu savaşlar, Anadolu ve Rumeli'de Bizans İmparatorluğunun, Balkan yan­ madasının çevresindeki kıyı ve adalarda da denizci Venedik İmparatorluğunun halefi olarak Osmanlı İmparatorluğunun yerini sağlamlaştırmıştı. Fetih genellikle iki aşamada gerçek­ leşiyordu: ônce, fethedilen prenslik ya da bölge haraca bağla­ narak asker ve para göndermesi sağlanıyor, sonra da, yeniden girişilen başka bir sefer sonucunda, Osmanlı topra.klanna ka­ tılıyordu. Bazı bölgelere bu yüzden birden fazla sefer düzenle­ niyordu. Ancak Osmanlı fatihlerle işbirliği de söz konusuydu. tık zamanlarda, Anadolu'da, birçok Rum, önderleriyle birlikte, Osmanlı davasına gönüllü olarak katılmıştı. Balkanlar'da ise köylüler, Osmanlı ilerleyişini yerel toprak ağalannın zulmün­ den bir kurtuluş olarak gördüklerinden, onlara kucak açmıştı; orada da, bazı önderler Osmanlı davasına katılmıştı. Kimi za­ man da Türk sultanlan, sipahilere verdikleri gibi tımar verdik­ leri önde gelen Hıristiyan savaşçılannı Balkanlar'da yerel sivil ve askeri mevkilere getirmişti. Fakat arka arkaya gelen isyanlann gösterdiği gibi, güçlü bir merkezi hükümet istemeyenler ve Osmanlı denetiminden hoşlanmayanlar da vardı. Bunlann arasında, sadece merkezi otoriteye ve vergilerine karşı olmakla kalmayıp, Ortodoks Sün­ ni İslama da karşı olan ve Anadolu'da hcila göçebeliğini sürdü-

29

O S M A N l l - T Ü R K T A R i H i 1 1774-1923)

ren Türkmen boylan vardı. Türkmenler, genellikle putperest­ likten kalma öğelerle süslenmiş_. dervişlerin teşvik ettiği bir tür heterodoks Şiiliği yeğliyordu. Giydikleri kırmızı başlıktan dolayı genellikle Kızılbaş olarak adlandırılan bu heterodoks Anadolulular, Osmanlı Devleti için sürekli bir tehlike kayna­ ğıydı. Özellikle II. Bayezid zamanında tehlike oluşturmuşlardı, çünkü Şah İsmail'in yönetiminde güçlenmeye başlayan İran da Şii'ydi ve Osmanlı Devletinin İranlılara karşı bitip tükenme­ yen mücadelesinde, Anadolu'daki hoşnutsuzlar bir beşinci kol işlevi görebilirdi. Bayezid'in hükümdarlığının sonlarındaki büyük Kızılbaş isyanı, oğlu l. Selim (Yavuz Sultan Selim) ( 1 5 1 2 1 520) tarafından, muhtemelen 40.000 isyancının katledilme­ siyle bastırılmıştı. Yavuz sonra İran üzerine yürüdü. 1 5 1 4'te Çaldıran'da önemli bir savaş kazanarak, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da Diyarbakır'a kadar yeni topraklar aldı. Bu başan­ larYavuz'u bu sefer de Memluk Sultanlığının Kuzey Suriye'deki güçleriyle çatışmaya soktu ve 1 6. yüzyıldaki yedi büyük yayıl­ ma seferinden birincisinin başlamasına neden oldu. 1 5 1 6'da Yavuz'un kuvvetleri güneye, Suriye'ye girerek, Mem­ luklann üzerine yürüdü. Türk ve Ç erkes kölelerden oluşan bu savaşçı grubu, Mısır'ın yerli halkı ve Suriye Arapları tarafın­ dan sevilmemelerine karşın, 1 250'den beri Mısır'a egemendi. 1 500'lerin başlarında, gemiyle Afrika'nın etrafını dolaşan, Um­ man Denizindeki Müslüman ticaretine göz diken ve Kızıldeniz'in güneyinde Mısır'ın varlığına sataşmaya başlayan Portekizliler Memluklan tehdit ediyordu. Yavuz muhtemelen kendisini hem Memluklar hem de Portekizliler karşısında Arapların kurta­ rıcısı olarak görüyordu. Ne olursa olsun, 1 5 1 6'da Halep halkı tarafından coşkuyla karşılandı. Mercidabık Savaşında Memluk Sultanını ve ordusunu yendi ve güneye doğru devam edip tüm Suriye'yi aldı. Mısır içlerine doğru uzun yürüyüşünü sürdüren Yavuz, 1 5 1 7'de Kahire yakınlarında başka bir Memluk ordusu­ nu bozguna uğrattı. Usta Memluk süvarilerinin yiğitliğe aykın gördükleri için kullanmayı reddettikleri ateşli silahlar, Osman­ lıların zafer kazanmasında belirleyici ol.muştu. Zaferlerin sonucu, Osmanlı İmparatorluğuna geniş toprak­ ların katılması olmuştu - Suriye, Mısır ve aynı zamanda da

30

TARiHTE TÜRKLER

Mısır koruması altındaki Hicaz. Yalnızca birer toprak parçası olmaktan ziyade, bu bölgeler, eski başkentler Medine ve Şam ile modern başkent Kahire'yi kapsayan Arap yurdunun büyük bir bölümünü oluşturuyordu. Halep ve Kahire aynı zamanda önemli ticaret merkezleriydi; Osmanlı İmparatorluğunun ge­ lirleri, artık Mısır ve Suriye üzerinden gerçekleşen doğu tica­ retinden kaynaklanmaya başlamıştı. Fethin belki de en önemli sonucu, Yavuz ve haleflerinin tartışmasız bir biçimde dünya­ nın en önde gelen Müslüman hükü.mdarlan, üç kutsal kent olan Mek.ke, Medine ve Kudüs'ün koruyuculan haline gelmeleriy­ di. Arap aleminin alimleri tarafından tefsir edilen geleneksel Sünnilik ve şeriat, Osmanlı sarayında daha da önem kazandı. Güneye ve güneydoğuya yönelik bu ilk yayılmacı seferi, kısa bir süre sonra, I. Süleyman (Kanuni Sultan Süleyman) ( 1 52066) komutasında kuzey ve kuzeybatıya doğru bir ikincisi izle­ di. Kanuni, ilk olarak, Macar yardımıyla yıllardır direnen kilit konumdaki Belgrad'ı fethetti; sonra, arkasını sağlama almak için Akdeniz'de Müslüman ticaretini belirgin biçimde rahat­ sız eden Saint-Jean Şövalyeleri'nin elinden Rodos'u aldı, daha sonra da, Fransa kralı I. François'nın teşvikiyle, Habsburglara karşı iki önemli s efer için Tuna boylannda ilerledi; Habsburg hükümdan V. Karl aynı zamanda Kutsal Roma İmparatoruy­ du. 1 526'da Mohaç Ovası'nda kazanılan büyük zafer, Osman­ lılann Macaristan üzerinde hükümranlık kurmasını sağladı. Habsburglann yeniden karşı koyması l 529'da ikinci bir s efer düzenlenmesine yol açtı. Bu kez Osmanlı ordulan Viyana'ya kadar ilerledi ama güz dönümünde kenti alamadan kuşatmayı kaldırdı. Bu, Avrupa'da Türklerin ilerleyişinin doruk noktası oldu. Osmanlılar Viyana kapılanndan içeri girmeyi hiçbir za­ man başaramadı ama bir buçuk yüzyıl boyunca Macaristan ve Transilvanya'yı denetim altında tuttu. 1 6 . yüzyılın üçüncü yayılmacı seferi Habsburglara karşı sürdürülen kara savaşlannın bir uzantısıydı. V. Karl'ın filosu Balkanlar'da Türklerin ellerinde tuttuğu kıyılan tehdit edince, Kanuni'nin buna yanıtı, Akdeniz'de aralıklı olarak yanm yüzyıl sürecek olan deniz savaşlanydı. Daha önce C ezayir'i fethetmiş olan ünlü korsan Barbaros Hayreddin Paşa, Mkaptan-ı derya"

31

O S M A N L l - T Ü R K TA R i H i ( 1774- 1923)

olarak atandı. Barbaros Hayreddin'in yönetimindeki lürk do­ nanması ile Hıristiyanlann çarpışmalan sonucunda Tunus, Trablus, Cezayir ve diğer önemli Kuzey Afrika limanlan Habs­ burglann ve İspanyollann elinden Osmanlılann eline geçti. Fakat Osmanlılar Akdeniz'de hiçbir zaman eksiksiz bir askeri haşan elde edemedi. 1 565'te, Kanuni'nin hükümdarlığının sonlanna doğru, Malta'yı alma teşebbüsü yüz kızartıcı bir ye­ nilgiyle sonuçlandı. Ancak yine de Osmanlılann etkisi savaş bölgesinin de ötesine, Habsburglara karşı birleşen Alman ve Felemenk Protestanlanna, İspanya'dan kaçarak Osmanlılara sığınan Müslümanlarla gizli Müslümanlara (Moriskolar) ve Musevilerle gizli Musevilere (Marranolar) ulaşmıştır.· Dördüncü yayılmacı sefer, Osmanlılann dönüşümlü savaş­ ma özelliğine uygun olarak gene doğuya doğruydu. Kanuni'nin ordulan 1 534-35 yıllannda Safevilerin İran'ına yöneldi. Sefer, Tebriz ve Bağdat'ın fethiyle sonuçlandı. l 550'lerde yinelenen savaşlarda Tebriz yitirildiyse de, Irak ve Bağdat, Kanuni'nin elinde kaldı. Artık Osmanlılar hem Basra Körfezi hem de Kı­ zıldeniz kıyılanna ulaşmıştı. Hint Okyanusundaki Portekizli­ lerle çarpışmak amacıyla, daha önce Süveyş'te yaptıklan gibi, Basra'da da bir donanma inşa ettiler. Fakat gene durduruldu­ lar. Açık denizlerde seyrüsefer becerisi konusunda Atlantik güçleriyle rekabet edemediler, Basra Körfezinin giriş-çıkışını denetleyen Hürmüz'den de Portekizlileri atamadılar. Viyana, Malta, Hürmüz: Bunlar, Osmanlılann Hıristiyan Avrupa tara­ fından nihai olarak durdurulduklan noktalardır. 1 6 . yüzyılın bundan sonraki iki seferi, Kanuni'nin oğlu II. Se­ lim ( 1 566-74) zamanında oldu. Kuzeyde büyüyen Moskova teh­ likesini durdurmak için cesurca bir hamle düşünen Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa, Osmanlı donanması Ruslann elindeki Astrahan'a hücum eden kara kuvvetlerine katılabilsin ve Ha­ zar Denizine yelken açabilsin diye, Don ve Volga arasında bir kanal inşa etmek amacıyla, Kırım Tutarlarıyla birlikte bir seMoriskoler ve Marranolar: İspanya'da, Engizisyon baskısıyla dinsel inençlannı yereltında sürdürüp, çifte dinsel kimlikle yaşamak zo­ runda kelen Müslümanler ve Museviler -çn. 32

TARiHTE TÜRKLER

fere başladı. Ama 1 568- 1 569 seferi başansızlığa uğradı. Kanal kazılamadı; Astrakhan da kuşatmaya direndi. Sonrasında, Os­ manlılann dikkati daha küçük ama ulaşılabilir bir hedefe, bir Venedik kolonisi olan Kıbns'a yöneldi. l 570-7 l 'de gerçekleşti­ rilen bir çıkartma ve bunu izleyen kanlı çarpışmalar sonunda, ada ele geçirildi. Bu savaş sırasında Osmanlı donanması, bir­ leşik bir Hıristiyan donanması karşısında Yunanistan kıyıla­ nndaki İnebahtı'da (Lepanto) önemli bir yenilgiye uğradı ama Kıbns, Türklerin elinde kaldı. III. Murad'ın ( 1 574-95) hükümdarlığı sırasında İran'a karşı düzenlenen son büyük sefer, Osmanlılara önemli topraklar ka­ zandırdı. Gürcistan ve Hazar Denizi kıyısındaki diğer İran top­ raklan Türklerin denetimine geçti. Osmanlı gemileri sonunda Hazar Denizinde yüzdürüldü. Ancak 1 590'da kazanılan bu za­ fer, bir sonraki yüzyılın ilk yıllannda tersine çevrildi. Osmanlı yayılmacılığı artık sona ermiş görünüyordu. 17. yüzyılda yeni toprak parçalan -Girit ve Güney Polonya- İmparatorluğa ka­ tılmış olsa da, hamlenin gücü tükenmişti. 1 6 . yüzyıl. Osmanlı fetihlerinin doruğa ulaştığı dönemdi. üç kıtaya yayılan 1 6. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğunun 20 ile 50 milyon arasında olduğu tahmin edilen bir nüfusu var­ dı - belki de otuz milyon gerçekçi bir tahmin olacaktır. Bu sırada Fransa'nın nüfusu yaklaşık 1 6 milyondu. Osmanlı İm­ paratorluğu olağanüstü bir halklar kanşımından oluşuyordu. Avrupa'da Macarlar, Sırplar, Hırvatlar, Romenler, Bulgarlar, Ar­ navutlar, Rumlar ve Türkler vardı. Asya'da ise, Türkler, Rumlar, Lazlar, Ermeniler, Kürtler, Çerkesler ve Araplar vardı. Afrika'da ise Araplar ve Berberiler vardı. Başka küçük topluluklar da mevcuttu. Dillerin ve lehçelerin çokluğu, dinsel mezheplerin çeşitliliğiyle yanşıyordu. Türkleri, Araplan, Kürtleri, Beriberi­ leri, Müslümanlığı seçmiş Boşnaklan, Arnavutlan, Bulgarlan ve diğer topluluklan sayarsak, herhalde Müslümanlar çoğun­ luktaydı. Hıristiyanlar arasında, Rum-Ortodokslar çoğunluk­ taydı, bunu izleyen en kalabalık Hıristiyan grubu Ermenilerdi. Hiçbir zaman diğerleri kadar kalabalık olmayan Museviler, Bağdat ve diğer kentlerde önemli cemaatlere sahipti; 1 6 . yüz­ yılda Hıristiyanlardan kaçıp Müslüman yönetiminin hoşgörü-

33

O S M A N LI- T Ü R K TAR i H i ( l 77A- l 9 2 3 J

süne sığınan o n binlerce Seferad Musevinin katılımıyla b u ce­ maatler daha da büyüdü. Selanik önemli bir Musevi kenti oldu; İstanbul'da da önemli bir Seferad cemaati vardı. Bu halkların bir kısmı ve de mezheplerin bazıları oldukça sık yerleşimler­ de yaşamaktaydı, başkaları ise karma yapılı kentlerde -Rum ya da Ermeni mahallesi ile Müslüman mahallesi yan yana-, birbirine komşu köylerde ya da dağınık yerleşim birimlerinde yaşıyordu. Osmanlı yayılmasını izleyen iki süreç, zaten karışık olan bu durumu çok daha içinden çıkılmaz bir hale getiriyordu. Birin­ cisi, Türklerin denetimine geçen topraklarda diğer insanların İslama döndürülmesiydi. Anadolu'nun Helenleşmiş halkının büyük çoğunluğu, işgal ve kanşıklık yıllarında İslama. döndü ama önemli Hıristiyan kesimler de varlığını sürdürdü. Örgütlü Osmanlı Devleti tarafından hızla fethedilen Rumeli'deki Rum­ Ortodokslann çoğu inançlanm korudu. Yine de bu bölgedeki çok sayıda Rum-Ortodoks, dinini değiştirdi; öne çıkan bir ör­ nek, Bosna'daki İslamlaşmış kentleri Sırp köylerinin çevrele­ mesi, yani genel olarak Hıristiyan kimlikli Balkanlar'da kök salmış apayrı bir Müslüman topluluğu bulunmasıdır. İkinci süreç sürgün süreciydi. Göçebelerin yerleşikleştirilmesi, sa­ vunma, güvenlik nedenleriyle ve Fatih'in İstanbul'u yeniden iskan etmesindeki gibi iktisadi nedenlerle, Osmanlı sultanla­ rı bazı toplulukların yer değiştirmesini emrediyordu. Örneğin

1 6 . yüzyılda, Anadolu'daki 20.000, belki de daha fazla Türk köylüsü, Anadolu'daki aşın nüfusa kısmi bir çözüm sağlamak ve Kıbrıs'ı geliştirmek için Kıbrıs'a götürüldü. Bu süreçler, Os­ manlı İmparatorluğundaki yerleşim modellerine son derece heterojen bir nitelik verdi.

Kişinin dininin onun kimliğini belirlediği bir çağda, bu kadar heterojen bir İmparatorluğu yönetmek, her ana dinsel cema­ atin aynı zamanda medeni hukukta da bir cemaat oluştur­ masıyla daha basit bir hale getirilmişti. Tüm Müslümanlar,

ümmetin (Peygamber'in cemaatinin) üyeleri olarak, İslamın dinsel yasalarına bağlıydı ve anlaşmazlıkları da Müslüman

TARiHTE TÜRKLER

mahkemeleri tarafından çözülüyordu. Gaynmüslimler, millet­ lerin (dinsel cemaatlerin) üyeleriydi ve bunlann da bireysel konularda -evlilik, boşanma, miras- kendi medeni hukuklan ve mahkemeleri vardı. Fatih devrinden başlayarak, milletlerin başlannda, sultan tarafından cemaatlerinin sivil önderi ola­ rak atanan din adamlan vardı: İstanbul'da Rum-Ortodoks ve Ermeni milletlerinin kendi patrikleri, Musevilerin de haham­ başılan bulunuyordu. Millet örgütleri yalnızca medeni durum­ dan ve adli süreçten değil, kilise mallanndan, ibadetten, eği­ timden, hayır işlerinden ve hatta merkezi yönetime aktanlmak üzere bazı vergilerin toplanmasından da sorumluydu. Bu geniş İmparatorluğun merkezi yönetiminin başında, Osmanlı hanedanından gelen sultan vardı. Osman Bey'den Kanuni'ye kadar, hepsi birbirinden çok farklı özelliklere sa­ hip ilk on sultan, önemli, hatta bazılan sıradışı yeteneklere sahip kişilerdi. Her sultanın, delikanlılık çağında, bir öğret­ men ve danışmanların kılavuzluğunda bir şehzade olarak as­ keri ve sivil konularda deneyim edinmesi sağlanırdı. Kardeşler arasında iktidar kavgalan sık görülen olaylardı. Galip gelen şehzade bir kez tahta çıktığında, genellikle diğer kardeşlerini öldürtürdü; bu kardeş katlinin acımasızlığı, meşru halefin kim olduğu yolundaki çatışmalardan doğacak anarşiyi engelledi­ ği için dinsel önderler ve kamuoyu tarafından hoş görülürdü. Kuramsal olarak sultanın yetkileri mutlaktı, sadece Tann'ya hesap verirdi, yalnızca Tann'nın yasası olan şeriat onu kısıt­ layabilirdi. Gerçekte, sık sık isyanlarla ya da isyan tehlikesiyle önü tıkanır veya her an için görevden alabileceği din adamla­ nnın yasayı kendi adına yorumlamasına bağlı olurdu. Gene de, Osmanlı sultanlan hiçbir zaman örfleri terk etmedi ve sık sık da kanunlar çıkarttı. Çoğunlukla bir sefer dolayısıyla başkent dışına çıkmadığı zamanlarda sultan, devleti Yeni Saray'dan yönetirdi; Fatih'in şimdiki İstanbul Üniversitesinin yerinde yaptırtUğı eski sa­ raydan ayırt etmek üzere Topkapı Sarayına bu ad verilmişti. Bugün artık Topkapı Sarayı olarak bilinen Yeni Saray, böyle büyük bir İmparatorluğun hükümdarlan için mütevazı boyut­ larda ama Boğaz, Haliç ve Marmara Denizinin birleştiği ye-

35

O S M A N L l · T Ü R K TA R i H i ( 1774- 1 9 2 3 )

re hakim muhteşem bir noktaya kurulmuş, farklı zamanlarda inşa edilmiş köşklerden ve avlulardan oluşan bir yerdi. Top­ kapı Sarayında mutfaklar, kilerler, atölyeler, kabul salonları, özel bölümler ve elbette - hanım sakinlerinin çoğu gözde ca­ riyelerden değil, çeşitli hizmetkarlardan oluşan- harem vardı. Saray'ın Kubbealtı denilen salonunda haftanın birçok günü Divan toplanırdı. Divan üyeleri devletin çeşitli üst düzey gö­ revlileriydi. Baş defterdar ve Anadolu ve Rumeli defterdarları "kalem ricalini" oluşturuyordu. Anadolu ve Rumeli kazaskerle­ ri de, yani udin adamlanw da imparatorluktaki çeşitli adli böl­ gelerdeki şeriat mahkemelerinin başıydı. Sultanın temsilcisi olan ve Divana başkanlık eden sadrazam, İmparatorluğun en ilginç kurumunun, sultanın kapıkullarının bir üyesiydi. Fatih'in döneminden başlayarak, kapıkullan Osmanlı yöne­ timinin en güçlü kesimi olmuştu. Selçuklu hükümdarlarının ve ilk Osmanlı sultanlarının resmi görevlileri, gulam ya da kul olarak bilinen köleleriydi. Bunlar genellikle köle pazarların­ dan alınan ya da savaş esirleri olan delikanlılardı. İslamın ku­ rallarına göre Müslüman doğanlar köle yapılamayacağı için, köleler gaynmüslim kökenliydi. II. Murad döneminde, İmpara­ torluk içindeki Hıristiyan köylü çocuklarının toplanmasından oluşan devşirme sistemi kuruldu. Birkaç yılda bir, İmpara­ torluğun bir komisyonu, sekiz-yirmi yaşlan arasındaki erkek çocukları topluyor, aynlmalan ve eğitilmeleri için İstanbul'a gönderiyordu. Toplanan gençlerin hepsi Müslüman olmak zo­ rundaydı; kuşkusuz birçoğu gönüllü olarak din değiştiriyordu. Güçlü kuvvetli olup, daha az akıllı olanlar yeniçeri oluyordu. Daha yetenekli olanlar, Topkapı'da, Enderun'da yetiştiriliyor­ du. Kapsamlı bir eğitim ve çıraklıktan sonra, saraydaki görev­ lere, taşra yönetimlerine ya da askeri kumandanlıklara ata­ nıyorlardı. Liyakatleri oranında, köleler İmparatorluktaki en yüksek göreve, sadrazamlığa kadar yükselebiliyorlardı. Fatih döneminden başlayarak 200 yılı aşkın bir süre boyunca dev­ şirmeler; merkezi yönetimin en tepesini denetiminde tuttu. Sultanlar bu sistemde iki avantaj görüyordu: Doğal aristok­ rasiyi, yani ileri gelen köklü aileleri kendi adamlarına bağla­ yarak onların nüfuzunu dengeleyebiliyorlardı, zira kölelerden

36

TARiHTE TÜRKLER

kusursuz bir itaat talep edebiliyorlardı, çünkü köleler güç ve servet sahibi olabiliyorlarsa da, işleri ve canlan hükümdann elindeydi. Üstelik hür doğan Müslümanlar olarak, çocuklan babalannın mesleklerini sürdüremiyordu. İmparatorluğun Avrupa'daki yansının yöneticisi olan Ru­ meli Beylerbeyinin de, Sultanın Divanında bir yer sahibi olma ayncalığı vardı. Çünkü o, hem yerel yöneticilerin hem de yerel tımarlan elinde tutan sipahilerin komutanı olduğu için, yeniçe­ riler dışındaki ukılıç erbabını" temsil ediyordu. Yeni fethedilen topraklar İmparatorluğa katıldığında topraklar dikkatle ölçülü­ yordu. Büyük defterlere nüfus ve iktisadi üretim kaydediliyordu - İstanbul arşivlerinde günümüze ulaşmış en eski defter 143 1 yılından kalmadır. Öngörülen üretkenlik ve vergi gelirine göre, köy ve çiftlik birimleri sipahilere tımar olarak veriliyordu. Yerel

sipahiler de bu tımann geliriyle yaşıyor, düzeni sağlıyor, sulta­ nın buyruklannı yerine getiriyor ve seferler sırasında da askeri hizmet veriyordu. Bu sistem özellikle Balkanlar'da güçlüydü; daha sonra fethedilen Arap topraklanndaki yöneticiler, sipahi olmaktan ziyade birer vergi toplayıcısıydı. Yukanda sözü edilen bütün bu görevliler -kalem ricali, din adamlan ve kılıç erbabı- aileleriyle birlikte, Osmanlı toplumu­ nun üst tabakasını, askeriye denilen sınıfı oluşturuyordu. Os­ manlı formülüne göre, devlete ve dine hizmet ederlerdi. Vergi ödemezlerdi. Reaya'yı (halk) köylüler, göçebeler, zanaatkarlar, tüccarlar oluştururdu. Bunlar gıda maddelerini ve mallan üre­ tir, vergi verirlerdi. Bir sınıftan diğerine geçiş olanaklıydı ama pek seyrek olurdu. Osmanlı anlayışına göre, herkesin toplum­ da belirlenmiş bir yeri vardı; toplumun iyi bir düzen içinde işlemesi, o kişinin yerinde kalmasını gerektirirdi. Bunu dayat­ mak bazen zor olurdu. 1 6 . yüzyılda çok sayıda köylü kentlere göç etti, kentlerin nüfusunu neredeyse ikiye katlayarak sık sık iktisadi ve siyasal sorunlara neden oldu. O dönemde ve daha sonrasında, yönetim göç edenlerin kentlere girmesine engel olacak ya da geldikleri yere geri gönderecekti. Kentliler arasında, zanaatkar loncalan önemli bir rol oy­ nuyordu, dinsel yardımlaşmanın yanında, iktisadi statü ve ko­ ruma da sağlıyorlardı. Terziler, tabakçılar, mumcular, hayvan

37

O S M A N L l - T Ü R K T A R i H i 1 1774.1923)

dolduranlar - her meslek bir esnaf loncası biçiminde örgütle­ niyordu. Bu loncalar iktisadi statü sağlıyor, iş olanaklannı dü­ zenliyor, ham.maddeleri satın alıp dağıtıyor, üretim kalitesini ve fiyat adaletini gözetiyordu. İstanbul'da 1 50 ana lonca var­ dı. Birleştiklerinde hem siyasal hem de iktisadi açıdan güçlü bir etkileri olabiliyordu. Küçük tüccarlann da loncası vardı. Gitgide gelişen uluslararası ticaretle -Mısır ya da Suriye üze­ rinden Doğu'yla, Karadeniz bölgesiyle, İtalyan kent-devletleri ve Batı Avrupa'yla ticaret- uğraşan büyük tüccarlar, genellikle bireysel olarak güçlüydü ve üst düzey yöneticilerle ilişkileri vardı; böyle tüccarlar büyük yatınmcılar, tefeciler ve sermaye birikimcileriydi. İmparatorluk yalnızca Osmanlı değil, aynı zamanda tama­ mıyla İslami bir nitelik taşıyordu, o çağın İslam devletlerinin �aralannda Fas, Safevi İran ve Moğol Hindistan da vardı) en büyüğüydü. Osmanlı sultanlan Müslüman cemaatinin ön­ derleriydi; inancın, kutsal kentlerin ve özellikle de Sünniliğin koruyuculanydı. Bu Ortodoks İslam, aynı zamanda öğretmen, vaiz, yargıç ve hukuk bilgini olan ulema tarafından öğretilir ve yorumlanırdı. 1 6. yüzyılda en önde gelen alim, dinsel ya­ saları ve sultanın kanunlarını düzenleyen Ebussuud'du. Otuz yıl şeyhülislam olarak görev yapmıştı. Hukuk, ilahiyat ve di­ ğer konular medreselerde okutulurdu; en büyük medreseler, İstanbul'da Fatih ve Kanuni tarafından, kendi adlannı taşıyan camilerin yanında yaptınlanlardı.

Medreseler; kütüphaneleri, aşhaneleri, müderrisleri ve ta­ lebeleri genellikle vakıf biçiminde örgütlenmiş mülkün geli­ riyle desteklenirdi. Yasal açıdan süresiz olarak hayır amacıyla bağışlanan bu mülk, kuramsal olarak Tann'nın malıydı ve ne sıradan vergiye tabiydi ne de satılabilirdi. Modem dönemler­ de genellikle maliyenin finanse ettiği işlerin desteklenmesinde

vakıf kurumu, tüm İslam aleminde olduğu gibi Osmanlı hnpa­ ratorluğunda da önemli bir rol oynuyordu. Camiler, medreseler, kütüphaneler, hastaneler, imarethaneler, yoksullar için aşevleri, çeşmeler, hatta yollar ve köprüler bile sultanlann, yüksek me­ murlann ve diğer varlıklı kişilerin kurduğu vakıflar tarafından inşa ediliyor ve işletiliyordu. İmparatorluğun en önemli mimari

38

TARiHTE TÜRKLER

yapılanndan bazılan, varlı.klannı vakıflara borçludur. 1 6 . yüz­ yılda, yaşamına istihkam subayı olarak başlayan devşirme Mi­ mar Sinan, bu yapıların birçoğuna imza atmıştır. Ebussuud na­ sıl kendi alanında söz sahibiyse, Kanuni ve halefine otuz beş yıl başmiınarlık yapan Mim.ar Sinan da alanında söz sahibiydi. Mi­ mar Sinan'ın Macaristan'dan .Hicaz'a 304 yapıda imzası olduğu söylenir; en güzel ve en büyük eserleri arasında İstanbul'da.ki Süleymaniye ve Edime'deki Selimiye camileri vardır. Bir halk İslamı, bir de yasalann ve ulemanın Ortodoks İs­ lamı vardı. Tann bilgisine uzanan daha kişisel ve mistik bir yol olan Sufilik, birçoklanna daha çekici geliyordu. İslamın iki çeşidi bazen kesişiyordu. Ebussuud'da bile bazı Sufi eğilimler vardı. Ancak Tannsal bilgiye giden yolun halk arasındaki ifa­ de tarzlan olan tarikatlar, kesin gelenekçiliğin katı ilahiyatı ve ibadet tarzlarından çok farklı inançlar ve ibadet tarzlan benimsemekteydi. Mevleviler, vecde gelerek Tann'yı doğrudan hissetme arayışında birçok üst tabaka Osmanlı'yı yanına çek­ mekteydi. Diğer tarikatlar, özellikle de Bektaşiler, daha kül­ türlü kişilerin yanı sıra birçok sıradan Türk için de çekiciydi, inançlannda eklektik olup, Şamanlık ve Hıristiyanlık öğeleri de taşıyan Bektaşiler, çok çeşitli öğretilere ve uygulamalara açıktı. Mevlevi ve Bektaşi tarikatlarının, diğerleri gibi, tekke­ leri vardı, buralarda hem dervişler bannıyor hem de bazı du­ rumlarda sayılan binlere ulaşan din kardeşleri toplanıyordu.

İki İslam olduğu gibi, geniş anlamda iki ayn kültür de var­ dı. Gerçek Osmanlı, Arapça ve Farsça sözcüklerle de kanşmış bir tür Türkçeyi, sıradan Türkün anlayamayacağı karmaşık bir üslupta yazardı, ifadede ustalık ve zarafet, doğrudan anlaşı­ labilirli.kten daha önde gelen bir hedefti. Şiir gelişmiş bir sa­ nat dalıydı - Osmanlılar için Fars tarzı bir şiir. Kanuni iyi bir şair olarak bilinirdi. B ağdatlı şair Fuzuli, belki de döneminin en ünlüsüydü. Osmanlı'ya göre #Türk," eğitimsiz, kaba, köylü kılıklı, sıradan Türkçe konuşan cahil birisiydi. Türkler derviş­ lerin mistik halk şiirlerini, gezgin aşıklann aşk şiirlerini, med­ dahlan ve gölge oyununu yeğlerdi.

39

O S M A N L l - T Ü R K TAR i H i ( 1 7 7 4 - 1 9 2 3 )

Bütün toplum katmanlan, 1 6 . yüzyıl ortalannda Arap eya­ letleri yoluyla İmparatorluğu gıineyden işgal eden kahveden zevk almaya başlamıştı. Başlarda Ebussuud dışındaki ulema tarafından kötü bir alışkanlık olarak suçlanan kahve, sonunda ulema da dahil olmak üzere, herkesi fethetti. Kasabalann ve kentlerin kahvehaneleri erkekler ve bazen de ayaktakımı için bir toplanma yeri oldu. Bu işlev; her kent ve kasabanın gerekli bir parçası olan ve hem kadınlar saatinde kadınlar için hem de erkekler için toplumsal buluşma merkezi olarak işlev gö­ ren umumi hamamlar için de geçerliydi. Rabelais tarzı bir şair olan Bursalı Gazali'nin (Deli Birader) yaptırdığı hamam öyle bir ahlaksızlar yuvası haline gelmişti ki, Kanuni yıkılmasını emretti. 1 600 dolaylannda, tütün de, bir kötülük ya da zevk aracı olarak kahveye katıldı; sigara daha yeni tarihli bir buluş olduğu için, tütün o zamanlar uzun pipolarda ya da nargileyle içiliyordu. Doğanın verdiği zevkler de vardı -ırmaklar, korular, çiçekler. Lale yaygın olarak yetiştiriliyordu- Hollandalılar da bu çiçeği ilk olarak l 559'da Türkiye'den getirmişlerdi.

Osmanlı Devletinin Gerilemesi Kanuni'nin devri kuşkusuz bolluk, askeri zaferler, düzenli bir toplum ve yüksek kültür seviyesi devri olmuş olsa da, aynı dönemde hem toplumsal hoşnutsuzluğa hem de iktisadi ve as­ keri sorunlann başlangıcına ilişkin kanıtlar görülüyordu. Söz konusu sıkıntılar 1 6. yüzyılın son on yılında iyice belirgin bir hale geldi, 1 7. yüzyılda da artmayı sürdürdü; öyle ki, Osman­ lı yazarlan gerilemeden ve arkada kalan altın çağın düzenine dönme gereksiniminden söz etmeye başladı. Artık açıkça sezil­ meye başlanılan iktisadi, askeri, toplumsal, idari ve psikolojik sorunlar etkileşime girerek gerilemeye yol açtı. İktisadi zorluklar kısmen, 1 6. yüzyıl sonlannda, Peru'da ye­

ni keşfedilmiş madenlerden çıkanlan ucuz gümüş girdisinin neden olduğu ağır enflasyondan kaynaklandı. Ana girdilerin fiyatlan arttı, bu da sipahiler, bürokratlar, yargıçlar gibi sa­ bit gelir ve vergilere bağlı yaşayanlarla hayır kurumlanndan yararlananlan sıkıntıya soktu. Sabit kura ve fiyatlara alışkın olan Osmanlı yönetimi ne yapacağını bilemiyordu; bazı sul40

TARiHTE TÜRKLER

tanlar bastıklan paranın ayannı düşüıii nce, bu, fiyatlann daha da hızlı yükselmesine neden oldu. Vergiler büyük oran­ da arttınldığında bile gelirler gereksinimleri karşılamamaya başladı. Kısa bir süre sonra, Osmanlı'nın Doğu ticareti gelir­ leri düştü çünkü East India Company (Doğu Hindistan Şirketi) ve diğer Avrupalı tüccarlar, Afrika'yı deniz yoluyla dolanarak Hindistan ve Basra Körfezinden mal almayı daha ucuz bul­ maya başladı. Bu arada Osmanlı üıiinleri, kapitülasyonlarla (sultanlann Avrupa ülkelerine tanıdı.klan ticaret ve ayncalık anlaşmalanyla) belirlenen düşük gümıii k harçlan nedeniyle, ülkeye gelen Avrupa mallanyla rekabet edemedi; oysa Osmanlı ihraç üıii nleri gelirleri arttırmak gayesiyle vergiye tıibi tutu­ luyordu. Bu iktisadi sorunlar, tam da yeni ordular için daha çok na­ kit gelire gereksinim duyduğu bir sırada yönetimin karşısında neredeyse sürekli bir mali kriz yaratılmasına yol açtı. Tımarlı sipahiler barut çağında etkinliğini yitiriyordu; bu yüzden ço­ ğu, Anadolu köylülerinden oluşan tüfekli bir piyade ordusu ye­ tiştirilmeye başlandı. Bazı tımarlar sipahilerin elinden alınıp, gelir getirmesi amacıyla iltizama dönüştüıii l dü. Fakat başka tımarlar ayncalıklı saray mensuplanna verildi ya da bir şekil­ de özel mülkiyete geçti. Tımar sistemi dağıldığı için, seferlere çıkan sipahilerin sayısı azaldı, çünkü artık masraflar karşıla­ namıyordu. Sipahilere emanet edilmiş olan yerel düzen eskisi gibi sağlanamıyordu; bunun sonucunda da tanm üretimi ve gelirleri düşmeye başladı. Eski tımarlardaki yeni vergi topla­ yıcılar köylüleri çok fazla sıkınca da aynı şey oldu. Toplumsal düzensizlik bunlara benzer askeri-iktisadi zor­ luklarla daha çok artıyordu. Yeni, tüfekli p iyade askerleri, seferlerden dönüldüğünde defterden düşülüp serbest bırakı­ lıyordu. Bunlar da, özellikle Anadolu'da, eşkıya çetelerine dö­ nüşüyordu. Birlikler bazen de, tımarlannı yitirmiş olan sipa­ hilerle dolduruluyordu. Dahası, 1 6 . yüzyılda meydana geldiği sanılan belirgin nüfus artışı, topraksız çiftçi sayısını arttın­ yordu. Bunun bir sonucu da, kentlere göç olmuştu. Başka bir sonucu da, eşkıya çetelerinin artması ve yönetimin bastırmak­ ta büyük zorluk çektiği -1 590'larda ve 1 600'lerin başlanndaki

41

O S M A N Ll-T U R K TA R i H i i l 7 7 4 -1 9 2 3 1

Celali lsyanlan gibi- bazı isyanlara neden olmalarıydı. İlginç olan, aşın bir kırsal nüfus artışının yaşandığı dönemde, git­ gide daha çok terk edilmiş köy ve çiftliklere rastlanmasıydı; bunun nedeni belki de vebadan, aşın vergilerden ve eşkıyalar­ dan kaçıştı. Taşrada düzeni sağlamanın bir yolu, yeniçeri birliklerini buralarda konuşlandırmaktı. Bu yapıldı ama sonucu her za­ man yararlı olmadı. Çünkü sayılarının artmasının yanında yeniçeri ocağının niteliği de düşmeye başlamıştı. İlk başta, görevdeki yeniçerilerin evlenmelerine izin verilmişti. Sonra oğullarının ocağa kaydolmasına izin verildi. Sonra da, devşir­

me düzeninin ürünü olmayan diğer Türklerin ocağa katılması yolu açıldı. Sadece sultana bağlılığın ötesinde, aile bağlarına sahip olan yeniçeriler, özellikle enflasyon döneminde daha çok gelir kaygısına düştü, isyan tehdidiyle ücretlerini ancak arttır­ tabiliyorlardı. Birçoğu da geceleri kentte çalışarak çifte yaşam sürmeye başladı. Yeniçeriler, düzen sağlama amacıyla taşra kentlerine gönderildiğinde, kötü tutumlarını sürdürdü, hatta ulemanın ve esnafın ileri gelenleriyle birlikte azılı bir yerel yöneticiler topluluğunun parçası oldu. Yeniçeri ocağındaki disiplinin bozulması, köle-memur sis­ temindeki bozulmanın bir yansımasıdır. Her ne kadar devşir­

me sistemi 1 7. yüzyıl boyunca ve 1 8 . yüzyıl ortalanna kadar sürdüyse de, gitgide daha az devşirme yetiştirildi. Gitgide da­ ha fazla köle-memur çocuğu resmi görevlere sızmayı başar­ dı. Liyakatle terfi gitgide daha az görülmeye başlandı, yerine adam kayırma ve yozlaşma geçti. Bu bürokratlar arasında da görülüyordu. Yozlaşma, resmi mevkilerin ve nişanların alı­ nıp satılmasını içeriyordu, hükümet ücretlerinin artan geçim masraflarıyla baş edemediği bir dönemde bu anlaşılabilirdi ama gene de düzenli yönetimin bozulmasına neden oluyordu. Yargıçlar da yozlaşmıştı; Osmanlı reformcu adaylarının en sık görülen yakınması, alınıp satılan bir yargının ciddiyeti­ ni yitirmiş olmasıydı. Yozlaşmış bir sistemin içinde bile hala yetenekli memurlar vardı ama sayılan herhalde gitgide azalı­ yordu. Bunların en ileri gelenleri, 1 656- 1 7 10 yıllan arasında sadrazamlık görevini birçok kez almış olan Köprülü ailesiydi.

42

TARiHTE TÜRKLER

Osmanlı yönetim sistemindeki bozulmada suçu bizzat sul­ tana yükleme eğilimi caziptir. Çok kullanılan bir Türk atasözü, "Balık baştan kokar" der. Hatta bir tek sultanı, Kıbns şarabı­ na düşkünlüğü nedeniyle uyruklan tarafından "Sarhoş Selimw olarak bilinen II. Selim'i suçlamak daha da caziptir. Ne var kik, II. Selim yeteneksiz bir hükümdar değildi, imparatorluk­ taki gerçek sorunlar onun hükümdarlığından sonra meydana çıkmaya başladı; bunun nedeni de, başka nedenlerden ziyade, tahta geçiş sistemindeki değişmeydi. Önceki uygulama, sulta­ nın oğullannın askeri ve idari deneyim edinmeleri için taşraya gönderilmeleriydi. Önceki uygulama, tahta yeni çıkan sulta­ nın kardeşlerini öldürtmesini, dolayısıyla muhtemel bir reka­ bet ve iç kanşıklığın engellenmesini öngörüyordu. 1 7 . yüzyıl başlannda her iki uygulama da değiştirildi. Şehzadeler artık birinci elden deneyim edinmekten yoksun bırakılıyor, sarayda

kafes denilen özel bölümlere kapatılıyorlardı. Ara sıra kardeş katli uygulansa da, artık tahta yeni çıkan sultan, kardeşleri­ ni boğdurtmuyordu, bunun nedeni kısmen, III. Meh.med'in ( 1 595- 1 603) tahta çıkınca on dokuz kardeşini öldürtmesiydi; çünkü bu toplu katliam, kardeş katli uygulamasına karşı bir tepki doğmasına neden olmuştu. 1. Ahmed ( 1 603- 1 6 1 7) tahta geçtiğinde kardeşi Mustafa'nın kafeste yaşamasına izin verdi. Böylece uygulama yerleşti. Bundan sonra, sultan öldüğünde, yaşayan en yaşlı erkek -amca, kardeş ya da oğul- tahta geçe­ cekti. 1. Mustafa iki kez tahta geçirildi ( 1 6 1 7 - 1 6 1 8, 1622 - 1 623) ve zeka özürlü olduğu için iki kez indirildi. Zeka geriliğinin kö­ keni kafese kapatılmış olması değildi ama kuşkusuz, hapis ya­ şamı durumuna yardımcı olmamıştı. Herhangi bir taht adayı­ na yardımcı olamayacağı da açıktır. Kafeste hapis yaşamanın çıldırtıcı etkisine ek olarak pratik deneyim eksikliği yüzünden bazen yeteneksiz, bazen yönetimle düpedüz ilgilenmeyen ve bazen de zihinsel açıdan dengesiz sultanlar ortaya çıktı. Topluca bakılacak olursa, 1 7 . yüzyıl sultanlan pek yete­ nekli sayılmazdı. 1. Ahmed dindarlığıyla ama aynı zamanda da silahlı kuvvetlerinin başansızlığıyla tanınıyordu. "De­ li Mustafaw ülke yönetimi açısından yetersizdi. İbrahim de ( 1 640 - 1 648) yetersiz ve dengesizdi. Uzun saltanatı ( 1 648- 1 687)

43

O S M A N L l - T Ü R K T A R i H i ( l 774. l 9 2 3 )

genç yaşında başlayan iV. Mehmed, •Avcı Mebmed" olarak ta­ nınıyordu, çünkü esas uğraşısı yönetim değil avdı. İki sultan, enerji ve yetenek sergilemeleriyle istisna oluşturur. Tahta geçmeden önce kafeste yalnızca birkaç ay geçiren il. Osman ( 1 6 1 8 - 1 622), reform fikirleri taşıyordu ama kendilerinin ye­ rine daha etkili ve sadık güçler toplayacağından kuşkulanan yeniçeriler tarafından öldürüldü. IV. Murad ( 1 623- 1 640) ben­ zer şekilde enerjikti, aynı zamanda görevi kötüye kullanma ya da sadakatsizlik karşısında, anında infazlarla olağanüstü acımasızdı. Fakat bu ikisi, iktidann saraydaki memurlann ve hiziplerin elinde olduğu bir dönem için alışılmamış hüküm­ darlardı. En etkili politikacılar arasında, haremdeki bazı ka­ dınlar da vardı. IV. Murad ve İbrahim'in annesi Kösem Mah­ peyker ile IV. Mehmed'in annesi Turhan Hatice Sultan, uzunca sayılabilecek dönemlerde Osmanlı İmparatorluğunun gerçek hükümdarlan olmuştu. Sultanlann zayıflığı ve Kanuni'yi izleyen dönemdeki ikti­ sadi ve toplumsal zorluklar, eğer bunlann yanında entelektüel ya da psikolojik bir dönüşüm olmamış olsaydı, uzun vadede imparatorluk için daha az zararla atlatılabilirdi. Çok sayıda

ulema, cahillerin çoğunu ve yoksul medrese öğrencilerini ar­ kalanna alarak, yeniliklerin karşısına gitgide daha ağırlıklı çıktı. İslami başarılardan duyulan gurur, Kuran'ın katı bir yo­ rumuyla da birleşince, Hıristiyan Batıdan gelen yeni kavram ve tekniklerin benimsenmesine özellikle karşı durdu. Osmanlı ulemasının içinde hep aydın kişiler olmuştu, her zaman da şu ya da bu alanda Avrupa'dan gelen bilgiyi isteyenler çıktı ama Osmanlı İslamı, görüldüğü kadanyla başlangıçtakine göre git­ gide daha içe dönük ve yeniliklere kapalı hale gelmekteydi. Bu önyargı -yani yeniliğin günah olduğu görüşü- çok talihsiz bir dönemde, Avrupalılann coğrafi keşifler, akılcı düşünce, bilim­ sel araştırma, teknoloji ve imalatta ileri adımlar attıklan sıra­ da yaygınlık kazandı. Doğu ile Batı arasındaki fark büyümek­ teydi; bu, B atının görece üstünlüğü karşısında Osmanlı'nın gerilemesini daha da tehlikeli bir şekle sokuyordu. Fark ilk olarak savaş meydanlarında acı verici bir açıklıkla ortaya çıktı. 1 6. yüzyıl sonu ve 1 7. yüzyıl başlannda, Osmanlı

44

TARiHTE TÜRKLER

ordulan eskisine göre daha düşük bir sıklıkta ve daha zorlukla galip geliyordu. Örneğin l. Ahmed iki cephede birden savaş­ mak zorunda kalmıştı; bu, sultanlann her zaman kaçınmaya çalıştığı bir durumdu. İran Şahı l. Abbas karşısında aralıklı ve uzun bir savaş sürdürürken, aynı yıllarda Avusturyalı Habs­ burglara karşı da savaşıyordu. İran'a karşı sürdürdüğü, uzun vadede kaybedilecek bir savaştı; Avusturya ile olan savaş ise ortadaydı, bunun sonunda, Zitvatoruk Antlaşmasıyla 1 606) ilk kez Habsburg hükümdannı salt kral değil, kendine denk bir İmparator olarak kabul etmek zorunda kaldı. l. Ah.m.ed'in de­ niz gücü de gerilemekteydi. Kuzey Afrika korsanlan ona itaat etmekten vazgeçip bağımsız olarak Trablus, Tunus ve Ceza­ yir'deki üslerinden hareket etmeye başlamışlardı. Küçük Kazak gemilerinden oluşan bir filo ise Rus nehirlerinden inerek Ka­ radeniz limanlannı basmaya başlamıştı; 1 6 1 4'te Sinop Lima­ nını yaktılarsa da, daha sonra Don Irmağı ağzındaki savaşta yenildiler. l 62 l 'de, kısmen Polonya sınırlanndan kaynaklanan Kazak akınlan nedeniyle, il. Osman talihsiz bir Polonya seferi düzenledi. Halk savaş istemiyordu, isteksiz Osmanlı kuvvet­ leri savaşta en iyimser deyişle kayıtsız davrandı. Böylesi sa­ vaşlann maliyeti yüksek oluyordu ve ne yağmayla ne de ver­ gi toplanacak yeni topraklarla telafi edilebilirdi. Polonya'dan Podolya'nın, Venediklilerden de Girit Adası'nın ele geçirildiği

ı 7. yüzyılın başanlı seferleri bile, ne 1 6 . yüzyıl ordulannın ataklığını ne de Batılı tekniklerle canlandınlmış askeriye ya da donanma kurumunu ortaya çıkarmıştı.

1 683'te, bir an için durum değişecekmiş gibi gözüktü. Büyük bir Osmanlı ordusu Viyana'yı ikinci kez kuşatmak .üzere yürü­ yüşe geçmişti. Ancak Polonyalılann da yardımıyla, kuşatma, bir Habsburg zaferiyle kınldı. Ostelik bu kez, 1 529'da oldu­ ğu gibi kuşatma Osmanlılann isteğiyle kaldınlmamıştı, geri çekilmek zorunda kalmışlardı. Devam eden savaş, Venedik ve Rusya'yı da bir Osmanlı karşıtı koalisyonun içine soktu. So­ nunda 1 699'daki Karlofça Antlaşmasıyla banş sağlandığın­ da, Osmanlılar tüm Macaristan ve Transilvanya'yı terk edip,

45

O S M A N l l - T Ü R K T A R i H i ( 1 7 7 4- 1 9 2 3 )

Belgrad' a kadar Tuna boyuna gerilemek zorunda kaldı. Büyük Petro komutasındaki Ruslar, Azov'u alarak ilk kez Karadeniz'e çıkmıştı. Gerileyen bir güç olan Venedik bile, Mora'yı ele geçir­ meyi başarmıştı. Osmanlılann daha önce fethedip hüküm sür­ dükleri Hıristiyan topraklardan ilk geri çekilişiydi bu. Olanlar, her Osmanlı sultanının tuğrasında bulunan umuzaffer daima" ibaresine biraz acı bir tat veriyordu. Her ne kadar içeriden ve dışarıdan zayıflatılmış olsa da, Osmanlı İmparatorluğunun büsbütün yıkılmasına daha çok zaman vardı. 111. Ahmed'in ( 1 703- 1 730) hükümdarlığının ilk yarısında, kaybedilen toprakların bazılan geri alındı. Büyük Petro'ya yenildikten sonra Osmanlılara sığınan İsveç Kralı XII. Karl'ın isteğiyle girilen kısa süreli bir savaşta Azak, 1 7 1 1 'de Ruslardan geri alındı. Rum-Ortodoks halkı Roma-Katolik yö­ netim altında ezilen ve yeniden Müslüman-Türk yönetimini arzulayan Mora, Venediklilerden geri alındı. Bu yılların tek ö­ nemli kaybı, l 7 1 B'de Pasarofça Antlaşmasıyla Avusturya Habs­ burglanna verilen ve ancak 1 739'da geri alınabilen Belgrad'dı. Ahmed döneminde, yüzeysel de olsa, Osmanlı İmparator­ luğunun havası değişir gibi olmuştu. Kalem ricalinden birisi 1 703'te ilk olarak sadrazam koltuğuna oturmuştu. Sadrazamın konutu olan Babıfili, 18. yüzyılda iktidar odağı olarak saraya ra­ kip çıkmaya başlamıştı. Değişme havası, özellikle l 7 1 B'i izleyen banş yıllarında, Sultanın savaştan kaçınıp lüks bir yaşama dal­ dığı dönemde öne çıkmıştı. m. Ahmed'in otuz bir çocuğundan biriyle evlenen Nevşehirli İbrahim Paşa da bu debdebeli yaşam­ da Sultana tam destek veriyordu. III . Ahmed'in hükümdarlığı sı­ rasında, oğullarının sünnetlerini ya da kızlarının düğünlerini kutlamak için sık sık şenlikler yapılıyordu. Günün gözde şairi Nedim, yeni dönemin havasını şu ünlü dizesiyle ifade ediyordu: UGülelim, oynayalım, dünyanın tadını çıkaralım. n m. Ahmed'in sarayındaki zevk arayışı genellikle sanatsal kanallara yöneliyor­ du. Müzik, şiir ve edebiyat destekleniyordu. İstanbul'da beş kü­ tüphane kuruldu ve Nedim, Sultanın kütüphanesinin başına ge­ çirildi. Lale yetiştiriciliği çılgınlığa dönüştü, bu da ill . Ahmed'in saltanatının son on iki yılına Lale Devri denmesine neden oldu. Dönemin yeni ilhamlarından birçoğu, doğrudan doğruya ya da

46

TARiHTE TÜRKLER

Fener'deki Rum cemaati aracılığıyla B atıdan geldi. Osmanlı el­ çisi Yirmisekiz Mehmed Çelebi, İmparatorluğa yararlı olabile­ cek Fransız kurumlannı incelemek üzere Paris'e gönderildi. En önemli yenilik, Macar kökenli İbrahim Müteferrika tarafından l 724'te kurulan matbaadır; ulema din kitaplannın basılmaması

koşuluyla matbaaya fetva verdi. İslamı kabul eden bir Fransız tarafından İstanbul'da bir tulumbacılar örgütü kuruldu. Batı­ lı askerlik tekniklerine de ilgi duyuluyordu, daha sonralan söz konusu ilginin pek sürdürülmemesine karşın, 1 730'larda, Kont Bonneval adındaki bir Fransız dönmesi olan Ahmed Paşa hum­ baracılann ıslahına yardımcı oldu. Ne var ki, Lale Devri'nde çok önemli bir dönüşüm olmadı. Yüzeysel Batılılaşma, saray zevkleriyle dönemin mimarisini etkilemiş olsa da, derinlere nüfuz edemedi. Aslında iktisadi güçlüklerin ve köylerden İstanbul'a yeni bir göçün yaşandı­ ğı bu dönemde, Frenk tarzına karşı halkta bir tepki uyandı. 1 730'da İran sınınndaki bir sefer sırasında m. Ahmed'in aske­ ri zayıflığı ortaya çıkınca, seyyar satıcı ve eski bir yeniçeri olan Patrona Halil önderliğinde İstanbul'da isyan çıktı, bu ayaklan­ mada halkın hoşnutsuzluğu dile getirildi. Sadrazam İbrahim Paşa isyancılara kurban verildi ve III. Ahmed tahttan çekildi. Lale Devri ve bir bakıma özgürlük havası da böylece sona erdi. Bu olayı izleyen yanın yüzyıl boyunca, aralıklı olarak, Batı bilgi ve tekniklerinden yararlanma girişimlerinde bulunuldu. Ancak l 739'dan 1 768'e kadar süren Muzun banş,n o zamanlar çok gerek duyulan askeri yeniden yapılanma ve reform yerine gevşeklikle sonuçlandı. Çevre eyaletler etkili bir merkezi dene­ timinden kurtulmayı sürdürdü: Kuzey Afrika çoktandır nere­ deyse bağımsız korsanlann eline geçmişti; Mısır, Irak, Lübnan ve birçok kabile toprağı da Sultanın denetiminden çıkıp, yerel güç odaklannın eline geçmişti. Anadolu ve Rumeli eyaletlerin­ de Osmanlı hanedanına bağlılık gösteren ayan, fırsat buldu­ ğunda sultanın otoritesini görmezlikten gelebiliyor ya da buna karşı çıkabiliyordu. l 768'den l 774'e kadar süren Osmanlı-Rus Savaşı, özellik­

le de bunu sona erdiren antlaşma, Osmanlı'nın kayıtsızlığına son verdi. Her iki tarafın da kötü savaşmasına karşın, Ruslar

47

O S M A N L l-TÜR K T A R i H i 1 1 7 7 4 - 1 9 2 3 )

son çarpışmayı kazandı. l 774'te imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması, o günden sonra hep hissedilecek olan sonuçlany­ la Osmanlı yenilgisini belgeledi. Kının, Osmanlı denetiminden çıkanlıp bağımsız yapıldı. Rusya, Karadeniz'in kuzey kıyısında tutunacağı ilk nokta olarak bir sahil şeridine kavuştu. tık kez Rus gemilerinin Karadeniz'de, Boğazlar ve Ç anakkale yoluyla ve tüm Osmanlı limanlarında serbestçe ticaret yapmasına izin verildi. İstanbul'da daimi bir Rus elçiliğine ve tüm Osmanlı İmparatorluğunda Rus konsolosluklanna izin verildi. Birkaç yıl içinde, il. Katerina, Kınm'ı ve Karadeniz kıyısında daha çok toprağı ele geçirdi; Babıali, yeni bir savaştan sonra, l 792'de bunu da kabul etmek zorunda kaldı. Ruslann ilerlemeleri Os­ manlılann reform çabalannı, özellikle de askeri kurumlarda reform yapılmasını kamçıladı.

Osmanlı'da Reform Çağı 1 8. yüzyıl sonlanyla 20. yüzyıl başlan arasında, Osmanlı yönetimi, hepsi Batılılaşma yolunda birçok değişim başlat­ tı. Yerleşik tarzlann değiştirilmesi süreci zaten aslen zordu. Birbirine paralel olaylar da ilerlemeyi engelleyip kesintiye uğrattı: Birçoğu Osmanlı topraklarının kaybıyla sonuçlanan dış saldırılar ve özerk yönetim ya da bağımsızlık peşindeki azınlık halklan arasında ayaklanmalar. Napoleon'un l 798'de Mısır eyaletini işgali, Osmanlı ülkesinin merkezi toprakla­ rının bile dış saldınlardan uzak kalamadığını açıkça gös­ terdi. Bundan sonra Türkler Ruslara karşı dört kez daha sa­ vaştı ( 1 806- 1 2 , 1 828-29, 1 853-56, 1 877-78), bu savaşlardan yalnızca biri - 1 850'lerdeki Kırım Savaşı- zaferle sonuçlandı, diğerlerinde ise Ruslar Osmanlı'dan toprak kazandı. Fran­ sa 1 830'da Cezayir'i ve 1 88 l 'de Tunus'u ele geçirdi; İngiltere 1 878'de Kıbrıs'ı, 1 882'de de Mısır'ı işgal etti; Avusturya 1 908'de Bosna'yı aldı ve İtalya da 1 9 1 1 'de Trablus'u (Libya) ele geçirdi. Son olarak, 1 9 1 2- 1 9 1 3'te, bir Balkan ülkeleri koalisyonu Os­ manlı İmparatorluğunun 1stanbul'u çevreleyen bölge dışında­ ki tüm Avrupa topraklannı ele geçirdi. Aynı dönemde Yunanis­ tan, Sırbistan, Romanya, Karadağ, Bulgaristan ve Arnavutluk bağımsızlıklarını kazandı, Ermeniler ve Araplar arasında da 48

TARiHTE TÜRKLER

milliyetçi kıpırdanmalar başladı. Bu koşullarda reform zordu ve kaydedilen ilerlemeler düzenli değil, kesintiliydi. Yine de savaş ve isyanlar reformları kamçılamıştı. 20. yüzyıl başların­ da, reform çabalarının toplu etkisi son derece büyüktü. 1. Abdülhamid ( 1 774- 1 789) bazı askeri yenileşme çabaları­

na girmişti ama bu çabaya yürekten atılan, halefi III. Selim'di ( 1 789- 1 807). Kafeste on beş yıl geçirmiş olmasına karşın, III. Selim yönetim işleri ve Avrupa hak.kında bazı bilgilere sahipti. Tahta geçtiğinde, üst düzey danışmanlarından gerekli reform­ lar hakkında raporlar istedi; Osmanlı silahlarını, askeri örgüt­ lenmesini ve askeri teknik okulları geliştirmeye başladı. Bu süreç sırasında kapılar, Batı etkisine eskisinden çok daha faz­ la açıldı. Çoğu Fransız birkaç yüz Avrupalı, Osmanlılar hesa­ bına çalışıyordu. Bazı Batılı tarzlar, hatta bazı laik kavramlar Osmanlı toplumunun üst kademelerine nüfuz etmeye başladı. l 742'de kapatılan matbaa yeniden, askerlik üzerine ve başka

gerekli konularda kitapların basımı için açıldı. III. Selim'in en önemli projesi, yozlaşmış yeniçerilerin yerini alacak modern bir ordu için yeni birlikler toplayıp yetiştirmekti. Yeni asker­ ler ithal tüfeklerle donatıldı, dar kırmızı pantolonlar ve mavi bereler giydirildi ve Batılı deneyimi olan subaylarca eğitildi. Fakat aralarında yeniçeriler ve ulemanın da bulunduğu gerici güçler III. Selim'i tehdit etti. O da soğukkanlılığını yitirerek teslim oldu, 1 807'de 20.000 kişilik yeni ordusunu terhis etti. İsyancılar III . Selim'i gene de tahtından indirdi. III. Selim di­ renmiş olsaydı, daha ileri düzeyde Batılılaşma hareketlerine de girebilirdi. Bunun yerine, geleneksel önyargılar ve altta ya­ tan çıkarlar, tehlike olarak algılanan yenileşme ve Kafir Frenk etkisi karşısında galip geldi. Kararlı bir reformcu olan II. Mahmud ( 1 808- 1 839) gerici­ lerin gücü yüzünden başlangıçta tedbirli davranmak zorun­ da kaldı. Yunan ve Sırp isyanları ile hırslı Mısır Valisi Kava­ lalı Mehmed Ali Paşa'nın isyanı da onu köstekledi. Sonunda, l 826'da il. Mahmud, eski ocağı teker teker modern taktiklerle

eğiterek yeniçeri tehlikesinden kurtulma planını tamamladı. Yeniçeri ağalarının planlan onaylamasına karşın, yeniçeri oca­ ğı yine ayaklandı. Fakat il. Mahmud, III. Selim'in tersine, tahta

49

O S M A N L l - T Ü U TA R i H i ( 1 7 7 A - 1 9 2 3 )

sadık bütün birlikleri topladı, medreselerdeki ilahiyat öğren­ cilerini bile silahlandırarak isyancıları ezdi. Divan-ı Harb'in kararlannı uygulamak için sekiz cellat haftalarca çalıştı. Türk­ lerin deyimiyle bu "Vaka-yı Hayriyenden sonra yeniçeri ocağı lağvedildi ve Batılı tarzda yeni bir ordu yavaş yavaş kuruldu. Prusyalı komutan Helmuth von Moltke askeri danışman olarak çağnldı; İtalyan besteci Giuseppe Donizetti bandoyu eğitmek üzere tutuldu; Amerikalı usta gemi yapımcısı Henry Eckford New York'tan getirtilerek İstanbul tersanelerinde dünyanın en iyi firkateynlerinin yapımı sağlandı. Yeni kurulan Harbiye'de ve Tıbbiye'de Batılı yöntemler, Batılı kitaplar, bazen de B atılı öğretmenler ortaya çıktı. Gitgide daha çok Osmanlı subayının, bürokratının ve diplomatının Fransızca öğrenmesiyle, bu dil, yeni fikir ve tekniklerin aktanlmasında düzenli bir araç haline geldi. Fransızcayı iyi konuşanlar Osmanlı yönetiminde yeni bir B atılılaşmış seçkinler grubunun üyeleri oldu. Merkezi yönetim de II. Mahmud tarafından yeniden şekillen­ dirildi. Sultan, eski arpalıklan lağvedip, Batılı tarzda ilk neza­ retleri (bakanlık) kurdu: Mühimmat-ı Harbiye (Savaş), Hariciye (Dışişleri), Dahiliye (İçişleri), Hazine. Ulemayı bazı resmi gö­ revlerden uzaklaştırdı. İlk resmi gazeteyi, Moniteur Ottoman 'ı kurdu; kısa bir süre sonra bunu, Türk gazeteciliğinin başlangı­ cını temsil eden Türkçe Takvim-i Vekayi izledi. II. Mahm.ud'un en çarpıcı manevrası, memurlannın cübbe ve sank giymelerini yasaklayarak, onlan siyah pantolon, istanbulin frak ceket ve fes giymeye zorlamasıydı. Fes kullanımı yaygınlaştıkça, bu ko­ ni biçimli kırmızı keçe başlık önce yeni bürokrasinin, sonra da genel olarak Osmanlı uyru.klannın simgesi oldu. II. Mahmud'un yaptıklan çoğunlukla yüzeyseldi. Fes, onu giyen kafada Batılı dı1şüncenin oluşmasını sağlamıyordu. Ancak yine de II. Mahmud ülkesini sağlam bir biçimde Ba­ tılılaşma yoluna soktu ve merkezi yönetimi yalnızca hükmeden değil, aynı zamanda yenileştiren bir gı1ç olarak yeniden kurdu. Önce diplomat, sonra Hariciye Nazırı, daha sonra da Sad­ razam olarak görev yapan, Fransızca konuşan bir Batılılaşma yanlısı olan Mustafa Reşid Paşa'nın desteğiyle, il. Mahmud'un halefi 1. Abdülmecid, benzer bir siyaset sürdı1rdü. Reşid

50

TARiHTE TÜRKLER

Paşa'nın eseri olan 1 839 tarihli Gülhane Hatt-ı Hümayunu, Tanzimat Devri diye bilinen kırk yıllık Osmanlı tarihinin ro­ tasını belirledi. Gülhane Hatt-ı Hümayunu, zorunlu askerlik, vergilendirme ve adalet alanında reformlar yapılmasını öngö­ rüyordu; bunun ötesinde, reformlann İmparatorluktaki herkes için, dinine bakılmaksızın eşit bir biçimde geçerli olacağı va­ adinde bulunuyordu. Bu, laiklik yolunda, her bireyi bir mille­ tin üyesi değil, bir Osmanlı uyruğu olarak düşünmek yolunda atılan önemli bir adımdı. 1 840'tan 1871 'e kadar Mustafa Reşid Paşa ve iki takipçisi, Ali Paşa ve Fuad Paşa, koşullar elverdiğince reformlan sür­ dürdü. Fransız modeline göre düzenlenen bir laik eğitim proje­ si başlatıldı; kurulan okullann en ünlüsü, eğitimin Fransızca sürdürüldüğü Galatasaray Lisesiydi. Ticaret ve ceza hukuku, gene Fransız modeline göre yeniden düzenlendi ama reformcu­ lar İslami yasalara göre düzenlenmiş olan medeni hukuka do­ kunmaya cesaret edemedi. Gözden geçirilen taşra yönetiminde, yani vilayet sisteminde, gene birçok yönüyle, departement1ar halinde örgütlenmiş Fransız sisteminden esinlenildi. Bu ve benzeri laikleşme, Batılılaşma yolundaki değişimler gelenek­ sel toplumun üzerine konuldu; bazı durumlarda iki tür kurum yan yana varlığını sürdürüyordu - eski medreseler ve yeni Batı okullan, geleneksel dinsel yasalar ve mahkemelerle modern laik yasalar ve mahkemeler. Bazı Osmanlı yurttaşlanna göre bu değişiklikler kafalan kanştınyordu, bazılan için tiksindi­ riciydi, bazılan için ise yetersiz. Tanzimat reformculannı eleştirenlerin arasında, 1 860 ve 1 870'lerde yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlayan gazetelerde yazan gazeteciler vardı. Bazı gazeteciler ve bazı devlet me­ murlan, kendilerini 'Yeni Osmanlılar' olarak adlandıran bir grubun üyesiydi. Abdülaziz'i ( 1 86 1 - 1 876) sorumsuz ve otori­ ter olmakla suçluyor ve istibdada son vermek için bir meclis açılmasını istiyorlardı. Önde gelen Yeni Osmanlılar, gizli işler çevirdikleri ortaya çıkınca, Paris'e kaçmak zorunda kaldı. Va­

tan yahut Silistre adlı oyunu, ilk oynandığı 1 873'ten bir yüzyıl sonra hala yurtsever duygulan uyandıran yazar Namık Kemal, Yeni Osmanlılann en ünlü üyelerindendir.

51

O S M A N L l - T Ü R K TAR i H i ( 1 77 4 - 1 9 2 3 )

1 875-1 876'daki bir Balkan krizi, aralannda Yeni Osmanlılar da bulunan reformculara meclislerine kavuşma fırsatı verdi. Abdülaziz tahttan indirildi ve darbenin önderleri bir anaya­ sa için destek sözü veren II. Abdülhamid'i ( 1 876- 1 909) tahta geçirdi. Darbenin önderlerinden Midhat Paşa başkanlığında, aralannda Namık Kemal'in de bulunduğu bir komisyon bir anayasa hazırladı. Anayasa (Kanun-u Esasi), 23 Aralık 1 876'da yürürlüğe girdi. Sonra meclis seçimleri yapıldı ve 1 877 ve 1 878 başlannda meclis iki oturum için toplandı ama milletvekilleri Abdülhamid'i fazla eleştirince, o da meclisi kapattı ve otuz yıl süresince de yeni seçim yaptırtmadı. Bu otuz yıl süresince Abdülhamid bir istibdat rejimi sür­ dürdü. Gitgide daha korkak ve baskıcı oldu, basını sansürledi, toplantılan yasakladı ve muhalefeti bastırmak için muhbirlere güvendi. Osmanlı entelektüelleri, biri açık biri gizli, çifte yaşam sürüyordu; yasadışı yapıtlar ve Abdülhamid karşıtı şiirler el­ den ele dolaşıyordu. Ne var ki, Abdülhamid, kitlelerin gözün­ de saygınlığını koruyordu. Dindarlığı öne çıkartmış, kendisini tüm Müslümanların halifesi ilan etmiş ve Şam'dan kutsal kent Medine'ye demiryolu inşasına hız vermişti. Teknik yönden ileri­ ciydi, çünkü ilk kez Kı nın Savaşı sırasında Türkiye'ye gelen telg­ raf şebekesini ve demiryolu sisteminin gelişmesini destekledi, bunun en önemli örneği Bağdat Demiryolu'dur. Orduyu da Al­ man askeri danışmanların gözetiminde geliştirmeyi sürdürdü. Ancak siyasal ve entelektüel baskı kaçınılmaz olarak bir muhalefet doğurdu. Bu kez muhalefetin önderleri, kendileri­ ni 'Jön Türkler' olarak adlandıran ve anayasanın yürürlüğe girmesini isteyen gruptu. Gizli bir dernek olan İttihat ve Te­ rakki Cemiyeti (İTC) genç subaylar, memur ve yazarlar ara­ sında genişledi. İttihatçıların bazılan sürüldü ya da kaçtı ve Avrupa'dan İmparatorluğa gizlice propaganda malzemesi sok­ tu. Özellikle Selanik bölgesindeki subaylar arasında muhalefet gruplan oluşmaya başladı ve Paris'teki İTC üyeleriyle ilişkiye girdiler. 1 908 yazında bazı ordu birlikleri isyan etti ve Sela­ ni.k.'teki İTC önderleri telgraf çekerek, Abdülhamid'in anaya­ sayı yürürlüğe sokmasını istedi. Korkuya kapılan Sultan 24 Temmuzda geri adım attı ve seçimleri ilan etti.

S2

TARiHTE TÜRKLER

Anayasanın yeniden yürürlüğe gireceği haberi, Osmanlı yurttaşlannı inanılmaz sevinç ve kardeşlik gösterileri arasın­ da sokağa döktü. Birçoğu, "anayasa"nın ne anlama geldiğini pek bilmiyordu ama hepsi yeni bir özgürlük gününün geldiği­ ni biliyordu. Bir bakıma özgürlük gelmişti. Basın artık özgür­ dü; gazeteler, siyasal yorumlar, karikatürler çoğaldı. Sürgün­ ler yurtdışından geri döndüler. Seçimler yapıldı ve meclisin ilk oturumu 1 908'in Aralık ayında başladı. Yeni rejim, küskün askerlerin ve gericilerin 1 909 Nisanında düzenlediği bir kar­ şı-devrimi atlattı; Selanik'ten gelen İTC'ye sadık bir askeri kuvvet ayaklanmayı bastırdı. II. Abdülhamid darbeye kanşmış göründüğü için Meclis-i Mebusan onun tahttan indirilme­ sine karar verdi. Tarihte ilk kez, seçilmiş bir meclis, Osman Bey'in soyundan bir sultanı tahtından indiriyordu. üstelik II. Abdülhamid'in halefi V. Mehmed'in ( 1 909 - 1 9 1 81 yalnızca bir kukla olmasına izin verildi. Osmanlı hanedanı hala hükümdar­ dı ama artık hükmetmiyordu. Bu olayı izleyen altı yıl boyunca, Osmanlı İmparatorluğunun siyasal yaşamı çalkantılıydı. Meclis genelde, artık açık bir siya­ sal partiye dönüşmüş olan İTC'nin denetimindeydi. Muhalifler, özellikle de Hürriyet ve İtilaf Fırkası mensuplan, İttihatçılann da fazlasıyla istibdatçı olmaya başladığını düşünüyordu. 1 9 13'e gelindiğinde bu kesinlikle doğruydu. 1 908'in İttihatçı kahrama­ nı, o günün Harbiye Nazın Enver Paşa ve Dahiliye Nazın Talat

Paşa, baskın hüküm.et üyeleriydi. İttihatçı egemenliği bir dış kriz döneminde, İtalyanlann Trablus'ta savaştıklan ve Balkan ülkelerinin saldınya geçtiği bir sırada olmuştu. Balkanlar'dan 200.000 kadar Türk muhacir İstanbul'a akın etti. Daralan İm­ paratorluk zorunlu olarak etnik açıdan daha az heterojen ve daha Türk ağırlıklı oluyordu. Bu, ideolojik açıdan da böyleydi. Tanzimat Devri'nin eşitlikçi Osmanlıcılığı yerini ağırlıklı olarak Türkçülüğe bırakıyordu. Türkçülüğün en önemli savunucusu, toplumbilimci ve sevilen bir yazar olan Ziya Gökalp'tı. Türkler için, kültürün Türk olması gerektiği konusunda ısrar ediyordu. Geleneksel Fars-Arap-İslam kültürü ve 19. yüzyılın Avrupalılaş­ mış kültürü, "serada yetiştirilen çiçekler gibin yapaydı. Ziya, ne İslamı ne de Avrupa uygarlığının en iyi yönlerini terk etmeye ya-

53

OSMANLl-TÜRK TARiHi ( 1 77 4-1 9 2 3 )

naşmaktaydı; o bunlann temel bir Türkçülüğe katkıda bulunup o potada eriyeceğini öne süriiyordu. Sonra, büyük oranda Enver Paşa'nın Almanlarla Rus karşı­ tı gizli bir ittifak konusunda görüşmeler yürütmesi sonucun­ da, Osmanlı İmparatorluğu kendini 1 9 1 4'teki Büyük Savaşın içinde buldu. Dört yıllık mücadele sırasında, Osmanlı ordu­ lan birçok cephede, genellikle savunma durumunda savaştı. Bir tek cephede açık bir şekilde zafer kazandılar. Bu, 1 9 1 5'te, İstanbul'un işgali amacıyla girişilen bir Fransız-İngiliz sal­ dınsı karşısındaki Gelibolu ve Ç anakkale savunmalarıydı. 1 9 1 6'da, İngilizlerin desteğiyle Hicaz'da bir Arap ayaklanma­ sı başladı. 30 Ekim 1 9 1 8'de ateşkes sağlandığında, Yavuz ve Kanuni'nin Suriye ve Irak'ta fethettiği bütün topraklar Os­ manlı yönetiminden kopanlmıştı. Savaş aynı zamanda, ön­ derleri yurtdışına kaçan İttihatçı yönetimin de sonu oldu. İn­ giliz, Fransız, İtalyan ve Yunan işgal kuvvetleri, İstanbul ve Boğazlar da içinde olmak üzere, stratejik topraklan denetim altına aldı. Yeni Sultan VI. Mehmed (Vahideddinl ( 1 9 1 8 - 1 922) pek sevilen bir kişi değildi, önderlik nitelikleri de pek yoktu. Bir umutsuzluk havası egemendi. Bu sırada, İtilaf Devletleri Osmanlı hükümetine 10 Ağustos 1 920'de imzalanan Sevr Ant­ laşmasını dayatmıştı. Bu, Osmanlı topraklannın tamamen dağıtıldığını belgeliyor, yalnızca Orta Anadolu'da hükümran bir Türk devletine izin veriyor ve İzmir çevresindeki bir Yunan bölgesi de içlerinde olmak üzere, çeşitli bölgelerde yabancı denetimini öngörüyordu.

Türkiye Cumhuriyetinin Kurulması Ne var ki, antlaşma imzalanmadan çok önce, bir ulusal di­ reniş hareketi doğmuştu. Önderi, daha çok 1 934'te aldığı Ata­ türk adıyla anılan Mustafa Kemal'di. Mustafa Kemal bir gene­ raldi, Osmanlı komutanlannın en başanlısıydı, ününe 1 9 1 5'te Gelibolu'da kavuşmuştu. Yenilgiden sonra ülkesini canlandır­ mak için, askeri müfettiş göreviyle İstanbul'dan Anadolu'ya hareket etti ve 1 9 Mayıs 1 9 1 9'da Samsun'a çıktı. Bunu izleyen dört yılda, bir ordu, bir hükümet ve bir devlet yarattı. Daha üst düzeyde bir siyasal birlik sağladı. Birçok Türkün hala ken54

TARiHTE TÜRKLER

dilerini bir yerel aidiyet içinde ya da Müslüman olarak, hatta sultan-halifenin uyrukları olarak görüp Türk olarak algılama­ dıkları bir dönemde bu zor bir işti. Türklerin verdiği adla Milli Mücadele sırasında, iki kong­ rede, bağımsız bir Türk toprağı için pazarlık edilemez asgari isteklerin belirtildiği Misak-ı Milli belirlendi. Sonrasında, ye­ ni seçilmiş olan Osmanlı Mebusan Meclisi, 1 920 başlarında İstanbul'da toplanarak bu misakı, Osmanlı politikası olarak benimsedi. Kısa bir süre sonra, bu yeni direniş belirtisi kar­ şısında, İngiliz silahlı kuvvetleri meclis üyelerinin birçoğunu tutukladı. Diğer üyeler İstanbul'dan kaçarak Ankara'da Musta­ fa Kemal'e katıldı ve beraberce 23 Nisan 1 920'de Büyük Millet Meclisi hükümetini kurdular. O andan başlayarak, Mustafa Kemal başkanlığındaki meclis, Türkiye'nin gerçek hüküme­ ti oldu. VI. Mehmed ve nazırları, hemen hemen hiçbir güçleri olmamasına karşın, işgal altındaki İstanbul'da kaldı. l 920'de, Ankara hükümeti, egemenliğin millete ait olduğunu ilan eden bir anayasayı onayladı. Böylece, daha bir cumhuriyet kurulma­ dan, kimse Mcumhuriyet" sözünü kullanmasa da, varlığı ortaya çıkmıştı. Mustafa Kemal için, halkın egemenliği yani Türk ulu­ sunun egemenliği buydu. 1 920- 1 922 arasında Büyük Millet Meclisi'nin hükümeti ve ordusu, Misak-ı Milli'de belirtilen toprakların çoğunun özgür­ lüğe kavuşmasını sağlayan, hem askeri hem de diplomatik ba­ şarılar kazandı. Sovyet Rusya ve Batılı güçler arasındaki ayrı­ lık Türklerin yararına kullanıldı, çünkü Fransız ya da İngiliz karşıtı bir amaç güdüldüğü sürece, Rusya askeri yardımda bu­ lunmaya hazırdı. Batılı güçler arasındaki uyum eksikliğinden de yararlanıldı, sonunda İtalyan ve Fransız işgal güçleri çekil­ di. Batılı işgalcilerin tersine, Yunanlar 1 920'de İzmir'den ha­ reketle bir saldın başlattı. Bu saldın, Mustafa Kemal'in silah arkadaşı İsmet İnönü tarafından İnönü Meydan Muharebesin­ de ve daha sonra da, Yunanlar Ankara'ya seksen kilometre ka­ dar yaklaştıklarında, Mustafa Kemal tarafından durduruldu. Sonrasında rüzgar değişti ve bir Türk saldırısıyla Yunanlar Anadolu'dan çıkartıldı. O noktada, Türklere etkili biçimde kar­ şı koyacak bir tek İngilizler kalmıştı ama onlar da artık pazar-

55

OSMANLl-TÜRK 'TAR i H i ( 1 774- 1 9 2 3 )

lığa razıydı. l 922'nin Ekim ayında imzalanan yeni bir ateşkes­ ten sonra, Lozan'de (İsviçre) yeni bir barış konferansı toplandı. İngiltere, Sultanın bükü.metine, konferansa temsilci gönder­ mesi yolunda çağrıda bulunmuştu, bu arada Mustafa Kemal Büyük Millet Meclisi'ni saltanatın kaldırılması yolunda ikna etmişti. Ateşli tartışmalardan sonra, 1 Kasım l 922'de saltanat kaldırıldı. VI. Mehıned bir İngiliz gemisiyle sürgüne doğru yola çıktı ve 600 yıl süren Osmanlı saltanatı da böylece sona ermiş oldu. Meclis, hanedanın bir üyesini halife olarak seçti ama ha­ life siyasal gücü bulunmayan dinsel bir simge olarak kalacaktı. İki yıl sonra halife de yurtdışına çıkarıldı ve halifelik kaldırıldı. l 922'deki Kemalist askeri zafer, sadece saltanatın sonunu

getirmekle kalmadı, l 923'te meydana gelen ve birlikte değer­ lendirildiğinde yeni Türkiye'nin sağlam bir şekilde kurulması­ nı simgeleyen üç olaya da yol açtı. Bunların birincisi, yedi ay süren sıkı pazarlıklardan, kesintilerden ve barış görüşmeleri­ nin neredeyse kopma noktasına gelmesinden sonra, 24 Tem­ muz l 923'te, tam yetkili Türk temsilcisi olarak İsmet İnönü'yle Lozan Antlaşmasının

imzalanmasıdır.

Sevr'de

dayatılanın

tersine, üzerinde özgürce uzlaşılan bu antlaşmayla, Türkiye bugünkü sınırlarına temel olarak kavuşmuş ve kapitülasyon­ lardan kurtulmuş oldu. İkinci olay ise, 13 Ekimde başkentin, 1 453'ten beri ilk kez, İstanbul'dan Ankara'ya resmen aktarıl­ masıdır. İstanbul, ölmüş İmparatorluğun kozmopolit başken­ tiydi; Anadolu platosundaki Ankara ise yeni doğan devletin daha Türk kimlikli merkeziydi. Son olarak, 29 Ekimde Meclis, Türkiye'nin resmen bir cumhuriyet olduğunu ilan etti; kurucu­ su Atatürk'ü ilk Cumhurbaşkanı, İsmet İnönü'yü de ilk başba­ kanı seçerek yaşamına başladı.

Modern Türkiye: Değişme ve Süreklilik 1 923'te resmen kurulduğundan beri, Türkiye artık yarım yüzyılı eşen bir süredir uluslar ailesinin bir üyesidir. Bu süre zarfında çok değişmiştir. Tamamen laik bir yönetim ve birçok laik kültür kurumu geliştirmiştir. Çok partili demokratik bir siyasal sistem kurmuştur. Barışçı bir dış politika sürdürmüş-

56

TARiHTE TÜRKLER

tür. Sanayileşme yoluna girmiştir. 1 920'lerden beri nüfusu üç katına çıkmıştır. Aynı dönemde okur-yazarlık oranı beş kat art­ mıştır. Kadınlar ülkenin siyasal, iktisadi ve kültürel yaşamında yepyeni bir rol oynamaktadır. Türklüğün anlamı -tamamen ye­ rel ya da dinsel bağlılıkların tersine, Türk ulusuna ve kültürüne aidiyet olarak- çok daha güçlenmiş ve yaygınlaşmıştır. Gelişen bu eğilimler engeller ve sorunlarla karşılaşmaktadır ama yolu­ na da devam etmektedir. Birçok yönden, Osmanlı İmparatorlu­ ğu zamanına göre kökten değişiklikler göstermektedir. Ancak süreklilik de vardır. Modem Türkler, Orta Asya'da­ ki ilk Türklerin İslam öncesi geçmişinin mirasçılarıdır. Ayru zamanda birçok İslam öncesi eski Anadolu uygarlığının da mirasçısıdırlar. Hem İslam geçmişlerinden, hem de Osman­ lı geçmişlerinden birçok şey almışlardır. Batılı geçmişten de birçok şey almış ve bugünkü Batının bir parçası olmuşlardır. Doğunun ve Batının, Asya'nın ve Avrupa'nın bütün bu mirasla­ rı modem Türkiye uygarlığında birbirleriyle kaynaşmıştır. Bu birliğin simgesi, 1 973'te açılan, bir kıyıda bir caminin yanın­ dan çıkıp diğer kıyıda Fransız tarzı bir sarayın yanına giderek Boğaz'ın iki yakasını birbirine bağlayan, iki kıtayı birçok geç­ miş ve tek bir gelecekle birleştiren köprüdür.

57

" RUS B E C ERİSİ VE TÜRK APTA L LI � I : " KÜÇ ÜK KAY NARC A ANTLAŞMASI NIN GÖZDEN GEÇİRİLMESİ"

Yaklaşık iki yüzyıl önce, 2 1 Temmuz l 774'te, Küçük Kaynar­ ca kasabasında,• Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu bir banş antlaşması imzaladı. Bu antlaşma yalnızca iktidar ilişkile­ rinde tarihteki en önemli dönüm noktalanndan biri olmakla kalmamış, aynı zamanda devlet ve bilim adamlan arasında da sürekli bir anlaşmazlık kaynağı olmuştur. Altı yıllık bir sa­ vaşı sonuçlandıran antlaşmanın koşullannın çoğunluğu açık, özetlemesi kolay ve etkileri açısından anlaşılır niteliktedir2 ama Osmanlı İmparatorluğunda Hıristiyanlığın korunması ve Rusya'nın İstanbul'da bir Ortodoks kilisesi inşa edebilmesiyle ilgili 7. ve 14. maddeler çok farklı yorumlara konu olmuştur. Esas sorun, Ruslann, bu antlaşma koşullanyla Osmanlı Hıris­ tiyanlannın koruyucusu olma hakkını elde edip etmediğidir. Birçok tarihçi Küçük Kaynarca Antlaşmasının Ruslara böyle bir koruyucu rolünü verdiğini düşünmektedir, aralanndan

Slavic Rewiew 35:3 (Eylül 1 976): 463 -483'ten alınmıştır. Bugünkü Bulgaristan'da, Silistre'nin güneyinde, Tuna'nın sağ yaka­ sında bir kasaba. Bazı maddelerin anlamı konusunda Ruslarla Osmanlılar arasında­ ki anlaşmazlıklar, özellikle Kının Tatarlanyla ilgili olanlar, 10 Mart l 779 tarihinde Aynalı Kavak'taki bir "Açıklayıcı Toplantıwda gide­

rilmiştir. Metin, Gabriel Noradounghian, Recueil d'actes intema­

tionaux de l'Empire ottoman içindedir, 4 cilt (Paris, 1 897- 1 903), s. 338-44. Bu ve 1 774- 1 779 arasında Kının hakkındaki diğer sorunlar için, bkz. Alan W. Fisher, The Russian Annexation of the Crimea, 1 772-1 783 (Cambridge, 1 970), s. 55- 1 1 1 . 58

KÜÇÜK KAYNARCA ANTLAŞMASININ GÖZDEN GEÇiRiLMESi

bazılanysa antlaşmanın, özellikle bu açıdan uRus becerisinin ve Türk aptallığının" bir örneği olduğu fikrini savunmaktadır. Başka tarihçiler, antlaşmaya göre böyle bir hakkın bulanık ol­ duğunu düşünmektedir. Başka bazı tarihçiler de böyle bir hak­ kın olmadığını ileri sürmektedir. Tarihsel kanıtlann bir daha gözden geçirilmesinin zamanı gelmiş de geçmektedir. İlk olarak yapılması gereken, Küçük Kaynarca Antlaşması­ nın metnine bakıp 7. ve 14. maddelerin Hıristiyanlann korun­ ması konusunda ne dediğini görmektir. Bu bağlamda, Ruslann İstanbul'da inşa edebilecekleri kilisenin niteliği -sıradan bir Rum-Ortodoks kilisesi mi yoksa bir Rus-Ortodoks kilisesi mi­ önemli gözükmektedir. Sonra, antlaşmanın diğer koşullanna ya da o devirde Ruslann Osmanlı Hıristiyanlannın koruyucu­ su olma taleplerine dayanak sağlamış olabileceği düşünülen olaylara bakılmalıdır. Son olarak, Rus becerisi ve Türk aptal­ lığı konusundaki yargının nereden kaynaklandığına ve bunun tarih yazımını nasıl etkilediğine bakılmalıdır. Burada Küçük Kaynarca Antlaşmasının bütünü tartışma konusu değildir ama kısaca özetlemekte yarar vardır. Antlaşmanın bir dönüm nok­ tası olarak Yakındoğu için önemi, iki yıl sonra ilan edilecek Amerikan Bağımsızlık Beyannamesi'nin Atlantik dünyası için oluşturduğu önem düzeyindedir. Antlaşma koşullanyla Rus­ ya, Karadeniz'in kuzey kıyısında stratejik bir tutunma noktası elde etmiştir. Aynı zamanda, Kınm'ı yutmasının bir ön adımı olarak, Tatarlann bağımsızlığını da kabul ettirmiştir. Eflak ve Boğdan'da da, bu prenslikler Osmanlılara bağlı kalmış olsalar da, önemli bir konuma oturmuştur. Artık Karadeniz'e, Boğaz­ lar yoluyla Akdeniz'e ve kara yoluyla da Osmanlı topraklanna rahatça yayılarak ticaret yapmak için ayncalıklar kazanmış­ tır. Osmanlılann başkenti olan İstanbul'da seçkin bir daimi diplomatik temsilcilik bulundurma hakkını, bunun yanı sıra Osmanlı topraklannın istediği yerlerinde konsolosluklar açma hakkını elde etmiştir. Bütün bu olanlar, yalnızca Rusya'nın u­ luslararası konumu açısından önemli bir sıçrama kaydettiğini değil, aynı zamanda bir zamanlann muazzam Türk gücünde de nispeten zayıflama olduğunu gösterir. Antlaşmayla Rusya'ya sağlanan kazançlar II. Katerina'yı çok sevindirmişti; çariçe as-

59

O S M A N L l - T Ü R K TAR i H i ( 1 7 7 4- 1 9 2 3 )

keri zaferden sonra bile b u kadannı ummuyordu. Konukları­ na ve haberleştiği kişilere sevincini yansıtmıştı. Müzakereleri yürüten Feldmareşal Kont Peter Aleksandroviç Rumiantsov'a, "Rusya'nın daha önce eşine rastlamadığıWJ bu antlaşmanın karşılığında, kendi bahçelerinde yetiştirdiği otuz ananastan o­ luşan bir armağan göndermişti. l 774'te ve iki İmparatorluğun bunu izleyen ilişkilerinde Rusya'nın kazançlan ve Türkiye'nin kayıpları o kadar açıktı ki, olayın önemi konusunda tarihçiler arasında hiçbir anlaşmazlık yoktur. Antlaşmanın iki yüzüncü yılı için bir yeniden değerlendirmeye gerek yoktur. Tek söyle­ nebilecek şey, 1 955 öncesinde Rusya'nın Yakındoğu'ya doğru attığı en önemli, belki de yegane adım olduğudur. Tartışma konusu olmayı sürdüren tek konu, Küçük Kay­ narca Antlaşmasının koşullanna göre, Rusya'nın Osmanlı İm­ paratorluğunda yaşayan Rum-Ortodoks halkları karşısındaki konumudur. Bu tartışma zaman zaman, özellikle 1 853'te, Rus­ ların Türkiye'deki Ortodoks soydaşlannı koruma haklan oldu­ ğunu iddia etmesinden ve Türklerin böyle bir hakkın olmadı­ ğını öne sürmelerinden çıkan Kınm Savaşı sırasında,4 hükü­ metler arası bir anlaşmazlık haline gelmiştir. Ancak tarihçiler arasında, Kırım Savaşının kökenlerinden bağımsız olarak Rus himayesinin varlığı konusunda çok farklı fikirler vardır. Bu tartışmalı görüşlerin yinelenmesi, antlaşma metninin neden yeniden ele alınması gerektiğini gösterecektir. Yelpazenin bir ucunda, Küçük Kaynarca Antlaşmasının doğrudan Ruslara Osmanlı İmparatorluğundaki Rum dinini ve Rum-Ortodoks kiliselerini koruma hakkını verdiğini öne süren tarihçiler vardır. Bu konum, yakın zamanda Fransızca aslından İngilizce çevirisi yayımlanan Paul Miliukov'un tariRumiantsov'a bir mektup taslağı, tarihsiz (y. 29 Temmuzdan 3 Ağustos 1774, O.S.) Sbomik imperatorskago russkago istoricheska­ go obshchestva'da (ileride SIRIO olarak bahsedilmiştir), 13 (1874): s. 429. Rusya'nın Küçük Kaynarca Antlaşmasının bir maddesine dayan­ dırdığı, kabul edilemez isteğiyle ilgili, Osmanlı İmparatorluğunun Rusya'ya savaş ilan ettiği 4 Ekim 1853 tarihli manifestoya bakınız. G.F. De Martens, ed., Nouveau recueil general des traites ... , 20 cilt, 22'de (Göttingen, 1843-75), c. 15, s. 548. 60

KÜÇÜK KAYNARCA ANTLAŞMASININ GÖZDEN GEÇiRiLMESi

hinde şiddetle savunulmuştur: uSon olarak -ve bu, Rusya'ya Türkiye'nin içişlerine karışma hakkı veren, çok önemli so­ nuçlara gebe bir maddeydi- Rusya'nın, sultanın Hıristiyan uyruklarının dinsel özgürlüklerini koruma ve onları ver­ gi tahsildarlarının baskılarına karşı savunma görevi kabul görmüştü."! Aşın terimlerle ifade edilmiş olmasına karşın -başka hiçbir tarihçi Türkiye'nin Rusya'nın Hıristiyanları koruma ugöreviniw kabul ettiğini söylememiştir- Miliukov'un görüşünün uzun ve s aygıdeğer bir geçmişi vardır. Edouard Driault benzer şeyler söyler: Küçük Kaynarca Antlaşmasın­ daki uifadelerle, Babıali, Rusya'nın 'Hıristiyan dinini sürekli korumasına izin vermiştir' (Madde VII) . . . #6 Bu görüş, Sergei Zhigarev'in görüşüyle paralellik taşır. Zhigarev, Babıali'nin Rusya'ya uTürk İmparatorluğunun bütün topraklarında Or­ todoks kilisesini koruma hakkı" verdiğini iddia etmektedir. Zhigarev ayrıca, Rusya'nın bu antlaşmayla, uDoğudaki Hıris­ tiyan nüfusu korumak amacıyla, tek taraflı olarak Türk İmpa­ ratorluğunun içişlerine karışma hakkı" elde ettiğini savunan Vladimir Ulianitskii'nin7 görüşlerini de onaylayarak aktar­ maktadır. Albert Sorel, Rus diplomat ve dış politika uzman­ larının savlarını kabul eder ve Doğu Sorunu üzerine yazdığı klasik yapıtında şu sonuca vanr: uBu antlaşma . . . Rusya'yı . . . Türkiye'deki Hıristiyanların dinsel bağımsızlıklarının . . . ko­ ruyucusu yapmıştır."8 Osmanlı İmparatorluğu konusunda önde gelen Avrupalı iki tarihçi de bu görüşü kabul etmiştir: Nichola Jorga, uRusya kendi dininden olanlar için koruma hakkını üzerine almıştır# der; Joseph von Hammer-Purgstall ise, daha 1 832'de, Küçük Kaynarca'nın uBıibıali'ye en düşman Paul Miliukov, Charles Seignobos ve L. Eisen.mann, History of Rus­ sia, tng. Çev. Charles Lam Markmann, 3 cilt (New York, 1 968-69). c. 2 , s. 1 1 1 . Aynı cümle Fransızca orijinalinde, Histoire de Russie, 3 cilt (Paris, 1932-33), c. 2, s. 580. Edouard Driault ve Michel Lheritier, Histoire diplomatique de la Grece, 5 cilt (Paris, 1 925-26), l , s. 143. Sergei Zhigarev, Russkaia politika v vostochnom voprose (Moskova, 1 896), s. 1 99-200. Albert Sorel, La Q uestion d'Orient au XVIII e siecle, 4. basım (Paris 1 902 ( 1 . basım 1 878)), s. 262. 61

OSMAN L l - T Ü R K TAR i H i ( 1 7 7 4- 1 9 2 3 )

Hıristiyan gücü . . . Hıristiyan dininin ve kiliselerinin koruyu­ cusu olarak tanıdığını" öne sürınüştür.9 Başka tarihçiler, her ne kadar Rusya'nın apaçık koruma hakkı elde ettiğini düşünmeseler de, Antlaşmayla Rusya'ya Hıristiyan uyruklar adına Osmanlı hükümetine resmi baş­ vuruda bulunma yetkisi verildiğine inanmaktadırlar. Sidney Harcave'in saygın kitabındaki tipik ifadede, antlaşma koşulla­ rına göre, Osmanlı İmparatorluğunun, "Rusya'nın istediği za­ man Türk Hıristiyanlan adına sultana baş�urma hakkı oldu­ ğunu kabul ettiğini"10 öne sürer. George Vernadsky bunu biraz değişik ifade eder: "Rus temsilcilere, Ortodoks kilisesiyle ilgili konulan sultanla görüşme yetkisi verilmiştir."11 Kitaplarda bu izlenim yansıtılmaktadır, bu noktada geniş bir görüş birliğine varılmıştır. 1 2

10

il

12

Nicholas Jorga. Geschichte des Osmanischen Reiches, 5 cilt (Gotha, 1908-13), c. 4, s. 511-12; Joseph von Haınmer-Purgstall, Geschichte des Osmanischen Reiches, 10 cilt (Pest, 1827-35), 8:447. Aynı doğ­ rultudaki görüşleri farklı vurgularla yansıtan tarihçiler arasında Emile Bourgeois, Sergei Goriainov, Bernard Lewis, Alfred Rambaud, L.S. Stavrianos ve Nicholas Zernov vardır. Sidney Harcave, Russia: A History, 6. basım (Philadelphia, 1968 [ l . basım 1952)), s. 157. George Vemadsky, A History of Russia, 6. basım (New Haven, 1969 [3. baskı 1971)), s. 167. İlk basım 1929. L.S. Stavrianos, The Balkans Since 1453 (N ew York, 1958), s. 192 ve Barbara Jelavich, A Century of Russian Foreign Policy, 1814-1914 (Philadelphia, 1964), s. 20-21, 7. maddenin bir bölümünü aktararak Rusya'nın temsil hakkı konusunda neredeyse birbirinin eşi sonuç­ lara varmaktadırlar. Genişletilmiş bir basım olan St. Petersburg and Moscow: Tsarist and Soviet Foreign Policy, 1 814-1 974'te (Bloo­ mington, Ind., 1974), s. 20-21, 7. maddeden birkaç sözcük daha ak­ tarmakta ve böylece de iddianın kapsamını daraltmaktadır. Sidney N. Fisher, The Middle East: A History, 2. basım (New York. 1968 (1. basım 1959), s. 251 içinde 12. ve 14. maddelerden söz ederek ama kuşkusuz 7. ve 14. maddeleri kastederek daha geniş bir görüş ileri sürmektedir. Rusya'nın temsil hakkı hakkında benzer görüşler öne sürenler arasında Cemal Tukin, "Küçük Kaynarcaw tsldm Ansiklope­ disi (İstanbul 1940-), cilt 6, s. 1069; Enver Ziya Karal, Nizam-ı Ce­ dit ve Tanzimat Devirleri (Ankara, 1970 [3. baskı); ilk basım 1947), s. 109; Norman E. Saul, R ussia and the Mediterranean, 1 797-1807 (Chicago, 1970), s. 8-9. 62

KÜÇÜK KAYNARCA ANTLAŞMASININ GÖZDEN GEÇiRiLMESi

Kimi tarihçilerin buna benzer ama o kadar katı olmayan bir göıiişüne göre, Küçük Kaynarca Antlaşması, çarların Osmanlı Hıristiyanlarının haklarını koruma hakkına ya da onlar adı­ na resmi başvuruda bulunma hakkına sahip olduklarını ileri sürmelerine yol açmıştır, çünkü antlaşmada bulanık, muğlak ifadeler içeren maddeler vardır. Michael Florinsky ve Hugh Se­ ton-Watson, antlaşmaya göre Rusya'nm Osmanlı Hıristiyan­ larını korumak için "iyi ifade edilmemiş" hakkına atıfta bulu­ nur.13 Charles ve Barbara Jelavich antlaşmada "anlamı belirsiz cümleler" göıiir; Akdes Nimet Kurat, antlaşmanın 7. maddesin­ de ukaranlık ve karışık ifadeler" görür; M.S. Anderson ise, aynı maddede, Rusya'ya, "İstanbul'daki kilise ve onun hizmetkarları adına" resmi başvuruda bulunma olanağı sağlayan, "muğlak ve tehlikeli olma olasılığı olan bir cümle"ye dikkat çeker. Tarihçi­ ler arasında destek bulan bu muğlaklık suçlamasını göstere­ cek birçok örnek verilebilir.14 Antlaşmada yer alan açık ya da muğlak ifadeler dolayısıyla Rusların Osmanlı Hıristiyanları adına müdahalede bulunma hakkı elde ettiğini düşünen tarihçilerden bazılan, bu antlaş­ mayı Rusların "becerisinin" ve Türklerin "aptallığının" renkli bir örneği olarak göıiirler. Fakat bu yargı, tarihçilerden de­ ğil, o dönemin bir gözlemcisinden, 1 774'te Habsburg hüküm­ darını İstanbul'da temsil eden Avusturyalı diplomat Franz Thugut'tan kaynaklanm aktadır. Thugut'un düşüncesi, yakın zamanda Akdes Nimet Kurat'ın Türk-Rus ilişkileri üzerine kaleme aldığı muazzam çalışmasında ve L.S. Stavrianos'un Balkan tarihinde aktarılmıştır. 15 Aynı yargı, Reşat Ekrem Ko13

14

15

Michael T. Florinsky, Russia: A History and an Interpretation, 2 cilt (New York, 1953; yeniden basım 1960), 1 :526; Hugh Seton-Watson, The Russian Empire, 1 801 -191 7(0xford, 1967). s. 46. Charles ve Barbara Jelavich, The Balkans (Englewood Cliffs, N.J., 1970), s. 35; Akdes Nimet Kurat, Türkiye ve R usya, xvm. Yüzyıl So­

nundan Kurtuluş Savaşına Kadar Türk-Rus nişkileri (1 798-1919) (Ankara, 1970), s. 28-30; M.S. Anderson. The Eastem Question, 17741923 (Londra, 1966), s. xi. Ayrıca bkz. Yahya Armajani, The Middle East, Past and Present (Englewood Cliffs, N.J., 1970), s. 196. Kurat, Türkiye ve R usya, s. 3 1 ; Stravrianos, The Balkans Since 1 453, s. 1 92. 63

O S M A N L l · T Ü R K TA R i H i ( 1 7 7 4- 1 9 2 3 )

ç u ( 1 934), Edouard Driault ve Michel Lheritier ( 1 925), J.A.R. Marriott ( 1 9 1 7), çok daha önce yine Driault ( 1 898) ve Zhiga­ rev ( 1 896) tarafından da aktanlmıştır. 16 Bu tarihçilerin çoğu, Thugut'un yargısını, Ruslann Osmanlı İmparatorluğundaki Rum-Ortodoks kilisesiyle ilişkilerinden söz eden maddeyle i­ lişkilendirmektedir. Hemen hemen hepsi, alıntı yaptıklan kay­ nak olarak Albert Sorel'i gösterdiği için, Sorel'in Doğu Sorunu üzerine etkili çalışmasının Thugut'tan tam olarak ne aktardı­ ğına bakmak yararlı olacaktır: Thugut, "Kaynarca Antlaşmasında peş peşe bu koşullann sıralanması, Rus diplomatlan açısından bir maharet mode­ li ve Türk müzakereciler açısından da ender rastlanacak bir aptallık örneğidir" demiştir. "Bu antlaşmanın koşullannın us­ taca birleştirilmesi sonucunda, Osmanlı İmparatorluğu, bu günden başlayarak, bir tür Rus vilayeti haline gelmiştir. Ge­ lecekte Rusya yasa dayatma konumunda olduğuna göre, beliti de birkaç yıl daha padişah adına hükmetmekle yetinecektir, ta ki ülkeyi tamamen ele geçirmek için zamanın uygun olduğuna karar verene kadar. . . "17

,.

Reşat Ekrem Koçu, Osmanlı Muahedeleri ve Kapitülasyonlan, 1300- 1920 (İstanbul, 1934). s. 102; J.A.R. Marriott, The Eastem Qu­ estion, 4. basım (Oxford, 1940 ( 1 . basım 1917]), s. 153; Driault ve Lheritier, Histoire diplomatique, 1:24; Edouard Driault, La Questi­ on d 'Orient, 8. basım (Paris, 192 1 (1. basım 1898]). s. 55; Zhigarev, Russkaia politika, s. 198. Marriott, 152. sayfada 12 ve 14. maddelere atıfta bulunur ama kuşkusuz 7. ve 14. maddeleri kastetmektedir. Zhigarev, Driault ve Lheritier, Thugut'un görüşünün biraz abartılı olabileceğini belirtirler ama Küçük Kaynarca Antlaşmasının Rus becerisini ve Türk aptallığını yansıttığı yolundaki genel değerlen­

l7

dirmesine katılırlar. Sorel. Question d'Orient,

s.

263-64. Sorel, Thugut'tan burada önemi

olmayan bir cümle daha aktanr. Yukandaki çeviri, Sorel'in Fran­ sızca metnine, F.C. Bramwell'in Sorel çevirisi olan The Eastem Qu­ estion in the Eighteenth Centu ry'den (New York, 1969 [ilk basım Londra, 1898]),

s.

250 daha yakındır. Yusuf Ziya'nın [Ôzerl Türkçe

bir çevirisi de çıkmıştır: 1 8. Asırda Mesele-i Şarkiye ve Kaynarca

Muahedesi (İstanbul, 19 1 1), bir de Marya Gomolinska tarafından Lehçe bir çeviri vardır, Kwestya Wschodnia w w. XVIII (Varşova,

1905). 64

KÜÇÜK KAYNARCA ANTLAŞMAS I N I N GÖZD EN GEÇiRiLMESi

Sorel kaynak olarak Thugut'un 17 Ağustos ve 3 Eylül 1 774 tarihli raporlannı aktanr ama Thugut'un raporlannı nasıl ele geçirdiğinden söz etmez. Bu noktaya birazdan döneceğiz. Yelpazenin öbür ucunda, antlaşmanın Ruslara yalnızca sı­ nırlı haklar verdiğini savunan tarihçiler vardır - daha sonra Rusya bu haklara çok genişletilmiş taleplerini dayandırma­ ya çalışacaktır. Nicholas Riasanovsky, kısa süre önce yazdığı bir Rus tarihinde bu görüşü en iyi biçimde ifade eder: uRusya İstanbul'da bir Ortodoks kilisesi inşa etme hakkını elde etmiş­ tir, Türkler ise Hıristiyan kiliselerini korumaya ve başkent­ te inşa edilecek yeni kilise adına Ruslann resmi başvuruda bulunabilme hakkını kabul etmeye söz vermiştir. Antlaşma­ nın Hıristiyanlarla ve Hıristiyanlann ibadetiyle ilgili koşul­ lan, Ruslann daha sonra Türkiye'ye ilişkin taleplerine temel oluşturmuştur."18 Bu görüş, genel olarak Theodor Schiemann, Bernard Pares ve B.H. Sumner tarafından da benimsenmiş­ tir - antlaşmanın Rusya'ya yalnızca "bahane" (Schiemannl ya da "talepler için temel" (Sumner) oluşturabilecek ya da daha sonralan ubazılan tarafından Rusya'nın himayesini ima eder nitelikte yorumlanabilecek" (Paresi sınırlı haklar sağladığı gö­ rüşü.19 Birçok diplomasi ve Yakındoğu tarihçisi de benzer bi­ çimde ihtiyatlı bir konum almıştır. 20 Bu görüşlerin hepsi doğru 18

19

20

Nicholas V. Riasanovsky. A History of R ussia, 2. basım (New York, 1969 [ l . basım 1963)), s. 294. Theodor Schiemann, Geschichte Russlands unter Kaiser Nikolaus I, 4 cilt. Berlin, 1904- 19), l :257-58; Bernard Pares, A History ofRussia, 4. basım (New York, 1946 [l. basım 1926)), s. 266; B.H. Sumner, Sur­ vey of Russian History (Londra, 1944). s. 238. Hans Uebersberger, Russlands Orientpolitik in den letzten zwei Jahrhunderten, 2 cilt (Stuttgart, 1913), 1:335-37 ve Sergei Pushkarev, The Emetgence of Modem Russia, 1801-1917 (New York, 1963 (Rusça l . basım, New York, 1956)), s. 344 de benzer görüşlere sahiptir; aynca bkz. Charles ve Barbara Jelavich, The Balkans, s. 35. Örneğin A.J.P. Taylor, The Struggle for Mastery in Europe, 1 848-1918 (Oxford, 1954 [New York, 1971]) adlı eserinde (s. 52, n. )), Harold Temperley'nin izinden giderek, "açıkça. Rusya'nın genel bir koru­ ma hakkı yoktu" der. Temperley'nin yargısı, England and the Near East: The Crimea (Londra, 1936) adlı yapıtta yer alır (s. 467-69). J.C. Hurewitz, Diplomacy tn the Near and Middle East, 2 cilt, (Prince65

O S M A N L l - T Ü R K TA R i H i ( l 77 A - 1 9 2 3 )

olamaz. Araştırmanın başlangıç noktası, açık bir biçimde, Ant­ laşma metni olmalıdır. Peki, antlaşma metni ne söylemektedir? Birçok tarihçi, özellikle de Batıdakiler, Küçük Kaynarca Antlaşmasının Fransızca ya da İngilizce çevirisinden yarar­ lanmıştır. Fakat gerek Fransızca, gerek İngilizce, antlaşmanın orijinal ya da resmi dili değildir. l 774'te üç resmi dil kullanıl­ mıştır - Rusça, Türkçe ve İtalyanca. Antlaşmanın 28. madde­ sinde de belirtildiği gibi, Feldmareşal Rumiantsov Rusça ve İtalyanca, Osmanlı sadrazamı Muhsinzade Mehmed Paşa ise Türkçe ve İtalyanca imzalamıştır. Görüldüğü kadarıyla, hiçbir araştırmacı bu üç versiyonu karşılaştırmaya kalkışmamıştır.2 1 Bu üç dilli antlaşmada, eğer Türkçe ve Rusça metinler arasın­ da tutarsızlık olursa, İtalyanca metin esas alınacaktı.22 Özelton, 1956), 1:54 içinde, Rusya'nın "7. ve 14. maddelerin serbest (ve kuşkulu) bir yorumuna dayanan" koruma hakkı "iddiasından" söz eder. Benzer görüşler için, aynca bkz. Alfred S. Stern, Geschicbte Europas.. 1815 . . . 1 871, 10 cilt (Stuttgart, 1894-1924), 8:35; A. Debi­ dour, Histoire diplomatique de l'Europe... (1814-1 878), 2 cilt (Paris, 1931 [ l . basım 1891)), 1:101 ve 2:86; Stanford J. Shaw, Between Old .

and New: The Ottoman Empire Under Sultan Selim m, 1 789- 1 807 21

22

(Cambridge, Mass., 197 1 ), s. 10; Armajani, The Middle East, s. 196. Kurat, Türktye ve Rusya, s. 29, 7. maddenin Rusça ve Türkçe me­ tinlerini karşılaştınr; Türkçe metnin çeviri yazısında önemsiz ha­ talar yapmıştır. Alan W. Fisher, The R ussian Annexation, s. 55, n. 2, Kınm'la ilgili maddelerin Türkçe ve Rusçalannın karşılaştırma­ sında bir tutarsızlık olmadığını söyler. Joseph L. Wieczynski, "The Myth of Kuchuk Kainarclji in American Histories of Russia" Middle Eastem Studies, 4, no. 4 (Temmuz 1968): 276-79, tarihçilerin sözle­ rini değerlendirmek için temel olarak yalnızca İngilizce bir metin kullanır. Rusça metin Polnoe sobranie zakonov rossiiskoi imperii (bundan sonra PSZ olarak anılacaktır), 134 cilt, (St. Petersburg, 1830-1916), Seri l , cilt 19, no. 14164, s. 957-67 içindedir; Dogovory Rossii s Vos­ tokom içinde, ed. T. luzefovich (St. Petersburg, 1 869), s. 24-41); ve

Sbomik gremot i dogovorov o prisoedinenii tsarstv i oblastei k Gosudarstvu Rossiiskomu v XVIl-XIX vekakh (Petersburg, 1922), s. 383-406. ônemsiz yazım farklıhklan dışında hepsi aynıdır. Sonun­ cusu Dışişleri Bakanlığı arşivinde, "Türkiye 1774" başlığı altında basılmış bir nüshadan söz eder. E .I. Druzhinina, Kiuchuk-Kainard­ zhiiskti mir 1 774 goda (egopodgotovka i zakliucbenie) (Moskova, 1955) adlı kitapta Antlaşmayı ek olarak basmıştır; s. 349'da PSZ 66

KÜÇÜK KAYNARCA ANTLAŞMASI N I N GÖZDEN GEÇiR iLMESi

lilcle 7. ve 14. maddeler, yukarıda.ki yargıların temelini oluş­ turdukları için, orijinal dillerde araştırmayı gerektirmektedir. metniyle "günümüz nüshası" arasında bazı farklılıklardan söz eder, bunlar antlaşmanın yapısını ve anlamını etkilememektedir. Birçok arşivi elden geçirmiş olmasına karşın, o bile Küçük Kaynarca'da imzalanan orijinal elyazması Rusça metne atıfta bulunmamakta­ dır. Bunun hala var olup olmadığını bilmiyorum. Ben PSZ metnini kullandım. İstanbul'daki Başbakanlık Arşivinde, Türkçe ya de İtalyanca oriji­ nele de rastlamadım. Ama orada eski, muhtemelen o günlerden kal­ ma elyazması bir kopya vardır (Ecnebi Defterler No. 83/1 , s. 1 39-49) ben de bunu kullandım. Bu, Muahedat Mecmuası, 5 cilt (İstanbul, Hicri 1 294-98 [Miladi 1 877/8- 1880/ll, 3:254-75'te yer alan resmi basılı metne kaynak oluşturmuş olabilir. Her iki metin de neredeyse birbirinin aynısıdır. Ahmet Cevdet, Tarih-i Cevdet, tertib-i cedid, 1 2 cilt; 6'da (İstanbul, Hicri 1301-9 [Miladi 1 883/4- 1 89 1/2)}, 1:285-95'de metni önceki ikisinden çok az farklılıklarla verir. Modem Türkçede tam bir metne rastlamadım. Reşat Ekrem'in (Koçu) Osmanlı Mua­ hedeleri (s. 1 02-4) yorumlar de içermesine karşın, yalnızca kısa bir özettir. İtalyanca metin, G.F. Martens, ed., Recueil des principaux traites... de l'Europe, 7 cilt (Göttingen, 1 79 1 - 1 80 1 ), 4:606-38 ve gene Mar­ tens, ed., Recueil, 2. basım, 8 cilt (Göttingen, 1 8 1 7-35), 2:286-322 içindedir; her ikisine de 1 774 Storia del Anno dan alınmıştır. Başka bir eksiksiz İtalyanca metin görmedim. Druzhinina, Kiuchuk-Kai­ nardzhiiskii mir'de (s. 274-75) "Arkhiv Vneshnei Politiki Rossii"deki orijinal İtalyanca elyazmasının yalnızca ilk ve son sayfalarının fo­ tokopisini basmıştır. Martens'in metniyle fotokopi İtalyanca ver­ siyon arasında yazım, sözcük biçimi ve hatta az da olsa sözcük kullanımında bazı farklılıklar vardır ama bunlar anlamı etkileme­ miştir. Eksiksiz İtalyanca metin ve hala mevcutsa Rusça orijinal Moskova'da yayımlanırsa büyük bir hizmet olacaktır. Benzer biçim­ de, eğer bir Türk bilim adamı İstanbul'daki orijinal Türkçe ve İtal­ yanca metinleri onaya çıkarabilirse, yayımlanmaları sevinç uyandı­ racaktır. Martens, Recueil, 1 . basım, 1 :507-22, antlaşmanın Fransızca "özel bir çevirisini" vermiştir, bu, yüksek olasılıkla Storia del Anno daki İtalyanca metinden çevrilmiştir. Noradounghian, Recueü, 1 : 3 1 9-34 ya İtalyancadan ya da Türkçeden Fransızcaya başka bir çeviriyi içe­ rir. George Vernadsk:y ve diğ., A Source Book for R ussian History. . 3 cilt, (New Haven, 1 972), 2:406-7 bazı PSZ kaynaklı alıntıların ba­ ğımsız bir İngilizce çevirisini verir. Fransızca ve İngilizceye diğer çeviriler için aşağıdaki 36 ve 37 sayılı notlara bakınız. '

'

.

67

O S M A N L l - T Ü R I( T A R i H i ( 1 77 4 . 1 9 2 3 )

Bereket versin, 7. madde Türkçe ve Rusça metinlerde önem­ siz farklılıklar göstermektedir. En önemli fark, Rusça metin­ de Babıali'nin Hıristiyan dini için usavunma" ya da "koruma"

(zaşçita) sözü vermesi, Türkçe metinde ise kullanılan sözcüğün (sıyanet) sadece "muhafaza" ya da ukoruma" anlamına gelmesi ama genelde daha güçlü bir ifade olan "savunma" (himaye) ol­ mamasıdır. En doğrusu, 7. madde için hakem metin olan İtal­ yancaya başvurmak ve bunu olabilecek en açık biçimde İngi­ lizceye çevirmektir. 7. madde şöyle der: "Babıali, Hıristiyan Dinine ve Kiliselerine sıkı bir koruma sözü verir; aynca, Rus İmparatorluk Sarayının elçilerine, aşa­ ğıda sözü edilen ve XIV. maddede atıfta bulunulan, İstanbul'da kurulacak kiliseyi ve kiliseye hizmet edenler adına her fırsatta çeşitli biçimlerde Babıali'ye resmi başvurularda bulunma izni verir ve elçilerden gelen bu resmi başvurulan, komşu ve sami­ mi dost bir devletin saygıdeğer bir kişisinden gelmiş olarak dikkatle kabul edeceğine söz verir." İtalyanca metin Rusça metni doğrulamaktadır - Osmanlı hükümeti, öylesine bir "muhafaza" değil, ukoruma" konusunda söz vermiştir. Rusça metin aynı zamanda Rus elçilerinin baş­ vurularını Babıeli'nin "dikkate alacağına" söz vermiştir; Türk­ çe metinden Babıali'nin, başvurulan yalnızca "kabul edeceği" anlaşılmaktadır. İtalyanca metinde, "dikkatle kabul edeceği" denilerek Rusça metin doğrulanmaktadır. Ancak 7. madde, daha önce öne sürülen yargılarla bağ­ lantılı olarak bir bütün halinde ele alındığında, birçok bilim adamının tavrı ciddi biçimde sorgulanabilir. 7. maddede ger­ çekten Osmanlı Hıristiyanlan üzerinde bir himaye kabul edil­ miştir, ancak bu, Osmanlı hükümetinin kendisinin sağlayacağı bir himayedir. Madde bu konuda muğlak değil, açıktır. Aslında bu koşulun kesinliği, geniş anlamda himaye gücünün özellikle Türkiye'de olduğu, dar anlamda himaye gücünün de Rusya'da olduğu yolunda iki kabulün yan yana getirilmesiyle vurgulan­ maktadır. Söz konusu güç son derece kesin biçimde ifade edil­ miştir. İstanbul'da Rusya'yı temsil eden elçiler, bir tek kilise ve ona hizmet edenler adına resmi başvuruda bulunma hakkına sahiptir. Eğer, Rusça ve Türkçe antlaşma metinlerinde belirtil-

68

KÜÇÜK KAYNARCA ANTLAŞMASININ GÖZDEN G E Ç l � I LMESI

diği gibi uona hizmet edenler" yalnızca din adamlan ve hizmet­ lilerse, Rusya'nın, adına resmi başvuruda bulunabileceği mü­ min sayısı azdır.23 İtalyanca cümlenin anlamı, tüm bir cemaati, belki birkaç yüz kişiyi içerecek biçimde esnetilebilir ama çok büyük olasılıkla bu cümle bu ağırlığı taşıyamayacaktır. Ne var ki, 7. maddenin Rusya'ya Osmanlı İmparatorluğundaki tüm Ortodoks kiliseler ya da tüm Ortodoks inananlar adına, hatta çok sayıda kilise ve inanan adına resmi başvuruda bulunma hakkı verdiğini ifade etmek, bir hayal ürünüdür. Rusya'nın yetkisi konusundaki koşul kesindir, anlamı da açıktır; yanlış yorumlama tehlikesine yol açacak bir muğlaklık söz konu­ su değildir. Rusya'nın resmi başvuruda bulunma yetkisinin, Babıali'nin koruma sözü verdiği Hıristiyan dinini kapsadığını önermek, belgenin anlamını tahrif etmek demektir. Rusya'nın Osmanlı hükümeti nezdinde resmi başvuruda bulunma yetkisi, 14. maddede daha kesin biçimde tanımlanan bir kiliseyle ilgilidir. Rusça metinle Türkçe metin yine çeliş­ memektedir, ama Türkçe metinde daha ağdalı sözcükler kul­ lanıldığı için, burada da en iyi rehber İtalyanca versiyondur. İtalyanca metinde şöyle denilmektedir: "Yüce Rusya Sarayı, diğer devletler örneğinde olduğu gi­ bi, Elçilik Kilisesinden ayn olarak, Galata bölgesinin Beyoğlu Caddesinde bir kilise yaptırma hakkına sahip olacaktır, bu ki­ lise halka açık olacak, Ruso-Grek adı taşıyacak ve her zaman bu İmparatorluğun temsilcisi tarafından bakılıp korunacak ve hiçbir tacize ve zorbalığa hedef olmayacaktır. "24 Bu durumda, Rus elçisinin koruyacağı ve adına resmi baş­ vurularda bulunacağı kilise, sıradan bir Rum-Ortodoks kili­ sesi olmayacak, Rum usulüne göre bir Rus kilisesi olacaktı.2'

24

28

Burada Rusça terim "çalışanlartt anlamına gelir; Türkçesi "memur­ lartt anlamındadır; İtalyancası biraz daha geniş bir anlama sahip­ miş gibi durmaktadır. Galata, İstanbul'da Haliç'in kuzeyinde, Avrupalılann çoğunluğunun ve birçok yerli gaynmüslimin yaşadığı bölümdü. Avrupa elçilikleri çoğunlukla Beyoğlu'ndaydı; Beyoğlu artık, o zamankinin aksine, bir caddenin değil bir semtin adıdır. Yabancılar, Beyoğlu'nun Rumcası olan Pera'yı kullanıyordu. "Russo-Grek" ibaresi İtalyanca "cbiamata Russo-Greca" olarak geç­ mektedir. Chiamata yalnızca "unvanına sahip" anlamına gelmez, 69

O S M A N L l - T Ü R K TAR i H i ( 1 774- 1 9 2 3 )

B u , farklılık içermeyen bir fark olarak görülebilir. Eninde sonunda, Rus ve Rum kiliseleri temelde aynıdır. İkisi de aynı gelenekten gelir. Her ikisi de normal koşullarda Aziz İoannes Khrysostomos'un ayin usullerini kullanır. Ancak Osmanlılar bağlamında farkın önemli olduğu görülmektedir. Yeni kilise, İstanbul'daki diğer Ortodoks kiliseleri gibi, İstanbul Rum­ Ortodoks Patriği'ne bağlı olacağı yerde, Rus koruması altın­ da olmasıyla tek olacaktı. Eski Slavca kullanılacaktı; bu dil, İstanbul Rumlarına, Moskova Ruslarına olduğundan daha da yabancıydı.26 Üstelik eğer 14. maddedeki sözcük seçimi rehber oluştura­ caksa, Rus ve Rum kiliseleri arasındaki aynın kasıtlıydı. "El­ çilik Kilisesinden ayn olarak" yeni kilise, aynı biçimde elçinin ülkesinin ulusal kilisesini, bu durumda Rus kilisesini temsil edecekti. Dahası, yeni kilise, udiğer devletler örneğinde oldu­ ğu gibi" olacaktı. Diğer devletler, Fransa ve Avusturya (Kato­ lik) ile İngiltere ve Prusya (Protestan) idi. Her ne kadar Pro­ testan güçlerin, korumaları altında kiliseleri yoksa da, Fransa ve Avusturya'nın her biri, elçilik kiliselerinin dışında, Beyoğ­ lu'ndaki bir Roma-Katolik kilisesinin koruyucusuydu. Bu kili­ selerde Avrupalı din adamları hizmet veriyordu, ibadete gelen­ lerse genellikle yabancı uyruklulardı.27 Kuşkusuz 14. maddede

26

"temel belirleyici özelliklerine sahip" demektir, bu da antlaşmanın l l . maddesinde açıkça görülı1r. Isabel Florence Hapgood, Service Book of the Holy Orthodox-Cat­ holic Apostolic (Greco-Russianl Church, Compiled, Translated, and

Arrangedfor the Old Church-Slavonic Service Books of the Russian Church, and Collated with the Service Books of the Greek Church, (Boston, 1 906). Aynca bkz. John Glen King, The Rites and Ceremoni­ es of the Greek Church, in Russia (Londra, l 772 [yeniden basını New 27

York, 1 970]), s. vii, 5, 47, 133. Osmanlı İmparatorluğundaki önemli yerli Katolik grupları, Suriye, Lübnan, Sırbistan ve Arnavutluk'ta yaşamaktaydı. İstanbul'daki Latin Katoliklerin çoğunluğu muhtemelen yabancıydı. Joseph von Hammer-Purgstall. Constantinopolis und der Bosporos, 2 cilt (Os­ nabriick, 1 967 [orijinal basım 18221), 2:1 26-27, Beyoğlu'ndaki koru­ ma altındaki kiliselerden söz eder; Robert Mantran, lstanbul dans la seconde moitie du XV1l siecle (Paris, 1 962), s. 73 , 561 -62, daha önceki devirlerde Fransız koruması altındaki kiliseler üzerine bil70

KÜÇ Ü K KAYNARCA ANTLAŞMAS I N I N GÖZDEN G E Ç i R i LMESi

yeni Rus kilisesinin öncelikle yabancılar için olacağı belirtil­ miyordu; bu, Antlaşmada "muğlaklık" suçlamasının yöneltile­ bileceği bir bölümdü. Ne var ki, 1 774'te, ifade hiç de muğlak olmayabilirdi. O günlerde, uzun süredir İstanbul'da yaşayan ve hem Türk hükümetinin hem de Avrupalı diplomatik çevrelerin yabancısı olmayan bir diplomatın, Küçük Kaynarca Antlaşma­ sının Rus elçisine "Pera semtinde, kendi yurttaşlarının kulla­ nımı için bir kilise inşa etme özgürlüğü verdiğini"28 yazmış ol­ ması, belirleyici olmasa bile önemlidir. Söz konusu yurttaşlar, büyük olasılıkla tüccarlar ve hacılardı çünkü Küçük Kaynarca Antlaşması, Rus tüccarlarına Osmanlı İmparatorluğu'nda ka­ ra ve deniz yoluyla ticaret yapabilmeleri için geniş özgürlükler veriyordu, İstanbul'un onlara açık olduğu kesin bir biçimde belirtiliyordu ( 1 1 . madde). Dahası Antlaşma, Rusların hem din adamlarına hem de sıradan yurttaşlarına, Kudüs'e ve di­ ğer merkezlere hac için sınırsız haklar sağlıyordu (B. madde). Bugün Galata'da, eskiden büyük hacı gruplarına ve kuşkusuz, tüccarlara hizmet vermiş, iki üç Rus kilisesi halen varlığını sürdürmektedir. 29 Yeni kilisenin Rum değil Rus olacağı sonucuna varılma­ sına neden olan iki kanıt daha vardır. Birincisi, 1 772-73'te Budapeşte'de sonuçsuz kalan barış görüşmeleri sırasında, es­ kiden İstanbul'da temsilci olarak görev almış olan Rus görüş-

28

29

gi verir. Osmanlı İmparatorluğunda çok az Protestan vardı; hemen hemen hepsi yabancıydı. Ignatius Mouradgea d'Ohsson, Tableau generale de l'Empire Otho­ man, 2. basım, 7 cilt, 8'de (Paris, 1 788- 1 824), 7:463-64. İsveç adına önce baştercüman sonra da maslahatgüzar olan d'Ohsson bezen hata yapar, bu pasajda de daha önce Rusya'nın Eflak ve Bağdan vilayetlerinde kazandığı hakların tüm Osmanlı lmpareiorluğunu kapsadığını söyleyerek hata yapmıştır. Ama kilise hakkındaki ifa­ desi basittir ve muhtemelen l 774'ün anlayışını yansıtmıştır. Daha önce de belirtildiği gibi, Avrupalılar "Beyoğlu" yerine genellikle "Pera" derdi. J.W. Zinkeisen, Geschichte des Osmanischen Reiches in Europa, 7 cilt (Hamburg, 1 840-63), 5:3 Galata'da inşa edilecek Rum kilisesinin Rus uyruklular için olduğunu söylemiştir. Bu kiliseler, 1. Dünya Savaşından sonra İstanbul'a akın eden Rus mülteci cemaatine de yaramıştır. Bu cemaat artık azalmış ve kilise­ ler de geride kalan yaşlı inananlann ihtimamına terk edilmiştir. 71

O S M A N L l -T Ü R K TAR i H i ( 1 7 7 4 - 1 9 2 3 1

meci A.M. Obreskov'un verdiği ilk kilise önerisinin niteliğidir. Bu öneri, görüşmelerin diğer belgeleriyle birlikte, Rus araştır­ macı E .I. Druzhinina tarafından ortaya çıkarılmıştır. Druzhini­ na, Obreskov'un, kendi inisiyatifiyle, İstanbul'da bir kilise in­ şa edilmesini önerdiğini, çünkü bazı yerli Rum-Ortodoksların, Beyoğlu'nda kendilerine ait bir kilise olmadığı için Rus elçilik konutundaki özel şapele geldiğini belirtmektedir. Söz konusu Rum-Ortodoksların bir kısmı, Rus koruması altında bir kilise inşa edilmesi için Rusya'nın nüfusunu kullanması konusunda Obreskov'a dilekçeyle başvurmuş, Obreskov da bunun onlar üzerindeki Rus etkisini arttıracak olumlu bir girişim olduğu­ nu düşünmüştü. Fakat Beyoğlu Rumları bunun Rus tüccarlar için bir kilise olmasını önerdiler, çünkü böyle bir gerekçe ol­ maksızın Osmanlı hükümeti resmen Rus korumasındaki bir kilisenin inşasına izin vermeyebilirdi. Obreskov, Bükreş'teki Türk görüşmecilere bu öneriyi getirdiğinde, bunu "Rum-Rus inancına bağlı din adamları" için bir kilise olarak sundu; kuş­ kusuz, Kudüs'e giden hacıları kastetmekteydi. Türk görüşme­ ciler, bu konuda aldıkları bir talimat olmadığından itiraz etti­ ler, Obreskov da üstelemedi. Ancak böyle bir kilise konusunda Obreskov'un hazırladığı madde tasarısı, görüşmelere daha sonra Küçük Kaynarca'da yeniden devam edildiğinde canlandı­ rıldı ve 14. madde olarak yeni antlaşmaya kelimesi kelimesine sokuldu.30 Türk ve Rus görüşmeciler açısından 14. maddenin anlamı, Rus din adamları ve anlaşıldığı kadarıyla, diğer hacı ve tüccarlar için bir Rus kilisesinin kurulmasıydı. İkinci kanıt, üç antlaşma metninin karşılaştırılmasıyla ortaya çıkmaktadır. Her metin, 14. maddede, Beyoğlu'nda bir "Ruso-Grek" kilisesinden söz etmektedir.31 Eğer görüşmeci­ ler sıradan bir Rum-Ortodoks kilisesinden söz etmiş olsaydı, bunu sadece uGrek" sözcüğünü kullanarak yapabilirdi. Bu, 1 6. maddede Osmanlı uyruklarının Rum-Ortodoks dininden söz 3C

31

Druzhiniha Kiuchuk-Kainardzhiiskii mir, s. 220-24, 296, 348 ve 346. sayfadaki madde taslağı (burada madde 23). Aslında Rusça metinde "Greko-Rus" denmektedir, bu konuda İtal­ yanca metin Türkçesini destekler ve "Ruso-Grek" der. Aradaki farkın bir önemi yok gibidir 72

KÜÇÜK KAYNARCA ANTLAŞMASININ GÖZDEN GEÇiRiLMESi

ederken "Grekn terimini kullanmalarıyla açıklığa kavuşmakta­ dır. En açıklayıcı olan Türkçe terimdir. Türkçe metinde "Rum" denmektedir.32 Bu, Grek yani Yunan için Türklerin kullandığı terimdir. "Grek," Türkler tarafından bilinmeyen bir terimdi; tıpkı Türkçe metnin 14. maddesi'nde kurulacağından söz edi­ len uRuso-Grek" kilisesi gibi yabancı bir sözcüktü. Eğer Os­ manlı İmparatorluğundaki Rum-Ortodoks halk için kurulacak bir Rum-Ortodoks kilisesi söz konusu olsaydı, kuşkusuz Türk­ çe metinde, 14. maddede de "Rum" sözcüğü kullanılmış olurdu. Bu uzun açıklama ve metinsel eleştiri bir işgüzarlık örne­ ği olarak görülebilir. Ancak antlaşmanın daha önce sözü edi­ len geniş yorumlan düşünüldüğünde, Rus elçilerinin Babıali nezdinde resmi başvuruda bulunabileceği tek kilisenin Rum değil, Rus kilisesi olduğunu belirlemek yararlıdır; ithal kilise, kuşkusuz Rum usullerine göre ayin yapılan ama öncelikle Rus­ lara yönelik olacaktı. Buradan, Küçük Kaynarca Antlaşmasına göre Rusya'nın, Osmanlı İmparatorluğundaki Rum-Ortodoks kiliseleri ya da Rum-Ortodokslar adına resmi başvuruda bu­ lunma hak.kına sahip olduğu sonucunu çıkartmak, çok büyük bir yanılgıdır. O zaman eğer ne 7. ne de l4. madde, Rusya'ya resmi başvu­ ru, koruma ya da müdahale hakkı verildiği yargısına varmak için bir temel sağlamıyorsa, bu görüşler nereden kaynaklanı­ yor olabilir? Olası yanıtlar içind� üçü, Antlaşma metnine ve Küçük Kaynarca'da imzaların atılmasından sonraki yıl yapılan yoruma bağlıdır. İlk olarak, Antlaşmanın 7. ve 14. dışındaki üç maddesi, ki­ lise yapımı ve onarımı gibi konularda Hıristiyan haklan le­ hine Babıali'nin belirgin vaatlerini içerir. Bu maddelerin her biri, l 768'den 1 774'e kadar süren savaş sırasında Ru�lann ta­ mamen ya da kısmen işgal ettikleri ve Antlaşma koşullarına 32

Küçük Kaynarca Antlaşmasının 1 6 . madde, 9. paragrafı, Eflak ve Boğdan prenslerinin İstanbul'da, efendilerini Babıill katında tem­ sll edecek olan maslahatgüzarlar bulundurmalanna olanak sağlar. Bunlar, "Grek dininden" Hıristiyanlar olacaktı - İtalyancada "del­ la Rellgione Greca." Rusçada "Grecheskago zakona" ama Türkçede "Rum mezhebinden." 73

O S M A N L l-TÜU T A R i H i ( 1 7 7 4- 1 9 2 3 1

göre Osmanlılara bırakacaklan bir bölgenin halkıyla ilgilidir - Eflak ve Boğdan ( 1 6. madde), Ege Adalan ( 1 7. madde) ve Gür­ cistan ile Mingrelya (23. madde). Gürcistan ve Mingrelya ile ilgili madde, o bölgelerin işlerine Rusya'nın müdahale hakkı olmadığını da belirtir. Adalarla ilgili maddede bu konudan söz edilmez, Eflak ve Boğdan hakkındaki maddede ise Rusya'ya bu prenslikler adına belirli bir resmi başvuru hakkı verilmiş, Babıali de bu başvurulan dikkate alma sözü vermiştir. Bu res­ mi başvuru yetkisi gene kesindir ve söz konusu iki prenslikte sınırlıdır ama bir tek kilise adına resmi başvuruda bulunma hakkından çok daha önemlidir. 1 6 . madde Ruslara Osmanlı İmparatorluğu içinde genel bir hak vermez ama kuşkusuz ile­ ride bu maddelerin anlamı bulandınlabilir ya da değiştirilebi­ lirdi, hatta böyle yapılmıştır. İkinci olarak, Antlaşma imzalandıktan sonra ya Katerina ya da yakın bir dawşmanı, antlaşmaya, Osmanlı İmparatorluğun­ daki Hıristiyan haklan üzerinde daha fazla duracak şekilde ye­

ni bir anlam verme fırsatı bulmuştur. Savaş sırasında Rusya, Osmanlı Hıristiyanlannı cesaretlendirip, cephe gerisinde ken­ dilerine destek sağlamayı denediyse de, banş görüşmeleri sıra­ sında Tatarların bağımsızlığı, toprak kazançlan ya da seyrüse­ fer haklan gibi konulann yanında Hıristiyanlann ha.klan çok önemsiz bir rol oynamıştır. iL Katerina'nın banş koşulu olarak öne sürdüğü ilk önerilerde, Hıristiyanlar hakkında çok az şey vardı.33 Bu konudaki birçok öneriyi Obreskov sonradan ekledi. Sonunda Antlaşma imzalandığında, doğal olarak anlaşılacağı üzere, 7. ve 14. maddelerden dolayı değil, siyaset, toprak kaza­ nımı ve ticarete ilişkin maddelerden dolayı Katerina tarafından neşeyle karşılandı.34 Gene de, 1 775 Martında, karşılıklı onay­ lamalar geçirildiğinde, Katerina, Osmanlı İmparatorluğundaki 33

Druzhinina,

Kiuchuk-Kainard.zbiiskii mir;

s. 1 1 1 ve 295; "Expose

confidentiel au Pr Lobkowitz" 16 Mayıs 1 77 1 , SIRIO, 97 ( 1 896): 286302; Lord Cathcart to Earl of Halifax, 18 Şubat/) Mart 1 7 7 1 , SIRIO, 34

1 9 ( 1 876): 1 90-9 1 . Sir R. Gunning t o Earl o f Suffolk, 2 4 Teınınuz/4 Ağustos 1 774, SIRIO, 1 9:423-24. William Tooke, Life of Catherine 11, 5. basım, 3 cilt (Dub­

lin,

1 800), 2: 1 1 6- 1 8, antlaşmayı benzer biçimde değerlendirir; ay­

nca bkz. Norman Itzkowitz ve Max Mote, Mübadele: An

Russian Exchange ofAmbassadors 74

Ottoman­

(Chicago, 1 970), s. 37-39.

KÜÇÜK KAYNARCA ANTLAŞMASININ GÖZDEN G E Ç i R i LMESi

Hıristiyanlar lehine Rusya'nın sağladığı haklar konusunda bir manifesto yayımladı; "Ortodoksluğumuz, geliştiği yerlerde ar­ tık, İmparatorluğumuzun muhafızlığı altındadır, her türlü baskı ve şiddetten korunmaktadır" diyordu.35 Bu manifesto esas ola­ rak Rusya'daki Hıristiyanlara yaranmak amacına yönelikti belki de ama bu muhafızlık iddiasının Rusya'nın gelecekteki Türkiye politikası açısından sonuçlan açıktı. Bu, Küçük Kaynarca Ant­ laşmasını yanıltıcı bir biçimde yorumlamak için Rus yöneticile­

rin sürdürdükleri, 1 853'te doruğa ulaşan, uzun ve düzensiz bir kampanyanın ilk hamlesiydi. Üçüncü olarak, yine 1 775 tarihli ek bir Rus manevrası, gö­ rüldüğü kadarıyla koruma hakkı taleplerini meşrulaştırmaya yardımcı olmuştu. St. Petersburg hükümeti Küçük Kaynarca Antlaşmasının resmi bir Fransızca çevirisini yayımladı.36 Bu çevirideki 1 4. maddede, Rusların Beyoğlu'nda HRu.m usulüne göre umuma açık bir kilisen inşa edebileceği yazıyordu. Bu tam anlamıyla yalan sayılmazdı ama antlaşmanın maddelerinin tam bir çevirisi de değildi. Rus kilisesi, bir kalem darbesiyle Rum kilisesine dönüşmüştü. Eğer İstanbul'daki Rus elçisinin bir Rum kilisesi adına resmi başvuruda bulunmasına izin ve­ rildiyse, onun Osmanlı İmparatorluğundaki

Rum Kilisesi adı­

na resmi başvuruda bulunabileceğini iddia etmek için yorumu daha da esnetmeye gerek kalmayacaktı. Rus malı Fransızca çeviri, Fransızcanın yaygın dil olduğu 1 8. ve 1 9 . yüzyıl Avrupa diplomasi çevrelerinde geçerli metin olduğu için, sahtekarlık Avrupa'da başarıyla pazarlandı. Hata, yalnızca Fransızcada 3&

17 Mart 1 775 tarihli manifesto, PSZ içinde, Seri l , cilt 20, no. 14274, s. 80- 8 1 . Druzhinina, Kiuchuk-Kainardzhii.skii

1ürkiye ve Rusya,

mir, s. 3 1 6 ve Kurat,

s. 30, 19 Mart tarihini verirler, yanıldı.klan gö­

zükmektedir. "Geliştiği yerler." Filistin'i kastederek söylenmiş ola­ bilir, ama kastedilenin İstanbul ve (Filistin ve diğer yerler de içinde olmak üzere) genel anlamda artık Osmanlı İmparatorluğunun sı­ nırlan içindeki eski Bizans İmparatorluğu topraklan olması daha 38

yüksek bir olasılıktır. G.F. de Martens, Fransızcasını iki basımda verir:

Recueil,

1 . Basım,

4:607-38, 606 ve 607. sayfalarda, bunun 1 775'te St. Petersburg'da yayımlanan resmi Fransızca versiyon olduğunu belirten notlar yer alır; ve

Recueü, 2.

basım, 2:286-32 1 , burada da benzer notlar vardır. 75

O S M A N L l- T Ü R K TARiHi ( 1 7 7 4 - 1 9 2 3 1

değil, İngilizcede d e bugüne kadar sürdü, çünkü İngiliz hükü­ meti St. Petersburg'un Fransızca çevirisini İngilizceye çevirt­ mişti, günümüz araştırmacıları tarafından kullanılan da İngi­ liz Dışişleri'nin bu İngilizce çevirisidir.37 Pek öyle gözükmese de, masum bir çeviri hatası olabilir ama antlaşmanın yanlış anlaşılmasında çok büyük etkisi olmuştur. Antlaşmada Rusya'ya verilen haklar hakkında yanlış yar­ gıların nasıl kabul gördüğünün ek bir açıklaması için, Sorel'in 1 878 tarihli La

Question d 'Orient au XVIIIe siecle (XVIII. Yüz­

yılda Doğu Sorunu) adlı yayınına, dolayısıyla 1 832'de Joseph von Hammer-Purgstall'a ve son olarak da 1 774'te Avusturyalı diplomat Franz Thugut'a uzanmak gerekir. Daha önce görüldüğü gibi, Sorel, antlaşmanın, Rusları Os­ manlı İmparatorluğundaki Hıristiyanların koruyucusu yaptığı sonucuna varmış ve bunu dramatize etmek için de Thugut'un, Rus diplomatların becerisi ve Türk görüşmecilerin aptallı­ ğı hakkındaki artık meşhur olan ifadesini de içeren yargısını alıntılamıştır. Sorel, Avusturyalı hükümet temsilcisinin ra­ porlan konusunda kaynak belirtmemiştir. Fakat aynı rapor-

37

St. Petersburg'un Fransızca versiyonu ve İngilizce çevirisi Büyük Britanya, Avam Kamarası,

Sessional Papers,

1854, cilt 72 içinde,

"Treaties (Political and Territorial) between Russla and Turkey, 1 774-1 849"da yer alır. Bu İngilizce çeviri, Hurewltz,

the Near and Middle East,

Diplomacy in

1 :54-6 1 ve gözden geçirilmiş ve geniş­

letilmiş ikinci basımda, J.C. Hurewitz, The Middle East and North Afrl.ca tn World Politics: A Documentary Record (New Haven, Conn. 1975-), 1 :92- 1 0 1 içinde yayımlanmıştır. M.S. Anderson, The Gre­ at Powers and the Near East, 1 774-1 923 (Londra, 1 970 (New York, 1 97 1 ]), s. 9-14 de aynı İngilizce versiyonu kullanır. Fred L. Israel, ed.,

Major Peace Treaties of Modem History,

1 645- 1 967, 4 cilt (New

York 1 967), 1 :9 1 3-29 içinde daha yeni ve farklı bir İngilizce çeviri vardır. Ç evirinin hangi kaynaktan yapıldığı belirtilmemiştir, yalnız­ ca Fransızcadan olduğu bellidir (yani resmi antlaşma dillerinden birinden değili. Ancak kaynağın St. Petersburg'un Fransızca metni olmadığı açıktır, çünkü 14. maddedeki kilise için "Ruso-Grek" den­ mektedir. Kaynağın Noradounghian olduğu hemen hemen kesindir. Bu yeni İngilizce versiyonda birkaç çeviri hatası vardır. 1lglnçtlr, Israel (s. v) Fransızcadan çeviri yapılmasının nedeni olarak resmi bir İngilizce çevirinin olmamıı.sını gösterir. 76

KÜÇÜK KAYNARCA ANTLAŞMASININ GÖZDEN GEÇiRiLMESi

lann Viyana arşivlerinden çıkartılan çok daha uzun alıntılan 1 832'de Hamm.er'in

Geschichte des Osmanischen Reiches adlı

yapıtının son cildinde ek olarak ve sonra da 1 839'da yapıtın J.J. Hellert tarafından yapılan Fransızca çevirisinde (bazı hatalar­ la) yayımlanmıştır.38 Kuşkusuz bu ikincisi Sorel'in kaynağıdır.39 Ancak Thugut'tan bir yüzyıl sonra, Sorel, diplomatın sözcük­ lerini kullanarak Ruslann Osmanlı Hıristiyanlannı koruma "hakkını"Thugut'un kendi raporunda bu "hakkı" vurguladığın­ dan çok daha güçlü biçimde vurgulamıştır. Sorel, "Antlaşma­ nın esas önem taşıyan koşullan, din konusunda olanlardı" de­ mişti.40 Sorel, Thugut'un tersine, Kınm Savaşının kökenlerine bakabilirdi; üstelik bu koşullann önemini biliyordu. Thugut, antlaşmadaki sözü edilen koşullann çok önemli olduğu kanı­ sındaydı ama onun asıl kaygısı, ilerleyen Rus ordulannın Os­ manlı İmparatorluğu ve hatta İstanbul için oluşturduğu tehli­ keydi. Ruslann tüm Osmanlı Hıristiyanlan üzerinde bulundu38

Hammer.

toman, 39

Geschichte,

8:577-84; Hammer,

Histoire de l'Empire Ot­

17 cilt (Paris, 1 835-41), 1 6 :494-503. Belirleyici bir yanlışlık

için bkz. aşağıda no. 46. Sorel,

Question d'Orient

s. iv'de, başvurduğu çalışmalan sıralar.

Hammer'in Fransızca basımı da bunlann arasındadır. Thugut'un Sorel. s. 263-64'te aktanlan yukandaki sözleri, Hammer,

Histoire,

cilt 16, s. 500 ve 503'tekilerle hemen hemen aynıdır. Ancak Sorel, Thugut'ta olmayan birkaç sözcük eklemiş, Thugut'tan alıntı yapar­ ken birtakım eksiltmeler yaptığından söz etmemiş ve aktardığı iki raporun da tarihlerini değiştirmiştir. Kopyalarken de önemsiz bazı hatalar yapmıştır. Sorel'in daha önce araştırma yöntemleri ve titizliği konusundaki eksiklikleri yüzünden eleştirildiğine dikkat çekilebilir. En anlamlı eleştiriler,

L'Europe et la Revolution française,

8 cilt (Faris 1 895-

1 904) adlı çalışmanın son dört cildi için geçerlidir; özııllikle bkz. Raymond Guyot ve Pierre Muret, "Etüde critique sur 'Bonaparte et la Directoire' par M. Albert Sorel"

contemporaine,

Revue d'histoire modeme et

5, no. 4 ( 1 5 Ocak 1 904): 241 -64 ve no. 5 ( 1 5 Şubat

1 904): 3 1 3 -39. Sorel, gene de büyük bir ün sahibidir. Ortaya çıkışın­ dan neredeyse bir yüzyıl sonra,

Q uestion d'Orient

adlı çalışması

bu konudaki en yeni iki çalışmada "yararlı" olarak tanımlanmıştır: Anderson, Eastem 40

Question, s. 400 ve terranean, s. 23 1 . Sorel, Question d'Orient, s. 260. n

Saul,

R ussia and the Medi­

O S M A N l l - T Ü R K TA R i H i ( 1 7 7 4- 1 9 2 3 1

ğu ileri sürülen himaye hakkı ile yine var olduğu ileri sürülen Rus becerisi ve Türk aptallığı arasında doğrudan bağlantıyı kuran da Sorel'di. Ancak Sorel'in Thugut'u kullanırken en affedilmeyecek ha­ tası, Thugut'un raporları yazdığı sırada daha Küçük Kaynar­ ca Antlaşmasının bir kopyasını görmemiş olduğu gerçeğini gizlemesidir. Thugut, antlaşmanın içeriği konusunda yalnız­ ca tahminlerde bulunuyordu. 3 Eylül 1 774 tarihli raporunda Babıali'nin maddeleri hala açıklamadığından yakınıyordu. A­ vusturya temsilcisi bu gecikmenin olası nedenleri üzerine bazı tahminlerde bulunduktan sonra, şöyle demişti: uNasıl olursa olsun, bu antlaşma hakkında bilinen pek az şey şu sonuca varılmasına yeterlidir: Bütün koşulların bir ara­ ya gelmesi, Rus diplomatlar açısından bir beceri modeli, Türk görüşmeciler açısından da az bulunur bir aptallık ömeğidir... n Paragrafta daha sonra, Sorel'in de aktardığı gibi, Osmanlı İm­ paratorluğunun artık bir tür Rus vilayeti olduğunu söylenir.41 Thugut'un hakkını yememek için, öngörüsünün destek­ li olduğunu söylemek gerekir. Rus-Türk barış görüşmeleri, l 772'den beri kesintili biçimde sürüyordu. Thugut, Focşa­

ni'deki ilk görüşmelerde şahsen bulunmuştu ve 1 772-73'te Bükreş'te sürdürülen görüşmeler sırasında da Obreskov'la iletişim halindeydi.420smanlı başkentine egemen olan ruh ha­ linin de bilincindeydi. Rus taleplerini ve Osmanlıların bu ta­ lepler karşısındaki tavrını biliyordu. Ancak son durumu bilmi­ yordu. Örneğin Osmanlı Hıristiyanları üzerinde Rus himayesi konusunda, Thugut, Obreskov'un Bükreş'te uRus elçilerinin Hıristiyan kiliseleri adına ölçülü olarak resmi başvurularda bulunmasının olumlu karşılanmasının talep ettiğini biliyor­ du.43 uKilisele� sözcüğünü görür görmez, Türk görüşmeciler, haklı olarak, derhal kuşkulanmıştı. Türk kayıtlarında, bu giriş tüm Ortodoks inananların korunması talebi olarak görülmek­ teydi.44 Obreskov daha sonra geri çekilmiş ve konunun antlaş..

..

Hammer, Historie, 1 6:500. Hammer, Geschicte, 8:40 1 -3, 4 1 5. Druzhinina, Kiuchuk-Kainardzhiiskii

Hammer, Geschicte, 8:412 . 78

mir,

s.

221 .

KÜÇÜK KAYNARCA ANTLAŞMASININ GÖZDEN GEÇiRiLMESi

madan çıkarılarak yalnızca görüşme protokollerine eklenebi­ leceğini söylemişti; sonunda talepleri, İstanbul'daki yalnızca bir tek Rus kilisesi hak.kında resmi başvuruda bulunmak için Ruslara verilecek bir hakka indirilmiştir.45 Olasılıkla, Thugut tüm bunları biliyordu ama korkuyordu, Küçük Kaynarca Ant­ laşmasının koşullarını öğrenemediğinde de, en kötüsünün ger­ çekleştiğinden kuşkulandı. Böylece, 3 Eylül tarihli raporunda, "ortak güvencenin gücüne dayanarak, ayrılıkçı dinin koruma haklan, Antlaşmanın resmi koşulu olarak, Ruslara verilmiştir" dedi.46 Yanılıyordu. Thugut yanılıyordu, çünkü görüldüğü kadarıyla, Rusların Türkleri yenmesinden sonra Avusturya'nın konumu dolayısıyla korku içindeydi. Rusya'nın kazançları göz önüne alındığında, bu korkusu anlaşılabilir, çünkü artık Avusturya Yakındoğu'da önemli bir rakiple karşı karşıyaydı. Fakat Hammer, Sorel ve daha sonralan birçok tarihçinin dayandığı Thugut'un rapo­ runda olaylara verdiği tepki neredeyse histerikti. Rusya'nın "aynlıkçı" Ortodoks

dininin kahramanlığına

soyunmasına

ağırlıklı olarak Katolik bir yaklaşımla bakarak, eğer karşı ön­ lemler alınmazsa, "Doğu Akdeniz'de Katolik dininin bastırıla­ cağını ve ortadan kaldırılacağını" öngörüyordu. Karadeniz'in kuzey kıyısına çöreklenmiş, 36 ya da 48 saat içinde 20.000 ki­ şilik bir orduyu gemiyle İstanbul surlarına indirebilecek ve Avrupa devletleri daha ne olup bittiğini anlayamadan, içeride­ ki Ortodoks sempatizanların da yardımıyla bu metropolü ele geçirebilecek bir Rusya görüntüsü canlandırıyordu zihninde. Sultan, Asya'ya kaçmak zorunda kalacaktı. O zaman, Batı Anadolu, Ege Adaları, Adriyatik'e kadar Yu­ nanistan, "doğanın kutsadığı ve dünyada hiçbir bölgenin üret­ kenlik ve zenginlikte boy ölçüşemeyeceği topraklar" dinsel

Druzhinina,

Kiuchuk-Kainardzhiiskii mir,

s. 346, Obreskov'un

24.

madde taslağını verir.

Geschichte, 8:578. Hammer'in Fransızca çevirisine (Histo­ 495) çok önemli "onak güvencenin gücüne dayanarak" sözü alınmamıştır. Neden böyle özensiz bir çeviri yapılmıştır? Histoire'in Hammer,

ire,

16:

ı . cildinin kapak sayfasına göre, Hellert çeviriyi Hammer'in şahsen gözetimi altında yapmıştır. 79

OSMAN Ll-T Ü R K T A R i H i ( 1 7 7 4 - 1 923 )

ayrılıkçıların yardımıyla Rusların eline geçecekti. O zaman, Rusya, eski devir monarşilerinin hepsini geçecek biçimde bir süper güç olacaktı. Dahası da gelecekti. Thugut'unki şaşkınlık uyandıracak ve korkutucu bir mesajdı ama gerçekleri aktardı­ ğı söylenemezdi.47 Thugut'un bir kahin olarak itibarı yalnızca bu görüşüyle değil, aynı raporda artık Tuna kıyılarında bir Osmanlı-Türk savaşı kesinkes olamayacağını, çünkü Rusların artık deniz yoluyla rahatça hareket edebileceğini söylemesiyle de sarsıl­ mıştır. Gerçekte, bir yüzyıl içinde böyle beş kara savaşı daha yaşandı.48 Bazı açılardan, Thugut daha l 774'te kendi öngörü­ lerinin esiri olmuştu. O ve İstanbul'daki Prusyalı meslektaşı, l 772'deki barış görüşmelerinde Türkiye'ye ilişkin talepleri ar­

tan Rusya tarafından devre dışı bırakılmıştı. Görüşmeler 1 773 baharında kesintiye uğradığı ve Türklerin konumunda da bir düzelme olmadığı için, Thugut Rusların becerisinin, onların Osmanlı İmparatorluğuna egemen olmalarıyla sonuçlanaca­ ğını öngörınüştü.49 Daha bir anlaşmaya varıldığından haberi olmadan, Rus becerisinin bir şekilde antlaşmaya Rumların korunması hakkını sokacağını ve bunun Yakındoğu'daki Kato­ liklik için üzücü sonuçlar doğuracağını öngörmüştü; Osmanlı yönetiminin zayıflığından ve aptallığından yakınıyordu.!IO Ant­ laşma hakkında 3 Eylül 1 774 tarihindeki yargısı, kısmen kendi kendini gerçekleştiren bir kehanet gibi gözükmektedir. Eğer Joseph von Hammer-Purgstall, Thugut'un görüşlerini

Geschichte des Osmanischen Reiches'de yayımlamış olmasaydı, bazı tarihçilerin Rusya'nın benimseyip, raporlarını kısmen Osmanlı

İmparatorluğundaki

Ortodoksları

koruma

"hak­

kı" üzerine ifadeleri bu kadar kesin olmayabilirdi. Hammer, 47 48

Hammer,

Geschichte, 8:577-82.

1787-92'de, 1806-1 2'de, 1828-29'da, 1 853-54'te ve 1 877-78'de böyle Osmanlı-Rus savaşlan olmuştur. Philip E. Mosely'ye göre Russian Dip/omacy and the Opening of the Eastem Question in 1 838 and

1 839, (Cambridge, Mass., 1 934, s. 71 Küçük Kaynarca'dan altmış yıl 49

""

sonra Rus donanması hali Boğazlar'dan doksan altı saat uzaklıktaydı. Thugut'un 3 Mayıs 1 773 tarihli raporu, Hammer'de kısmen alıntı­ lanmıştır,

Geschichte,

8:41 2, n.a. ve 446, n.b

Tbugut'un 8 Temmuz 1 774 tarihli raporu, 80

a.g.e.. s. 582-83.

KÜÇÜK KAYNARCA ANTLAŞMAS ININ GÖZDEN GEÇiRiLMESi

Thugut'un tüm ifadelerini onaylamamış ama özellikle varsa­ yılan Rus korumacılığı konusundaki ifadeleri desteklemiştir. Bunun nedeni düşündürücüdür ama tamamen tatmin edici bir yanıt da verilemez. Kuşkusuz, Hammer, Küçük Kaynarca Ant­ laşmasının, genel anlamda, Türkler için bir felaket olduğunu açıkça görmüştü. Daha önceden Ruslann Osmanlı Hıristiyan­ lannın koruyucusu olma iddialannı bilmesi de onu etkilemiş olabilir. Bunun yanında, Hammer, Thugut'la arasındaki dostluk­ tan da etkilenmiş olabilir. Her ikisi de Habsburg devletinin memurlanydı. Viyana'daki yeni Şarkiyat akademisinde yetiş­ tirilen ilk ve en parlak Şarkiyatçılan arasındaydı. Daha yaşlı olan Thugut ( 1 739- 1 8 1 8), dışişleri bakanı olmuş ve bu sıfatıyla Hammer' e ( 1 77 4- 1 856) 1 799'da, Türkçesini ilerletmesi ama­ cıyla İstanhul'daki Habsburg temsilciliğinde "Sprachknaben görevini vermişti. 1 802- 1 8 1 6 arasında, Hammer, Thugut'un Viyana'daki sofrasında sık sık görülen bir konuktu ve ikisi uzun konuşmalar yapıyordu. Hammer bir oryantalist olarak Thugut'u gölgelemiştir, ama Thugut'un ölümüne kadar, onu piri gibi gördüğü kuşkusuzdur.51Nedeni ne olursa olsun, Ham­ mer, Thugut'un, Hıristiyanlan Ruslann koruması konusunda­ ki görüşlerini kabul etmişti. Böylece zincirdeki bağlantı halkası ortaya çıkar: Thugut, da­ ha koşullannı tam olarak bilmeden Antlaşma konusunda bir yargıya varmıştır, Ham.mer bu yargıyı kabullenmiş ve yayımla­ mıştır. Hellert tam doğru olmasa da Ham.mer'in çevirisini yap61

Joseph Freiherr von Hammer-Purgstall, "Erinnerungen aus meinem

1 774-1 852." Fontes Rerum Austriacarum içinde, 2. bölüm, 1 940), s. 35-38, 1 32, 1 74-76, 209, 233, 245. Aynca Hammer hakkında bkz. Constant von Würzbach, Biographisches Le­ xikon des Kaiserthums Oesterreich, 60 cilt (Viyana, 1 856-9 1), 7:26789. Franz Maria Frelherr von Thugut hakkında bkz. a.g.e., 45: 1 -6. Leben,

70.

cilt (Viyana,

Hammer, herkesi yaptığı gibi, Thugut'u da eleştiriyordu, ama

Geschichte'nin metninde Thugut hakkında.ki, "diplomatik

becerikli­

lik ve olaylara ilişkin isabetli görüşleri" hakkındaki yargısına kanıt olarak,

Geschichte'nln ekinde, 8:577, Thugut'un raporlanndan alın­

tılar verir. Hammer, •siyaset okuyuculannın" bu alıntılan memnun­ lukla karşılayacağını ifade eder. 81

O S M A N L l -T Ü R K TAR i H i 1 1 7 7 4 - 1 9 2 3 )

mış, Sorel, önemli bir eksiklikle ve farklı bir vurguyla d a olsa Hellert'in çevirisini kullanmış ve geçtiğimiz yüzyılda da bir­ çok tarihçi Sorel'e dayanmıştır. Bu parazitli aktarmalar zinci­ rine son bir not olarak, H ammer'in orijinal Almanca metninde Thugut'un cümlesinin nasıl kullanıldığına dikkat çekilebilir: "Rus becerisinin ve Türk aptallığının nadir bir örneği." Rus dip­ lomatlardan ve Türk görüşmecilerden söz edilmemektedir. 52 Thugut'un Küçük Kaynarca Antlaşmasını yanlış yorumla­ masının belki de en iyi karşılığı, Habsburg Dışişleri Bakanı sıfatıyla onun en önemli halefi olan Prens Mettemich'in yar­ gısıdır. 1 82 1 'de Yunanların Osmanlı yönetimine karşı isyanı Doğu Sorunu'nu gene gündeme getirdikten sonra, Rusya Os­ manlı hnparatorluğunun Balkan vilayetlerine müdahale hakkı olduğu iddialarını öne sürmüştür. Metternich, Osmanlı-Rus antlaşmalarının (aralarında en önemlisi Küçük Kaynarca Ant­ laşmasıydı) bir çözümlemesini yaparak, Rus iddialarının ya­ sal dayanağını soruşturmaya koyuldu. Antlaşma koşullarının titizlikle gözden geçirilmesi olan ve halen Viyana arşivlerin­ de duran bu çalışma, Babıali'nin, özellikle belirtilmiş kısıtlı bölgelerde -Ege Adalan ve Tuna prensliklerinde- Hıristiyan haklan konusunda bazı sözler verdiğini ve Rusya'nın yalnızca Tuna prenslikleri adına resmi başvuru hakkına sahip olduğu­ nu göstermiştir. Dahası, Babıali, 7. maddede genel bir vaatte bulunmuştur: "Hıristiyan dinini ve kiliselerini sürekli olarak korumak." Metternich'in çözümlemesi, "bu, inşasına 1 4. mad­ deyle izin verilen İstanbul'daki yeni kiliseyle ilgilidir" diye kısa bir notla maddenin gerisini bir kenara atar. Burada genel bir hüküm görülmemektedir.53 Metternich'in antlaşmayı incele52

Hammer,

Geschichte,

8:582. tlginçtir, Türkçe metinlerde Küçük Kay­

narca'daki ikinci Türk görüşmecinin "aptallığından" söz edilir ama bu, Antlaşma sonuçlandınhp imzalandıktan sonra, Rusya'ya tazmi­ nat ödenmesini ortaya atarak Türkleri 1 5.000 kese

akçe (4.500.000

ruble) zarara soktuğu içindir. Bir metinde delegenin masada "şe­ kerleme" yaptığı ve uyandığında da bunu örtmek için tazminat ko­ nusunu gündeme getirdiği söylenir, İ.H. Danişmend, izahlı Osmanlı 53

Tarihi Kronolojisi, 4 cilt (İstanbul,

1 947-55), 4:58.

Metternich'ten Prens Esterhazy'ye (Londra), 1 7 Mart 1 822 ve ek

4,

"Disposition des Traites entre la Russie et la Porte relativement aux Chretiens/: Grecs:/ habitans des Provinces Europeennes de

82

KÜÇ ÜK KAYNARCA ANTLAŞMASININ GÖZDEN GEÇiR i LMESi

mesi, Osmanlı Hıristiyanlannın koruyucusunun Rus İmpara­ toru değil, Babıali olduğunu ortaya çıkarır. Eğer, Küçük Kaynarca Antlaşması kapsamında, Rusların genel olarak Osmanlı Hıristiyanlanna ilişkin haklarını tartış­ maya hala gerek varsa, mantıksal olarak bu, yalnızca Türk hü­ kümetinin verdiği bir genel vaatle ilgili olabilir. Babıali, açıkça Hıristiyanlann koruyucusuydu.M Bu koşulla, Rusya'ya, resmi başvuru hakkı, koruma hakkı ve müdahale hakkı verilmemiş­ ti. Ancak Babıali'nin sözü, Rusya'yla yapılan iki taraflı bir antlaşmada verilmişti. Bu, Rusya'nın Osmanlı Hıristiyanlan konusunda bir tür özel çıkarının olduğunun kabulü müydü? Kının Savaşına yol açan, Osmanlı hükümeti antlaşmanın böyle bir çıkar atfetmediğini söylemişti.55 Rus şansölyesi Kont Nesselrode, tersini ileri sürmüştü.56 O ve çar, 1 853'ün ilk altı ayında bu iddia üzerinde çalıştı. Fakat Nesselrode Rus-Türk antlaşmaları konusunda yeterince bil­ gilenmediğini; savaş başladıktan sonra da çar, kendisinin de bu konuda kötü bilgilendirildiğini itiraf etti. I. Nikola, uKüçük Kaynarca Antlaşmasının kendisine verdiği haklar konusunda yanıltılmıştı . . . içine sürüklendiği hata olmasa, davranışı başka türlü olurdu" dedi.57 Burası, 1 853'te, o yılki Osmanlı-Rus Sava-

I'Empire Ottoman." Haus- Hof- und Staatsarchiv (Viyana) içinde, Staatskanzlei, England, Kart. 166, Korr. Weisungen. Metternich'in çözümlemesi Asya'daki Osmanlı topraklan konusunda bir şey içermez ama Bükreş Antlaşmasının ( 1 8 12) koşullannı içerir. Faul Schroeder,

Mettemich's Diplomacy at Us Zenith

(New York 1 969), s.

1 88, n. 80, Metternich'in çözümlemesine atıfta bulunur ama rapo­ run

tarihini yanlışlıkla 24 Nisan 1822 olarak gösterir.

Zinkeisen,

Geschichte,

5:3, bu maddeyi Osmanlı İmparatorluğunda

yalnızca Rus uyruklanna dinsel özgürlük verir gibi yorumlar. Bu "

56

kadar dar bir yorumu, kullanılan dil desteklemez. Reshid'den Musurus'a (Londra), 25 Ağustos 1 853, Dışişleri Bakanlı­ ğı Hazine-i Evrak'ta (İstanbul), dosya 609 A.M. Zaionchkovskii, Petersburg, 1908 - 1 3) .

57

Vostochnaia voina 1 853-1 856 gg.. ., 4 cilt (St. Prilozheniia, 1 :449-50, 30 Mayıs- 1 1 Haziran

1 853 sirküleri. Nesselrode'nin n. 56'da sözü edilen sirküleri Rusya'nın özellikle 1 829 Edirne Antlaşmasıyla sağladığı haklar hakkında yanlış bir ifade içerir. Çann, muhtemelen Kont Orlov'a yaptığı itiraf, Sir Ha83

O S M A N L l - T Ü R K TARiHi l 177 4 - 1 9 2 3 )

şına neden olan kanşıklığı yeniden soruşturmaya başlamanın yeri değildir. Fakat çann beyanı, 1 853'teki Rus taleplerinin pek de ciddiye alınacak şeyler olmadığını göstermektedir. Bunun yerine, antlaşma koşullannı incelemek, özellikle de Bıibıali'nin iki taraflı bir antlaşmada, "Hıristiyan dinine ve kiliselerine ciddi bir korumaw vaat etmesinin Rusya'ya genel bir koruma hakkı verip vermediğini araştırmak gerekir.58 Daha önce de gösterildiği gibi, Rusya, bu antlaşmayla, Os­ manlı İmparatorluğu içinde Hıristiyanlar adına hareket etme yolunda belli haklar almıştır. Bu haklar üç taneydi: İstanbul'da bir Ruso-Grek kilise inşa etmek, bu kilise ve ona hizmet eden­ ler adına diplomatik başvuruda bulunmak, Eflak ve Boğdan Hıristiyanlan adına benzer şekilde resmi başvuruda bulun­ mak. Kuşkusuz, bu hayli kısıtlı koşullar, ileride daha geniş başvuru, koruma ya da müdahale haklan için bir

bahane ola­

rak kullanılabilirdi. Ancak daha geniş talepler için sağlam bir

temel oluşturmadıklan da açıktır. Yıllar boyu, Küçük Kaynar­ ca Antlaşmasının Ruslara geniş koruma ya da başvuru hakkı sağladığı yolundaki eski talepleri yineleyen tarihçiler açıkça

milton Seymour'dan (St. Petersburg) Clarendon'a aktarılmıştır, no. 1 76, 21 Şubat 1 854, Gizli ve Kişiye ôzel. Public Record Office, (Lond­ ra), FO 65/445. G.B. Henderson (Crimean War Diplomacy, Glasgow, 1 947, s. 1 0) bu rapordan söz eder (ilk olarak

History

içindeki ma­

kalesinde söz edilmiştir, Ekim 1 933); Temperley (England and the 58

Near East, s. 469) de ona atıfta bulunur. Rusya'nın, Osmanlı Hıristiyanlarının koruyucusu olarak hare­ ket etmek için bir antlaşmaya gereksinimi olmadığı, çünkü "gü­ cün hakkı doğurduğu" söylenebilir. Burada tartışmayacağımız bu sav, Rusların 1 853'teki bazı ifadelerinde öne sürülmüştür. Çarın Londra'daki elçisi olan Baron Brunnow, Prens Menşikov ve Kont Nesselrode'ye yazdığı özel mektuplarda, "Rusya güçlüdür, Türkiye zayıftır, bu tüm anlaşmalarımızın başlangıç noktasıdır" demiştir.

F.F. de Martens, ed., Recueil des traites et conventions conclus par

la Russie,

1 5 cilt (St. Petersburg, 1874-1 909), 1 2 : 3 1 l , 2 1 Mart, 2 Ni­

san 1 853 tarihli mektup. Nesselrode de bir süre sonra şöyle yaz­ mıştır: "Rusya'nın haklan tartışılmaz bir gerçeğe dayanmaktadır: 50 milyon Ortodoks-Rus, Sultanın 1 2 milyon Ortodoks uyruğuna kayıtsız kalamaz." Nesselrode'den Brunnow'a, 20 Nisan (herhalde O.S., yani 2 Mayıs), 1 853, age., s. 3 1 8. 84

KÜÇÜK KAYNARCA ANTLAŞMA S I N I N GÖZDEN GEÇiRiLMESi

yanılmaktadır. Ruslara daha kısıtlı haklar verildiğini ifade edenler gerçeğe daha yakındır. Küçük Kaynarca Antlaşmasının Rusların becerisini ve O s ­ manlıların aptallığını sergilediği yargısı da eleştirel bir bakı­ şı hak eder. Ruslar beceri göstermiştir ama iddia edildiği ka­ dar değil. Sorel ve diğerleri birbiriyle bağlantılı maddelerin ustaca dağıtılması olarak algıladıkları şeye dikkat çekmiştir -özellikle, sanki bağlantıyı Türklerden ve dünyadan gizler gi­ bi, İstanbul'daki kiliseyle ilgili 7. ve 1 4. maddelerin aynlması. Fakat orijinal Rus antlaşma önerisinde, iki madde bitişikti! Druzhinina, herhangi bir tarafın diğerini görüşmeler sırasın­ da "maddeleri düzensiz bir biçimde yığarak" kandırmaya ça­ lıştığı yolunda bir kanıt bulamaz ve Türklerin, vermek zorunda kaldıkları tavizler karşısında İstanbul'daki tepkiyi azaltmak için 7. ve 1 4. maddeleri birbirinden ayırmış olabileceklerini söyler.69 Rusların yaptığı aptallıklar da vardır, yeni bağımsız Kırım Hanlığı üzerinde Osmanlı sultanının halifelik haklarını kabul etmeleri, ancak 1 779'daki Aynalı Kavak toplantısıyla dü­ zeltilebilen büyük güçlüklere neden olmuştur.60 Osmanlılar da aptallık etmiştir - ama son barış görüşmeleri sırasında değil, savaş sürerken daha iyi pazarlık edebilecekken korkarak barış yapmadıkları zaman. 1 772-73 barış görüşmeleri sırasında ve yeniden 1774'te, Osmanlılar Rusya'ya, o üç özel koşul dışında, genel bir temsil ya da koruma hakkı verilmemesini sağlamış­ tır. Osmanlıların asıl aptallığı, Polonya sorunu yüzünden sava­ şa girmeleri ve bir kez geri dönülemez biçimde savaşa girdik­ lerinde, muharebe meydanında yenilmeleridir. Thugut'un Küçük Kaynarca Antlaşmasının Rusların beceri­ sini ve Osmanlıların aptallığını gösterdiği konusundaki yargı­ sı, iki yüzyıl boyunca iyi bir öykü oluşturmuştur. Sorel'in anla­ tımı da öyküyü son doksan sekiz yıl boyunca güçlendirmiştir. Artık değişiklik zamanı gelmiştir.

80

Kiuchuk-Kainardzhiiskii mir, s. 278 ve 346. RecueU, 2. basım içinde, 2:653-6 1; unghlan, RecueU, 1 :338-44.

Druzhiniha

Metin G.F. de Martens,

85

Norado­

K Ü Ç ÜK K AY N A R C A ANTLAŞ M ASI NDAKİ " D OS O GR AFYA" K İ L İSESİ"

Osmanlı İmparatorluğunun Rusya karşısında uğradığı ezıcı yenilgiyi sonuçlandıran 1 774 Küçük Kaynarca Antlaşmasına göre, Ruslar, İstanbul'un Galata mahallesinde bir kilise yap­ ma hakkına sahip olmuştu. Antlaşmada aynca, kilisenin, Rus elçisinin koruması altında olacağı ve bu elçinin de kilise ko­ nusunda Babıali'ye resmi başvuruda bulunabileceği belirtil­ mişti. Bu kilise ile Rusların bu kiliseye ilişkin koruma ve resmi başvuruda bulunma haklan, sonraki yıllarda, sultanın top­ raklarındaki Rum-Ortodoks Kilisesinin, hatta Rum-Ortodoks halkının korunması yolunda Rus hükümetlerinin daha geniş hak taleplerine zemin oluşturmuştur. Talepler abartılıydı ama antlaşmanın 14. maddesinde belirtildiği gibi, İstanbul'daki kilise "Rum usulüne göre" olacağı için, bağlantı mantıklı gö­ züküyordu. 1 Ancak C evdet Paşa'nın tarihinde aktardığı kada­ rıyla, antlaşmanın Türkçe metninde, uRum usulüne göre" bir kiliseden söz edilmemektedir. Bunun yerine, Türkçe metnin 14. maddesinde söz konusu kilisenin dusugrafa ya da dosografa olarak adlandırılacağı söylenmektedir. ( (.$" � .ü.)-_,..,.) )2 Bir dosografa kilisesi nedir? Bu nitelemenin anlamı hemen anlaşılamamaktadır. Sözcük, görüldüğü kadarıyla, ne Türkçe, Bulletin of the School of Oriental and African Studies (Londra) 42:1

( l 979): 46-52'den alınmıştır.

The Middle East and North Africa in World Politics, A Documentary Record içinde;

Antlaşmanın İngilizce metni, J.C. Hurewitz (ed.), New Haven, 1 975, 92- 1 0 1 . Ahmed Cevdet,

Tarih-i Cevdet.Tertib-i cedid,

289. 86

İstanbul, 1 30 1 -9, I,

KÜÇÜK KAYNARCA ANTLAŞMAS I N DAKI "DOSOGRAFYA" KiLiSESi

ne Rumca ne de Rusçadır, adına kilise yapılacak bir Aziz Do­ sografa da yoktur. O zaman bu bir yanlışlık mıdır? Eğer öyle ise,

Türkiye ve R usya başlıklı dev yapıtında antlaşmanın 1 4.

maddesinin bir "Dosografa" kilisesine izin verdiğini aktaran, Rus-Türk ilişkilerini derinlemesine araştırmış modern Türk tarihçisi merhum Profesör Akdes Nimet Kurat'ın paylaştığı bir yanlışlıktır.3 Üstelik Osmanlı antlaşmalarının yayımlandığı resmi organ olan

Muahedat Mecmuası da Cevdet Paşa'yı doğ­

rulamaktadır. Kilisenin o yayındaki tanımlaması da aynıdır

.ü.f.M.))4

-

üç çalışmanın hiçbiri bir "Dosografa# kilisesinin ne

olduğu hakkında bir açıklama getirmez. Eğer bir adım geriye, Küçük Kaynarca Antlaşmasının İstan­ bul'daki Başbakanlık Arşivindeki kopyasına gidilirse, prob­ lemin çözümüne kısmen ulaşılabilir. Antlaşmanın orijinali Arşivde bulunmamıştır ama antlaşmaların, madalyaların ve konsolosluk konularının kaydedildiği Ecnebi Defterlerinde, muhtemelen Cevdet Paşa'ya ve

Muahedat Mecm uası na kay­ '

nak oluşturmuş eski bir elyazması kopya vardır. Burada 14. madde kapsamında inşa edilecek olan kilisenin adı başka tür­ lü yazılmıştır -"Rosograf' ya da "Rusugraf' ya da "Rusograf' < �,f,,.,J)5 tık harf

d değil, açıkça r'dir ve aynı paragrafta başka

bir yerde ve tüm antlaşmada görülen diğer bir harf olan rs'ye benzemektedir. O zaman, sözcük Ruslarla ya da Rusya'yla ilgi­ li olarak "Rus-" ile başlıyor olabilir. Küçük Kaynarca Antlaşmasının Rusça ve İtalyanca metin­ leri de incelendiğinde, "Dosografa" kilisesinin ne olduğu ko­ nusunda artık mantıklı bir açıklama yapılabilir. 1 774 yılında, antlaşmanın 28. maddesinde belirtildiği gibi, Sadrazam Muh­ sinzade Mehmed Paşa antlaşmanın Türkçe ve İtalyanca me­ tinlerini imzalarken, Feldmareşal P.A. Rumyantsov da Rusça

Türkiye ve Rusya. xvm. Yüzyıl Sonundan Kur­ tuluş Savaşma Kadar Türk-Rus nişkileri (1 798-1919), AJJJr.ara, 1 970, 29. Kurat'ın metni Cevdet Paşa'daki 14. maddenin aynısı değildir. En önemli farklılık, Kurat'ın her gördüğü yerde kenise sözcüğünün yerine kilise koymuş olmasıdır, ama bu, anlamı etkilememiştir. Muaheat Mecmuası, İstanbul, 1 294-8, III, 26 1 . Başbakanlık Arşivi, Ecnebi Defterler 83/ l , 144. Akdes Nimet Kurat,

87

O S M A N L l - T Ü R K TAR i H i ( 1 774- 1 9 2 3 )

ve İtalyanca metinleri imzalamıştır. Antlaşmanın resmi dilleri yalnızca bu üç dildir ve Türkçe ve Rusça metinlerde bir tutar­ sızlık olması durumunda başvurulacak metin İtalyanca olur. Rusça metnin 14. maddesinde, İstanbul'da inşa edilecek olan kilisenin "Greko-Rus inancına" uygun olacağı belirtilmekte­ dir.6 O zaman, Türkçe elyazması metindeki "Rus" sözcüğüne de uygun olarak, kilise açıkça bazı "Rus" özelliklerine sahip ola­ caktı. Antlaşmanın İtalyanca versiyonu olaya büsbütün açıklık kazandırır. Burada, 1 4. maddede, kilisenin "Ruso-Grek olarak adlandırılacağı" belirtilmektedir.7 Bu yüzden, Türkçe metinde,

grek yerine yanlışlıkla graf denilmiş olmalıdır. Babııili'deki katibin, "Rusogrek"teki son k harfini yanlış okuyup iki yerine bir nokta koyarak f harfine dönüştürdüğü görülmektedir. Bu durumda, C evdet Paşa tarihindeki ve diğer resmi ka­ yıtlardaki "Dosografa" kilisesi, her halü karda, Küçük Kaynar­ ca Antlaşmasının İtalyanca metnine uygun olarak, aynı za­ manda, sözcüklerin sırasının değiştirilerek Ruso-Grek yerine Greko-Rus dendiği Rusça metnin anlamıyla da uygun olarak, bir "Rusogrek" kilisedir. C evdet Paşa ve Kurat gibi iki iyi ta­ rihçinin sözümona "Dosografa" kilisesini soruşturmadan ka­ bullenmiş olmalarını, aynı zamanda diğer Türk tarihçilerin de onların metinlerinde ya da resmi kayıtlarda yer alan 14. mad­ deyi neden sorgulamadıklarını anlamak zordur. Üstelik Küçük Kaynarca Antlaşmasının modem Türkçe'de yayımlanmış tam metninin olmaması da gariptir; varsa bile, ben bulabilmiş de­ ğilim. Bu yüzden, 14. maddenin Türkçe yayımlanmış metinle­ ri, arka arkaya yapılan kopyalama hatalarının bir ürünüdür: Birincisi, "Rusogrek"i "Rusograf'a çeviren katibin, ikincisi ise ya "Rusograf'ı "Dosografa"ya dönüştüren Cevdet Paşa'nın ya antlaşma metinlerini toparlayanın ya da başka birinin hata­ sıdır. Düzeltme yapıldığında, 14. maddenin Türkçe metni şöyledir:

Tam olarak, "Grekorossiyskago ispoviedaniya." Polnoye sobraniye za­

konov rossiyskoy imperit, St. Petersburg, 1830-1 9 1 6, İlk seri, XIX, 962. Tam olarak, "chiamata Russo-Greca." G.F. de Martens (ed.),

Recueil des principau.x traites ... de THurupe, 1 80 1 , iV, 620. 88

Göttingen,

1 79 1 -

KÜÇÜK KAYNARCA ANTLAŞMAS I N OAKI "OOSOGRAFYA" K i LiSESi

"Diğer devletlere olduğu gibi, Rus hükümetine de, özel kili­ seden başka, Galata bölgesinde, Beyoğlu adındaki mahalle­ nin umumi caddesinde, bir kilise yaptırma izni verilmiştir. Bu kilise umumi olacak, Ruso-Grek kilisesi adıyla anılacak ve sonsuza kadar Rus hükümetinin elçisinin koruması al­ tında olacak ve her türlü saldın ve müdahaleden korumalı ve uzak olacaktır. we Antlaşmanın bu koşulu, Ruslar için muazzam bir başany­ dı. Çariçe Katerina artık Osmanlı başkentinin bir semtinde, Rus koruması altında bir Rum kilisesiyle böbürlenebilecek­ ti. Yakındoğu'ya yeni gelen İmparatorluğu, Galata ve Beyoğ­ lu'ndaki Latin kiliselerinin geleneksel koruyucusu olan Avus ­ turya ve Fransa gibi Katolik devletlere denk olacaktı.9 Ancak Sözleri birbirinin aynı olan Ecnebi Defterleri kopya ve

Mv.ahedat Mecmv.ası ndaki '

83/ l 'deki

elyazması

metin tam olarak şöyledir:

"Düvel -i sa'ireye kıyasen kilise-! mahsuseden ma'ada Galata tara­ fında Beg Oglı nam mahallenin yalında tank-i'amda Rusya Devle­ ti bir kenise etdirmek ca'iz ola işbu kenise kenise-i 'ava.mm olub Rusogrek kenisesi ta biriyle tesmiye ve ile'l-ebed Rusya Devlet'in elçisi sıyanetinde olub her dürlü ta'arruz ve müdahaleden emin ve beri ve hiraset olına." Cevdet Paşa bir sözcük ekler ama bu, anlamı değiştirmez

-

bir kenise bina etdinnek ca 'iz der.

Eski Türkçe me­

tin şöyle başlayan bir çeviriye neden olur: "Rus hüküm.etine, diğer devletler örneğinde görüldüğü gibi, özel bir kiliseden başka, bir ki­ lise inşa ettirme izni..." ama yalnızca elçilik şapelini diğer devlet­ ler örneğine bağlayan bu söz, herhalde göz ardı edilmelidir, çünkü ne İtalyanca ne de Rusça metne uymaz. 14. maddenin İtalyancası, Martens'in a.ktardtğına göre şöyledir: "L'Altissima Corte di Russia potra a norma delle altre Potenze, a riserva della Chiesa Bey-Ug­ lu, la qual Chiesa sara pubblica, chiamata Russo-Greca, e questra sempre si manterr! sotto la protezione del Ministro di' questo Im­ pero, e anderil il- lesa da ogni molestia, ed oltraggio." Rusça'da 14. madde şöyledir: "Rossiyskomu Vlsochayshemu Dvoru, po primeru drugikh Derzhav, pozvolyayetsya, krome domashney v dome Ministra tserkvi, vozdvignut v chasti Galata, v v ulitse Bey Oğlu nazy­ vayemoy, publichnuyu Grekorossiyskago ispovedaniya tserkov, koto­ raya vsegda pod protek:tsyeyu onoy Imperii Ministrov ostat'sya ime­ yet, i nikakomu pritesneniyu, ili oskorbleniyu podverzhena ne budet." Katolik kiliseleri ve elçilik şapelleri hakkındaki bilgi F.A. Belin,

Histoire de la Latinite de Constantinople, 89

ikinci genişletilmiş

O S M A N L l -T Ü R K TAR i H i 1 1 7 7 4 - 1 9 2 3 )

Katerina'nın başarısı daha d a büyüktü. 14. madde, eskiden var olan bir kilisenin yerine yenisinin yapılmasına değil. tamamen yeni bir kilisenin yapımına izin veriyordu. Bu, İslam yasasının ihlali demekti. Her ne kadar Osmanlı yönetimi 1 453'ten önce inşa edilen Rum ve Latin kiliselerin yaşamasına izin verdiy­ se de, İstanbul'un fethinden sonra yenisinin yapılmasına izin vennemişti.10 üstelik yeni kilise Beyoğlu'nda, anacaddede yer alacak, özel bir elçilik şapeli olmak yerine umuma açık olacak ve Rusya'nın adıyla anılacaktı. İstanbul'un Rum-Ortodoksları arasında, Rusya ve Ç ariçe Katerina'nın adlan göklere çıkarı­ lacaktı. Küçük Kaynarca Antlaşması için yapılan uzun görüş­ meler sırasında, İstanbul Rumlarının bir kısmının Rus ko­ rumasındaki böyle bir kiliseyi arzuladığı, bu amaçla arsa ve para olarak katkıda bulunacakları ve 1 772-1 773 yıllarındaki Rus görüşmeci A.M. Obreskov'a Rusya'nın himayesinde böy-

10

basım, ed. R.P. Arşene de Chatel, Paris. 1 894, 1 78, 227, 231 , 241 -2, 277-80, 302-6, 3 1 2- 14, 332-4, 375- 7 içindedir; Joseph von Ham­ mer-Purgstall, Constanttnopolis und der Bosporus, yeniden basım, Osnabrück, 1970 (orijinal basım 1822), II, 1 26-7. Belki de Rusların Beyoğlu'nda bir kiliseye sahip olma arzulan, Avusturya koruma­ sındaki kilise ve elçilik şapelinin l 767'deki büyük yangından son­ ra daha kalıcı bir biçimde taştan inşa edilmesiyle kamçılanmışti: Belin, Latinite, 277, 333- Ancak Beyoğlu'ndaki diğer kiliseler gibi, bunlar da dış görünümlerinin basitliği ya da anacaddeden uzak olmaları nedeniyle pek öne çıkmıyordu: A. Brayer, Neuf annees d Constantinople, Paris, 1 836, I, 14. 1 767 yangınında Rus elçiliği de yanmıştı. Kuşkusuz, eski kiliselerin hepsi ayakta kalmadı. 1453'ten önce ya­ pılmış kiliselerin bir kısmı camiye dönüştürüldü. Bunu izleyen üç yüzyıl boyunca, Hıristiyanlar her zaman yanan kiliselerin yerine yenilerinin yapılması yolunda bir ferman çıkarılmasını sağlayama­ dı, bazen de bu yıkılan kiliselerin alanlarına Müslüman yetkililer el koydu: Belin, Latinite, 303, 536; Robert Mantran, Istanbul dans la seconde moitie du XVIIe siecle (Paris, 1962), 73. Fetihten sonra da Rum-Ortodoks kiliselerinin inşa edildiğine kuşku yoktur -Emest Mamboury, Istanbul Touristüjue, İstanbul, 195 1 , 348-50, 1453'ten sonra inşa edilmiş olan 24 kiliseyi sayar- ama bunların eski kili­ selerin yerine yapıldıkları ya da 19. ve 20. yüzyılda, yeni inşaatlar üzerindeki yasaklar ara sıra gevşetildiğinde inşa edildikleri varsa­ yılabilir. 90

KÜÇÜK KAYNAMCA ANTLAŞMASINDAKI ·oosOGRAFYA" K i LiSESi

le bir kilisenin yapım hakkını sağlaması için baskı yaptıklan görülmüştü. Obreskov, kuşkusuz, Rus koruması altında bir ki­ lisenin Osmanlı Rumlan arasında St. Petersburg'a sağlayaca­ ğı saygınlığın farkındaydı . 1 1 Dinsel nüfus artışı, antlaşmanın Rusya'ya sağlayacağı toprak, ticaret ve diplomasi alanındaki statü artışıyla paralel gidecekti. Nihayet, Rusya'nın inşa etmesine izin verilen kilisenin adı, Rus nüfusundaki muhtemel artışı nitelendiren bir önem taşı­ yordu. Çünkü kilise sadece Rum değil de Ruso-Grek olacak.tıy­ sa, bu, Rus hükümdarlann Osmanlı İmparatorluğundaki Rum­ O rtodoks Kilisesini koruma talebine çok daha tutarlı bir temel sağlayacaktı. İstanbul'da.ki kilise, Antlaşma koşullanna göre, Osmanlı İmparatorluğundaki sıradan Rum-Ortodoks kiliseler­ den biri olmayacaktı. Amacın öyle sıradan bir kilise inşa etmek olmadığı, Antlaşmanın Türkçe metnindeki terminolojiden ve katibin kopya ederken yaptığı hatadan anlaşılabilir. Osmanlı İmparatorluğundaki olağan Rum (Grek) kilisesi için kullanı­ lan terim "Rum"du. Gerçekten de, Antlaşma metninde Osman­ lı İmparatorluğu'ndaki Grek cemaati belirtmek için bu terim kullanılmıştır.12 Eğer antlaşmanın 14. maddesiyle İstanbul'da yapımına izin verilen kilise, bu sıradan Rum (Grek) kiliselerin­ den biri olsaydı, bir "Rum" kilisesi olarak adlandınlacaktı ve katip de bu terim yüzünden herhangi bir güçlük çekmeyecek­ ti. Bunun yerine kiliseye "Rusogrek" denmiştir. KB.tip Türkçede kullanılan "Rus" sözcüğünü tanımış ama kullanılmayan "Grek" sözcüğünü tanıyamamıştır. Olağan kilisenin, yani "Rum" kili­ sesinin aksine, antlaşmanın izin verdiği, anlaşıldığı kadanyla, yabancı "Rusogrek" teriminden de görüldüğü gibi, yabancı bir kiliseydi. Antlaşmanın Rusça metninin kiliseyi

pravoslavniy olarak

tanımlamaması da belirleyicidir. Çünkü Ortodoks anlamına gelen yaygın terim buydu. 1 775'te, Katerina'nın kendisi de, il

Kyuchuk Kaynardzhiyskiy mir 1 774 goda (yego podgotovka i zaklyucbeniye), Moskova, 1 955, 220-4, 295-6, 348. Bu

Ye. I. Druzhinina,

paragrafta ve başka yerlerde görülen birçok önerisinden dolayı ilk 12

taslağın bir okuyıı c usuna teşekkür ederim. Madde

16, paragraf 9. Ecnebi Defterleri 83/ l , 145. 91

O S M A N L l - T Ü R K TA R i H i (1774-19231

antlaşmayı öven bir bildiride, hem Rus kilisesinin hem de Ef­ lak ve Boğdan Rum-Ortodokslannın inancından söz ederken

pravoslavniy sözcüğünü kullanmıştı. 13 O zaman, neden kilise­ ye uGreko-Rus" denmişti? Bunun cevabı bir tahminden öteye gidemez. Belki de Rusça terim, İtalyanca metindeki "Russo­ Greca" sözcüğünden esinlenilerek kullanılmıştı. Fakat İtalyan­ ca metnin etkisi göz ardı edilemezse de, Greko-Rus teriminin kökenini açıklamayabilir. Anlaşıldığı kadanyla, bu terimi ilk kullanan Obreskov'du. Sonuçsuz kalan 1 772- 1 773 banş görüş­ meleri sırasında Türklere, Beyoğlu'nda, uGreko-Rus inancına bağlı" din adamlan için Rus korumasında bir kilise önermiş­ ti. 14 Bu görüşmeler sırasında Türklere sunulan Rus antlaş­ ma taslağında, nihai antlaşmadaki 14. maddenin aynısı, yani Rusya'ya Galata'da, Beyoğlu caddesinde uGreko-Rus" inancına göre umuma açık bir kilise yaptırma hakkı veren bir madde vardı. 15 Obreskov'un "Ortodoks" yerine "Greko-Rus" sözcüğünü kullanması için üç neden olduğu tahmin edilebilir. Birincisi, Türklere, Ruslarla Rumlann yakın dinsel ilişkilerini vurgula­ mayı, böylece Rusya'nın Osmanlı topraklan üzerindeki din­ sel etki alanını genişletmesine yardımcı olmayı istemiş ola­ bilir. İkincisi, İstanbul Rumlanndan, Babıali'nin sıradan bir Rum kilisesine izin verme olasılığının olmadığını öğrenmiş­ ti; Rumlar bir Rus kilisesine izin verilebileceği kanısındaydı. Üçüncüsü, Obreskov, kiliseye gayet belirleyici "Rus" tanımının eklenmesini, sağlayacağı diplomatik saygınlık dolayısıyla ar13

17

Mart

1 775 bildirisi: Polnoye sobraniye zakonov, İlk

seri, XX,

81.

Ama özellikle Beyoğlu'ndeki kiliseden söz etmemişti. ôrneğin daha sonraki bir Rusça rehberde, İstenbul'daki Rum-Ortodoks kilisele­ rinden söz ederken pravoslavniy sözcüğü kullanılır: Antonii (keşiş),

Putevoditel' po Konstantinopolyu: opisaniye zamiyechatel'nykh i svyatykh miyest, Odesse, 1 884, 66. Taslağın başka bir okuyucusuna, 14

dikkatimi bu noktaya çektiği için müteşekkirim. "Diye dukhovnykh, grekorossiyskoy zakon ispoveduyushchikh:" Druzblnina,

Kyuchuk Kaynardzhiyskiy mir, 22 1 , Arkbiv Vnesbney

Politiki Rossii, Moskova'den aktanlmış. Obreskov Türklerle konu­ ,.

şurken, İtalyanca mı kulleruyordu?

A.g.e. . 346, madde 23:

"vozdvignut v chasti Galati, v ulitse Bey-Oglu

nezyvayemoy, publicbnuyu grekorossiyskago ispovedaniya tser­ kov. . . " 92

KÜÇÜK KAYNARCA ANTLAŞMASINDAKI ·ooSOGRAFYA· KiLiSESi

zuluyordu. Fransa ve Avusturya, Beyoğlu'nda

kendi damgala­

rını taşıyan Hıristiyan kiliselerini koruyabiliyorsa, söz konusu tanımın eklenmesi, Rusya'nın da

kendi damgasını taşıyan bir

kilise için aynısını yapabileceğini gösterecekti. 16 Eğer Küçük Kaynarca Antlaşmasının hem Rusça, hem İtalyanca hem de, artık gördüğümüz gibi, Türkçe metninde İstanbul'da kurula­ cak kilisenin "Ruso-Grek" olacağı belirtikliyse, o zaman neden İngilizce metinde bu belirtilmemiştir? Neden, "Ruso-Grek"ten hiç söz etmeden, hatalı bir biçimde, "Rum usulüne göre" bir kiliseden söz edilmektedir? Burada yanıt hatalı kopyalamada değil, hatalı çeviridedir. Antlaşmanın bugün en yaygın olarak kullanılan İngilizce metni, o günün bilim adamları tarafından hazırlanan iki belgesel yayına dayanmaktadır. 17 Bunlar. açıktır ki. İngiliz Dışişleri Bakanlığı tarafından yaptırılıp Kının Sava­ şı sırasında, Rusların Osmanlı İmparatorluğu topraklarındaki Rum-Ortodoksları koruma hakkının şiddetle öne sürüldüğü günlerde yayımlanan çeviriye dayanmaktadır. 18 Bu İngilizce çeviri de, Küçük Kaynarca'nın, İngilizcesiyle birlikte 1 854'te Parlamento için bastırılan Fransızca metninden yapılmıştır. Bir not, bu Fransızca çevirinin l 775'te St. Petersburg'da yayım­ landığını açıklamaktadır. 1 9 Kuşkusuz bu Fransızca çeviri il. Katerina yönetimi tarafından yaptırılmıştır; çünkü Avrupa'da en yaygın kullanılan antlaşma külliyatının yayımcısı Martens, aynı Fransızca çeviriyi basmış ve bunun, l 775'te Rusya'da ya­ pılan ve St. Petersburg'da basılan resmi çeviri olduğunu da bir notla açıklamıştır.l0 Avrupa'da (daha önce Martens kendi 16

17

18

19 20

Küçük Kaynarca Antlaşmasının Ruslara genel olarak Osmanlı İm­ paratorluğundaki Rum-Ortodokslan koruma hakkı verecek biçim­ de yorumlanması üzerine, bkz. Roderic H. Davison, "' İlussian Skili and TUrkish Imbecility': The Treaty of Kuchuk Kainardji Reconside­ red", Slavic Review, XXXV, 3, 1976, 463-83. Hurewitz, bkz. yukarıda, no 1 ; M.S. Anderson, The Great Powers and the Near East, 1 774-1 923, Londra, 1 970, 9 14. "Treaties (political and terrltoriai) between Russia and TUrkey, 1774-1 849," Great Britain, House of Commons, Sessional Papers içinde, 1 854, LXXII. -

A.g.e., l . Martens, Recueil, iV, s . 606, n . 607. 93

O S M A N L l - T Ü R K TA R i H i ( 1 7 7 4- 1 9 2 3 )

çevirisini yayımlamış olmasına karşın) standart oluşturan bu Rus onaylı Fransızca versiyon, İstanbul'da inşa edilecek kili­ seyi "Ruso-Grek" olarak tanımlamaz. Bunun yerine, kilisenin "du rit Grec" olduğu söylenir.21 Kilisenin Rus özelliğine atıfta bulunmaktan kaçınılmıştır. Fransızcada, sonra da İngilizcede görülen bu çeviri hatasının, daha geniş anlamıyla, Osmanlı İmparatorluğundaki Rum kilisesi üzerinde Rusların koruma iddiasına yardımcı olduğu açıktır. Antlaşmanın ne Rusça ne İtalyanca ne de Türkçe metinlerine uymaktadır. İnsan, hatanın masum olup olmadığını merak ediyor.22 Eğer St. Petersburg onaylı Fransızca çeviri İtalyanca de­ ğil de Rusça metinden yapıldıysa, belki de masum bir hata yapılmıştı. Çünkü "Rum usulüne göre" bir kilise, esas anlam olarak, Rusça metnin 14. maddesinde söz edilen, "Greko-Rus inancına göre" bir kiliseden çok da farklı değildi. Ancak "Rum usulüne göre" bir kilise, denetleme açısından başvurulan İ­ talyanca metindeki "Ruso-Grek olarak adlandırılan" kiliseden ve aynı şekilde Türkçe metindekinden de bir hayli uzaktaydı. Yani St. Petersburg onaylı Fransızca çeviri , kilisenin Rus ö­ zelliklerine işaret eden hiçbir atıfa değinmeyip yalnızca Rum özelliğinden söz etmesiyle yanıltıcıdır. Bilinçli ya da değil, bu hata daha sonraki Rus talepleri için avantajlı bir temel sağlamıştır. 21

22

Bu çeviride 14. maddede şöyle denir: "A l'exemple des autres Pu­ issances, on permet iı la haute Cour de Russie, outre la Chapelle bıitie dans la maison du Ministre, de constnıire dans un cartier de Galata dans la rue nom- mee Bey Oğlu, une eglise publique du rit Grec, laquelle sera toujours sous la protection des ministres de cet Empire & iı l'abri de toute gene & de toute avanie." Theodor Schiemann, Rusça metindeki "Greko-Rus" sözüyle Fran­ sızca metindeki "Rum" sözü arasındaki tutarsızlığı fark etmiş, ama önemini anlayamamıştı: Geschichte Russlands unter Kaiser Niko­ laus I, Berlin, 1 904-19, I, s . 257, n. 1 . Martens'in, İtalyancadan yapıl­ dığını düşündüğümüz, daha önceki "özel" çevirisi, Recueil, I, 507-22 içindeydi. Gabriel Noradounghian (ed.), Recueil d'actes intemati­ onaux de l'empire ottoman, Paris, 1 897- 1 903, I, 3 1 9-34, muhteme­ len gene İtalyanca'dan çevrilmiş bir Fransızca versiyonunu verir. Türkçe, Rusça, İtalyanca ve İngilizce yayımlanan diğer versiyonlar hakkında ek bilgi için, bkz. Davison, loc. cit. nn. 22, 36, 37. 94

KÜÇÜK KAYNARCA ANTLAŞMASINOAKI ·oosOGRAFYA" KiLiSESi

Bütün bunlann üzerine, görüldüğü kadanyla, Ruso-Grek kilisenin hiç inşa edilmediğini keşfetmek bir tezat oluştur­ maktadır. En azından, yayımlanan kayıtlardan çıkartılacak so­ nuç budur ve bu kilisenin, eğer inşa edilmiş olsaydı, özellikle İstanbul'u ziyaret eden Ruslann dikkatinden kaçmış olması olanaksızdır. l 793'te Türkiye'ye gönderilmiş olan iki Rus elçi­ lik üyesinin hayli aynntılı anlatılannda böyle bir kiliseden söz edilmez.23 1 808'de İstanbul'a mesaj getiren ve birkaç hafta bu­ rada kalan bir Rus subayı, güncesinde böyle bir kiliseden söz etmemektedir.24 Daha sonralan, Rus hacılar ve turistler için yazılan iki rehberde bir Ruso-Grek kiliseden ya da Rus koru­ masında bir kiliseden söz edilmemektedir.25 Üstelik ne C evdet Paşa tarihinde ne de Mouradgea d'Ohsson'un Küçük Kaynarca Antlaşmasından kısa süre sonra yazdığı Tableau general de 23

Heinrich Christoph von Reimers, Reise der Russisch-Kaiserllc­ hen ausserordentlichen Gesandschaft an die ottomanische Pforte im Jahr 1 793, St. Petersburg, 1 803; Johann Christian von Struve, Voyage en Krimee, sulvi de la relation de I'Ambassade envoyee de Petersbourg a Conslantinople en 1 793, Almancadan Fransızcaya çeviren L.H. Delamarre, Paris, 1 802. Struve, çariçenin bayram

gü­

nünde, 25 Kasım /6 Aralık 1793'te, İstanbul'daki Rus elçilik konu­ tunda büyük bir kutlama olduğunu anlatır; "Rum kilisesinde büyük törenlerle gerçekleştirdiğimiz dinsel ayinden sonra, güzel bir ziya­ fet vardı .. ." der ama Rum kilisesini belirtmez, bu yerel bir kilise de olabilir ama yüksek olasılıkla bu, elçilik şapelidir, çünkü Struve'nin verdiği izlenim, bunu açıkça söylemese bile, kiliseyle elçiliğin yan 24

yana olduğudur. Alexandre Grigorevich Krasnokutskiy, Dnevnyya zapiski poyezdki v Konstantinopol v 1808 godu, Moskova, 1 8 1 5. Bir Rus binbaşının İstanbul'daki mezarından söz eder; yazılarından inançlı bir kişi ol­ duğu anlaşıldığından, Rus korumasındaki bir kiliseden söz etmesi

25

beklenirdi. Antonii,

Putevoditel'po Konstantinopolyu,

s. 99- l O l 'de günümüz­

deki "Hıristiyan" (yani Rum) kiliselerini sıralar, bunlann arasın­ da Galata'da iki tane vardır, ama Beyoğlu'nda (Pera) hiç yoktur. D. Korkmas ve M. Skokovskaya,

Putevoditel'po Konstantinopolyu,

İs­

tanbul. 1 9 1 2 , II. Bölüm, s. 3 l 'de Katolik veya Ortodoks olduklarını belirtmeden, Pera'da "manastırlar ve büyük Hıristiyan kiliseleri" ol­ duğunu belirtir ve IV. Bölüm, s. 29'da İstanbul'daki Rus kuruluşla­ rın

(konsolosluk, b ankalar, okullar, arkeoloji müzesi) listesini verir,

ama bir kiliseden söz etmez 95

O S M A N L l - T Ü R K TA R i H i ( 1 7 74- 1 9 2 3 )

l'empire othoman ında böyle bir kiliseden söz edildiğini gör­ '

medim.26 Son olarak, İstanbul'a seyahat etmek ya da kalmak için gelen bilgili birçok Batılı da herhangi bir Ruso-Grek ki­ lise ya da Rus koruması altında bir kilise konusunda sessiz kalmıştır. 27 Eğer böyle bir kilise inşa edilmiş olsaydı, 1 83 1 'de bazı Avrupa elçiliklerini ve Katolik kiliselerini yok eden büyük Beyoğlu yangınında yanmış olmalıydı ama gerek bu tarihten önce gerekse sonra, inşa edildiği ya da onanldığından söz edil­ memektedir. Kilisenin neden inşa edilmediği tahminlere kalmıştır; Rus ve Türk arşivleri araştırıldıktan sonra da öyle kalabilir. Belki de pratik güçlükler çıkmıştır. Ç ar ve sultanın yönetimleri ara­ sında sürekli yinelenen gerilimler ve savaşlar da göz önünde bulundurulduğunda, uygun bir zaman bulunamamış olabilir. Ya da olasıdır ki, Ruslar, kendilerini Katolik devletlerle teorik açıdan eşdüzeye getiren, bir kilise inşa edip koruma hakkına sahip olmayı yeterli bulmuşlardır. 26

27

İkinci basım, Paris, 1 788- 1 824, 7 cilt in 8. İsveç delegasyonu adı­ na tercümanlık yapan D'Ohsson Beyoğlu'nu iyi bilirdi. Ruslann Antlaşma koşullanna göre bir kilise yapma hakkı olduğundan söz eder: Vll , 463-4. Elizabeth Craven, A Joumey Through The Crimea to Constantinop­ le, yeniden basım, NewYork, 1 970 (ilk basım, Dublin, 1 789); Hammer, Constantinopolis, 24 Rum kilisesini sıralar ve tarif eder, I, 446-66; Brayer Neuf annees, yalnızca Pera'daki Katolik kiliselerini ve ayi­ ne katılan Rum Katolikleri anlatır, il, 14; Charles Pertusier, Pnme­ nadespittoresques dans Constantinople, 3 cilt, Faris, 1 8 1 5, Galata, Pera ve Rum kilise örgütlenmesi hakkında birçok şey anlatır; John Auldjo, Joumal ofa Visit to Constantinople in the spring and sum­ mer of 1 833, Londra, 1 835, o zamanlar Hünkar İskelesi'nde olan Ruslardan ve metropolden sık sık söz eder; Friedric von Tietz, St.

Petersburg, Constantinople, and Napoli di Romania in 1 833 and 1 834, 2. cilt, Londra, 1836, Pera'nın "uzun caddesindeki" üç Katolik kiliseden söz eder. il, 1 26-7; Charles McFarlane, Constantinople in 1 828, 2. basım, 2 cilt, Londra, 1 829, Rusya'nın Türkiye'ye saldısı sı­ rasında Yunanlardan yanadır; Charles White, Three Years in Cons­ tantinople, 3 cilt, Londra, 1 845, titiz bir araştırmacıdır; A. 1. Davy­ dov, Zhivopisniye ocherki Konstantinopolya, St Petersburg, 1 855, Kının Savaşı (Osmanlı-Rus) sırasında yazmış ve Ruslann 1 833'te üslendikleri Hünkar tskelesi'ni anlatmaya özen göstermiştir. 96

KÜÇÜK KAYNAKA ANTlAŞMASINDAKI ·oosOGRAFYA" KiLiSESi

Şimdiye kadar elde edilen kanıtlarla, üçlü bir sonuca va­ nlabilir: Yayımlanan Osmanlıca Antlaşma metnindeki "Do­ sografa" kilisesi gerçekdışıdır; St. Petersburg onaylı Fransız­ ca metindeki #Rum usulüne göre" kilise de yanlıştır ve Rusya tarafından Küçük Kaynarca Antlaşmasıyla yasal olarak elde edilen bir Ruso-Grek kilise inşa etme ve koruma hakkı hayata geçirilmemiştir.

Not: Küçük Kaynarca Antlaşmasının Türkçe metni, ek maddeler­ le birlikte, yeni harflerle, Nihat Erim, ed., Devletlerarası Hu­ kuku ve Siyasi Tarih Metinleri, l . cilt: Osmanlı lmparatorluf1u Antlaşmalan (Ankara, 1 953), s. 1 2 1 - 1 37 içinde tamamıyla ve­ rilmiştir. Antlaşma hakkındaki iki makaleyi yazarken, bu kita­ bı bulamamıştım. Erim metnini yukanda 4. notta sözü edilen

Muahedat Mecm uası 'ndaki eski harflerle yazılmış metinden almıştır. Ancak okuyuculanna söylemeden, bu metni düzelt­ miş, 1 4. maddedeki kilisenin, kaynakta yazılmış olduğu gibi Ndosografa" olduğundan söz etmemiş, "Ruso-Girek" olduğunu yazmıştır. Kuşkusuz, Osmanlı kaynağına değil, antlaşmanın Fransızca bir versiyonuna dayanmıştır. 1 968'de,

Venedik'teki

arşivlerde

antlaşmanın

l 774'te

Babııili'deki kayıtlardan kopya edilmiş bir İtalyanca metnini keşfettim. Metin muhtemelen gerçek bir kopyaya dayanmakta­ dır ve Martens'in yayımladığı, orijinal İtalyanca metin olduğu­ nu varsaydığım İtalyanca metinle birçok küçük aynlıklar gös­ termektedir. Karşılaştırmalı metinlerin açıklaması ve Venedik kopyasından bazı alıntılar, Roderic H. Davison, NThe Treaty of Kuchu.k Kaynardja: A Note on Its Italian Text" The Intematio­

nal History Review 10:4 (Kasım 1 988): 6 1 1 -2 1 içindedir. Bu iki keşif, iki şeyi ispatlar: Tarihçi konuyla ilgili bütün kaynaklan bulmaya çalışmalıdır; tarihçinin işi hiç bitmez.

97

OSM A N LILARI N İLK KA�IT PARA DE NEMESİ"

1 840 yılında, Osmanlılar, mütevazı bir iktisadi denemeye gi­ riştiler - kağıt para çıkanlması. Bu, Türk para tarihinde yeni bir dönemin b a şlangıcıdır. Söz konusu deneme, birçok deği­ şiklikle, 1 862'ye kadar sürdü.1 Kaime adı verilen bu paradan Osmanlı halkının çoğunluğu nefret etti, 1 862'de kaime'nin dolaşımdan kaldınlması, halkta sevinç uyandırdı. Deneyimin daha s onraki yıllan, yoğun araştırma gerektiren önceki yıllar­ dan daha iyi b ilinir. Osmanlı kii.ğıt para tarihinin 1 840 - 1 862 arasındaki ilk s aflıası Herdeki sayfaların konusunu oluşturur. Neyin, nasıl ve (olabildiğince) neden olduğu gösterilmeye çalı­ şılmıştır. Olaylan belirlemek bile güçtür. Kaime'nin ilk olarak hazinedeki bir kriz nedeniyle piyasa­ ya sürüldüğü açıktır. Daha önceki yıllarda, Osmanlı sultanlan böylesi krizlerle karşı karşıya kaldığında, gelirleri yükselt­ mekte zorluk çekmiş ve madeni paraların ayannı düşürmüş­ lerdir. Bu uygulamanın bir sonucu, 1 9. yüzyıl başlarında pi­ yasaya beşlik ve altılık denilen beş ve altı kuruşluk paralann sürülmesi ve bunlann altın karşılığında düşük değerden de­ ğiştirilmesi olmuştur. 1 840'ta, Babıali aynı yöntemi bir kez da­ ha uygulayamayacağını hissetmiş olsa gerektir. Daha önceki

Social and Economic History ofTurkey ( 1 07 1 - 1 9201. ed.

Osman Ok­

yar ve Halil İnalcık, (Ankara, Hacettepe Üniversitesi, 1 980) s. 2432 5 1 'den alınmıştır. Kağıt paranın çıkanldığı, bu kadar deneysel olmayan ikinci bir dö­ nem de 1 876- 1 879 arasıydı; bir üçüncü dönem de 1 9 1 5'te,

I. Dünya

Savaşı sırasında başladı ve Cumhuriyet'le birlikte günümüze kadar sürdü. 98

OSMANLILARIN iLK KAÔIT PARA DENEMESi

kriz durumlannda da, Babıali, gelecek gelirlerle geri ödenecek kısa vadeli hazine senetleri (esham - sözcüğün tecil biçimi: se­ him) satmıştı. Üstelik devlet birimlerine, bütçedeki paylan tü­ kendiğinde kullanılacak borç senetleri (sergi) çıkarma yetkisi verilmişti. Böylece, çoğunluğu, tstanbul'un Avrupalı-Levanten ticaret mahallesi olan Galata'daki sarraflara olmak üzere, bü­ yük miktarda kısa vadeli borç birikmişti. 1 840'ta her iki çareye de başvurmanın uygun görülmediği açıktır. Ancak hazinenin, harcamalan için fena halde paraya gereksinimi vardı. Gereksinim kısmen ordunun güçlendirilmesi fonlan içindi. Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın ordusu 1839'da Osmanlı güçle­ rini yenilgiye uğratmıştı. Her ne kadar Avrupa devletleri mü­ dahale edip Osmanlı İmparatorluğunu kendi Mısır valisinin elinden kurtarmışlarsa da, kritik durum 1 840'ta halıi çözülme­ mişti. Babıali o zaman umuazzam harcamalarn gerektiren as­ keri çarelere başvurdu.2 Para gereksinimi olan başka alanlar da vardı. 1 839'daki Gülhane Hatt-ı Şerifi reform bildirgesi, hu­ kuk ve adalette, vergilendirmede, askerlik hizmetinde ve genel anlamda sivil yönetimde yeni tedbirler sözü vermişti. Bunlan yerine getirebilmek için de daha çok para gerekiyordu. Fakat Babıali'nin gelirleri, eski iltizam sisteminden doğrudan vergi toplamaya geçilirken yükselemedi. Yeni tahsildarlann dene­ yimsizliği, eski sistemden çıkan olanlann örtülü direnişiyle birleştiğinde, normlann altında gelirlerle sonuçlandı.3 Fuad Paşa'nın neden kaime çıkanldığını açıklarken belirttiği gibi, gelirlerin İstanbul'a ulaşmasında da gecikmeler oluyordu.4 Ay­ nı zamanda, gümrük harçlan da getirmeleri gereken gelire u­ laşamıyordu, çünkü Babıali antlaşmalarla -kısmen geleneksel

The Times (Londra), 18

Eylül

1840, s. 4.

Halil İnalcık, "Tanzimat'ın Uygulanması ve Sosyal Tepkileri" Bel­ leten

28: 1 1 2

(Ekim

1 964), 637;

Stanford J. Shaw, "The Nineteenth­

Century Ottoman Tax Reforms and Revenue System." International Journal of Middle East Studies,

6:4

(Ekim

1 975), 423; Reşat Kay­ 1954), s. 224-64, 283,

nar, Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat (Ankara,

291 -95; Mehmet Zeki Pakalın, Tanzimat Maliye Nazırlan (İstanbul. 1 939-40), I, 36-38. Fuad Paşa'nın 1 9 Şubat 1 862 tarihli memorandumu, J. Lewis Farley, Turkey and its Resources (Londra, 1862), s. 22-23. 99

O S M A N L l - T Ü U TAR i H i ( 1 774- 1 9 2 3 )

kapitülasyon sisteminin, kısmen d e İngiliz baskısı ve Türklerin İngiltere'yi kendi taraflanna çekme çabalannın sonucu- İm­ paratorluğun ithalatına yalnızca % 3 katma değer vergisi uy­ gulayabiliyordu. İhracat için de % 3 vergi ödeniyordu, üstelik mallar, imalat noktasından yükleme limanına nakledilirken % 9 iç vergiye de tıibiydi.5 1 840 krizini daha da kötüleştiren, tahıl hasadının düşük olmasıydı, bu yüzden Babıali, Eylül başlann­ da, Ekim ayından başlamak üzere İmparatorluk dışına tahıl ihracının üç aylığına yasaklandığını açıklamak zorunda kaldı.6 Düşük hasat, aynı zamanda devletin en yüksek gelir kaynağı olan aşar vergisinin de azalacağı anlamına geliyordu. Bu un­ surlardan 1 840 Hazine Krizi doğdu. Tarihlerin kesin olmamasına karşın, Babıali'nin, kaime çıkarmadan önce, hükümeti krizden çıkarabilmek için bazı Londra bankerleriyle borç için görüştüğü anlaşılmaktadır. Eğer bu doğruysa, borç konusunda Babıali'nin arzuladığı hız­ da bir anlaşmaya vanlamamıştır.7 Sonunda, Babıali kağıt para çıkarmaya karar vermiştir. Kıiğıt paranın ilk çıkanldığı tarihin henüz kesin olarak be­ lirlenememesi ilginçtir. Hem Türk hem de yabancı araştırma­ cılar, Mısır krizine tekabül eden dönem üzerinde genelde anla­ şıyor olsalar da, herhangi bir kanıt öne sürmeden, 1 839- 1 841 arasında tarihler öne sürmektedir. Hatta bazılan ilk kaime 16 Ağustos 1 838 tarihli Osmanlı-İngiliz antlaşması, bu aynı yıl imzalanan Osmanlı-Fransız antlaşmasına de örnek olmuştur, J.C. Hurewitz, ed .. The Middle East and North Africa: A Documantary Record (New Haven, 1 975), 1, 265-66. Ticaret Nazın Ahmet Fethi'den Hariciye Nazın Reşid Peşa'ye, 1 1 Recep 125617 Eylül 1 840, United States National Archives, Record Group 84 (buradan sonra USNA, RG 84 olarak anılacaktır) içinde, Notes From tbe Sublime Porte [Bıibııili'den notlar], 1 839- 1 8 5 1 , İngi­ lizceye çeviri. lç tüketimin zora gireceği anlaşıldığında Bıibııili'nin tahıl ihracatına ambargo koyması ez görülen bir uygulama değildi eme ambargolar tüm İmparatorluktan çok, belli bazı vilayetlere uy­ gulanırdı. Kaynar, Reşit Paşa, s. 284-85, borçla ilgili olarak İstenbul'daki Başvekalet Arş!vi'nde yer elan belgelere atıfta bulunur ama görüş­ melerin tarihi açık değildir. Keynar'ın verdiği Hicri 1 265 ( 1 848/49) tarihi, herhalde 1 256 ( 1 840/ 1 ) yerine yanlışlıkla yazılmıştır. 100

OSMANLILARIN iLK KAôlT PARA DENEMESi

çıkarma tarihini 1 830' a kadar çekmektedir ama bu olanaksız görünmektedir.8 1 840 yılı doğru olabilir, çünkü o günlerin ga­ zete haberleri ve belgeler kaime'nin çıkanlma tarihi olarak bu yılı göstermektedir. 5 Şubat 1840 günü, Londra'daki Times gazetesinin İstanbul muhabiri, yerel sarraflann hükümete altı ayda bir ödenecek, % 18 faizli iki yıllık yaklaşık bir milyon sterlin borç verdiğini

bildirmiştir.9 Galata bankerlerinden alınan bu tür kısa vadeli borçlar, faiz oranı dışında, pek sıra dışı değildi, zira alışıla­ gelmiş faiz oranı % 12 idi. Birkaç günden beri etrafta dolaşan, hükümetin "yakında kağıt para basacağı" yolundaki söylenti­ nin 1 8 Şubat tarihli haberi daha sıra dışıydı.10 The Times'ın muhabiri bunun yanlış haber olduğunu düşündü, haberine, o sıralar kağıt para çıkanlmasının başansızlıkla sonuçlanacağı yolundaki düşüncesini de ekledi. Bunun arkasından, 6 Martta, "Ermeni bankerlerin Babıali'ye banknotlan para olarak kabul etmeyeceklerini bildirdikleri ama Divan' a başka iki mali proörneğin şu kaynaklar, kağıt paranın çıkanlış tarihine 1830 der: Refii Şükrü Suvla, "Tanzimat Devrinde İstikrazlar" Tanzimat I (İstanbul,

Osmanlı tarihi IV, (Ankara, 1954), s. Les finances de la Turquie (Faris, 1902), s. 16. Şu kaynaklarsa 1 839 der: Mehmed Nihad, Das Papiergeld in der Finanzund Wahrun9s9eschichte der 7ürkei (İstanbul. 1930), s. 2, 35; A. Du Velay, Essai sur l'histoirefinanciere de la Turquie (Faris, 1903), s. 123; Adrien Biliotti, La Banque Impertale Ottomane (Faris, 1909), s. 94. Şunlar ise 1841 der: J.H. Abdolonyme Ubicini, Letters on Tur­ key, İngilizceye çeviren Lady Easthope (Londra, 1 856), l, 298; Bernard Lewis, The Emergence of Modern Tı.ırkey, 2. basım (Londra, 1968), s. 1940), s. 266; Enver Ziya Karal.

204; Charles Morawitz,

1 1 1 . Doğrusunu, yani 1840 tarihini verenler ise şunlardır: Süleyman Sudi,

Usul-u Meskukat-ı Osmaniye ve Ecnebiye (İstanbul. 1 3 1 1), s.

105; Pakalın, Maliye Nazırları, l, 41; Şükrü Baban, "Tanzimat ve Para," Tanzimat, l, 246; Ekrem Kolerkılıç, Osmanlı lmparatorl�u'nda Para (An.kara, 1958), s. 132; Mine Erol, Osmanlı lmparatorlu�u'nda Kd�ıt Para (kaime) (Ankara, 1970). s. ı . Sudi ve Pakalın ay olarak cemaziela­ hir (Ağustos) verir, diğer bazılan ise kağıt para çıkanlmasının, Sultan Abdülmecid'in tahta çıkışının ikinci yılından itibaren gerçekleştiğini söyler (1 Temmuz 1 840'tan sonra). 10

The Times, 2 Mart 1 840, s. 5. The Times, 9 Mart 1 840. s. 5. Babıali'nin kağıt parayı bu kadar erken planladığını doğrulayacak başka bir kaynağa sahip değilim. 101

O S M A N L l - T Ü R K TAR i H i ( 1 7 7 .4- 1 9 2 3 )

j e sundukları" yolunda bir haber geçti . 1 1 Sarraflar; kağıt para çıkarma yetkisine sahip bir bankanın rekabet edemeyecekle­ ri bir rakip olmasından ve bunun da işlerini bozacağından korkmuş olabilir. Eğer muhabirin haberi doğruysa, sarraflann sunduğu projelerden biri, hükümetin, yaz aylarında, temmuz­ da ya da daha yüksek bir olasılıkla ağustosta resmi banknot çıkarmasıyla ilgili olabilir. Çünkü 25 Ağustos 1 840 tarihli bir hükümet memorandumu, sehim kaimesi (çoğulu esham kavai­

mi) adında ve sultanın onayını alarak kağıt para çıkarılmasıy­ la ilgili kuralları belirlemiştir. Memorandum kağıt paraların yeni çıkarıldığını ya da çıkarılmak üzere olduğunu ima etmek­ tedir. 1 2 Sehim kaimesi, kamu çalışanlarının (askerler dışında) ücretlerinin yansı değerinde tedavüle çıkarılacaktı ve devletin iaşesini karşılayacaktı. O zaman sehim kaimesi çıkarılmış olsa gerekti çünkü 27 Ağustosta İzmir gazeteleri dolaşımda oldu­ ğunu bildiriyordu. 13 İzmir gazetelerine bakılırsa, piyasaya

sürülen

miktar

1 6.000.000 kuruştu. Bu bilgi doğruydu çünkü iki hafta kadar sonra Takvim-i Vekayi, yani hükümetin resmi gazetesi, bunu doğruladı. Takvim-i Vekayi 'nin bildirdiğine göre, çıkarılan miktar 32.000 keseydi. Bir kese 500 kuruşa ya da 5 liraya kar­ şılık gelen bir miktardı. Demek ki, toplam çıkarılan kağıt para, 1 60.000 lira ya da 1 6.000.000 kuruştu.14 O sıralar kuruş, İngiliz parasıyla 2d'den biraz fazla ediyordu, sterlin ise 1 ,07 Türk lira­ sıydı, yani çıkarılan toplam miktar yaklaşık 149.500 sterlindi. Bu mütevazı miktardaki devlet kağıdı gerçekten de kağıt pa­ ra mıydı? Çıkarılmasına eşlik eden bazı olaylar kuşkuya neden olur. Birincisi, kağıda başlangıçta verilen sebim kaimesi adı, il

13

The Times, 6 Nisan 1840, 26 Cemazielahir 1 256

s. 3 tarihli memorandumun metni, İnalcık,

671 -72. The Times, l 8 Eylül l 840, s. 4. İzmir'de Türkçe gazete yoktu, yalnızca

"Tunzimat'ın Uygulanması" içinde, s.

buradaki Avrupalı tüccar cemaatiyle yakın ilişkileri olan Avrupalı­ 14

ların çıkardıklan Fransızca gazeteler vardı.

#206, 1 5 Recep 1 256 ( 1 2 Eylül 1 840), s. 5. Ubicini, I, 299 ve Lewis, Emergence, s. l l l; her iltisi de 60.000 kuruş

Tukvim-i Vekayi, Letters,

der, bu yanlış görünmektedir. Aynca her ikisi de kaime'nin vadesi olmadığını söyler (halbuki 8 yıldır).

102

OSMANLILARIN iLK KAÔIT PARA DENEMESi

temelde "tahvil" ya da "hazine bonosu belgesi" anlamına geli­ yordu. Bu kağıt, gerçekte, göründüğü kadanyla önceki sehim 1e ilgisi olan bir tür hazine bonosuydu; 25 Ağustos memorandu­ mu, yeni banknotlann halen dolaşımda olan eski kağıtlarla kanştınlmaması ve birbirlerini etkilememesi gerektiğini be­ lirtiyor ve her ikisi için de aynı terimi kullanıyordu. İkincisi, 1 840'taki ilk çıkanlan kaime1er ve bunu izleyen on yıl içinde çıkanlan yeni tertipler, hamiline altı aylık faiz ödemesi öngö­ rüyordu. İlk faiz oranının ne olduğu, tartışma konusudur; ilk

kaime'nin

tarihinin araştınlmasındaki temel sorun, gerçekle­

ri belirlemektir. Daha sonraki bütün Türk araştırmacılar faiz oranını % 8 olarak bildirir; görüldüğü kadanyla, her tarihçi bir öncekinin belgelenmemiş ifadesini kabul etmiştir.

The Times,

1 840'ta bu oranı % 9 olarak bildirmişse de, bu pek olası değil­ dir. 15 Ancak en eski resmi Türk kaynaklan, yüzde vermemekle birlikte, ilkin "dört bin kese faiz ve otuz iki bin kese anapara" çıkanldığını belirtmektedir. 1 840 Eylülünde piyasaya ikinci kez

kaime çıkanlmasıyla, o zamana kadar dolaşıma çıkanlan kaime miktannın on bin kese faiz ve seksen bin kese anapa­

raya yükseldiği ifade edilmiştir. 16 Bu tuhaf ifadeye göre, faiz oranının % 8 değil, sehim

kaimesi'nin üzerinde yazılı değerinin

sekizde biri, yani % 1 2,5 olduğu anlamına geliyor gibidir. Bu, faiz oranını İstanbul'da yerel devlet borçlanması için kullanı­ lan normal yelpazenin alt sınınna getirmek demekti. Osmanlı İmparatorluğundaki yabancılardan ikisinin anlattık.lan da bu oranı doğrulamaktadır. 17 Üçüncü olarak, bu

kaime'nin

kısıtlı

bir ömrü vardı, sekiz yıl sonra vadesi gelecekti. 18 Son olarak, I& 16

The Times, 18 Eylül 1 840, s. 4 Takvim-i Vekayi, # 206, s. 5. Erol, Kti�ıt Para, s. v-vi ve Kolerkılıç, Para, s . 1 33, her ikisi de ilk kaime'den örnek bulamadıklannı söy­ ler; eğer bir tane bulunabilirse, bu faiz oranı konusunun aydınla­ tılmasında yardımcı olacaktır. Erol, s. 39, bir kaime fotoğrafı verir (baskı olduğuna göre 1 84 1 ya da sonrasına aittir), bunun üzerinde

"25 kuruş faiz" ve "250 kuruş anapara• yazmaktadır. % lO'luk bu faiz 17

ıe

oranıyla başka hiçbir yerde karşılaşmadım. Ubicini, Letters I, 299, % 12 rakamını verir; Charles White, Three

Years in Constantinople (Londra, 1 845), II, 7 1 , % 1 2,5 demektedir. Biliotti, Banque Imperiale, s. 94, sekiz ay der. Ban.k-ı Osmani'nin bir 103

O S M A N L l - T Ü R K T A R i H i (177.4 - 19231

ilk seferde yalnızca 500 kuruşluk kağıtlar çıkarılmıştı, bu da o günler için büyük bir miktardı ve küçük çaplı alışverişlerde kullanılması zordu.19 Ne var ki, bu hazine bonoları aynı zamanda kağıt para­ nın başlangıcıydı. Babııili'nin ilk niyeti de muhtemelen buy­ du.20 tık 32.000 keseye 48.000 kese

kaime'nin eklendiği ikinci

emisyona gelindiğinde, amaç kesinlikle buydu. Çünkü ikinci emisyonun resmi açıklamasında (açıklama, birinciye de gön­ dermede bulunuyordu), kaime'nin nakit hükmünde tedavül edeceği belirtilmişti. 21 Bankerlere olan borçlardan ya da kredi alınmasından doğan devlet borçlanması sertifikaları için bu geçerli değildi. Açıklamaya bakılırsa, kaime, taşrada vergi tah­ sildarları tarafından kabul edilecek, İstanbul'daki hazinede de hükümete yapılacak ödemeler için kullanılabilecekti. üstelik ilk çıkarılan

kaimelerin büyük ve kullanışsız olmasına karşın,

ikinci tertip kaime1er, kullanımı ve saklanmasının kolaylaştı­ rılması amacıyla küçültülmüştü. Buna ek olarak, hepsi de ilk seferkinden küçük olan, 50, 1 00 ve 250 kuruşluk kupürler ha­ zırlanmıştı.22 Kaime'nin boyut ve kupür olarak küçültülmesi, günlük işlerde

(muamelat-ı nas) para olarak kullanımını ko­

laylaştırmayı amaçlıyordu. Zaman geçtikçe, kaime'nin dola­ şım aracı özelliği daha da ortaya çıktı. Böylece, Babıali daha 1 840 Ekiminde, içinde bulunduğu mali krizden hiç söz etme­

den,

kaime'nin "madeni parayla aynı değerde dolaşıma soku­

larak ticareti kolaylaştırmanın amaçlandığını" ilan etti.23 Ya-

19 20

memuru olduğuna göre, daha iyi bilgi sahibi olması gerekirdi Tüm bu bilgiler,

Takvim-i Vekayi # 206 içinde.

Çünkü 25 Ağustos 1840 tarihli memorandum, kamusal ya da özel olduğu açık olmasa da, alışverişi kolaylaştırmaktan söz ediyordu:

21

2J

İnalcık, "Tanzimat'ın Uygulanması", s. 67 1 .

Takvim-i Vekayi, # 206. A.g.e. USNA, RG 59, Despatches From United States Ministers to Turkey, 1 8 1 8- 1 906 [Birleşik Devletler'in Türklye'deki elçilerinden mesajlar, 1 8 1 8 - 1 906) M46, Roll l l , Foreign Ministry nete of 1 8 Şaban 1 256/ 1 5 October 1 840 [Hariciye Nezaretinin 1 8 Şaban 1 256/ 1 5 Ekim 1 840 tarihli notu), İngilizceye çeviren J.P. Brown, David Porter'dan ABD Dışişleri Bakanı'na

# 61

ekinde, St. Steffano

(sic),

18 Ekim 1 840. Os­

manlıca orijinali RG 84, 'Babıali'den notlar, 1 839- 1 85 1 ' içinde. 104

OSMANlllARIN iLK KAC>IT PARA DENEMESi

hancı elçilikler ve temsilciliklerden, İmparatorlukta yaşayan tüccar yurttaşlannın yeni kağıt parayı kabul etmesine nezaret etmeleri istendi. Para arzının arttınlarak ticaretin kolaylaş­ tınlmasının, Babuili'nin

kaime

denemesine girmedeki belli

başlı nedenlerinden biri olması pek olası değildir. Babıali'nin herhangi bir biçimde bir iktisadi gelişmeyi sağlamak amacıy­ la kağıt para çıkardığına dair bir kanıt da yoktur. Kaime'nin varlık nedeni hazine krizidir. Fakat kaime'nin ticarete yardım­ cı olarak vurgulanması erken oluşmuş ve sürmüştür. Böylece hazine bonolan kağıt para olmuştur. Peki, sık sık

kaime geçerli para mıydı? Hükümet açıklamalannda kaime'nin nakit ya da madeni parayla eşdeğer olduğu

vurgulanıyordu. Resmi gazetede ikinci tertip kaime1er dolayı­ sıyla yayımlanan bildiride, bunun (ve kuşkusuz birinci tertibin del "zorunluluktan, Sultanın egemenliği altındaki her yerde ge­ çerli ve cari olacağı" söyleniyordu.24 Kaime'nin bugüne kadar kalabilen örnekleri ( 1 840 tarihli ilk tertipten hiç kalmamasına karşın)

evrak-ı nakdiye (nakit kağıt), evrak-ı mutebere (geçerli kaime-i mutebere (geçerli belge) ibaresini ya da bunlar­ birkaçını taşır. Ama yalnızca devlet daireleri kaime'yi ka­

kağıt), dan

bul etmek zorundaydı. Anlaşıldığı kadanyla, özel kişiler bunu kabule zorlanamıyordu. Kabul etmeleri ya kendi çıkartan yü­ zünden, ya kaime'nin kullanışlı olması yüzünden ya da bazı du­ rumlarda eldeki tek dolaşım aracı

kaime

olduğundan, gönüllü

olmak koşuluyla, sağlanabilirdi - yabancı tüccarlara elçilikleri yoluyla yapılan çağn bu yüzdendi. Bu durumda,

kaime

geçer­

li para olarak kabul edilemez. Daha sonraki yıllarda, 1 852'den sonra,

kaime'nin

değişim aracı olarak niteliği biraz değişmiş

görünmektedir. Ancak kaime'nin resmi ve özel tüm borçlar için geçerli para olduğu hakkında hiçbir ifadeye rastlamadım.

Kaime,

kuşkusuz, istendiğinde madeni paraya dönüştü­

rülemiyordu. Bu ancak sekiz yıl sonra, vadesi geldiğinde ger­ çekleşebilirdi. Kaime'nin madeni para olarak karşılığı yok24

Takvim-i Vekayi, # 206. Bu cümle aynı zamanda kaime'nin geçerli ve cari olacağının "gerektiği" (iktiza) biçiminde de anlaşılabilir, ama bu da herkesin kaimeyi kabul etmesinin zorunlu olduğu anlamına gelmez. 105

O S M A N L l - T Ü R K TAR i H i ( 1 77 4- 1 9 2 3 1

tu.25 Önceki

esham ya d a sonraki dış borçlanmaların tersine, kaime'ye karşılık ya da ödeme sağlamak amacıyla belirli bir devlet geliri bağlanmamıştı. Bank-ı Osmani'nin bir memuru­ nun sonradan söylediği gibi,

kaime'nin karşılığı yalnızca "İm­ kaime belki de

paratorluğun genel gelirleriydi. "26 Para olarak,

temsili para olarak adlandırılabilirdi, geçerlilik taşımayan, sa­ dece hükümet kararına dayanılarak tedavüle çıkarılmış, kon­ vertibilitesi olmayan bir paraydı. Ne var ki kağıt para aynı zamanda bir iç borçtu. Babıali gö­ ründüğü kadarıyla ilk iki tertip kaime'den elde edilen 40.000.000 kuruştan daha fazla fona gereksinim duymaktaydı. 1 840 Ekim sonunda, 50, 1 00, 250, 500 ve 1 000 kuruşluk kupürlerden oluşan yeni bir tertip çıkanldı.27 Bu tertibin ortaya çıkmasıyla, tarih­ çiler yeni bir sorunla karşı karşıya kalrr: Dolaşımda.ki

kaime Takvim-i Vekayi' deki ilanda, çıkarılan toplam miktar belirtilmemiştir.28 Osteli.k, yeni tertip kaime1erin bir kısmı, eski tertipteki büyük boyutlu kaime1erle değiştirilmiş

miktarı neydi?

olmalıdır. Ancak herhalde, vergi olarak ödenenlerin dışında, es­ ki kaime1erden bir kısmı bala dolaşımdaydı. 1 840 Ekiminden kağıt para deneyinin sonuna kadar, halk dolaşımda ne kadar

kaime olduğunu hiç bilmedi ve herhalde yönetim de halkın e­ kaime miktarını tam olarak bilmiyordu. Ama şu

lindeki toplam

kesindir ki, dolaşımdaki miktar gene de çok küçüktü. Babıali,

kaime'yi sekiz yıllık vadesi dolmadan dolaşımdan

çekmek istemiş olabilirdi. Anlaşıldığı kadarıyla, 1 840 sonba­ harında yabancı borç sağlanması için görüşmeler bir süre de25

Stanford J. Shaw, "Nineteenth-Century Ottoman Tax Reforms," s. 423, 1 840'ta çıkanlan (herhalde 1 60.000 lira ya da 1 6 .000.000 ku­ ruşluk ilk tertip) tertibin, hazinede 1 60.000 altın olarak karşılığının olduğunu söyler. Altınlann Türk altın lirası olduğu varsayılırsa, bu çıkanlan paranın % 1 00 altınla karşılandığı anlamına gelir. Bunun doğrulandığına rastlamadım. 1 860'ta hazinede

kaime'yi geri çek­

mek üzere 1 60.000 kese madeni para vardı ama bu, o yıl Suriye'de başlayan ayaklanmayı bastırmakta kullanıldı: Süleyman Sudi, 26 27 28

Usul-u meskukat, s. 1 1 6. J. Lewis Ferley, Thrkey (Londra, 1 866), s. 1 1 8.

Takvim-i Vekayi, # 2 1 0, 27 Şaban 1 256 (24 Ekim 1 840), s. 2. Faiz konusunda da bir şey söylemez, bu herhalde hali % 1 2,5 idi.

ı06

OSMANLILARIN iLK KA(;IT PARA D E N EMESi

vam etmişti.29

The Times,

10 Ekimde İstanbul muhabiri aracı­

lığıyla, "Bıibıali'nin İngiliz bankerlerle, % BO'den ve % 6 faizle 4.000.000 sterlinlik borç almak için anlaştığını" öğrenmişti,

uSöylendiğine göre, bu para, daha önce

sehim adıyla çıkarı­

lan kağıt parayı tedavülden geri çekmekte kullanılacaktı."30 Babıali'nin amacı ne olursa olsun, dış borç antlaşması yapıl­ madı ve

kaime dolaşımda kaldı. İlk baştan beri kaime'nin dolaşımına kalpazanlık bulaş­

mıştı. İlk banknotlar, diğer devlet belgeleri gibi, elyazısıyla büyük kağıtlara yazılmıştı. Sahtekarlık güç değildi. Bu yüzden, ikince seferde anapara ve faiz rakamları için silinmez mürek­ kep kullanılmış, sultanın tuğrası ve maliye nazırının ve neza­ retin mühürleri de eklenmişti.3 1 Ancak kalpazanlar bu işin de üstesinden gelmişlerdi ve daha çok sahte kaime dolaşıma çık­ tı. Bu yüzden, üçüncü tertipte anapara ve faiz kağıda basıldı ve mühürlendi; daha önce çıkarılan kaime'ler, muhtemelen altı ayda bir yapılan faiz ödemeleri için, hazineye getirildiklerinde, Üzerlerindeki rakamlara da mühür basıldı. 32 Fakat gene de sahtekarlıklar yapıldı. Bu, Divan'ın, Sultanın

iradesiyle onaylanmış iki karar almasına neden oldu; bu iki karar 1 84 1 Ocak ayında halka dağıtılan broşürlerle ve sonra da resmi gazete aracılığıyla ilan edildi.33 Kararlardan biri, ye­ tenekli hattat-kalpazanların önünü almak için,

kaime'nin ar­

tık matbu olarak hazırlanması yolundaydı. Yeni basılı bank­ notlarda kabartma tuğra ve kalpazanlığa karşı başka önlemler

29 30

Bkz. Kaynar, Reşit Paşa, s. 284-87, 289-9l 'deki belge.

The Times, 9 Kasım 1 840, s. 3, İstanbul'dan 10 Ekim tarihli haber. Morawitz, Les Finances, s. 1 7, kaime avansı üzerine Ricardo tica­ rethanesiyle yapılan bir kontrattan söz eder; bu aynı pazarlıkla il­ gili olabilir ama 1881 'den önceki olaylar için Morawitz'e her zaman

31 32 33

güvenilemez.

Takvim-i Vekayi, # 206. Takvim-t Vekayi, # 2 1 0. Takvim-i Vekayi, # 2 1 6, 4 Zilhicce 1 256 (27 Ocak 1 84 1 ); aynı bilgi BabıAli'nin tüm yabancı misyonlara gönderdiği 3 Zilhicce 1 256/26 Ocak 1 84 1 tarihli memorandumda da vardır, İngilizceye çevirisi USNA, T238, Roll 2, David Ofiley (Smyrna) to Secretary # 26, 21 Tem­ muz 1 842 içinde. 107

OSMA N L l -T Ü R K T A R i H i ( 1 774- 1 9 2 3 )

olacaktı. Eski elyazması banknotlar hazineye getirildiğinde, yerlerine, basılı yenileri verilerek ortadan kaldınlacaklardı. Her ne kadar karar, ilk elyazması kaime'nin çıkarılmasından beş ay sonra alındıysa da, tüm elyazması kaime 1erin dolaşım­ dan çekilmesi neredeyse iki yıl sürdü; sonunda tüm değişimin

7 Eylül 1 842'yi izleyen üç ay içinde tamamlanması gerektiği duyuruldu. O yılın 3 Aralık gününden sonra, elyazması

kaime

dolaşımdan kalktı ve tüm değerini yitirdi.34 İkinci karar ise kaime'nin taşradaki dolaşımına son ver­ mekti. 22 Nisan 1 84 1 'de, üç aylık bir dönemin sona ermesiyle, ne elyazması ne de basılı

kaime buralarda geçerliliğini ko­

ruyacaktı. Resmi olarak açıklanan neden, taşra halkının ger­ çek kaime'yi sahtesinden ayırmakta yaşadığı güçlüktü. Bu herhalde gerçekti ama esas neden, taşradaki halkın, ticari ve mali konularda geri olduğu ve doğru dürüst madeni pa­ ra olmayan bu paraya kuşkuyla yaklaştığı için, etmekten kaçınmasıydı.35

kaime'i kabul

Kaime'nin kullanımının 1 84 l 'den

başlayarak başkentle kısıtlanması, kaime'nin geçerli para ol­ mayıp, İstanbul için bir kullanım kolaylığı olduğu yolunda ek bir kanıttır. 1 842'nin Aralık ayından başlayarak, basılı

kaime İstanbul'da

standart hale geldi.36 Basılı banknotlar da hemen taklit edildi. Hazinenin

kai­

me 1ere seri numarası vermemiş olması sahtekarlığı kolay­ laştırdı. Bunun nedenini açıklamanın olanağı yoktur - bu 34 30

38

Sudi, Usul-u meskukat, s. 107-8. Muhtemelen İzmir tüccarlan kaime'yi kabul etmeye devam etti, belki de gaynresmi olarak kaime'nln İzmir'de dolaşımda kalmasına izin verilmiştir; bkz. White'ın yorumlan, aşağıda, n. 42. Kaime'niD ilk ne zaman basıldığı açık değildir ama 1 84 1 'de olmalı­ dır. Sudi, Usul-u meskukat, s. 1 07, halkın bunlan "Saib Paşa kaime­ si" olarak adlandırdığını, çünkü kaime'lerin Saib Paşa'nın maliye nazın olduğu sırada basıldığını yazar. Eğer bu doğruysa, basımın, Paşa'nın görevi bıraktığı 27 Şubat 1 84 l 'den önce yapılmış olması gerekir. Ancak Pakalın, Maliye Nazırlan l, 43, elyazması kaime'nin "Saib Peşe. kaimesi" olarak adlandınldığını söyler. Her ikisi de haklı olabilir. 108

OSMANLILARIN iLK KAÔIT PARA DENEMESi

belki deneyimsizlikten, belki de kaime'nin ne miktarda ba­ sıldığını halktan gizlemek arzusuyla yapılmış olabilir. Yeni sahtekarlığın çaresi, banknotlan numaralandırmak değil, yeni bir basıma girişmek oldu. 1 843 Ocak başlannda ilk basılı seri­ yi geri çekip, yerine talik harflerle basılmış yeni bir seri verme karan alındı. İlk basılı seriyi ellerinde tutanlar bunlan hazi­ neye teslim etmekte geciktiler; broşürler ve yayımlanan bildi­ rilerle, ilk basımlann değerini yitireceği, söz konusu kaime1e­ ri ellerinde tutanlann 29 Nisan 1 843 tarihinden sonra ne faize ne de anaparaya hakkı kalacağı konusunda uyanlar yapıldı.37 Tarihçi bir kez daha, hazinenin yeni kaime'leri yeni fon sağ­ lamak amacıyla mı tedavüle soktuğu, yoksa ilk ve ikinci tertip basılı kaime1erin yalnızca önceki elyazması banknotlan de­ ğiştirmek için mi kullanıldığı konusunda şaşırmıştır. Ne ka­ dar kaime'nin vergi olarak hazineye getirildiği, hatta getirilip getirilmediği de bilinmemektedir. Eğer elli yıl sonraki Meclis-i Maliye üyesi Süleyman Sudi yanılmıyorsa, 1 843 Mayısında do­ laşımdaki kaime miktan, 1 840'taki ilk iki elyazması tertibin toplamından daha az, yani 29.862.350 kuruştu.38 Anlaşıldığı kadanyla, daha fazla fon sağlamak amacıyla, kaime'nin va­ desi sekiz yıldan on yıla çıkanldı. Aynı zamanda, tanın için sermaye sağlamak amacıyla yeni kaime1erden 1 0.000.000 ku­ ruşluklar basılmasına karar verildi. 39 Bu, iktisadi gelişme için kaynak sağlama amacıyla kağıt paraya başvurulmasının ilk örneğiydi. Eğer bir şey yapıldıysa, bunun ne olduğunu öğren­ mek ilginç olurdu. Sonra, gene kalpazanlığa engel olmak ama31

38

Karar hakkında bkz. Sudi, Usul-u meskukat, s. 108. USNA, RG 84, 'Bibıili'den Notlar, 1 839- 1851', halkı, ellerindeki parayı değiştir­ mek için yalnızca 10 gün kaldığı konusunda uyaran, 18 Rebiillevvel 1 259 ( 1 8 Nisan 1 8431 tarihli basılı broşürün bir kopyasını içerir. Bu kuşkusuz, Bibıili'nin kaime konusundaki yönetmelikleri İstanbul tilccarlanna bildirdiği broşürlerden (varaka-i mahsusl bir örnektir. Sudi, Usul-u meskukat, s. 108. Sudi, paranın dolaşımı hakkında düzgün bir kayıt olmadığı için, rakamı belirlemek amacıyla bir yoklama yapıldığını söyler. Bunlan yazdığında Süleyman Sudi'nln

39

hazine kayıtlanna ulaşabildiği varsayılmalıdır.

A.g.e., Bundan, Nihad, Das Papiergeld. s. 43 dışında söz edildiğine rastlamadım ve bu kaime1erin gerçekten çıkanlıp çıkanlmadığını bilmiyorum. 109

O S M A N L l-T Ü R K T A R i H i ( 1 7 7.4- 1 9 2 3 1

cıyla üçüncü (eğer tanm

kaime'si ayn bir tertipse dördüncü)

bir tertibin basımına girişildi ve yeni değişim Ocak-Şubat l 844'te gerçekleştirildi. 40

1 840- 1 844 yıllan arasında, İstanbul halkının -hiç olmaz­ sa tüccarlann-

kaime'ye alıştığı ve kabullendiği sanılmak­

tadır. Kabul kademeli olmuştur. 1 840'ın Aralık ayında, ilk üç elyazması serinin çıkmasından biraz sonra,

kaime faizlerinin

ödenmeyeceği söylentisi yayılmaya başladı. Hükümet buna sert tepki gösterdi ve söylentileri uyalan ve yanlış" olarak ni­ telendirerek, faiz ödemelerinin tam ve zamanında yapılacağını duyurdu. 41 Görünüşe bakılırsa altı aylık faiz ödemeleri, vade­ si geldiğinde eksiksiz olarak yapılıyordu, dolayısıyla halkın kaime'ye güveni arttı. Her ödeme, ibraz edildiğinde, bankno­ tun arkasına kaydediliyordu. Kaime'nin piyasada dalgalan­ dığı görülmektedir ama bu, faiz ödemesinden önceki normal yükseliş ve ödemeden sonraki normal düşüş gibi durmaktadır. Kuşkusuz bazı

kaime sahipleri bunu bir yatının olarak değer­

lendirip ellerinde tutmuş ve yılda iki kez faizleri almıştır. Ba­ zılan da, belki de faiz ödemesinden hemen sonra bunu düşük fiyatla, para gibi kullanmıştır. Belki bazılan da

kaime'yi yal­

nızca bir ticari değişim aracı olarak kullanmıştır. 1 840'lann başlannda durum, her ne kadar piyasada dola­ şan tüm kağıtlardan haberi olmasa da, Charles White'ın an­ lattığı gibi olabilir. Oç yıl boyunca İstanbul'daki yaşamın her yönünü incelemiş, zeki bir İngiliz olan White, 1 843- 1 844 do­ laylarında durumu şöyle görmüştür: "İmparatorluktaki yaygın para iki türlüdür, kağıt ve madeni. Kağıt olanlar 25, 50 ve 1 00 kuruş değerinde banknotlardan, daha doğrusu, hamiline mu­ harrer ve yıllık % 1 2,5 faiz uygulanan hazine bonolarından

(se­ him) oluşuyordu. Bunlar kaba kağıda, kötü basılmıştı ve tak­ lidi kolaydı. Bazı dönemlerde bu sehim kiiğıtlannın değeri dü­ şük oluyordu ve pazarda, değerinden verilmesi güçleşiyordu; bazı zamanlarda ise, faizin ödenmesine yakın, değerleniyor, o zaman, gözde olduğu için, borsada bir değişim ve spekülasyon aracı haline geliyordu, ilk

40 ••

sehim 1 840'ta çıkanldı. Piyasadaki

Sudi, Usul-u meskukat, s . 108. Takvim-i Vekayi, # 2 1 3, 20 Şevval 1 256 ( 1 5 Aralık 1 8401, s. 4. 1 10

OSMANLILARIN iLK KA�IT PARA DENEMESi

dolaşımı fazla yaygın değildi; birincisi, sivil ya da askeri tüm devlet maaşları madeni parayla ödeniyordu; İkincisi,

sehim

kağıtları büyük ödemeler için uygun olmasına karşın, İzmir dışında, taşrada kullanılamıyordu.n42 Memurların maaşlarının madeni parayla ödenmesi konusunda White haklıysa, 1 840'ta izin verilen, maaşların yarısının

kaime ile ödenmesi uygula­

masından, belki de birinci ya da ikinci tertipten sonra vazge­ çilmişti. Süleyman Sudi'ye göre, saklanan ve sadece faizini almak için ortaya çıkarılan miktar yüzünden, kaime'nin dolaşımı İs­ tanbul'daki iş yaşamının gerektirdiği düzeyin altında kalmış­ tır. Bu yüzden, 1 844 Temmuzunda yeni kaime basımı için karar çıkartıldı, bu kez aylık faiz "Avrupa'da yaygın olan usule göre" % 0,5'e yani yıllık % 6'ya düşürülmüştü.43 Eğer faiz gerçekten aydan aya ödeniyor olsaydı, bu,

kaime'nin istiflenmesi yerine

dolaşımını teşvik edebilirdi ama faizlerin, eskiden olduğu gibi, gene yılda iki kez ödenmesine devam edildi, istiflemeyi engel­ leyen, faiz oranının yarıya inmesi oldu. Faiz düşmüş olmasına karşın, kaime'nin tüccarların hala işine yaradığı ve onlardan kabul gördüğü açıktı. 1 840'ların sonlarında, en az iki kez, 1 847 Haziranında ve 1 848 Aralıkta yeni tertip

kaime çıkarıldı. Her

seferinde de gerekçe, hiç olmazsa kısmen, kalpazanlığı önle­ mekti. 1 847'de 500, 1 000, 5000 ve 1 0.000 kuruşluk; 1 848'de 50, 1 00, muhtemelen 250, 500 ve 1 000 kuruşluk yeni kupürler çıka­ rıldı.44 Büyük kupürlerin çıkarılması,

kaime'nin düşük gelirli­

lerden ziyade tüccarlar ve varlıklı kişilerce kullanıldığını açık­ ça göstermektedir. Bir kez daha, yeni basılanların ne kadarının eskileriyle değiştirildiği, ne kadarının ise dolaşıma katıldığı belli değildir. 42

..

White, Three Years, il, s. 7 1 -72. ve 76. sayfada banknotların çoğun­ lukla yatının olarak saklandığını ekler. White bir 25 kuruşluk bank­ nottan söz eder, ben buna resmi bir bildiride rastlamadım ama Erol, �ıt Para, s . l ve Morawitz, Les Finances, s. 17 bundan söz eder. Sudi, Usul-u meskukat, s. 109. Faiz oranını kese başına ayda 1 00 para olarak verir, % 6'dan hiç söz etmeyen ilginç bir ifadedir bu. 500 kuruşluk anapara için, ayda 2,5 kuruş ya da yılda 30 kuruşluk faiz demektir ki, bu da % 6 eder. A.g.e., s. 1 09- 1 0. 111

O S M A N L l - T Ü R K TA R i H i ( 1 7 7 4- 1 9 2 3 )

1 840'ların sonlarına doğru, İstanbul'da kronik olarak ya­ şanan dolaşım aracı kıtlığından

kaime de bir şekilde etkilen­

di ve değeri zarar gördü. Bu kıtlık İmparatorluğun madeni para sorunlarından kaynaklanıyordu - sık sık bozukluk sı­ kıntısı çekiliyor, ufak paralar (kağıt paranın kabul edilme­ diği) taşraya, altın ve gümüş paralar ise ithal giderlerini ve kambiyo s enetlerini karşılamak için Avrupa'ya gönderiliyor,

beşlik ve altılık1ara duyulan güvensizlik altın ve gümüşe rağbeti arttırıyordu; yeni Osmanlı paralarına karşı yabancı paraların ve eski Osmanlı paralarının yeğlenmesi piyasada kaos oluşturuyordu; kambiyo oranlarında ve para karşılık­ larında da denge yoktu. Babıali 1 845'te Galata'nın önde ge­ len iki

sarrafı Jacques Alleon ve Th. Baltazzi ile Londra ve

Paris'te kambiyo senetleri sağlamaları ve sterlinin değerini 1 1 O kuruşta dengede tutmaları için, hazineden yıllık bir ücret karşılığında anlaşıldı. Bunu yaptılar ve iki yıl sonra da O s ­ manlı hükümetinin desteğinde aynı işlevi yerine getirebilmek için Banque de C onstantinople'u kurdular. Sermayesi olma­ yan ve devletin sübvansiyonuna dayanan bu banka, sonunda Babıali'ye pahalıya mal oldu. Bankanın çalkantılı tarihi bizi ilgilendirmiyor, bir yönü dışında: Banka,

kaime karşılığı da

çalışıyordu. İstanbul piyasası madeni para sıkıntısı çektiğin­ de, banka

kaime sağlıyordu. Ancak banka, kaime'yi önemli

bir indirim uygulayarak geri alıyordu. Bu durum da, zaman zaman, kağıt paranın değer yitirmesine neden oluyordu. 4� 1 848 sonunda, Galata'nın önde gelen yetmişi aşkın ticaret ve bankerlik kuruluşundan oluşan bir grup, parasal durumun dengeye kavuşmasına yardımcı olmayı kabul ettiler; Babıali de bunun karşılığında, Mdiğer başka işlerin yanında, kaime'yi madeni para karşısında sabit tutacak adımlar atacaktı."46





Du Velay, Histoire Financiere, s. 1 26-29. Türkçe kayıtlarda Baltazzi ismi Baltacı olarak görülür. Th. Baltazzi'nin yerine Em.manuel Bal­ tazzi geçmiştir. "Engagement contracte par les Negociants de Constantinople," 9 Aralık 1848, USNA, RG 84, Babııili'den Notlar ve Çeviriler, 1 848- 1 849 içinde, Hariciye Nezareti notu no. 6, 29 Rebiülıihir 1 265/24 Mart 1 849 ekinde. 112

OSMAN LILARIN iLK KAôlT PARA DENEMESi

1 852'nin Ocak ayında

kaime tarihinde yeni bir safha baş­

ladı. O zaman, ilk kez, faizi olmayan bir kağıt para dolaşıma sokuldu. Kupürler öncekilerin hepsinden daha küçüktü - önce 20 kuruşluk banknotlar, sonra da l O'luklar. Resmi açıklamaya göre, küçük ticari işlemlerde kolaylık sağlamak üzere çıkarıl­ mıştı ve faiz, böyle küçük miktarlarda çok az olacağı için kon­ mamıştı. Bu açıklama gerçeği yansıtıyor olabilir ama bu yeni emisyonlann hazineye masrafsız yeni bir fon sağladığı da bir gerçektir. Tabii ki hiç kimse, bu küçük banknotlan istifleme­ di. Hızla dolaşıma çıktılar, çabucak eskidiler, taklit edilmeleri kolay oldu ve hazine için kalp olup olmadıklannı denetlemek çok zor oldu. Kağıt paranın verdiği zarar konusunda hemen yakınmalar yükselmeye başladı ve maliye nazırları kağıt para­ yı kaldırma planlan yapmaya koyuldu.47 Fakat 1 853-56 Kınm Savaşı, yalnızca lstanbul'da değil, askerlerin olduğu her yerde kullanılacak yeni kağıt paralann basılmasına neden oldu; bu yüzden, çıkarılan paraya

ordu kaimesi denildi. Savaştan son­ kaime'yi kaldırma planlann­ dan vazgeçildi ve yeni kaime basımı yapıldı. Ancak 1 862'de, dış borç yardımıyla, kağıt para kaldınlabildi. Kaime tarihinin

ra, yeni hazine krizleri yüzünden

bu ikinci ve çalkantılı dönemi ( 1 852- 1 862) ayn ve aynntılı bir çalışmayı hak eder, bu da burada yapılamaz. ôzetle, kaime'nin boş hazineye fon sağlanması amacıyla 1 840'ta bir tür iç borçlanma olarak başlatıldığı söylenebi­ lir. Ancak hazinenin diğer borçlanmalannın aksine, yalnızca l stanbul'da bile olsa, kaime, amaçlandığı gibi dolaşıma çıktı ve kağıt para oldu. Faizinin ödendiği sürece, değerini hemen he­ men korudu. Fakat faizi ödendiği sürece,

kaime ikili özelliğini

(kağıt para ve iç borç) de korudu. Modern iktisatçılar Babıali'yi paranın işlevini anlamadıklan ve kağıt paraya bir devlet bor­ cu belgesi olarak baktıklan için eleştirir.48 Babıali'nin modem

N""

Sudi, Usul-u meskukat, s. 1 10- 1 1; Pakalın, Maliye nazırlan, l, 1 0. Nihad, Das Papiergeld, s. 49-50, rakamı destekleyecek bir kaynak belirtmeden, bu kaime için toplam 1 65.000.000 kuruş bildirir. Oktay Yenal. "Türkiye'de Kağıt Para." Belgelerle Türk Tarih Dergisi, 32 (Mayıs 1 970), 28-29. Nümizmatlar yakın zamanlarda ilk çıkanlan kaim'leri araştırma· 113

OSMANLl-TÜRK T A R i H i l l 7 7 A-19231

bir ekonomide paranın nasıl kullanılabileceğini anlamadığı bir gerçektir. Babıali'nin, diğer yönetimler gibi, 1 852'den son­ ra işlemlerini aşın para basarak finanse etme yoluna girdiği ve diğer yönetimler gibi enflasyonun ve güven bunalımlarının yıkıcı etkilerini yaşadığı da bir gerçektir. Ancak 1 852'den önce,

kaime ile ilgili sorunlar, kalpazanlık dışında, görece az gibi­ kaime, ikili rolüyle, iki gerçek ama­

dir. 1 840'tan 1 852'ye dek

ca hizmet etmiştir: Gereksinim olduğunda hazineye yardımcı olmuş ve buna ek olarak da İstanbul'da ek bir dolaşım aracı sağlamıştır. tık evresinde,

kaime orta ölçüde başarılı olarak

görülebilir.

ya başladılar ve çıkanlma koşullan hakkında bazı ek bilgilerle el­ yazması banknotlann tıpkıbasımını ve tariflerini yayımladılar. En önemli makaleler: Cüneyt ôlçer, "Faizli bir Osmanlı Kaimesi" Türk

Nümismatik Derneği (İstanbul), BuUetin 12 (1 983) ve aynı yazar, " 1 274 Tarihli Son Seri Faizli Osmanlı Evrak-ı Nakdiyesi." BuUetin 25 ( 1 988). Gene aynı derneğin BuUetin 21 ( 1 987) içinde, Garo Kurk­ man, "The Experiments of 'Kaimes with Interest' during Sultan Abdülmecid's Period" orjinali Türkçe ama İngilizce başlık altında, 1 840-41 tarihli bazı Ermeni gazetelerinden makalelerle birlikte genişletilmiş versiyon. Ayrıca Kenneth M. MacKenzie, "Ka'ime of Sultan Abdul Mecid: The Second Issue, 1 840" Matenala TUrcica 9 ( 1984) içinde. 114

TÜRKİY E 'NİN SİYAS A L MODER N LEŞMESİNDE YAB A N C I VE Ç EVRESE L K ATK I L AR•

2 Aralık l 922'de, Baron Hayaşi'nin siyasal modernleşme ko­ nusunda İsmet Paşa'ya verecek bazı öğütleri vardı. Her ikisi de, Türklerin Yunanlar karşısında kazandıkları zaferden sonra Lozan'da gerçekleşen barış görüşmelerinde, ülkelerini temsil etmekteydi. Başka diplomatlarla birlikte yabancılar rejimini tartışmak üzere ikinci komisyonda toplanmış, kapitülasyon­ ları ve onların yerini alacak olası bir ara rejim konusunu gö­ rüşüyorlardı. Japonya'da da bir zamanlar bir kapitülasyonlar rejimi yaşandığından Hayaşi, Türklerin duygularına ortak ol­ duğunu dile getirdi. uAncak tam bir adli sisteme hazırlanabil­ mek için, Japonya'nın yirmi yıldan fazla bir süre geçirdiğini de İsmet Paşa'nın yüce takdirine sunmuştu. Büyük Devletler, ancak Japonya'nın yirmi yılı aşkın yoğun çabası sonucunda, Kapitülasyonların kaldırılmasına razı olabilmişlerdi.wı Türkle­ rin de böyle, acele etmeden davranmasını önermekteydi. İsmet Paşa bu öneriye hiç aldırmadı. Geçmiş yıllan anım­ satarak, ülkesindeki hukuk sisteminde modernleşmenin Kırım Savaşı öncesinde b aşladığını ve 1 856'daki Paris Kol)gresinden beri, uTürkiye'nin canla başla adli sistemini kusursuzlaştır­ maya çabaladığınıw beyan etti. Avrupa usullerine göre oluş­ turulan ticaret, ceza ve usul yasalarından ve daha yeni ger-

Political Modemization in Japan and Turlcey, ed. Dankwart A. Rus­ tow ve Robert E. Ward, (Princeton: Princeton University Press, 1 964) s. 9 1 -96'dan alınmıştır. Büyük Britanya, Türkiye No. 1 ( 1 923), Lausanne Conference on Near Eastem Affairs, 1 922- 1 923 (Cmd. 1 8 14), s. 470. Bkz. s. 493. 115

O S M A N L l - T Ü R K T A R i H i ( 1 7 7 4- 1 92 3 )

çekleştirilen, "hukuki kurululanmızı tamamen laikleştiren, Medeni Kanundaki çok önemli reformlardanw örnekler verdi. Üstelik Avrupa tarzı bir hukuk fakültesinin kırk yıldır yargıç ve avukat yetiştirmekte olduğunu da belirtti. Birçok sav daha sıraladıktan sonra, İsmet Paşa, "Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti'nin Kapitülasyonlann yeniden tesisine hiçbir koşul altında razı olmayacağınıw söyledi.2 Komisyon'un altı gün sonraki ikinci bir toplantısında, İtal­ yan başkan Marki Garroni İsıp.et Paşa'ya Türkiye'de yabancı kolonileri olduğunu, bunlann bazı çıkar ve haklan olduğunu, bu kişilerin adalet garantisi talepleri bulunduğunu ve bunun Türk yasalanyla ama ancak Ankara hükümeti, mahkemeleri­ ne, Lahey'deki Uluslararası Mahkeme'nin önereceği yargıçlan atarsa gerçekleşebileceğini anımsattı. Garroni, "Şuna kaniyim kiw dedi, "Türkiye kısa bir sürede tüm modern gereksinimle­ ri karşılayacak yasa ve yargıçlara sahip olacaktır ama şu da

kabul edilmelidir ki, yeni rejimde bile Türk adaleti daha ye­ terliliğini kanıtlama fırsatını bulamamıştır, aynca Türkiye bu­ gün hala dinsel kurallara dayanan kimi yasalara sahiptir.w Bu yüzden bir geçiş dönemi kaçınılmazdı ve Garroni gene "iler­ leme yolunda parlak adımlar atan bir ülke olanw Japonya'yı ve Hayaşi'nin kapitülasyonlardan "özgürlük rejiminew geçmek için yirmi yıl gerektiğini ifade eden sözlerini örnek gösterdi. İsmet Paşa, Garroni'nin, özellikle yabancı yargıçlarla ilgili ö­ nerilerinin, "Türkiye'nin bağımsızlığı ve egemenliğiyle açıkça bağdaşmadığınıw ve Türk Medeni Kanunu'nun, hangi kaynak­ tan esinlenilmiş olursa olsun, "dinsel ya da teokratik niteli­ ğe sahip olmadığını ( . . . ) ve onunla yabancı ülkelerin yasalan arasında içerdiği temel yasa ilkeleri ve kurallan açısından bir farklılık bulunmadığınıw ifade ederek yanıt verdi.3 Lord Curzon, İsmet Paşa'ya ustalıkla sert bir yanıt verdi. İsmet Paşa defalarca egemenlikten söz etmişti. "Türkler ken­ dilerininkinin dünya yüzündeki tek egemenlik olmadığını gö­ remiyorlar mı?" Curzon da Türk Medeni Kanunu'nun "eninde sonunda İslam yasalanna dayandığınıw düşünüyordu. Sonun-

A.g.e., s. 479 A.g.e., s . 482-483, 489 1 16

TÜRKIY E ' N I N SiYASAL MODERNLEŞMESiNDE YABANCI VE ÇEVRESEL KATKILAR

da, İsmet Paşa'yı, MTürkiye'nin hukuk sisteminin çok iyi, aslın­ da hemen hemen mükemmel olduğunu" söylemekle suçlayıp, soğuk bir ifadeyle, uHerkes bunun böyle olmadığını bilmekte­ di� dedi. Sözlerini, İsmet Paşa'nın yinelemeleri, kendi kendini kandırsa da, bunu gerçekleştiremeyecektir, diyerek sürdürdü. Türkiye'nin Avrupalılar, Rumlar ve Ermenilerce yürütülen dış ticarete bağımlı olması, ülkenin kendi refahı açısından düz­ gün adli mekanizmalann varlığını yaşamsal kılmaktadır.4 İsmet Paşa'nın 6 Ocaktaki toplantıda verdiği yanıtlar­ da geri adım yoktu. İsmet Paşa, bir kez daha, MTürk Medeni Kanunu'nun hiçbir dinsel niteliği yoktu� dedi: uEgemenliği­ mizden bu kadar sık söz etmemizin nedeni, bize sunulan ve bu egemenliği zedelemeye yönelik olduğu apaçık olan önerilerin bizi böyle yapmaya zorunlu kılmasıdır."8 Lozan'daki bu olayın siyasal modernleşme araştırmasıy­ la ilgisi, yalnızca Japon ve Türk deneyimlerinin rastlantısal karşılaşması değildir. Türkiye'nin siyasal konumuna yabancı katkılann belli başlılannı da özetlemektedir. Bunların ara­ sında, Lozan Konferansı'yla sonuçlanan duruma da neden olan, bazı temel modernleşme dürtüleri de vardır. Türkiye I. Dünya Savaşında yenilmiş, topraklannın çoğunu yitirmiş ve yabancılann işgaline hedef olmuştu. Daha sonra işgal güçle­ rine, özellikle de Yunanlara karşı sürdürülen ulusalcı savaş­ tan zaferle çıkmıştı. Konferansta da, Avrupalı güçlerin, ağır diplomatik baskısına hedef olmuştu, kapitülasyonlar ve adli reform bu baskının sadece bir kısmını oluşturuyordu. Üste­ lik bu siyasal reform teşvikleri -askeri yenilgi, toprak kaybı, ulusal enerjilerin uyanması ve diplomatik baskı- modern za­ manlarda, Türkiye'nin siyasal yaşamında hep hissedilmiştir. 1 9 1 8'den önce Osmanlı İmparatorluğunun, 1 9 1 9'dan ·s onra da yeni doğan Türkiye Cumhuriyetinin egemen bir devlet, eşit­ ler arasında bir eşit olarak yaşama mücadelesini sürekli ola­ rak kamçılamıştır: Cet animal est tres mechant,· quant on I'attaque, il se defend. · Türkler yalnızca askeri yenilenmeyle

A.g.e. s. 496-497. A.g.e., s . 510, 5 14. Bu hayvan çok tehlikelidir; saldınldığında kendini savunur -çn. 1 17

O S M A N L l - T Ü R K TAR i H i ( 1 77 4 · 1 9 2 3 )

değil, siyasal modernleşmeyle d e hayatta kalmaya çalışmış­ tır. Ancak İsmet Paşa'nın su katılmamış egemenliği vurgula­ ması, yalnızca bir hayatta kalma arzusunu değil, Türklerin bi­ lincinde bir süredir yerleşmekte olan yabancı bi siyasal kav­ ramın kabullenildiğini de göstermektedir. Bu belli bir toprağa ve üzerinde yaşayan halka bağlı egemenlik kavramıdır. Yakın dönem Avrupa düşüncesinin ürünü olan bu yüce toprak ege­ menliği, evvelce var olan egemen bir hükümdarın hükümdarlık haklarını zedelemeden ya da ilgili halkı ya da sınırların kutsal­ lığını düşünmeden toprak kazanıp kaybedebileceği ya da değiş tokuş edebileceği kavramının yerini almıştır. İsmet Paşa'nın söyleminde fark edilen yabancı kavramların arasında, ilerle­ menin ölçütü olarak laikliği kabullenişi de vardı. Türk Medeni Ka.nunu'nun hiçbir dinsel öğe taşıma dığını beyan etmeye razı, hatta istekliydi. Dahası, Türklerin yıllardır yasalarını Batıda­ kileri örnek alarak şekillendirdiklerini tekrar tekrar belirterek, Avrupa modellerin kabulünü açıkça ifade etmiştir. Lozan'daki savlar, sonunda Türk kültürüne yabancı katkı­ ların aktığı kanalların · bazılarına dokundu: Batılı müfredata sahip yeni Türk okulları, yabancı işadamı ve diplomat ukoloni­ lerinin" bağlantıları ve Rumlarla Ermenilerin etkinlikleri. İsmet Paşa'nın da belirttiği gibi, Türkiye Kının Savaşından beri bir siyasal modernleşme yoluna girmişti. Osmanlı Türk­ lerinin birbiri ardına yaşadıkları askeri yenilgiler nedeniyle değişiklik gerektiğine ikna olduğu 18. yüzyıla da dönebilirdi. Osmanlıların 1 699 Karlofça Antlaşmasıyla başlayan askeri ge­ rilemeleri ve toprak kayıpları, 1 922'ye kadar hiç, kalıcı bir bi­ çimde kesintiye uğramamıştı. Özellikle 1 7 1 8, 1 774, 1 792, 1 799, 1 8 1 2, 1 829 1 878, 1 9 1 2 , 1 9 1 3 ve 1 9 1 8'de askeri yenilgiler ya­ , şanmıştı. Hemen hemen her seferinde kazanan Batılı güçlerdi. Bu yüzden, Avrupa'nın askerlik bilimi doğal olarak Osmanlı sultanları ve vezirleri için örnek oluşturmuş ve askeri reform arzusu, Avrupa'yla sonunda bir etki selinin akacağı iletişim kanallarını açmıştır. 1 7 1 8'deki yenilgiden sonra, Batı bilgisi­ nin Osmanlı İmparatorluğunun yararlanabileceği yönlerini bildirmek üzere Paris'e gönderilen Yirmisekiz Mehmed Çelebi

118

TÜRKIY E ' NIN SiYASAL MODERNLEŞMESiNDE YA8ANCI VE ÇEVRESEL KATKILAR

misyonuyla başlayarak, Türklerin Avrupa'yla kesintili bireysel temaslan olmuştur. 18. yüzyılda Avrupalı öğretmenlerin yar­ dımıyla kurulan askerlik, denizcilik ve mühendislik okullan, Fransız dili ve Avrupa "ilerlemesi" ile bir tanışıklık sağladı ve siyasal değişmeyi sık sık savunan mezunlar verdi. 1 8. yüzyılın sonuna gelindiğinde, Türkiye'de siyasal mo­ dernleşme yolunda önemli çabalar görülüyordu. III. Selim ( 1 789- 1 807) döneminden başlayarak, özellikle de II. Mahmud ( 1 808 - 1 839) döneminde Türk siyasal yaşamındaki yabancı et­ kiler o kadar çok yönlü oldu ki, bunlann kronolojik bir sıra­ laması bile bu makalenin sınırlannı aşar. Daha dar bir alan­ da, son bir buçuk yüzyıl içinde Türk siyasal gelişmelerini ve yabancı ülkelerin bunun üzerindeki etkilerini çözümleyerek gözden geçirmek olasıdır. Daha önce belirttiğimiz üç konu uluslararası karşılaşmalann ani teşviki, Avrupa siyaset kura­ mı ve uygulamasının kavramlan, bu ve başka etkilerin aktığı kanallar- yeterli bir çerçeve oluşturacaktır. Normal koşullar­ da tartışılmadan kabul edilmesi gereken bir olgu, II. Mahmud döneminden başlayarak, Türkiye'deki siyasal reformun hemen hemen her zaman modernleşme, modernleşmenin de hemen hemen her zaman Batılılaşma olduğudur.

1 . Siyasal Modernleşmeye Yabancıların Etkisi Türkiye'deki siyasal reformun yeni bir hamle yaptığı ya da yoğunlaşıp hız kazandığı bazı dönemler vardır; biz de her se­ ferinde dışandan ne tür bir etki, ne tür bir teşvik olduğunu araştırabiliriz. Bu dönemler; özellikle 1 833- 1 838 arasında il. Mahmud'un saltanatının son yıllan; 1 839- 1 841 ve 1 845- 1 850 yıllan arasında Abdülmecid'in hükümdarlığının ilk dönemi; 1 854- 1 87 1 arasında, Kının Savaşından Ali Paşa'nın ölfüııüne ka­ dar uzanan dönem; 1 876- 1 882 arasında, Midhat Paşa'nın ana­ yasasının zamanı ve Abdülhamid'iıı hükümdarlığının ilk yıllan; 1 908- 1 9 1 8 arasındaki Jön Türkler ve 1. Dünya Savaşı dönemi; 1 9 1 9- 1 926 arasındaki Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş dönemi ve 1 945- 1 950 arasında, iki partili sistemin geliştiği beş yıldır. Sultan il. Mahmud tahta ilk çıktığında, başkent dışındaki bölgelerde pek hükmünü geçiremiyordu.Anadolu ve Rumeli'nin

119

OSMAN l l - T Ü R K T A R i H i ( 1 7 7 4 - 1 9 2 3 1

birçok yöresinde babadan oğula geçen derebeylik/er kurulduğu için, birçok eyaletin valisi merkezi yönetime pek aldırmıyordu. Üstelik Sırbistan'da bir isyan vardı, Arabistan'da Vehhabilerin gücü artıyordu, Mısır da özerklik yolundaydı. Buna ek olarak, 111. Selim'i tahttan indiren yeniçeriler sürekli bir tehlike oluş­

turuyordu. Bütün bu sorunlar dizisine 1 82 l 'de başlayan ve on yıl süren Yunan isyanını ve 1 832'de Mısır'da Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın başlattığı savaşı da ekleyebiliriz. Bu yüzden, il. Mahmud saltanatının ilk yirmi küsur yılı, kendi evinin efendi­ si olabilmek için, imparatorluk içindeki çalkantıları ve rakip otoriteyi bastırmakla geçirdi. Ama bu yıkıcı süreç, ona karşı çıkabilecek yerleşik çıkar sahiplerini zayıflattı; gücün, değişi­ min gerekli aracı olan sultanın ve danışmanlarının ellerinde toplanmasını sağladı, böylece, arkadan gelecek siyasal reform­ ları kolaylaştırdı. il. Mahmud'un saltanatı sırasındaki olaylar, yabancıların değişime yönelik etki ve teşviklerini de harekete geçirdi. Avrupa'nın askeri üstünlüğü birçok kez kanıtlanmış­ tı. 1 8 1 2 ve 1 829'da, il. Mahmud'un orduları Ruslar tarafından yenilgiye uğratılmıştı. Her seferinde de Rusya Balkanlar'da Türkiye'den toprak kazanmıştı. İkinci savaşta, Ruslar tarihte İstanbul'u almaya en yakın oldukları noktaya gelmişti. 1 830'da Fransa Cezayir'in fethine girişti. 1 829'da Sırp prensliği için yanın özerklikle başlayan Sırp isyanında yabancıların desteği vardı. Yunan isyanı, Türk filosunu Navarin'de yok eden Avru­ palı deniz kuvvetlerinin ve 1 828- 1 829'daki Osmanlı-Rus Sava­ şının yardımıyla başarılı olmuştu. 1 832- 1 833'te İstanbul'u da tehdit eden Mısır saldırısı, Rusların tam zamanındaki yardım­ larıyla savuşturulmuştu. Mısırlılar da başarıya bu kadar yak­ laşmalarını, ordularını Avrupa anlayışıyla yeniden örgütleme­ lerine borçluydu. Bu savaş, Suriye'nin ve Kilikya yönetiminin onlara bağlanmasıyla sonuçlandı. Avrupa devletleri karşısındaki bu askeri yenilgi ve toprak kayıplarının olumsuz etkisine, Avnıpalılann, özellikle de İngi­ lizlerin siyasal reform yolundaki olumlu etkileri de eklenebilir. Mısır saldırısı karşısında il. Mahmud İngiltere'nin yardımını boşuna bekledi. İngiliz hükümeti o sıralar Belçika ve Portekiz krizleriyle daha çok ilgiliydi ve Yakındoğu'daki durumun cid-

120

TÜRKIYE'NIN SiYASAL MODERNLEŞMESiNDE YABANCI VE ÇEVRESEL KATKllAR

diyetini çok geç anlamıştı. Ancak Dışişleri Bakanı Palmerston, daha sonra durumu "muazzam bir hataH olarak yorumladı6 ve Osmanlı İmparatorluğunun gençleştirilmesi için il. Mahmud'u cesaretlendirmeye koyuldu. İngiliz Elçisi Ponsonby'ye, askeri, iktisadi, mali ve idari yenilikler konusunda Sultanı etkileme emri verildi. Bu amaçla İngilizler, bugün ticaret ve yardım olarak adlandınlabilecek bir politika izledi. Türkler, Rusla­ nn tekliflerinden kurtulabilmek için İngiltere'nin önerilerini kabul etmeye yatkındı. Ruslann 1833'te Mehmed Ali Paşa'ya karşı Osmanlılara sağladıktan yardım, Rusya ile Türkiye ara­ sındaki sekiz yıllık bir savunma ittifakı olan Hünkar İskelesi Antlaşmasının imzalanmasıyla sonuçlanmıştı, bu antlaşmayla Türkiye, Rusya'nın küçük ortağı durumuna düşüyor ve ."karşı­ lıklı huzur ve güvenliklerini" ilgilendiren her konuda Rusya'ya danışmak zorunda bırakılıyordu.' Ancak Ruslann nihai ama­ cı, Türklerin de gayet iyi bildikleri gibi, Osmanlı İmparatorlu­ ğunu zayıf, içindeki Rus etkisini de güçlü kılmaktı. Bu isten­ meyen beraberlikten kurtulabilmek için Türkler olabildiğince hızlı ilerlemek zorundaydı. Bunlar, il. Mahmud'un siyasal modernleşme önlemlerini hızlandıran dış etkilerdi. Buna ek olarak Sultan, iç isyanlarla karşı karşıyaydı ve ülke içindeki konumunu pekiştirmek zo­ rundaydı. Geleneksel devlet kurumlanndan bazılannı lağvetti ve yerlerine kendi iradesine bağlı yenilerini yarattı, inşasına başladığı yeni bürokrasi, hem örgütlenme hem de çalışanlar açısından göreli olarak Avrupai ve moderndi. Her ne kadar II. Mahmud'un Batı deneyimi yoksa ve Batı dillerinden birini bil­ miyorsa da, Sultan, Türk kurumlarının gerçekten Batılılaşma yoluna girdikleri bir döneme önderlik etti. Bunu izleyen dönemdeki hızlı modernleşmenin arkasındaki dış etkiler açıkça görülmektedir. il. Mahmud öldü ve Abdül­ mecid, Osmanlı-Mısır Savaşının Osmanlı İmparatorluğunun bütünlüğünü gene tehdit ettiği çok kritik bir dönemde tahta C.K. Webster, The Foreign Policy of Palmerston, 1 830- 1841 , Londra, 1 95 1 . I, 283. J.C. Hurewitz, Diplomacy in the Near and Middle East, A Docu­ mentary Record: 1 535- 1914, Princeton, 1 956 içinde, s. 105. 121

OSMAN Ll-TÜ R K TA R i H i ( 1 774- 1 9 2 3 )

çıktı. Nizip Savaşında Mısırlıların kazandığı zaferden ve Türk donanmasının çoğunluğunun Mısırlılara teslim olmasından sonra, Türkler dış yardım peşine düştü. 1 839'da Fransa dışın­ daki tüm büyük güçlerden diplomatik ve 1 840'ta İngiltere ve Avusturya'dan askeri destek sağlamayı başardılar. Osmanlı İmparatorluğunun en az Mısır kadar ilerici ve kurtarılma­ ya değer olduğunun bir göstergesi olarak, 3 Kasım 1 839'da ani ve şaşırtıcı biçimde Gülhane Hatt-ı Şerifi ilan edildi. Va­ at edilenler -daha fazla can ve mal güvenliği, vergi reformu, askerlik reformu ve bu konularda tüm Osmanlı halkına eşit muamele- tam da Avrupalıların onayını alacak şeylerdi. Bu bildirinin yazan, Paris ve Londra elçiliklerinin bir ürünü ve kendisi de samimi bir biçimde Batı hayranı olan enerjik Ha­ riciye Nazın Mustafa Reşid Paşa'ydı. Bir Fransız gazeteci, onun için ubaşına fes geçirilmiş ve paşa yapılmış bir Bay Thi­ ers"' demişti. 8 Mustafa Reşid Paşa bir yandan da bürokrasiyi, il. Mahmud'un reformlarının büyük çapta genişlettiği sulta­

nın keyfi yetkilerinden koruma kaygısı taşıyordu. Bildirideki can ve mal güvenliği vaatleri, devlet memurları için özel bir anlam taşıyordu. 1 839- 1 841 ve 1 845- 1 850 arasındaki yoğun reform çabası dönemleri, Mustafa Reşid Paşa'nın, reformcu hamlesi yavaşlamadan önceki, hariciye nazırlığı ve sadrazam­ lık dönemlerine karşılık gelir. Lord Palmerston 1 839'da elçisi Ponsonby'ye "Hatt-ı Şerifiniz büyük bir politika başansıydı"9 diye yazdığında yanılıyordu. - İmparatorluğun reform bildirisi Ponsonby'nin değil, Mustafa Reşid Paşa'nın kaleminden çık­ mıştı. Ama Palmerston'un hatası bile, İngilizlerin Mustafa Re­ şid Paşa'yı ve diğer Türk nazırları olabildiğince sıkıştırdığının göstergesidir. Bu, özellikle 1 842'de Stratford Canning, Babıali katında elçi olduktan sonra böyle olmuştur. Türk reformlarındaki bir sonraki dönemin, yeni imparator­ luk fermanı olan 18 Şubat 1 856 Hatt-ı Hümayunu'yla başladığı kabul edilir. Tanzimat'ın ikinci aşamasının başlangıcı, İngilizLouis Adolphe Thiers (l 797- 1 977) Fransız tarihçi ve devlet adamı, cumhurbaşkanı ( 1 87 1 - 1 873) -çn. C. Hippolyte Castille, Rechid-pacba, Paris, 1 857, s. 23. Webster, a. g. e., il, 657. 122

TÜRKIYE ' N I N SiYASAL MODER N LEŞMESiNDE YABANCI VE ÇEVRESEL KATKILAR

lerin ve Fransızların Rusya karşısında Türkiye'nin müttefiki oldukları yıl olan 1 854 olarak da kabul edilebilir. Her ne ka­ dar yabancı birliklerin çoğu, önce doğrudan Bulgaristan'da­ ki, oradan da Kınm'daki cephelere gittiyse de, tam da Amiral Perry'nin gemilerinin Japonya'nın Edo Körfezinde belirdiği sıralarda, 1854'ten 1 856'ya kadar, Türklerin başkenti bir tür yabancı işgaline ev sahipliği yapıyordu. Türk nazırlar, aske­ ri müttefiklerinin elçilerinin uyguladığı diplomatik baskıları kolayca savuşturamıyordu. 1 854 ve 1 855 yıllannda alınan ve idari reformlarla Hıristiyanları yasa karşısında ve askerlikte Müslümanlarla eşit duruma getiren bir dizi tedbir kuşkusuz, müttefiklerin baskısının sonucuydu; Hatt-ı Hümayun, İn­ giltere, Fransa ve Avusturya elçilerinin Ali ve Fuad paşalar­ la sürdürdükleri konferansların bir sonucuydu; Paris Barış Konferansı'nın yaklaşıyor olması da ilanını hızlandırmıştı. Bu konferans sırasında ellerinde olabildiğince inisiyatif tutabil­ mek için Türk nazırlar, fermanın geniş kapsamlı koşullarını baştan kabul etti. Aynı zamanda, Şeyhülislam'ın da alaycı bir ifadeyle belirttiği gibi, bu sırada İngiliz ve Fransız savaş gemi­ leriyle her iki ülkenin askeri güçleri İstanbul yakınlarındaydı. Onların varlıklarına karşı bazı olumsuz tepkiler de yakında görülecekti. Bunu izleyen ve Ali Paşa'nın 1 87 1 'deki ölümüne kadar sü­ ren siyasal reform yıllarında, yabancı etkiler aralıklı olarak hissedildi. 1 859 ve 1 867'de, büyük devletlerin beraberce ya da hemen hemen aynı anda verdikleri notaların Türkleri Hatt-ı Hümayun'u uygulamaya itmesi gibi bazı durumlarda, etki doğ­ rudan diplomatik müdahale biçiminde oluyordu. Yabancı iş­ gali -bütün büyük devletlerin onayıyla Fransızların 1 860'taki çıkartması- Lübnan'ın idari statüsünde revizyona neden oldu. 1 867'de, büyük devletlerin tüm Türk kuvvetlerinin Belgrad'dan çıkması için uyguladığı baskı, Girit İsyanı'na Avrupalıların duyduğu ilgiyle birleşince, bu sefer de baskıya karşı tepki o­ larak yeni Türk reformlarına neden oldu. Bu dönemde, Batılı müdahalesine karşı duyulan hoşnutsuzluk, garip bir biçimde, en tutarlı Batılılaşma yanlısı devlet adamları olan Ali ve Fuad paşaların Osmanlı hükümetinde sürekli bir şekilde iktidarda

123

OSMANLl-TÜRK TARiHi ( 1 774. 1 92 3 )

kalmalarını sağladı. 1 86l'den 1 8 7 1 ' e kadar olan on yılın büyük bir bölümünde, bu devlet adamlarından biri sadrazam, diğeri ise hariciye nazın oldu. Bu yetenekli devlet adanılan, Fransız dili ve Avrupa hakkındaki bilgileriyle, devrin diğer kişilerine göre yabancı müdahaleleri savuşturmaya daha muktedir kişi­ lerdi. Bu arada, Türkiye'nin sınırlan içinde, çeşitli eyaletler­ de, bazıları yabancı bir akımın -milliyetçilik- etkisiyle çıkan ayaklanmalar, daha etkin bir yönetim yolundaki çabalan kam­ çıladı. Ali ve Fuad paşaların kişisel ihtirasları onları, Sultanın ve saray memurlarının etkisinden uzak kalacak biçimde yöne­ timi örgütleme kaygısıyla harekete geçirdi. Bundan sonraki hızlı modernleşme dönemi de, bazıları dı­ şarıdan uygulanan farklı güçlerin ürünüdür. 1 875 ve 1 876'da Bosna ve Hersek'teki ayaklanmaların, arkasından da Bulgar, Sırp ve Karadağlıların isyanlarının kaynağı, hem yerel hu­ zursuzluklar hem de Panislavizmle beslenen milliyetçiliktir. Rusların Balkanlar'daki isyancılardan yana zorla müdahalede bulunması tehlikesi ve büyük devletlerin Osmanlı'daki gidişat konusunda bir konferans düzenleme olasılığı, önemli bir siya­ sal reformu, 23 Aralık 1 876 Anayasasının ilanını tetiklemiştir. Avrupalılardan alınmış olan ve 1 854'ten beri biriken borçlar ve 1 875-76'da çıkarılan tahvillerin faizlerinin ödenememesi, hemen baskıya neden olmuştur. Bunlarla beraber hissedilen tamamen yerli güçlerin arasında, Anayasa'nın baş savunucu­ su Midhat Paşa'nın itici gücü ve İslami geleneklere uygun bir meclis yönünde, Yeni Osmanlılar'dan bazı yazarların seslen­ dirdiği, küçük ama etkili bir kamuoyunun oluşması sayılabilir. Midhat Paşa'nın yanına, Sultanın hükümetinin aşırılıklarını ve keyfiyetini kırmayı, beş yıllık kaostan sonra idari ve ikti­ sadi düzeni sağlamayı arzulayan devlet adamları da eklendi. 1 870'lerin ortalarındaki askeri ve diplomatik krizler, bu kişile­ re harekete geçme olanağı sağladı. Her ne kadar

1 878

başlarında

Meclis'in çalışmaları­

na ara verildiyse de, başlattığı reform dönemi, Sultan il. Abdülhamid'in saltanatındaki 1 882 yılına kadar uzatılabilir. Tanzimat'ın bazı reformları, özellikle de hukuki reformlar, bu yıllarda doruğa ulaştı. 1 877-78 savaşında Rusya karşısında

124

TÜRKIYE ' N I N SiYASAL MODE R N LEŞMESiNDE YABANCI VE Ç EV R E S E L KATKILAR

uğranan yenilgi, Sırbistan, Romanya ve Karadağ'ın kaybı, Bos­ na ve Hersek'in Avusturya-Macaristan tarafından işgalinin neden olduğu acı reform teşvikleri de vardı. İngilizler, Türkleri 1 878'de Kıbns'taki İngiliz yönetimini kabule zorladı ve 1 882'de Mısır'ı işgal etti. Fransızlar 1 88 1 'de Tunus'u aldı. Bu yıllarda, başka Türk topraklarının da Yunanistan'a bağlanması büyük güçlerin zorlamasıyla sağlandı. Bu olaylar il. Abdülhamid'i siyasal modernleşmeden çok, orduda ve eğitim sisteminde re­ formlar yapmaya itti. İmparatorluğu bir arada tutabilmek için İslama sarılması, siyasal açıdan geçmişe doğru bir adımdı. NErmeni" eyaletlerindeki yönetimi ıslah edecek iki Babıali ko­ misyonuna sekiz İngiliz askeri üyenin atanması, Abdülhamid'i büyük devletlere karşı daha uyanık olmaya yöneltti. Ancak Osmanlı maliye krizinin sürmesi, yabancı tahvil sahiplerinin gözetimindeki Düyun-u Umumiye-i Osmaniye Meclisi'nin ku­ rulmasına neden oldu. Aslında Osmanlı gelirlerinin büyük bir kısmını denetlemek amacıyla ayn bir idari sistem kurulmuş­ tu; bu sistem verimli bir biçimde yönetildi ve daha fazla mali emperyalizme kapı açıyor olsa da, Osmanlı ekonomisi ve bü­ rokratik uygulamaları üzerinde yararlı bir etkisi de oldu. Ab­ dülhamid döneminin geri kalan kısmında, özellikle 1 895-1 896 yıllarında Ermeni sorunu, 1 903- 1 904 yıllarında da Makedonya sorunu konusunda, büyük Avrupa devletlerinden idari reform­ lar için aralıklı baskılar oldu. İlk konuda, esas olarak devletler kendi aralarında da anlaşamadıkları için, bir sonuç çıkmadı. İkinci konuda ise, jandarma örgütü ve sivil yönetim kısmen geliştirildi. Fakat yabancı müdahale genellikle Abdülhamid üzerinde ters tepki yaratıyordu. Büyük güçlerin daha fazla baskısı ve Balkanlar'da daha fazla toprak kaybı tehlikesi, kısmen de olsa, Jön Türk subayla­ rın 1 908'deki isyanını açıklar. Temel amaçlan, daha önceki re­ formlarda

da

olduğu

gibi,

İmparatorluğu

korumaktı.

Abdülhamid'in istibdatçı ve muhbirlere dayalı yönetiminden nefret ediyorlardı, Sultanın Makedonya'da askeri itaatsizlikle­ ri soruşturma çabalan, ayaklanmalarına bahane oldu. Ancak VII . Edward ve Çar il. Nikola'nın Reval'de" buluşmaları, aynBugünkü Tallinn, Estonya'nın başkenti -çn. 125

O S M A N L l - T Ü R K TA R i H i 1 1 7 7 4 - 1 9 2 3 )

lıkçı hareketlere yabancı destek tehdidini arttırdığı için, başka bir neden de oluşturmuştur. Belki de, Japon donanmasının 1 905'te Ruslan yenmesi, Yakındoğulu subaylarda onlann da Avrupalı büyük devletlere direnebilecekleri umudunu doğur­ muştur. l 908'de, Jön Türkler 1 876 Anayasasına yeniden işlerlik kazandırdıktan hemen sonra, yeni bir yabancı tehlikeyle yüz yüze geldi: Bulgaristan bağımsızlığını ilan etmiş, Avusturya­ Macaristan da Bosna ve Hersek'i topraklarına katmıştı. Os­ manlı Devletinin 1 9 1 8'deki çöküşüne kadar geçen on yıl bo­ yunca Jön Türk yönetimi sürekli, yurtdışında savaş, içeride isyan ya da her ikisiyle birden karşı karşıya kaldı. İtalyanlar 1 9 1 2'de Türkleri yenip, ellerinden Trablus'u aldı; 1 9 1 3'te Bal­ kan ittifakı onlan yenilgiye uğratıp, neredeyse kalan tüm Av­ rupa topraklarını ellerinden aldı ve 1. Dünya Savaşında Türk­ ler, Ç anakkale ve Kafkaslar'daki zaferlere karşın, 1 9 1 8 yazında yenilgiye uğradı. Bu dönemdeki siyasal modernleşmenin bü­ yük bölümü, hiç kuşkusuz, yenilgilere karşı oluşan tepki şek­ linde ortaya çıkmıştır. Özellikle de 1 9 14'ten sonraki modern­ leşme çabalan, sonunda zafer kazanılsa bile, bir savaş döne­ minin toplumsal değişimi hızlandırmasıyla meydana geldi. Türk askeri gücü 1 9 1 8'de çöktüğünde ve İtilaf Devletleri, ül­ keyi işgal ettiğinde, halk arasında önce bir bıkkınlık, hatta bir rahatlama duygusu ha.kim oldu, işgal, kısa ve iyi niyetli, barış antlaşmasının şartlan daha hafif ve Sultan VI. Mehmed yöne­ timi de ulusal haysiyeti gözetmekte kararlı olsaydı, ne olurdu bilinmez. Sultan neredeyse hevesle işgalcilerle işbirliği yaptı. Muzaffer İtilaf güçlerinin 1 9 1 9- 1 922 arasındaki dört eylemi, sonunda çarpıcı ve hızlı siyasal değişmelere neden olacak güç­ lü bir ulusalcı hareketin oluşumunu kamçıladı. Birinci provo­ kasyon, 15 Mayıs 1 9 1 9'da İzmir'in Yunan kuvvetleri tarafın­ dan işgaliydi; bu, Türk kamuoyunu Mustafa Kemal'in direnişi örgütlü bir hareket haline sokmayı ümit edebileceği bir nok­ taya getirdi. İkincisi, İngilizlerin 1 6 Mart 1 920'de İstanbul'u işgal etmeleri ve Meclis'in önde gelen ulusalcı üyelerini tu­ tuklamasıydı. Bu olay, Mustafa Kemal'in, başlattığı hareketi, Ankara'daki Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti (İsmet Paşa'nın Lozan'da temsil edeceği hükümet) haline sokmasını

126

TÜRKIYE ' N I N SiYASAL MODERNLEŞMESiNDE YABANCI VE ÇEVRESEL KATKILAR

hızlandırdı. Üçüncü eylem, çok sert koşullara sahip Sevr Ant­ laşmasının dayatılmasıydı, antlaşmanın maddeleri 1 1 Mayıs­ ta Türklere açıklanmış, 1 0 Ağustos l 920'de ise VI. Mehmed'in hükümetine zorla imzalatılmıştı. Bu andan sonra Kemalistler, İtilaf güçlerine ve Yunan kuvvetlerine karşı topyekün savaşta kaybedecekleri hiçbir şey kalmadığını hissetmişti. İki yıl son­ ra, Türkler Yunanlara karşı savaşı kazandıklannda, İtilaf Dev­ letleri dördüncü bir hareket yaparak Lozan Konferansı'na hem İstanbul hem de Ankara hükümetlerini çağırdı; bunun üzerine Büyük Millet Meclisi saltanatın kaldırıldığını ilan etti, yalnız­ ca Osmanlı hanedanından birisi halife olarak kalacaktı. İki yıl içinde, kısmen yurtdışındaki Müslümanlann ilgisi yüzünden, o da gitmişti. Avrupa ülkeleri, sanki Türkiye'yi tam da Mustafa Kemal'in götürmek istediği yere bile bile sürüklemişti. İste­ meden, Lozan'da İsmet Paşa'nın kişiliğinde somutlaşan irade ve amaca katkıda bulunuyorlardı: Türkiye'yi egemen bir ulus devlet yapmak, diğer egemen devletlerle eşit, onlarla aynı dü­ zeyde kalabilecek kadar ilerici kılmak. 1 922'den beri, Türkiye askeri yenilgi yaşamadı. Kore'deki Birleşmiş Milletler harekatı dışında dışanda hiçbir savaşa ka­ tılmadı. Ancak II. Dünya Savaşı, onu savaşan uluslar arasında çok hassas bir konuma soktu ve sonunda Ruslann Boğazlar'da kısmi denetim ve doğuda toprak talepleriyle karşı karşıya bıraktı. 1 945'ten sonra Türkiye, Batılı güçlerle, özellikle de ABD'yle yakın ilişkilere sığınmak zorunda kaldı. Bu ilişki de, özellikle ı 945- 1 950 arasında etkili bir muhalefet p artisinin kurulması ve serbest seçimleri kazanmasıyla sonuçlanan hızlı siyasal değişmelere neden oldu. Batı demokrasisiyle olan iliş­ kilerin, değişmeye katkısının ne kadar olduğunu söylemek zor­ dur, çünkü içerideki iktisadi ve siyasal hoşnutsuzluklar da ba­ zı değişmeleri zorunlu kılıyordu. Bununla birlikte, Türkiye'nin 1 945'te Birleşmiş Milletler sözleşmesine katılması; 1 945-46 yılında, Rusya'ya karşı B atının, özellikle de Amerika'nın dip­ lomatik desteği; 1 947'de Truman Doktrini'ne göre başlatılan askeri ve iktisadi yardım ve Amerikalıların devletçilik eleşti­ risinin de etkisi olmuş olmalıdır. Hissedilen etki, Türkiye'nin müttefiklerini� doğrudan b askısının bazı reformlan dayat-

127

O S M A N L l - T Ü R K TA R i H i ( l 7 7 4 · l 'i 2 3 J

tığı 1 856'daki gibi değildi; daha çok, 1 839'da, Mustafa Reşid Paşa'nın Batılı güçlere Türkiye'nin ilerici olduğunu ve yardıma değer olduğunu göstermek istediği zamanki gibiydi. Yukarıda anlatılan tarihsel süreç, iki genellemeye yol aç­ maktadır. Birincisi, varlığının son yüzyılında Osmanlı İmpa­ ratorluğu, Avrupa devletlerinin elindeki gitgide yükselen güçle sürekli bir biçimde karşı karşıya kalmış, buna siyasal ve aske­ ri modernleşmeyle karşı koyma çabalarının da yetersiz olduğu görülmüştür. Bunun bir istisnası olarak, Kının Savaşı yalnızca Türkiye'nin müttefikleri için bir zafer olmuştur. 1 897'de Yu­ nanistan ve 1 9 1 3'te Bulgaristan karşısındaki küçük başarılar, Osmanlıların peş peşe yenilgiye uğradığı gerçeğini geri çevir­ meye yetmemiştir. 1 856'da Türkiye'nin kuramsal olarak Avru­ pa devletlerinden biri olarak görülmesi de, diplomatik açıdan ikinci düzeyde olma gerçeğini etkilememiştir. Sonuç olarak, l 922'ye kadar, yani askeri yenilgi reformculuğa son bir hamle

sağlayana kadar, esas olarak Türkleri geçmişteki ve o günkü yetersizliklerine inandırarak, dünyanın geri kalanı Türkiye'de modem kurumların gelişmesine katkıda bulunmuştur. İkincisi, açıktır ki, dış kaynaklı etkilerle başlamış olmayan bir yoğun siyasal modernleşme dönemi yoktur. Bu, 1 833, 1 839, 1 854- 1 856, 1 876, 1 908, 1 9 1 9 - 1 922 ve 1 945 için geçerlidir. Her ne kadar, hiçbir durumda, dışarıdan gelen etkiler, ardından yapılan reformlar için yeterli bir açıklama ya da neden oluş­ turmadıysa da, en azından bir fırsat ya da tutuculara, değiş­ menin gerekli olduğu yolunda bir uyan oluşturmuştur. 1 839 Hatt-ı Şerifi, 1 876 Anayasası ve 1 920- 1 922 arasında Ankara hükümetinin kurulmasıyla saltanatın kaldırılması inandırıcı örneklerdir. Buna ek olarak iki gözlem daha sunulabilir. Burada anılan reform dönemleri özel örnekler olarak Türk tarihinin kuma­ şından biçilmiştir. Tarihsel olarak, her biri diğerinin üzerine inşa edilmiştir. Birbirinden ayn dönemlerin art arda değer­ lendirilmesiyle gözler önüne serilemeyecek bir toplam reform etkisi vardır. Bir kez başladığında, modernleşme sürecini dur­ durmak kolay değildi; bir noktadan sonra, dış etki olmasa da, süreç muhtemelen geri dönülemez hale gelmişti. Bazı sözümo-

128

TÜRl(IYE ' N I N SiYASAL MODE RNLEŞMESiNDE YABANCI VE ÇEVRESEL l(ATKILAR

na reformculann isteği doğrultusunda eski güzel günlere geri dönüş olasılığı 1 839'dan sonra zaten kalmamıştı. Türklerin dış baskıya tepkilerinin bazen olumsuz olduğunu da belirtmek gerekir. ôrneğin hiçbir zaman karşılıksız olma­ yan ve çoğunlukla müdahale anlamına gelen diplomatik bas­ kılara tepki böyle olmuştur. örneğin altı büyük devletin baskı­ sına karşın önerileri Türkler tarafından bütünüyle reddedilen 1 876'daki İstanbul Konferansı, o devletlerin arzuladıklannın tam tersi bir sonuç doğurmuştur: Vatansever, İslami bir tep­ kiye yol açmıştır. Fuad Paşa'nın bir Avrupalı devlet adamına verdiği acı yanıtta gerçek payı bulunmaktadır: uBizimki güçlü bir devlettir, siz dışardan, biz içerden çabalıyoruz ama o hala yıkılmadı.#10 Diplomatik baskı, incelikle uygulanmadığında, Türk devlet adamlannı Müslüman-Türk halkın nefretine he­ def yapmakta ve saygınlığını düşürmekteydi. Ali Paşa, birçok açıdan Osmanlı İmparatorluğuna çok yardımı dokunan İngiliz Elçisi Lord Stratford'un böyle bir uygulamasından yakınmış­ tı. Fuad Paşa, benzer bir biçimde dost bir Fransız elçisi olan M. Bourree'den yakınmıştı: "Fransızlar hiçbir zaman müteva­ zı öğütlerle yetinmeyecek ( ... ) yapılan her iyi şeyin, Fransa'nın lütfuymuş gibi ilan edilmesi gerekiyor... " 1 1 Benzer duyarlılık­ lar Cumhuriyet döneminde de görülmüştür. Amerikan Elçisi Joseph Grew, bir gerginlik döneminde, "Dostça temaslann bile kaçınılmaz olarak müdahale biçiminde yorumlanabileceğini" söylemiştir. 12 Kuşkusuz, doğal kaygı, dış diplomatik baskılara boyun eğilmesi durumunda Türkiye'nin egemenliğinin zedele­ neceği ve devletinin zayıflayacağı yolundaydı. Lozan'da geçici bir adli rejimi ya da kapitülasyonlara benzeyen herhangi bir şeyi kesinkes reddederken, İsmet Paşa'nın nedenleri bunlar­ dı. Türk Medeni Kanunu'nun dinsel bir nitelik taşımadığını ve modern yaşama uygun olduğunu kesin bir dille beyan etmeyi yeğlemişti. Bu yüzden Konferans'ın dağılmasını göze almış­ tı. Bunların üzerinden daha dört yıl bile geçmeden, Kemalist 10 il

iZ

Abdurrahman Şeref,

Tarih Musahabeleri, İstanbul, A.H. 1339, s. 104.

Elliot (Constantinople), No. 68 confidential (hizmete özel), 17 Aralık

1867, F.O. 78/1965, Public Record Office, Londra. Turbulent Era, New York, 1 952, 1 1 , 758.

Joseph C. Grew,

129

O S M A N L l - T Ü R K TAR i H i ( 1 7 7 4 - 1 9 2 3 )

Cumhuriyetin var olan Medeni Kanununu terk edip yerine İs­ viçre'ninkini örnek alan yeni bir kanun koyduğunu belirtmek, sanırım İsmet Paşa'nın iddialarını yorumlamak için yeterli olacaktır.

2. Yabancı Kavramlar ve Modeller Türkiye'nin siyasal modernleşmesine, yabancı katkıların çoğunluğu, Türklerin benimsemekle ya da uyarlamakla ken­ dilerine mal edebilecekleri fikirler ve kurumlar, kavramlar ve modeller biçiminde olmuştur. Avrupalı fikirlerin İmparatorlu­ ğa ilk sızması, gitgide daha çok Avrupa gücünün egemenliğine giren dünyada Osmanlı İmparatorluğunun konumunun değiş­ mesiyle, 1 8. yüzyıl sonları ve 1 9. yüzyıl b aşında olmuştur. El­ bette ilk olarak, ordu ve donanmanın örgütlenmesini, giyimini, talimini ve uzmanlık eğitimlerini kısmen Batıllıaştıran bir dizi askeri reform yapılmıştır. Sonra da Osmanlı diplomatik usul­ lerinde değişiklikler meydana gelmiştir. Osmanlı sultanı diğer tüm hükümdarlardan üstün olduğu düşünü terk etmek ve Av­ rupa devletleriyle, onların kurallarına göre ilişkide bulunmak zorunda kaldığında, belli başlı Batılı başkentlere özel elçiler yerine olağan diplomatik misyonlar göndermeye başladı. Bu uygulama III. Selim döneminde başlatıldı ve II. Mahmud döne­ minde de yerine oturdu - Batı Avrupa'nın Rönesans devrinde yaptığı geçişi, Türkler bu geç dönemde gerçekleştiriyordu. Üs­ telik kendi başkentindeki diplomatik işlerle ilgilenmek üzere, II. Mahmud, Yunan isyanından sonra Rum çevirmenlere olan b ağlılığını bırakıp, Müslümanları kullanmaya başladı. Hemen sonrasında, genç Türklerin Fransızcanın inceliklerine vakıf olacakları bir Tercüme Odası kurdu. Böylece, savaş ve diplo­ masinin zorunlulukları, Türkleri iki alanda, Fransızcayı ve ba­ zı Batılı usulleri bilen bürokrasi seçkinlerinin yetiştirilmesine yarayacak kurumlar oluşturmaya itti. Diplomasi kurumu, Os­ manlı siyasal örgütlenmesindeki ilk somut modernleşme adı­ mını oluşturur. Bu noktadan başlayarak, Türkler tarafından benimsenen yabancı kavram ve modeller o kadar fazlalaştı ki, bu makale­ nin kapsamı yalnızca genel kategorileri incelemeye yeterli ola130

TÜRKIYE ' N I N SiYASAL MODERNLEŞME S i N D E YABANCI VE ÇEVRESEL KATKILAR

bilir. Benim seçtiğim, kabaca Robert Scalapino'nun Japon si­ yasetini incelemesine karşılık gelen kategoriler, devletin idari mekanizması, laik yasalar kapsamında eşit bireysel yurttaşlık, temsili yönetim ve modem milliyetçiliktir.

II. Mahmud, daha önce de belirtildiği gibi, birçok gelenek­ sel mevkileri lağvetmiş ve kendi iradesine daha fazla bağlı ola­ cak yenilerini yaratmıştır. Bu mevkilerden bazılannın Avru ­ pai unvanlan vardır ve memurlar arasında göreli olarak mo­ dem bir görev tahsisine örnektir. II. Mahmud'un saltanatı so­ na ermeden, Hariciye, Maliye ve Dahiliye nezaretleri kurulmuş; vezir-i azamlık da kısaca başbakanlığa (sadrazam) dönüştü­ rülmüştür. Böylesi unvanlar, genellikle, Avrupa hükümetleri­ nin yalnızca görünüşte alındığını göstermekteydi. Ancak za­ manla, Avrupalılann, modem yönetimlerin geniş kamu sorum­ luluklannı üstlenmesi gerektiği yolundaki inancını gerçekten yansıtan yeni nazırlıklar kuruldu. Örneğin 1 847'de bir Mekatib­ i Umumiye Nezareti (Okullar Bakanlığı) kuruldu ve 1869'da, bu nezaretin himayesinde, ilkokuldan üniversiteye, devlet destek­ li bir eğitim projesi başlatıldı. Benimsenen başka bir yabancı kurum da, il. Mahmud döneminde bir danışma komitesi olarak kurulup sonrasında değişiklikler göstererek gelişen bir devlet konseyiydi. Bu konsey, 1 868'deki yeniden örgütlenmiş biçimiy­ le, III. Napoleon'un konseyiyle birçok ortak özelliğe sahip ol­ muştu. Taşra yönetimi de 1 867'deki vilayet yasasıyla,· gene Fransız usulüne benzer biçimde, yeniden örgütlendi. Bu ve sonraki Osmanlı yasalanyla, yürütme ve yasama güçlerinin aynlığını öngören modem ilke benimsendi. İslam yasasına ya­ bancı bir kavram olan bağımsız yerel yönetim, Türkiye'de ilk defa İstanbul'daki

sixieme cercle' olarak kuruldu -bu, burada

yaşayan Avrupalı ve Levantenlerin talepleri doğrultusunda bir uygulamaydı. İdari mekanizmadaki bu gelişmelerin her biri, Türklerin uygulaması benzese de benzemese de, belli bir yabancı modele göre yapılmıştı. Türkiye'nin yönetiminde, bunun geçerli oldu­ ğu her organı saymanın gereği yoktur. Modern cumhuriyette,

t

1864 tarihli Vilayet Nizamnamesi -ed.n. 1 857 tarihli Altıncı Daire-i Belediye -ed.n. 131

O S M A N L l · T Ü R K TAR i H i ( 1 7 7 4 - 1 9 2 3 1

bir tek Diyanet İşleri Başkanlığı dışında bu, bütün kurumlar için geçerlidir. Daha düşük düzeyli uygulamalarda da, idari mekanizma Avrupalılaşıyordu. 1 B6B'de, Midhat Paşa Devlet Konseyi (Şura­ yı Devlet) Başkanı olduğunda, dosyalama sisteminde istediği değişiklikleri yapmayı başaramamıştı. Ancak kademeli bir bi­ çimde, geleneksel

torbanın yerini, dosya, kutu ve dosya dolabı

almıştı. Ahmed Vefik Paşa, 1 B7 l 'de Rüsumat Emini olduğun­ da, saat dokuzda işinin başında olmayan memurların işlerini kaybedebileceklerini söylediğinde bir radikaldi; ama dakiklik çok gelişti. 1 855 yönetmeliği -"gelecekte,

nizamat yasalarının

ve yönetmeliklerinin karanlık ve anlamı çelişkili cümlelerden anndınlarak açık, kolay ve belirgin terimlerden oluşacaklan" yolundaydı-13 o andan başlayarak her yerde uygulanmadı. Fa­ kat resmi dilde yapılan bazı garip denemeler dışında, geçen yüzyılda yönetmeliklerin açıklıkları açısından büyük gelişme­ ler yaşanmıştır. 1 B3 l 'deki ilk "modem" nüfus sayımı, uzun va­ dede uzman Belçika görüşü yardımıyla gerçekleştirilen 1 927 sayımına taslak oluşturmuştur. Türkiye, buna benzer birçok özellikleri, Avrupa'nın bürokratik örneklerine borçludur. Yönetimin mekanik yönlerinin dışında Avrupa, uzun vadeli sonuçlan olan felsefi kavramlar da sağlamıştır. Bunlardan bi­ ri, laik devlet kavramıdır. Bu kavramın hayata geçirilmesi, res­ mi devlet dininin terk edilmesini, bireysel haklara ve bireyin statüsüne dayanan yasal temellerin benimsenmesini gerektiri­ yordu. Geleneksel olarak, bu statüler bireyin bir millete -Müs­ lüman, Hıristiyan ya da Musevi- aidiyetine dayanıyordu. Yavaş yavaş Türk siyasal yaşamına yerleşen modem Avrupa kavramı, bireyin hak ve yükümlülüklerinin, bir hükümdarın uyruğu ve daha sonraki dönemlerde de bir devletin yurttaşı olarak, siya­ sal statüsüne bağlı olmasını gerektiriyordu. Osmanlı İmparatorluğuna ilk laik siyasal fikirler, her ne kadar bunlar bazı kesimlerce dinsizlik olarak yorumlanmış olsa da, Fransız Devrimi sırasında girmiştir. Dışişleri Baka­ nı 13

(reisülküttab) Atıf Efendi, Devrim'in Voltaire ve Rousseau Resmi gazete olan Takvim-i Vekayf'den aktanlmıştır, T.X. Bianchi, Khaththy Humaioun, Paris, 1 856, s. viii içinde. 132

TÜRKIYE'NIN SiYASAL MODERNLEŞMESiNDE YABANCI VE ÇEVRESEL KATKILAR

gibi tanntanımazlann ürünü olduğunu ve İnsan Haklan ve Yurttaşlık Bildirgesi'nin onlan hayvan düzeyine indirmenin bir yolu olduğunu yazmıştır.14 Yine de bu fikirler, seçkinler­ den birkaç genç Türk arasında yayıldı ve III . Selim'e reform­ lan için destek sağladı. Her ne kadar tepki yüzünden reform­ culardan bazılan ortadan kaldınldıysa da, il. Mahmud tüm uyruklan için eşit muameleden söz etmeye başladı. 1 839'da, Gülhane Hatt-ı Şerifi 1 8. yüzyıl liberal fikirlerinin ana ilkele­ rini yansıtıyordu. Bu belgede, -"özgürlük" yerine- can, mal ve onur güvencesi, büyükler için de, küçükler için de eşit adaletle birlikte vaat ediliyordu; bu vaatler, "hangi din ve mezhepten olursa olsun" sultanın tüm uyruklan için geçerliydi. Böylece,

Osmanlılık

öğretisi ciddi bir biçimde ifade edilmişti. Bunun

anlamı, eğer mantıksal sonucuna vanlırsa, millet sınırlannın ortadan kaldınlacağıydı. 1 839- 1 876 arasındaki dönemde, din aynmı gözetilmeden eşitlik vaat eden cümleler bir leitmotiv gibi yineleniliyordu. Her ne kadar kısmen Avrupa'mn eleştiri­ sine ve azınlık aynlıkçılığına bir yanıt olsa da, tüm halkın yasa karşısındaki eşitliği, gitgide artan sayıdaki Osmanlı yetkilisi tarafından, heterojen bir imparatorluğun kurtuluş yolu olarak, samimi bir biçimde benimseniyordu. 1 876 Anayasasında, tüm halk, Mhangi din ve inanışa bağlı olursa olsun, Osmanlı" olarak görülüyordu ve yasal eşitlikleri yineleniyordu. 1 908'de anaya­ sa yeniden yürürlüğe konulduğunda da yinelendi. Gerçekte, Osmanlı imparatorluğunun son yüzyılında bü­ tün dinlerin mensuplanna tam bir eşitlik verilmedi. İlkeyi ileri süren reformcu devlet adamlan bile, içgüdüsel olarak Müslümanlığın üstünlüğüne inanma eğilimindeydi. Gene de, 1 850'den başlayarak, Avrupa yasalan örnek alınarak yapılmış laik yasalar çoğalarak kabul edildi. Eşitlik ilkesi sütdü ve bu yüzyılın başında, birkaç Türk .filozofun laik bir devlet idealiy­ le desteklendi. Sonunda, 1 926'da İsviçre kökenli Medeni Ka­ nunun kabulüyle, tüm dinlerin inananlanna eşit davranmayı güvence altına alan laik hukuk resmen galip geldi. 1 928'de, 14

Abdülhak Adnan Adıvar tarafından aktarılmıştır, Osmanlı Türkle­ rtnde nim (İstanbul, 1 943), s. 1 92. Kısmen çevirisi, Bemard Lewis, The Emergence ofModem nırkey, Londra, 1 96 1 , s. 65-66 içinde. 133

O S M A N L l - T Ü R K TA R i H i ( 1 7 7 4- 1 9 2 3 )

l 924 Anayasasının ikinci maddesi değiştirilerek MTürk devle­

tinin dini İslamdır" sözü çıkanldı. l 937'de, laiklik ilkesi res­ men Anayasa'ya girdi. Ancak Türk siyasetine bu yabancı katkı, halktan tam destek göremedi. Üstelik laik hukukun din huku­ ku karşısındaki zaferine karşın, devlet hiilii İslam ve onun bazı kurumlarıyla birtakım resmi bağlarını sürdürmektedir. Parlamenter ve temsili yönetimle halkın egemenliği, Türkiye' ye dışandan getirilen üçüncü bir fikirler bütününü oluşturur. Sultanın, askeri ve sivil seçkinlerce bir şekilde "seçildiği" ile­ ri sürülebilir. İslamın temelde demokratik olduğu, sultanın kendisi dışındakilere danışmasını emrettiği öne sürülebilir ve 1 860 ve l 870'lerde Yeni Osmanlı propagandacılan tarafından da ileri sürülmüştür. Osmanlı sultanlan ve sadrazamlan, ö­ nemli kamu sorunlannı tartışmak üzere yüksek memurlardan, eski memurlardan ve halkın ileri gelenlerinden oluşan meclis­ ler kurmuştur. Fakat gene de, Türkiye'de temsili yönetimin za­ ten var olduğu iddiasında içerikten çok şekil görülür. Temsili yönetimin benimsenmesi Batılı etkilerin sonucu olmuştur. Söz konusu yönetim biçiminin kabul süreci, Batılılann beklentilerinin ilginç bir biçimde tersine olmuştur. Parlamen­ to prosedürleri ilk olarak ne temsili ne de seçilmiş olan bir danışma meclisinde uygulandı. Bu, olası yeni yönetmelikle­ ri tartışmak üzere, saltanatının sonlarına doğru il. Mahmud tarafından kurulan Adli Yönetmelikler Yüksek Konseyi'ydi (Meclis-i Viilii-yı Ahkam-ı Adliye). 1 839'da, bu meclise, Hatt-ı Şerif'teki vaatleri Türk yasalanna dönüştürme görevi verildi. Bu meclisin tüzüğünde şunlar vardı: Kabul belgelerinde belir­ tildiği gibi tüm üyelerine konuşma özgürlüğü; nazırlar hakkın­ da gensoru; zabıtlann tutulması; kararlann çoğunluk ilkesine göre alınması. Tüm bu uygulamalar Batıdan alınmıştı. Sonra -1 840'larda- her eyalet valisine bağlı olarak yeni kurulan da­ nışma konseylerine birkaç gaynmüslim seçildiğinde, temsil il.kesinin tanınması geldi. Aynı temsil ilkesi, hiilii seçim yapıl­ mıyor olmasına karşın, bazı gaynmüslimler Meclis-i Viilii'ya atandığında, ilk olarak 1 856'da, ulusal boyutlarda bir kurum­ da uygulandı.

134

TÜRKIY E ' N I N SiYASAL MODER N LEŞMESiNDE YABANCI VE ÇEVRESEL KATKILAR

1 860'lann başlannda reform uygulanan gaynmüslim mil­ letlerdeki uygulamamn dışında, seçim ilkesi ilk olarak 1 864 ve 1 867'deki vilayet nizamnamelerinde tanındı. Bu yasalara göre, vilayetlerin idari meclislerinde ve alt kurullannda, dolaylı ve karmaşık bir yoldan da olsa, yerel halkın seçtiği üyeler bulunu­ yordu. Aynı zamanda, her vilayetin seçilmiş bir mebusan mec­ lisi vardı ama genelde yalnızca öneri yetkisi vardı. Sonunda, 1 876 Anayasası bir seçilmiş vekiller meclisi kurdu. Bu anayasa birçok yabancı metinden esinlenilerek hazırlanmıştı. Buna gö­ re, halkın egemenliği sağlanmış olmuyordu, çünkü sultan hala büyük yetkilere sahipti ve nazırlar da nihai olarak -1850 Prusya ve 1871 Almanya anayasalannda olduğu gibi- meclise değil, ona karşı sorumluydu. Ancak 1 908'de anayasanın yeniden yürürlü­ ğe girmesi sırasında nazırlann sorumluluklan genişletildi ve l 920'de Ankara'da yeni kurulan Büyük Millet Meclisi halkın ege­

menliğini tanıdı. Daha sonralan, saltanatın kaldınlması konu­ sundaki tartışmalarda, Mustafa Kemal veciz bir biçimde şöyle dedi: "Saltanat ve egemenlik hiç kimse tarafından, hiç kimseye ilim öyle diyor diye verilmez ... Türk milleti ... başkaldırmış ve egemenliği kendi eline almıştır.15 Her ne kadar tamamen ser­ best çok partili seçimlere dayanan halk egemenliğinin ifadesi 1950'ye kadar bekleyecekse de, İsmet Paşa Lozan'da, Türk hal­ kını temsil eden, seçilmiş bir parlamento adına konuşuyordu. İddialan neredeyse bir yüzyıldır süren, Batıdan esinlenilmiş değişimlere dayanıyordu; arkadan yeni değişimler de gelecekti. Halk egemenliği kavramına bağlı olarak, milliyetçiliğin ö­ zellikle Batılı bir ruhu vardı. Ortak kültürel özelliklere ve ortak anayurda sahip bir halkın bu birlik ve kişilik bilinci, Fransız Devriminden beri hızla yayılıyordu. Modern sanayicilikle bir­ likte, bu belki de Avrupa'nın dünyaya sağladığı en önemli kat­ kıydı. Kuşkusuz, Türkiye'nin modernleşmesine de Avrupa'nm en önemli siyasal katkısıydı milliyetçilik. İslam dünyasında geçerli olduğu gibi, halklar arasındaki aynının dinsel özelliklere göre yapıldığı Osmanlı İmparator­ luğuna, böyle bir kavram yabancıydı. Ancak laik devlet kavra­ mıyla birlikte, bir yüzyıl süresince yavaşça milli bilince nüfuz 15

G.L. Lewis,

Thrkey, New York, 1 955, s. 70'te alıntılanmıştır. 135

O S M A N L l - T Ü U TA R i H i ( 1 7 7 4 - 1 9 2 3 1

etti. Osmanlı önderleri geleneksel olarak dine ve devlete hiz­ met ederler, ama hükmettikleri halkla bir dayanışma hissine sahip olmazlardı. "Türk" cahil, kaba saba kalabalığı gösteren bir aşağılama terimiydi. Onlar için,

din ve devlet yerine vatan

ve millete hizmeti ya da Müslüman veya Osmanlı yerine temel­ de Türk olmayı düşünmek çok zordu. Modern Türkiye'yi bilen herkes, birçok Türk için, Müslüman olmayan bir Türk düşün­ menin bala çok zor olduğunu bilir. Anavatan fikri,

vatan olarak 1 9. yüzyılın ortalarında ifa­

de edilmeye başlandı. Osmanlı entelektüellerinin, yaşamda ve edebiyatta, Fransız patrie (vatan) sözüyle giderek artan yakın­ lık.lan, Türkiye'de de benzer bir kavramın oluşmasına neden oldu. Fakat uzun bir süre için,

vatan sözcüğünün anlamı, ger­

çek ve ateşli bir milliyetçiliği değil, bu modern duygunun daha eski ve ılımlı Avrupalı atası olan yurtseverliği çağrıştırdı. Os­ manlı İmparatorluğunun sınırlarının daralmasını üzüntüyle izledi ve bu sınırlan savunma arzusunu destekledi; aynı za­ manda, İmparatorluk devletinin farklı halk ve inanışlan ara­ sında Osmanlılığı geliştirmeye çalıştı. 1 856 Hatt-ı Hümayunu yeni bir sözcük üretti:

vatandaş. Bu sözcük, yurtseverlik ya

da tüm Türk uyruklar arasındaki ortak bağ olan "yurttaşlık" anlamında kullanılmıştı.16 Başta yurtseverlik, sonrasında da milliyetçilik ruhu, aynı zamanda Avrupa'nın saldınlarına ve baskılarına karşı duyulan nefret ve Balkan halklannın ayak­ larunalanna karşı oluşan tepkiyle de beslendi. 1 873'te, gaze­ teci ve şair Namık Kemal

Vatan yahut Silistre adlı oyununu

yazdığında, anavatan kavramı duygusal içerikle yüklüydü. Bu anavatan hala tam olarak Türk değil, Osmanlı'ydı. Duygusal içeriği yurtseverce olduğu kadar İslamiydi de. Yirminci yüz­ yılda,

vatan kendisini bu çift anlamlılıktan kurtarıp, açıkça

milliyetçi oldu. Millet terimi de benzer bir dönüşüm geçirerek, eski "dinsel cemaat" anlamını yitirip, modem "ulus" anlamı­ nı kazandı. Yurtseverlik ruhu, gitgide daha laik ve milli oldu. 1 877- 1 878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında bu ruh tslamiydi. 1 908'd e, Avusturya'nın Bosna ve Hersek'i ilhakına tepki olarak 16

Bianchi, a.g.e., s. 4, n. I; sonralan sözcük yalnızca "yurttaşlık" anla­ mında kullarulmaya başlandı. 136

TÜRKIY E ' N I N SiYASAL MODE R NLEŞMESiNDE YABANCI VE ÇEVRESEL KATKILAR

Jön Türkler Avusturya mallannı boykot ettiklerinde, dinsel ol­ maktan çok siyasaldı. Bu arada, Rusyalı Türklerin ve Leon Cahun gibi Avrupalı yazarlann da desteğiyle, 1 9. yüzyıl sonlanyla 20. yüzyıl baş­ lannda, Türklük kavramı Osmanlı duygusunu yerinden ede­ cek ve birincil bağlılık olarak yalnızca İslamı rakip görecek biçimde gelişti. İmparatorluğun Türk olmayan topraklannın, özellikle de Balkan ve 1. Dünya Savaşı sırasındaki kaybı, bu bağlılık aktanmını hızlandırdı. Sonunda Türk devletinin kü­ çük, görece homojen bir cumhuriyet olarak kabulü, Mustafa Kemal'e, salt ulusal erdemleri vurgulama, emperyalist ve İs­ lamcı yükümlülüklerin geçmişte Türklere dayattığı yükleri be­ lirtme olanağı verdi. Bugün, Osmanlı yurtseverliğinin halefi olarak yalnızca bir Türk yurtseverliğinden söz etmek değil, en azından ülkenin eğitimli ve Batılılaşmış yurttaşlan arasında, bir Türk milliyetçiliğinden de söz etmek olasıdır. Lozan'da i­ natçı İsmet Paşa'nın karşısındaki Avrupalı diplomatlar, böyle bir güçle artık karşı karşıya olduklannı hissetmişlerdi.

3. Yabancı Katkıların Kanalları Bize, modern Türk siyasetine yabancı katkıların hangi ka­ nallardan aktığını tanımlamak kalır. Böyle birçok kanal var­ dı ve Türk ulusal yaşamına öyle çeşitli noktalardan girmişti ki, bunlarla ilgili genellemelerde bulunmak çok zor olur. Ama bunlann ana yapısını incelemek olasıdır. Osmanlı İmparatorluğuyla Batı arasında her zaman temas­ lar olmuştur. Neredeyse kurulduğundan beri, bu İmparatorluk fiziksel ve siyasal açıdan Asya'dan çok Avrupa'ya yönelmiştir, aynca hiçbir zaman Japonya'da olduğu gibi dışanya kapan­ mamıştır. Yalnızca askeri seferlerde oluşan temaslar değil, İmparatorluk içindeki Batılı diplomatlar, tüccarlar, sığınma­ cılar, dönmeler ve gezginlerle ve sultanın uyrukları arasındaki azınlıklarla olan temaslar da Batının bilgisini Türkiye'ye taşı­ mıştır. Ancak 1 9. yüzyıla kadar, pek az Türkün Osmanlı sınır­ lannın ötesinde Avrupa'ya yolculuk ettiği bir gerçektir. Aynı zamanda, her ne kadar Osmanlı İmparatorluğu fiziksel olarak kapalı bir bölge olmasa da, Osmanlı ya da İslam zihninin Ba-

137

O S M A N Ll-T Ü R K TAR i H i ( 1 77 .4 - 1 9 2 3 )

tılı etkilere kapalı olduğu d a doğrudur. Bu zihin ancak yavaşça açılabilmiştir. Bariz ilk iletişim kanalı Avrupalı diplomat olmuştur. Büyük devletlerin birçok yetenekli ve zeki diplomatı Osmanlı başken­ tinde görev yapmıştır. Her ne kadar, neredeyse yalnızca Avrupalı ve Levanten çevrelerle ve Türk görevlilerle ilişkili olsalar da, si­ yasal önerilerde bulunmaktan geri durmamıştır. Böyle öneriler, özellikle beraberinde b askıyla geldiğinde, genellikle hoşnut­ suzlukla karşılanmıştır. Gene de, siyasal modernleşme yolunda önemli sonuçlar doğuran bazı değişikliklere bunlar neden ol­ muştur. ôrneğin Galatasaray Lisesi, Babıali'deki Fransız elçisi­ nin acilen yapılmasını istemesi üzerine, III. Napoleon'un eğitim bakanlığındaki bir uzmanın önerisi doğrultusunda kurulmuş­ tur. Ayn ı zamanda, Türkleri sempatiyle dinleyen ve belki de kriz dönemlerinde dostça gayriresmi öğütler veren diplomatlar da olmuştur; bunların arasında, 1 875- 1 876'da İngiltere elçisi olan Sir Henry Elliot ve 1. Dünya Savaşından sonra Amerikan Yüksek Komiseri olan Amiral Mark Bristol sayılabilir. Fakat toplamda, Türkler yabancı diplomatlardan öğrenebileceklerinden daha az şey öğrenmiştir. Küçük yerin efendisi durumundaki yabancı el­ çi onlara sevimsiz gelmiştir. Türkiye'deki daha kalabalık bir yabancı grubu da tüccar­ lar, maceraperestler, imtiyaz avcıları, gezginler, misyonerler ve öğretmenlerden oluşmaktaydı. Sıradan Türkler, bazen de Türk devlet adamları, onlardan Avrupa hakkında daha sıcak bilgi al­ mıştır. Örneğin Ahmed Vefik Paşa, Robert Kolejindeki Amerikalı öğretmenlerle birçok konuyu tartışırdı. Özellikle l 908'den son­ ra, Türkiye'deki yabancı okullardan mezun olan Türklerin sayısı arttı. Bu mezunların bir kısmı -merhum Adnan Menderes de bunlardan biriydi- yönetimde çok yüksek görevlere geldi. Cumhuriyet döneminden önce, hatta kısmen bu dönemde de, yabancı "kolonilern Türklerle olduğundan daha fazla Rum­ lar, E rmeniler, Museviler ve Levantenlerle ilişki halindeydi. Her ne kadar arzu ve çıkarları, özellikle Kının Savaşından sonra, Türk mahkemelerine Batılılaşmış ticaret kanunları sok­ makta yardımcı olduysa da, tüccarlar kendi başlarına yaşa­ ma eğilimindeydi. Amasya'daki İsviçreli fabrika işçileri ya da

138

TÜRKIYE'NIN SiYASAL MODERNLEŞMESiNDE YABANCI VE ÇEVRESEL KATKILAR

Hasköy'deki İngiliz liman çalışanları gibi yabancı işçi koloni­ lerinin, Türk komşuları üzerinde pek az etkisi olmuştur. Ma­ ceraperestler, imtiyaz avcıları ve kapitülasyonların koruması altında iş gören karanlık, hatta suçlu Avrupalı döküntüler, Türkler üzerinde hiç de iyi bir etki bırakmadı. Genellikle ör­ nek oluşturacak karaktere sahip misyonerler ise hemen he­ men tamamen Hıristiyan azınlıkların arasında yaşadı. Dinsel işgüzarlıkları Müslüman Türklere değdiğinde, -1 928'de, Bursa Olayı'nda da görüldüğü gibi, ulaikn cumhuriyette bile- genel­ likle çok sert tepki görüyordu. Böylesi grupların Türk siyasal modernleşmesindeki etkisini kestirmek güçtür. Yakın zaman­ da Türkiye'deki Amerikalı askeri görevlilerin etkisi de böyledir. Türkiye'nin toplumsal ve ekonomik emellerinde yabancı kül­ türlerin etkisini görmek kolaydır. Türklerin, aralarındaki ya­ bancı ukolonileren tepkisi, en iyi koşullarda, karışıktır. Fakat Türkiye'deki yabancılar arasında

doğrudan bel­

li amaçlar doğrultusunda yararlanılan bazıları da vardır ki, bunların kuşkusuz bir ulusal etkisi olmuştur. Bonneval ve Tott'tan başlayıp Moltke, Goltz ve Liman von Sanders'ten geçe­ rek günümüzün Amerikalılarına kadar uzanan askeri eğitmen ve danışmanların listesi, uzun ve seçkindir. Fransız Devrimi ve Napoleon döneminde Fransız etkisi baskındı. II. Mahmud, farklı uluslardan teknisyen ve danışmanlar tutmuştu. II. Mah­ mud Tıbbiye'yi açmak için bir Fransız'ı, Bahriye Mektebi'nin başına geçmesi için bir İspanyolu, istimbotlarını yönetmesi için bir İskoçu, bir tabakhane kurması için Comwall'dan bir uzmanı, ordu b andosunu eğitmek için bir İtalyanı, gemi ya­ pımı için Amerikalıları, deniz kuvvetlerini eğitmesi için İn­ giliz subayları ve orduyu ıslah etmek için de Prusyalı subay­ ları görevlendirmişti. 1870'lerde İmparatorluk, Galatasaray'ı yönetmesi için De Salve'a, örnek bir itfaiye oluşturması için Kont Szechenyi'ye ve Hukuk Mektebi'nin başına geçmesi için, Tercüme Odası'nda bir öğretmen olan Alman ya da Avusturya dönmesi Emin Efendi'ye görev vermişti. Jön Türk döneminde, devlet gümrükleri yeniden örgütlemesi için Crawford'u, jan­ darma için Baumann'ı, hukuk danışmanı olarak da Ostrorog'u görevlendirmişti. Bu adamlara karşı Türklerin tepkisi, yöne-

139

O S M A N L l - T Ü R K T A R i H i (1774-19231

timin üst kademelerinde olumlu, bunun dışında hem olumlu hem de olumsuzdu. Bu eğitmen ve danışmanlann, teker teker ya da hep beraber, siyasal modernleşme üzerindeki etkilerini ölçmek zordur. Bir miktar etki mutlaka olmuştur. Batılı kavramlann iletişim kanalı olarak, hiç olmazsa 1 9 . yüzyıl ortalannda, belki de daha etkili olan, 1 830, 1 848 ve 1 863 devrimlerinden sonra Osmanlı İmparatorluğuna sığınan Polo­ nez ve Macar mültecilerdir. Bazılan İslama dönüp Türk kadın­ larla evlenerek Türkleşmişti. Büyük devletlerden herhangi bi­ rine hizmet etmedikleri ve istisnasız Rus karşıtı olduklan için, onlara genelde Avrupalılara olduğundan daha fazla güvenili­ yordu. Türklere doktor, mühendis ve subay olarak hizmet ver­ miş ve birçok vilayetin yönetiminde çalışmışlardır. Milliyetçi­ lik, siyasal özgürlük ve anayasacılık fikirlerini tanıtmışlardır. Göz ardı edilemeyecek başka bir iletişim kanalı da İmpa­ ratorluğun gaynmüslim azınlıklan tarafından oluşturulmuş­ tur. Rumlar, Ermeniler ve Museviler arasında eğitimli olanlar, Avrupa usul ve fikirlerine Türklerden daha yakındı. İş dünya­ sında aracı ve çevirmen olarak, Türkler ve Avrupalılar arasın­ da kısmen tampon görevi görmüşlerdir. İmparatorluğun ikin­ ci sınıf yurttaşları olarak, toplu bir etkileri olmamıştır ama bireysel olarak, bazılarının kuşkusuz etkisi olmuştur. Birçok Osmanlı devlet adamı, işlerini yürüten kişi olarak Rum ya da Ermeni bir bankeri kullanıyor, bunlar da perde arkasında si­ yasal bir rol oynayabiliyordu. Ermenilerin önde gelenlerinden Odian Efendi, uzun yıllar boyunca Midhat Paşa'nın yakın bir danışmanıydı ve onun anayasa konularındaki düşüncelerini etkilemişti. Ermeni milletinin gözden geçirilmiş anayasasının, 1 867'de çıkarılan vilayet nizamnamesindeki bazı konular ve 1 876 Anayasası için örnek oluşturmuş olması bile olasıdır. Osmanlı İmparatorluğunun İstanbul'un denetiminden u­ zaklaşan kısımlan da Türk milletine bazı yönlerden etkili ol­ muştur. Balkan milliyetçiliği, bulaşma değil, nefret biçiminde de olsa, Türk milliyetçiliğinin uyanmasında etkili olmuştur. Sırbistan ve Romanya'daki parlamentoların gelişimi, Namık Kemal'in parlamentolar hakkındaki düşüncelerini etkilemiştir. Mısır daha da etkili olmuştur. Kavalah Mehmed Ali Paşa'nın

140

TÜRKIY E ' N I N SiYASAL MODERNLEŞMESiNDE YABANCI VE ÇEVRESEL KATKILAR

ilerlemeleri Türklerin modernleşmesini kamçılamış, hem onun hem de haleflerinin rejimleri Osmanlı İmparatorluğuna siya­ sal fikirler açısından katkıda bulunmuştur. Osmanlı devlet adamlarından pek çoğu ilk eğitimlerini ya da mesleki öğrenim­ lerini Mısır hizmetinde yapmıştır. 1 9. yüzyıl boyunca Mısır ve Türkiye arasında gidip gelen kişi ve etkiler, başlı başına bir çalışma konusudur. Örneğin her ne kadar Avrupa usulleri ve Paris modası İstanbul'a Levantenler ve Kınm Savaşı sırasında gelen Avrupalılar aracılığıyla ulaşıyorsa da, Mısır hükümdar ailesinin çok para harcayan üyeleri bu modaları İstanbul'a çok daha önce getiriyordu. Siyasal tarihten, daha belirgin bir ör­ nek vermek gerekirse, Ali Paşa'nın Fransız Medeni Kanununun bazı bölümlerini Türkiye'ye sokma konusundaki fikirlerini, ka­ nunun Mısır'da yapılmış bir Arapça çevirisinden aldığı açık­ tır. il. Abdülhamid döneminde sadrazam olan Hayreddin Paşa, Tunus'tan beraberinde Fransız uygarlığı konusundaki bilgisi­ ne dayanan fikirler getirmiştir. Osmanlı İmparatorluğunun, sonralan da Cumhuriyet sı­ nırlarının dışından gelen Müslümanlar, İstanbul ve Ankara'ya bazı fikirler taşımıştır. Bunların bazıları -1 870'ler de Buha­ ra ve Kaşgar'dan gelenler ya da daha sonralan Libya'daki Sü­ nusiye tarikatından ya da daha yakın zamanda Kuzey Afrika kökenli Ticani tarikatından gelenler gibi-yeterince ilkeldi. Cemaleddin Afgani gibi diğer Müslüman ziyaretçiler, koruma­ cı bir modernleşmeyi savundu. İlerici Müslüman ziyaretçiler arasında en önemlileri, bazı Rusya Türkleriydi. Genellikle iyi eğitim almış, yazıda yeni yollar deneyen, bir Türk Rönesansı için hevesli, Panislavizmle tanışmış ve Türk milliyetçiliği ya da Pantürkizm savunucusu olan -örneğin Yusuf Akçura gibi- bu adamlar, 1 9. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında Tü.rkiye'ye yeni fikirler getirdi. Bazıları, göçmen ya da sığınmacı olarak, yaşamlarını Türkiye'de geçirmek üzere geldi. Ne var ki, bu dışarıdan gelen ziyaretçilerin tümü göz önün­ de bulundurulduğunda, siyasal

modernleşmeye yaptıkları

katkının, Osmanlı ve daha sonra da Cumhuriyet seçkinlerinin farklı biçimlerde aldıkları eğitimin etkisinden daha küçük bir katkı olduğu görülmektedir. Söz konusu eğitim bazen çalışır-

141

O S M A N L l - T Ü R K TAR i H i I 1 7 74- 1 9 2 3 1

ken alınıyordu - Tercüme Odasında ya d a Batıdaki diploma­ tik görevlerde. Bazen yurtdışındaki okullardan alınıyordu 1 855- 1 874 arasında Paris'te eğitim veren

Mekteb-i Osmanide,

Avrupa üniversitelerinde ya da askeri akademilerinde. Bazen, Yeni Osmanlıların ya da daha sonraki Jön Türklerin durumun­ da olduğu gibi, sürgün sırasında sağlanıyordu. Çoğunlukla, özellikle daha yakın zamanlarda, Türkiye'de kurulan yükseko­ kullardan birinde ediniliyordu- askeri okullar, askeri ve sivil tıp okulları, idari personeli yetiştirmek için kurulan çeşitli okullar ve üniversiteler. III. Selim döneminden başlayarak, bu okulların müfredatları giderek Batılılaştı. Özellikle yönetim kademesine katip ve yönetici yetiştirmek için kurulan bu okul­ larda -Mekteb-i Maarif-i Adliye ( 1 838), Mekteb-i Mülkiye ( 1 859) ve diğerleri- bugün "kamu yönetimi ve uluslararası ilişkilern olarak adlandırabileceğimiz müfredatlara sahipti. Bu çok çeşitli kaynaklardan sağlanan eğitimin ortak pay­ dası, modem dünyada yeni ufuklar açan Fransızca öğrenimiy­ di ve birçok Türk, eğitim deneyimlerini üst üste eklemişti. 4 askeri tıp okulunda eğitim gördü, Tercüme Odası'nda çalıştı ve sonra da yüksek diplomatik görevler aldı. Ahmed Vefik Paşa, St. Louis Lisesi, askeri mühendislik okulu, Tercüme Odası ve diplomatik hizmetin ürünüydü, üstelik iki nesildir tercüman­ lık yapan bir aileden geliyordu. Çifte dilli seçkinler yüzyılın ortalarına doğru yönetime hakim olmaya ve yavaş yavaş da geleneksel İslam eğitimi alanlan gölgede bırakmaya başladı. 1 876 ve 1 908'deki darbelerden sonra ordu subayları gitgide siyasete daldıkları için, askeri okullarda alınan Batılı tarzda eğitimin Türk siyaset yaşamında artan önemde etkisi oldu. Batılı tarzda eğitim, seçkinlerin büyük bir kısmı için bile, Osmanlı· İmparatorluğunun modernleşmesini garantilemiyor­ du. Değişmez bir biçimde yeniliğe karşı olan halktan daima topluca bir muhalefet geliyordu. Yerleşik çıkarları olanlar da muhalefet ediyordu. Modernleşmeci yöneticilerin birçoğuna

gavur paşa adı takıldı. Batılı eğitim her zaman bir Batılılaş­ macı doğuracak da değildi. Bu eğitimi alanların bazıları kuş­ kucu oldu, başkaları da erdemden çok kusur aldı. Ahmed Vefik Paşa gibi bazıları da Batının siyasal örneğini kabul etmeden

142

TÜRKIY E ' N I N SiYASAL MOD E R NL E ŞMESiNDE YABANCI VE Ç E V R E S E L KATKILAR

modernleşmeci oldu. Ahmed Vefik Paşa'nın yüksek bilgisini kabul eden Namık Kemal, onun parlamenter süreçten hiçbir şey anlayamadığını söylemiştir; 17 onu tanıyan başkaları da, Ahmed Vefik Paşa'nın il. Mahmud, hatta Kanuni Sultan Süley­ man için çok iyi bir sadrazam olacağını ifade etmiştir. Birçok bürokrat yalnızca yüzeysel bir Batılı eğitim görmüştü. 1 906'da tanıdığı genç bir

kaymakamdan söz ederken Mark Sykes, "Ya­

n pişmiş bir Frenk eğitiminin sonuçlan üzücü olmaktadır" demişti. uanun reform mefhumu, kaymakamların maaşlarını düzenli bir biçimde alması, kaymakamların okuması için be­ dava resimli dergilerin sağlanması, kaymakamların yolculuk edebilmeleri için demiryollannın inşası, nihai olarak da bütün kaymakamların İstanbul'a atanarak harcamaları denetlemek üzere oluşturulacak bir Kaymakamlar Meclisi'nde yüksek ma­ aşlı vekiller olarak çalıştınlmalandır."18 Ancak tüın bu zayıflıklar da hesaba alındığında, Batılı eğitim yoluyla Türk siyasetine sağlanan dış katkı muazzamdır. Modem­ leşmecilerin çoğu, sivil ya da askeri bürokrasiden gelmiştir. Bir­ çoğu Batıda eğitilmiştir. Birçoğu Fransızca bilmektedir. Onların çalışmaları olmadan modem Türkiye oluşamazdı. Sonunda, dış etkilerin kanalları değil, değişen bir ulus-devletin kendine güveni tam siyasal önderleri ve filozoflan olmuşlardır. 1 96 1 'de sunduğu bir bildiride, William Schorger'in belirttiği gibi, "Kritik bir eşik noktası aşıldığında, toplumun modernleşmesinin dürtüsü, dış etkiler kadar, hatta daha fazlasıyla, modernleşmiş yerli unsurlar­ dan gelir."19 Türk deneyimi de bunu göstermiştir. Lozan Konferansı'nda, İtalyan delegelerinden biri olan Sig­ nor Montagna, Türkiye'nin siyasal gelişmesi konusunda çok kuşkuluydu. Bu konuda Amerikalı gözlemci Joseph Grew'la kon�şuyordu. "Kendi zihninde" diyordu Grew, "Tii rkiye'yi me­ zarında kaldığı sürece sağlam kalan ama mezar açılıp da dış 17

IB 19

Tansel, Namık Kemal ve Abdülhak Hamid, Hususi Mek­ tuplanna Göre, Ankara, 1 949, s. 52. Mark Sykes, The Caliphs' Last Heritage, Londra, 1 9 1 5, s. 365. Fevziye A.

"The Social Community in the Contemporary Middle East" kopyası, 1 96 1 , s. 6

143

O S M A N L l - T Ü R K TAR i H i ( l 77 A - 1 923)

havayla temas eder etmez, çözülmeye başlayan ve yere yıkılan bir mumyaya benzetmektedir. Türkiye'nin diğer ülkelerle olan temasları, yıkılmasına neden olacaktır, çünkü Japonya'nın yaptığı gibi kademeli bir geçişe razı olmamış, dönüşümü he­ men gerçekleştirmek istemiştir."20 Kuşkusuz, Türkiye yıkılmadı. Montagna'nın algılayamadı­ ğı, Türkiye'nin bir yüzyılı aşkın bir süredir dış havayla temas halinde olduğuydu. Yabancı ülkeler askeri yenilgiyle acı bir et­ kilen.meye yol açmıştı. Dış temaslar Türk bilincine milliyetçilik ve halkın egemenliği gibi çok önemli kavramların tohumlarını ekmişti. Ve aynı zamanda, Türk önderlerin kendilerini, dünya­ nın yeni durumu ve ona uyum sağlamanın koşullan konusun­ da yetiştirebilecekleri, esas avantajı Fransız diline hakim olan bir eğitimi de sağlamıştı. 20

Grew,

a. g. e. 1, 568.

Not: Son yıllarda. siyasal modernleşmenin bu taslağına önemli katkılar­ da bulunabilecek üç değişik türde akademik çalışma yapılmıştır. Birincisi yönetimsel modernleşmeyle ilgilidir. Bu alanda, C arter V.

Bureaucratic Reform in the Dtto­ man Empire: The Sublime Porte, 1 789-1 922 (Princeton, 1 980) ve Ot­ toman Civü Officialdom: A Social History (Princeton, 1 989). Steven T. Rosenthal, The Politics ofDependency: Urban Reform in lstanbul Findley'nin iki kitabı önemlidir:

(Westport Conn., 1 980), bağımlılıktan çok, belediye yönetimleriyle ilgilenmiştir. Akademik çalışmalann ikinci türü, siyasal olanlar da içinde olmak üzere, modernleştirici değişmelerin yer aldığı ik­ tisadi ortamlarla ilgilidir. Charles Issawi, The Economic History of Turkey, 1 800- 1914 (Chicago, 1 980), girişler eklenmiş bir kaynak derlemesidir. Donald Quataert, Social Disintegration and Popular Resistance in the Ottoman Empire, 1 881-1908: Reactions to Euro­ pean Economic Penetration (New York, 1 983) ve Şevket Pamuk, The Dttoman Empire and European Capitalism, 1 820- 1 913: Trade, ln­ vestment, and Production (Cambridge, 1 987), Osmanlı İmparator­ luğundaki iktisadi gelişmenin çeşitli yönlerini ve dış etkilerle olan ilişkilerini inceler. Üçüncü tür, entelektüel tarihtir; bunun bir kısmı Osmanlı İmparatorluğunda Batılı milliyetçilik kavramının gelişme­

The Rise of Turkish Nationalism, 1876- 1 908 (Londra, 1 977); Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri, 1 895-1908 (Ankara, 1 964); M. Şükrü Hanioglu, Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi (İstanbul, 1 98 1 ) ve Hanioğlu'nun Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı lttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük, Güt 1 . 1 889-1 902 (İstanbul, 1 985). sinin anlaşılmasına yardımcı olacaktır: Davud Kushner,

144

OSMANLI İMPAR ATOR LUGU YÖNETİMİNE TEMSİL İLKESİNİN GİRMESİ"

Modernleşme, üzerinde anlaşmaya vanlmış bir anlamı olma­ yan bir terimdir. Tarihsel çözümlemede kullanılacak kavram­ sal bir araç olarak, ona yiiklediğiniz içeriğe göre, yararlı ola­ bilir de olmayabilir de. 1 Giriş olarak yapılan birkaç yorumdan sonra, terimin anlamındaki kanşıklık şimdilik bir kenara bı­ rakılabilir. Çünkü araştırdığımız konu, açıktır ki, İran ve Os­ manlı İmparatorluğu ve bunlan izleyen devletlerdeki yaşamı, 1 8. yüzyıldan beri etkileyen önemli değişmeler hakkındaki bazı kanıtlardır. Bu değişmelerin çoğu, Avrupalı Batıyla olan temaslardan etkilenmiştir ve Batılılaşma olarak adlandınlma­ lan doğru olur. Böylesi Batılılaşmanın bir örneği, Osmanlı İmparatorlu­ ğunun yönetim yapısına temsil ilkesinin girmesidir. Ward ve Rustow, bu ilkeyi, Türkiye ve Japonya'nın siyasal gelişmesi­ ne uygulamaya çalıştıklan modernleşme kategorilerinin dı­ şında bırakmışlardır. MDemokrasi ve temsili yönetim" derler, ubizim modernleşme tanımımıza girmez."2 Osmanlı İmpara­ torluğunun Batılılaşmasının (dolayısıyla, bu imparatorluk için, modernleşmenin) bir özelliğinin de demokratik siyasal biçimlere, hatta demokratik yönetimin özüne doğru ilerle-

Beginnings of Modemization in the Middle East: The Nineteenth Century, ed. William R. Polk ve Richard L. Chamhers, s. 93- l OB'den alınmıştır. Chicago: University of Chicago Press, 1 968. Her hakkı mahfuzdur.

Bkz. R.E. Ward ve D. A. Rustow, Political Modemization in Japan and

Turlcey (Princeton, 1964), özellikle "Giriş" ve "Sonuç"taki tartışma. A.g.e., s. 5 145

O S M A N Ll-T Ü R K T A R i H i l l 77 4- l 9 2 3 )

mesi olduğu konusunu bir başka ortamda tartışmak isterim, demokratik yönetim sorununun yeri burası değildir. Eğer konum bir bütün halinde demokrasi olsaydı, şu konulardaki kavramların ve uygulamaların gelişimini de incelemek ge­ rekli olurdu: Halkın egemenliği, tüm uyruk ve yurttaşların haklarının ve yükümlülüklerinin eşitliği, yasama ve yargının yürütme gücünden ayrılması, seçim sistem ve teknikleri, ana­ yasa yoluyla ya da başka yollarla yürütmenin denetlenmesi, bakanların parlamento karşısındaki sorumlulukları, parla­ mento usulleri, azınlıkların haklarına saygı ve bu hakların korunması. Bunların hepsi, kuşkusuz, birbirleriyle ve temsil ilkesiyle ilişkilidir. Bu gelişmelerin hepsini burada incelemek olanaksızdır. Bu yüzden, yazımın kapsamını, temsil ilkesinin Osmanlı. İmparatorluğu yönetiminin farklı organlarında nasıl uygulan­ maya başlandığını incelemekle kısıtlayacağı.m. Bu gelişme yal­ nızca Batılılaşmanın bir yanı değil, bence, Ward ve Rustow'un tanımladığı haliyle bile, aynı zamanda siyasal modernleşmey­ le de ilişkili bir şeydir - çünkü temsil ilkesi, onların siyasal modernleşme göstergeleri listelerinin koşullarına göre, fark­ lılaşmış ve belli bir yönetimsel örgütlenme sisteminin geliş­ mesine, siyasal kararlarda laik yöntemlerin artmasına, halkın devletin topraklarıyla özdeşleşmesi duygusunun daha fazla güçlenmesine, halkın siyasal sistemle daha fazla ilgilenmesi­ ne ve siyasal rollerin tahsisinin toplumsal statü temeline göre değil, başarı temeline göre yapılmasına katkıda bulunmuştur.3 Temsil ilkesi, bu sonuçlan kendi başına sağlayamayacak ve sağlayamamış olmasına karşın, hem Osmanlı İmparatorlu­ ğunda, hem Türkiye Cumhuriyetinde hem de İmparatorluğun halefi olan diğer devletlerde sürecin ayrılmaz bir parçasıdır. Neyin nasıl gerçekleştiğini bulmakla ilgilenen tarihçinin, bu gerçeği kabul etmesi gerekir. O zaman, İmparatorluğun halkı, ister bir bireyler kitlesi olarak, ister bir gruplar topluluğu olarak değerlendirilsin, 1 9 . yüzyılda yönetimin bir ya d a daha fazla organında temsil edil­ meye nasıl ulaştı?

A. g. e., s . 7 146

OSMANLI IMPARATORLUÔU YÖNETiMiNE TEMSiL iLKESiNiN GiRMESi

Bazen, Osmanlı geleneğinin, temsili yönetimin tohumla­ nnı içinde taşıdığını varsaymak çekici gelebilir. örneğin bir araştırmacı, 1 7. yüzyıldan başlayarak Osmanlı sultanlannın temelde halk tarafından seçildiğini (her ne kadar bu Mseçmen­ ler" yüksek görevliler, genellikle bir saray kliği ve yeniçeriler olmuşsa da) iddia etmiştir.4 Böylece sultan, halkın temsil­ cisi oluyordu,

biat töreni de bunun göstergesiydi. Osmanlı

İmparatorluğu'nda, 18. yüzyıl sonlan ile 1 9. yüzyıl başlannda,

ayan, yeniçeriler ve ulemanın bir biçimde halkın temsilcisi; halkın, sultanın iradesini denetleyecek sesi olarak işlev gördü­ ğü bir tür siyasal dengenin bulunduğunu gösterecek bir kuram oluşturulabilir. 1 9 . yüzyıl sonlannda bazı Türkler böyle iddi­ alarda bulunmuştur. Ancak böylesi kuramsal yapılandırmalar, içlerinde gerçek payı olsa da, biraz fazla ileri gitmiş olur. Kuşkusuz, hükümdara halkın görüşünün sunulması Türk tarihinde yeni bir şey değildir. Sultan ve temsilcileri müraca­ atlan dinliyor, bazen de taşradan gelen heyetleri kabul ediyor­ du. Şikayetleri dinlemek ve yerel memurlan denetlemek üzere başkentten müfettişlerin gönderilmesi az görülen bir şey de­ ğildi. Sultanlar bile bazen teftiş gezilerine çıkıyor ve çeşitli gö­ rüşleri dinliyordu. Sultan tam bir otokrat değildi; nazırlannın ve danışmanlannın fikrini almakla kalmaz, bazen de önemli konulan tartışmak üzere memurlardan, halkın ileri gelenlerin­ den, loncalardan ve yeniçerilerden oluşan meclisler toplardı. Fakat Genel Meclis

(meclis-i umumi) yani yüksek düzeyden ki­

şilerin toplanması, İmparatorluktaki bütün halkı temsil etmi­ yordu; söz konusu meclis sadece, görevde ya da emekli olan ve belli bir anda başkentte bulunan yüksek sivil, dinsel ve askeri memurlardan oluşuyordu. Sultanın ya da II. Mahmud döne­ minden başlayarak oluşturulan yeni bürokrasinin' eylemlerini denetlemeye yarayabilirdi ama bu onun temsil niteliklerinin sınınydı. 1808'de,

Sened-i lttifak'ı üreten olağanüstü Ayan

Meclisi, eğer sık sık bölgelerindeki halkı merkezi otoritenin denetiminden gizleyen bu yerel eşrafın kendi özerkliklerinden başka bir şeyle ilgilendiği kabul edilebilirse, temsil ilkesine A. D. Alderson,

The Structure of the Ottoman Dynasty (Oxford,

1956), s. 8. 147

O S M A N Ll-T Ü R K TAR i H i ( l 77A - l 9 2 3 )

sahipmiş gibi görülebilir ama b u çok tartışmalıdır. 5 Yani, her ne kadar merkezi yönetimin elinde bilgi, görüş ve öğüt almak için çeşitli olanaklar varsa da, bunların hiçbiri en küçük bir başlangıç olarak bile temsili yönetim ilkesinin bir biçimine benzememektedir. Ancak bu, ileride temsil ilkesini destekle­ mek üzere başvurulacak gelenekler oluşturmuştur. Başvurulacak geleneklerin arasında, her ne kadar tarihsel gerçeklik olarak temsili yönetimle pek ilgileri olmasa da, İsla­ miyetin başlangıcından kalma iki tanesi vardır: İlk halifelerin seçimle başa geçmesi fikri ve Kuran'ın danışılarak hareket et­ me emri (Sure 3: 1 53 ve 42:36). Osmanlı reformcuları 1 860 ve 1870'lerde bu gelenek ve metinlere sık sık atıfta bulunmuş­ tur. Türklere yakınlık duyan bazı Avrupalılardan da başlar­ da destek almışlardır. 1 850'lerde yazan Abdolonyme Ubicini, Kuran'da umodern demokrasinin tüm unsurlarını" ve İslam yasalarının, "kesin bir biçimde ulusun egemenliğini, herkese seçme hakkını, herkese yönetim gücü de dahil olmak üzere se­ çilme hakkını verdiğini. .." görerek memnun olmuştu.6 Ubicini coşkusundan İslam tarihini yanlış okuyordu ama o ve onun gibiler bazı Türk reformcuların düşünce tarzını etkilemiş ola­ bilir. Fakat temsil ilkesinin gelişmesi açısından daha önemlisi; Osmanlı hükümdarları, İslam yasasına dayanan tarihteki en büyük devleti yönetiyor da olsa, şeriatın kurallarının ötesinde, hatta ara sıra onlara rağmen, kendi inisiyatiflerine göre yasa çıkartıyordu; öyle ki, 1 9 . yüzyılda bu (Arap ya da Müslüman ol­ mayan) Türk geleneği, insan yapısı ve Batılı olan bu ilkeleri ka­ bullenebildi. 7 Temsili yönetim ilkesi de bunların arasındaydı. Bkz. Halil İnalcık, "Sened-i İttifak ve Gülhane Hatt-ı Hı1mayılnı1" Belleten 28: 1 1 2 (Ekim, 1 964), s. 604-9; İnalcık, "The Nature of Tre­ ditional Society: 'I\ırkey" Ward ve Rustow, Political Modemization içinde, s. 5 1 -54; Niyazi Berkes, The Development of Secularism in Turkey (Montreal, 1964), s. 90-9 1 . Aynca bkz. Bemard Lewis'den Berkes'in kiteplennm yorumu, Bulletin of the School of Oriental and African Studies içinde, Cilt 29, kısım 2 ( 1 966), s. 384-87 ve bu­ radaki başvuru konusundaki notlar. J. H. Abdolonyme Ublcini, Letters

on Turkey, İng. çev. Ledy E estho­

pe (Londra, 1 856), 1 :57, 1 32. Leon Ostrorog,

The Angora Reform (Londre, 1 927), s . 37-49, Türkle­

rin şeriattan beğımsızlıklannı vurgular. 1 48

OSMANLI IMPARATORLU�U YÖNETiMiNE TEMSiL i LKESiNiN GiRMESi

Eğer Osmanlı geleneğinde temsili yönetim için gerçek bir temel varsa, bu, siyasal merdivenin en alt basamağında, yerel yönetimlerdeydi. Osmanlılann ilk günlerinden beri, İmpara­ torluk fermanlannı kentlere bildirmek üzere yerel ayan, lonca başkanlan ve

eşraf, imamlar çağnlırdı; bunlar, ismi bilinme­

yen bir Osmanlı tarihçisinin dediği gibi, ubalkın temsilcileri ve aracılanydı.ne Gerçekten temsilci olsun ya da olmasın, bu kişilerden bazıları, 1 9. yüzyıl temsil ilkesi denemeleri sırasın­ da, Osmanlı siyasal tarihinde önemli bir rol oynamaya devam etmiştir. Benzer biçimde, köylerde de bir başkanı

ihtiyarlar meclisi ve (kocabaşı ya da muhtar) seçme geleneği vardı (bu,

kuşkusuz bazen gaynmüslimlerin kilise cemaatleriyle çakışı­ yordu) . Fakat geleneksel biçimler, bu yerel temsil heyetleriyle merkezi hükümet arasında örgütsel bir bağ içermiyordu. Genellikle Osmanlıların 1 876 Anayasasının, seçilmiş bir millet meclisini öngören maddesinin, İmparatorluktaki tem­ sili yönetim ilkesinin doğuşu olduğu düşünülür.9 Eğer ulus çapında gelişmiş bir temsil projesini düşünürseniz bu ger­ çektir. Ancak 1 876 Anayasasına göre toplanan parlamento, II. Mahmud'un rakip güçler olan yeniçeri ve güçlü ortadan kaldırıp

derebeyleri

ulemanın gücünü kırdığı merkezileştirici re­

formlarından beri yaklaşık kırk yıldır şu veya bu biçimde sü­ ren temsil fikri deneylerinin birikimi sonucudur. 1 830 Fransız Devrimi ve 1 832'deki İngiliz Reform Yasası'nı izleyen liberal burjuva yönetimlerinin parlak günlerindeki Ba­ tılı siyasal kurumlar konusunda, Paris ve Londra'daki diplo­ matik görevleri sırasında önemli deneyimler edinen reformcu bürokrat Mustafa Reşid Paşa ile birlikte, denemeler başlamış­ tır. Mustafa Reşid Paşa'nın, 1 839'da Sultan Abdülmecid'in ilan etmesini sağladığı reform fermanında -Gülhane Hatt-ı Hüma­ yunu- ilke olarak ya da uygulamada temsili yönetimden söz edilmiyordu. Her ne kadar bazıları bunu bir anayasa olarak adlandırsa da, öyle değildi. Mustafa Reşid Paşa'nın Osmanlı İnalcık, Ward ve Rustow, Political Modemization içinde, s. 47. Bkz. Albert Hourani, "The Decline of the West in the Mlddle East• Richard Nolte, ed.,

The Modern Middle East (New York, 1 963) için­

de, s. 37: . . 1 876 Anayasası, temsili yönetim ilkesini getirmiştir." • .

149

O S M A N L l - T Ü R K TAR i H i ( 1 774. 1 9 2 3 )

İmparatorluğuna parlamenter sistemi sokmak gibi b i r ama­ cı yoktu; Türkiye'nin böyle uygulamalar için hazır olmadığını s öylüyordu ama Eflak, Boğdan ve Sırbistan'daki temsili mec­ lisleri de içeren anayasaların farkındaydı. 1 0

B u yargısında haklıydı; tutucuların, reform programı karşısın­ daki sürekli ve bazen de etkili muhalefeti bunu doğruluyordu. Ancak Gülhane Hatt-ı Humayunu hem temsili kurumların al­ tında işleyeceği gerekçeler bütününü kurmuş hem de açıkladığı ilkelerle, uygun olabilecek bir ortamın yaratılmasına yardımcı olmuştur. Gerekçe, dışardan büyük devletlerin baskısıyla, içer­ den ise isyanlarla kritik bir aşamaya gelmiş olan Osmanlı İmpa­ ratorluğunun güçlendirilmesiydi. İmparatorluğu daha sıkı bir­ leştirecek ve uyruklarının merkezi yönetime daha sadık olmala­ rını sağlayacak her şey avantajlıydı ve iyi karşılanacaktı. üste­ lik Hatt-ı Hümayun, yeni yasaların ve kurumların da -aslında denenmeleri için- kapısını açmıştır. Sultanın tüm uyruklarının b azı konulardaki haklarını ve tüm uyruk sınıflarının yasa kar­ şısındaki eşitliğini vurgulamıştır, iyi yönetim sözü vermiştir. 1 1 Tüm bunlardan sonra temsili yönetim kurumlarının gelmesi ge­ rekmez ama arkasından bunun gelebileceği yolunda, küçük de olsa, mantıksal bir olasılık vardır. Ve gelmiştir de. Temsili yönetim yolundaki hareket, başkentteki merkezi yö­ netimde başlamamıştır. II. Mahmud'un, hükümdarlığının son­ larına doğru Meclis-i Vdld-yı Ahkdm-ı Adliyi yi yani Adli Yönet­ '

melikler Yüksek Konseyi'ni kurduğu doğrudur. 1 839 Hatt-ı'yla bu konsey, reformların gerçekleştirilmesi için gerekli yasaları hazırlamakla görevlendirildi. B atılı tarzda parlamento usulle­ riyle çalıştı ve Sultan da hazırladığı yasaları yürürlüğe sokma sözü verdi. Ancak bu, atanmış yüksek memurlardan oluştuğu için, hiçbir şekilde bir temsili meclis değildi. 12 10

il

12

Nicholas Milev, "Rechid Pacha et l a Reforme Ottomane" Zeitschrift für

Osteuropaische Geschichte, 2 ( 1 922): 389; F.E . Bailey, British Policy and the Turldsh Reform Movement (C ambridge , Mass., l 942), s. 275 Metnin İngilizce çevirisi J.C. Hurewitz, Diplomacy in the Near and Middle East (Princeton, 1 956) içinde, 1: 1 1 3 - 1 6 . Meclisin usul kurallan metni Friedrich Wilhelm von Reden, Die Tür1 50

OSMANLI IMPARATORLUÔU YÖNETiMiNE TEMSiL iLKE S i N i N GiRMESi

Temsili yönetimin gerçek başlangıcı taşrada olmuştur. 1 840 yılının Ocak ayında taşra memurlan için çıkanlan bir

fennanla -bu kısmen, iltizamı kaldırarak vergi toplamada reform yapılmasıyla ilgili bir fennandı- İmparatorluğun her eyaletinde ve alt birimi olan büyük kazalarda bir idari mecli­ sin kurulması öngörülüyordu.13 Ana merkezlerdeki meclislerin her biri on üç üyeden oluşacaktı. Bunlardan altısı, memuriyeti dolayısıyla bu meclislerde bulunan devlet memurlan olacaktı. Diğer üyelerse yerel halkın temsilcileri olacaktı: Dört Müslü­ man, gaynmüslimlerin bulunduğu yerlerde piskopos ve iki ko­

cabaşı. Seçilen üyeler garip bir biçimde karmaşık ve modern standartlar açısından ilkel bir yönteme göre belirleniyordu. Ne olursa olsun, temsil ilkesi böylece büyük vilayet merkezle­ rinde kurulmuş oluyordu. Daha küçük merkezlerde de, memur olmayan iki Müslümanın ve bölgede Hıristiyanlar varsa, önde gelen bir Hıristiyanın bulunduğu beş kişilik bir meclis kuru­ luyordu. 14 Bir kez kurulduklarında, yerel meclislerin etkinliği bir yer­ den diğerine, bir yıldan diğerine, üyelerinin ve yerel yönetici-

kei und Griechenland tn ihrer Entwicklungsfiihigkeiten (Frankfurt 13

a. M., 1 856) içinde, s. 288-90. Metinler, Halil İnalcık, "Tanzimat'ın Uygulanması ve Sosyal Tepki­ leri", Belleten, 28: 1 1 2 (Ekim, 1 964), s. 660-7 1 ; Reşat Kaynar, Mustafa

14

Reşit Paşa ve Tanzimat (Ankara, 1 954), s . 226-34 içinde. İnalcık, "Tanzimat'ın Uygulanması", s. 625-27, 633-36, bu meclisle­ rin tarifi ve değerlendirmesi hakkında daha fazla bilgi içerir. Uy­ gulamada meclislerin toplam üye sayısının ve milletler arasındaki dağılımının çok farklılık gösterdiği anlaşılmaktadır. Moshe Mo'az, Suriye'de meclis üye sayısının bazen on beşi bulduğunu, hatta geçtiğini ve bazen de gaynmüslim üyelerin dışanda bırakıldığını bulmuştur: "Syrian Urban Politics in the Tanzimat Period Betwe­ en 1 840 and 1861 • Bulletin of the School of Oriental and African Studies, Cilt 29, kısım 2 ( 1 966). s. 283-84, 291 -92. Stanford Shaw, eyalet merkezleri dışında çoğunlukla on üçün altında üye olduğu­ nu ve milletlerce resmi ve gaynresmi Müslüman üyelerin sayısında farklılıklar olduğunu gösteren, arşiv belgeleri ve o günün gazeteleri üzerine bir araştırmanın ön çalışmalannı gönderme inceliğini gös­ termiştir; daha küçük merkezlerde, bölgede var olan millet sayısına göre üye sayısı üçle altı arasında değişiyordu. 151

O SMA N L l - T Ü R K TAR i H i ( 1 7 7 4 - 1 9 2 3 )

nin niteliğine göre değişiyordu. Birçok kamu hizmeti projesi meclisler tarafından başlatılıp denetlendi. Ancak meclisler, 1 840 ve 1 850'lerden kalma tanıklıklardan da anlaşıldığına göre, çoğunlukla pek iyi çalışmadı. Üyeler mevkilerini kişisel çıkarları doğrultusunda kullandı. Adalet eşit biçimde dağıtıl­ madı. Müslüman memurların üyeliği göz önünde bulundurul­ duğunda, her zaman bir Müslüman çoğunluk vardı. #Seçilmişw temsilciler, genellikle her zamanki egemen ayan gruplarından birileri ya da, bireysel ya da sınıfsal çıkarlarının peşindeki Hı­ ristiyan kocabaşılar oluyordu. Meclislerde ulemadan üyelerin etkisi büyüktü. Açıkçası, meclisler gerçekten sıradan halkın temsilcileri değildi, yalnızca birçok bölgede, meclisteki ayan üyelerden herhangi birinin halkın arasında çıkar grupları o­ labiliyor; üye, mal ve hizmet karşılığında onların çıkarlarını kollayabiliyordu. Gene de, meclisler birçok açıdan gelişmeyi temsil ediyordu. Bir kere, eskiden olduğu gibi başkanlık ye­ rel kadıya verilmiyordu. Bu, yönetimde laikleşme yolunda bir adımdı. Sonra, bir seçim ilkesi artık resmen oluşturulmuştu ve temsil ilkesi resmen kabul de görmüştü çünkü gaynmüs­ limler meclislerde, hiç olmazsa kuramsal olarak, Müslüman meslektaşlarıyla eşit haklarda yer alarak, idari, mali ve adli konularda serbestçe tartışabiliyordu. Ancak temsilin de tüzel kişiler -yani millet- temelinde olduğuna dikkat etmek gere­ kir. Kadının artık yerel meclisin başı olmaması bir laikleşme işareti olarak görülebilir ama temsilin bireyler değil milletler temeline dayanması, Osmanlı halkının arasında çizilen dinsel hatları doğrular niteliktedir. Bu eylemin arkasındaki nedenlerin halkın egemenliğiyle uzaktan yakından hiçbir ilgisinin olmaması, temsil ilkesinin benimsenmesi yolundaki bu ilk adımın değerini azaltmaz. Te­ mel amaç, o sıralar Kavalah Mehmed Ali Paşa'nın saldırısına uğramakta olan, zayıflayan bir İmparatorluğu güçlendirmek­ ti. Avrupa devletlerinin güçlü desteğine gereksinim vardı. On­ lara Osmanlı İmparatorluğunun kurtarılmaya değer ve ilerle­ me yapmaya muktedir olduğunun gösterilmesi gerekiyordu. Mustafa Reşid Paşa, Sultanın hükümetinin, tüm halkına adil davranıp onların desteğini alabileceğini göstermek istemiş-

152

OSMAN LI IMPARATORLUl:'>U YÖNETiMiNE TEMSiL iLKESiNiN GiRMESi

ti. Bu sadakati sağlayarak ayrılıkçılığa karşı koyabileceğini de umuyordu. Aynı zamanda, yerel tutucuların ve eşrafın gü­ cünü kırarak, merkezi hükümetin gücünü arttırmak, bunun yanında da yerel seslerin duyulmasını sağlamak kaygısı da taşıyordu. Taşra meclislerinin, başlatılan reformları -özellik­ le de o an için, vergi toplanmasını- sürdürerek, yerel eşrafı ve İstanbul tarafından atanan memurları denetlemesini isti­ yordu. Onun gözünde, temsil sisteminin erdemleri bunlardı. Mustafa Reşid Paşa, İmparatorluğun başka köşelerinde, baş­ kentin doğrudan denetimi altında olmayan -örneğin, ayrıca­ lıklı Balkan eyaletleri ya da Samos Adası gibi- yerlerde kuru­ lan temsili organları da düşünmüş olabilir. 15 Mısır örneği de Mustafa Reşid Paşa'yı etkilemiş olabilir, çünkü Müslüman ve Hıristiyan temsilcileri de içeren yerel meclisler, 1 830'larda Suriye'de İbrahim Paşa tarafından, Girit'te de Mustafa Paşa tarafından kurulmuştu. 16 Temsil ilkesi, her ne kadar bu yöndeki planlar 1 840 Ma­ yısındaki bir fermanda öngörüldüyse de.17 başkentte ilk kez 1 845'te kurulan bir olağanüstü mecliste uygulandı. 1 845 Şuba­ tında, Sultan Abdülmecid Babıali'yi ziyaret etti ve her eyaletin başkente ikişer delege yollamasını emreden bir ferman oku­ du. Bu, hükümete, tarım gelişmeleri, yollar, vergiler ve benzeri konularda taşranın gereksinim ve isteklerini ifade edecek bir danışma grubu olacaktı. Delegeler kendi bölgelerine merke­ zi hükümetin iyi niyetli amaçlarını da nakledeceklerine göre, kuşkusuz bu aynı zamanda merkezi hükümetin sesi olacak­ tı. Hem Müslümanlardan hem de gayrımüslimlerden oluşan taşra eşrafı, geldi ve açıkça görülen bir çekingenlikle da olsa, arzularını ifade etti. Başkentte iki aydan fazla kaldılar. Onlar gittikten sonra, sözümona uiyileştirme komisyonları," yapıla-

15

1 834'ten sonra Samos'taki iç yönetim "bölgenin ileri gelenleri" ara­ sından geleneklere göre seçilmiş üyelerden oluşan bir meclisin elindeydi. Gregoire Aristarchi Bey, Legislation Ottomane (İstanbul,

16

17

1873-88, 2: 145-46.

M. Sabry, L'Empire egyptien sous Mohamed-Ali et la question d'Orient ( 1 8 1 1 -491 (Paris, 1930). s. 346, 398. İnalcık. "Tanzimat'ın uygulanması." s. 627.

153

O S M A N L l - T Ü R K TAR i H i ( 1 7 7 4. l 9 2 3 1

cak reformları gözden geçirmek üzere taşraya gönderildi ama önemli bir sonuç alınamadı. 1 8 Kuşkusuz bu meclisin Avrupa'ya gösteri yapmanın ötesin­ de amaçlan da vardı. Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın 1 829'da Mısır'da yaptığı denemelerin, özellikle de bazı köy şeyhleri de içinde olmak üzere 400 kadar ileri geleni toplamasının bu mec­ lisin toplanmasını etkileyip etkilemediğini bilemiyorum. Anla­ şıldığı kadarıyla delegelerin ulaşım ve konaklama giderlerinin yükünden dolayı, deneme yinelenmedi. 19 Tüm İmparatorluğun temsil edildiği ilk meclisin bir benzeri olmadı. Kının Savaşının sonunda, 1 8 Şubat 1 856 tarihli yeni bir imparatorluk fermanı, 1 839 Hatt-ı'nın vaatlerini yeniledi ama birçok açıdan, özellikle sultanın her dinden tüm uyruklarının eşitliğini vurgulamasıyla, önceki belgenin çok ötesine gitti.20 1 856 Hatt-ı Hümayunu, 1 839 Hatt-ı 'nın tersine, temsil ilkesini de içeriyordu. İmparatorluğun Rusya karşısında zafer kazan­ masını sağlayan müttefiki büyük devletlerin yaptığı baskının kuşkusuz büyük ölçüde etkisi vardır. Ancak koşulların çoğu, zaten Hatt-ı kaleme alan grubun üyelerinden Ali ve Fuad pa­ şaların fikirleriyle uyum halindeydi. Bu devlet adamlarının hiçbirinin Osmanlı İmparatorluğunun herhangi bir temsili meclisi sürdürebileceğine inanmadığı açıktır. Fuad Paşa belki de bunun belirsiz bir gelecekte gerçekleşebileceğine inanıyor­ du; Ali Paşa kesinlikle inanmıyordu. Ama her iki devlet adamı da, ustaları Mustafa Reşid Paşa gibi, bir tür temsili kurumun 18

19

Recai G. Okandan, Umumi Amme Hukukumuzun Ana Hatlan (İs­ tanbul,

1 948), 1 :72-73; Ubicini, Letters, 1 :321 -22.

İstanbul'daki meclisin yazdığı raporlann daha sonra tanm ve kamu hizmetleri konusundaki yönetmelikleri üzerinde çok büyük etkisi olduğunu söyleyen Profesör Shaw'ın gönderdikleri. Sefer

17, 1 2 6 1 (25 Şubat 1 845) tarihli ve meclisin oluşmasını emre­ 1 :321), her eyaletin bir Müslü­

den bu fermandan, Ubicini (Letters,

man, bir de gaynmüslim delege göndereceğini söyleyerek, temsilde cemaat ya da millet ilkesinin korunduğunu ima eden terimlerle söz etmiştir. Profesör Shaw'a göre, Balkan delegasyonlan gerçekten de bu tarzda oluşturulmuştu ama diğer delegasyonlann oluşumu bi­ 20

linmemektedir. Ben fermanın metnini görmedim. İngilizce metin Hurewitz, Diplomacy içinde, 1 54

1 : 149-53.

OSMANLI IMPARATORLUÔU YÖNETiMiNE TEMSiL iLKESiNiN GiRMESi

oluşturulmasını kuşkusuz destekliyorlardı. Böylece 1 856 Hatt­

ı Hümayunu çeşitli Osmanlı siyasal birimlerine temsil ilkesi­ nin uygulanmasını üç değişik yerde öngörüyordu: Birincisi, var olan taşra meclisleri, delegelerin adil bir biçimde seçimini ve serbestçe oy vermelerini sağlayacak biçimde yeniden örgütle­ necekti. İkincisi, gaynmüslim millet örgütlenmesi, sıradan in­ sanlann fani işlerinde söz sahibi olacaklan biçimde elden ge­ çirilecekti. Üçüncüsü, tüm Osmanlı uyruklannın çıkarlannın söz konusu olduğu durumlarda, Meclis-i Vdld-yı Ahkdm-ı A d ­ liye içine gaynmüslim temsilciler de katılması ele alınacaktı. Türklerin 1 856 fermanına verdikleri adla Islahat Ferma­ nı'ndaki vaatler birkaç yıl içinde yerine getirildi. Birkaç ay içinde, artık yeni yasa tasanlan hazırlayan bir kuruluş ol­ maktan çıkıp, bir yüksek itiraz mahkemesine dönüşen Meclis-i Vdld'ya gaynmüslim üyeler atanmaya başladı. 21 Fakat buraya atananlar, İstanbul'un önde gelen gaynmüslim ailelerindendi ve zaten Babıali ile çıkar ve görev açısından yakın ilişki içeri­ sindeydiler. Örneğin atanan bir Ermeni, Fuad Paşa'nın kişisel

sarrafıydı ve aynı zamanda da liman vergileri mültezimiydi.22 O ve onun gaynmüslim meslektaşlan yalnızca teknik olarak gaynmüslim milletlerin üyeleri olduklan için temsilci oluyor­ lardı. Ancak böyle bir temsil ilkesi, daha sonra da bu kuruluş ve halefleri için korundu. Bu, merkezi hükümetin sürekli bir organı için temsil ilkesinin ilk kez uygulanmasıdır. Gaynmüslim millet yapısının yeniden örgütlenmesi, gele­ neksel egemen konumlannın zayıflamasına karşı direnç göste­ ren din adamlan ve etkili küçük bir grup yüzünden, gerçekleş­ tirilmesi daha zor bir hedefti. Fakat birkaç yıldır, Batılı fikirler aralannda yayıldığı için, tüccarlarla orta ve üst burjuvazi, saf­ lannı sıklaştırmış olan seçkinler karşısında mücadele ettiği için, Rum, Ermeni ve Musevi cemaatleri içinde bir kıpırdanma vardı. Oç milletin bünyesinde kurulan komisyonlann hazırla­ dığı reformlann uygulanmasının hızlandınlması konusunda 21 22

1 854'te kurulan Tanzimat Meclisi, yasama işlevini yüklenmişti. Cevdet Paşa, Tezakir 1 - 12, der. Cavid Baysun (An.kara, 1 953), s. 1 77; Y.G. Çark, Türk Devleti Hizmetinde Ermeniler, 1 453- 1 953 (İstanbul. 1 953),

S,

69. 155

O S M A N L l -T Ü R K TAR i H i ( 1 77 4 - 1 9 2 3 1

Babıali baskı yaptı. 1 862- 1 865 arasında, hepsi d e yeni yazılı anayasalannı tamamlamıştı -Babıali bunlara yönetmelikler ya da yasalar diyordu (nizamat). Her birinde, din adamlannın dünyevi konulardaki gücü kısılmıştı, her millet için de, seçil­ miş sivil delegeler içeren birer meclis-i umumi kuruluyordu. H e r ne kadar buna taşra delegeleri dahil edilmişse de, taşra yeterince temsil edilmiyordu. İstanbul bölgesi ise aşın sayıda delegeyle temsil ediliyordu. Ancak temsil ilkesi artık resmen her m illet için ayn ayn yapılan yazılı anayasalara girmişti. Bu reform, İmparatorluğa yayılmış yaklaşık dokuz milyon kişiyi etkiliyordu -bu, özerk yönetimlere sahip Eflak, Boğdan ve Sır­ bistan dışanda bırakılırsa, İmparatorluğun nüfusunun üçte biri demekti. İsmail Kemal Bey'in daha sonra iddia ettiği gibi, Osmanlı devlet adamlannın Ermeni yeniden örgütlenmesini "bir ana­ yasa denemesi" ve "daha sonra kullanılmak üzere bir model" o larak düşünmüş olmalan pek olası değildir." Ancak kuşku­ suz, millet örgütlenmesi, bazı Osmanlı devlet adamlannın, bir anayasa kapsamındaki temsili yönetim kavramıyla yakınlaş­ m asına yardımcı olmuştur. Ve birkaç yıl içinde, Genç Osman­ hlann önde gelen isimlerinden Namık Kemal, Hıristiyanlann meclislerini bir millet meclisine örnek olarak gösterecektir.24 1 864'teki vilayet reformunun bir yıl önceki Ermeni anayasa­ sından etkilenmiş olma olasılığı da vardır.25 Her halü karda, 1 864'te, millet reformlan tamamlanır ta­ mamlanmaz, taşra yönetimleri için yeni bir model düşünüldü. B u , eyaletlere verilen yeni isimden dolayı vilayet sistemi deni­ len modeldi. Yerel yönetimlerin ve kısmen temsili taşra meclis­ lerinin iyileştirilmesi çabalan, 1 856'daki Hatt-ı Hümayun 'dan beri, kesintili olarak sürdürülmüştü. Müfettişlerin düzenle-

23

Sommerville Stoıy, der. The Memoirs of lsmaü Kemal Bey (Londre, 1 920), s. 254. Mithet Cemal Kuntay, Namık Kemal (İstanbul, 1 944 - 56), 1 : 1 85,

25

1 867'deki "Gezette du Levant'a Yanıt"ını ektanr.

Millet reformu sorununun tümü ve etkilen üzerine, bkz. R.H. Devi­ son, Reform tn the Ottoman Emptre, 1 856-1876 (Prlnceton, 1 963), s. 1 1 4-35. 156

OSMANLI IMPARATORLUÔU YÖNETiMiNE TEMSiL iLKESiNiN GiRMESi

dikleri geziler ve Sadrazam Kıbnslı Mehmed Paşa'nın Balkan teftiş gezisi, meclislerin iyileştirilmesi açısından bir şeyler yapılmasına yol açmış ama bunlar, ancak yolsuzluğa kan­ şan meclislerin görevden alınması ve yeni seçimlerin düzen­ lenmesi gibi, duruma göre tedbirler olmuştur. 26 1 864'te taşra yönetimlerinin örgütlenmesinde tümden bir elden geçirme gi­ rişiminde bulunulmuş, 1 867'de bir kez daha önemsiz değişik­ likler yapılmıştır. Yeni düzenleme, Fransızlann departement­

arrondissement-canton-commune

sisteminden

kuşkusuz

geniş ölçüde esinlenilerek hazırlanmış ve Osmanlı yasalanna

vilayet-sancak-kaza-kariye (ya da nahiye) olarak girmişti. Bu yasayla, temsil ilkesi üç ayn kurumda ortaya çıkmak­ tadır. Her vilayet, sancak ya da kazadaki yönetim meclisinde

(meclis-i idare); yerel mahkemelerde ve her vilayet için oluş­ turulan bir genel mecliste (meclis-i umumi). Yönetim meclis­ lerinde ve mahkemelerde düşünülen seçim sistemi muazzam karmaşık ve dolaylıydı. Yalnızca kaza meclislerinin üyeleri doğrudan oya benzer bir yöntemle seçiliyordu. Gene de, tüm yasada temsil fikrinin damgası vardı. Birçok durumda hiıla cemaat temsiline -milletler olarak- dayanıyordu. Vilayet ve

sancak yönetim meclislerinde, görevinden dolayı orada bulu­ nan memurlann dışında, seçilmiş iki Müslüman, iki de gayn­ müslim üye olacaktı. Mahkemelerde üç Müslüman üç de gay­ nmüslim seçilmiş üye olacaktı. Vilayet genel meclisinde, her

sancaktan iki seçilmiş Müslüman, iki de seçilmiş gaynmüslim olacaktı. Yalnızca kaza yönetim meclislerinde seçilmiş üyele­ rin dini belirtilmemişti. Merdivenin en altında, her nahiyenin

ihtiyarlar meclisi, ya Müslüman ya Hıristiyan, muhtemelen ay­ nı dine mensup üyelerden oluşacaktı.27 26

27

Örneğin Niş'teki durum konusunda, bkz. Ricketts'ten Longworth'a, 1 1 Ağustos 1 860. Great Britain, House of Commons, Sessional Pa­ pers, Accounts and Papers ( 1 86 1 ) , cilt 67, no. 16, ek 2. Aristarchi, Legislation ottomane içindeki yasa metni, 2:273-95. Bunu, kuşkusuz daha fazla mezhep karmaşıklığı taşıyan Lübnan yasalanyla karşılaştırmak ilginç olur, a.g.e., s. 204- 10. 1 86 1 ve 1 864 Lübnan yasalanmn Osmanlı vilayet yasasını etkileyip etkilemedi­ ğini ya de ne kadar etkilediğini bilmiyorum ama her ikisiyle de ilgi­ li olan Fuad Paşa aracılığıyla bazı etkiler olduğu düşünülebilir. 157

OSMAN L l - T Ü R K TA R i H i ( 1 7 7 4- 1 9 2 3 )

Vilayet Nizamnamesinin, değişiklik ve ekleriyle, ömrü uzun oldu. Uygulamasında birçok zorluklarla karşılaşıldı ve bir­ çok şikayete konu oldu. İstanbul'dan atanan memurlarla yerel temsilciler arasında kurulmak istenen merkezcilik-yerelcilik dengesi, sürtüşme, verimsizlik ya da çatışmalara neden olabi­ lirdi. Sistemin içindeki temsil unsuru sık sık, yerine ve o anda atanan memurlara göre, özden çok biçim olarak göründü. An­ cak Osmanlı yönetimine temsil ilkesini yerleştirmesi ve bunu, dolaylı da olsa, seçim süreciyle birleştirmesi açısından yasa bir temel oluşturmuştur. Bazı Türk tarihçiler, özellikle de Ah­ met Rasim ve Ali Fuat, Midhat Paşa'nın hatıralarında yer alan, yasanın Ali ve Fuad paşalar tarafından "bir millet meclisine giriş" olarak düşünüldüğü yolundaki sözleri sözcük anlamıyla yorumlamışlardır.28 Bu, Ali Paşa'nın durumunda olası görün­ memekte, Fuad Paşa içinse pek kuşkulu durmaktadır. Yasanın hazırlanmasında yardımcı olan Midhat Paşa'nın, o kadar er­ ken bir dönemde bile aklına böyle fikirler gelmiş olabilir. Ya­ sanın amacının, yalnızca her yerde, halkın sesini merkezi ira­ deyle birleştirerek daha iyi yönetim sağlamak olduğu düşünü­ lebilir. Yine de 1 876 Anayasası hazırlanırken, buna eşlik eden seçim yasasının doğrudan vilayet yasasının seçim koşullarına dayandırıldığı da tartışılamaz. Taşra meclisleriyle merkezi yönetimin bir organı arasında­ ki ilk bağlantı bir süre sonra, 1 868'de, eski Meclis-i Vala kaldı­ rılıp yerine bir Devlet Konseyi (Şura-yı Devlet) konduğunda ku­ ruldu. Artık İmparatorluğun en yüksek yasa hazırlama organı olan Şura-yı Devlet, her vilayet genel meclisinden üç ya da dört üyenin katılımıyla her yıl toplanıp vilayetlerden gönderi­ len memorandumlardaki istekleri bu delegelerle tartışacaktı.29 Bu, seçilmiş taşra kuruluşlarıyla, iyice belirlenmiş parlamen-

28

29

Ahmed Rasim, 1stibdaddan Hakimiyeti Müliyeye (İstanbul, 1 342), 2:73-74; Ali Fuad, Rical-i Mühimme-i Siyasiye (İstanbul, 1 938), s. 1 73. Midhat'ın sözü, Ali Haydar Midhad, Tabsıra-i ibret (İstanbul, 1 325) içinde, s. 23. Aristarchi, Legislation ottomane içindeki yasa metni, 2:38-4 1 . Vi­ layet delegelerinin gerçekte gelip gelmedikleri hakkında bir kayda rastlayamadım. 158

OSMANLI IMPARATORLUÔU YÖNETiMiNE TEMSiL iLKESiNiN G i RMESi

to usullerine göre çalışan ve kendisi de kısmen İmparatorluk halklannı temsil eden sürekli bir merkezi kuruluşun ilk bağ­ lantısıdır. Şura-yı Devlet de, halefi olan Meclis-i Vdld'ya göre İmparatorluğun halklarını daha gerçekçi bir biçimde temsil ediyordu. 1 868'de atanan ilk otuz sekiz üyenin neredeyse dört­ te biri taşra eşrafıydı. Eşrafın bir kısmı da içinde olmak üzere, yaklaşık üçte biri gaynmüslimdi ama bunlar millet nüfusla­ rıyla orantılı değildi: Dördü, çok küçük bir azınlığın üyeleri olan Ermeni Katoliklerdi, üçü Rum, ikisi Musevi, biri Gregor­ yen Ermeni, biri de Bulgard.ı. Yani, bu gene cemaat temsiliydi. Böylece, 1 868'e gelindiğinde, arkada, temsil ilkesine dayalı hem yerel hem de merkezi yönetim kurumlarıyla ilgili dene­ melerin otuz yılı kaplayan önemli bir tarihi vardı. Tüm kurum­ lar, bazıları çok kötü olmak üzere, kusurlu bir biçimde çalış­ mıştı, temsil il.kesi de uyulduğundan daha fazla çiğnenmişti. Hiç kimse, İmparatorluktaki sıradan insanın gerçekten temsil edildiğini ya da var olan haliyle bile, kural olarak, seçimlerin görevliler ya da önde gelenler tarafından sıkı bir biçimde de­ netlendiğini iddia edemez. Ancak gene de, temsil ilkesi, bir­ çok açıdan Osmanlı yasasına girmişti. Yaratılan kurumlardan bazıları temsil ilkesinin daha ileriye götürülmesine, hatta bir parlamentonun temellerinin atılmasına katkıda bulunmuş o­ labilir. Bazı Türk yorumcular Şura-yı Devlet'te bir parlamento­ nun temellerini görür, ilk başkanı olan Midhat Paşa, herhalde daha 1 868'de bu yönde fikirler besliyordu. İddialara göre Fu­ ad Paşa, Midhat Paşa hakkında şunları söylemiştir: "Bu adam, parlamento rejiminde tüm kötülüklerin ilacını görüyor ama siyasetin, her derdin devasına tıptan daha çok karşı çıktığın­ dan hiç kuşkulanmıyor. HJO Gözlemcilerin birçoğu, eğer Şura-yı Devlet'te herhangi bir erdem gördülerse, bunun "devlet adamı yetiştiren bir okul" olduğu konusunda Ahmed Midhat'la her­ halde görüş birliğine varacaklardı.31 Ancak 1 860'lann sonlarına gelindiğinde, temsili kurum­ lann, özellikle de bir tür millet meclisinin kurulmasını heJO

JI

Charles Mismer, Souvenirs du monde musulman (Paris,

20. Mismer bir süre Ali Paşa'nın katibiydi. Ahmet Midhat, Oss-i tnlcıUip (İstanbul, 1294-95), 1 : 1 07. ıs9

1892), s.

O S M A N L l - T Ü R K TA R i H i 1 1 774- 1 9 2 3 )

defleyen yeni etkiler kendilerini göstermeye başlamıştı. Bun­ ların arasında, Osmanlı İmparatorluğunun kendi içindeki parlamento örnekleri de vardı: Artık fiilen Romanya olmuş olan Birleşik Prenslikler'de, 1 866'da bir "anayasa"nın çıka­ nldığı Mısır'da, 1 86 1 - 1 864 arasındaki anayasa denemesiyle Tunus'ta. Belki de 1 860'lann sonlannda, 111. Napoleon'un "li­ beral İm.paratorluğu"nun da etkisi olmuştur. Tanzimat reji­ mini eleştirenlerin sesleri de etkiliydi. Bu eleştirmenler ara­ sında, daha önce yüksek mevkilerde bulunmuş olan Mustafa Fazıl Paşa, Halil Şerif Paşa ve Tunuslu Hayreddin Paşa gibileri, istibdat rejimini frenlemek üzere bir tür temsili meclisin ta­ raftarlığını yapan siyasal yazılar yazıyordu.32 Bu eleştiriler arasında en etkili olanlan, gazetelerinde ve sürgünde olduklan yerlerde benzer bir biçimde temsili bir meclisi savunan Yeni Osmanlılardan geliyordu. Bunlann kuş­ kusuz en yetenekli olanı, halk egemenliği öğretisini ve bir millet meclisini -meclis-i şura-i yümmet- savunan Namık Kemal'di.33 Her ne kadar Fransız ve İngiliz örneklere dayanı­ yorsa da, İslamın yeterli temeli sunduğunu öne sürmekteydi. Yeni Osmanlılann bireysel fikir büklümlenmelerini izlemek ilginç olsa da, onlara burada yer açmak olanaksızdır.34 Önemli olan şudur: Onlann görüşüne göre, temsil ilkesini halihazırda içeren kurumlar yeterli değildi, etkili olmamıştı ya da bir is­ tibdat rejimini maskelemek için kullanılmıştı. 1 870'lere gelindiğinde, Sultan Abdülaziz'in müsrif ve kap­ risli kişisel yönetimine duyulan hoşnutsuzluk, Avrupalı, özel­ likle de Rus ve Panislav baskılara yeterince direniş gösterilme­ diği kaygısıyla birleştiğinde, bir avuç devlet adamında temsili yönetim planlamasında yeni bir atılım yapmasına neden oldu. 32

[Mustafa Fazıl], Lettre adressee a Sa Majeste le Sultan (Paris,

1867);

Le General Kheredine, Reformes necessaires aux etats musulmans (Paris,

1868). Halil Şerü Paşa'nın çalışması yayımlanmamış olabi­

lir; Edouard Engelhardt, La Turquie et le Tanzimat içinde tarif edil­ 33

34

miştir, (Paris,

1 882-84), 1 :23 1 .

İhsan Sungu, "Tanzimat ve Yeni Osmanlılar" Tanzimat 1 940), s.

I (İstanbul,

647.

Onlann görüşleri için, özellikle bkz. Şerif Mardin, The Genesis of

Young Ottoman Thought (Princeton, 1 962). 160

OSMANLI IMPARATO RLU(;U YÖNETiMi NE TEMSiL iLKESiNiN GiRMESi

İmparatorluğu bir arada tutma çabası taşıyan bir deneme, he­ defini bulamadı. Bu, 1 872'de Midhat Paşa ve Halil Şerif Paşa tarafından ileri sürülen, Osmanlı İmparatorluğunun yeni Al­ man İmparatorluğu gibi federalleşmesi önerisiydi; önerinin ilk amacı Romanya ve Sırbistan'ın bağımsızlık yönündeki gi­ dişini durdurmaktı. Osmanlılara b ağlı bu devletler ve Rusya tarafından oluşturulan şiddetli muhalefet, söz konusu planı öldürdü. Yeteri kadar ileri gidilebilseydi, plan, Alman modeli­ ne göre, devletlerin bir federal mecliste temsiliyle sonuçlana­ bilirdi.35 Diğer plan bir tür millet meclisinin kurulması yo)unday­ dı. 1 873'te, Osmanlı nazırları arasında ilk defa gizlice görü­ şüldüğünde, pek ileri gidilemedi. Ancak özellikle, hükümetin 1 875'te.ki Balkan isyanlarıyla etkili mücadele edemeyeceği belli olduğunda, bu fikir gitgide daha çekici gelmeye başla­ dı. Yönetim karşısında artan hoşnutsuzlukta, insanlar her ne kadar parlamentonun ne olduğunu pek anlamasalar da, bir çare olarak parlamento fikrine sarılanlarda artış görüldü. Fakat aralarında bazı samimi tutuculann da olduğu bazı ay­ dınlar, anlıyorlardı. Hoşnutsuzluğun simgesi, 1 876 Martında yazan belli olmadan yayımlanan Müslüman Vatanseverler Manifestosu'ydu. Mali sorumsuzluk, istibdat rejimi, Avrupa-. lılann baskı ve müdahalesi karşısındaki tek çarenin, kısıtlı yetkilerle başlayacak ama zaman içinde İngiltere p arlamento­ suna benzeyen yet.kilere sahip olacak bir danışma meclisi nol­ duğunu öne sürüyordu. Meclis, İmparatorluktaki tüm ırklan ve inanışlan temsil etmeliydi. 36 Üst üste binen karışıklıklar, iki Sultanın tahttan indirilme­ si ve bir anayasa hazırlığı sürecinin başlamasıyla sonuçlandı. Aralıklarla bir yılın yansını alan bu süreç, doğaldır ki temsilin doğası hakkında birçok tartışmaya neden oldu. Üzerinde anla36

Federalleştinne projesi üzerine, bkz. Davison, Reform, s.

290-91 . 1 9.

yüzyılın üçüncü çeyreği Avrupa'da, şu ya da bu bölgede, birçok fe­ deral örgütlenme projesi üretmiştir ve sultanın Balkan uyruklan, J6

ö z ellikle Bulgarlar, bu türde planlar üretip sun.muşlardır.

Stamboul, 2 Haziran 1 876 içinde yayımlanmış. Esas yazannın Mid­ hat Paşa olduğundan kuşkulanılmaktadır. 161

O S M A N L l - T Ü R K TA R i H i ( 1 7 7 4 - 1 9 2 3 )

şılan ü ç temel karar vardı: Bir millet meclisinin oluşturulma­ sı; kısmi atama yerine, meclisin tüm üyelerinin, 50.000 erkeğe bir temsilci olmak üzere seçimle gelmesi (ama senato üyeleri atanacaktı); ve tüm delegelerin kendilerini, kendi bölgelerinin ya da mezheplerinin değil, tüm Osmanlılann temsilcisi olarak görmesi. Bu süreçte yalnız, Müslümanların değil. tüm Osmanlı uyruklarının temsil edilmesi kabul edildi. Bu konudaki tartış­ ma iki kez kızıştı ama her ikisinde de meclisin tümüyle Müs­ lümanlardan oluşması gerektiğini düşünenler alt edildi. 37 Tüm Osmanlı uyruklarının "Osmanlı" olarak göıii leceğini, yasa kar­ şısında ve kamu hizmetlerine alınmada eşit muamele görece­ ğini kabul eden, üzerinde anlaşmaya varılarak anayasaya ya­ zılan maddeyle bunun altı çizildi. Anayasada yalnızca bir kez

millet ayrımından söz edildi, bu da hayır işleri için her kaza­ daki dinsel cemaatlerden seçilecek konseylerden söz eden bir madde dolayısıyla oldu. Anayasa 23 Aralık 1 876'da ilan edildi. Bu, temsil ilkesinin, cemaat ya da millet temelinden bireysel temele gelişimi tarihinde önemli bir dönüşümdür. Ancak bu dönüşüm hemen tamamlanmamıştır. Bir an önce bir meclis toplama ve böylece olası Avrupa müdahalesini sa­ vuşturma kaygısıyla, anayasa hazırlama komitesi tarafından, daha anayasa bile tamamlanmadan bir geçici seçim yasası hazırlandı. Geçici seçim yasası vilayet yasasına dayanıyordu.

Vilayet, sancak ve kazalardaki -millet temeline göre seçilen­ yönetim meclisleri, milletvekilleri için seçici görevi yapacaktı. Babıali her vilayet için uygun delege sayısını, vali de Müslü­ manlarla gaynmüslimler arasındaki kotayı belirleyecekti. Böy­ lece 1 877 ve 1 878'de seçilen birinci ve ikinci oturumun üyeleri, cemaat temsilcileri olarak seçildi.38 İlk meclis toplandığında, bu durumun düzeltilmesi için bazı adımlar atıldı. Tartışılıp kabul edilen ilk yasalardan bi37

Bir keresinde, İngiliz tarzında bir parlamento öneren bir devlet adamı, o sıralar hiçbir biçimde anayasa istemeyen bir sadrazam tarafından, diğer anayasacılar gibi, "Kızıl" olmakla suçlanmıştı (Sü­

38

leyman Paşa, Hiss-i inkılap [İstanbul,

1 3261, s. 62).

Robert Devereux, The First Ottoman Constitutional Period (Balti­ more,

1 963), S. 1 24-25. 162

OSMANll IMPARATORLU�U YÖNETiMiNE TEMSiL iLKESiNiN GiRMESi

ri, dini göz önünde bulundurmayan yeni bir seçim yasasıydı. Hıristiyan üyeler tasanyı sabit bir Müslüman - gaynmüslim oranı belirleyerek değiştirmeye çalıştılar ama girişim başarı­ sız oldu.39 Sultan Abdülhamid, bu yeni seçim yasasını hemen onaylamadı ama meclisi otuz yıl boyunca kapalı tuttuğu göz önünde bulundurulduğunda, bunu yapmamış olmasının da pek önemi kalmaz. Fakat yeni yasa, yeni yasayla birlikte temsil ilkesi için bireysel temel sonunda başarılı oldu. Yasa l 908'de canlandırılıp kullanıldı. Değişikliklerle, daha sonra Jön Türk­ ler döneminde ve 1 939'a kadar Türkiye Cumhuriyetindeki tüm seçimlerde kullanıldı. 1 876 Anayasası kuşkusuz, Batıda bugün anladığımız haliy­ le temsili yönetimi getirmemiştir. Bu anayasaya göre, sultan egemen olmayı sürdürecek kadar geniş yetkilere sahipti; halk, mecliste temsilcileri olmasına karşın, egemen değildi. N azırlar, seçilmiş meclise değil, yalnızca sultana karşı sorumluydu. An­ cak bu yalın gerçekler, 1 876 Anayasasının ve ona göre kurulan meclisin öneminin göz ardı edilmesini gerektirmez. Anayasa ve meclis, halkın nihai olarak saraya ve Babıali'ye karşı denge­ yi sağlayacağı bir süreçte önemli bir adım oluşturur. 1 877 ve 1 878 meclisleri bunu göstermiştir. Birçok bölgede garipliklere ve seçimlerdeki resmi baskılara karşın, seçilen milletvekilleri şaşırtıcı düzeyde bağımsız düşünce ve hükümete yönelik yapı­ cı eleştiri örnekleri göstermiştir. Tartışmalar genellikle yüksek düzeyde olmuştur. Milletvekilleri bireysel olarak çok nadiren Müslüman ya da Hıristiyan kimliğiyle konuşmuştur; genelde Osmanlı çıkarlarının temsilcileri olarak söz almışlardır. Tem­ sil deneyi o kadar başanlı olmuştur ki, hükümetin yönetimi konusundaki fikirleri çok farklı bir mecrada seyreden Sultan Abdülhamid parlamentoyu kapatmak zorunda kalmışiır.40 Kuşkucu bir gerçekçi için, temsil ilkesiyle tüm bu dene­ melerin düzmece olduğu görüşünü savunmak ve üstelik de

..

A.g.e., s. 201 . Tartışmalar hak.kında, bkz. Hakkı Tank Us tarafından yenilenen za­ bıtlar, Meclis-i meb'usan, 129311877 zabıt ceridesi (İstanbul

1 940-

54). 2 cilt. Devereux, The First Ottoman Constitutional Period, tar­ tışmaların bazılarının çözümlemesini yapar. 163

O S M A N L l -T Ü R K TA R i H i 1 1 774- 1 9 2 3 1

Osmanlı İmparatorluğunun gerçek gereksinimlerinin adalet, verimli yönetim ve iktisadi bolluk olduğunu ileri sürmek ola­ sıdır. 1 9 . yüzyılda, aralarında Ahmed Vefik Paşa gibi aydınlar da içinde olmak üzere birçok tutucu Türkün görüşü bu yön­ deydi. Bu aynı zamanda Batılılarca da sıklıkla savunulan gö­ rüştü. İstanbul'daki İngiliz Elçisi Lord Stratford de Redcliffe, 1 855'te genç bir yardımcısına şunları söylemişti: uHer şeyden önce, Avrupai yönetim biçimini, Avrupalı fikirleri, Avrupa yasa ya da adetlerini metheden bu [Türklerden) kaçının, hiçbir sa­

mimi Türk bunların herhangi birini beğendiğini hiçbir zaman iddia etmez. Eğer Doğulular liberal yönetim fikirlerine sarılı­ yorsa, sonları gelmiş demektir.

..

"41

Bu görüşlerde onları çekici

kılacak kadar gerçek payı vardır. Fakat temsil ve diğer ilerleme biçimlerinin mutlaka birbirini dışlamadığı; temsil ilkesindeki eksikliklerin tarih boyunca yalnızca Doğu halklarının belirle­ yici özelliği olmadığı; devletlerin, kurumlarını kuramsal pro­ jelerden değil, fırsatların doğduğu ve önderlerin belirdiği bir süreçte geliştirdiği de doğrudur. Birçok kusuruna karşın, tem­ sil ilkesi Türkiye'de 1 9. yüzyılda kök salmış ve sonrasında da büyümeyi başarmış gibi durmaktadır. 1 877-78 parlamentosu bu süreçte önemli bir kilometre taşıdır ve üzerine gelişebilece­ ği, en azından 1 840'a kadar geri giden bir geçmişi vardır.

"

Edmund Hornby, Autobiography (Londra,

1 928), s. 74.

Not: Osmanlı yönetim mekanizması ve temsil ilkesinin ayrıntıları hakkın­ da ek bilgi, Stanford Shaw'un bazı çalışmalarında bulunabilir: "The Central Legislative Councils in tbe Nineteenth Centwy Ottoman Re­ form Movement Before 1 876." Intemational Joumal of Middle East Studies l ( 1 970): 5 1 -84 ve "The Origins of Representative Government in the Ottoman Empire: The Provincial Representative Councils,

1 839- 1 876." s. 53-142, ed. R. Bayly Winder, Near Eastem Round Table, 1 967-1968 içinde (New York, 1 969). Aynı bilginin bir kısmı Stanford J. ve Ezel Kural Shaw, History of the Ottoman Empire and Modem Turkey (Cambridge, 1 976-1 977) 2. cilt içinde bulunabilir. 164

Y Ü ZYILDA HIRİSTİYA N - M ÜSLÜM A N EŞ İTLİ�İ KO NUSU NDA TÜRKLERİN TAVIRLARI"

19.

Özellikle 1 8. yüzyılda Amerika'da, "herkesin eşit yaratıldığı" ilan edildiğinden ve Fransa'da İnsan ve Yurttaş Haklan Beyan­ namesi kaleme alındığından beri her modern toplum, kendisi­ ni oluşturan çeşitli gruplar arasındaki eşitsizliklerden doğan sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. E şitsizlikleri doğuran fark­ lılıklılar çeşitlidir -iktisadi, toplumsal, ırksal, dilsel. dinsel. siyasal- ve farklı biçimlerde iç içe geçmiştir. Yakındoğu'da, çok yakın zamana kadar, gruplar arasındaki ana sınır çizgileri ve dolayısıyla da homojen toplumun önündeki engeller dinsel ol­ muştur. Bugün Yakındoğu'da, modern teknoloji ve maliye daha fazla satın almaya ve harcamaya olanak sağladığı için toplum­ sal ve iktisadi farklılıklar büyük çapta artmaktadır. Üstelik milliyetçi rekabetler de artık dinsel rekabetlerin üstünlüğüne meydan okumaktadır. Ancak ayırıcı çizgiyi hıila dinin oluştur­ duğu ve kişinin ayırt edici özelliğinin hıila inancı olduğu da genellikle doğrudur. 1 9 . yüzyıl b aşlarındaki Osmanlı İmparatorluğunda, bir ki­

şinin dinsel inancı, hem kendi kavramsal projesinde hem de komşularının ve hüküınetinin gözünde, onun etiketini oluştu­ ruyordu. O, ulusal anlamda Türk ya da Arap, Rum ya da Bulgar olmasından, aynı zamanda da kendisini bir Osmanlı vatandaşı hissetmesinden önce, bir Müslüman, Rum-Ortodoks, Gregor­ yen Ermeni, Musevi, Katolik ya da Protestandı. Osmanlı yöneAmerican Historical Review 59:4 (Temmuz 1 954): B44-864'ten alın­ mıştır. 165

O S M A N L l - T Ü R K TA R i H i 1 1 7 7 4 - 1 9 2 3 )

timi, dinsel cemaatlere, yani

milletlere resmi kimlik vererek,

dinsel ayrımı korumuş, hatta koyulaştırmıştır. İmparatorluk Müslümanlar tarafından yönetiliyordu; yasaları İslamın ya­ salarına dayanıyordu. Ancak bu İmparatorluğun içinde birçok Hıristiyan ve Musevi cemaati kısmi özerklik yaşıyor, bu arada

milleti yöneten dinsel hiyerarşi de kendi cemaatinin yalnızca din, eğitim ve yardımlaşma konularını denetlemekle kalmıyor, evlenme, boşanma ve miras gibi kişisel konulan da denetliyor ve bazı vergileri topluyordu. Bir Hıristiyanla bir Müslümanın aynı devlet içinde, aynı hükümdarın saltanatı altında yan yana yaşayıp ayrı yasalara ve ayrı memurlara bağlı olduğu bu mo­ zaik biçimi, dört yüzyıl boyunca Osmanlı İmparatorluğunun işini bir güzel görmüştür. Yakındoğu'da yasa halci, bir zaman­ lar Batıda da olduğu gibi, bölgesel değil kişiseldi. Ne var ki Hıristiyan

milletlerin yan özerkliği, İmparatorlu­

ğun uyrukları arasında tam bir eşitlik olduğu anlamına gelmi­ yordu. Müslüman

milleti egemendi. Bu, Müslümanların Hıris­

tiyanlara sistemli bir biçimde zulmetmelerine ya da Osmanlı yönetiminin Hıristiyanlara sistemli bir biçimde baskı yapma­ sına neden olmuyordu. Aslında İmparatorluğun verimsiz ya da yozlaşmış ve gaddar yönetimi Hıristiyanlardan çok Müslüman Türklere ve Araplara yükleniyordu. Paşa olsun, iltizam sahibi olsun, Müslümanlardan koparttıkları kuruşların Hıristiyan­ lannkiyle aynı değerde olduğunu biliyordu, yöntemlerini ya da sertliklerini kurbanın dinine göre ayarlamıyordu. Bütün bunlara karşın Hıristiyanlann, hem Müslüman halk hem de yönetim tarafından ikinci sınıf yurttaşlar olarak görüldüğü de tartışılmazdı. Birçok açıdan eşitsiz muameleye tabi tutu­ luyorlardı. Giysileri belirleyiciydi ve eğer bir Hıristiyan ya da Musevi fes giyerse, bunun üzerine, püskül tarafından örtül­ meyecek biçimde, siyah bir kurdele ya da kumaş parçası dik­ mesi gerekiyordu. Bazen eşitsizlik tamamen dinsel konularda oluyordu. örneğin Babıali Hıristiyan mezheplerinden birine kiliselerini tamir için bazen izin vermiyordu. Dinsel eşitsiz­ liğin bir yanı özellikle inciticiydi ama elle tutulur bir sorun olarak çok az ortaya çıkıyordu - Müslümanların Hıristiyanlan döndürdüğü kadar Hıristiyanlar Müslümanları kendi dinleri-

166

1 9 . YÜZYILDA H I RISTIYAN-MÜSLÜMAN EŞITLl�I K O N U S U N DA TÜRKLE R i N TAV I RLARI

ne döndüremiyordu, çünkü İslam dini dinden dönmeyi ölüm.le cezalaııdınyordu. Aynca Hıristiyanlar kamu yaşamında bazı belli kısıtlamalara hedefti. örneğin en yüksek memuriyetlere gelme olanağına sahip değildiler; silahlı kuvvetlerde görev alamıyorlardı ama bir muafiyet vergisi vermek zorundaydılar; bir Müslüman mahkemesinde Hıristiyenlann tanıklığı kabul edilmiyordu. Osmanlı İmparatorluğunda, 1 9. yüzyıl öncesinde, eşit haklar ve yükümlülükler içeren yurttaşlık ne kavramsal olarak ne de uygulamada vardı. 1 l BOO'den sonra, Osmanlı yönetiminin dikkati, birkaç açıdan zorunlu olarak eşitlik sorununa yöneldi. Birincisi, İmparator­ luktaki Hıristiyan gruplar, Batılı özgürlük ve ulusallık fikirle­ rini benimsedikçe ve aralannda okur-yazarlık ve eğitim düzeyi arttıkça, eşitliğin olmamasından daha sık ve daha yüksek ses­ le yakınmaya başladı. İkincisi, geleneksel olarak Yakındoğu'da­ ki Hıristiyanlann koruyucusu gibi davranan, çeşitli insan hak­ lan ve güç siyaseti nedenleriyle bu yakınmaların Babıali'nin kulaklarında yankılanmasını sağlayan ve değişme için baskı yapan birçok büyük devlette iyi dinleyiciler buldular. Üçün­ cüsü, İmparatorluğun toprak kayıplarını ve içten bozulmasını denetim altına alma kaygısı taşıyan Osmanlı devlet adamları, bir yeniden örgütlenme ve Batılılaşma hamlesine girişti, bu da, Batılı devletlerin siyasal yapısının unsurlarını uygulamaya ya da uyarlamaya kalkıştıklarında, onları aynı eşitlik sorunuy­ la karşı karşıya bıraktı. Müslüman, Hıristiyan ve Musevilerin eşitliği sorunu, hiçbir biçimde bu devlet adamlarının birincil kaygısı değildi ama Osmanlı reform ve b atılılaşmasının daha büyük sorunlarını birbirine bağlayan ortak konuydu. Yeniden biçimlendirilen eğitim sistemine göre kurulacak okullarda, Hıristiyanlara öğrenci olarak eşit olanaklar sağlanııiah mıyOsmanlı İmparatorluğundaki Hıristiyanlann statüsü konusunda yeterli bir çalışma yoktur. Çok kapsamlı kaynaklar vardır ama çoğu ya belli bir dönemle ya belli bir yöreyle llgilidir, çoğu da taraflıdır.

1 9. yüzyıl ortalan için en iyi kaynaklar arasında, Abdolonyme Ubi­ cini. Letters on Turkey, İngilizceye çeviren Lady Easthope (Londra, 1 8561, 11; ve Accounts and Papers, 1 86 1 . LXVII , "Reports . . . relating to the Condition of Christians." İmparatorluğun farklı yerlerindeki İngiliz konsoloslann raporlannın bir derlemesi. 167

O SM A N L l - T Ü R K TA R i H i ( 1 7 7 4 - 1 9 2 3 )

dı? Yeniden yapılandınlan orduya alınınalanna izin verilme­ li miydi? Bürokrasi iyileştirildiğinde, daha yüksek görevlere alınmalılar mıydı? Yasalarda yapılması öngörülen yenilikler, Hıristiyanlara da Müslümanlara olduğu kadar uygulanmalı mıydı? Dahası, yerel yönetimlerde olsun, anayasal monarşi bi­ çiminde olsun, bir biçimde temsili yönetim kurulursa, Hıristi­ yanlar da temsil edilmeli miydi ve nasıl? Bu yüzden, 1 9. yüzyıl Osmanlı tarihinin en önemli özelliği, eşitlik öğretisinin gerçekten resmi politika haline gelmesidir. Kendi gayretli üslubuyla, reform yolunda bazı çok önemli a­ dımlar atan Sultan il. Mahmud ( 1 808- 1 839) sık sık, hangi ina­ nıştan olurlarsa olsunlar, onun gözünde tüm uyruklannın eşit olduğunu açıkça belirtiyordu.2 Ancak Müslürnan-Hıristiyan e­ şitliği öğretisinin en yüksek yerden ilan edilmesi ve ana sorun olan Osmanlı canlanmasında önemli bir rol oynaması, Osman­ lılann reform ve Batılılaşma çabalannda yeni bir devir olan 1 839- 1 876 arasındaki Tanzimat döneminde gerçekleşmiştir. 3 1 Bir imparatorluk reform fermanı olan Gülhane Hatt-ı Şeri­ fi, yeni devri 3 Kasım 1 839'da açmıştır.4 Diplomatlardan ve OsHarold Temperley, England and the Near East: The Crimea (Londra, 1 936), s. 40-41 içinde benzeri ifadelerden oluşan derlemeye bakınız Eşitlik öğretisi kuşkusuz Musevileri de kapsamaktaydı. Fakat İm­ paratorlukta Hıristiyanlar çok daha kalabalıktı ve sorunların ço­ ğunluğu bunlardan doğuyordu. Yaklaşık 35.000.000 nüfuslu lmpa­ ratorluktaki 14.000.000 gaynmüslim içinde, Hıristiyanlar ezici bir çoğunluğa sahipti. Belki de 1 50.000 kadar Musevi vardı. 1 9 . yüzyıla ilişkin tüm sayılar kesin olmayan tahminlerdir. Bunlar, Ubicini, I, 1 8-26'ya göre alınmıştır. Yüksek olasılıkla yetersiz tahminleri, en geniş kabulü görmüştür. Pratik nedenlerden dolayı, tartışmayı Hı­ ristiyanlann statüsüyle kısıtlayacağım. Batılı yazarlar 1 839 Fermanı'ndan genellikle, Babıali tarafından yabancı diplomatlara dağıulan resmi Fransızca çevirisindeki adıy­ la 'Hatt-ı Şerif' olarak söz ederler. Türkçe ve Fransızca metinlerin tıpkıbasımı için bkz. Yavuz Abadan, "Tanzimat Fermanının Tahli­ li." Tanzimat (İstanbul, 1 940), l , s. 48 vd. Türk tarihçiler genellikle Hatt-ı Hümayun, Gülhane Fennanı ya da Tanzimat Fennanı der. Kanşıklığı önlemek ve 1 856 Hatt-ı Hümayunu (bkz. not 5) ile aynını 168

1 9 . YÜZYILDA HIRI STIYAN-MÜSlÜMAN eşınıoı KONUSUNDA TÜRKLERiN TAVIRLARI

manlı ileri gelenlerinden oluşan etkileyici bir topluluk önün­ deki ilandan sonra ferman, genç Sultan Abdülmecid ve yüksek rütbeli görevliler tarafından Hırka-i Şerif dairesindeki yemin töreniyle kabul edildi. Hatt-ı Şerif'in büyük bölümünde, derin bir Müslüman tınısı vardı. İmparatorluktaki düşüşü, doğrudan Kuran'ın emirlerine itaatsizliğe bağlıyordu. Bir sonraki cümle­ de, Müslüman yasasına karşı gelmeyen, o yasanın gereklerine uyan yeni kurumlar vaadiyle, Müslüman gelenekle, ilerlemeyi uzlaştırmaya çalışıyordu. Can, mal ve onur güvencesi veriliyor, vergi ve askere alma yöntemlerinde reform garanti ediliyordu. Ancak her ne kadar bunlar çok önemli olsa da, Hatt-ı Şerif'in en göze çarpan özelliği, ne Müslüman üslubunda ne "can, mal ve özgürlük" güvencesinde ne de belirli kötülükleri düzeltme iddiasındaydı. Hatt'ın en yenilikçi yanı eşitliğin resmen ila­ nındaydı. Abdülmecid, fermanında, Uİmparatorluğun verdiği bu haklar, hangi din ve mezhepten olurlarsa olsunlar, tüm uy­ ru.k.lanmız için geçerlidir" diyordu. Yeni politika eğitim olanaklan, yönetimdeki görevlere atanma, adalet dağıtımı, vergi ve askerlik hizmeti gibi belir­ li konularda, tüm inanışlann sahiplerine eşit muamele sözü veren, daha kapsamlı 1 856 Hatt-ı Hümayunu'yla doğrulandı.9 Eklenen ilginç bir aşağılama karşıtı maddeyle, "İmparatorlu­ ğun uyruklanndan herhangi bir sınıfı, din, dil ya da ırk özel­ liklerine bakılarak başka bir sınıftan daha düşük göstermeye yönelik her türlü tanımlama ve aynmcılık" yasaklanmaktaydı. Kamu görevlisi olsun, sıradan bireyler olsun, uherhangi bir a­ şağılayıcı ya da kıncı terimi" kullananlar hakkında yasal işlem yapılacaktı. Eşitlik adına, isim takmak bile yasaklanmıştı. Aynı konu, değişikliklerle, sık sık yinelendi. Bir sonra­ ki sultan olan Abdülaziz, 1 868'de yeni Şura-yı Devle t'i, tüm sağlayabilmek için burada genel Batı terminolojisini kullanacağım. Hatt·ı Şerifin resmi Fransızca çevirisi birçok yerde, örneğin Ublci­ ni ve Pavet de Courteille, Etat preseni de I'Empire ottoman (Paris, 1 876), s. 23 1 -34 içinde bulunabilir. Batılılar genellikle bu fermana Hatt-ı Hümayun, Türkler ise Isla­

hat Fermanı der. Not 4'teki açıklamaya bakınız. Hem Türkçe hem de Fransızcada en yararlı metin, Thomas X. Bianchi. Khaththy Humafoun . . (Paris, 1856) içindedir. .

169

O S M A N L l - T Ü R K TA R i H i 1 1 7 7 4 - 1 9 2 3 )

inançlara bağlı alanlan "aynı anavatanın çocuklan" olarak nitelendiren bir konuşmayla açtı.6 Halefi V. Murad, bu duygu­ lan ilk Hatt'ında yineledi.7 Bu eğilim, 1 876'nın Aralık ayında, tüm uyrukları "hangi mezhep ve dine bağlı olurlarsa olsun­ lar Osmanlı" olarak gören sınırlı bir monarşinin kurulduğu, Osmanlı tarihindeki ilk anayasanın kabulüyle zirveye ulaştı. Anayasa ayn ı zamanda, "hangi dine bağlı olduğuna bakılmak­ sızın . . . bütün Osmanlılann yasa karşısında eşit olduklarını" söylüyordu.8 1 839'dan 1 876'ya kadar Osmanlı yönetimi tarafından eşit­ lik vaatlerini hayata geçirebilmek amacıyla birçok girişim -ba­ zıları istekli, bazılan yanın ağızla, bazıları da laf olsun diye; bazılan ani, bazılan da diplomatik baskı sonucunda- başlatıl­ dı. 1 844'te Sultan, dinden dönenlere ölüm cezasının uygulan­ maması için harekete geçti. Her vilayette kurulan yerel danış­ ma meclislerine ve Meclis-i Vala-yı Ahkam-ı Adliye'ye, ı 856'da bazı Hıristiyanlar atandı, daha sonra da seçildiler. 1 867'de İm­ paratorluk tarafından yeni kurulan Galatasaray Lisesi'ne hem Hıristiyanlar hem de Müslümanlar kabul edildi. Bunlar ve bir­ çok başka önlem, İmparatorluktaki gaynmüslimlerin statüsü­ nü yükseltmeye katkıda bulundu ama ilerleme yavaş ve bölük pörçük oluyordu. Gerçek eşitliğe hiçbir zaman erişilemedi. O zamanın birçok Avrupalı yazan ve o zamandan beri de birçok Batılı tarihçi, Tanzimat dönemi ve o sıradaki eşitlik so­ rununa iki görüşten birini benimseyerek yaklaşmıştır. Bazılan dışandan b akarak, Tanzimat dönemini Doğu Sorunu'nun bir evresi gibi görür, onlara göre bu evrede Avrupalı diplomatlar kendi ulusal çıkarlannın hizmetinde sürekli bir şekilde, re­ formcu ve eşitlikçi doğrultuda çalışmış, Osmanlı yönetimini, bu reform ve eşitliği Fransız, İngiliz ya da Rus tarzına göre ger­ çekleştirmesi yolunda sıkıştırmıştır. Diğerleri ise Tanzimat'ı her şeyden önce, İmparatorluğun uzun süredir devam eden Metin Ignaz von Testa, Recueil des traites de la Porte ottomane. . . (Faris, 1 864- 1 9 1 1 ) , VII, 521-23 içindedir. Metin, Das Staatsarchiv, XXX ( 1 877), no. 5702 içindedir. Madde 8 ve 1 7. metin, Das Staatsarchiv, XXXI ( 1 877), no. 5948 için­ dedir. 170

1 9 . YÜZ YILDA 0H I R ISTIYAN-MÜSLÜMAN EŞI TLIÖI K O N U S U N DA T Ü R KLERi N TAVIRLARI

iç çürümesinin, artık uhasta adamı" sağlığına kavuşturma yo­ lundaki tüm çabalann sonuçsuz kaldığı bir dönemi gibi görür. Her iki durumda da, yazarlann çoğunluğu Türklerin herhangi bir kayda değer değişmeyi gerçekleştirme becerisinden ya da arzusundan yoksun olduklarını ·varsayar. Yapılabilenleri vaat­ lere göre değerlendirerek, genellikle Osmanlı devlet adamla­ nnın ya inarunadıklan şeyleri yapacaklannı iddia ettiklerine ya da gerçekleştiremeyeceklerini bildikleri şeyleri vaat ettik­ lerine karar vermişlerdir. Böylesi görüşler, Osmanlı reform çabalannda sıklıkla rastlanan yanm yamalak başanlar, ba­ şansızlıklar ve göz ardı etmelerle de birleşince, sonunda va­ atlerin, özellikle de eşitlik vaatlerinin çoğunlukla ikiyüzlülük -Batılıların gözünü boyama, İmparatorluğun uyruklan lehine yabancı müdahaleleri engelleme ve zulüm gören Hıristiyanlar üzerindeki tahakkümcü Türk yönetiminin sürdüğünü yabancı gözlemcilerden gizleme çabası- olduğu yargısına yol açmıştır.9 Tanzimat dönemi bir kez daha dikkatlice incelenirse bu görüşlerin; Osmanlı devlet adamlannın amaçlannın, gerçek­ leşen sonuçlann, gelişme ve eşitlik karşısındaki muazzam en­ gellerin yeterince anlaşamamasından kaynaklandığı görülebi­ lir. Tanzimat dönemi hak.kında, şimdiye kadar Türk ya da Batılı tarihçilerin yaptığından daha derinlikli bir inceleme ve çö­ zümleme yapılması gerekmektedir. 10 Dik.kat edilmesi gereken konular arasında, reformun çeşitli aşamalanna karşı Türkle­ rin takındığı tavır vardır. Müslüman-Hıristiyan eşitliği konuBirçok örnek sayılabilir. E dward A. Freeman, The Ottoman Power in

Europe (Londra, 1877) bir mücevherdir -üç yüz sayfalık, mükemmel biçimde adaletli, Türk düşmanı bir tirat. Reform vaatleri üzerine, 10

özellikle bkz. s. 1 89, 197, 225. Tanzimat döneminin hala akademik bir tarihi yoktur. Reformları en iyi anlatan hala Edouard Engelhardt'tır, La Turquie et le Tan­ zimat. . . (Paris, 1 882- 84), 2 cilt. Dönemin ilk yansı hak.kında.ki en tatmin edici genel tarih Georg Roseninkidir: Geschichte der 'Iürkei von dem Siege der Reform im Jahre 1826 bis . . 1856 (Leipzig, 1 866.

67), 2 cilt. Birçok Türk tarihçi, dönemin özelliklerini incelemiştir ama daha tilin dönemin kapsamlı bir tarihini yazım çıkmamıştır. En önemli çalışma, otuz küsur Türk akademisyenin beraberce çı­ kardı.klan 1 000 sayfalık Tanzimat, Yüzüncü Yıldönümü Münase­

betile, I (İstanbul, 1940) adlı yapıttır. II. cilt yayımlanmamıştır. l7l

O S M A N Ll-TÜRK TAR i H i ( 1 7 7 4 - 1 9 2 3 1

sunda Türk devlet adamlannın ve halkının tavrı üzerine bir araştırma, o zaman.ki kamuoyunun hangi değişiklikleri kabul edip hangilerini etmeyebileceği ve neden eşitlik konusundaki resmi programın yalnızca kısmen gerçekleştirilebildiğini açık­ lamaya yardımcı olabilir. Tam bir açıklama kuşkusuz, reform sorununun tüm yönleriyle ilgilidir. Aynı zamanda, Osmanlıla­ nn Avrupa uygarlığının gerisinde kalmışlığının ölçüsü ve nite­ liğinin, büyük devletlerin diplomasi yoluyla Osmanlı reform­ lan önüne çıkardığı engellerin ve milliyetçiliklerin şamatayı kopardığı bir çağda çokuluslu imparatorluklann durumunun gözden geçirilmesiyle de ilgilidir. Ancak Türklerin tavrı, kuş­ kusuz, bu dönemde etkili olan en önemli güçler arasındadır. Çok önemli üç soruya yanıt olarak bazı yararlı belirtilerden söz edilebilir: önde gelen Osmanlı devlet adamlannın bu e­ şitlik vaatleri karşısındaki tavn gerçekte nasıldı? Bir yüzyıl önce, Türklerin Hıristiyanlara karşı olan tavnnı biçimlendiren deneyim ve gelenekler nelerdi? Hıristiyanlann Müslümanlarla eşit olduğunun ilanı karşısında, Türklerin tavrı ne oldu?

il Bu dönemdeki reform çalışmalannın çoğunu dört Osmanlı devlet adamı başlatıp yürütmüştür - Mustafa Reşid Paşa, Ali Paşa, Fuad Paşa ve Midhat Paşa.11 Her biri en azından ikişer kez sadrazam olmuş, yetişkin yaşamlannın büyük bir kısmı­ nı da yüksek görevlerde geçirmiştir. Birey olarak tamamen farklıydılar ve genellikle de iktidar için birbirlerine rakip ol­ dular. Ancak geri kafalılıktan ve fanatiklikten uzak olmalan açısından birbirlerine benziyorlardı. 12 Her birinin Batı siyaset düşüncesi ve uygulamalan ile Avrupa yaşam tarzı ve kültürü il

12

Mustafa Reşid Paşa ( 1 800-58); Mehmed Emin Ali Paşa ( 1 8 1 5-7 1 ); Keçecizade Meb.med Fuad Paşa 1 1 8 1 5-69); Ahmet Şefik Midhat Paşa 1 1 822-84).

Reşid, Ali ve Fuad paşaların üçünün de farmason ol.ınası ilginçtir: Ehüzziya Tevfik, Mecmuai Ebüzziya (Haziran, 191 l), Mustafa Nihat, Metinlerle Muasır Türk Edebiyatı Tarihi (İstanbul, 1 9341 içinde söz edil.ıniş, s. 27 n. Midhat Paşa'nın farmason olup ol.ınadığıru bll.ıniyo­ rum ama Bektaşi bağlantılan ve heterodoks eğilimleri olan bir aileden gel.ınedir. Makalemde Bektaşilik konusundaki açıklamaya bakınız.

172

1 9 . YÜZYILDA HIRISTIYAN-MÜSLÜMAN EŞITLl�I KONUSUNDA TÜRKLERiN TAVIRLARI

hakkında bilgisi vardı ama Ali Paşa yaşam tarzı ve konuşma­ larıyla öbürlerinden daha az "Avnıpalılaşmıştı.w Her biri de, hantal İmparatorluğun yönetimiyle mücadelesi sırasında, bir derece Batılılaşmanın, İmparatorluğun güçlenmesi için ge­ rekli olduğuna karar vermişti. Üstelik bu ilerleme süreci için, inancına bakılmaksızın İmparatorluğun tüm uyruklarına eşit davranılması gerektiğinde de birleşiyorlardı. Yalnızca bu eşit­ liğe ne hızda ve hangi önlemlerle ulaşılması gerektiği konu­ sunda birbirlerinden ayrılıyorlardı. Genellikle olayların on­ ları sürüklemesini bekliyorlardı. Dört Tanzimat devlet adamı içinde en fazla enerjiye ama en az inceliğe sahip olan Midhat Paşa, deneyimden kaynaklanan haklı kuşkulan ve ihtiyatı bir kenara bırakıp, genel önyargıya sert tepki göstermeye en yat­ kın olandı. Batılı eleştirmenlerin suçladıkları gibi, Tanzimat devlet adamlarının, eşitlik ilkesini içeren büyük açıklamalardan ba­ zılarını, yalnızca iç reform programlan olarak değil, uluslara­ rası kriz dönemlerinde diplomatik silah olarak kullandıkları doğrudur. 1 839'daki Hatt-ı Şerif; Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın İmparatorluğun bütünlüğünü tehlikeye soktuğu ve Osmanlı yönetiminin böylesi bir reform vaadinin sağlaya­ bileceği Avrupa desteğine acilen gereksinim duyduğu bir za­ manda ilan edilmiştir. 1 856'daki Hatt-ı Hümayun, Kınm Sava­ şından sonra, Osmanlı reformlarının yabancı denetim altında yapılmasının önlenebilmesi için, diplomatik baskı sonucunda çıkarılmıştır. 1 876 Anayasası da, tam İmparatorluğun bazı kı­ sımlan için bir reform programı tasarlamak üzere Avrupalı diplomatlar İstanbul'da bir konferansa başladığında birden­ bire ilan edilmiştir. Hem Anayasa'nın miman hem de o sıralar­ da sadrazam olan Midhat Paşa, İmparatorluğun zaten temel­ den bir reform uyguladığını ilan ederek yabancı müdahaleyi önleyebilmek için anayasayı kullanmıştır. Fakat her ne kadar zamanı ve ilan biçimini dayatmış olsalar da, reform vaatleri­ nin içeriğini ya da Osmanlı devlet adamlarını görüşlerini be­ lirleyen yalnızca belirli krizler değildi. Bazen, 1 876'da olduğu gibi, kriz reformu kolaylaştırmıştır, çünkü daha az çalkantılı bir dönemde belki sultan, diğer nazırlar ya da halk, bu kadar

173

O S M A N Ll - T Ü R K TAR i H i ( 1 7 7 4 - 1 9 2 3 1

kökten önlemlere gerek olmadığını öne sürerek, buna karşı çı­ kacaktı. Krizler, bu yüzden, sorumluluk sahibi vezirler tarafın­ dan zaten düşünülen reform projelerinin berraklaşmasına ve çabuklaştınlmalanna neden olmuş ve daha iyi karşılanmala­ rını sağlamıştır. Krizlerin Tanzimat devlet adamları üzerindeki etkisi, doğal olarak eşitlik karşısındaki tavırlarını da derinden etkilemiştir, ama tavırları sürekli bir biçimde dalgalanmamış­ tır. Dördünün içinde en tutucu Müslüman, Ali Paşa'ydı; bu yüzden, onun görüşleri, önde gelen devlet adamları arasında Müslüman-Hıristiyan eşitliği karşısındaki tavırların ilerleme­ si açısından önemli bir göstergedir. Ali Paşa, İmparatorlukta­ ki halklar topluluğunu yönetmeye en uygun kişilerin Osmanlı Türkleri olduğuna şiddetle inanıyordu.13 Üstelik bu yönetimin saygınlığının, İslamın saygınlığına dayandığına da inanıyor­ du ve bunun karşısında hiçbir propagandaya izin veremezdi ama Hıristiyanlann inanç ve ibadet özgürlüğüne sahip olma­ larını kabul edebilirdi. 14 Ancak yerli Hıristiyanlann isyanları, büyük devletlerin müdahaleleri ve benzeri olayların baskısı karşısında Ali Paşa'run, Hıristiyanların statüsü konusundaki görüşleri yavaş yavaş değişti. 1 867'de, Girit'teki isyanla uğra­ şırken, Babııili'ye eşitlik politikasının daha hızlı uygulanması konusunda dikkat çekici bir memorandum yazdı. Ali Paşa'nın dediğine göre, Hıristiyanların umutlan gerçekleşirse, isyanla­ rı sona erecekti. Bu yüzden, uygun oldukları, hatta o dönemde genel olarak Müslümanlardan daha hazırlıklı oldukları, eğitim ve kamu görevlerinde her türlü olanak onlara sağlanmalıydı. O zaman Hıristiyanlar kendilerini Müslüman bir devletin tahak­ kümünde görmeyecek, herkesi eşit bir biçimde koruyan bir hü­ kümdarın uyrukları gibi hissedecekti. uKısacaw diye bitiriyor­ du sözlerini Ali Paşa, utamamen dinsel konular dışında ... tüm uyrukların kaynaşması ... tek yoldur.#15 Burada Ali Paşa'nın 13

..

••

Bkz. Ali Paşa'dan Thouvenel'e, 28 Kasım 1 858, L. Thouvenel, Trois

annees de la question d 'Orient (Paris, 1 8971 içinde, s. 3 1 6 . Ali Paşa'dan Musurus'a, 3 0 Kasım 1 864, Morris'ten Seward'a, no. 108, 29 Mart 1 865, 'I\ırkey no. 1 8, State, U.S. Archives ekinde. Metin, Andreas D. Mordtmann, Stambul und das modeme Türkent174

1 9 . YÜZYI LDA HIRI STIYAN-MÜSLÜMAN EŞITLl(>I KONUS U N DA TÜRKLERiN TAV I RLARI

samimiyetinden kuşku duymaya gerek yoktur ama bu sonuca, eşitliğin erdemleri hak.kında boşta birtakım düşüncelerle de­ ğil, olaylann gelişiminin etkisiyle vardığı da kesindir. Diğer üç devlet adamı bu görüşlere daha kolay gelmiştir. Mustafa Reşid Paşa, kuşkusuz liberal görüşlerinden ötürü Av­ rupa saraylannın övgüsünü kazanmak arzusundaydı ama ay­ nı zamanda, İmparatorluğun tüm halklanna eşitliğin garanti­ lenmesi durumunda Osmanlı yönetimine olan bağlılıklannın sağlanacağına da inanmıştı. ı s Fuad Paşa, özel bir memoran­ dumda İmparatorluğun gaynmüslim halklanna özgürlüklerin verilmesinin onlann milliyetçi ve aynlıkçı şevklerini kıracağı­ na olan inancını ifade etmişti. 17 Midhat Paşa, Bulgaristan'da­ ki valiliği sırasında (Tuna vilayetinde) Hıristiyanlarla Müslü­ manlara aynı biçimde davranılmasına inandığını göstermiş, ama aynı zamanda Bulgarlar arasındaki her türlü aynlıkçı ve devrimci hareketi acımasızca bastırmıştı. II. Abdülhamid'in hükümdarlığı sırasında siyaset yıldızı söndüğü zaman bile, İmparatorluktaki kaos durumunun ancak Hıristiyanlan Müs­ lümanlarla eşit konuma getirecek yasa egemenliğiyle sağlana­ bileceğini savunmaya devam etmişti. ı s Dört Tanzimat devlet adamının düşünceleri şu sonuca van­ yordu. - İmparatorluğu kurtarmak için, yeni bir eşitlikçi yurt­ taşlığın ve yurtseverlik kavramının, "Osmanlılığınn yaratılması gerekiyordu. Bunu bazen, Osmanlı uyruklannın "kaynaşması," bazen de "kardeşliği" biçiminde ifade ediyorlardı. Resmi bel-

hum (Lelpzig, 1 877-78), I, 75-90 içinde. Ali Paşa aynı zamanda yeni eğitim önlemleri, gözden geçirilmiş bir medeni kanun vs. önermek­ 18

teydi. ômeğin bkz. Frank E. Bailey, British Policy and the Tı.ırktsh Reform Movement . . . 1826-1 853 (C aınbridge, Mass . 1942), s. 27 1 -76 içinde .

ı7

basılan 12 Ağustos 1839 tarihli memorandum. Devlet için reformlar hakkında bir memorandumun Salih Keçeci'nin özel koleksiyonunda yer alan holografi.k taslağı, Orhan Köprülü,

18

"Fuad Paşa" İslam Ansiklopedisi, IV, 679 içinde anılmaktadır. Yıldız Sarayı Arşivleri, Midhat Paşa'nın 8 Mayıs 1 297 ( 1 880) tarih­ li sorgulamaya yanıtı, kısmen tbnülemin Mahmut Kemal lnal, Os­

manlı Devrinde Son Sadrazamlar (İstanbul. 1940-50), III, 339 için­ de aktanlmıştır. ı75

O S M A N L l - T Ü R K T A R i H i ( 1 774- 1 9 2 3 )

geler gitgide daha fazla "1.mparatorluk uyruklan," "saltanatın uyruklan" ve "Devlet-i Ali'nin uyruklanndan" san.ki millet sı­ nırlanyla bölünmeyen bir birleşik ya da ortak bütünden söz eder gibi söz etmeye başlamıştı. 19 Yurtseverlik ya da "yurttaş­ lık" fikri de 1 856 Hatt-ı Hümayunu'nda ifade edilmişti.20 Her ne kadar devlet adamlan Osmanlılık kavramının geçmişten bir kopuş olduğunu biliyor olsalar da, geleneksel görüşler kar­ şısında ne kadar muazzam bir devrimin söz konusu olduğunu ya da bunun mantıksal sonucunun ne olduğunu tam olarak al­ gılayıp algılayamadıklannı söylemek olanaksızdır. Müslüman Türklerin egemen konumunu bilinçli bir şekilde bastırmaya çalışıyor değillerdi. Fakat eşitlikçi bir yurttaşlığı destekle­ mekle ve milletler arasmdaki aynın çizgilerini silikleştirmeye çalışmakla, tamamen laik bir devlet ve yurttaşlık kavramına giden yolda önemli bir adım atıyorlardı. Yabancılann yerel Os­ manlı halkı üzerinde kötü niyetli korumacılıklanyla mücadele edebilmek için çıkanlan 1 869 Tabiyet-i Osmaniye Nizamname­ si, aynı zamanda yurttaşlığın edinilmesi ve korunmasını, dinle ilişkisi olmayan, tamamen bölgesel bir tabana oturtuyordu.21 1 876 Anayasası, İmparatorluğun tüm halklannın Osmanlı ola­ rak anılacağını belirttiğinde, bunun söze dökülmeyen sonucu, o andan başlayarak birincil bağlılığın devlete olacağı, Müs­ lüman, Musevi ya da Rum olmalannın ikinci planda kalacağı olgusuydu. 19

1856 Hatt-ı Hümayunu tüm bu terimleri kullanmaktadır: teba-yı

şahane, teba-yı saltanati, teba-yı Devlet-i Aliyye. Bu eğilim hakkın­ da, bkz. Reuben Levy, Introduction to the Sociology ofIslam, (Lond­ 20

ra, y. 1 930-33). II, 259 içindeki notlar. Kullanılan terim, vatandaş idi; Bianchi (Khaththy Humaıoun, s. 4 ve n. 11 bunun yeni bir biçim olduğunu söyler. Temel sözcük, vatan, "doğum yeri" ya da "ev" anlamına geliyordu ama 1 789'da Fransız fikirlerinin nüfuzundan sonra, patrie (anayurt) anlamında kullanıl­ maya başlandı. Vatan'ın anlamı konusundaki yorumlar için, bkz. Bernard Lewis , "The Impact of the French Revolution on Turkey."

Joumal ofWorld History, I, (Temmuz, 1 953), 107- 1 08. Metin; George Young, Corps de droit ottaman (Oxford, 1 905- 1 906), II, 226-29 içinde. Makalemde, yasanın hedef aldığı, kapitülasyonla­ nn kötüye kullanılması durumlanndan söz edilen bölümlere bakı­ nız 176

1 9 . YÜZYI LOA HI RISTIYAN-MÜSLÜMAN E ŞITLlôl KONUSUNDA TÜRKLERiN TAVIHARI

Bu, daha dar Müslüman-Hıristiyan eşitliği kavramını da içine alan Osmanlılık programıyla Tanzimat devlet adamları, reformu desteklemeyi, büyük devletleri frenlemeyi ve isyanın önünü almayı amaçlıyordu. Reform önlemlerini uygulamanın çok zor olacağını biliyorlardı. 1 867'de, Avrupalı güçlere 1 856 Hatt-ı Hümayunu'ndan beri reform konusunda neden daha çok şey yapılamadığını açıklarken, Fuad Paşa, ML'on ne sau­

rait improviser la reforrne des moeurs,"" demişti.22 Ancak dev­ let adamlarının görüşüne göre, İmparatorluğun selameti için, Osmanlıcılık gerekliydi. Avrupa devletlerinin ve uygarlığının gitgide daha çok dayattığı bir dünyada, rekabetçi ve işlevsel bir statüye yeniden kavuşmak ve Balkan eyaletleriyle özellik­ le Mısır'ın kopmasını önlemek istiyorlardı. Winston Churchill gibi, hiçbiri İmparatorluğun dağılmasına nezaret etmek için göreve gelmek istemiyordu. Bu, eşitlik öğretisinin, savunucu­ larına çıkar sağlayan bir versiyonu olduğu için, savunulması da samimiydi. O anda Yunanlar, Sırplar ve Rumenler arasında güçlenmekte olan, Bulgarlar ve Ermenilere de bulaşmak üzere olan milliyetçilik ruhunun itici gücünü anlayamamış olmaları, ikiyüzlü olmakla eleştirilmelerini gerektirmez. Tanzimat dev­ let adamları modern milliyetçiliğin şiddetli biçimlerini anla­ yamadıkları için, bu tür hareketlere, yerel koşullardan hoş­ nutsuzluk, yabancı kışkırtıcılığın ürünü ya da düpedüz küstah isyankarlıklar olarak bakma eğilimindeydi. Bu noktadan hareketle, İmparatorluktaki Hıristiyanlar­ la Müslümanlar arasındaki eşitlik programlarının genelde gerçekleştirilememesinin, Osmanlı devlet adamlarının kötü niyetinin değil, Hıristiyanların birçoğunun bunun başarısız olmasını istemesinin sonucu olduğu öne sürülebilir. Girit'te istenen, eşitlik değil, özerklik ya da Yunanistan'la birleş­ mekti. İmparatorluktaki diğer Rumların istediği de aynı şey­ di. Örneğin 1 862'de, bunlardan beş bini Boğaz'da bir yemek düzenleyip Yunan egemenliğinin Makedonya ve Tesalya'ya

22

"Adetlerde yaptığımız reformu aceleye getiremezsiniz" -çn. "Considerations sur I'execution du Firman lmperial du 18 fevner 1 856." Gregolre Aristarchi Bey, Legislation ottomane (İstanbul, 1 873-88), ıı, 26 içinde. 177

O S M A N Ll-T Ü R K TAR i H i ( 1 77 4 - 1 9 2 3 )

da uzanması için gösteri yaptı.23 Sırplar eşitlik değil, özerk Sırp Prensliği'yle birleşmek istiyordu. Hala İmparatorluğun içinde olan Sırbistan ve Romanya, eşitlik değil, ulusal ba­ ğımsızlık istiyordu. Midhat Paşa 1 872'de Osmanlı İmpara­ torluğunu Bismarck'ın yeni Almanya'sı tarzında, Sırbistan ve Romanya'nın, Babıali'nin Prusya'sında Württemberg ve Bav­ yera rolünü oynayacağı bir federal devlete dönüştürme pro­ jesi üzerinde çalışmalara başladığında, onlardan açık bir ret cevabı aldı.24 İmparatorluk içinde bir tür cemaat eşitliğiyle bile ilgilenmiyorlardı. Hıristiyan milletleri yöneten dinsel hiyerarşi de eşitliğe karşıydı. Osmanlılık hem onlann yetkilerini hem de keselerini zayıflatacaktı. Bu, özellikle, en geniş imtiyazlara ve açık bir farkla en geniş cemaate sahip olan Rum-Ortodoks hiyerarşisi için geçerliydi. l 839'da Hatt-ı Şerif, törenlerle ilan edilip yeni­ den kırmızı saten kılıfına konulduğunda, orada bulunan Rum­ Ortodoks p atriğinin, u1nşallah bu bir daha bu kılıftan dışan çıkanlmaz" dediği söylenir.25 Kısacası eşitlik öğretisi; İmpara­ torluk Hıristiyanlanndan, kiliselerde ve milliyetçi hareketler­ de önderlik edenler arasında muazzam bir direnişle karşılaştı. Eğer Hıristiyanlar bu yönde ilerlemeyi sürdürürlerse, Osmanlı kardeşliği yalnızca uzak bir olasılık olarak kalacaktı. Ancak eşitlik ve kardeşlik, aynı zamanda Türklerin Hıris­ tiyanlara bakışıyla da uzlaşmak zorundaydı. Yalnızca Müslü­ man Türklerin özellikle eşitlik ilanına olan tepkisi değil, Hıris­ tiyanlara karşı temel tavırlan da, en başından Osmanlılığın zor olacağını göstermekteydi.

23

Morris-Seward, no. 33, 6 Kasım 1 862, Turkey no. 1 7 , State, U.S. Arc­ hives.

24 25

"Zapiski Grapha N.P. Ignatyeva ( 1 864-1 874)" Izvestiia Ministerstvo Inostrannykh Dyel, 1 9 1 5, 1, 1 70-72. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi V: Nizam-i Cedit ve Tanzimat De­ virleri (An.kara, 1 947), s. 1 9 1 . Engelhardt, La Turquie, 1, 142, 1 856 Hatt-ı Hümayununun ilanı sırasında benzer bir yorumu İzmit Baş­ piskoposuna atfeder. Rum hiyerarşisinin, Rum milletinde sıradan insanlann yönetime katılımının artacağı bir demokratikleşmeye karşı olduğunu da belirtmek gerekir. 178

1 9. YÜZYILDA H I R I STIYAN-MÜSLÜMAN E Ş ITLlc:';I KONUSUNDA TÜRKLERiN TAVI RLARI

111 Eğer Müslüman Türklerin, Hıristiyanlann eşitleri olduğu bir Osmanlı kaynaşmasını kabullenme olasılığı olsaydı, bunu dinsel gelenek ve gelişmelerindeki iki güçlü akıma borçlu olur­ duk. Türkler, Müslüman olarak, kitap sahibi olanlara (ehl-i ki­

tap) -Hıristiyan ve Museviler gibi bir kutsal kitaba sahip olan ve Müslüman yönetime bağlılık gösterenlere- hoşgörü göste­ riyordu. Farklı zamanlarda, özellikle 1 6. yüzyılda Museviler İspanya'dan sürüldüğünde, Osmanlı yönetimi gaynmüslimlere kucak açmıştır. Bir Türk bir Hıristiyana, "Senin inancın sana, benim inancım bana" demeye daha eğilimliydi. Hoşgörülü tavır, Türk nüfuzundan beri Anadolu'da ve Balkanlar'da sık sık görülen, dinsel açıdan çelişen inançların önemli ölçüdeki birlikteliğiyle de güçlendirilmekteydi. Os­ manlı İmparatorluğunun ırksal kanşıklığına, her türden din­ sel kanşıklık da eklenmişti. Türkler arasıncl.aki, yalnızca Şii mistisizminin değil, Hıristiyanlara özgü farklı mucize, aziz ve türbe öykülerinin de izini taşıyan halk İslamı, birçok yönden Ortodoks-İslamdan uzaktı. İnanışlan arasında da birçok hete­ rodoks kavram banndırmakta olan, yaklaşık yedi milyon mü­ ridiyle yaygın Bektaşi tarikatı, Hıristiyanlığa ve Hıristiyanlara hoşgörülü bir ortam oluşmasına yol açtı. Tanzimat döneminde, Osmanlı İmparatorluğunda çalışan Amerikalı misyonerler, ilk bakışta amaçlanna uygun bir saha bulduklannı (Hıristiyan yazıtlannı okuyan ya da önderlerinden İsa hakkında iyi şeyler duyan Müslüman gruplan) düşünerek sevinmişti. Bu Müslü­ manların bazılan Bektaşiydi. Bektaşi olup olmadığı belli ol­ mayan böyle bir grubun, 1 0.000 müridi, iki katı kadar da sem­ patizanı olduğu bildirilmişti.26 26

Misyonerlerin raporları, Amerikan Yabancı Misyonları Komiserleri Kurulu'nun (Aınerican Board of Commissioners for Foreign Missi­ ons - ABCFMl arşivlerindedir, Ermeni Misyonu, VIII, no. 79, 88, 92, 93, Schauffler'den Anderson'a, 1 1 Mart, · ıs Kasım, 1 2 ve 27 Aralık 1 859. Bektaşi tarikatı üzerine, bkz. John Kingsley Birge, The Bek­ tashi Order of Dervishes (Londra, 1 937). Burada bir lslam bibliyog­ rafyası vermek gereksizdir. Değişik inançlara sahip grupların yan yana gelmesi hakkında önemli ve dağınık bir literatür vardır. Frede179

O S M A N L l - T Ü R K TAR i H i ( 1 77 A - 1 92J)

Ne var ki, değişik inançlara sahip gruplann yan yana gel­ mesi ve hoşgörüye karşın, Türkler arasında, bazen açıkça fa­ natikliğe kadar varabilen yoğun bir Müslümanlık duygusu da vardı. Böylesi patlamalar genellikle siyasal kriz anlannda, özellikle de 1 870'lerde, İmparatorluğun içindeki kaosun ve dış baskılann belirgin bir Müslüman tepkiyi doğurduğu dönemde oluşuyordu; bu tepkinin sonraki karşılığı da milliyetçi bir tep­ ki olacaktı. Ancak fanatik p atlamalardan daha önemlisi, Müs­ lüman Türkün sahip olduğu içsel üstünlük tavnydı. Ona göre İslam gerçek dindi. Hıristiyanlık, Hz. Muhammed'in sonunda tam olarak ortaya çıkardığı, yanın bir aydınlanmaydı; bu yüz­ den, gerçeğe ulaşmalan açısından Hıristiyanlar Müslümanla­ nn dengi değildi. İslam yalnızca bir tapınma yolu değil, bir yaşam tarzıydı da. İnsanın Tann'yla olduğu kadar, insanlarla olan ilişkisini de düzenlerdi ve toplumun, hukukun ve yöneti­ min temelini oluştururdu. Bu yüzden, Hıristiyanlar -Osman­ lılar tarafından yenilgiye uğratılmış olmalannın da açıkça gösterdiği gibi- dinsel aydınlanmanın ışığında, kaçınılmaz bir biçimde ikinci sınıf yurttaştı. Bu Müslüman görüşü genellikle, duygusal ve aşağılayıcı leniyordu.

gavur ya da kafir terimleriyle özet­

Gavurla eşit koşullarda ya da yakın ilişkiler, en

iyimserinden, kuşkulu görülüyordu. u:ıcafirlerle ve gavurlarla yakınlaşmak, Ehl-i İslama yasaklanmıştır" diyordu 1 9 . yüzyıl başında yaşamış bir tarihçi olan Ahmed Asım, uve birbirlerine ışıkla karanlık gibi olan iki tarafın arkadaşça ve yakın ilişkile­ ri, arzulanır bir şey olmaktan çok uzaktır. "27 İslamda, aynı zamanda yeniliğe

[bid'at] karşı da güçlü bir

önyargı vardı. Eşitlik beyanı, yalnızca Müshiman din adam­ lan arasında değil, İmparatorluğun salt devlete bağlı kal­ mayıp hem devlete, hem inanca bağlı yönetici sınıfında da bu önyargıyla karşılaşabilirdi. Sadece İslam açısından değil, halkın tutuculuğu açısından da olsa, ikinci sınıf yurttaşlann

rick W. Hasluck, Christianity and Islam under the Sultans (Oxford, 27

1 929}, 2 cilt, bilgiyle yüklüdür.

Asım Tarihi (İstanbul. tarihsiz}, I, 376, Bemard Lewis, 'The Impact

of the French Revolution on Turkey." içinde aktanlmış, Jour. World History., I, 1 1 8, n. 35. 180

1 9 . YÜZYILDA HIRI STIYAN-MÜSLÜMAN E ŞITllôl KONUSUNDA TÜRKLERiN TAVIRLARI

eşit statüye kavuşmalan halkın gözünde kuşkusuz bir yenilik olarak görünecekti. Tanzimat döneminin tüm reform progra­ mı, kaçınılmaz bir şekilde bu birbirine dolanmış ikili atalet ve İslam tutuculuğuyla karşı karşıya geliyordu. Bir tek bununla kalmıyordu, Tanzimat'ın yeni kurumlara eğilimi, beraberinde, geleneksel Osmanlı yaşam tarzının aslında en iyisi olmadığı­ nı, Hıristiyan Avrupa'da bazı şeylerin daha iyi yapıldığını ima etmesi açısından derin bir psikolojik şok getiriyordu. Müslü­ man-Hıristiyan eşitliği öğretisinin karşısında, ağırlığı kestiri­ lemeyecek böylesi güçler vardı. Türklerin, Müslüman ve Osmanlı geçmişlerinden gelen ta­ vırlan, yakın zamanlarda Osmanlı yaşamı ve işleri üzerinde Hıristiyanlann etkisine duyduklan tepkiyle de güçleniyordu. Bu etki genelde kötü görünüyordu. İmparatorluktaki Hıristi­ yanlar, kutsal yerler üzerindeki ayrıcalıklara kimlerin sahip olacağı, Bulgarlann Rum hiyerarşisine dahil olmalannın ge­ rekip gerekmediği ya da Katolik Ermeniler arasında Papalık otoritesi üzerindeki Hassuni tartışması gibi mezhepler arası dalaşmalanyla, sürekli sorun çıkanyorlardı. Bazı Hıristiyan­ lar siyasal avantaj ya da dış koruma elde edebilmek için bir

milletten diğerine geçerek sorun çıkanyordu. Hıristiyanlann mezhep kavgalan yalnızca onlan Müslümanlann gözünde kü­ çültmekle kalmıyordu; Babıali için gerçek sorunlar oluşturu­ yordu ve büyük devletlere de müdahale için ek bahane sağlı­ yordu. Müslüman Türklerin yerel Hıristiyanlar konusundaki bir başka deneyimi, Hıristiyanlann meşru otoriteye karşı gitgi­ de daha asi bir tavır takınmaya başlamasıydı. Birçok Türk ve Arap beyinin de merkezi otoriteye meydan okuduğu bir gerçek­ tir ama Müslümanlann gözlerinde bu, farklı bir şeydi; Türk de­

rebeyleri farklı bölgeleri Babıali'nin fermanlanna aldırmadan yönetmişlerdi ama bunlann birçoğu iyiliksever despotlardı, uyruklannın saygısını kazanmışlardı ve II. Mahmud'un eliy­ le bertaraf edilmeleri üzüntü yaratmıştı. Mısır'daki Kavalalı Mehmed Ali Paşa bir asiydi ama o bir Müslümandı ve birçok Türk onu, 1 839 Islahat Fermanı'nın gavurca fikirlerinden olası

181

O S M A N L l - T Ü R K TA R i H i ( 1 7 7 4 - 1 9 2 3 )

b i r kurtarıcı olarak görüyordu.28 Ö t e yandan, Hıristiyan isyan­ ları Müslüman hissiyatına karşı çıkıyordu ve sonunda Türkler arasında, başlangıçta Osmanlıcı ve yurtsever olan, ama sonra­ lan Türkçü ve milliyetçi hale gelen bir tepki doğurmuştu. Ör­ neğin 1 867'deki Girit İsyanı ve Belgrad'daki son Türk garnizo­ nunun da çekilmek zorunda kalması gibi olaylar, bazı Türkleri çileden çıkarmıştı.29 Öfkeleri, hem asi Hıristiyanlara, hem Os­ manlı yönetiminin isyanlarla başa çıkmaktaki güçsüzlüğüne karşıydı. Benzer bir tepki de doğal olarak 1 875-76'daki Bosna, Hersek ve Bulgaristan'daki isyanların arkasından, İmparator­ luğa bağlı Sırbistan ve Karadağ'ın, Sultana karşı açıkça savaş açmalarıyla oluşmuştu. Avrupa'nın büyük güçlerinin sürekli olarak Osmanlıla­ rın işlerine kanşmalan da Türkleri kızdırıyordu. Bu güçlerin hepsi, kuşkusuz, uygulamada olmasa bile, inanış olarak Hıris­ tiyandı. Eskiden beri düşman olan Rusya ayn bir sınıftaydı. Ancak Kının Savaşında ordularıyla, başka seferlerde de dip­ lomatik olarak İmparatorluğa yardımcı olmalarına karşın İn­ giltere ve Fransa'dan, sık sık, genellikle de alenen gerçekleşen müdahalelerinden dolayı nefret ediliyordu. Böylesi bir durum, özellikle de Müslüman-Hıristiyan eşitliği konusunda acı bir yara olarak, 1 856 Hatt-ı Hümayunu'nun yerli bir ferman ol­ maması, büyük bir kısmının İngiltere, Fransa ve Avusturya el­ çileri tarafından dikte edilmiş olmasıyla kendini göstermişti. İngiltere Elçisi Lord Stratford de Redcliffe, birçok konuda Os­ manlı İmparatorluğuna büyük hizmetlerde bulunmuştu ama aynı dönemde, Ali Paşa üç kez Londra'dan onun geri çağırılma­ sını talep etmişti. Ali Paşa'ya göre Stratford; sultanın kendi­ siyle birlikte hükmetmesine izin vermiyordu ve kendi etkisinin o kadar uöncelikli ve önemli" olmasını talep etmişti ki, Babıali

28

Edouard Driault, L'Egyple et L'Europe, la erise de 1839-1841 (Kahire, 1 930-). 1, mektup 79, 20 Eylül 1 839 ve il, mektup 7, 19 Kasım 1 839. O

Türkler, Mısır'da Mehmet Ali Paşa'nın nasıl bir reformcu olduğunu 29

idrak edememişti. New Ottoman'daki [Yeni Osmanlılar! ünlü olan makaleme bakınız, s. 1 2 5 - 1 27. 182

1 9 . YÜZYILDA HIRISTIYAN-MÜSLÜMAN E Ş ITLl(';I KONUSUNDA TÜRKLERiN TAVIRLARI

kendi halkının gözünde itibar yitirmişti.30 Stratford İstanbul'u terk ettikten yıllar sonra bile, Ali Paşa ondan hıilıi gerçek bir nefret ifadesiyle söz etmekteydi.31 Sosyal çekiciliği, akıcı Fran­ sızcası ve Avrupai nüktedanlığı dolayısıyla yabancı diplomat­ larla çok iyi anlaşan Fuad Paşa, iyi niyetli Fransa Elçisi M. Bourree'den gene aynı eleştirel yaklaşımla söz ediyordu, çünkü uHer yapılan olumlu iş, Fransa'nın bahşettiği bir yarar olarak ortaya konmalıydı . . . n32 Dış müdahale, özellikle, büyük devletlerin kapsamını ge­ nişletip kötüye kullandığı kapitülasyon ayncalıkları konusun­ da kıncı oluyordu. Birçok sıradan Türk, Hıristiyan diplomat ve konsolosların, korudukları binlerce kişiye verdikleri desteği gördüğünde bunun farkına varıyordu; bunlar, büyük oranda, onları koruyan ülkeyi hiç görmemiş olan ama kendi devletle­ rinin vergileri ve mahkemeleri karşısında korunan ve sık sık da yabancı pasaport bahşedilen Osmanlı Hıristiyanlarıydı. Bu korunan kişilerin birçoğu gerçekten karanlık kişiliklerdi ve sayılan, Kının Savaşı sırasında gelen ve İstanbul'daki suç oranlarını ciddi bir şekilde yükselten ayaktakımı ve maceracı­ larla bir hayli artmıştı.33 Kının Savaşının sonunda, Avusturyalı Papalık elçisinin duygulan şu yöndeydi: uSaygıdeğer tek halk, hiç olmazsa göründüğü kadarıyla Türklerdir, onları da uygar­ laştıracağız ve ilerlememizin sırlarıyla tanıştıracağız. n34 Hıristiyanlığın

İmparatorluk

içindeki

daha

saygıdeğer

temsilcilerinin davranışları Türklerden onay alabiliyordu ama 30

Clarendon'dan Stratford'a, 4 Ocak 1856, Private Stratford MSS, FO 352/44, Public Record Offi.ce (PRO), Harold Temperley, "The Last Phase of Stratford de Redcliffe, 1 85 5 - 1 858." içinde aktanlmış Eng­

31

lish Historical Rewiew, XLVII ( 1 932), 2 1 8. L. Raschdau, ed., "Diplomaten leben am Bosporus, Aus dem lite­ rarischen Nachlass ... Dr. Busch," Deutsche Rundschau, CXXXVIII

32 33

( 1 909), 384. Elliot'tan Stanley'e no. 68, gizli, 1 7 Aralık 1 867, FO 78/1965, PRO. ômeğin bkz. o dönemdeki bir İngiliz konsolosluk mahkemesinin yargıcı olan Sir E dmund Hornby'nin yorumlan, Autobiography (Londra, 1928), s. 93 içinde. (Marco Antonio) Canini, Vingt ans d'exil

34

(Paris, 1868), s. 1 1 1 -42, başkentteki ayaktakımını çok iyi anlatır. Prokesch'den Buol'a, 1 0 Ocak 1 856, Politisches Archiv Xll/56, Haus, Hof- und Staatsarchiv. 183

O S M A N L l - T Ü R K TAR i H i ( 1 7 7 4- 1 9 2 3 )

aynı zamanda kızgınlığa d a neden olabiliyordu. Küçük, yaban­ cı işçi kolonilerinin, örneğin Hasköy'deki İngiliz liman işçile­ rinin ya da Amasya'daki Alman İsviçrelilerinin kayda değer bir etkisi olmamıştı. 1 830 ve 1 848 devrimlerinden sonra gelen Leh ve Macar sığınmacılar, Osmanlı manzarasına uyum sağ­ lamıştı ve birçoğu da Müslüman olmuştu. Beyrut'taki İngiliz taciri James Black gibi saygıdeğer Batılılar da görülüyordu. Aktarıldığına göre, uHz. Muhammed'in sakalı üzerinewden da­ ha güçlü bir yemin arayanlar, uİngiliz Black'in sözü üzerinew diye yemin ediyordu.35 Fakat en üst düzeyde kişisel saygınlığa sahip Batılılar genellikle Türklerin damarına basabiliyordu. İmparatorluktaki İngiliz konsoloslarından bazıları kendi üst­ leri tarafından bile sığ ve kibirli olarak görülüyordu ve kendi kişisel yetersizliklerini, ugeniş çapta ulusal saygınlıklarıylaw tamamlıyor, sonra da bunu tüm kişisel işlerinde kullanıyorlar­ dı. 36 Kusursuz karaktere sahip misyonerler, Protestan ısrarcı­ lıklarıyla genellikle Müslümanları rahatsız ediyordu. Aşın bir örnekte, iki İngiliz misyoner, bir gün Ayasofya Camii'ye, ertesi gün caminin basamaklarında Hz. Muhammed'in sahtekar ol­ duğunu ilan edeceklerini belirten bir duyuru asmıştı.37

iV Müslümanlardaki doğal üstünlük inancının yanına, bir de Türklerin Hıristiyanlarla yaşadıkları talihsiz deneyimler katıl­ dığında, resmi Müslüman-Hıristiyan eşitliği öğretisine karşı bir görüşün galip gelmesi doğaldı. Türklerin bu öğretiye diren­ ci, kişilere, bölgeye ve zamana göre değişiyordu. Çok azı Os­ manlı bürokrasisinde yer alan bazı Türkler, bunu en azından yüzeysel olarak kabullenmişti ama yürekten bir kabul çok az görülüyordu. Islahat fermanlarına karşı büyük bir ayaklan­ ma olmadı ama bazı bölgelerde kargaşa yaşandı. Muhalefet kısmen, halkça sevilmeyen ilkelerin ilanından ileri geliyordu; Henry Harris Jessup, Fifty-Three Years 38

37

in Syria (New York, 1 9 10), 1,

49; il, 465. Bulwer'dan Russell'a, no. 1 77, 27 Eylül 1 859, aynı tarihli Bulwer'dan C. Alison'a olanı da içermektedir, FO 78/1435, PRO. Homby, s. 1 24-25. 1 84

1 9 . YÜZYILDA HlRI STIYAN·MÜSLÜMAN EŞITLIC;I KONUSUNDA TÜRKLERiN TAVIRLARI

halbuki belli önlemlerin gürültüsüz patırtısız, kademeli ola­ rak yürürlüğe sokulması hiç fark edilmeyebilirdi. Birçok Türk, eşitlik ve diğer dindışı kavramlan içeren öğretilerin mimar­ lanna karşı duyduklan hoşnutsuzluğu dile getirmekteydi. Tanzimat'ın dört devlet adamına, belki Ali Paşa'ya daha az ol­ mak üzere, "gavur paşalar" deniyordu. Eşitlik fikri bile, özellik­ le de 1 856 Hatt-ı Hümayunu'nun aşağılamaya karşı maddeleri, Türklerdeki içkin doğruluk duygusunu incitiyordu. Genellikle acıyla, bazen de yeni kurallar doğrultusunda gerçeklerin bile artık söylenemeyeceği düşüncesiyle, "Artık, gavura gavur diye­ meyeceğiz" deniyordu.38 Kör kadıya, sen körsün demeyi yasak­ layan reformlar kabullenilebilecek miydi? İki büyük reform ilanını izleyen olaylar, eşitlik vaatlerinin uyandırdığı antipatiyi gösterir. Bir örnek, hassas askerlik hiz­ meti sorunuyla ilgilidir. Hem 1 839'da hem de 1 856'da Sultan, Hıristiyan uyruklannın, önceleri yaptıklan gibi bir muafiyet vergisi ödemek yerine, Müslümanlarla birlikte eşit bir şekilde silahlı kuvvetlerde hizmet etme ayncalığına sahip olabilecek­ lerini ilan etmişti. Kısa sürede ortaya çıktı ki, Hıristiyanlar, askerlik hizmetinin getirdiği eşit haklara karşın, askerlik yap­ maktansa vergi ödemeyi yeğlemekteydi. Aynı zamanda Türk­ lerin; tehlike ve yükler söz konusu olduğunda Hıristiyanlann askerlik hizmetine sokulmasını istedikleri ama sıra Hıristi­ yanlann terfi etmelerine gelince yan çizdikleri görülmüştü. Müslüman Türkler yerli Hıristiyanlann komutası altında as­ kerlik yapmak istemiyordu. Kuramsal olarak, silahlı kuvvet­ lerde eşit koşullar altında hizmet etme hakkı yerinde kaldı ama uygulamada konunun üstü sessiz sedasız örtülü- verdi ve muafiyet vergisi başka bir isim altında gene getirildi. Hem Türkler hem de Hıristiyanlar eşitsizliğin sürdüğünü' görmek­ ten mutlu olmuşlardı.39 38

Bkz. Karal, Osmanlı Tarihi V, s. 190 içinde Abdurrahman Şerifin öy­ küsü; aynca bkz. Gad Franco, Developpements constitutionnels en

39

Turquie (Paris, 1 925), s. 1 2 . Dr. K . , Erinnerungen aus dem Leben des Serdar Ekrem Omer Pasc­

ha .. (Saraybosna, 1 885), s . 47, 252. ômer Paşa bu komisyonda görev­ .

liydi. Hıristiyanlann muafiyetleri konusunda Türklerin şikayetleri 185

O S M A N L l - T Ü R K TA R i H i ( 1 7 7 4 - 1 9 2 3 1

Türklerin tepkilerine başka bir örnek d e İmparatorlukta faaliyet gösteren önemli miktardaki Amerikan Kongregasyo­ nalist• misyonerlerin deneyimidir. Müslüman fanatizminde ve çalışmalarına müdahalelerde genel bir düşüş bildirmişlerdi. Ülkeyi iyi bilen bir misyoner, 1 860'larda, yalnızca ulemanın, o da halk üzerindeki etkilerini olabildiğince korumak ve varlık­ lı kimseleri sağmayı sürdürebilmek için, eskiden olduğu gibi yobazlığı sürdürmeye çalıştığını gözlemlemişti.40 Bir diğeri de, uArtık bir yılda karşılaştığımızdan daha fazla eziyet vakası, [ 1 856'daki) Hatt-ı Hümayun öncesinde, bir hafta içinde bize rapor ediliyordun demişti.41 Bu durum, 1 870'lerdeki krizler sı­ rasında Müslüman duyguların yükselmesine kadar sürdü. Kongregasyonalistlerin din değiştirme çabalarının ve dön­ dürebildi.klerinin çoğunluğu, Ermeniler arasında olmuştu. Bu yüzden, Müslüman hissiyatı doğrudan etkilenmemişti. Ama İslamdan döndürme gibi bir durum ortaya çıktığında, halkın öfkesi çok kısa sürede uyanabiliyordu. Böylesi durumlarda, özellikle de başkentte yönetimin koruması sağlanabiliyordu; ama Babıali'nin, #Artık Hıristiyanların Müslüman olabildik­ leri gibi Müslümanlar da rahatça Hıristiyan olabilirler. Yöne­ tim her iki durum arasında bir farklılık görmeyecektir"42 diye güvence vermesine karşın, Türk kamuoyu her iki yöndeki din değiştirmelere eşit fırsat tanımaya pek de istekli değildi. Din değiştirme konusunda olağanüstü bir fanatik Müslüman patüzerine bkz. Felix Kanitz, Danau-Bulgarien and der Balkan (Leip­ zig, 1 875-79), III, 1 5 1 . 1 7 . Yüzyılda İngiltere'de Protestan kiliseler arasında gelişen ve son­ rasında ABD'de görülen, her cemaati kendiyle ilgili kararlarda en 00

yüksek organ sayan akım -çn. Henry J. Van Lennep, Travels in Little-Knawn Parts af Asia Minör (Londra, 1 870), I, 1 1 8 - 1 9 . Tümü değil ama ulemanın bir kısmı yo­ bazdı ve çok yetersiz eğitilmişti. Cevdet Paşa bu dönemin, koyu din­

••

dar olup yobaz olmayan ulemasına önemli bir örnekti. Goodell'dan Anderson'a, 6 Kasım 1 860, ABCFM, Cilt 284, no. 382 . Rapor edilen eziyetin büyük bölümü, Müslümanlardan değil, diğer Hıristiyanlardan kaynaklanıyordu. Ender Müslümanlıktan Hıristiyanlığa dönme durumlanndan bi­ rini inceleyen bir hükümet komisyonunun ifadesi: Hamlin'den Anderson'a, 5 Eylül 1 857, ABCFM, Emeni Misyonu, V, no. 276. 186

1 9 . YÜZYILDA H I R ISTIYAN-MÜSLÜMAN EŞITLl(;l KONUSUNDA TÜRKLERiN TAVIRLARI

laması olayı, 1 876'daki Selanik Vakası sırasında gerçekleşti. Namusundan kuşku duyulan bir Bulgar kızı, doğduğu köyden Selanik'e gelmiş ve yetkililere Ortodoks dininden Müslüman­ lığa döndüğünü beyan etmişti. Kentteki Yunanlardan bazıları, anlaşıldığı kadarıyla din değiştirmesini önlemek üzere onu kaçırdığında, kızgın bir Müslüman güruhu onu aramaya çıktı. Süreç esnasında, güruh, Türk valiyle birlikte bir camiye sığı­ nan Fransa ve Almanya konsoloslarını katletti. Olay, İmpara­ torluğun Bosna ve Hersek'teki isyanların ağır baskısı altında olduğu bir dönemde gerçekleşmişti.43 Dinsel eşitlik ve din değiştirme sorunu yalnızca rekabet halindeki Hıristiyan unsurları içerdiğinde, Osmanlı yetkilileri hakkaniyetin korunmasını sağlamaya daha fazla eğilimli olu­ yordu ve kuşkusuz, eşitliği sağlama konusunda Müslümanla­ rın işin içine karıştığı durumlardan daha istekli görünüyordu. Klasik bir örnek, Ankara yakınlarında, Protestanlara Erme­ niler tarafından eziyet edildiğinde görülmüştü. Vali olayı so­ ruşturmuş ve sonrasında da şunları bildirmişti: "Yönetimde­ ki otorite tarafından, tüm uyrukların birbirini Müslüman ya da Reaya olarak, Ermeni ya da Protestan olarak aşağılamaya son vermesi istenmektedir; çünkü hepsi yüce yönetimin eşit uyruğudur ve herkesin, karşılıklı saygı göstererek kardeşçe bir sevgiyle beraber yaşamaları emredilmektedir."44 Kendince, bu veciz bildiri tüm inançlara bağlı olanlar arasındaki resmi eşitlik politikasının, Osmanlı yurttaşlık kavramının ve aşağı­ lama karşıtı kuralın ustaca bir özetiydi ve vilayet yöneticisi­ nin, merkezi yönetimin ne ilan ettiğini kusursuz bir şekilde anladığını gösteriyordu. Sivil yönetimin herkesin kardeşçe bir sevgiyle beraber yaşamasını emretmesi kuşkusuz öne sürüle­ bilirdi - ama zorlanamazdı.

43

Bunun belgelere dayanan bir anlatısı için, Das Staatsarchiv

XXX

( 1 877), no. 5733-58. Famsworth'den Kurul Sekreterliğine, 21 Eylül 1865, ABCFM, Cilt

284, no. 33 1

-

Reaya, İmparatorluğun haraca tabi gaynmüsli.m hal­

kı için kullanılması usulden olan terimdi ve köken olarak "sığır" ya da "sürü" anlamına geliyordu. Sözümona, Hatt-ı Hümayun bu terimi de yasaklamıştı. 187

O S M A NLl-T Ü R K TA R i H i ( 1 7 7 4 . 1 9 2 3 1

Hıristiyanlann eşitliği sorunu üzerine Türk tavrının baş­ ka bir ölçüsünü de, 1 859 suikastına katılanlann görüşleri ortaya koyuyordu. Abdülmecid ve nazırlarına karşı düzenle­ nen suikast, yetkililere ihbar edilmişti. Birçoğu subay, hoca ve medrese talebesi olan kırk kadar suikastçı tutuklanmıştı. Soruşturmada, bulanık fikirlerinin arasında, Osmanlı yöneti­ mine karşı en fazla, Hıristiyanlara eşitlik verilmesinden kay­ naklanan genel bir hoşnutsuzluğun egemen olduğu görüldü. Suikastçıların önde gelen ismi ve kuramcısı olan Şeyh Ahmed, 1 839 ve 1 856 fermanlarıyla getirilen reformları Şeriat yasa­ larının çiğnenmesi olarak gördüğünü, çünkü bunların Hıristi­ yanlara Müslümanlarla eşit haklar verdiğini söylemişti. Diğer bir suikastçının ifadesine göre, Şeyh Ahmed medresede ders verirken Hıristiyanlann, bu haklan yabancı güçlerin yardı­ mıyla aldığını söylemişti.46 Kuleli Vakası olarak bilinen bu su­ ikast girişimi, yaygın Türk tavnna uygun bir gösterge olabilir. Eşitlik kavramına karşı bir hıncı, Mdinsel yasalann bilinçli bir şekilde desteklendiğini, yönetimin hem Islahat fermanlannın hem de göründüğü kadanyla yabancı devletlere boyun eğiyor olmasının kınandığını göstermektedir.46 (Eşitlik öğretisi, yal­ nızca eşit olmayan dinlerin mensuplarını eşit göstermesiyle bile kötü görülüyordu. Ve her inançtan insanların, kendileri­ ne eşit davranan bir hükümdara bağlılık göstermesine daya­ lı bir siyasal kavram olarak Osmanlılık, gerçekdışıydı; çünkü geleneksel MOsmanlı" kavramı, içerisinde her zaman Osmanlı devletine bağlılık düşüncesinin yanında güçlü bir Müslüman gelenekselcilik düşüncesi de taşımıştı. Tanzimat dönemindeki Türk düşüncesine verilecek her ör­ nek, ilerici, siyasal bilince sahip ve sesini hep yükselten, do­ layısıyla da küçük boyutuna oranla çok daha etkili bir grubu Uluğ İğdemir, Kuleli Vakası Hakkında Bir Araştırma (An.kara, l 937) içinde, suikast, belgelere, esas olarak da soruşturma raporlarına dayanarak çözümlenmiştir. Medrese Müslümanlık kurallarının ve ..

teolojinin öğretildiği bir okuldur. Tüm reform programı, şeriatın korunmasında değil, güç ve gelir kaynaklarında çıkan olan kişilerce dinsel yasalara aykın olmakla suçlanmıştır. Söz konusu çıkar sahiplerinin arasında birçok me­ mur, mültezim, tefeci vs var. 188

1 9 . YÜZYILDA HIRI STIYAN-MÜSLÜMAN E$1TLl(;I KONUSU NDA TÜRKLERiN TAVIRLARI

içermelidir. Bu grup, esas olarak yazarlardan ve reform he­ veslilerinden oluşan, 1 860'larda kısa süreliğine İmparatorluk içinde bir siyasal parti olma özelliğine en çok yakınlaşan Yeni Osmanlı Cemiyetidir. Üyeleri olağanüstü bir bireyciler toplu­ luğuydu. Aralannda hep tartışıyor ama Osmanlı İmparatorlu­ ğunun korunması konusunda birlik halinde davranıyorlardı. Bu grup genellikle MJön Türkler" olarak tanınıyordu. Gerçek­ ten de, bunlar 1 908'deki gerçek Jön Türklerin fikir babalan, günümüzün ulusalcı cumhuriyetini kuranlann da fikir açısın­ dan büyükbabalanydı. Onlann yazılanndan, daha sonralann gerçek MTürk" bilinci büyük destek almıştır. Ancak bu grubun 1 860'lardaki önderleri, kendilerini Yeni O smanlılar olarak ad­ landırmayı yeğlemişlerdi. Bu ad, bakış açılannın iyi bir gös­ tergesidir. Yeni Osmanlılar, Ali ve Fuad Paşa gibi devlet adamlannın aşılamaya çalıştıklanndan çok daha derin bir yurtseverliği ve kendi kurduklan gibi bir Osmanlılığa bağlılığı temsil ediyor­ du. Yeni Osmanlı yurtseverliği; tüm inanışlardan halklann, İmparatorluğun sürdürülmesi yolunda eşit bir işbirliği ama Hıristiyanlara verilecek özel tavizlere ise muhalefet anlamına geliyordu. Yeni Osmanlılar, Avrupa'dan gelecek yeni kurumla­ nn uygulanabilmesi için yeteri kadar akılcı, ilerici ve esnek ol­ duğunu düşündükleri Müslüman gelenekler ve dinsel yasalar çerçevesinde İmparatorluğun yenilenip canlandınlabileceğine inanıyordu. Birçoğu, birleşik İmparatorluğun birleşik halkla­ n arasında Müslüman Türklerin üstünlüğüne inanır gibiydi. Bu yüzden bazen, yazılan kendi kendiyle çelişir gibi oluyor­ du. Aralannda herhalde en aşın ve fanatik Müslüman olan Ali Suavi, MBugün, Osmanlı İmparatorluğunu oluşturan topluluk­ lann hepsi, bir tabiiyeti temsil eder: Osmanlı" diyebilmişti.47 Geniş fikirlere sahip ve mali kaynaklan, grubu desteklediği için bir süre Yeni Osmanlılann önderliğini de yapmış Mısır­ lı bir prens olan Mustafa Fazıl Paşa, onlar adına yayımladığı bir bildiride, Minsanın Müslüman, Katolik ya da Rum-Ortodoks olması, kamu yararını özel çı.karlann önüne yerleştirmesi için bir farklılık yaratmaz. Bunun için, insanın ilerici ya da iyi bir Ali Suavi, A propos

de l'Herzegovine (Parls, 1 875), s. 16. 1 89

O S M A N L l-T Ü R K TA R i H i ( 1 7 7 4 - 1 9 2 3 )

yurtsever olması yeterlidir" demişti.48 Abdülaziz'e yazdığı ce­ sur bir mektupta, İmparatorluktaki Hıristiyan isyanlarının, Hıristiyanlardan çok, sessiz Müslümanları etkileyen bir hasta­ lığın -geri kalmışlık ve kötü yönetim- belirtisinden başka bir şey olmadığını öne sürmüştü. Mustafa Fazıl Paşa'ya bakılırsa, aynın çizgisi Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında değil, yal­ nızca ezenlerle ezilenler arasındaydı.49 Osmanlı yurtseverliğinin, anavatanın iç yozlaşma ve dış sal­ dırılara karşı savunulmasının vurgulanması, Yeni Osmanlılan geçmişe yönelik olarak 1 839 Hatt-ı Şerifi'ni onaylamaya itti; çünkü onlara göre Mustafa Reşid Paşa, Gülhane Fermanı'yla İmparatorluğu ilerleme ve kendini koruma yoluna sokmuştu. Ancak 1 856 Hatt-ı Hümayunu'nun ve Babıali'nin daha sonraki eylemlerini, büyük güçlerin ve iç isyanların baskısına karşılık Hıristiyanlara verilen tavizler olarak gördükleri için, bunların zararlı olduğunu düşünüyorlardı. Bu, Yeni Osmanlılara göre, eşitliği değil, eşitsizliği getirecekti. Grubun en sevilen kişilerin­ den Namık Kemal, anayasal yönetimin getirilmesi ve dış mü­ dahalelerin ortadan kaldınlması yönünde gelişmeler gerekir­ ken, 1 856 fermanında Hıristiyanlara ayrıcalıklar verildiği için Babıcili'yi ve büyük devletleri sert bir şekilde eleştiriyordu.50 Namık Kemal burada, birçok Türkün paylaştığı bir düşünceyi, 1 875-76'da Bosna-Hersek'te olduğu gibi, Avrupalı güçler tara­ fından İmparatorluğun belli bazı bölgeleri ya da halkları için ö­ nerilen reform programlannın özel ayrıcalıklar, Müslümanlara karşı adaletsizlik, yani eşitsizlik ürettiği gerekçesiyle Türkleri bu önlemlere karşı çıkmaya iten görüşü yansıtmaktaydı.51 48 49

..

5 Şubat 1 867 tarihli mektup, Le Nord. (Brüksel), 7 Şubat 1 867 içinde. Prens Mustafa Fazıl Paşa Hazretleri, Lettre adressee d S.M.

le Sul­

tan (yer ve tarih belirtilmemiş, tahminen Mart 1 867), s. 1-1 1 . Hürriyet, sayı 4 (20 Tem.muz 1868) içinde, İhsan Sungu, "Tanzimat ve Yeni Osmanhlar,w Tanzimat, I, 795-96'da yinelenmiş. Sungu'nun, bu ciltte 777-857. sayfalarda yer alan bölümü, hemen hemen tama­ men Namık Kemal ve Ziya Paşa'nın, o günün konulan üzerine gaze­ te makalelerinden oluşmaktadır. Örneğin bkz. 9 Mart 1 876 tarihli, yüksek bir olasılıkla Midhat Paşa ya da çevresindekilerden biri tarafından yazılan "Müslüman Yurt­ severler Manifestosu:" Le Stamboul, 2 Haziran 1 876. 190

1 9 . YÜZYILDA H I R I STIYAN-MÜSLÜMAN E ŞITLl�I KONUSUNDA TÜRKLERiN TAVIRLARI

Yeni

Osmanlılann

yönetim

hakkındaki

eleştirilerinin,

gruptan birçok kişinin Avrupa'ya sürgüne gitmesine neden olduğu 1 867 yılında; Ali ve Fuad paşalar, Giritli asilere taviz­ ler verdikleri ve baskı altında, kalan son Türklerin Belgrad'ı boşaltmasına razı geldikleri için acımasızca eleştirilmişti. Ye­ ni Osmanlılar bunun eşitsizlik olduğu, Girit ve Belgrad'daki Müslümanlann adaletsiz bir muameleye hedef olduklan ko­ nusunu yeniden gündeme getirdi. sı Açıktır ki, Bıibııili'nin Avru­ pa baskısı karşısındaki zayıflığı, Yeni Osmanlılann durumun eşitsizliğinden dolayı duydu.klan kızgınlığı arttırmaktaydı. Yeni Osmanlılar içinde Namık Kemal'den sonra en etkili yazar olan Ziya Paşa, Hıristiyanlann yalnızca Osmanlı yönetimine ve kendi millet temsilcilerine değil, yabancı hamilerine de baş­ vurabildikleri sürece eşitliğin hiçbir zaman sağlanamayacağı yolundaki ortak şikayeti ifade ediyordu. Örneğin, diyordu Ziya Paşa, eğer suçlu bir Hıristiyan hapse düşerse, etkili birisi mü­ dahale ettiği için birdenbire serbest bırakılıyor ama masum bir Müslüman adaletin eline düşer de haksız olarak hapsedi­ lirse, ona kim yardımcı olacak? Acı acı, "Eşitlik bu mudur?" di­ ye soruyordu.53

v Böylesi tavırlar karşısında, Hıristiyan-Müslüman eşitliğini de içeren Osmanlı eşitliğinin sağlanması, olağanüstü zorluk­ larla karşı karşıya kalıyordu.!5o4 Her ne kadar Mustafa Reşid, Ali, Muhbir adlı gazetelerinin yayın tarihi verilmeyen bir sayısının çe­ virisi, FO 195/893, no. 1 20, 25 Mart 1 868, PRO içinde. "Zafemame• adlı şiirinde, Ziya Paşa, Girit ve Belgrad konusunda Ali Paşa'ya ağır ve alaycı bir dille saldırmıştı. Dahası, acı bir dille Ali Paşa'nın eşit­ liği yalnızca tavizlerle değil, yüksek mevkilere Rumlan ve Erme­ nileri getirerek de sağladığını öne sürmüştü. Şiirin hemen hemen yansının İngilizceye çevirisi ve Türkçe metni Elias J. W. Gibb, A His­

tory of Ottoman Poetry (Londra, 1900- 1 909) içinde, V, 96- 1 1 1 ve VI, 370-78.

Hürriyet, sayı 15 içinde (5 Ekim 1 868), Sungu tarafından aktanlmış, s. 797. Kuşkusuz, bir eşitlik öğretisinin gerçekleştirilmesinin önünde, bu­ rada, "tavırlar· başlığı altında tartışılanlann dışında pek çok engel 191

O S M A N L l - T Ü R K TAR i H i l 1 77 4 - 1 9 2 3 1

Fuad ve Midhat paşalar İmparatorluğun kurtuluşunu halkla­ nnın arasında Osmanlı tabiiyetine dayanan bir eşit yurttaş­ lık bağı kurulmasında bulmayı ummaktaydılarsa da, karşıla­ nndaki engeller çok büyüktü ve zaman kalmamıştı. Yüzyıllar süren Müslüman ve Osmanlı egemenliğinin oluşturduğu Türk düşünce yapısı, bırakın Hıristiyanlara verilen tavizlerin yükü­ nü kaldırmayı, herhangi bir mutlak eşitliği kabullenmeye da­ ha hazır değildi. İmparatorluğun Hıristiyan azınlıklan aynlık­ çıhktan vazgeçmiyordu. Eşitlik yönünde atılan birçok adıma karşın, ne Tanzimat döneminde ne de 1 908 Jön Türk devrimi sırasında Abdülhamid'in saltanatının sona ermesi ve Midhat Paşa'nın 1 876 Anayasasını canlandırmasıyla Osmanlı kardeş­ liğinin gerçekleştiğinin sanıldığı, çılgınca ve coşku dolu bir­ kaç gün boyunca Osmanlı eşitliğine ulaşılabildi. Sonrasında,

daha vardı. Bunlann en önemli, özellikle de Balkanlar'daki Hıristi­ yan-Müslümen ilişkilerini etkileyen bir tanesi, iltizam sistemiydi; sistemin korunmasında yerleşik çıkarlan olan gnıpler, toplumsal ve iktisadi eşitsizli.klerin dogmasına yol açmıştı. Bu durumun, 1 850'ye kader olan dönemde Balkanlar'ın bir bölümü için iyi bir çö­ """

zümleme: Halil İnalcık, Tanzimat ve Bulgar Meselesi (Ankara, 1 943). 1 0 numaralı not, Tanzimat döneminin akademik bir tarihinin yazıl­ madığını söylemektedir. O zamandan bu yana, her ne kadar 1 839 yı­ lından başlayan erken Tanzimat dönemini kapsamasa da, benim bir kitabım boşluğu doldurmaya çalışmıştır: Reform in the Ottoman Empire, 1 856-1 876 (Princeton, 1 963). Türkiye'de, bir bilim adamlan komitesinin planladığı, birçok bilim adamının katkısıyla Tanzimat döneminin tüm yönlerini ele alacak bir çalışma da söz konusudur; yaklaşık 1990 yılında yayımlanacaktır. Ed. Benjamin Braude ve Bemerd Lewis, Christians and Jews in the Ottoman Empire: The

Functioning ofa Plural Society, 2 cilt (New York, 1982) içindeki ka­ tılı.mlann birçoğu bu makalenin konusuna bir ya da birkaç yönden yaslanır. İki ayn kitap, dönemin daha genel entelektüel havasını ay­ dınlatmakta yardımcı olabilir: Şerif Mardin, The Genesis of Young

Ottoman Thought: A Study in the Modemization of Turkish Poli­ tical Ideas (Princeton, 1962) ve Niyazi Berkes, The Development of Secularism in Turkey (Montreal, 1964). Diğer ikisi daha çok Osman­ lıcılığa eğilmiştir: l.L. Fadeeva, Offitsialnie Doktrini v Ideologii i Politike Osmanskoi Imperii: Osmanism-Panislamism, XIX-Nachalo XX v. (Moskove, l 985) ve R.A. Safrastien, Doktrina Osmanisma v Politicheskoi Zhizni Osmanskoi Imperii (Erivan, l 985). 192

19. YÜZYILDA HIR ISTIYAN-MÜSLÜMAN E Ş ITLlôl KONUSUNDA TÜRKLERiN TAVIRLARI

bu kısa süreli duygu patlamasının ardından, rekabet halinde­ ki milliyetçilikler Osmanlılık kavramını gene kapı dışarı etti. Bu, yalnızca İmparatorluktaki Hıristiyanlar için değil, artık Müslümanlar için de böyleydi. Osmanlı-Türk denetimine bir tepki olarak Hııistiyan milliyetçilikleri gibi Arap milliyetçiliği de gelişirken, TürklerTanzimat'ın Osmanlılıdında, özellikle de Na.mık Kemal ve diğer Yeni Osmanlıların yurtseverliğinde ken­ dilerine göre bir milliyetçiliğin kaynağını buldular. Sonunda, Tanzimat dönemi devlet adamlarının hedeflediği türden bir Osmanlı eşitliği, her ne kadar tam ve adil bir dene­ me fırsatı sağlanmamış olsa da, hem Müslümanların hem de Hıristiyanların gözünden düştü. Heterojen bir İmparatorluğun içinde Meıiyip kaynaşmayaw ve ukardeşliğew dayanan bir Hıris­ tiyan-Müslüman eşitliğinin yerine, farklı bir tür ortaya çıktı -rakip egemen ulusal devletlerin birlik halinde eşitliği.

193

OSM A N LI İMPAR ATOR LU�UNDA E L EKTRİK Lİ TE L GR AF I N KURU LMASI

Elektrikli telgraf, 1 9. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunun uyguladığı ana teknolojik yeniliklerden biridir. Batılılaşma sürecinde yeni bir aşama olarak 1 850'lerde gelmiştir. Etkisi, Osmanlı yaşamının birçok yönünde hissedilmiştir. Özellik­ le sultanlar, telgrafın gelişinden memnun olmuş ve çok uzak eyaletlerdeki denetimlerini sağlamlaştıracak bir sistem olarak yayılmasını desteklemiştir. Ancak sonunda, Osmanlı haneda­ nının altı yüzyıllık yönetimini önce zayıflatacak, sonra da yı­ kacak bir araç olmuştur. Tesadüfen, hem elektrikli telgraf hem de buharlı tren Os­ manlı topraklanna hemen hemen aynı zamanda ulaşmıştır. İstanbul ile Avrupa arasındaki ilk telgraf hattı 1 855 yılında çekilmiştir. İmparatorluktaki ilk tren hattı ise 1 856 yılında, özerk Mısır eyaletindeki Kahire ile İskenderiye arasında iş­ letmeye açılmıştır. Aynı yıl içinde, Anadolu'daki ilk demiryolu hattı da İzmir-Aydın arasında işlemeye başlamıştır. 1 856'da, dünyanın ilk demiryolu hattı olan İngiltere'deki Stockton-Dar­ lington otuz bir yaşındaydı. Telgraf, B atıdan Doğuya daha ça­ buk sıçramıştır; 1 855'te dünyanın ilk ticari telgraf hattı -gene İngiltere'de, Paddington ile Drayton arasında- yalnızca on se­ kiz yaşındaydı. Telgrafın daha çabuk gelmesinin esas nedeni, kuşkusuz daha kolay ve daha ucuz inşa edilebilmesiydi. Direk­ leri dikip dağlar, vadiler ve nehirlerin üzerinden tel çekmek, zemini düzeltip traverslerle raylan döşemekten çok daha az insan gücü ve para gerektiriyordu. Osmanlı yönetimi, daha önceleri de bir semafor telgrafı de­ nemişti. Sultan II. Mahmud zamanında, askerler Boğaz'da hızlı 194

OSMANLI IMPARATORLUC> U ' N DA ELEKTRiKLi TELGRAFIN KU RULMASI

bir iletişim istemiş ve Yunan isyanı yüzünden çıkan 1 828-29 Osmanlı-Rus Savaşının ilk aylarında bir semaforla denemeler yapmıştı. Alet, o zamanlar İstanbul'da yaşayan bir Batılı tara­ fından, Nbir tür telgraf, bir direğe enine bağlanmış hareket et­ tirilebilen bir çubuk" olarak tarif edilmişti. 1 Kuşkusuz semafor telgraf pek etkili değildi ama Boğaz'ın bir yakasından diğerine ve muhtemelen Karadeniz'den Boğaz yoluyla İstanbul'a mesaj yollanmasını sağlayabiliyordu. Osmanlı

İmparatorluğunda elektrikli telgrafın, Samuel

Morse kendi kaydedici telgrafının ilk çalışan modelini gerçek­ leştirdikten dört yıl sonra, 1839'da ortaya çıktığı anlaşılıyor. Morse'la beraber çalışmış olan Chamberlain adında bir Ame­ rikalı, İstanbul'a bir aygıt getirmişti. Galvanik bataryası olan Kongregasyonalist misyoner Cyrus Hamlin'in çalışma odasın­ da, aygıtla özel bir gösteri düzenlemişti. Fakat anlaşılan, ay­ gıtın Osmanlı yönetimine korkusuzca gösterilmesinden önce, biraz geliştirilmesi gerekliydi. Chamberlain gerekli değişiklik­ lerin yapılabilmesi için Viyana'ya doğru yola çıktı. Maalesef Tuna'da bindiği buharlı vapur batınca boğuldu ve Babıali'ye önerilen gösteri gerçekleşemedi. 2 Daha düzenli bir başlangıç 1 847'de, Morse Baltimore'dan Washington'a ilk mesajı gönderdikten yalnızca üç yıl sonra gerçekleşti. Başka bir Amerikalı, Osmanlılar hesabına jeolog olarak çalışan Profesör J. Lawrence Smith, A.merika'dan iki telgraf aleti ısmarladı. Aletler geldiğinde, mekanik konularda bir tür Yankee dahisi olan Cyrus Hamlin'i Sultan için düzenle­ diği bir gösteride kendisine yardımcı olmaya ikna etti. Hamlin, Bebek'teki mekanında aletle üç gün alıştırma yaptı. Mesaj gön­ derip alabilecek hale geldiğinde, o ve Smith, aleti, daha sonra inşa edilen zarif taş binanın yerindeki ahşap Beylerbeyi Sara­ yına götürdü ve birini taht odasına, diğerini de daha uzakta, köşede bir odaya kurdu. Sultan Abdülmecid tarafından yazılan iki mesaj her iki yönde de Hamlin ve Smith tarafından gönde­ rildi. Sultan çok memnun kalmıştı. Hamlin o zamanlar yirmi Charles MacFarlane, Constantinople in 1828, 2. basım (Lond­ ra, 1 829), 2:273-274. Cyrus Hamlin, Among the Turks (New York, 1 878). s. 184- 1 85. 195

O S M A N L l - T Ü R K TA R i H i ( 1 7 7 4 . 1 9 2 3 )

dört yaşında olan Sultanı çok insancıl ve son derece zeki birisi olarak gördü. Abdülmecid, gösterinin ertesi gün, gene sarayda, bu kez de Babıali'nin üst düzey görevlileri için yinelenmesini istedi, ikinci gösteri 10 Ağustosta başarıyla gerçekleştirildi.3 Gösteri sona erdiğinde Abdülmecid, İstanbul ile Edirne ara­ sında bir telgraf hattı döşenmesini önerdi, memurlar da bunu onayladı. Sultan aynı zamanda Smith'e ne tür bir ödül verilebi­ leceğini sordu. Smith, ödülün mucit Morse'a gönderilmesinin uygun olacağını bildirdi.4 Sonuçta, Abdülmecid Amerika'da bu­ lunan Morse'a elmaslarla süslü bir madalya ile bir imparator­ luk beratı gönderdi; beratta, bilgiye egemen olunmasının ge­ rekli olduğu, Sultanın elektrikli telgrafı gördüğü ve Morse'un, ubir bilim ve yetenek insanı. . . Mesih'in ülkesinin önderlerinin bir modeli olduğu ve rütbesinin yükseltilmesinin gerektiği" ya­ zıyordu.5 Madalyaya karşı şükranlannı belirtmek üzere Morse da daha sonralan Sultana tam takım bir telgraf aleti gönder­ miş, Abdülmecid bunu askeri mühendis mektebine vermişti.8 Ancak

Osmanlı

İmparatorluğundaki

ilk

telgraf

hattı

Abdülmecid'in önerdiği gibi İstanbul-Edime arasındaki hat olmadı, ilk döşenen hat Karadeniz'de, Kınm'ı Bulgaristan kı­ yılarındaki Varna'yla birleştiren denizaltı hattı oldu. Savaşlar, insanlık tarihindeki değişimleri hızlandırma eğilimindedir. 1 853'te bir Osmanlı-Rus Savaşı olarak başlayan Kının Savaşı, hattın döşenmesine neden oldu. 1 854'te Fransızlarla birlikte Osmanlı ordularına katılan İngilizler, o zamanlar dünyadaki en uzun denizaltı telgraf hattı olan 340 millik kabloyu;7 kısa

Asaf 'I'annkut, Türkiye Posta ve Telgraf ve Telefon Tarihi ve Teşkilat

ve Mevzuat (Ankara, 1 984), s . 536-537. Hamlin, Among the Turks, s. 1 86- 1 94. United States National Archives (USNA), State Department Records,

Notes and Translations from the Sublime Porte, 1 848-49, Safer or­ tası, 1 264 (22 Ocak 1 848) tarihli beratın İngilizce çevirisi. Çeviri herhalde Amerikan heyeti çevirmeni John P. Brown tarafından ya­ pılmıştır; telgraf gösterisinde Brown da çevirmen olarak bulunu­ yordu. USNA, State, Notes from the Porte, 1839-51, Beylerbeyi Ferit' in ABD bakanına mektubu, 13 Zilkade 1 267 ( 1 Eylül 1851). M.A. Biddulph, Report to the Minister far War on the Telegraphic

196

OSMANLI IMPARATOR LUÖU'NDA ELEKTRiKLi TELGRAFIN KURULMASI

bir süre sonra da, Varna'yı İstanbul'a bağlayan başka bir kab­ loyu döşedi.8 Hemen hemen aynı zamanda, Avusturya telgraf sistemi de Osmanlı İmparatorluğunun ayrıcalıklı iki Rumen bölgesinden biri olan Boğdan'ın başkenti Yaş'a bağlandı. 1 855 Şubatında, Londra'daki Osmanlı Elçisi Kostaki Musurus, İn­ giltere Dışişleri Bakanı Lord C larendon'dan Osmanlı hüküme­ tiyle görüşmek için telgraf kullanmasını öneriyordu. Musurus, elektrikli telgrafın Yaş'a vardığını, bu sayede de görüşmenin beş-altı gün süreceğini belirtmişti.9 Bu, ulaklann İstanbul'dan Londra'ya gidip geri dönmeleri için gereken sürenin yansın­ dan da azdı. O sıralar, mesajlar Yaş'tan Varna'ya at üstünde ya da at ve gemi yoluyla gidiyor olmalıydı. Ancak 1 855 baharında Varna'yla Yaş da, Bükreş yoluyla doğrudan telgrafla bağlandı. İkinci bir hat, Bükreş'ten çıkıp Viyana ve Batı Avrupa'ya çekildi. Bükreş bağlantısı da savaşın ürünüydü, Kınm'da savaşan Fransız ve İngiliz birlikleri hülcü­ metleriyle yakın temasta olabilsinler diye alelacele döşenmiş­ ti. 10 Hattı, askeri mühendisler ve telgraf uzmanlarından oluşan bir Fransız ekibi inşa etmişti. Hat hizmete sokulduğunda, Varna, Şumnu ve Rusçuk'taki telgraf istasyonlarında Fransızlar görev almış, hattın bakı­ mını ve gerektiğinde de onarımını üstlenmişti. Savaş sırasın­ da Karadeniz bölgesinde İngiltere'nin telgraf direktörü olan Binbaşı M.A. Biddulph, 1 856 yılının şubat ve mart aylarında Varna'dan Viyana'ya hattı at sırtında kat etti; verimli bir şekil­ de işletildiğini ve çoğunluğu Fransız olmak üzere 1 33 kişinin

Communicationsfrom Constantinople through Vienna to England (Londra, 1 856), s. 1 7- 1 8. Dışişleri Bakanlığı Hazine-i Evrak (DBHE), Siyasi, dosya 1 258'de bu kablo ve Kınm Savaşı döneminde Balkanlar ve Karadeniz bölgesin­ deki diğer telgraf hatlan üzerine bilgiler içerir. DBHE, Siyasi, dosya 1 273, Musurus'tan Ali Paşa'ya, no. 365, 23 Şu­ 10

bat 1 855. "Convention between Her Majesty and the Emperor of the French Relative to the Establishment of a Line of Electric Telegraph Bet­ ween Bucharest and Vienna," İngiltere, Avam Kamarası, Sessional

papers, 1 854-55, cilt 55, Cmd. 1 836, 1 Şubat 1 855. 197

O SM A N Ll -T Ü R K TA R i H i ( 1 7 7 4 - 1 9 2 3 )

görev aldığını gözlemledi. 1 1 Başkenti Bükreş olan diğer ayrıca­ lıklı Rumen eyaleti Eflak'ta hatları Avusturyalılar işletiyordu. İngiliz denizaltı hattının ve Varna'dan Bükreş'e giden Fran-. sız hattının döşenmesinde Osmanlı yönetimi yalnızca küçük bir rol oynadı. İzinleri vermişti. Telgraf direklerini sağlamış­ tı. Fakat tüm mühendis ve teknisyenler Fransız ya da İngiliz­ di. Yalıtkanlar ve Morse aletleri gibi, tel de ithal edilmişti.12 İstanbul'da Beyoğlu telgraf bürosuyla Üsküdar'ı bağlayan, Avrupa ve Asya arasındaki ilk bağlantı bile Biddulph tarafın­ dan yapılmıştı.13 Ama Babıali, müttefiklerinden öğreniyordu. Osmanlı İmparatorluğunun ilk telgraf uzmanlarından ikisi, Varna-Bükreş hattının olabildiğince süratli bir şekilde bi­ tirilmesini gözetmek üzere Fransa'dan gelen Fransız telgraf başmüfettişinin yanında çalışmaya gönderildi.14 Sonrasında Mustafa ve Vuliç Efendi, İstanbul'da Osmanlı telgraf idaresin­ de çalışmak üzere geri getirildi, çünkü Babıali kendi hesabına telgraf hatları döşemeyi planlamaktaydı. 1854 yazında, Sadrazam Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa, üç üst düzey memur ve üç generalden oluşan bir görev gücünü, Osmanlı telgraf sisteminin başlatılmasını gözetmekle görev­ lendirmişti. İngiliz yerine Fransız teklifini kabul ettiler ve bir Fransız mühendisi olan M. De la Rue'yü inşaatın başın­ da yer almak üzere görevlendirdiler. İlk Osmanlı hattı, Sultan Abdülmecid'in arzuladığı gibi İstanbul'la Edirne'yi bağla­ yacak, oradan da Şumnu'ya uzanacak, mesajlar Viyana'ya ve B atıya ulaşabilsin diye Fransız hattına bağlanacaktı. Buna ek il

Tannkut, Türkiye Posta ve Telgraf, s. 55 1 , 568-569; Biddulph, Re­ port, 1 856, s. 1 -4, 6-7. Tannkut, 55 l . sayfada ve başka birçok yerde, Posta ve Telgraf Nezaretinin yayımladığı ama benim görmediğim bir telgraf dergisinde yayımlanan bir telgraf tarihine atıfta bulun­

12

maktadır: l, no. 10- 1 2 (Şevval-Zilhicce 1293 = Ekim-Aralık 1 876). Tannkut, Türkiye Posta ve Telgraf. s. 55 1 . Frank E . Bailey, British Po­

licy: and the 'l\ırkish Reform Movement . . . 1 826-1853, (Cambridge, Mass., 1 942), s. 85 ve s. 256, çizelge 7, l 855'te İngiltere'nin Osmanlı İmparatorluğuna telgraf teli ihracatının bu tür tel ihracatındaki 13 ..

payının % 45 olduğu görülür. Biddulph, Report, 1 856, s. l . Tannkut, Türkiye Posta ve Telgraf, s . 551 . 198

OSMANLI IMPARATO R L U C. U ' N OA ELE KTRiKLi T E LGRAFIN KURULMASI

olarak, Edime'den kuzeye ve batıya giden bir hat da, Filibe, Sofya ve Niş üzerinden Avusturya şebekesine bağlanacaktı. Fransız müteahhitle yapılan anlaşmaya göre teknisyenleri, telgraf görevleri için Osmanlı uyruğundan kişileri eğitecekti. Gerekli malzeme, kışın Fransa'dan, direkler Anadolu'nun Ka­ radeniz kıyılanndak.i Ereğli ormanlanndan getirildi ve inşaat 1 855'in Mart ayında başladı. 1 9 Ağustos 1 855'te De la Rue, Ha­ riciye Nezaretine İstanbul ile Edime'nin bağlantıda olduğunu bildiren bir telgraf gönderdi. Hattın Şumnu uzantısı da 6 Ey­ lülde tamamlandı.15 Böylece İstanbul. Avrupa'nın başkentleri­ ne bağlanmış oldu. 14 Eylül 1 855'te, İstanbul'dan ilk telgraf Osmanlı İmpara­ torluğunun Paris ve Londra elçiliklerine, Kırım'daki Rus kalesi Sivastopol'ün düştüğünü bildirmek için gönderildi. "Telgrafı­ mız güzel müjdelerle başladın deniyordu. 16 Bu telgraf, askeri başanlan metheden genelde uzun zafemamelerin, sultanın zafer bildirisi olan fetihnamelerin yerini almış, 1 9 . yüzyılın özlü tarzıyla yazılmıştı. Ertesi gün, Edime telgrafhanesin­ deki büyük bir törenle hat resmen açıldı. Açılış törenlerinin bir parçası olarak, 87 sözcük boyunda bir telgraf E dime'den İstanbul'a gönderildi, on bir dakika sonra İstanbul'da alınarak hemen yanıtlandı. 1 7 Avrupa'ya bağlanan kendi hattının açılmış 16

A.g.e., s . 550-552, 567, 61 l; Nesimi Yazıcı, "Osmanlı Telgrafında Dil Konusu," Ankara Üniversitesi llahtyat Fakültesi Dergisi 26 ( 1 983): 763; Semavi Eyice, "İstanbul'da tik Telgrafhane-i Amire'nin Projesi ( 1 855)," lstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi 34 ( 1 98384): 6 1 -62, A. Baha Gökoğlu'dan aktanlmış, Batı ve Doğuda Telgraf­

çılık Nasıl Doğdu? (İstanbul, 1 935) s . 46 vd. Büyük Reşid Paşa'nın oğlu Ali Galip Paşa, komisyonun başkanlığını yapmıştı. Moniteur Ottoman'ın yayıncısının oğlu Edouard Blacque Bey, 1!üııali'ye verilen teklifte De la Rue'nün ortağıydı. Türkçe kaynaklarda De la Rue'nün adı bazen Arap harflerinden çevrilmiş haliyle Dolaro olarak gözükür. Yazıcı, "Dil Konusu," s. 752'de şahsın adı De la Rue 16

17

Arolfe olarak verilir. Telgrafın metni DBHE, Siyasi, Karton 669, dosya İB, Hariciye nazı­ nndan Paris ve Londra'daki Osmanlı elçilerine, 14 Eylül 1 855. Nesi.mi Yazıcı, "Osmanlı Telgraf Fabrikası," Ti.irk Dünya Araştırma­

ları 22 (Şubat 1983), 69-70; Tannkut, Türkiye Posta ve Telgraf. s. 552555; Osman Ergin, Türkiye Maarif Tarihi (İstanbul 1 939- 1943), 2:620. 199

O S M A N L l - T Ü R K TA R i H i ( 1 7 74- 1 9 2 3 1

olmasından gurur duyan Babıali, İstanbul'daki yabancı elçi­ liklere ve temsilciliklere hattı kullanmaya hemen başlayabile­ ceklerini bildirdi. Ücret tarifesi daha tamamlanmamıştı ama telgraflann kaydı tutulup tarife belirlendikten sonra da ücreti alınabilirdi.18 Kınm Savaşı sırasında döşenen bu hatlar, yoğun bir telg­ raf hatlan dalgasının müjdecisi oldu. Savaş sırasında bi­ le yeni hatlar düşünülüyordu. Lionel Gisborne adlı bir İn­ giliz,

Babıali'den,

Ç anakkale

Boğazı'nın

güney

ucundan

İskenderiye'ye bir denizaltı kablosu döşeme imtiyazını aldı. O ve başkalan, onun işlerini takip etmek üzere İstanbul'a geldiler. Buradaki İngiliz konsolosunun eşi, bir mektubunda Gisborne'un, u(eğer buradaki işlerini bitirebilirse) bir telgraf kurmak için izin almak üzere Mısır'a doğru yola çıkacağını" bildiriyordu. 1 9 Bu gözlem, telgraf çılgınlığının, Osmanlı İmpa­ ratorluğu dışında, özellikle de İngiltere'deki kaynağını işaret ediyordu. İngilizler Hindistan'la hızlı bir iletişim peşindeydi. 1 856'da, bir grup İngiliz, Adriyatik, Girit, İskenderun, Suriye, Irak ve Basra Körfezinden geçip Osmanlı İmparatorluğunun da büyük bir kısmını kat ederek Hindistan'a ulaşacak bir teklif ortaya attı. Bu hem Rusya'ya karşı bir önlem hem de İngiltere'nin İmparatorluk iletişimine bir destek olarak tanıtı­ lıyordu.20 Başka bir İngiliz şirketi, Babıali ile Osmanlılann As­ ya'daki topraklanndan Basra Körfezine bir hat için pazarlıkla­ ra girdi ama sonunda Babıali bunu reddetti ve hattı kendisinin inşa edeceğini duyurdu. Ancak Babıali İngilizlerle çalışacak ve 18

USNA, Record Group 84, Notes from the Porte No. 1 , Mehmed Fuad Paşa'dan (Hariciye Nazın) ABD temsilciliğine, 7 Muharrem 1 272/16 Eylül 1 855. İki tarihten birinin yanlış olması gerekir. 26 Rebiülevvel 1 272 de (6 Aralık 1 855), Ceride-i Havadis ilk ücret tarifesini yayım­ '

18

,

ladı: Yazıcı, "Dil Konusu." s. 764. Lady Hornby (Emllia B. Maceroni H.), in and Around Stamboul (Londra, 1 8581. s. 101 . Mektup 10 Kasım 1855 tarihliydi. Gisbome'un ilk imtiyazı 25 Nisan 1855 tarihliydi: R.S. Newall, Observations on

20

the Present Condition ofTelegraphs in the Levant (Londra, 1 860), s. 7. William P. Andrew, Memoir on the Euphrates VaUey Route to India (Londra, 1 857), öneri için s. 229-233, Rus-karşıtı bir hareket olarak, s. 140-145. 200

OSMANLI IMPARATORLU(; U ' N DA ELE KTRiKLi TELGRAFIN KURUlMASI

malzemeyi de İngiltere'den satın alacaktı.31 Bu arada, Hindis­ tan'daki İngiliz ordusunda Hint askerlerin çıkardığı isyanın haberinin Londra'ya ulaşması 40 gün sürünce, Hindistan'la olan iletişimin hızland.ınlması arzusu da güçlendi.22 BabıAli karannı kuşkusuz, üç düşüncenin ışığında vermişti. İngiliz hükümetiyle iyi ilişkiler içinde olmayı ve Hindistan'la iletişimini kolaylaştırmayı istiyordu. Aynı zamanda, Avrupa telgraf hatlanndaki Fransız etkisini, Asya hatlanndaki İngi­ liz etkisiyle dengelemek istiyordu. Fakat kendi topraklannda -Varna'dan Bükreş'e uzanan Fransız hattı gibi- yabancı bir güç tarafından inşa edilip işletilen başka bir hat da istemiyor­ du. Osmanlı hükümeti, hem mülkiyeti hem de işletmeyi kendi elinde tutmalıydı. Bu yüzden, Lonclra Elçisi Musurus aracılı­ ğıyla, bu arada yarbaylığa terfi etmiş olan Biddulph'u tuta­ rak, Osküdar'ı Bağdat, Basra ve Basra Körfezine bağlayacak bir hattın inşasının gözetmenliğini yapmak üzere bir İngiliz ekibin başına geçmesini sağladı. Ancak Biddulph, ücretini Os­ manlılann ödediği bir Osmanlı memuru olacaktı. Osmanlı

telgraf

genel

müdürü

11

Ağustos

1 858'de

Biddulph'a talimatlannı iletti. Biddulph tüm hattın ölçüm iş­ lemlerini şahsen gerçekleştirecek ve inşaatın birçok noktadan başlatılmasını sağlayacaktı.23 Hat gerçekten de bir İngiliz eki­ binin gözetimi altında bölümler halinde inşa edildi ve birçok aksaklığa karşın 1 86 1 Haziranında Osküdar'la Bağdat arasın­ da telgraf trafiğine açıldı. Sultan Abdülmecid o ayın sonlanna doğru öldü. Ölümünden önce, yalnızca doğuda Bağdat'a, batı­ da ise Bükreş, Belgrad ve Viyana'ya varan hatlan değil, aynı zamanda Selanik'e varan hattı da görmüştü. Bir de, bir İngiliz firması olan Levanı Company, Çanakkale Boğazı'nı Sakız ve Girit adalarına ve İzmir Limanını da Sakız hattına bağlayacak

21

u 23

Tannkut, Türkiye Posta ve Telgraf. s . 559-560; Charles Issawi, The Economtc Htstory ofTurkey, 1800-1914 (Chlcago, 1980), s . 1 5 1 ; M. A. Blddulph, Report, Explanatory of a Map of the Telegraph Lines of the Ottoman Empire (Londra, 1860), s. 30, 1 6 Mart 1859 tarihli bir Hazine tutanağı. Halford L. Hoskins, Brltish Routes to India (New York, 1928). Biddulph, Report, 1860, s. 17, talimatlann metnini vertr. 201

s.

400.

O S M A N L l -T Ü R K T A R i H i ( 1 77 4 - 1 9 2 3 )

bir kablo döşemek için izin almıştı.24 Fakat Ç anakkale-İsken­ deriye hattı üç denemede de başarısız oldu. 2 5 Tahta 1 86 1 'de geçen Sultan Abdülaziz'in saltanatının baş­ larında, en önemli Osmanlı başarısı, B ağdat'tan güneye, Basra ve Basra Körfezindeki Fao Limanına uzanan hattın bitirilmesi oldu. Burada İngilizler, Karaçi'den başlayıp Hint Okyanusu­ nu geçerek Basra Körfezini kat etmiş olan bir kabloyu karaya bağladılar. Böylece, 1 865'in Ocak ayında, Londra ve Hindistan arasındaki telgraf iletişimi, Osmanlı topraklan üzerinden sağ­ lanmış oldu. 1 864 tarihli bir Osmanlı-İngiliz antlaşmasıyla, Fao'da 55 kişinin çalıştığı İngiliz şubesine sahip ikili bir is­ tasyon ve Fao'dan İstanbul'a, yalnızca Hindistan mesajlarına ayrılmış bir tel sağlandı. Babıali aynı zamanda, bu hat üzerin­ deki önemli telgraf istasyonlarında İngilizce bilen memurların bulundurulmasını da kabul etti.26 Abdülaziz'in ( 1 86 1 - 1 876) ve Sultan Abdülhamid'in ( 1 8761 909) saltanatı boyunca Osmanlı telgraf şebekesinin büyümesi devam etti. Anadolu'da yan hatlar tesis edildi, Anadolu'dan gü­ neye, Suriye üzerinden Mısır ve Arabistan'a uzanan bir hat dö­ şendi, Karadeniz üzerinden bir kablo bağlantısıyla Odessa'da Rus şebekesine bağlanıldı ve Balkanlar'da yeni kentler eklen­ di. İngiliz girişimciler Osmanlı İmparatorluğunun çevresinde, biri Malta'dan İskenderiye'ye, bir diğeri Süveyş'ten Kızıldeniz boyunca inerek, okyanusu geçip Hindistan'a varan denizaltı kabloları döşemeyi sürdürdü. Bu tür girişimler farklı zaman24

Tannkut, Türkiye Posta ve Telgraf, s. 595-602, Anadolu'da, Irak ve Suriye içlerinde ve Selanik'te telgraflıanelerin -bazıları 1 86 1 'den sonra- açılışını kutlayan birçok telgrafı basmıştır; Biddulph, Re­

25

26

port, 1 860, s. 5, 7, 9, 1 3 - 1 4; Newall, Observations, s. 47 ve harita; J.G. Lorimer, Gazetteer of the Persian Gulf, Omiın, and Central Arabia (Kalküta, 1 9 1 5), l . kısım 2: 240 1 -2402. Newall, Observations, s. 7 - 1 2, 3 1 ; "Correspondence Respecting the Dardanelles-Alexandria Telegraph ( 1 859- 1 8 6 1 )," İngiltere, Avam Ka­ marası, Sessional Papers, 1 863, cilt 73, Cmd. 3 1 62. Convention Between Her Majesty and the Sultan, for the Establish­ ment of Telegraphic Communications Between India and the Otto­ man Territory .. . 3 September 1 864; İngiltere, Avam Kamarası, Ses­ sional Papers, 1 865, cilt 57, Cmd. 343 1 ; Lorrimer, Gazetteer, l . kısım 2:2402-2414. 202

OSMANLI IMPARATORLU(°; U ' N DA ELEKTRiKLi TELGRAFIN KURULMASI

larda başarılı da oldu, başarısızlığa da uğradı. İngilizler aynca Hindistan'dan, İran üzerinden geçerek Avrupa'ya giden bir sis­ tem döşedi; bu, Osmanlı sistemine, Bağdat yakınlarındaki bir sınır noktasında bağlanıyordu27 Büyüme oranı 1 850'lerde ve 1 860'larda en yüksek değerindeydi. Toplam hat kilometresi ra­ kamları tam olarak karşılaştırılamaz, çünkü Osmanlı İmpara­ torluğu 1 878'de, 1 88 1 'de, 1 908'de ve 1 9 1 3'te küçülüyordu. Fakat gene de bir fikir verebilir: 1 863'te 6490 kilometre hat, 1 866'da 1 3.750 kilometre, 1 869'da 25. 137 kilometre ve 1 904'te 36.640 kilometre.28 Döşenen telin kilometresi belki de bunun iki katı­ dır, çünkü bazı direkler iki, hatta üç tel taşıyordu. 1 9 14'e gelin­ diğinde, İmparatorlukta yılda 5.500.000 telgraf çekiliyordu. 29 Telgraf, Osmanlı'nın gündelik yaşamına girmişti. Uzaklarda kaybolan telgraf direkleri artık yabancı bir manzara olmaktan çıkmıştı. Gezginler de bunlan fark ediyordu. Amerikan Dışiş­ leri Bakanı William H. Seward'ın yeğeni, 1 87 1 'de trenle Süveyş Kanalı üzerindeki İsmailiye'den Kahire'ye yolculuk ederken üç kez telgraf tellerini gördüğünü not etmişti: Mısır hattı, Avru­ pa-Hindistan hattı ve Süveyş hattı.30 Amerikalı başka bir gez-

28

Lorimer, Gazetteer, l . kısım 2:2400-2424; New Intemational Ency­ clopaedia (New York, 1 904), cilt 1 9, "Telegraphy;• "Convention Bet­ ween Her Majesty and the Sultan for the Establishment of a Teleg­ raphic Cable Between Malta and Alexandria . . . April 2 1 , 1 86 1 ." İngil­ tere, Avam Kamarası, Sessional Papers, 1 86 1 , cilt 62, Cmd. 2856. 1 863 ve 1 866 rakam.lan, Agaton Efendi'nin Hakayık-ül-Vekayi'nin 27 Ramazan ve 4 Şevval 1 288 ( I O ve 1 7 Aralık 1 8 7 1 ) tarihli 434. ve 437. sayılannda yayımlanan bir raporundan alınmıştır. Aynı gazete, 1 869 rakamlannı vermektedir, bunlara kuşkusuz, Mısır rakamlan dahil değildir. Gazeteye atıflar, Tannlrut, Türkiye Posta ve Telgraf. s. 614-615'tedir. 1 904 ra.kamlan için, George Young, Corps de droit ot­

toman (Oxford, 1 905- 1 906), 4:345. Stanford ve Ezel Shaw, History of the Ottoman Empire and Modem Turlcey (Cambridge, 1 976- 1 977), 2:228. resmi yayınlan kaynak göstererek. diğerleriyle pek tutarlı ol­ mamakla birlikte, 1 882 için 23.380 kilometre, 1 904 için ise 49. 7 1 6 kilometre rakamlannı verir. Eliot G. Mears, Modem Turkey (New York, 1 924), s. 232. Olive Risley Seward, WiUiam H. Seward 's Travels Arou.nd the World (New York, 1 873), s. 528, 530. Dediğine göre Mısır'da.ki tüm direkler Tuna kıyısında.ki ormanlardan getirilmişti. 203

O S M A N L l - T Ü R K TA R i H i 1 1 77 4 - 1 9 2 3 1

gin, 1 868'de kutsal topraklan gezen Kentucky'li bir farmason, Yafa kumsallanna yaptığı bir ziyaret hakkındaki yazısında, "Güneye doğru küçülerek göz alabildiğine uzaklaşan telgraf direkleri, memleket özlemiyle kalbimde çarpıntıya neden oldu" demişti. 31 Osmanlı telgraf sisteminin ne kadar verimli çalıştığı konusundaki değerlendirmeler, gözlemciye ve dönemine göre farklıdır. İngiliz bir telgraf mühendisi ve Bağdat'taki İngiliz konsolosu, bu kentten İstanbul'a uzanan tüm hattı, 1 860- 6 1 kışında, yeni işletmeye alındığında incelemiş, "orta karar ve­ rimli" olduğunu bildirmiş, ama bazı düzeltmeler önermişti. Bunu aktaran Sir Henry Rawlinson, aynı zamanda hattın "tüm yol boyunca çalışır ve verimli bir durumda" olduğunu bildir­ mişti. 32 Ancak Avusturya telgraflannın genel müdürü, Osmanlı telgraflarının 1 860 yılında "anarşik bir durumda" olduğunu düşünüyordu. Bu duyguyu aktaran Yarbay Biddulph, Osmanlı uyruklu çalışanlann uzmanlığı ve işe bağlılığı ile kopmala­ nn hemen onanlmamasıyla sonuçlanan bakım kusurlan ko­ nusundaki şikayetleri de eklemişti.33 Kopmalar, hizmette dü­ zensizliklere neden oluyor ve -yavaş ya da kanşmış iletişim şeklindeki- verimsizlikler kadar rahatsız edici olabiliyordu.34 Osmanlı sisteminden şikayetleri yinelenip duruyordu.35 Muh­ temelen Osmanlı operatörler bazen yerel telgraflara öncelik veriyor ve İngilizce bilgileri her zaman yeterli olamıyordu. Yi­ ne de Osmanlı sisteminin verimliliği yükseldi, yabancılar da sık sık Osmanlı telgraf memurlarının yeteneklerini ve yardım31

Robert Morris, Freemasonry tn the Holy Land (LaGrange, Ky. , 1868), 8.

32

33

263.

H.C. Rawlinson, Notes on the Direct Overland Telegraph from Cons­ tanttnople to Kurracht (Londra, 1 86 1 ) , l!I. 5-6. Biddulph, Report, 1 860, s. 6-6; aynca bkz. Report 1 856, s. 5. Bid­ dulph, Osmanlı telgraf idaresiyle tartışmış ve işine son verilmişti,

34

bu da görüşlerini yönlendirmiş olabilir. İngilizlerin Londra-Hindistan iletişimi konusunda tüm Biddulph,

Report, 1860, s. 5-6; aynca bkz. Report 1856, s. 5. Biddulph, Osmanlı telgraf idaresiyle tartışmış ve işine son verilmişti, bu da görüşleri­ ni yönlendirmiş olablllr. Bunlann birçoğu Lorimer tarafından toparlanmıştır, Gazetteer, s. 241 9 -2420, 2422. 204

OSMANLI IMPARATORLUÔ U ' N DA E LEKTRiKLi TELGRAFIN KURULMASI

severliklerini fark etmeye başladı. 1 875 Temmuzunda, Mersin Limanında gemi bekleyen bir İngiliz gezgin, günlüğüne şunlan yazmıştı: "Sabah, İngiltere'ye bir telgraf gönderdim. Konya hattı, devlet mesajlan yüzünden meşguldü; ama genç bir Rum olan telgrafhane şefi, incelik gösterip telgrafımı, derhal iletmesi ri­ casıyla Diyarbakır'daki bir arkadaşına gönderdi. Ben hıila ofis­ te beklerken, mesajın salimen alındığını ve derhal Beyoğlu'na gönderildiğini bildiren yanıt geldi. "İngilizce olan telgraf, böylece Kilikya 'dan Mezopotamya 'nın sınırlanna, oradan da İstanbul yoluyla İngiltere'ye gönderildi. Aynı günün öğleden sonrası da hedefine ulaştı."36 Osmanlı sistemi, verimsiz olduğu kadar, verimli de olabi­ liyordu. Osmanlı İmparatorluğunda telgrafa karşı tavırlar kanşıktı. Hatlann o kadar hızlı yayılması, birçok Osmanlı uyruğunun onayının alındığını, birçoğunun da hiç olmazsa kayıtsız kaldı­ ğını düşündürüyor. Ancak karşı çıkanlar vardı. Bunlann bazı­ lan yönetimde görevliydi. Smith ve Hamlin, Beylerbeyi'nde üst düzey görevliler için düzenlenen ikinci gösteriyi gerçekleştir­ diklerinde, Smith yalnızca bir tek telgraf gönderdi. Daha son­ ralan Hamlin, "ikinci bir telgrafa gerek kalmamıştı Allah'tan" diye yazacaktı, "çünkü daha sonra tellerden birinin kopanl­ dığını fark ettik ve bunun telgrafın kurulmasını istemeyen birinin kötülüğü sonucu olduğundan kuvvetle kuşkulanmış­ tık." Sultan Abdülmecid'in arzuladığı İstanbul-Edirne hattı­ nın hemen inşa edil.memesi konusunda Hamlin'in açıklaması şöyleydi: "Paşalar buna karşı birleşmişti. Gevezenin birinin, ülkenin içlerindeyken, her yaptıklannı günü gününe bildirme­ sini istemiyorlardı.n37 Yorumu Batılılara özgü geleneksel bir düşünce olabilirdi ama herhalde doğruydu. Sıradan insanlar arasında, telgraf hakkında genellikle boş inançlara ve yanlış bilgilendirmeye dayanan görüşler egemendi; bazılan bunu bir tür sihir sanıyordu. 1 864'te Samsun'la Amasya arasındaki 36

37

E.J. Davis, Life in the Asiatic Turkey (Londra, 1 879), s. 47 1 -472, 3 1 Temmuz.

Hamlin, Among the Turks, s. 192, 194. 205

O S M A N Ll-T Ü R K TA R i H i ( I 77 A - 1 9 2 3 )

hattı döşeyen Türk mühendisler, tellerin direklere ıslak olarak bağlanması gerektiğine inamyor, bu yüzden de telleri çamurlu su birikintilerine batınyorlardı.38 Bildirildiğine göre, telgraf­ hanenin kentin dışında olduğu Edirne'de halk, tellerin kente girmesini istememişti, çünkü bunların yıldınmı da ileteceğin­ den korkuyorlardı.39 Telgrafa karşı birtakım muhafazakar dinsel karşıtlık da ol­ muştu. Bazen çok sert eleştiriler yapan Sir Charles Eliot, ulema arasında, "Şeytanın sesini bir yerden başka bir yere ileten bir araç olduğu için, telgraf tellerinin bir camiye ne kadar yakla­ şabileceğini tartışanların bulunduğunu" söylemişti.40 1 880'ler­ de ya da 1 890'larda, yüksek olasılıkla ulemadan olmayan bir Osmanlı din adamı tarafından yayımlanmış taşbaskı bir ki­ tapçıkta, aralarında telgrafın da bulunduğu bir dizi teknolojik yenilik mahküm ediliyordu. Ona bakılırsa bu buluş Tanrı'nın bir ürünüydü ama inançsızlar tarafından günahkarları yoldan çıkarmak için kullanılıyordu.41 Ancak hepsi de isimsiz böylesi sesler, iyi Müslümanların tümünü temsil etmiyordu. 1 9 . yüzyıldaki ulemanın birçok üye­ si, yeni bilginin ve Avrupa biliminin yayılmasım destekliyor­ du.42 1 855'te Edirne telgrafbanesinin açılış törenlerinde ulema önemli bir yer almıştı.43 Kuşkusuz, başka yerlerde de böyle ol38

39 40 41

Henry J. Van Lennep, Travels in Little-Known Parts of Asia Minör (Londra, 1 870), 1 :85. Tannkut, Türkiye Posta ve Telgraf. s. 551 Odysseus [Charles Eliot), Thrkey in Europe (Londra, 1 900), s. 99. Rudolph Peters, "Religious Attitudes Toward Modernization in the Ottoman Empire: A nineteenth century pious text on steamships, factories and the telegraph." Die Welt des Islams N. S. 26 ( 1 986): 76105.

43

Ekmeleddin thsanoğlu, "Some Critical Notes on the Introduction of Modern Sciences to the Ottoman State and the Relation Between Science and Religion up to the End of the Nineteenth Century." s. 235-251 , J.-L. Bacque-Grammont ve Emeri van Donzel, ed., Comite Intemational d'Etudes pre- Ottomanes et Ottomanes, VI Sympo­ sium, Cambridge, l rst-4th July 1 984 (İstanbul, 1 987); aynı zaman­ da, thsanoğlu, Osmanlı nmi ve Mesleki Cemiyetleri (İstanbul, 1 987), hepsi, özellikle de s. 1 7 - 1 8. Tannkut, Türkiye Posta ve Telgraf, s. 552-553. 206

OSMANLI IMPARATORLUc:';U'NDA ELEKTRiKLi TELGRAFIN KURULMASI

muştu. Zanzibarlı Müslüman bir tüccar, yolculuk anılannda Osmanlı İmparatorluğundaki telgraftan, özellikle de Süveyş Kanalı'nda gemilerin, çarpışmalan önlemek amacıyla telgra­ fı kullanmasından defalarca övgüyle söz etmişti.44 Şamlı bir Arap, yüzyılın sonlanna doğru, Mekke'ye hacca giden Müs­ lümanlar için telgrafın bir lütuf olduğunu yazmıştı: "Sultan hazretleri (Tann onu korusun ve muzaffer etsini tüm hacılara bir lütuf ihsan etmiş ve Şam'la Mekke arasına bir telgraf hattı kurdurmuştur. Bunun sayesinde, artık başka postaneye gerek kalmamıştır. Artık, yol üzerinde telgrafhane olan herhangi bir yerde hacılar, ailelerini haberdar edebilir ve aileleri de anla­ n haberdar edebilir ya da onun hakkında haber alabilir. Tan­ n efendimiz ve Sultanımız halife hazretlerini ödüllendirsin.

Aminl"45 Bu, telgrafı ve Hicaz demiryolunu bilinçli bir şekilde İmparatorluğun Arap bölgelerini İstanbul'a bağlamak ve İs­ lam bütünlüğünü sağlamak için kullanan Sultan iL Abdülha­ mid zamanındaydı. Telgraf lehine başlardaki en güçlü seslerden biri de 1 863'te, Osmanlı yönetiminde birçok önemli görevde bulunmuş olan Münif Efendi'den (sonralan Paşa) çıkmıştı. Münif Efendi 1 9 . yüzyıl sonlannın gerçek İstanbul entelektüellerinden biriydi. Dört başı mamur bir İslam öğrenimi almıştı; buna ek olarak da, Berlin'deki Osmanlı diplomatik misyonunda elçilik sek­ reteri olarak görevliyken, Berlin Üniversitesinde kısa bir sü­ re okumuştu. Çok okurdu. Batının yenilikleriyle çok ilgilenen Münif Efendi, Cemiyet-i tlmiye-i Osmaniye'nin ve dergisi olan

Mecmua-i Fünun'un kuruculanndandı. Bu derginin ilk yılında Münif Efendi, "Telgrafın Tarihi" başlıklı bir makale yayımla­ dı.46 Burada, Münif Efendi elektrik öncesi telgraflann tarihini ..

••

Al Sayyidd Humud bu Ahmad ibn Sayf al-bu Saidi, Rihhat, çevi­ ren ve yayımlayan Jacob Landau, J.-L. Bacque-Grammont ve Paul Dumont, ed., Economie et societes dans I'Empire ottoman içinde (Paris, 1983), s. 9 1 , 97, 1 0 1 , 103. Jacob Landau, The Hejaz Railway and the Muslim Pilgrimage (Det­ rolt, 1971), s. 97, Muhammad Arif al-Munir'un bir elyazmasının çe­ virisi. Münif Efendi, "Tarih-i Telgraf." Mecmua-i Fünun, l, no. ı ı (Zilkade 1 279): 448-459. 207

O S M A N L l- T Ü R K T A R i H i ( 1 7 7 4- 1 9 2 3 )

Homeros dönemine kadar götürür, arkasından da geçmiş yüz yıldaki elektrik ve telgraf konusundaki buluşları tarif eder. İl­ ginçtir, Samuel B.F. Morse'tan, makinesinden ve kodlarından hiç söz etmez. İngiltere adalarındaki denizaltı kablolarının başarılarını, 1 858'de döşenen Atlantik kablosundaki iki başa­ rısızlığı, başarılı olan üçüncü denemeyi, Başkan Buchanan ve Kraliçe Victoria arasıdaki ilk mesaj alışverişini ve sonrasında hattın gene geçici bir süre için kopuşunu, biraz da dramatik bir üslupla anlatarak bitirir. Bir tarih yazısından başka, Münif Efendi'nin yazısı bir halkla ilişkiler çalışmasıdır - insanlığa yararlı bir araç olarak telgrafın güçlü bir savunması. Münif Efendi, telgrafın hızını ve kolaylığını över. Hükümetler, bölgelerindeki olaylar hakkın­ da anında haber alabilir, der; uzun konuşmaların ve belgele­ rin hızla gönderilebileceğini söyler ve örnekler verir; telgraf, demiryolları ve jandarma için çok yararlı olabilir, der ve ge­ ne örnekler verir; bir hasta başka bir kentteki ünlü bir dok­ tora başvurabilir ve telle derhal bir reçete alabilir! Amerika ve İngiltere'de, diye sürdürür Münif Efendi sözlerini, elli ya da altmış saat uzaklıktaki satranç meraklıları, telgraf aracılı­ ğıyla oynayabilmişlerdir. Kuşkusuz, tüm örnekleri Amerika ve Avrupa'dandır; yenilikleri iyi izlemiştir. Münif Efendi, dokuz yıl önceki başlangıcından beri telgrafın Osmanlı İmparatorlu­ ğundaki gelişmesi hakkında hiçbir şey söylemez ama kuşku­ suz, bu konuda bilgilidir. İstanbul'da yaşayan ve Paris, Londra ya da Bağdat'takilerle -bunların her biri artık telgraf hattıyla İstanbul'a bağlanmıştı- iş yapmak isteyen birisi hakkında ha­ yali bir örnek verir. Münif Efendi, birbirinden uzak yerlerdeki iki işadamının, dakikada 1 20 harf hızıyla görüşebildiklerini söylüyordu. Aynı fikirde olan kişilere vaaz veriyor gibi de ola­ bilirdi, çünkü dergisinin okuyucuları da onun gibi kişilerdi. Ama makale, Münif Efendi'nin bir davayı savunduğu izlenimi­ ni veriyordu, çünkü elektrikli telgrafın bir tehdit değil, bir lü­ tuf olduğu konusunda ikna edilmesi gereken önemli, okumuş kişiler olabilirdi. Elektrikli telgrafın Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki etki­ si, onaylama ya da onaylamama tavırlarının çok ötesine gider.

208

OSMANll IMPARATORLUCiU' N OA ELEKTRiKLi TELGRAF I N KURULMASI

Osmanlı toplumuna sokulan bu Batılı yenilik, yaşamın birçok yönünü etkileyen dalgalanmalara neden olmuştur. Bunların birincisi, doğaldır ki, yönetimdi. Başlangıçtan beri telgraf Os­ manlı yönetiminin bir parçasıydı; Ege Bölgesi'nde bir denizal­ tı kablosu işletmesine izin verilen bir İngiliz şirketi dışında, yönetimin sahip olduğu bir tekeldi. Birkaç kişiyle başlayan bir bürokrasi, yirmi yılda binlerce kişiye ulaştı. Başlangıçta, daha önce de sözü edilmiş olan altı üst düzey memur ve subaydan oluşan ve 1 854'te bir Osmanlı telgraf sistemi kurmaya karar veren görev gücü vardı. Anlaşıldığı kadarıyla bunu, 1 856'da, çoğunluğu Hariciye Nezaretinden olmak üzere hepsi sivil me­ murlardan oluşan daha sürekli bir telgraf komisyonu izledi.47 Komisyon üyelerinden biri de telgraf genel müdürüydü, çünkü 1 855'te Telgraf Genel Müdürlüğü kurulmuştu. tık genel mü­ dür olan Billurizade Mehmed Efendi, 29 Mart 1 855'te atandı. Yönetimdeki görevine Tercüme Odası'nda başlamış, sonra da birçok kez Sadrazam ve Hariciye Nazırı olan Ali Paşa'ya bağ­ lanmıştı.48 Genel müdür, ilk yıllarda, Divan'da birçok idare ve arşiv birimini denetleyen beylikçiye bağlıydı. Ancak 1871 'de, 1 840'tan kalma eski posta servisi, genç telgraf servisiyle birle­ şip o zamandan başlayarak her iki operasyonu da yöneten bir Posta ve Telgraf Nezaretine bağlandı.49 Telgraf Genel Müdürlüğünün yönetimindeki ilk yıllarda, telgrafhanelerin sayısı hızla arttı. 1 863'te 52 büro çalışıyor­ du, 1 866'da 135 ve 1 8 69'da 320 olmuşlardı. Bunlardan 1 03'ü Anadolu'da, 143'ü Avrupa vilayetlerinde, 50'si NArabistannda (herhalde Suriye, Irak ve Arap yarımadası) ve 5 adedi de Trab­ lusgarp ve Ege adalarında bulunuyordu. Bu hesaba göre İs-

49

Tann kut, Türkiye Posta ve Telgraf, s. 578, komisyon üyelerince im­ zalanıp mühürlenmiş 23 Ramazan 1 272 (28 Mayıs 1856) tarihli bir mazbata verir A.g.e., s. 564-566, 632, 705-706. A.g.e., s. 205, 632. Beylikçi üzerine bkz. Carter V. Findley, Bureauc­ ratic Reform in the Ottoman Empire: The Sublime Porte, 1 789-1 922 (Princeton, 1 980), indeks. Posta ve Telgraf Nafia Nezaretine [İmar ve İskan Bakanlığının Osmanlı Devletindeki karşılığı) bağlanmıştı: Shaw & Shaw, History, 2:74, 1 20. 209

O S M A N Ll - T Ü R K TA R i H i ( 1 774- 1 9 2 3 )

tanbul v e civarına d a 1 9 tane kalıyordu.50 1 87 1 'de, başkentte üç ana telgraf bürosu vardı: Beyoğlu (Pera), İstanbul (hep Der­ saadet olarak bilindi) ve Üsküdar. Posta ve telgraf hizmetle­ rinin birleştirildiği sıralarda Beyoğlu ofisinde, tümü uFransız iletişim memuru" olarak tanımlanmış 60 memur ve 1 teknis­ yen vardı; Dersaadet ofisinde Türkçe iletişim için 23, Fransızca için de 4 memur vardı; Üsküdar'da ise Türkçe için 27 memur, bir Fransızca uzmanı için boş kadro ve bir teknisyen vardı. Be­ yoğlu ofisinin çalışanlan, yalnızca İstanbul'un Avrupalılaşmış bu semtinin halkının doğasını değil, telgraf trafiğinin önemli yoğunluğu hakkında da bir fikir verebilir. !stanbul'daki diğer ofisler, Galata, Kadıköy, Adalar ve herhalde diğer semtlerde bulunuyordu.51 İlk hattın döşenmesinden yalnızca on beş yıl sonra, 1 869'da tüm Osmanlı sisteminde 3607 kişi çalışıyordu, bunlann 1 32'si "yüksek memur" 1 992'si telgraf istasyonu gö­ revlisi ve 1 483'ü de hat muhafızı, hizmetli, ulak ve benzerleriy­ di.52 Yeni bürokrasi çok kağıt üretmişti, genellikle hem Fransız­ ca hem de Türkçe antetli yeni formlardı bunlar. Aynı zamanda, ilk günlerde kollannda rütbeyi belirten, gümüş şeritleri olan siyah yünlü üniformalar da ortaya çıktı.53 Telgraf ofislerinin çoğalmasının, İstanbul'daki ilk ofisle başlayarak mimariye de bir etkisi oldu. Bu, Babıali yakınlann­ da, o zamanlar Soğuk Çeşme olarak bilinen, Topkapı Sarayının dış duvannı çevreleyen sokaktaydı. Bugün de bala Bıibıali'nin karşısındaki duvardan çıkan Alay Köşkü yakınlannda bir yer, sadrazam ve sultan tarafından telgraf ofisi olarak onaylandı. 50

51

52

63

Tannkut, Türkiye Posta ve Telgraf. s. 539, 6 14-61 5 . Toplam ve dağı­ lım farklı kaynaklardan alınmadır, bu yüzden de sayılar tam anla­ mıyla tutarlı olmayabilir. İstasyonlar sancaklara göre, s. 539-546'da verilmiştir. Mısır ve Tunus dahil değildir. A.g.e., s. 2 14-2 1 8. Antonii, Putevoditel' po Kostantinopoliu (Odessa, 1 884), s. 248, İstanbul'daki telgraf ofislerini sokak adresleriyle verir. Tannkut, Türkiye Posta ve Telgraf. s. 6 1 5. Toplam 2507 memur sa­ yısı verir ki, eğer sıraladığı üç kategorinin toplamını alırsanız, bu sayı yanlıştır. Daha aynntıh iş sınıflandırması s. 259, 267-268'de verilen ücret kategorilerinden çıkartılabilir. A.g.e., s. 605-607, 639-64 1 . Birçok form İstanbul'daki Dışişleri Ba­ kanlığı Arşivinden ve B aşbakanlık Arşivinden bulunabilir. 210

OSMANLI IMPARATORLUGU'NDA ELEKTRiKLi TELGRAFIN KURULMASI

Önceleri eski duvarın burçlarından biriydi. Belli bir üne sahip ve İstanbul'da çalışmakta olan Giuseppe Fossati -"küçük" Fos­ sati, daha iyi tanınan Gaspare Fossati'nin küçük kardeşi- tu­ tuldu. Bina için çizdiği plan, yakın bir zamanda İsviçre'deki ai­ le arşivinde bulunmuştur. Fossati, duvara bitişik olarak resmi Avrupa tarzında mütevazı bir bina inşa etti. Sonralan üçüncü bir kat çıkıldı ve imparatorluk izniyle Alay Köşkü de ofislere eklendi. Ofis genişledikçe, sokağın diğer tarafındaki eski aske­ ri hazırlık okuluna ve son olarak da ha.la işgal ettiği, Yeni C ami ve Galata Köprüsü yakınlarındaki büyük, geç Osmanlı tarzın­ daki posta telgraf ofisine taşındı. 54 İstanbul binalarının hepsi, aynı zamanda merkezi idari birimleri de içermekteydi. Beyoğlu ofisi ise, Tepebaşı olarak bilinen semtte, Avrupa­ lı yolcuların kaldığı, en ünlüleri Pera Palas olan otellerin bu­ lunduğu (adı daha sonralan Meşrutiyet Caddesi olan) sokak­ ta, küçük, kiralık bir binada başladı. Kısa sürede daha geniş bir yere gereksinim duyuldu. Sonunda ama yalnızca l 908'deki Jön Türk devriminden sonra, 1 874'te o zamanlar Grand Rue de Pera olarak bilinen cadde (şimdiki İstiklal C addesi) üzerinde, Galatasaray Lisesi karşısında bir Rum tarafından yaptırılan malikaneyi devraldı. Burada, mermerlerin, pahalı ahşapların ve bir İtalyan sanatçıya yaptırılan duvar resimlerinin arasın­ da, Osmanlı telgraf idaresi ilk iki kata yerleşti, üst iki kata da Eastern Cable Company (Doğu Kablo Şirketi) ve bir Alman kab­ lo şirketi yerleşti.55 Taşra ofisleri de her türden binaya yerleşti ama yenileri inşa edilirken, Bursa'da tanınmış bir entelektüel ve halka büyük hizmetler yapmış olan Ahmed Vefik Paşa'nın 1 879 dolaylarında yaptırdığı bina örnek alındı. İki katlı, kare şeklindeki bina, daha çok Osmanlılaştınlmış Fransız tarzında bir banliyö villasına benziyordu ve hem postaneyi hem de telg­ rafhaneyi banndınyordu.56 ..

••

116

Eyice, "tik Telgrafhane,• s. 6 1 -72; Tannkut, Türkiye Posta ve Telgraf. s. 55 1 , 6 1 0, 6 1 2-6 1 3 Tannkut, Türkiye Posta ve Telgraf. s . 492-493, Beyoğlu ofisinin eski müdür yardımcısı Mehmed Ali Bey'in sözlerini aktanyor, Posta ve Telgraf Mecmuası, na. 1 76 (Kanunuevvel 1 33 1). Beatrice St. Laurent, "Transition ta Modernity: The Urban Transfor2ll

O S M A N L l - T Ü R K TA R i H i j 1 7 7 4 - 1 9 2 3 )

Elektrikli telgrafın gelişi, Osmanlı yönetimini, Osmanlı telgrafçılar yetiştirmek ve yabancılara bağımlılığa son vermek amacıyla teknik eğitime yöneltti. tık adım ithal Fransız tek­ nisyenlerin yanında işbaşı eğitimiydi. Daha önce sözü edilen Mustafa ve Vuliç Efendi, ilklerdendi; Tercüme Odası'ndan ge­ liyor ve Fransızca biliyorlardı. Genellikle Tercüme Odası'ndan gelen birçok öğrenci bunlan izledi. Yıl 1 855-56'ydı. Sonra, he­ men ileriki yıllarda, "telgraf mandallama" dersleri İstanbul'da­ ki merkezde verilmeye başlandı. 1 86 l 'de, sabah derslerden, öğ­ leden sonra da uygulamadan oluşan iki yıllık düzenli bir okul olan Fünun-i Telgrafiye Mektebi kuruldu. Okulu düzenleyen tüzük, ofis işleri ve telgrafla elektriğin bilimsel yanlannı da içeren çok pratik bir ders programı öngörmüştü. Okulun kesin­ tili bir yaşamı oldu; en azından üç kez kapatılıp yeniden açıldı ama son açılmasında 1. Dünya Savaşını geçirip C umhuriyet dö­ nemine kadar yaşadı. Aralardan birinde, Mekteb-i Sultani'de (sonradan Galatasaray Lisesine dönüşmüştür) ve fakir çocuk­ larla yetimlerin üst düzeyde eğitim aldıkları Darüşşafaka'da telgraf dersleri kondu. Galatasaray'daki derslere kısa sürede son verildi ama Darüşşafaka mezunlan uzun seneler, yüksek rütbeler de içinde olmak üzere, telgraf sisteminde görev aldı­ lar. Nezaretin telgraf bilimleri bölümünün başındaki Fransız Emile Lacoine burada ders verdi ve öğrenciler için bir ders kitabı yazdı.57 Öğrencilerin bazılan için eğitimlerinin güzergahı, Paris'te­ ki yüksek telgrafçılık okulu oldu. 1 883- 1 89 1 yıllan arasında, Darüşşafaka mezunlarından, yılda bir ya da iki, aynı zamanda nezaret memuru da olan öğrenci buraya gönderiliyordu. Ancak 1 892 yılında bazıları, kuşkusuz, Jön Türklerle ilgili birtakım

57

mation of Bursa, 1838- 1908." SUNY Binghamton, 8 Ekim 1988 için­ de yer alan fotoğraf. Ergin, Maarif Tarihi, 2: 621 -625; Yazıcı, "Dil Konusu," s. 753-754; Yazıcı, "Telgraf Fabrikası." s. 70, no. 4; Tannkut, 7ürkiye Posta ve Telgraf, s. 570- 573- 1 9 Cemaziülahir 1 277 tarihli (2 Ocak 1861) tü­ zük, Düstur, 1. basım (İstanbul. 1 289- 1290), 2:366-367 içindedir; Tannkut bunu yeni harflerle yayımlamıştır, s. 571 . Emile Lacoine, Türkçe'de farklı şekillerde yazılmıştır, bazen de Cemil Lekovan ola­ rak ortaya çıkar. 212

OSMANLI IMPARATORLUÔU' NOA E LEKTRiKLi TELGRAFIN KURULMASI

gösterilere katıldığı için, Paris'te olanlann hepsi geri çağınldı. Sultan il. Abdülhamid, uzaktan yakından siyasal ajitasyon ve muhalefet kokan her konuda olağanüstü duyarlıydı. Daha son­ ra, Paris'e hiçbir telgraf öğrencisi gönderilmedi.sa Fakat yurt­ dışında olmadan da, telgraf eğitimi programı, yerli memurlar yetiştirilmesi açısından başanlı olmuştur. Osmanlı sistemin­ de çalışan yabancılann sayısı, başlangıçta çok yüksekti, 1 87 1 sonrasında ise çok aza inmiştir. Nasıl, yeni telgraf operatör ve yöneticileri yetiştirmek için teknik eğitim gerekliyse, telgraf aletleri için de bir onanm atölyesi gerekiyordu. Bu nedenle Osmanlı yönetimi, sonunda küçük bir fabrikaya dönüşecek olan yeni bir girişim başlattı. Başlangıçta, bakım ve onanm işlerini yabancı uzmanlar ger­ çekleştiriyordu. Ancak daha 1 859'da, Varna'daki telgrafhane­ de çalışan bir görevli olan Mikail Efendi, bir telgraf makinesi imal ederek başanyla çalıştırdı. Gene Varna'dan usta makinist olan bir meslektaşı Besim Efendi, 1 86 1 'de başka bir makine imal etti. Ne var ki, 1 869 yılına kadar, Osmanlı telgraf siste­ minde kullanılan tüm makineler ithal ediliyordu. Bilinmeyen bir tarihte, İstanbul'da bir onanm atölyesi kuruldu. Başlangıç­ ta, bu iş için en uygun kişiler olarak saatçiler ve saatçi çırakla­ n çalıştınldı. 1 869'da onanm atölyesi küçük bir imalathaneye dönüştü ve anlatıldığına göre, iki ayda yüz adet makine imal edildi. İmalathane, İstanbul telgrafhanesinin karşısındaki ah­ şap binada kurulmuştu. Terzihane olarak bilinen binada, Be­ sim Bey fabrika müdürüydü ve 1 87 1 'de yanında iki kişi çalı­ şıyordu. İki yıl sonra on bir çalışanı vardı, 1 9 1 5'te ise bu sayı yüzü geçmişti. Fabrika on yıl içinde üç kez taşınmak zorun­ da kaldı ama sonunda, 1 8 8 1 yılında, telgrafhanenin arkasın­ da, Saray duvanna bitişik bir binaya yerleşti. 1 9 1 8•e gelindi­ ğinde, fabrika beş bin telgraf makinesi ve birçok bataryayla yedek parça üretmişti. Her makine Osmanlı bütçesine, ithal maliyetleriyle karşılaştınlırsa, ciddi bir katkıda bulunuyordu. Bu üretim Osmanlı İmparatorluğunun göze batmasına neden olmuş olmalıdır, çünkü fabrikada üretilen makineler 1 884'te

Ergin, MaartfTartht, 2: 623-624; Tannkut, Türkiye Posta ve Telgraf, s.

633. 213

O S M A N L l - T Ü R K T A R i H i ( 1 7 7 4- 1 9 2 3 1

Viyana'da, 1 893'te Chicago'da ve 1 9 l l 'de Torino'daki sergilerde sergilendi ve ödüller kazandı. Fabrika belli ki, iyi Osmanlı ma­ kine tamircileri yetiştirmiştir. 59 Makineleri İstanbul'un konforunda bakıp onarmak baş­ ka şeydi, tüm Balkanlar'a ve Anadolu'ya uzanan hatları ba­ kıp onarmak bambaşka bir şey. Hat bakımlarındaki zorluklar muazzamdı ve İngilizler düzenli olarak Osmanlıların bunu öğrenemediğinden, hizmetlerinin hat kopmaları ve başka ne­ denlerden dolayı, 1 904-5 yılında bile, sık sık aksadığından ve İstanbul-Fao hattının toplam 65 gün kapalı kaldığından şikayetçi oluyordu.60 Yalnızca iklim koşullarının doğurduğu zorluklar bile çok fazlaydı: Bir uçta, Basra Körfezinde sıcak, diğer uçta, Anadolu ve Balkanlar'da soğuk. 1 856 Şubatında Fransız hattı boyunca uRusçuk civarındaki çıplak arazide" yol alan Biddulph, utelin etrafında oluşan bir parmak kalınlığın­ daki buz nedeniyle yıkılmış bir buçuk kilometrelik bir hattın yanından geçtiğini" yazmıştı. uo zamanlar çok sert bir rüzgar esmekteydi. Korkunç bir soğuk vardı; ama Fransız gözetmen, hattı düzeltebilmek için iş başındaydı. "61 B akım bazen çok acı verici olabiliyordu. Başka yerlerde, insanlar da hatta zarar ve­ rebiliyordu. Güneydoğu'da, Diyarbakır ve Musul dolaylarında, daha güneyde de Irak'ta kural tanımaz Arap kabilelerden özel­ likle korkuluyordu. Musul'daki İngiliz konsolosunun bildir­ diğine göre, Bedeviler direkleri kışın yakmak amacıyla ya da çadır direği olarak kullanmak üzere sökebiliyordu.62 Kabileler aslında İran'da, Osmanlı İmparatorluğunda olduğundan daha da zararlıydı, ama zarar da ortadaydı. Arazi bazen hatlara ula­ şılmasını zorlaştırıyordu. Lacoine, uTürkiye, telgraf hatlarını kuran ama yol ve demiryolunun bilinmediği ilk ülkeydi" diye yazmıştı.63 Yalnızca biraz abartıyordu. Osmanlı İmparatorlu59

60 61 62 63

Yazıcı, "Telgraf Fabrikası,• s. 70-8 l ; Ergin, MaarifTarihi, 2:622; Tan­ nkut, Türkiye Posta ve Telgraf. s. 663,666. Lorimer, Gazetteer, l, kısım 2: 2422 Biddulph, Report, 1 856, s. 6. Biddulph, Report, 1 860, s. 3 1 -32. Emile Lacoine, "Elektriğin Memleketimizdeki Tatbikatı." Tercüman-ı Hakikat ve Servet-i Fünun (özel sayı, 1895), s. 38-40, Niyazi Berkes tarafından, The Development of Secularism in Turkey (Montreal, 1 964), s. 257'de a.ktanlmış. Berkes tam sayfalan vermez. 214

OSMANLI IMPARATORLUÔU ' N OA ELEKTRiKLi TELGRAFIN KURULMASI

ğunda birtakım. yollar vardı, demiryollan yavaş yavaş döşen­ meye başlıyordu. Fakat telgraf hatlannın çoğu araziden gidi­ yordu. Hat bakımı sorununun çözümü, hattın sürekli olarak her gün gözlenmesine dayanıyordu. Osmanlı telgraf idaresi, bu­ nu muhafızlar, gözcüler, onanmcılar ve süvarilerle, başlann­ da belli vilayetlerin sorumluluğu verilmiş olan müfettişlerle gerçekleştirmeye çalışıyordu. Hatlann sürekli bir şekilde göz­ lenmesi ve telgraf aletlerinin incelenmesi yönetmeliğe bağ­ lanmıştı; 1 876 yılında çıkanlan bir yasayla dağlık arazide her üç saatlik mesafeye, düz arazide her beş saatlik mesafeye ve demiryollan boyunca her sekiz saatlik mesafeye bir hat mu­ hafızı yerleştirilmesi öngörülüyordu. Bu, bazı Balkan hatlann­ da gerçekleştirilmiş olab ilir. İstanbul'dan Edime ve Şumnu'ya uzanan hat boyunca, elli dört muhafız kulübesi dikildi. Ama böylesi sıkı bir gözetimin Anadolu'da gerçekleştirilmiş olma olasılığı zayıftır. Musul'dan güneyde, Irak bölgesinde devlet, Arap, Kürt ve Türkmen kabilelerin, hatlarda devriye gezecek adam sağlamalannı buyurdu; kamplannın ya da köylerinin ci­ vanndaki hatlar zarar görmezse, onlara bir ödeme yapılacaktı. Önde gelen kabile önderlerine de "mütevazı bir ödeme" yapıla­ caktı ama Babıali garip bir uygulamayla bunu dağıtmak üzere Bağdat'taki İngiliz konsolosunu görevlendirmişti.64 Yine de hat tahrip oluyordu, bunun yalnızca hat müfettiş­ lerinin uymalan gereken aynntılı yönetmelikler hazırlanma­ sına değil, yeni yasalann çıkanlmasına ve ceza yasalannın sertleştirilmesine neden olduğu bir gerçekti. Tahripkarlık da­ ha 1 855'te, Edime-Şumnu arasındaki ilk Osmanlı hattı döşe­ nirken başlamıştı. Birileri bir miktar tel çalmış ve dolayısıyla hattın tamamlanıp hizmete açılmasını geciktirmişti: Osmanlı telgraflannın erken dönemlerini anlatan bir yazıda, uHükümet hatlara müdahale edenlerin sert bir şekilde cezalandınlacağı­ nı bildiren bir yönetmelik çıkartıp her tarafa bildirmişti" de64

Tann.kut, 1Urkiye Posta ve Telgraf. s. 266, 274, 577-578; Rawlinson, Notes, s. 8-9. Müfettişler için aynntılı talimatlar, tarihsiz, ama her halü karda 1 872 öncesi, Düstur, ı . basım, 2; 368-373 ve Tannkut, s. 636-638. 215

O S M A N L l-TÜ R K TAR i H i ( 1 7 7 4 - 1 9 2 3 )

niyordu.65 Böylece, ilk hat döşenir döşenmez, telgraf, Osmanlı ceza yasasına da girmişti. İki yıl içinde, Kının Savaşı sonrasında yasa hazırlamakla görevlendirilen yeni bir organ olan Tanzimat Meclisi tarafın­ dan, telgrafı korumak amacıyla üç maddelik bir yasa hazırlan­ mıştı. Yasa, telgraf direklerine, tellerine, yalıtkanlanna ya da aletlerine zarar verenler ya da herhangi bir şekilde iletişimin kesilmesine neden olanlar ya da bu yönde ayaklanma ve hare­ ketlere katılanlar hakkında çeşitli para ve hapis cezalan öngö­ rüyordu. 66 Yasa, hem dikkatsizlik, hem de kötü niyet durumlan için cezalar öngörmekteydi. Belki de zarann bir kısmına, gerici ve boş inançlı kişilerin ve belki de bazı yerlerde bazı kişilerin merkezi yönetim tarafından denetlenmeye olan tepkisinin ne­ den olduğu izlenimi de edinilmektedir. Yeni yasa harfi harfine, 1 858'de yürürlüğe giren Osmanlı Ceza Yasası'na dahil edildi.67 Yeni yasanın birçok yaptırımı, belki de çoğunluğu, Fransız ceza yasasından alınmıştı, bu yasa Batılılaşma yolundaki en büyük adımlardan biriydi. Telgraf hatlanna verilen zararlarla ilgili üç maddenin Fransız modeline değil, Osmanlılann de­ neyimlerine dayanması önemlidir. İlginçtir, telgraftan 1 867'de çıkarılan yeni yerel yönetim yasası olan Vilayet Yasası'nda söz edilmemektedir, çünkü bu yasada, yolların bakımıyla ilgili bir dizi madde vardır.68 Ancak telgraf, ertesi yıl demiryollannın güvenliği konusunda kabul edilen genel yönetmeliklerde ge­ çer: uKim ki demiryolunu bilerek tahrip eder ya da zarar verir. . . ya d a herhangi bir yoldan . . . demiryolu istasyonları arasındaki telgraf iletişiminin kesintiye uğramasına neden olur, bir yıl­ dan üç yıla kadar hapisle cezalandırılır."69 ••

66

67 ••

••

Tanrı.kut, s. 636-638 içinde. Tannkut, Türkiye Posta ve Telgraf, s .

5 5 1 , 1 876 tarihli bir yazıdan aktarma. A.g.e., s. 583; Yazıcı, "Telgraf Fabrikası.� s. 7 1 . Tanzimat Mecllsi üzerine, bkz. Roderlc H. Davison, Reform tn the Ottoman Empire, 1 856- 1 876 (Prlnceton, 1 963), s. 52-53. Young, Corps de drott, 7:28, madde 1 34-1 36.

Metin, Gregoire Arlstarchi, Legislation ottomane içinde (İstanbul, 1873-1 888) 3:7-39. Metin, a.g.e., s. 228, madde 4. 216

OSMANLI IMPARATORLUÔU' NOA ELEKTRiKLi TELGRAFIN KURULMASI

Telgraf, Osmanlı yönetimini ceza yasasının ötesinde, yeni yasa ve yönetmelikler üzerinde çalışmaya itti. Telgraf sistemi­ nin yönetimi üzerine 79 maddelik bir tasan 24 Ekim 1 859'da yasalaştı. Mesajların gönderilmesini, öncelikleri -en başta devlet mesajları- memurların davranışını, çıraklık eğitimini, onarım ve birçok başka konuyu düzenliyordu. Yeni sistem kuş­ kusuz, birçok kırtasiye işi çıkardı; 48. madde, çalışanların giy­ silerinin hep temiz olması gerektiğini söylüyordu. Çalışanlar hakkında ve hat müfettişleri hakkında ek kurallar çıktı. 1 9 14'e gelindiğinde, inanılmaz uzunluktaki bir liste, hangi devlet görevlilerinin telgraf gönderebileceğini düzenliyordu. Bunun yanında, mesajlarda kimin şifre kullanıp kimin kullanamaya­ cağı konusunda da kurallar vardı.70 Telgrafın Osmanlı İmpara­ torluğuna girmesi, uluslararası işlerde ve uluslararası yasada olduğu kadar, iç yasalarda da kendisini gösterdi. Yabancı şir­ ketlere tanınan imtiyazlar ya da yabancı müteahhitler ve satı­ cılarla yapılan anlaşmalar, ara sıra hükümetler arası ilişkile­ rin diplomatik çerçevesine de girebilen bu işlerin, yalnızca bir yönüdür.71 Babıali aynı zamanda, 1 865'te kurulduğunda Ulus­ lararası Telgraf Birliğinin de bir üyesi olmuştur. O sıralarda­ ki telgraf müdürü Agaton Efendi, Birliğin Paris'teki ilk konfe­ ransında Babuili'yi temsil etmişti.72 Telgraf, egemen devletler arasında görüşülen sözleşmelerle uluslararası ölçekte düzen­ lendiği için, Osmanlı İmparatorluğu, antlaşmaların birçoğuna imza koymuştur. Bunların ilki, Babıali ile Avusturya arasında 21 Ocak 1 857'de İstanbul'da Avusturya Elçisi ve Osmanlı Hari­ ciye Nazın tarafından imzalanmıştır. Bu antlaşmayla, iletişim, uygulanacak tarifeler ve telgraflarda müsaade edilecek diller konusunda uygulanacak kurallar belirlenmiştir. Resmi telg­ raflar rakamlarla kodlanabilecekti; her beş rakam bir sözcük olarak ücretlendirilecekti. Gerçek kişilerin rakam kodlaması 70

71

27 Reblülevvel 1 276 (24 Ekim 1 859) tarihli temel yönetmelik, Düs­ tur, ı. basım, 2:348-362 ve Tannkut, Türkiye Posta ve Telgraf, s. 584-59 1 içinde; çalışanlar ve ofisler için bkz. Düstur. 2:363-367, 1 9 Cemazlülahır 1277-2 R.S. Newall, Observations, şirketin Babıali ve İngiliz hükümetiyle olan sert ilişkileri üzerine bir örnek verir. Tannkut, Türkiye Posta ve Telgraf. s. 666-670, 7 1 l , 7 14. 217

O SM A N Ll-T Ü R K TA R i H i ( 1 774- 1 9 2 3 )

kullanmasına izin verilmeyecekti. Bıibııili'nin taraf olduğu, bu ve 1 857 ile 1 875 arasındaki diğer telgraf antlaşmalan, 1 9 1 0'a kadar, maddelerin gözden geçirilip genişletildiği eklerle bir­ likte, dört yüz sayfalık bir cildi doldurmuştur.73 Telgraf, Bıibııili'yi uluslararası ilişkilerin başka bir tü­ rüyle de tanıştırmıştır: Meteorolojik bilgi alışverişi. Telgrafla bilgi paylaşımını düzenleyen uluslararası bir örgüt, 1 863'te kurulmuştu. Babıali, örgüte 1 86B'de katılmıştır. O zamandan itibaren, gerçekte bir meteoroloji istasyonu olan İstanbul Göz­ lemevi, İmparatorluğun dört bir tarafına yayılmış kentlerden günlük raporlar almıştır. Karadeniz kıyısında Trabzon, Ege'de Selanik ve İzmir, Akdeniz'de Beyrut, Basra Körfezinde Fao ve başka merkezler bilgi gönderiyor, İstanbul da bunlan özetle­ yip Paris, Berlin, Viyana, Roma, St. Petersburg ve Macaristan istasyonlanna aktanyordu. Buna karşılık, İstanbul da Osman­ lı İmparatorluğunu etkilemesi olası meteorolojik değişmeler­ den haberdar oluyor ve liman kentlerini yaklaşan fırtınalara karşı uyanyordu.74 Elektrikli telgrafın en önemli siyasal etkisi, muhtemelen, Osmanlı İmparatorluğundaki iktidann merkezi­ leşmesine yardımıdır. Osmanlı arşivleri, geç Tanzimat döne­ minde ve bunu izleyen II. Abdülhamid ve Jön Türkler dönem­ lerinde Bıibııili'den taşra yetkililerine gönderilen telgraflann ve bunlann B ıibııili'ye gönderdikleri yanıtlann kopyalanyla doludur. Birçok yerdeki son durumun denetlenmesi, telgraf öncesine göre çok daha kolaydı. Vilayet ya da sancak yöneti­ cilerine, askeri birimlere ve jandarma karakollarına emirlerin gönderilmesi çok daha kolaylaşmıştı. Elektrikli telgrafın, ile­ tişimi ulaşımdan ayırma gibi eşsiz bir özelliği vardı. Artık, bir mesajın yerine ulaşabilmesi için bir atlıya ya da gemiye gerek­ sinim kalmamıştı. Önde gelen araştırmacılardan biri, "Telgraf, iletişimi coğrafi kısıtlamalardan bağımsız kılmıştır" demişti.75 73

74 75

1. de Testa, RecueU des traites de la Porte ottomane (Paris, 1 8641 9 1 1 ), cilt 1 1 . N. Gökdoğan, "Türk Astronomi Tarihine bir Bakış,w Tanzimat (İstan­ bul 1 940), 1 : 473-474. James Carey, "Technology and Ideology: Tbe Case of the Telegraph," elyazması, s. 3-4, s. 4'teki alıntı. 218

OSMANLI IMPARATORLUÔU ' N DA ELEKTRiKLi TELGRAFIN KURULMASI

Bundan en çok yararlanan da belki de devletti. Devletin bu u­ zun kolu karşısındaki korku, önde gelen bir Osmanlı devlet gö­ revlisi olan kocası Kıbrıslı Mehmed Paşa'dan kaçmaya çalışan bir Osmanlı hanımının anlattıklarında yansır. 1 866'da, Melek Hanım ve çocu.klan, Ç anak.kale Boğazı'ndan geçerek Ege'den Pire'ye kaçmak üzere İstanbul'dan gemiye biner. Anılarında, "Büyük Boğazlar'dan aşağıya doğru indikçe" diye yazmıştı, "geçen her dakika bizi tehlikeden, o korkunç, sessiz, ürkütücü haberci telgrafın tesirinden daha fazla uzaklaştırdıkça, mora­ limiz düzeliyor ve cesaretimiz artıyordu."76 Beyrut'taki bir Amerikan misyoneri olan Henry Harris Jessup'ın 1 874'te yazdığı makul ölçülerde nesnellik taşıyan değerlendirmesi, Osmanlı belgelerinin okunmasıyla edinilen izlenimleri pekiştirir: "Yeteri kadar hatalı bir posta telgraf sis­ temleri var ama gene de İstanbul'daki merkezi yönetimin tüm İmparatorluğu bir makine gibi çalıştırmasını sağlayabiliyor."" Charles Eliot'un, bundan yirmi beş yıl sonra, II. Abdülhamid'in istibdadı altında yazdığı paragraf, aynı yargıyı daha acı bir tarzda dile getirir: "Türkler, demiryolunu çok az sevmelerine karşın, ateşli bir telgraf taraftandır, çünkü bu kendi görevlilerini denetim altında tutmak isteyen bir despotun en güçlü aracıdır. Artık, bir vilayeti bir valinin insafına terk etmek ve eve döndüğün­ de gerek görülürse kellesinin uçurulacağına bel bağlamak ge­ rekmiyor. Telgrafın yardımıyla ona emir verilebilir, ne yaptığı öğrenilebilir, cezalandırılabilir, geri çağınlabilir, astlarından onun hakkında bilgi vermeleri istenebilir ve genel olarak, tüm yetkileri elinden alınabilir. Osmanlı yönetimi halkın gereksi­ nimlerine pek aldınş etmediği için, sık sık bir valiyi telgraf­ haneye çağırtıp onunla görüşmek için uygun gördüğü sürece hadan işgal edebiliyor."78 76 77

78

Melek Hanım, Six Years in Europe (London, 1873), s. 5. Henry HaITis Jessup, Fifty-Three Years in Syria (New York, 1910), 2:438, 1 9 Eylül 1 874 tarihli bir mektubunu aktarırken. Odysseus, Turkey in Europe, s. 1 58 - 1 59. Bunun birazı Bernard Le­ wis, The Emergence of Modem Turkey, 2. basım (Londra, 1968). s. 1 87'de aktanlmış. Aynca bkz. Harold Innis, Empire and Communi­ cations (Toronto, 1972 ), s. 7. 2 19

O S M A N Ll-TÜ R K TA R i H i j l 774- 1 9 2 3 )

Telgraf, yerel yöneticiler üzerinde başka bir yoldan da denetim

aracı

olarak kullanılabiliyordu

çünkü

yurttaşlar

şikayetlerini merkezi yönetime iletebiliyorlardı. Bir haksızlığın düzeltilmesi için kişisel ve grup olarak yazılan dilekçelere Os­ manlı arşivlerinde sık rastlanır. Ancak bu kolaylığın, merkezi yönetime zararlı bir yan etkisi de vardı: Bireyler ve gruplar, aynı zamanda, onlan Osmanlı yetkililerine karşı desteklemeleri tale­ biyle dış güçlerin temsilcilerine de telgraf yoluyla başvurabili­ yordu. Azınlıklar bu yolu kullaDIİlaya en yakın gruplardı. Osmanlı yönetiminin bir bölümü, Hariciye Nezareti, di­ ğerlerine göre elektrikli telgraftan daha fazla etkileniyordu, çünkü çalışmalarının hemen hemen tamamı iletişime, üstelik uluslararası hatlara bağlıydı. Nezaret ve yurtdışındaki elçilik, temsilcilik ve konsolosluklardaki temsilcileri yeni araca hızla uyum sağladılar ama kaybolan, geciken ya da karışan mesajlar yüzünden sorunlar doğabiliyordu. Sorunun bir kısmı, mesaj­ ların şifrelenip, şifrelerin çözülmesinden kaynaklanıyordu; bu süreçte, her iki tarafta ya da hat boyunca anlamsız kodlar gön­ deren telgraf operatörlerince kolaylıkla hata yapılabiliyordu. Mesajların kuryelerle gönderildiği 1 855 öncesi yıllara göre sürelerin çok kısalmış olmasına karşın, telgraf, beraberinde yan zorluklar getirmişti. Zorluk, karar vermek için gereken sü­ renin önemli ölçüde kısalmış olmasıydı. İstanbul'la olan ile­ tişimin süratini bilen diğer hükümetler, Babıali'den çok kısa sürede yanıt isteyebiliyordu. Komisyonların ya da Heyet-i Vü­ kelanın (Bakanlar Kurulu) toplanarak bir dereceye kadar tar­ tışma yoluyla karar alınmasına alışık Osmanlı yönetimi için, sürat talebi pek hoş karşılanmamıştı. Örneğin 1 856'da, Kırım Savaşından sonraki Paris barış görüşmeleri sırasında, başgö­ rüşmeci Sadrazam Ali Paşa'ya birçok kez, derhal Babıali'den bir yanıt alması gerektiği söylenmişti. Bir seferinde, müttefik­ leri İngiliz ve Fransız delegeleri, ona iki gün içinde bir yanıt al­ ması yolunda baskı yapmışlardı. Bu hemen hemen bir mesajın İstanbul'a gidip döneceği süreydi.79 Babıali, bu ve başka sefer79

Başbakanlık Arşivi (İstanbul), İrade, 1 272, Hariciye 6592/4, lef 6, Ali Paşa'dan (Paris) İstanbul'a telgraf, tarihsiz ama yüksek olasılıkla 1 9 Mart 1 856, 20 Mart 1 856'da alındığı kaydedilmiş. 220

OSMANLI IMPARATORLUÔU'NDA ELEKTRiKLi TELGRAF I N KURULMASI

lerde, yeni sürat gerekliliklerine olabildiğince uyum sağladı. Fakat telgrafın toplam etkisi içinde, süratli davranma baskısı gibi zorluklann yanında, kolaylıklar da vardı. Telgrafın ilginç yan etkilerinden biri, telgraf iletişiminin doğası gereği kısa ve özlü olmasına karşın, Hariciye Nezare­ tindeki kırtasiyeyi azaltacağına arttırmasıydı. Ek kırtasiye, yeni telgraf formlan, şifreleme ve şifre çözme işlemlerinin ge­ tirdiği ek aşamalardan kaynaklanıyordu; bir de telgraflar ge­ nellikle daha sonra kurye ya da postayla gönderilen daha uzun mesajlarla doğrulanıyordu.80 Telgrafın siyasal olduğu kadar, bir de kültürel etkisi olmuş­ tu. Osmanlı İmparatorluğunda, Osmanlı uyruklanyla birlikte, başlangıçta onlann gözetmenleri olarak çalışan Fransız ve İn­ gilizler tarafından taşınan Batı etkisi için telgraf, bir araç ol­ muştu. Temaslar inşaat ekipleriyle başladı: 1 855'teki lstanbul­ Edirne-Şumnu hattında çalışan M. De La Rue ve onun Fransız ekibiyle Üsküdar-Bağdat-Basra-Fao hattında çalışan Yarbay Biddulph ve onun İngiliz ekibi. 1 859'da, bu ekipte on yedi İn­ giliz çalışıyordu.81 Ermeni bir çevirmenleri vardı, bu yüzden Türklerle İngilizler arasındaki doğrudan iletişim herhalde kı­ sıtlı olmuştu. İngiliz ekibin teknolojik etkisi kuşkusuz daha hızlıydı. Anadolu'daki hat işletmeye açıldıktan sonra, çalışan­ lann çoğunluğu Osmanlıydı. Kuşkusuz, Fao'daki ortak telgraf­ hanede çalışan elli İngiliz vardı. Ancak Avrupa yakasında, Os­ manlı yönetimi çok sayıda Fransız çalıştınyordu. Başlangıçta, İstanbul ofisinin başında M. De Lusson vardı. Beyoğlu ofisinin ilk başkanı bir İngiliz (ya da İrlandalı} olan Mr. O'Connor'dı; onu bir Fransız izledi, daha sonraki tüm Beyoğlu müdürleri Osmanlıydı. Maaş bordrolanna bakılırsa, 1 856- 1 858 yıllann­ da, İstanbul'da ve Balkanlar'daki telgrafhanelerde en azından

90

81

Daha. fazla aynnu için bkz. Roderic H. Davison, "The Effect of the Electric Telegraph on the Conduct of Ottoman Foreign Relations,"

Proceedings of Comite Intemational d'Etudes Pre-Ottomanes et Ottomanes içinde yayınlanacak, Minneapolis, 1 6 - 1 9 Ağustos 1988. Te.nnkut, 7ür1dye Posta ve Telgraf, s. 580-583, Biddulph ve diğerle­ rinin çalışması üzerine belgeler içerir; Biddulph, Report, 1860, 1 7 lngilizi sıralar. 221

O S M A N L l -T Ü R K T A R i H i ( 1 7 7 4 - 1 9 2 3 1

o n beş Fransız ve başka ülkelerden birkaç yabancı vardı.82 Os­ manlılar hesabına çalışan yabancılar, bu belgelerde genellikle "Monsieur" olarak geçiyordu, Osmanlılara ise "Efendi" ya da .. Bey'' deniyordu. İthal uzmanların ücretleri, yerel Osmanlılara göre çok yüksekti; telgraf komisyonu bir ara M. De Lusson'la bir meslektaşı olan M. Thierry'nin toplam ücretiyle, beş Os­ manlıyı işe alabileceklerini, diğer sekizinin de ücretlerini yük­ seltebileceklerini hesaplamıştı.83 Başlangıçta, İmparatorlukta sekiz müfettişlikteki yaşam­ sal öneme sahip hat müfettişi ve gözetmen görevlerine yal­ nızca Batılılar getiriliyordu. Başmüfettiş bir Polonyalıydı -M. Holeviski ya da Helvenski- diğerleri de Fransız ya da başka uluslardandı. En başlarda, bordrodaki on üç makineciden dört ya da beşi Batılıydı. Gözlemevinin müdürü, anlaşıldığı kada­ rıyla Aristidi Kumbari adında bir Rum, iki müdür yardımcısı Fransızdı; bunlardan biri aynı zamanda bilim ofisinin başı ve Darüşşafaka'da öğretmen olan M. Emile Lacoine'dı.84 Polonya­ lılar telgrafın inşası ve işletilmesinde önemli bir rol oynadılar. Rus Polonya'sında 1 83 1 ve 1 863'teki başarısız milliyetçi ayak­ lanmalardan sonra, aralarında mühendislerin de bulunduğu birçok Polonyalı, Osmanlı İmparatorluğuna sığındı. Bunlardan biri, İstanbul-Şumnu hattının inşasına yardımcı oldu; bir di­ ğeri, Üsküdar-İzmit kesimini inşa etti; diğerleri de 1 860'larda, Midhat Paşa orada valiyken Tuna vilayetinde çalıştı.85 Birçoğu Osmanlı yurttaşı oldu, büyük bölümü Fransız kültürüne sa­ hipti. Farklı Avrupa ülkelerinden gelen böylesi bireylerin kül­ türel etkisini kestirmek güçtür ama bir kısmı tüm yaşamlarını, genellikle devlet görevlerinde, bazıları da telgraf idaresinde olmak üzere, Osmanlı İmparatorluğunda geçirdi. Bugün, Hay­ darpaşa İngiliz mezarlığında, Beyoğlu telgrafhanesini Osman­ lılarla paylaşan İngiliz kablo şirketinin İstanbul temsilcisinin .,

83 84 B5

Türkiye Posta ve Telgraf. s . 492, 556-559, 563-564. Yazıcı, "Dil Konusu," s. 754, no. 4. Tanrıkut, Türkiye Posta ve Telgraf, s. 492, 572, 6 1 3, 634-635. Adam Lewak, Dzieje emigracji polskiej w Turcji ( 1 83 1 - 1 8781 (Varşo­ va, 1 935), s . 1 9 1 , 201 ; Biddulph, Report, 1 860, s. 29, not.

Yazıcı, "Dil Konusu." s. 754; Tannkut,

222

OSMANLI IMPARATORLUC;U'NOA ELEKTRiKLi TELGRAFIN KURULMASI

mezar taşında şunları okuyabilirsiniz: ucharles James Weale -Agent General and Superintendant of the Eastem Telegraph Company at Constantinople (Eastem Telegraph şirketinin İs­ tanbul'daki genel mümessili ve başmüfettişi)- 7 May (Mayıs) 1 856 - 1 3 December (Aralık) 1 9 1 3 . Osmanlı telgraf sistemi hesabına çalışan yabancıların he­ men hemen hepsi, Fransız yurttaşı olsun olmasın, Fransızca konuşuyordu. Bu yüzden, bir de, Fransızcanın tartışmasız olarak 1 9. yüzyılın egemen uluslararası dili olması nedeniy­ le, Osmanlı sisteminde gönderilen ilk telgraflar, iç hatlarda olsun, uluslararası hatlarda olsun, Fransızcaydı. İstanbul­ B ağdat-Fao hattındaki telgrafçıların İngilizce bilme yükümlü­ lüklerine karşın, İngilizce bu tarzda bir geniş kabul görmedi. Telgraf, Fransızcanın Osmanlı İmparatorluğunda öğrenilme­ sinde önemli bir itici güç ol.muş olmalıdır. Fransızca bilgisi, yeni türde iş olanaklarının, dahası, Batı uygarlığının birçok yönünün kapısını açabilirdi.86 Daha 1 855 Kasımında, Babıali yabancı elçiliklere telgrafta kullanılabilecek Fransız (ya da La­ tin) harfleri ve tarifelerle ilgili matbu bir broşür dağıtmıştı.87 Babıali'nin, 1 857'de Avustuıya'yla yaptığı ilk telgraf antlaşma­ sında, uluslararası gönderilen resmi telgrafların Fransızca, Al­ manca, İtalyanca ya da İngilizce, gerçek kişilerin telgraflarının ise İngilizce dışında gene aynı dillerde olabileceği belirtiliyor­ du. Her halü karda, Türkiye içinde Latin harfleriyle olacaktı. 1 896'da, telgraf gönderilebilmesi için Babıali tarafından kabul edilen dillerin sayısı, her ne kadar bunların hepsinin gerçek­ ten kullanıldığı kuşkulu olsa da, otuz yediye çıkmıştı.88 Türk­ çe de bu otuz yedi dilden biriydi. Fakat Fransızca, Türkçeyle birlikte, İmparatorluğun sonuna kadar ana telgraf dili olarak 86

87

88

Yazıcı, uoil Konusu," s. 752-753, Fransızcanın kullanılmasını, ilk Osmanlı hattını Fransızların inşa etmesine ve malzemenin de Fransa'dan gelmiş olmasına bağlar. Ancak 1 9 . yüzyıl Avrupa kültü­ rüne bakıldığında, Fransızcanın, Fransız inşaatçılan ya da malzemesi olmadan da kullanılmış olabileceği görülür. USNA, Record Group 84, Notes from the Porte, 1 852-58, No. 6, 1 1 Rebi- ülevvel 1 272122 Kasım 1855, çevirisiyle birlikte. Young, Corps de droit, 4:347-348, 1896 Budapeşte Antlaşmasını uy­ gulamak için çıkarılan Osmanlı yönetmeliğini verir. 223

O S M A N L l - T Ü R K TA R i H i t 1 7 74- 1 9 2 3 )

kaldı. Bazı ofislerde idari dil olduğu kadar, mesaj diliydi de.89 Türkçe ilk telgraf, 3 Mayıs 1 856'da Edirne'den İstanhul'a gönderildi. Bu, Mustafa Efendi'yle Vuliç Efendi'nin, 1 855'te Varna-Bükreş hattının Fransız müfettişi Le Comte Enkles'in yanında geçirdikleri işbaşı eğitimi sırasındaki çalışmaları­ nın meyvesidir. Tercüme Odası'nın bu iki mezunu, Fransızca biliyordu ama Mors aletlerinde de Türkçe mesaj göndermek istiyorlardı, bu yüzden de aynı nokta-çizgi sistemini Türkçe harflere uygulayarak bir Türkçe Mors kodu yarattılar. Aynı yıl, kodlarını İstanbul ofisindeki diğer Türklere de öğrettiler. O zamanlar 22 ya da 23 yaşlarında olan Mustafa Efendi, kısa sürede Edirne Telgraf Ofisi'nin başına getirildi. Burada çalış­ malarını sürdürdü ve 1 28 sözcükten oluşan ilk Türkçe telgrafı Billurizade Mehmed Efendi'ye gönderdi. Bu başarının ardın­ dan Edirne valisi, Babuili'ye telgraflarını Fransızca yerine Türkçe göndermeye başladı, bundan sonra Türkçe kullanımı tüm Osmanlı sistemine yayıldı.90 Mustafa Efendi'nin kodu­ nun zaman aldığı ve maliyetleri arttırdığı ortaya çıktı. Sorun, Mustafa Efendi'nin uluslararası Mors kodunu çok körü körüne kopyalamış olmasıydı. Latin alfabesindeki harfleri sırasıyla almış -A, B, C ve diğerleri- ve onları aynı sırayla Türk alfabe­ sindeki her harfe -elif, be, te-- uygulamıştı. Bunun sonucun­ da, bazı az kullanılan Türkçe harfler kısa simgelere, bazı çok kullanılan harfler de uzun simgelere sahip olmuştu. Bu hata yirmi yıl sonra, Kastamonu'da müfettişlik, Beyoğlu istasyon şefliği ve nazır yardımcılığı yapmış deneyimli bir telgrafçı o­ lan İzzet Bey tarafından düzeltildi. İzzet Bey, en çok kullanılan harflerin en kısa simgelere sahip olacakları şekilde, noktalarla ..

90

Resmi telgraf form.lan Osmanlı şebekesinin Fransızca başlığrm verir: Administration Generale des Lignes Telegraphiques ( 1 8571; Administration Imperiale des Telegraphes ( 1 8671; Administration Generale des Telegraphes ( 1 872). Başka isim değişiklikleri de olmuş olabilir. Yazıcı, "Dil Konusu,• s. 755-759; Tannkut, Türkiye Posta ve Telgraf. s. 753- 754. tık 1ürkçe telgrafın doğru tarihi sorunu, Yazıcı, s. 759'da tartışılmış ve anlaşıldığı kadanyla da çözülmüştür. Ergin, Maarif Tarihi, 2:62 1 , tarih olarak 1 86 1 verir, bu herhalde yanlıştır. tik Türk telgrafın metni, Yazıcı, s. 756'dadır. 224

OSMANLI IMPARATO R LUCi U ' N DA ELEKTRiKLi TE LGRAF I N KURULMASI

çizgileri yeniden düzenledi. İzzet Bey'in, iletişimi % 20 hızlan­ dıran sistemi, küçük değişikliklerle İmparatorluğun sonuna kadar kullanıldı.9 1 Batı sisteminin uyarlanmasının, taklitçilik­ ten daha iyi olduğu ortaya çıkacaktı. Her ne kadar izzet Bey'in, Türk alfabesindeki Arap harflerini temsil eden kodu yaygın bir şekilde kullanıldıysa da, uluslararası Mors kodu da Latin harfleriyle yazılmış Türkçe mesajlann gönderilmesi amacıy­ la kimileri tarafından kullanıldı. Harfler Fransızcaymış gibi okunuyordu. Bu durumda, modern Türkçe'de uBu gece on ikide şimendiferle gelip" gibi bir telgraf, "Bouguidje onikide chemin­ deferle guelib" oluyordu.92

1 9. yüzyılda ortaya çıkan ve yazılı Türkçenin basitleştiril­ mesini ya da daha fonetik bir sonuç elde edebilmek amacıyla Türkçenin yazılışında geliştirmeler yapılmasını savunan bir­ kaç düşünürün düşüncesine telgrafın herhangi bir katkıda bu­ lunup bulunmadığı konusunda spekülasyonlar yapmak ilginç olabilir. Ya da telgrafın özlü tarzının yalnızca basitleştirilmiş bir dil ve gelişmiş yazının değil, birkaç Osmanlının aklına, La­ tin alfabesinin benimsenmesinin de gelmesine neden olup ol­ madığı? Bu konuda pek kanıt yoktur. Kesin olan, telgrafın Türk diline Fransızca kökenli yeni sözcükler soktuğu ve başka Fran­ sızca terimlerin girmesine de kolaylık sağladığıdır. uTelgraf' en belirgin yeni Türkçe sözcüktü. "Elektrik" artık yaygınlaşmıştı. Fransızcadan transfer olup Osmanlı yasa ve yönetmeliklerine giren diğer teknik terimler porselen, idi;

91

izolatör, pil, servis, kablo makine ve şifre de yaygınlaşmıştı. Yönetmeliklerde yer alıp Yazıcı, "Dil Konusu," s. 760-763. Yazıcı, Morse, Mustafa ve İzzet kodlarını, Tannkut, s. 555 gibi, paralel sütunlar halinde verir. İzzet Paşa, 1 880- 1888 arasında posta ve telgraf nazın olmuştur: Shaw & Shaw,

History, 2:20, 428 karakteri olan bir "Osmanlı kripto maki­

nesinden" söz eder, bu ifadenin kaynağı ve makinenin tarihi belli

Türkiye'de Posta ve Telgrafçılık (Edirne, l 9 1 3) ya da Şekip Eskin, Posta, Telgraf ve Tele­ fon Tarihi (Ankara, l 942) olabilir. Her ikisini de okuma fırsatı bula­ değildir. Kaynak, arşivler veya Aziz Alı:ıncan,

92

madım. Bu cümle, 1 1 Ağustos

1 887 tarihli bir telgraftan alınmadır:

Philoxenides'ten (Orsova) Hariciye Nezaretine, DBHE, Siyasi, Kar­ ton 140 bis, dosya 36.

225

O S M A N Ll-T Ü R K TA R i H i ( 1 77 4- 1 9 2 3 )

d a Türkçede diğerleri kadar uzun bir yaşamı olmayan bir terim de

şef dö istasyon olmuştu. Her telgraf müfettişinin, kuralla­ bir jurnali

ra göre buluntularını ve etkinliklerini kaydedeceği

vardı; bu sözcük, Sultan II. Abdülhamid zamanında korkunç bir ikinci anlam kazanarak, casusların ve gizli ajanların Sul­ tanın hükümetine verdiği raporları ifade etmeye başlamıştı.93 Fransızca bilgisi, Osmanlı sisteminde azınlıkların bir­ çok üyesinin çalışmasının muhtemelen esas nedenidir. Rum­ lar, Ermeniler, Museviler ve Levantenlerin kendi okullarında Fransızca öğrenmiş olma olasılığı, özellikle de Osmanlı telg­ raflarının ilk yirmi-otuz yılında daha yüksekti. Bunu doğru­ layacak istatistikler olmamasına karşın, telgraf çalışanlarının listesinde ve Avrupalı gezginlerin telgrafbanelerdeki sıradan gözlemlerinde, azınlıklara mensup çalışanların sayısı orantı­ sız bir şekilde yüksekti. 1 875- 1 877 arasında gezginler; İzmit ve Adana'da Ermeni, Mersin'de bir Rum istasyon şefine, Tokat'ta da Ermeni bir müfettişe dikkat çekmişti.94 İlk yıllarda, tamir­ cilerin de büyük bir kısmı O smanlı gayrımüsliınleriydi: Jo­ zef Efendi, Zohrab Efendi, Mikail Efendi ilklerdendir. Telgraf fabrikasının on kadar müdürü arasında, anlaşıldığı kadarıyla ikisi gayrımüslimdi: 1 878- 1 882 arasında Acemyan Efendi ve 1 909 sonrasında yüksek olasılıkla bir Levanten olan Madelli Efendi.95 Azınlıkların işgal ettiği bu konumların niteliği, 1 908 do­ laylarında Ermenilerle Rumların Anadolu'daki Bağdat demir­ yolunda, özellikle de ofislerde ve istasyonlarda, orta kademe görevlerde oldukları yolundaki gözlemle de örtüşmektedir.96 93

94

95

96

Örnekler, Düstur, 1 . basım, 2:368-373 ve Tannkut, 7ürkiye Posta ve Telgraf. s. 594, 636-637'den. Bazı sözcükler için bkz. O. de Schlechta­ Wssehrd, Manuel tenninologique français-ottomane... (Viyana, 1 870). Davis, Life in Asiatic 'furkey, s. 1 90. 471 -472; Fred Bumaby, On Horse-back Through Asia Minör, 2. basım (Londra, 1 877). 1 :70, 288. Yazıcı, "Telgraf Fabrikası," s. 72-73, 79; Tannkut, 7ürkiye Posta ve Telgraf, s. 572, 665. Donald Quataert, Social Disintegration and Popular Resistance in

the Ottoman Empire, 1 881 - 1 908: Reactions to European Economic Penetration (New York, 1 983). s. 78. 226

OSMANLI IMPARATORLUÔU' NDA ELEKTRiKLi TELGRAFIN KURULMASI

Ancak telgraf sisteminde, azınlıklara mensup birçok kişi en te­ peye çıkmıştır. 1855'teki başlangıcından, 1 87 1 'de posta idare­ siyle birleşmesine kadar, on bir telgraf müdüründen beşi Müs­ lümandı, altısı da değildi: Davud Efendi, Nasri Franko Efen­ di. Dikran Efendi, Aleko Efendi, Dikran Efendi (ikinci dönem) , Agaton Efendi. Bazılan çok kısa süre görevde kaldı, ama Kri­ kor Agaton Efendi bu görevi dört yıl sürdürdü. Bundan sonra, telgraf ve posta hizmetleri birleştirildiğinde, 1 909 yılına kadar tüm nazırlar Müslümandı, bu tarihten sonra nazırlar arasında gene gaynmüslimler görülmeye başlandı. Uluslararası trafiği dolayısıyla herhalde lınparatorlu.lı:taki en önemli telgraf ofisi olan Beyoğlu, İngiliz ve Fransız olan ilk iki müdürden sonra bir dizi Osmanlı müdüre sahip oldu. Osmanlı müdürler, İzzet, Acemyan, Hasan, Andonyadis, Mustafa Nesimi, Tevfik, Dikran ve İsmail efendilerdi. Bunlann içinde, beşi Türk, ikisi Erme­ ni, biri de Ru.mdu. Rum olan Andonyadis, bu görevde otuz yıl kalmıştı. 97 Beyoğlu ofisi, hemen hemen tüm işini bu çok dilli, Levanten, Avrupalılaşmış semtin uluslararası dili olan Fran­ sızca yürütüyordu. 1867'de Beyoğlu'nda alınmış ve Fransızca olarak bir forma yazılmış tipik bir telgraf, telden geldiğinde onu yazmış olan uAr. Stratigopouly" tarafından ve istasyon şe­ fi olarak da "Vartan" tarafından imzalanmıştı, bunlardan biri Rum, diğeri ise Ermeniydi.98 Ancak telgraf görevlilerinin çoğunluğu Türktü. Bu konuda istatistiksel bir bilgi olmamasına karşın, sistemin, modern­ leşme eğilimindeki açık fikirli genç Türkleri çektiği anlaşıl­ maktadır. Çoğu Fransızca bilen ve ilk yıllarda Tercüme Odası kökenli olan bu gençlerin Batılılaşma yönünde eğilimleri var­ dı. Daha önce söz edilenlerin dışında, bir örnek de uilk Türk iletişim memuru" olarak tanınan Abdullah Feyzi Bey'di .99 Ter-

97

Tannkut, Türkiye Posta ve Telgraf. s. 306, 492. Agaton Efendi bu sü­ renin bir kısmında aynı zamanda Nafia Nazınydı. Herhalde, telg­ raf müdürleri listesinin sonuna, Agaton Efendi'nin arkasına, Feyzi

98

99

Efendi'nin de eklenmesi gerekir: Tannkut, s. 7 14. DBHE, Siyasi, Karton 6, dosya 1 1 , Londra Osmanlı Elçiliğinden Saf­ vet Paşa'ya, no. 2963/ 1 24, 5 Ağustos 1867. Ergin, Maarif Tarihi, 2:62 1 . 227

O S M A N L l - T Ü R K TA R i H i ( 1 7 7 4- 1 9 2 3 1

cüme Odası'nda görev yapmıştı, Fransızca biliyordu, hiyerar­ şide yükseldi -ilk telgraf müdürü olan Billurizade Mehmed Efendi'nin yeğeni olmak gibi bir avantaja da sahipti- ve müdür yardımcısı, sonrasında da telgraf müdürü oldu, Osmanlı İm­ paratorluğunu 1 870'teki Bern Telgraf Kongresinde temsil etti. Liberal görüşlü Sadrazam Midhat Paşa zamanında mesleğinin zirvesine çıkarak Posta ve Telgraf Nazın oldu. 1 00 Bir telgraf müfettişi olan Mehmed İzzet Efendi, 1 869'da İstanbul'daki bir Farmason locasının bir üyesiydi ve herhalde telgraf sistemin­ de başka masonlar da vardı. 101 Farmason telgrafçılar arasın­ da en ünlüsü kuşkusuz, 1 9 1 6'da sadrazam olan Mehmed Talat Paşa'ydı. Talat Paşa, Edirne Telgraf Ofisi'ne 1 89 1 ya da 1 892 yıllarında, ücretsiz bir çırak olarak girdi ve yoğun bir şekil­ de karıştığı 1 908 devrimine kadar hiyerarşide yükseldi. Daha sonra, s adrazam olmadan önce, Posta ve Telgraf Nazırlığı yap­ tı. 102 Telgraf sisteminde, başka bir tarzda sıradışı Türkler de vardı. 1 864-65 yıllarında Erzincan istasyonunun müdürü olan Şevket Bey'in, birtakım dervişlerle yakınlığı vardı ve burada bir Nakşibendi tekkesi açılmasında çok hizmeti dokunmuştu; "vecde gelmiş telgraf müdürümüz" tarafından muhteşem bir ezan okundu. 103 Telgraf sisteminde, özgürlüğüne kavuşan ilk dalga Türk kadınlarına rast gelinebilir. Bu ancak 1. Dünya Sa­ vaşı sırasında gerçekleşebilmiş olmalı, çünkü posta hizmetin­ deki ilk kadınlar -iki Müslüman ve bir Musevi- 1 9 1 4 Hazira­ nında, diğer bir grup da 1 9 1 5 yılında işe girdiler. 104 Telgrafın etkisi, Osmanlı yaşamının yukarıda sözü edilen tüm bu yönlerinin ötesine ulaşmıştı. Dört girişim dalında çok 100 101

Tannkut, Türkiye Posta ve Telgraf, s. 7 1 4. Paul Dumont, "La Turquie dans les Archives du Grand Orient de France." J.-L. Bacque-Grammont ve Paul Du.mont, ed., Economie et

societes dans l'Empire ottoman (Fin du xvme-Debut XXe sieclel 102

103

104

(Paris, 1 983), s. 1 80, n. 29. I.A. Gövsa, Türk Meşhurları Ansiklopedisi (İstanbul, 1 946), s. 574575; Tannkut, Türkiye Posta ve Telgraf, s. 729- 73 1 . Carter V. Findley, "Social Dimensions of the Dervish Life as Seen in the Memoirs of Aşçı Dede Halil İbrahim,• Bacque-Grammont ve Du.mont Economie et societes, s. 1 39, 1 4 1 - 142 içinde. Tannkut, Türkiye Posta ve Telgraf, s. 3 0 1 . Bir kadının bir telgrafha­ neye müdür olması 1 930'da gerçekleşmiştir: s. 303-304. 228

OSMANLI IMPARATORLUÔU ' N DA ELEKTRiKLi TELGRAFIN KURULMASI

büyük öneme sahip olmuştu: Demiryolculu.k, savaşın yürütül­ mesi, ticaret ve gazetecilik. Burada bunlardan yalnızca kısaca söz edilecektir; her biri daha kapsamlı araştırmaları hak et­ mektedir. Batının sanayileşmiş ülkelerine demiryolu, telgraf­ tan birkaç onyıl önce gelmiştir ama telgraf İngiltere'de ilk kez 1 844'te, ABD'de 1 849'da tren sevkiyatı için kullanılmıştır. Os­ manlı İmparatorluğuna, daha önce belirtildiği gibi, demiryolu ve telgraf neredeyse aynı zamanlarda gelmiş ama telgraf hız­ la İmparatorluğun her köşesine yayılırken, 1 880'ler öncesinde yalnızca birkaç yüz kilometre demiryolu döşenmiş ve İstanbul­ Viyana arasında buharlı lokomotifler, vagonları ilk kez 1 888'de çekmiştir. Gene de telgraf, tren hareketlerini denetlemek ve de­ miryolu mesajları göndermek amacıyla kullanılmaya 1860'lar­ da başlamıştır; 1 869'daki 320 telgraf istasyonundan 39 tanesi öncelikle demiryolu iletişimi için kullanılmaktaydı. 108 Demir­ yollarındaki büyümenin yavaşlığı, Osmanlı İmparatorluğunun karşısına çıkan ilk büyük savaş olan 1 877- 1 878 Rus Savaşında, dem.iryolundan yararlanamamaları sonucunu doğurdu. Bunun aksine telgraf, askerlerin bunu kendi lehlerine kullanabilecek­ leri kadar gelişmişti. 1 9 14- 1 9 1 8'deki I. Dünya Savaşına gelin­ diğinde telgraf, Osmanlıların Doğu Anadolu, Gelibolu, Irak ve Suriye cephelerinde planlama ve askeri operasyonlarının yürü­ tülmesinde önemli bir rol alacak hale gelmişti. Savaş diploma­ sisine gelince, telgraf kuşkusuz Kının Savaşının öncesinde bile İstanbul'da kullanılıyordu. Avrupa'da telgraf çağı öncesindeki son büyük uluslararası kriz, 1 848-49 devrimleri ve ardından gelen savaşlardı. Osmanlıların 1 877'de Rusya'yla savaşmaları-. na neden olan 1875- 1 877'deki Balkan krizine gelindiğinde, telg­ raf tüm uluslararası görüşmelerin merkezine oturmuştu. Devletin ardından, telgrafı en çok kullananlar herhalde işadamlarıydı. Bunun böyle olması da beklenen bir şeydi. Yeni hızlı iletişimden yararlananlar, tüccarlar ya da, ilk belgeler­ de sözü edildiği gibi, "tüccarlar ve diğer kişilerdi." 1 06 Beyoğlu 109

106

A.g.e., s. 6 1 5. 1868 tarihli demiryolu yönetmeliğinde de telgraftan bahsedilir, bkz. yukanda not 68. A.g.e., s . 578, 23 Ramazan 1 272 (28 Mayıs 1856) tarihli bir mazbata, aynı zamanda 1 859 tarihli temel yönetmelik, bkz. yııkanda not 69. 229

O S M A N L l - T Ü R K TA R i H i ( 1 7 7 4- 1 9 2 3 1

Telgraf Ofisi, uelçiler, yabancılar ve spekülatörlern düşünülerek planlanmıştı. 1 07 Açıktır ki, tüccarlar telgrafa iyi gözle bakıyor ve kullanıyorlardı. Bursa'nın Müslüman ve gaynmüslim tüc­ carlarından bir grup, kentlerini İstanbul'a bağlayacak bir telg­ raf hattının döşenmesi için hükümete başvurmuş ve beş yüz adet telgraf direğinin parasını ödemeyi önermişti. 108 Hakayık­

ül- Vekayi gazetesi 1 87 1 'de, telgraf sisteminin inşasındaki iler­ lemeleri ele alan makaleler yayımlamış ve bunun, bankacılığı, ticareti ve sanayiyi destekleyeceğini ileri sürmüştü; onlar iler­ lerse, vergilerin ve gümrük resimlerinin artmasıyla devlet de ilerleyecekti. 109 Osmanlı tüccarlarının telgrafı nasıl kullandık­ larını -teklifler vermek, uzak piyasalardaki fiyatları öğrenmek, alış ya da satış anlaşmaları yapmak, hava ve ürün durumunu öğrenmek, borç almak, yabancı kurlan öğrenmek, başka yer­ lerdeki temsilci ya da görevlilerden mesajlar almak, onlara mesaj yollamak- ayrıntılarıyla bilmek ilginç olurdu. Haberler. dar anlamıyla iş haberleri olsun, geniş anlamıyla dünya haberleri olsun, telgraf aracılığıyla önceki tüm araçlara göre çok daha hızlı dağıtılan bir metaydı. Başlangıçta, Osman­ lı İmparatorluğunda telgraf aracılığıyla getirilen haberlerin en büyük tüketicisi kuşkusuz, yönetimdi. Fakat gerçek kişiler de bunu kullanıyordu. Kendilerine gönderilen telgraflardan aldıkları haberlere ek olarak, bireyler ve gruplar İmparator­ luktaki tüm istasyonlarda telgrafları alan ve aktaran telgraf­ çılardan da muhtemelen haber alıyordu. uBir an için de olsa, telgraf operatörü bilgiyi tekeline alabiliyordun denmişti. 1 1 0 Operatör bilgiyi dağıtacak durumdaydı. Örnek olarak, 1 877 başlarında Tokat'taki bir telgraf memuru (müfettişti), bir gez­ gine, İstanbul'dan boştaki bütün atların satın alınması için emir geldiğini söylemişti, içten yanmalı motorların araçlarda kullanılmaya başlanmasından önceki zamanlarda, bu, savaş

107 108 109

1 1°

A.g.e., s. 492. A.g.e., s. 579; Yazıcı, "Dil Konusu," s. 757. Hakayık-ül- Vekayi, sayı 434 ve sayı 437, 27 Ramazan ve 4 Şevval 1 288 ( I O ve 17 Aralık 1 87 1 ) , Tannkut, Türkiye Posta ve Telgraf içinde aktanlmış, s. 6 1 5. Carey, "Technology and Ideology," s. 14. 230

OSMANLI IMPARATORLU�U'NDA ELEKTRi KLi TELGRAFIN KURULMASI

hazırlığına işaretti. Müfettiş, uSavaş çıkacak gibi" demişti. 1 1 1 Kısa bir süre sonra, Osmanlı-Rus Savaşı çıktı. Uzun vadede, telgrafla gönderilen haberleri en etkili şekil­ de yayanlar gazeteler oldu. Gazete basını, tam da Kının Sa­ vaşı sonrası İstanbul'unda, hem Türkçe hem de diğer diller­ de, özellikle Fransızca olarak, gelişmeye başlıyordu. Yabancı dildeki gazeteler daha çok telgraf aracılığıyla edinilen haber­ leri iletme eğilimindeydi, ama bu hiçbir zaman bir dalga ol­ madı; yurtdışından gelen haberler bölük pörçük, gazeteler de inceydi. 1 866 Temmuzunda, Osmanlı Hariciye Nezareti, Paris, Londra ve Viyana'daki elçiliklerine birer telgraf göndererek, Avrupa'daki olaylar hakkında olabildiğince telgraf çekmele­ rini istedi. Nezaret, uBaşkentin gazetelerinin telgraf kaynaklı haberlerine kaldık" diyordu, bu da kuşkusuz, yetersizdi. 11 2 Bu telgraf, Prusya'nın Avusturya'yı Königgrii.tz Savaşında yenil­ giye uğrattığı ve 111. Napoleon'un Bismarck'ın kabul edece­ ği bir banşı ayarlamaya çalıştığı gergin günlerde çekilmişti. Avrupa'nın büyük devletlerinin başkentlerindeki gazeteler Os­ manlı İmparatorluğundan birçok telgraf haberi yayımlamaya başladı, ama kendi muhabirlerinin gönderdiği uzun mesajlan kullanmayı da bırakmadı. 1 877'deki Osmanlı-Rus Savaşı sıra­ sında, Batılılar her gün telgraf aracılığıyla aldıklan haberleri yayımlamaya başlamıştı. Bu savaşa ukahvaltı savaşı" denmişti; İngilizler, her gün kahvaltılarında cepheden gelen telgraf ha­ berlerinin yayımlandığı gazetelerini okuyordu. 1 13 Böylece, elektrikli telgrafın Osmanlı İmparatorluğuna gir­ mesinin yarattığı dalgalar, çok uzaklara kadar ulaştı. Bir A­ merikalı tarafından geliştirilen alet ve Fransızlarla İngilizler tarafından döşenen hatlar, bazı kuşkuculann ve eleştirilerin varlığına karşın, Osmanlılar tarafından kabullenilip işletildi. Telgraf sisteminin ilk yirmi-otuz yılında meydana gelen de­ ğişiklikler, yeni bir bürokrasi, tüm İmparatorluğa yayılmış 111 112

113

Bumaby, O n Horseback, 1 :268. DBHE, Siyasi, Karton 49, "Divers 1859," Hariciye Nezareti telgrafı no. 1 7 1 79/27, 26 Tem.muz 1 866, Faris, Londra ve Viyana'daki Osman­ lı elçiliklerine. Rupert Fumeaux, The Breakfast War (New York, 1 960). 231

O S M A N l l-TÜRK TA R i H i ( 1 7 7 4 - 1 9 2 3 1

birçok telgrafhane, bir telgraf okulu, bir telgraf fabrikası, binlerce kilometreye uzanan bir teftiş sistemi, birçok yeni ya­ sa ve yönetmelik, uluslararası antlaşmalar, eşgüdümlü hava tahminleri, diplomaside ve karar almada hız ve yeni baskılar, kişi ve teknikler üzerinde Batıklaştıncı etkiler, Fransızcanın kullanımında artış, Türkçede yeni sözcükler, Türkçe bir Mors kodu, azınlık grupları ve modernleşen Türkler için yeni iş ola­ naklan, demiryolu işletmesine yaşamsal katkı, tüccarlar için gelişme, askeri planlamacılar ve savaşçılar için yeni bir alet ve gazeteler için süratli bir haber kaynağı oldu. Hepsinin ötesin­ de, telgrafın, merkezi hükümetin elinde güçlü bir denetim aleti olduğu ortaya çıktı. Telgrafın esası, mesafelerin yok edilmesi, iletişimin taşımacılıktan ayrılması, süratin vurgulanmasıydı. Mesafe artık daha önemsiz hale geldiği için, sürat -yani za­ man- daha önemli olmuştu. Telgraf, en azından sistemi kulla­ nanlar ve daha da geniş bir kullanıcı kitlesinin, zamanın sanki daha çok farkında olmasına yol açmıştı. 1 859'daki temel telg­ raf yasası üç ayrı yönden bu farkına varmayla ilgiliydi: Telgı

raflıanelerin çalışma saatlerini düzenliyordu ve gece saatleri de eklenmişti; bazı telgraflann diğerlerinden önce gönderilip alınması için öncelikleri sıralamıştı; telgraflıanelerdeki hız ve verimlilik vurgulanıyordu. Üstelik daha önce belgelerin alın­ ma ve gönderilme saat ve dakikasının kaydedildiği hiç görül­ memişti; artık birçok devlet görevlisi buna alışmıştı. Zamanın, kuşkusuz daha çok farkına varılıyordu. Ancak zaman kavramı­ nın etkilenip etkilenmediği belli değildir. Avrupa ve Aınerika'da telgraf, demiryoluyla birlikte, standart zaman ve zaman dilim­ lerinin benimsenmesine neden olmuştu. Bu konuda telgrafın Osmanlı İmparatorluğunda nasıl bir etkisinin olduğu, ayn bir araştırmanın konusu olabilir. Aynı zamanda, telgrafın namaz vakitleri ya da Osmanlı İmparatorluğundaki alaturka denilen saat ayan üzerinde bir etkisinin olup olmadığı sorusu da so­ rulabilir. En azından ilk yıllarda, bunun bir etkisi olmamıştır. 1 877'de, yeni seçilen Osmanlı parlamentosunda, güneşin do­ ğuşu ve b atışına göre hesaplanan alaturka saatteki kaymala­ nn önlenmesi amacıyla meclisin Batı saatiyle 1 1 'de toplanma­ sı önerilmiş ama milletvekillerinin çoğunun değişen sistemi

232

OSMANLI IMPARATORLU(;U'NDA ELEKTRiKLi TELGRAFIN KURULMASI

anlamayacağı gerekçesiyle öneri reddedilmişti. 1 14 Üstelik bazı Osmanlılar acelenin, medeniyetsizlik ve zındıklık olduğunu düşünüyordu. Telgrafın esası aceleydi. Anlaşıldı ki, telgrafın verdiğini, gene telgraf geri alabilirdi. Abdülhamid'in, İmparatorluğu üzerindeki denetimine telg­ rafın katkısı büyüktü. Bir müstebit olarak hüküm sürüyordu. Ancak l 908'de telgraflı bir devrimle karşı karşıya geldi ve çe, kilmek zorunda kaldı. 1 908 Temmuzunda, Makedonya'daki asi subaylar, halkın arasında, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nde ve devlet görevlileri arasında destek buldu. Yıldız Sarayındaki Abdülhamid'e telgraflar yağdı - kargaşalıklan bildiren görev­ lilerden, isyanın destekçilerinden telgraflar, 1 876 Anayasası­ nın yeniden yürürlüğe konmasını ve Abdülhamid'in 1 878'de kapadığı meclisin yeniden açılmasını isteyen çok imzalı telg­ raflar. Telgraflar üzerine kaygılı bir şekilde düşündükten son­ ra Abdülhamid, 23 Temmuzda meclis için yeni seçimlerin ya­ pılacağını duyurdu. Jön Türk devrimi, dikkat çekici bir şekilde neredeyse hiç kan dökülmeden, ama çok büyük bir baskının uygulanmasıyla başanlı olmuştu. Baskı, Sultana telgraf aracı­ lığıyla hissettirilmişti. Anlaşıldığı kadanyla güç, telgrafın her iki ucundan da yayılabiliyordu.1 1 5 Telgrafın Osmanlı İmparatorluğundaki öyküsünün bir bö­ lümü daha vardır. l 908'de, Abdülhamid'in istibdadı sona er­ dirilmişti. l 909'da tahtından indirildi. Ardılı da hükümdar oldu ama Osmanlı hanedanının önceki üyeleri gibi hükmede­ medi. Fakat I. Dünya Savaşının sonunda, 1 9 1 8 - 1 923 yıllannda, Türkiye'de Osmanlı hanedanının son üyesinin saltanatına son 11•

Hakkı Tank Us, Meclis-i Meb'usan 1 293: 1 877 Zabıt Ceridesi (İstan­ bul, 1 940-1 954), 2:40, Robert Devereux, ·A Study of the Flrst Otto­ man Parliament of 1877-1 878" lçinde aktanlmış, George Washing­

116

ton University, lisansüstü tezi, 1 956, s. 1 20. En önemli bazı telgrafların metinleri ve diğerlerine de atıflar, Tarık Zafer Tunaya, Türkiye'de Siyasal Partiler (İstanbul, 1 984-), 1 :6 1 -62 ve Yusuf Hikmet Bayur, Türk lnkıldbı Tarihi, 3. basım (Ankara, 1983), 1, kısım 1 :45 1 - 479. Berkes, Development of Secularism, s. 328, öne sürdüğüne göre, "Haberlerin tekdüze bir şekilde ( 1 908'de, telgrafla) ve müphem olarak dağılması, bir milliyetçiliğe taban oluşturacak şekilde bir fikir birliğine neden olmuştu.• 233

O S M A N L l -T Ü R K TAR i H i ( 1 7 7 4 - 1 9 2 3 1

verecek bir ulusalcı hareket yükseldi. Bu, İmparatorluğun ye­ rine bir cumhuriyet koydu. Telgraf, bu ulusalcı devrim sırasın­ da gene yaşamsal bir rol oynadı. 1 9 1 8 ateşkesinden sonra İtilaf Devletlerinin Türk toprak­ larını işgaline karşı mücadele eden ulusalcı hareket, Osmanlı ordu komutanlarının en başarılı ve ünlü olanı Mustafa Kemal Atatürk'ün kişiliğinde, kendisine bir önder bulmuştu. Musta­ fa Kemal'in telgrafı kullanmakta çok usta olduğu ortaya çıka­ caktı. Anadolu'daki üslerinden hareketle, İtilaf güçlerinin iş­ galindeki İstanbul'daki gizli taraftarlarıyla teması korumak, işgal güçlerine karşı askeri ve siyasal hareketlerin eşgüdümü­ nü sağlamak ve dış dünyayla (başlarda Batıyla olan tek doğ­ rudan bağlantı Antalya'dan Roma'ya giden denizaltı hattıydı ama sonralan başka bağlantılar da sağlandı) teması sağlamak için telgrafı kullandı. 1 16 Anadolu'daki telgraf şebekesi, Musta­ fa Kemal'in esas silahıydı. Ulusalcılar bunun egemenliği için İstanbul hükümetiyle mücadele etti ve kazandı. 1 17 Bir seferin­ de, sultanın hükümetinin siyasetini etkilemek üzere Mustafa Kemal bir utelgraf fırtınası"nı İstanbul'un üzerine saldı. Onun anlattığına göre, bu etkili oldu.U8 Mustafa Kemal'in l 927'de ulusalcı hareketi anlattığı ünlü söylevi, telgraf metinleriyle doludur; tüm telgraflar çıkarılsaydı, hareket anlaşılamazdı. Kurtuluş Savaşı sona erdiğinde, Mustafa Kemal'e nasıl kazan­ dığı soruldu. Yanıtı, "Telgraf telleriyle" olmuştu. 1 19 Telgrafı 1 847'de ilk olarak Osmanlı sultanına gösterenler iki Amerikalıydı. Sultan bunu beğendi, yönetimi benimsedi ve bu Batı buluşu Osmanlı yaşamının bir parçası oldu. l 9 l 9'da, başka

11•

117

11 8

119

Clair Price, "Mustapha Kemal and the Angora Govemment." Current History 1 6 (1 922): 796-797. Ali Fuat Cebesoy, Milli Mücadele Hatıralan (İstanbul, 1953). s. 148149. Bu aynı zamanda Dan.kwart Rustow tarafından da aktanlmış­ tır: "The Arıny and the Founding of the Turkish Republic." World Politics 1 1 , no. 4 (Tem.muz 1 959): 579, n. 14. Kemal Atatürk, Nutuk, 13. basım (lstanhul, 1 973), 1 :399. "Telgraf fır­ tınası," 4-5 Mart 1 920 gecesi başlatılmıştı. Gotthard Jiisch.ke, "Mustafa Kemal und England in Neuer Sicht," Die Welt des Islams N. S. 1 6, no. 1 -4 ( 1 975): 1 84. 234

OSMANLI IMPARATORLUÔU ' N DA ELEKTRiKLi TELGRAFIN KURULMASI

bir Amerikalı, bir Chicago Daüy News muhabiri, Anadolu'ya ge­ lip bir süre için Mustafa Kemal ve ulusalcı hareketiyle birlikte yaşadı. Hareket hakkında haberler veren Lewis Edgar Brow­ ne, ulusalcılann 1 9 1 9 Eylülündeki Sivas Kongresinden sonra Mustafa Kemal'in yürüttüğü telgraf taktiklerini anlatır. ônce Mustafa Kemal, sonra yoldaşı Rauf Bey Sivas-İstanbul telgraf hattını kullanmıştır. Browne'nin sözleriyle: "Ulusal Sivas Kong­ resi adına hareket eden bu önderler, Sivas Kongresinin ülti­ matomunu dinleyip kabul etmek amacıyla yatağından kalkıp İstanbul'un diğer ucundaki telgraf hattına gelebilmesi için Sul­ tana bir saat süre tanıdılar. Sultan adına Sadrazam reddetti... Anadolu, Sultan ve hükümetiyle tüm bağlannı kopardı." Bundan sonra, Mustafa Kemal daha fazla ileri gitmeden Anadolu'nun yerel yetkililerinin onayını istedi. Gene Browne'nin Sivas telg­ raflıanesinde tanık olduklan: "O gece gördüğümden daha verimli bir iletişime tanık ol­ madım. Yarım saat içinde, Erzurum, Erzincan, Musul. Diyar­ bakır, Samsun, Trabzon, An.kara, Malatya, Harput, Konya ve Bursa; hepsi telgraf aracılığıyla Sivas'la iletişim halindeydi. "Mustafa Kemal hattın bir ucunda oturup tüm bu yerleri yönetiyordu, hattın öbür ucundaysa ilgili kent ve vilayetlerin askeri komutanlan ve sivil yetkilileri oturuyordu." 1 20 Saltanat ölüp bir ulus doğarken, Morse, Smith ve Hamlin, De la Rue, Biddulph, Mehmed, Mustafa, Vuliç, Acemyan, An­ donyadis, İzzet, Feyzi ve diğerlerinin çocuğu olan telgraf çok sağlıklıydı.

120

Lewis Edgar Browne, Chicago Daily News, 13 Ekim 1 9 1 9 içinde, Paris 13 Ekim tarihli mes aj . Bu, kısmen Frederick P. Latimer tara­ fından aktanlmıştır, "The Political Philosophy of Mustapha Kemal Atatürk." Princeton, doktora tezi, 1 952, 235

s.

59.

OSM A N L I TÜRKİY E 'Sİ NDE B ATI LI E � İTİM"

1 9. yüzyıl başlarında, yenilikçi Sultan il. Mahmud sivil me­ murlarını Batılı pantolonlar, frak ceketler ve kırmızı feslerin içine soktuğunda, ulemanın üyeleri geleneksel cüppe ve sa­ rıklarını korudular. Bunun nedeni, halkın gözünde "adaletin sarığa bağlı olduğuna" Sultanı ikna eden Galata mollası Ke­ çecizade İzzet'in şefaati olabilir. 1 Aynı yüzyılın sonlarında, İstanbul'daki Avrupalılar, yazın sıcaktan korunmak için hasır şapkalarına beyaz bir bez bağladıklannda, sıradan Türklerin birdenbire kendilerine karşı saygılı olduklarını ve onlara oku­

muş gibi davrandıklarını fark etti.2 Görünüşe bakılırsa ilim irfan da sarığa bağlıydı. Ancak gerçekler halkın tavnndan farklıydı. İslamın bilgili insanlannı üreten eğitim sistemi kötü hallere düşmüştü. Med­

resenin niteliği 1 6 . yüzyıldan beri ciddi biçimde bozulmuştu.3 Ulema artık klasik düzeyli liberal eğitimini bile alamıyordu. Kuşkusuz istisnalar vardı. Ulemanın Cevdet Paşa gibi üyeleri bayağı iyi eğitilmişti ama bu yüksek oranda kendi kendine eği­ timdi. Cevdet Paşa bile, ulemanın bir kısmını bilgeliklerinden dolayı savunmasına karşın, diğerlerini cehaletlerinden dolayı

Middle East Journal 1 5:3 (Yaz 1 96 1 ) , s . 289-301 'den alınmıştır. Charles Mismer, Souventrs du monde musulman (Paris, 1 8921.

s.

1 1 2. Mlsmer bunu İzzet Molla'nın oğlu Fuad Paşa'dan duymuştu.

H.G. Dwight, Constantinople and its Problems (New York, 1 9011,

s.

1 99.

H.A.R. Glbb

ve

(Londra, 1 9571,

Harold Bowen, Islamic Society and the West, 1 12 s.

1 04- 1 1 3, 1 43 - 1 54, 1 6 1 - 1 62. 236

OSMANll TÜRKIYE 'SINOE 8ATlll E(;ITIM

suçlamakta tereddüt etmiyordu.4 Genelde, ulema kendi İmpa­ ratorluğu hak.kında bile pek bir şey bilmiyordu; çevresindeki dünya hakkındaysa cehaleti derindi. Kuşkusuz, İslamda ceha­ leti emreden bir hüküm yoktu. Tam tersine, ilk dönemlerinde İslam uygarlığı güzel okullar, çeşitli dallarda iyi bilim adam­ lan yetiştirmiş ve diğer kültürlerden çok yararlanmıştı. "İlim Çin'de bile olsa, gidip alın" sözü genellikle Hz. Muhaınmed'e atfedilir. Ancak gurur, kuşku, uyuşukluk, gavurlarla temas kor­ kusu, bunlann hepsi, eğitimin bozulmasına neden olmuştu. Ulema yalnızca, Osmanlı İmparatorluğunun yargıç ve hu­ kukçulan değil. aynı zamanda öğretmenleriydi de ve cehalet­ leri başkalannı da etkiliyordu. Mektepte yani ilkokulda öğren­ cilerine verdikleri, 1 9 . yüzyıl dünyasında gerekli olan eğitimin yerini hiç de tutamıyordu.5 Türklerin çoğunluğu, kendi İslam geçmişleri ya da Türk geçmişleri ya da etraflanndaki dün­ ya hakkında pek bir şey bilmeden büyüyordu. Moltke ilk kez 1 830'larda Osmanlı İmparatorluğuna askeri danışman olarak geldiğinde, burada, dünyanın yuvarlak olduğu yolundaki görü­ şünü yalnızca kibarlıklanndan kabul eden "eğitimW görevli­ lerle karşılaştı.6 İslam bilgisi unutulmuş, modern Batı'nın eği­ timi ise daha alınmamıştı. Batı dillerini bilen neredeyse hiçbir Türk yoktu. 1 820'lerde, asi Rumlara duyulan güvensizlik ne­ deniyle İmparatorluk resmi çevirmen olarak kendi insanları­ na yöneldiğinde, bunlardan birinin Rum-Ortodoks dininden İslama dönmüş bir Bulgar olan Bulgaroğlu Yahya Naci Efendi, diğerinin ise İslamı kabul etmiş bir Musevi olan Hoca İshak Efendi olması, belirleyici bir örnekti. Bu Müslüman Türk toplumu içine, 1 8 . yüzyıl sonlannda kıpırtılar halinde giren Batılı eğitim etkileri, 1 8 . yüzyıl başla­ rında bir sele dönüştü. Osmanlı İmparatorluğunun her tarafı, Ebul'ula Mardin, Medeni Hukuk Cephesinden Ahmet Cevdet Paşa (İstanbul. 1 946), s. 294; Cevdet Paşa, Tezakir 1 -12, der. Cavid Baysun (Ankara, 1 953),

s.

68.

Gibb ve Bowen, Islamic Society 1/2, s . 1 39- 143; Osman Ergin, Türki­

ye Maarif Tarihi (İstanbul. 1 939- 1 943), I, s. 68-82, II, s. 383 ve deva­ mı.

Helmuth von Moltke, Briefe über Zustiinde und Begebenheiten in

der Türkei (2. basım; Berlin, 1 876), 237

s.

41 ı .

O S M A N L l -T Ü R K TA R i H i ( l 77 A- l 9231

Mısır ve Balkanlar bölgesi daha fazla olmak üzere, etkilendi. Ama biz burada, İmparatorluğun özellikle 1ürk kesimlerine eğileceğiz. 1ürkler, Batılı eğitimin altı kanaldan gelen etkileri altında kalmışlardır. Bunların içinde en önemli olanı, araların­ da kısaca anlatılamayacak kadar geniş olup burada yalnızca önemine atıfta bulunularak bir kenara ayrılacak olandır. Bu, e­ sas anlamıyla eğitim kanalıdır - yaşam boyu, işbaşında, yolcu­ lukta, özel okumayla ve İstanbul'un önde gelen devlet adamı, şair ya da yazarlarından birinin çevresinde ve salonlarındaki öğrenim odaklarında başkalarıyla tartışarak edinilen kişisel deneyim. Burada şunu belirtmek yeterli olacaktır: 1 9 . yüzyılda en iyi eğitilmiş ve Batılı öğretiyi en iyi kapmış 1ürkler, resmi eğitimleri ne olursa olsun, kendi kendini yetiştirmiş olanlar­ dır. -Doymak bilmez bir okuyucu olan ve çağdaşları tarafından kendisine ukütüphane" lakabı takılmış olan Ahmed Vefik Paşa; Fransızcayı Viyana'daki Osmanlı elçiliğinin bahçesindeki bir ağacın altında öğrenen Ali Paşa; özel çalışmaları Berlin Üni­ versitesindeki üç yıllık eğitimini fersah fersah aşan Münif Pa­ şa; dokuz yıllık Anadolu sürgünü sırasında Fransız felsefe ve sosyolojisini öğrenen Ziya Gökalp. Her biri İslam geçmişinden ve Batıdan entelektüel gereksinimlerini almıştır. Her biri ka­ rarlı birer bireydi ama Batılı eğitimden yararlanmanın üstün­ lüğünü kavramıştı. Bu kişiler ve ·onlar gibiler, İmparatorlukta­ ki eğitimin B atılılaşmasının ilk gerçek önderleriydi. Batı eğitimi etkisinin İmparatorluğa aktığı diğer beş ka­ nal. resmi okullar ve okul sistemleriydi. En açık olanı, Osmanlı İmparatorluğundaki, Batılılarca desteklenen ve işletilen geniş okullar grubuydu. Hemen hemen hepsi misyon okullarıydı. Bazı yabancı Katolik okulların, özellikle de Fransız okulları­ nın, İmparatorlukta uzun süredir b ulunmasına karşın, misyon okullarının hızlı çoğalması 1 9 . yüzyılda ve 20. yüzyıl başların­ da oldu. Bu, Protestan misyonlarının geliştiği, Katolik tepki­ sinin de buna karşılık verdiği ve birçok Avrupalı gücün yöne­ timlerini ve halkını kendi kültür tarzlarını yaymak amacıyla Yakındoğu'daki okulları desteklemeye ittiği yeni emperyalizm yıllarıydı. I. Dünya Savaşının hemen öncesinde, Osmanlı İm­ paratorluğundaki Fransız Katolik okulların gayriresmi sayısı

238

OSMANLI TÜRKIYE ' S I N D E BATILI E�ITIM

500, Amerikan okullannınki 675, İngilizlerinkiyse l 78'di. Fran­ sız okullannda 59.414, Amerikan okullannda 34.3 1 7, İngiliz okullanndaysa 1 2.800 öğrenci vardı.7 Aynı zamanda, daha az sayıda Alman, İtalyan, Avusturya-Macaristan ve Rus okulla­ n da vardı. Bu okullann çoğunluğu ilkokuldu ama bazı çok düzeyli liseler ve birkaç da kolej vardı. Anlaşıldığı kadanyla, 1 9 1 4 öncesindeki yüzyılda, Osmanlı İmparatorluğu muazzam bir Batı eğitimi etkisi altında kalmıştı. Bunun Türkler üzerinde nasıl bir etkisi olmuştu? Ölçülebildiği kadanyla etki zayıf olmuştu. Bu kısmen, okul­ lar hakkındaki sayılann yanıltıcı olmasındandır. Yabancı okul­ lann birçoğu, İmparatorluğun, pek az Türkün yaşadığı Arap kesiminde yer alıyordu; böylesi okullara devam eden Araplar da, Hıristiyan ya da herhangi bir cemaatten oluyordu. Okulla­ nn birçoğu aslında, biraz yabancı destek ve denetimle, yerel Hıristiyanlar tarafından işletiliyordu. Fakat Türkler üzerinde pek bir etkisi olmamasının esas nedeni, Türklerin çoğunlukta olduğu bölgelerde bile, bu okullara giden Türklerin çok az ol­ masıydı. Bu kısmen, yabancı olan her şeye, ama özellikle de Hı­ ristiyan olanlara duyulan kuşkuya ve bununla birlikte de her milletin, yani dini cemaatin kendi üyeleri için kendi okullannı sağlamalan gerektiği yolundaki geleneğe dayanıyordu. Dinsel hevesleriyle 1 9. yüzyıl başlannda Osmanlı İmparatorluğu­ na gelen Hıristiyan misyonerler, kısa sürede Müslümanlarla Paul Monroe, "Education" E.G. Mears, der Modem Turkey (New ..

York, 1 924). içinde, s. 1 30-1 32, sayılar World Misioon for 1914 den alınmadır. 19. yüzyıl sonlannda Osmanlı İmparatorluğunun Asya (İstanbul da içinde olmak üzere) bölümüne ilişkin sayılar için bkz. Noel Verney ve George Dambmann, Les puissances etrangeres

dans le Levant en Syrie et en Palestine (Paris, 1 900), �· 36, 52-53, 57, 63-64, 65- 1 14, 1 25- 1 26, 1 32 - 133. Bu kaynaktaki yabancı okulla­ nn tanımlan pek açık değildir - bazı durumlarda okullar yabancı gözetimi altında ve yabancı mali yardım alan yerli okullar olarak görülmekte, diğer bazı durumlarda ise bir "yabancı" cemaatle iliş­ kili yerel Hıristiyan kiliseleri tarafından destekkmen yerli okullar ve gene başka bazı durumlarda yabancı misyonlar tarafından işle­ tilen ve öğretmenleri de bu misyonlar tarafından sağlanan okullar olarak görülmektedir. Aynca bkz. Ergin, Maarif Tarihi, II, s. 637-646 içinde, Katolik okullan listesi. 239

O SM A NLl-TÜ R K T A R i H i ( 1 7 7 4 - 1 9 2 3 1

Musevilerin din değiştirmeye, hatta dinsel eğitim almaya pek de eğilimli olmadığını fark ettiler. O zaman, misyon okulları, Yakındoğu'da.ki Gregoryen Ermeni, Rum-Ortodoks ve daha kü­ çük Hıristiyan gruplara yöneldi. Bu yüzden, Türkler yabancı okulları reddetmeye daha da eğilimli oldular çünkü bunlar Hı­ ristiyanlara hitap ediyor ve gavurun dinini getiriyordu. Türk­ lerin tepkisi bazen düpedüz düşmanlık bile olabiliyordu. Tür­ kiye'deki en önde gelen Amerikan eğitim kurumu Robert Koleji, kuruluşunda Kongregasyonalistlerin rol oynadığı ve öğretim üyeleri arasında ağırlıklı olduğu bir kurumdu. Söz konusu düşmanca tutum, resmen hiçbir misyonla bağlantısı olmayan Robert Kolej'in ilk yıllarında olduğu gibi, yerel cemaatlerce sert bir şekild� ifade edilebiliyordu. Kolejin yer aldığı, Boğazi­ çi'ndeki Rumeli Hisan köyü imamının kansının önderlik ettiği yerel direniş, bazen işi sözlü sataşmaya ve taş atmaya kadar vardınyordu.8 Düşmanlık bazen, yönetmelik zorluk.lan ve gay­ nresmi baskılar yoluyla yönetimden de gelebiliyordu; bazen de, yabancı okullardaki Türk öğrenciler sultan tarafından okullarını terke zorlanabiliyordu. Bu rahatsızlıklar, özellikle II. Abdülhamid döneminde, 1 88D'lerde ve sonra da 1 890'larda doruğa ulaştı.9 Peki, yabancı okullara giden Türkler neydi? Kimdi bunlar ve tamamen Batılılaşmış ders programının bunlar üzerinde nasıl bir etkisi oluyordu? Bu, bazı bilim adamları için zor ama verimli bir çalışma olabilir. Yalnızca tahminlere dayanan so­ nuçlar çıkarılabilir. İmparatorluktaki yabancı okullara devam eden Türklerle ilgili kapsamlı istatistikler yoktur. Dağınık bil­ giler, bu okullara ilk gidenlerin ender olarak Müslümanlıktan Hıristiyanlığa dönenler olduğunu göstermektedir. Kının SavaGeorge Washburn, Fifty Years in Constantinople (Boston, 1 909), s. 7 1 -72.

A.g.e. s. 1 80; Vemey ve Dambmann, Puissances etrangeres, s. 90, .

1 25; W.E. Strong, The Story of the American Board (Boston, 1 9 1 01 , s. 387; Report of the President ofRobert CoUege of Constantinople for

the 38th Year; 1900-1901 , s. 8. Devlet baskısıyla Amerikan okulla­ nndan ayrılmaya zorlanan Türkler hakkında başka bireysel vakalar için bkz. Caleb F. Gates, Not to me Only (Princeton, 1 940), s. 1 8 1 - 1 82; Halide Edib [Adıvar), Memotrs (New York, 1 926), s. 149, 1 53 . 240

OSMANLI T c:iRK I YE'SIN DE 8ATILI E�ITIM

şının sonunda bir Türk, Cyrus Hamlin' in Kongregasyonalist misyon kurulunun denetimi altında BoEaziçi'nde, Bebek'teki dinbilim kurslarının bir kısmını bitirmiş ti. 1 0 Herhalde bu Türk, Hıristiyan olmuştu. 1 857'de, İzmir'de Prusyalı Kaiserwirth Di­ yakoz Okulundaki 1 1 0 öğrenci arasında bir Türk kızı vardı. 1 1 Olasıdır ki, o da din değiştirmişti. 1 869"