Nietzsche ve Postmodernizm [1 ed.]
 9753166494

Citation preview

NIETZSCHE VE P O S T M O D E R N İ Z M

DAVE

R OB IN SON

ÇEVİRİ:

KAAN

H.

ÖKTEN

Dave Robinson, yıllardır felsefe hocalığı yapmaktadır. Felsefe, etik ve Descartes üzerine çalışmaları olan Robin­ son, Nietzsche'nin bir postmodernist olduğunu düşünse de bundan pek emin değildir.

Kaan H. Ökten, 1969 doğumlu. İstanbul Üniversitesi'nde araştırma görevlisi. Kant ve Heidegger üzerine çalışan Ökten'in, Erich Fromm ve Stephen Mulhall çevirileri bulun­ maktadır.

DAVE ROBINSON

Nietzsche ve Postmodernizm Türkçesi: Kaan H. Ökten

§

N ietzsche ve Postm odem izm Dave Robinson

Kitabın Özgün Adı Nietzsche and Postmodernism Icon Books, 2000

Kapak tasarım: Mithat Çınar İngilizce'den çeviren: Kaan H. Ökten Yayma hazırlayan: Osm an Akınhay Son okuma: Kemal Taşkın

© 2000, Dave Robinson © 2000; bu kitabın Türkçe yayın hakları Kesim Ajans Aracılığıyla Everest Yaymları'na aittir.

Birinci Basım: Ağustos 2000 ISBN: 975 - 316 - 649 - 4

Baskı ve Cilt: Melisa Matbaacılık

EVEREST YAYINLARI Çatalçeşm e Sokak No: 52/2 Cağaloğlu/İSTANBUL Tel: 0 212 513 34 20-21 Fax: 0 212 512 33 76 e-posta: [email protected] Genel Dağıtım: Alfa, Tel: 0 212 511 53 03 Fax: 0 212 519 33

NIETZSCHE VE POSTMODERNİZM

Nietzsche önemli bir filozoftur, çünkü Ba­ tı Avrupalılarm gözünde "modern" olmanın gerçekten ne anlama geldiğini idrak eden ilk kişi oydu. İki bin yıllık Hıristiyan değerleri sisteminin sonuna gelindiğini, bunun birey­ sel hayatlarımızın hiçbir amacı veya anlamı kalmadığını gösterdiğini görmüştü. Daha da önemlisi, Batı düşüncesinin neredeyse tüm ana fikir ve değerlerinin "metafizik"ten iba-

ret olduğunu ve herhangi bir temele dayan­ madığını ortaya çıkarmış, bu yok edici ol­ guyla açıkça yüzleşilmesi gerektiğine inan­ mıştı. Sonuç olarak, bu yeni durumu anlayıp dikkate alacak "yeni insanlar"a ihtiyaç du­ yulduğunu o öne sürmüştü. Üstelik tüm bu rahatsız edici fikirleri olağanüstü bir şekilde dile getirmişti: Parlak olmasa da ufuk bizim için nihayet açık görünüyor, artık gemilerimiz enginlere açılabile­ cek, ... deniz, kendi denizimiz, bir kez daha apaçık önümüzde; belki de daha önce böyle bir "açık de­ niz" hiç var olmamıştı.1 Nietzsche bir peygamber olduğunun far­ kındaydı. Fotoğrafların çoğunda gülünç ve tuhaf bıyıklı, çılgın bakışlı birini görürüz. O her zaman geleceğin daha kadir bilir okur kitlesi için yazdığını düşünmüş, kendini "ölümünden sonrasının" filozofu olarak tarif etmişti. İşte, ondan bir yüzyıl kadar sonra yaşayan bizler, belki de onun tarif ettiği, has­ retle beklediği okurlarız; o da ilk büyük post­ modernist...

Bir Uyarı Nietzsche çok çeşitli ve farklı dillerle ko­ nuşmuştur. Felsefesi çelişkilerle dolu, meca­ zi ve ironiktir. Kullandığı sözcükler, onun ölümünden sonra farklı biçimlerde yapısöküme tabi tutulmuş ve yeniden yapılandırıl­ mıştır. Kendilerine "Nietzscheci" diyen şair­ ler, oyun yazarları, anarşistler, faşistler, va­ roluşçular ve postmodernistler olmuştur. Anlaşılan, her çağın farklı bir Nietzsche'si vardır.

Nietzsche'nin Kısa Hayat Hikâyesi 1844 yılında Almanya'nın Röcken kentin­ de, Lutherci, katı bir din adamının oğlu ola­ rak dünyaya gelen Nietzsche, delikanlılığın­ da harika çocuk sayılıyor, dil konusunda bü­ yük bir yetenek sergiliyor ve doğuştan gelen müzik yeteneğini geliştiriyordu. Nietzsche üniversite yıllarının daha başında Hıristiyan­ lığa inancını kaybedince teoloji okumayı bı­ rakıp, parlak ve genç bir klasisist olma yolun­ da ilerledi. Yirmi dört yaşında Basel Üniver­ sitesi'nde klasik filoloji hocalığına atandı.

Schopenhauer'in 1818 yılında yayınladı­ ğı İrade ve Tasarım Olarak Dünya isimli kita­ bını okuduktan sonra hayatı köklü bir deği­ şime uğradı. Bu kitap, hem ateizmini doğ­ rulayıp kuvvetlendirmiş, hem de fikirlerini kendi içinde tutarlı bir dünya görüşü biçi­ minde sistemleştirme olanağı tanımıştı. Gençlik yıllarında Wagner ve eşi Cosima'yla tanıştırılmış, her ikisinden de başı dönecek derecede etkilenmiştir. Örneğin Nietzsche'nin ilk önemli kitabı olan Trajedyamn Doğuşu (1872) Wagner'e ithaf edilmiş­ tir. Bu eserinden sonra İnsanca, Pek İnsanca (1878) gibi, Ratı uygarlığını eleştiren bir dizi aforizmalar kitabı yazmış, 1870'lerin sonla­ rına doğru genel sağlık durumu giderek bo­ zulmaya başlayınca ders vermeyi bırakmak zorunda kalmıştı. Yetişkinlik hayatı boyunca Nietzsche hep hastaydı, hatta frengiye yakalandığı sanılı­ yordu. Başağrısı, uykusuzluk ve körlük de­ recesine varan görme bozukluğu gibi çeşitli rahatsızlıklardan şikayet ediyordu. Bazen in­ tiharı bile düşünebilecek kadar büyük bir ça­ resizlik içindeydi. Yeniden sağlığına kavuş­ ma ümidiyle hayatının kalan kısmını Avru­

pa'nın dört bir yanını dolaşarak geçirdiyse de çabaları nafileydi. Hastalıklarına karşı yü­ rüttüğü kişisel mücadelelerin felsefi görüşle­ ri üzerinde büyük bir iz bıraktığı açıktır. Do­ layısıyla, modern uygarlığın hastalıklı oldu­ ğunu, Hıristiyanlık ve nihilizm zehrini taşı­ dığını düşünüyor, kendine tüm bunlara bir çare bulma misyonunu yüklüyordu. 1882 yılına gelindiğinde Böyle Buyurdu Zerdüşt'ü yazmaya başladı. İleride kendisine büyük ün kazandıracak olan "Üstinsan" ile "Ebedi Dönüş" görüşlerini bu kitapta ortaya attı. Hayatının son yıllarında insanlardan iyi­ ce uzaklaşıp hastalığı daha da ilerlediği hal­ de, şaşırtıcı bir verimlilik dönemi yaşadı. Bu dönemin kitapları arasında Hayrın ve Şerrin Ötesinde (1885), Ahlâkın Soykütüğü (1887), Deccal (1888) ile Güç İstenci (ölümünden son­ ra, 1910 yılında yayınlanmıştır) bulunmakta­ dır. Ne literal ne de figüratif bir dille yazılan bu yapıtları, arada bir yerde duran, tuhaf şi­ irsel aforizmalar ve ironik saptamalarla dolu garip kitaplardır. Nietzsche felsefesinin çoğu çağdaşı tarafından göz ardı edilmesinin bir nedeni zaten üslubûndaki bu aşırılıklardır. Sonuçta, son dönem yapıtlarına acıyla be­

zenmiş bir dogmatizm damgasını vurmuş­ tur. Her şeye rağmen Nietzsche, bir gün an­ laşılacağından çok emindir: Bugün veya yarın için değil, gelecek binyıllar için haklı olmak istiyorum...2 1888 yılma gelindiğinde hareketleri gide­ rek ağırlaşır ve sonunda ona akıl hastası teş­ hisi konur. Hayatının son yıllarını, yapıtları­ nı kaba bir anti-semitizm propagandasına yarayacak biçimde derleyip yayınlayan ve sevimsiz bir kadın olan ablası Elizabeth'in koruması ve bakımı altında geçirmiş, nihayet 1900 yılında Weimar'da bu dünyadan ayrıl­ mıştır.

Nietzsche ve Hıristiyanlığın Çöküşü Nietzsche, Batı AvrupalIların Hıristiyan değerlerin artık geçerliliğini yitirdiği gerçe­ ğiyle yüzleşmek zorunda olduklarını öğret­ miştir. Bu değerlere inanmaya devam eden­ ler samimi değillerdir, "otantik" olamazlar. Hıristiyanlığın yerini almaya çalışan ve özel­ likle bilim ile ilerlemeye tapma inancı gibi çeşitli "inançlar" da aynı derecede boştur.

Kitlesel insan, söz konusu yeni değerlerin boş olduğunu nihayet görüp kavradığında, ortaya korkunç karamsarlıkta bir nihilizm çı­ kacaktır. Artık ona inanacak hiçbir şey kal­ mayacağından medeniyet çökecektir. Önce­ leri çok katı bir Lutherci iken, sonraları aşırı bir ateist olan Nietzsche'nin bu bağlamda seküler toplumun tehlikelerini abartmış olması da muhtemeldir. Yunanlılar Belki kendisi reddederdi, ama Nietzsche tam bir ütopist ve bir reaksiyonerdir. O, geri­ lerde kalmış bir "Altın Çağ" olduğuna, için­ de yaşadığı çağ dahil olmak üzere bütün di­ ğer tarihsel dönemlerin bu çağa bakarak de­ ğerlendirilebileceğine inanıyordu. Nietzsc­ he'nin ayrıca bir bakış açısı vardı, bir klasik dönem edebiyat hocası olması sebebiyle bu bakışın zeminini Antik Yunan'da bulmuştu: Bir sürü büyük insan çıkardıkları için Yunan­ lılar ilginç ve oranlama kabul etmeyecek ölçüde önemlidir... Bu insanlar birer bütündür, tamdır, kendine yeterlidir ve taştan oyulmuş gibidirler... Göreneklerle sınırlamamışlardır kendilerini.3

Burada adı geçen "Yunanlılar", Thales, Heraklitus ve Empedokles gibi MÖ. altıncı yüzyıl başlarında yaşamış olan düşünürler­ dir (Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi geç dönem Atinalı düşünürler değil). Nietzsche'nin söz konusu "pre-Sokratikler" e hayran­ lık duymasının sebebi, onların asil, özgür, ya­ ratıcı ve tutkulu olduklarını düşünmesiydi. Öte yandan, daha sonraki dönemlerde yaşa­ mış olan Atmalılar, daha farklı şeylere inan­ dıkları için daha aşağı bir mertebeydediler: Onlar mutlak bir ahlâka, ruhun ölümsüzlü­ ğüne, aşkın gerçekliklere ve insan aklının gü­ cüne inanmaktaydılar. Ayrıca Atina felsefesi, Batı uygarlığının yumuşamasının ve ardın­ dan daha büyük bir felaket olan Hıristiyanlı­ ğın doğmasının da sebepleri arasındaydı. Nietzsche'ye göre çağdaş insan, "Dionysiosçu" niteliklere karşılık "Apolloncu" doğa­ sına gereğinden fazla değer veriyordu. Bun­ ların ikisi de insan ruhunun kaçınılmaz un­ surları olduğu halde, Apolloncu biçimde ter­ biye edilmiş olan zihnimize genellikle hak et­ tiğinden fazla önem atfediyoruz. Nietzsche için "Dionysiosçu" olmak, bir yandan güçlü ve cesur olmak, bizatihi hayatın acımasızlığı

ve arızi ıstıraplarını kabul etmek, öte yandan da hayata nihai, neşeli, coşkun ve delicesine bir "evet" diyebilmektir. Pre-Sokratik Yu­ nanlılar boş aşkın değerlere pek itibar etme­ yip, insanın varoluşuyla ilgili bazı katı ger­ çeklerin özüne rahatlıkla inebiliyor ve bu gerçeklerle çok da güzel yaşamayı biliyorlar­ dı. Dolayısıyla, çağdaş insanlar onları örnek alarak pek çok şey öğrenebilirlerdi. Gerçi Nietzsche'nin klasik Yunan kültürü hakkmdaki analizleri hem çok derin kişisel izler taşır, hem de pek sağlam temellere otur­ madığı gibi fantastik bile sayılabilecek bir ni­ teliğe sahiptir. Buna rağmen, kendi analizle­ rine büyük bir hararetle inanıyordu. Hayatı­ nın geri kalan kısmını felsefe, psikoloji ve mitten garip bir karışım ortaya çıkarmaya harcayarak, Batı dünyasının hastalıklarına karşı bir tür tutkulu Stoacılık geliştirmeye ça­ lışmıştı.

Hıristiyanlığa ve Aşkınlığa Karşı Batı uygarlığının asıl arızası Hıristiyanlık­ tır; bu ifade, Nietzsche'nin Hıristiyanlığa karşı azgm bir Ödipal nefret beslediği izleni­

mini vermektedir. (Nietzsche, Lutherci vaiz­ lik görevini üç kuşaktır katı bir itikatla yürü­ ten bir ailenin çocuğuydu.) Onun geç dönem felsefesi, Hıristiyanlığa karşı aşağıdaki örne­ ğe benzer öfke patlamalarıyla doludur: Hıristiyanlık için, o en büyük lanet, içi çürü­ müş en büyük sapıklık, hiçbir vasıtası yeterince zehirli, gizli, yeraltından, küçük olmayan, en bü­ yük intikam içgüdüsü diyorum; Hıristiyanlığa insanlığın en ebedi namus lekesi diyorum...4 Nietzsche'ye göre Hıristiyanlık, başlangıç aşamasında Sokrates'in bulunduğu, kendine özgü bir düşünce yordamının en son ve en habis aşamasıdır. Sokrates ruhun ölümsüzlü­ ğüne ve mutlak hakikatlere inanmayı cesa­ retlendiren biriydi. Öğrencisi olan Platon da, "iki dünya" üzerine kurulu bir felsefe geliş­ tirmişti. Buna göre, içinde bulunduğumuz gündelik maddi dünyamız, aşkın ve mükem­ mel bir dünyanın kötü bir suretinden ibaret­ ti. Söz konusu "yüce" (ya da "aşkın") hakikat ve varlıkların var olduğuna inanan bu öğreti, daha sonra ortaya çıkan Hıristiyan Kilise­ si'nin teolojisiyle kolayca harmanlandı. Kaçı­ nılmaz olarak da Hıristiyan değerler ve

inançlar, çağdaş Batı felsefesini, özellikle "Aydınlanma" felsefesini etkiledi. İlk "çağ­ daş" (modern) filozof olan Descartes, ruhun ölümsüzlüğünü "ispat ettiği" gibi, birtakım ebedi matematiksel ve bilimsel hakikatleri de "ispatlamıştı". Ardından Alman filozof Kant, insan duyularının hiçbir zaman erişemeyece­ ği, başka bir üstün "noumenal" dünyanın da­ ha var olduğunu ilan etti. Böylece Batılı filo­ zoflar, bilginin mutlak ve total biçimlerinin olanaklılığına inanarak, kendi kendilerini ya­ nıltmaya, aşkın dünyalar yaratıp kaçkın fan­ tezilere dalmaya başladılar. İşte Nietzsche, böylesi bir felsefi geleneğin kökünü kazıma­ yı aklına koymuş bir düşünürdür.

Schopenhauer ve Güç İstenci Arthur Schopenhauer (1788-1860) da aş­ kın felsefelerin saçma olduğunu savunan bir filozoftur. Ona göre, fenomenler dünyasının "ardında" yatan tek bir kesin hakikat vardır, o da kesintisiz bir kuvvet (enerji) mücadelesi veya "İstenç"tir; sadece birkaç seçilmiş insan bu kuvvetten veya istençten etkilenmemeyi başarabilecek bir kararlılık gösterebilir. Ni-

etzsche bu yaklaşıma katılıyor, fakat her şeyi tayin eden "İstenç" in esasında bir "Güç İs­ tenci" olduğuna düşünüyordu. Bütün varlık­ lar, yaratıcı, sağlıklı ve üretken bir çatışma olan bir tür kesintisiz mücadele halinde var­ dılar. Bu dünya: enerjiden oluşan bir canavar, başı ve sonu olmayan; tunçtan da katı bir enerji; art­ mayan, eksilmeyen, tükenmeyen, sadece biçimi değiştiren... Bunun dışındaki her felsefi görüşse temelde gereksiz ve boş bir saçmalık.5 Schopenhauer gibi Nietzsche de köklü bir şüphecidir. İnsanlar kendilerini sürekli ola­ rak, esasen sahip olmadıkları bilgiye donan­ dıkları için her şey şüpheye açıktır. Felsefi şüphecilik genellikle farklı biçimlerde karşı­ mıza çıkar. Örneğin çoğu filozof, kendiliğin­ den seçici bir şüphecilik eğilimi göstermekte­ dir. Çoğunlukla kendi felsefelerinden önce­ kilerin geçersiz olduğunu ilan ettikleri halde, savundukları hakikatlerin sapa sağlamlığın­ dan dem vururlar. Öte yandan Nietzsche gi­ bileriyse, insanı endişelendirecek kadar ge­ niş kapsamlı şüphecilerdir. Onlar insan bilgi­ si diye bir şeyin var olmadığını, "hakikat" in

ya erişilemez ya da (bundan daha kötüsü) bir mitten ibaret olduğunu iddia ederler.

Anti-T emelcilik Nietzsche'nin savunduğu türden bir ge­ niş kapsamlı şüpheciliğe genellikle "anti-temelci" denir ve bu kavramın üzerinde biraz durulması gerekir. Kral Lear'ın Aristote­ les'ten aldığı ünlü sözündeki gibi, "hiçbir şeyden hiçbir şey çıkmaz". Bütün felsefeler, "aşikar" olduğu iddia edilen ve bu nedenle doğru sayılan bazı çekirdek inanışlardan ha­ reket etmek zorundadır. İşte bu noktada işin içine "metafizik" karışır. Nietzsche, tam da bu metafizik unsurları tespit ve tayin etmede büyük başarılar göstermiştir. Dünyaya dair bilimsel tespit manzumelerinin sektesiz işle­ yip çalışabilmesi için birtakım şeyleri önce­ den varsaymak gerekir, örneğin algımızdan ayrı olarak var olan fiziksel bir dünyayı, bu fiziksel dünyayı algılarken kaba da olsa bir örtüşme sağlayabildiğimizi, nedenselliğin sadece tek bir istikamette ilerlediğini önce­ den kabul etmek zorundayız. Bütün bunlar duyumsanabilir inanışlar olduğu halde is­

patlanmaları çok zordur. Dünyaya dair ken­ di duyusal tecrübelerimizin "dışına çıkmak", dışarılarda bir yerde bir dünyanın var olup olmadığını test etmek ve bizler için güvenilir duyusal veriler sağlamak mümkün değildir. Öte yandan, halen nedenselliğin tersine işle­ diği bir olay yaşamış olmamız, böylesi bir olayın imkânsız olduğu anlamını vermez. Nietzsche, çağdaş Batı inanış sistemimizin, burada sayılanlara benzer bir dizi metafiziksel varsayımlar üzerine temellendiğini vur­ gulamıştır.

Aydınlanma Gerçi modern Avrupa bir "Hıristiyan" uygarlığıdır, ama aynı zamanda, on yedinci yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkan bir kültürel fenomen olan "Aydınlanma"nm da ürünüdür. Aydınlanma'nın ne olduğuna ve bu dönemin halen devam edip etmediğine dair halen çok büyük tartışmaların yürütül­ düğünü görüyoruz. Aydınlanma, kültürel ve tarihsel geleneğimizin bir parçası olup, Batı bilimiyle siyasal hayatı üzerinde derin etki­ ler yapmıştır.

Descartes gibi Aydınlanma filozofları bizi "insani" yapan şeyin aklımız olduğunu iddia ederler. Descartes, belirli felsefi ve bilimsel incelemelere odaklanarak kendimizi sınır­ landırdıktan sonra, akıl gücümüzü kullana­ rak yanılgısız bir bilgiye ulaşabileceğimizi savunuyordu. Buna göre, akıl evrensel, nes­ nel ve özerkti, belirli bir "yöntem" e uygun olarak kullanıldığında bilimin ve toplumun ilerlemesine imkân tanıyan bir araçtı. Descartes'la karşılaştırıldığında akla ve bilime daha az güvendiği halde Rousseau'nun da siyasal ilerlemeye güveni tamdı. Bireylerin akli özerkliklerine hitap edip, "do­ ğal" özgürlüklerin yerine "medeni" özgür­ lükleri koymaya ikna edilirlerse, insanlar mükemmel sayılabilecek bir siyasal toplum kurabilirdi. Kant gibi Aydınlanma'mn başka düşü­ nürleri, akli düşünce ve özerklik fikrini kul­ lanarak Hıristiyan etik inancını güçlendirme­ ye çalışmışlardı. Pratik akıl, evrensel ve mut­ lak ahlâki yasalar ortaya çıkarabilecek, bun­ ların ebediyen doğru ve dolayısıyla herkes için bağlayıcı bir niteliğe sahip olmaları sağ­ lanacaktı.

Avrupalılar, yukarıda ortaya konan Aydınlanmacı fikirler dolayısıyla bilimsel, ahlâ­ ki ve siyasal ilerlemenin kesinliğine büyük bir güven duymuşlardır. Bu fikirlerin etkisi on dokuzuncu yüzyıla dek devam etmiş, Nietzsche onları yakından inceleyinceye kadar da sorgulanmadan benimsenmiştir. Aydınlanma'nın insan akima ve ilerleme­ ye duyduğu naif inanca karşılık, Nietzsche şaşırtıcı bir kozmik bakış açısına sahipti: Bir zamanlar zeki hayvanların bilgiyi icat et­ tiği evrenin uzak bir köşesinde ... bir yıldız vardı. Bu, "evrensel tarih"in en küstah ve yalancı uğra­ ğıydı...6 Nietzsche "tekabüliyet kuramı"na dayalı hakikat düşüncesini kabul etmeyi reddedi­ yordu. Bu kurama göre, duyularımız ya da aklımız aracılığıyla her zaman "gerçeklik"e doğrudan erişebilme imkânına sahip oldu­ ğumuz için, zihnimizdeki kavramlar şu veya bu şekilde dünyayla uyumluluk gösterirdi. Nietzsche, kendimiz ve dünya hakkmdaki tek gerçek hakikatin, bastırılması imkânsız olup her şeye yönelik "Güç İstenci" ve onun kontrolü ele geçirme enerjisi olduğunu düşü­

nür. Yani insanlar, kendileri için sadece yarar sağlayan ve bir biyolojik tür olarak hayatta kalmalarına yardımcı olan "hakikatler"i ya­ ratırlar. "Bilgi" ve "Hakikat" aşkın varlıklar değil, sadece birer etkili araçtır. Bunlar, in­ sanların icat ettiği kavramlardır. Daima belir­ li bir insani ilgi veya amaca hizmet ettikleri için de hiçbir zaman "nesnel" olamazlar. Nietzsche hiçbir zaman tutarlı veya çok sağlam bir "bilgi kuramı" geliştirmemiş, ço­ ğu kere görüşlerini latifeli metaforik aforizmalar aracılığıyla dile getirmiştir. Fakat esa­ sa inildiğinde, "oluş" halindeki evrenin da­ ima kesintisiz bir kaotik hareket ve değişim halinde olduğunu iddia eden Herakleitos'la hemfikir olduğu anlaşılmaktadır. Karşılaştı­ ğımız her istikrar veya tutarlılık bizzat icat ettiğimiz bir haldir. Demek ki "bilmek", "ka­ otik süreçlere kategoriler atfederek, dünya­ nın bizim için yararlı bir hale gelmesini ve bizlere bir güç ve denetim duygusunu ver­ mesini sağlamak" gibi bir anlama gelmekte­ dir. Matematik ve mantıksal çıkarımlar bile sadece birer insani tertiptir, "gerçek dünya­ da hiçbir şeyin karşılık olarak denk gelmedi­ ği varsayımlardır."7

Kesinlikle çok postmodern izlenimi veren bir isme sahip olan başka bir önemli makale, Nietzsche'nin ilk olarak 1873'de yayınladığı "Ahlâk Dışı Anlamlarıyla Doğruluk ve Yan­ lışlık Üzerine"dir. Nietzsche bu metinde bü­ tün dillerin kaçınılmaz olarak "metaforik" olduğunu iddia etmektedir. Makale, Dionysiosçu yaratıcılık ile Apolloncu zihin arasın­ daki birbirine zıt farklılıkların bir kez daha eleştirel bir çerçevede dile getirilmesiyle baş­ lar. İnsan zihni temel olarak daima hilekâr olmak zorundadır, çünkü bireylerin beraber yaşamaktan başka seçenekleri yoktur. Top­ lumsal ve entelektüel hayat, ortak rızaya da­ yan ve bu durum "bilgi" gibisinden kavram­ ların kaçınılmaz biçimde ortaya çıktığı, ortak bir uzlaşımm ürünü bir gerçekliğin doğması­ na yol açar. Bu tür kavramlar daha sonra di­ le özgü imkânlarla takviye edilir. Gerçi top­ lumsal hayatı mümkün kıldığı için sınırlı bir niteliğe sahip bu insani "hakikatler" zarar­ sızdırlar, ama ne yazık ki, esasen var olma­ yan düzmece \?e hayali metafiziksel "haki­ k a tlerin peşine düşen nafile bir ava da dö-

nüşebilmektedir. İki durumda da insan dili­ nin "gerçek" dünyayla tutarlı bir çakışması yoktur. Dil hiçbir zaman bize dünyanın ger­ çekliğini tarif etmesi anlamında "literal" ola­ maz. "Hakikat" ve "bilgi" gibi kavramlar di­ lde görecedir, bir başka ifadeyle "metaforik"tir ve dilin içine yerleşmesi nedeniyle dünya hakkında hiçbir şey söyleyemez. Nietzsche'nin dil ile dünya arasındaki ilişkiye dair radikal görüşleri, Wittgenstein ve Derri­ da gibi yirminci yüzyıl filozoflarının ana fi­ kirlerini önceden ortaya koyar gibidir. Öte yandan, Nietzsche'ye göre, dil, insa­ nın kendini durmadan aldatması sürecinin ana aktörüdür. Sözcüklerle düşünürken, genellikle sözcükler kullanılarak işaret edi­ len "dışımızda bir yerdeki" varlıkların var olduğunu doğal bir şekilde varsayarız. Söz­ cükler bizler için faydalıdır, çünkü çevre­ mizdeki kaosu ve karmaşıklığı onlar aracılı­ ğıyla basitleştirip "dondurabiliyoruz". Ama başka bir işe yaramazlar. Halbuki el­ deki dilbilgisi, düşüncelerimizin örgütleni­ şini denetlediği gibi, bundan daha önemlisi, sahip olabileceğimiz düşünce imkânlarını da belirlemeye başlamaktadır. Düşünürken

kullandığımız özne-yüklem grameri, dün­ yanın üzerine bir özne-nesne çerçevesi bin­ dirdiğimizi gösterecektir. Bu ise, örneğin içimizde bir yerlerde, kendi fiziksel varlığı­ mızdan ayrı bir aşkın Kartezyen varlık olan "ego"nun veya "ben" in var olduğuna inan­ ma cesareti verir.

Mantık'taki Sorun , Aydınlanma çağı ve ona bağlı birer dişli gibi birbirine geçerek gelişen bilgi, etik ve si­ yaset kuramları, akla duyulan sarsılmaz bir güven üzerine temellenmişti. Çoğu on seki­ zinci yüzyıl filozofu için "akıl" aynı anda "akıl yürütme" veya mantık anlamına geli­ yordu. Tüm Aydınlanma düşüncesinin çe­ kirdeği tümdengelimsel mantıktı. Fakat mantığın, yeni bilgilerin keşfini veya kav­ ramların açıklığa kavuşturulmasını sağlayan kesin bir yöntem oluşturmadığı fark edilince bir bütün olarak Aydınlanma projesi tehlike­ ye girmiş olur. Nietzsche'ye göre, insanların nesnel düşünceye sahip olmaları imkânsız­ dır, zira her zaman tutku ve arzularla yön­ lendirilmekte, çoğu halde bu yönlendirilişin

farkında dahi olamamaktadırlar. Mantık sa­ dece aklımızın nasıl çalıştığının bir yansıma­ sıdır ve nesnel bilgi ya da hakikatle hiçbir il­ gisi yoktur. Ünlü Atinalı filozof Aristoteles, Mantık'ın işleyebilmesi için bazı "yasalar" a uymak ge­ rektiğini zorunda olduğunu idrak edebilecek kadar akıllıydı. Bu mantık yasalarından bir tanesi "Çelişmezlik İlkesi"dir; hiçbir şey eşza­ manlı olarak hem A, hem A-değil olamaz. (Örneğin hiçbir şey aynı anda hem bir züra­ fa hem de bir zürafa-olmama gibi halde bu­ lunamaz.) Nietzsche'nin görüşünce bu "ilke" sadece "mevcut beynimizde meydana gelen mantıksal düşünme ve sonuç çıkarmanın bir uzantısıdır, ki bu da aslında, kendi başına alındığında, oldukça mantıksız süreç ve gü­ düler arasındaki çekişmelere denk düşer."8 Mantık ne dünyayı yansıttığı ne de hakikate dair herhangi bir güvence sunabildiği için, sadece kendi ihtiyaçlarımız için uygun bu­ lunduğumuz ve bizim açımızdan bir "ger­ çeklik" yaratmanın insanoğluna has bir yön­ temidir. Bu saptama birazdan daha da zor bir hale gelir. Çünkü Mantık'ın temelinde her türlü

metafiziksel varsayımlarla karşılaşmak mümkündür (sözgelimi, bütün şeyleri genel­ leştirerek homojen gruplar -örneğin, bir zü­ rafalar grubu- yaratabileceğimize inanmak gibi). Bizatihi "şeyler" ("zürafa") dahi aslın­ da kendi rahatımız ve akıl sağlığımız için başvurulan birer "kurgu"dur. Başka bir ifa­ deyle, Mantık, büyük ihtimalle gerçeklikte herhangi bir karşılığı bulunmayan hayali kurguları yeniden düzenleme yönteminden başka bir şey olmadığı gibi, yanlış olabilmesi söz konusu metafiziksel varsayımlara da­ yanmaktadır. Hem Mantık hem de sınıflandırmalarımız dünyayı denetleyip egemen olma ihtiyacı­ mızdan kaynaklanır. Benzer şeyleri hemen özdeş kabul etme eğilimi mantık dışıdır -zira hiçbir şey özdeş değildir. Mantık'ın temelleri ilk böyle atılmıştır.9 Mantık'ın şüphe götürmeyen faydaları in­ sanoğlunu adeta hipnotize etmiş, aşkın ya da bilimsel hakikatlere ulaşmada ondan yarar­ lanabileceğine inanmasına neden olmuştur. Mantık kendi bekamıza yarayan çok faydalı bir araçtır, ama hepsi o kadar.

Bilimin Yıkılışı Artık akıl ve mantıktan kuşku duyar hale geldiysek, bilimsel "hakikat" için de fazla ümit kalmamış demektir. Nietzsche burada yine nesnel hakikat diye bir şey olmadığın­ dan bilimin bize bunları sunamayacağını vurgular: Bilimi sadece şeylerin mümkün olan en ve­ rimli insanileştirilmesi şeklinde değerlendirmek yeterlidir; şeyleri ve şeylerin ardıllıklarını tarif ederek kendimizi daha iyi tarif etmeyi öğreni­ riz.10 Nietzsche'nin bilimsel yasalara ilişkin eleştirel analizinin büyük kısmı on sekizinci yüzyılda yaşamış olan İskoçyalı radikal ampirist ve kuşkucu filozof David Hume'un çabşmalarına dayanır. Hume, çoğu Avrupalı rasyonalist filozofun göz kamaştırıcı iddiala­ rına büyük bir kuşkuyla yaklaşmıştı. Ona göre, bilimsel yasaların çoğu doğada göz­ lemlenen düzenliliklere dayanıyordu. Bu ne­ denle, filozof ve bilimcilerin söz konusu dü­ zenliliklerin ebedi ve zorunlu, hatta Tanrı eliyle düzenlenmiş olduğuna inanmaları çok

kolaydı. Fakat bu düzenliliklerin gerçekten de anılan nitelikte olduklarına dair herhangi bir ikna edici kanıt yoktu. Nietzsche, doğal dünyanın akılla düzen­ lenişine ve keşfedilebilir bir dizi doğa yasası­ na itaat etmesi fikrine karşı çıkmıştır. Bilimi tarihsel, kültürel ve toplumsal bir fenomen olarak incelediğimizde tüm bilimsel "haki­ k a tle rin er geç değiştiği görülecektir. Bilim­ sel "y asalarin tümü, ihtimallere dayanan insan kurgulardır. Çoğunlukla bu "yasala­ r i n çok daha önemli ve itibarlı olduğu dü­ şünülür; ama bunun tek nedeni, kullanılan "yasa" ve benzeri sözcüklerin çok etkileyici olmasıdır. Siz fizikçilerin mağrur biçimde sözünü etti­ ğiniz "doğanın yasalarla uyumluluğu" ... sade­ ce sizin hatalı yorumlarınız ve kötü "filoloji­ niz" dolayısıyla mümkündür. ... Şeyler, belirli bir ilkeye göre düzenli biçimde gerçekleşiyor de­ ğildir: böyle bir şey yoktur ... ayrıca zorunluluk sınırları dahilinde gerçekleşiyor da değillerdir ... ve bütün bilimimiz hâlâ dilin etkisi altında­ dır

Nietzsche'nin ileri sürdüğü başka bir şüpheci argüman tarihsel göreciliğe dayanır. Evrenin nasıl kurulduğuna dair tarihte birbi­ rinden oldukça farklı açıklamalara rastlayabiliyorsak, şu an yürürlükteki modelin tek doğru olduğuna kesin gözüyle bakabilirmiyiz? Nietzsche'nin "perspektivizm" öğretisi, dünya hakkında olsa olsa eksik yorumlarda bulunulabileceğini, mutlak hakikatlerin var olamayacağını iddia etmektedir. Bilimi kül­ türel, sınırlı ve pek insanca bir eylem olarak gören bu bakış, Thomas Kuhn ve Paul Feyerabend gibi pek çok yirminci yüzyıl bilim fel­ sefecisini derinden etkilemiştir. Bilim, Aydınlanma çağının hayırsız evlat­ larının sonuncusudur ve bu özelliğiyle dün­ yaya ilişkin geçici yorumlardan sadece bir tanesidir. Öyle ki Nietzsche, çağdaşı pek çok Avrupalmın bu gerçeğin farkında olmadığı­ nı görmüştür. Onların bilime ve bilimsel iler­ lemeye duydukları inanç tehlikeli bir yanıl­ samadan ibarettir. Bilimsel ilerleme, insanla­ rın mutluluğuna her zaman katkıda bulun­ maz:

Fiziğin de dünyanın sadece bir yorumu ve de­ ğerlendirilmesi olup (tabii bizim açımızdan ve bi­ ze göre!), dünyanın bir açıklaması olmadığının farkına varan belki beş, belki altı beyin çıkacak­ tır.12 Nietzsche'nin önerdiği çözüm, kendi yan­ lılığı ve sınırlarının bilincinde olan yeni ve pragmatik bir "şen bilim"dir. Dünyayı gözle­ yip elde edilenleri uygarlığın ilerleyişi yara­ rına kullanmak mümkün olsa da, bilimin bir gün bir şekilde mutlak hakikatleri keşfetme­ si imkânsızdır. Modern "bilimselcilik", yani körü körüne bilime tapma, dinin yerine ge­ çen sığ bir ikamedir. Din ve bilim göz alıcı iddialar ortaya atsalar da, Nietzsche bu iddi­ aların haklılığının hiçbir zaman ispatlanamayacağını göstermiştir. Bu iki iman sisteminin çöküşü, hızla evrensel nihilizme, ümitsizliğe ve uygar dünyanın çöküşüne yol açacaktır.

Benliğe İnanma Aydınlanma'ya özgüven kazandıran şey, büyük oranda Kartezyen felsefinin kesinlik­ leri olmuştur. Avrupa felsefesi, sahici bir

benliğin -"Cogito"nun- varoluşunun kesinliğine