İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı [15 ed.]
 9754707456

Citation preview

ILBER ORTAYLI 1947 yılında doAdu. Siymal Bilgila Fakulttsi (1969) ilr Dil Tarih Coğrafya Fakıllıesi Tarih BOhlmQ'nıl bitirdi. Oıiago Ünivasilesi'ndc master çalış­ masını Pro[ Halil lnalcık1a yapn. "Tanzimaı Soıırası Mahalli ldardcr" ilr doklar, "Osıııaııl ı lnıpamorlutu'nda Alımn Nafuzu" çalışımsıyla da doçmı oldu. Viyana, Brrlln, Paris, Pıinalorı, Molkova, Roma, Manih. Strasbourg. Yanya, Sofya, Kiri, c.ambridgr. Oıdord w Tunus ılnivnsiıdrrindr misafir ogmim u�liği ile birlikır smlinrrlrr ve kon(rrmslar ftrdi. Yali ve yabancı bilimsd dagilrrdr Osmanlı ıari· hinin 16. ve 19. y1lzyılı �Rusya lmihiylr i!pi ınakalelrr yayınladı. Hulıulı ve ldarr Adamı OlaraJı 0-lı Dnıftıirwk Kadı (Turhan Kiıabrvi, 1994), Tılıiriyc ldaır Tari­ hine Giriş (Turhan Kiıabrvi, 1996), Osmaılı tnıparaıorluııı'nda Alman Nüfuzu (llrıi­ şim, 1998), lrrıpcıraıorlugwı En Uııaı Ytzyılı (lktiŞm, 1999) , �'tıırı Cwnlıuri­ ytı'c Ynrl Yc!rıttinı Gd� (Tılrk Tmh Kurumu Yayınlan. 2000), av-ılı Toplu­ nıunda Aile (Pan Yl}'lncılık, 2000) gibi al'll$tlrma eserleri; Osnıanlı lnıparaıorlu­ gu'rıda llıtisadi ve Sosyal �ğişinı (Turhan Kiıabrvi, 2001) w Gclcnclıını Gclcctğc (U(uk Kiıaplan. 2001) gibi drnmıt ve makale dalrmrlrri vardır. lswıbul ılzmııt çqitli drıgilm: yazdığı ınakaltlrrini fstanlıul'cbı Sayfalar (llrti$im. 1995) adlı ki­ ıapıa biranyıı Fflrdi. l 989'dan hm Siymal Bilgila Fııkıllıtsi'ndr ldarr Tarihi Bilim Dalı Bıı$kanı olaı.k görev yapmaladır. Onaylı, Uhıslaruıısı Osmanlı Elıldlıeri Ko­ mitesi YOnetim Kurulu � w Avnı.- ll'U)Oloji Cmıiyrıi üyesidir.

iÇiNDEKiLER

Birinci Baskıya Önsöz

.

...................... ........ .7

....

ikinci Baskıya Önsöz. . . . . . . . . . . . . . ........ ....... ..... ... .... ... .... . .. .......................

.....10

Dördüncü Baskıya Önsöz

.....

12

GiRiŞ

imparatorluğun En Uzun Asrı.

.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ....................... ...........

13 .

BiRiNCi BÖLÜM

Alemdar, Sultan Mahmud ve Kavalah

.33

...............................................

iKiNCi BÖLÜM

Osmanlı Uluslarının Yeniçağı.

..

. ........ .... .. ..............59

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Osmanlı Tarihinde Babıali Asrı

. . . . . . . ..

. ......

. . . . . . . . . . . . . . . . . . ......................

89

.......

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Aydın Mutlakiyet ve Merkeziyetçi Reformlar

123

BEŞiNCi BÖLÜM

Laik Hukuk ve Eğitimin Gelişmesi .... ........ ..... .........

.

.171

ALTINCI BÖLÜM

Reformcuların Çıkmazı ...

. ...201

YEDiNCi BÖLÜM

Tanzimat Adamı ve Tanzimat Toplumu ... ..

.......229

.

Sonuç

...

..

. . . ....

Yararlanılan Kaynaklar......... Dizin.....

....

.

.

....... ...

. . . . . ..

......263 ..27 7 .. ...... 285

BiRiNCi BASKIYA ÖNSÖZ

Ülkemizin tarihçileri yanın yüzyıldır, bütün engellere rağmen bilim dünyasında saygınlık kazanan araştırmalar ortaya koya­ bilmişlerdir. Düşünme ve yorumlama olanağının zaman za­ man girdiği çıkmaza , arşivlerin ve kütüphanelerin perişanlığı­ na ve çalışma kısıtlamalanna rağmen yapılan araştırmalar bi­ limsel tarihçilik anlayışını ve yöntemini yetkiyle temsil edecek düzeydedir. Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Türkiye'de tarih­ çileri araştırmaya yöneltecek enstitüler ve mali fonlar yoktur, yalnız ve yalnızca değişen Türkiye'nin sorunlannı anlamak is­ teği ve ülkemizi sevmek gibi bir itici güç varclır. Türk aydınları bunun içindir ki tarihi bilimsel bir yaklaşımla yorumlamak görev ve sorumluluğunu duymuşlardır, onların başarılarının kaynağı da budur. Eski dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi Türkiye'de de tarihçiler uzun bir süre imparatorluk tarihinin görkemli döne­ miyle , yani 1 5- 1 7 . yüzyıllarla yoğun bir biçimde ilgilenmişler ve 19. yüzyıldaki modernleşmeye karşı bilimsel ilgi gecikmiş­ tir. 1940'larda Tanzimat dönemi üzerine H. inalcık. Ô. L. Bar­ kan, C. Baysun, E. Z. Kara), R. Kaynar ve ô. C. Sarç tarafından yapılan birkaç kalıcı araştırma dışında, özellikle Osmanlı l ın ­ paratorluğu'nun siyasal mod ernleşmesine ilgi uyanmamıştı. 7

Turk demokrasisinin tarihini, siyasal ve hukuki kurumlarının :ıııaliziyle ele almak gibi güç bir görevi o yıllarda Prof. Tarık Zafer Tunaya yüklenmişti . Bugün ise genç kuşaktan bir grup tarihçi, Türkiye'de siyasal modernleşmenin, Türk demokrasi­ sinin tarihini araşıınnakıalar. Yakın gelecekte son yüzyılımızın tarihini aydınlatan araşıırmaların sayısının artacağına kuşku yoktur. Modernleşme olgusunun kökleri 1 8 . yüzyıla kadar uzan­ maktadır. Oysa bu döneme karşı 1 5 - 1 7 yüzyıllar ve 19. yüzyı­ lın ikinci yarısını kapsayan araşıınnalar haricinde bir ilgi ha­ len yoktur. 18. ve 19. yüzyılların idari, toplumsal kurumları, kültür tarihi, işlenmesi ve ıarıışılarak olgunlaşması gereken konulardır. Bu küçük kitap böyle bir tartışmaya yararı olabilir umuduyla kaleme alındı. Tanzimat dönemi, öncesi ve sonra­ sıyla bugünkü Türkiye'n in oluşu m u n u yön lendiren ve iyi araştırılıp bol tartışılması gereken bir konudur. Ele aldığımız dönem kuşkusuz sadece Türk tarihçilerinin çalışmalarıyla aydınlanamaz. Balkan ve Ortadoğu ülkelerinde­ ki meslektaşlarımızla aynı kaynaklar üzerinde karşılıklı incele­ meler yapmamız gerekmektedir. Türkçe belgelerin bulunduğu bizim ulusal arşivlerimiz kadar, Balkan ve Ortadoğu ülkelerin­ deki ulusal arşivleri de ortak bir bilinçle, birlikte değerlendir­ meliyiz. Oysa yüzyılların tarihini birlikle yapanların çocukları olan bugünün Balkanlı ve Ortadoğulu tarihçileri, tarihi birlik­ te yazamamaktadırlar. Ülkemizin modernleşme tarihini yazarken kaynak belgeler kadar tutarlı bir düşünsel yaklaşım da gerekmektedir. Osmanlı modernleşmesi, modernleşen bütün ülkelerin tarihi ile karşı­ laşıırılarak düşünülmelidir. 19. yüzyıl için başvurulacak kitap ve süreli yayın koleksiyonlarının sının yoktur. Tanzimat döne­ mi ile doğrudan ilgili olan seyahatnamelerin sayısı bile yüzleri bulmaktadır. Bu kaynakların tüme yakınını taramak ve tutarlı bir yorum yapmak güçtür. Kitapta kullanılan kaynakların zi kredilmesiyle yetinildi ( yabancı dilde ve Osmanlıca kaynakların Türkçeleri varsa bunlar verildi) . Tanzimat dönemi için toplu bir bibliyografya 8

denemesine girişmek bu çalışmanın sınırlan d ışına çıkar; ba­ zı yeni veya yeterince işlenmediğini sandığım konulara de­ ğinmeye çabaladım . Bu değinmeler yararlı olabilirse mutlu olacağım.

Mart 1983

9

iKiNCi BASKIYA ÖNSÖZ

Osmanlı l mparatorluğu'nun 1 9 . yüzyıldaki hayatını ç eşitli yönleriyle serimlemeyi, o yüzyılı anlamayı amaçlayan bir de­ neme kaleme aldığımda, doğrusu bazı tezler ileri sürmemek mümkün değildi . Türkiye'nin ve bütün Ortadoğu dünyasının değişim asnnı ele alan her tarihçi , her toplumbilimci için bu kaçınılmaz bir yöntem oluyor. Ama okuyucuyu polemiğe çek­ meye, tarihle günün sorunları çerçevesinde kavga etmeye hiç niyetim yok; bilinmeyen Türkiye tarihini gürültülü tezler, ke­ sin hükümler ve abartılı bir üslupla yorumlamak bizler için mümkün ve yararlı bir yol değil. Bu nedenle daha çok bazı ge­ rekli gördüğüm bilgileri kafalarda soru uyandıracak biçimde ortaya koymayı denedim. Bence 19. yüzyıl tarihi, tarihçiliği­ mizde kötümser bir üslup ve yorumla ele alınıyor. Acaba bu gerekli mi diye düşünüyorum. Bu soruyu sorarken , her şeyden önce 19. yüzyıl dünyasını, özellikle Osmanlı dünyasını çok az tanıdığımız kanısındayım. Bu kitap Osmanlı l mparatorluğu'nun 19. yüzyılına karşı du­ yulan ilgiye cevap verdi demek fazla iddialı olur, ama o yüzyılı farklı bakışla tartışmaya bir ölçüde neden oldu galiba. Yapılan tartışmalar ve tavsiyelerin ışığında, modernleşme denen olgu­ yu kitapta az tartıştığım kanısını edindim. Bu baskıda toplum10

sal değişme, daha doğrusu toplumsal değişmenin yarattığı ta­ rihsel ve toplumsal bilinç üzerine ayrı bir giriş yapmak duru­ mundaydım. Bazı konuları ve olayları daha fazla açmak da ka­ çınılmaz oldu . ikinci baskıyı yapan bu kitap 19. yüzyıl tarihi­ miz için genel bir giriştir. Gelecekte bu satırların yazan da da­ hil, tarihçilerimizin daha başka monogranlerle bu karanlık ya­ kın tarihi aydınlatmak imkanına sahip olacağımıza inanıyo­ rum. Bu gelişme bir ölçüde akademik zorlukların da ötesinde, bazı tabuların araştırmacıların önünden kalkmasına bağlıdır. Bugün için Osmanlı 19. yüzyılını inceleyenler ne bizim ülke­ mizde , ne diğer Osmanlı ülkelerinde konularını özgür bir bi­ linçle ve önyargısız bir ortamda ele almak durumunda değil­ dir; fakat yakın zamanlarda bu alanda olumlu ve umutlu geliş­ melerin görüldüğünü de memnuniyetle belirtmek gerekir.

Ocak 1987

11

DÖRDÜNCÜ BASKIYA ÖNSÖZ

imparatorluğun ızdıraplı uzun yüzyılı üzerine kaleme aldığım çalışma; l 983'ten beri tarihçi çevreler ve talebeler arasında ilgi gördü ve tartışıldı. Üçüncü baskı sırasında eseri basan yayıne­ viyle olan kopuk ilişkiler bir ilaveyi olanaksız kılmıştı. Bu se­ fer iletişim Yayınları'ndaki dostlarımın kitabı basması beni mutlu etti. Bazı düzeltmelerle okuyucunun ilgi ve tartışmasına sunuyoruz. Umut ederiz ki Türkiye ve bütün Doğu tarihinin bu ilginç dönemi daha uzun tartışma ve araştırmalara yeni metodolojik önerilere konu olur.

Ankara, Ağustos

12

1999

GiRiŞ

İMPARATORLUGUN EN UZUN AsRI

Osmanlı modernleşmesi Tanzimat devriyle sınırlanamaz, daha eskiye uzanan bir olgudur. Osmanlı modernleşmesi Avrupalı­ lar ile ani karşılaşmanın yaranığı bir şok da değildir. Çünkü Osmanlı coğrafyası, tarihi boyunca Avrupa coğrafyası ile siya­ si. iktisadi yönden bir beraberlik içindedir. Üstelik dinler ve diller mozaiği olan bu imparatorlukta değişme deyince, tüm sistemi kapsayan eşzamanlı bir tarihsel-toplumsal olgu da söz konusu olamaz. Ote yandan Osmanlı modernleşmesi salt Os­ manlı Türkiye'sini kapsayan bir gelişme de değildir; Osmanlı modernleşmesi denen olgu, diğer Müslüman toplumları da kapsar. Modernleşme olgusu, Osmanlı dünyasında hakim di­ nin tanışılmasını, ona atfedilen kurum ve kuralların sarsılma­ sını, değişikliğe uğramasını birlikte getirdi. Bu değişmenin bir yüzüydü; ama Müslümanlar kadar Hıristiyanları ve diğer din­ lerin üyelerini de kapsayan onak yüzüydü. Din dışı bir hayat ve düşünce tarzı, Avrupa dillerinin ve biliminin etkinliği, ka­ mu hayatı kadar aile hayatında da geleneksel kalıpların sarsıl­ ması, Osmanlı Türkiyesi'nden önce Rusya Çarhğı'ndaki Müs­ lümanlar arasında da görülüyordu . Aynı değişmeler bir süre sonra Hindistan Müslümanlarının da gündemine geldi. Her toplum zamanın akışı içinde sürekli değişim geçirir. Os13

ınanlı toplumu da kuşkusuz bu genel kuralın dışında kalamaz. Üstelik o toplumun siyasal örgütü olan Osmanlı l mparatorlu­ ğu'nun doğuşu ve yükselişi tarihin hızlandığı bir döneme rast­ ladığına göre , imparatorluğun klasik dönemi diye nitelediği­ miz ilk dört yüzyılında bile Osmanlı toplumunun dilinde, kül­ türünde, dinsel inanç ve örgütlenmesinde, mal i , askeri-idari yapısında devirden devire büyük değişiklikler göze çarpar. Bu değişmelerdeki tek etken küçük Osmanlı Beyliğinden çok ka­ vimli bir imparatorluğa geçiş olgusu değildir; hızlı bir yapısal değişim geçiren Yeniçağ dünyasının koşullarına uyma zorun­ luluğu da bu değişimde önemli bir rol oynamıştır. 1 4 . yüzyılın Osmanlı şairi ve divan katibi ile 1 6- 1 7 yüzyıldaki meslektaş­ ları aynı dili kullanmazlar. 14. yüzyılın askeri düzeni ve savaş teknolojisi 16. yüzyıldakinden farklıdır. Toprak düzeni ve mali yapı için de aynı şey söylenebileceği gibi; asıl önemlisi, Os­ manlı toplumunun çeşitli sınıflanna mensup bireylerin düşü­ nüşü , dünya görüşü ve yaşam biçiminde bu farklılaşma gözle­ nebilmektedir. Osmanlı modernleşmesi, o toplumdaki kurum­ ları n . bireylerin değişmesini ve nihayet toplumsal ve siyasal örgütlenmenin odağı olan devletin yapısını da kapsar. Tanzi­ mat olayının halen yoğun bir tartışma konusu olması bundan dolayıdır. Osmanlı toplumunun modernleşmesi, modernleşmenin kla­ sik tarifi olan , gelişmiş toplumun özelliklerinin azgelişmiş bir toplum tarafından alınması (mimetisme) gibi bir tümceyle an­ laşılamaz. Modernleşme olgusu, kaba bir deyişle varolan değiş­ menin değişmesidir. 19. yüzyıl toplumu yeni bir değişme ivme­ si kazanmıştır. Ama bu tarif dahi modernleşme olgusunun ne­ denini . halla niteliğini açıklamaya yetmemektedir. Modernleş­ me, Osmanlı ülkesinde sah değişen dış dünyanın zorlamasıyla meydana gelmedi. Yaşamın varolan kalıplannın kırılması yal­ nız buhar medeniyetinin. limanlar, deıni ryolları ve bankaların eseri değildir. Sark yaşadığı zaman çizgisini n , değişen çevre dünyanın kendi bilincinde de farkına vardı. Kuşkusuz ki her şeyin değiştiğini , dedelerinin yaşadığı dünya ile kendi dünyası­ nın farklı olduğunu asıl saptayan Batı toplumuydu. Avrupa . 14

Rönesans'tan beri yaşamın değiştiğini, tarih çizgisi üstünde ye­ ni aşamalara geçtiğini fark ediyordu. Mousnier l 745'de Fransız Akademisi adına şu açıklamada bulunuyordu: MParis Akademi­ si . Avrupa'nın devamlı değişmiş ve halen değişmekte olan bir kıta olduğunu açıklar. Bu değişim , bizim gelişen bilgi ve bilin­ cimizin bir eseridir. Akademiye göre dünyanın diğer bölgeleri durgunluk içindedir." Daha 1 7 . yüzyılın sonunda gezginlerden Chardin "Asya atalet demektir. Avrupa ise sürekli değişen bir dünyadır" diyordu.* Avrupa durağan bir dünyada gelişme ve ilerlemenin, yaşamı değiştirmenin kendine özgü bir olgu olma­ sı ile övunçlüydü. Avrupa dünyanın diğer köşelerini tanıyor ve karşılaştırma yapıyordu. Avrupalılar daha 1 5 . yÜZyılda dünya­ nın diğer köşelerini tamıan seyahatnameleri okuyorlardı. Yeni­ çağ. Avrupalı'da kendi hayat tarzının üstünlüğüne dair bir bi­ linç doğurdu. Acaba Avrupa durağan dediği dünyanın öbür parçasına da değişme fikrini kabul ettirme gayretinde miydi? iddianın tersine, Akdeniz'in doğusu bu modeli gözlemekte ve yavaş yavaş benimsemekte oldukça bağımsız ve kendiliğinden davranmıştır. Özellikle 18. yüzyıl , Osmanlı dünyasının Avnı­ pa'yı ve Rusya'yı bazen naiv, bazen ustaca gözlemlediği bir dö­ nemdi. Dahası bu gözlem ve mukayese artık yazıya ve ıamtıma konu olmuştu. Doğulular savaş meydanlannda, sonra ticarette yüz yüze geldikleri Avrupa'yı daha yoğun bir biçimde izlemeye başlamışlardı. 18. yüzyıl Osmanlı sefareınameleri bugün Avru­ pa tarihçilerinin kendi ıoplumlanmn o tarihi kesiti içinde kul­ landıkları kaynaklar olmuştur. 18. yüzyılın Osmanlısı Avrupa ve Rusya'ya çalkantılı bir fikir iklimi içinde bakmıştır. Ama bu bakış ve bilincin evrimi bile Osmanlı dünyasında önemli değiş­ melerin varolduğunu gösterir. Büyük Petro devrinde Rusya'ya elçi giden Mehmed Ağa . Çarın yaptığı geçit töreni ve yeni pro­ ıokol dÜZeninden "Çann maskar.ılıklan" diye söz etmektedir. Ama il. Katerina Rusyası'na giden elçi Mustafa Rasih Paşa, Rusya'nın tasvirini etranıca ve takdirkar bir ifadeyle yapmakta­ dır. Yirmisekiz Çelebi Mehmet Erendi'nin Fransa'ya bakışım, (") M . Dcvrzr. l'Eurııpr r ı lr mondr

ıı lafin d u XVll/ t

sitdr. Paris

1970.

s.J. 15

Potsdam'a giden elçi Ahmed Resmi Efendi'nin ordu, bilimler ve devlet düzeni üzerindeki aynntılı ve olumlu betimlemeleri ta­ mamlamaktadır. Osmanlı insanı 18. yüzyıldan beri bulunduğu mekanı ve za­ man çizgisini başka bilinçle görmeye, dünya tarihini ve coğ­ rafyasını tanımaya başlamadı. 18. yüzyılın Osmanlı okuryazar­ ları arasında artık bir tür aydın zümre doğmuştu. Latince öğ­ renen Osmanlı-Türk aydınları vardı. Dimitri Cantimir'in ls­ tanbul'daki dostları arasında Mavrokordatolar ve bir Müslü­ man olan Nefiyoğlu mükemmel Latince biliyorlardı. 17. yüzyıl sonunun tarihyazıcılarından Hezarfen Hüseyin Efendi, Yunan­ ca, Latince öğrenmişti. Meraklılar kervanına eski Galata kadısı (Yanyalı Hoca) Mehmet Esat Efendi de dahildi. lbrahim Müte­ ferrika matbaasının musahhihi idi ve Latince öğrenmişti. He­ zarfen Hüseyin Efendi, Yunan-Roma tarihinden söz eden ve dünya tarihine bakmasını bilen bir tarihyazıcıydı. 1 8 . yüzyıl Türkiyesi'nde ise örneğin Pirizade Mehmed Sahib, lbn-i Hal­ dun'un "Mukaddime"sini Türkçeye çevirdi. 18. yüzyıl insanı­ nın tarihe bakış çizgisi ve bilinci değişiyordu. Ünlü sadrazam Nevşehirli lbrahim Paşa iki adet dünya tarihinin tercüme ve basımı için de bu arada emir vermişti (Hvandemir ve Aynt'nin dünya tarih ve coğrafyası ile ilgili eserleri). Ciddi lügat çalış­ malarına da bu devirde başlanmıştı. Yazılanlar, değişik ilgileri doğurdu. Dil bilgisi, Avrupa ve Eskiçağ tarih bilgisini, o da coğrafya bilgisini getirdi. Dünyadaki renklilik ve değişmeleri görmeye başlayan bu zümre büyümekte devam elli. Osmanlı adamı bir anlamda geride kalan zaman kadar, yaşadığı dünyanın renkle­ rini de fark eden senkronize görüş sahibi biri oldu; yani dış dünya ile kendi konumunu karşılaştıran, yargılayan yeni bir kültür adamı ortaya çıktı. Meraklar değişiyordu. Bu eğilim sa­ dece lstanbul'a ve Osmanlı bürokrasisinin üst katmanlarına özgü değildir. l 730'larda Baron de Tou, Kının Hanının Moli­ ere oyunları hakkındaki bilgisini ve bazı çevirilerin yapıldığını hayretle kaydediyordu. Yaşam biçiminde ve zevklerindeki de­ ğişmeler için bunlar aşırı örnekler sayılmamalıdır. Osmanlı ay16

dm eliti artık dar anlamda okumuş (literaty) olmaktan çıkıyor ve geleceğin inıelligentsia's ını oluşturmaya hazırlanıyordu. Ya­ şadığı zaman kesitinin ve coğrafyanın bilincine eren bu züm­ re, çevresini değiştirme ve tarihle bilinçli bir diyalog kurma donemine girecekti. 19. yüzyılın Osmanlısı bu değişen tarz-ı hayatın, yani döneminin bilinç l ice adını da koydu; Islahat Devri , Tanzimat, Usul-ü Cedid ... Kurumlarda değişmeler, top­ lumun dokusunu etkiledi. Bu bilinçli ve tümel değişiklik dö­ nemi, birçok aydın vr düşünürün kafasında farklı değerlendir­ melere konu oldu; sömürgeleşme, kültürel yozlaşma, kötü Ba­ tılılaşma gibi deyimlerle açıklanan protestolar salt bizim top­ lumsal tarihimize özgü değildir. Benzer süreci yaşayan bütün toplumlarda benzer tepkilere rastlanır. Büyük Petro'dan beri bütün Rusya aynı düşünsel çatışma ve krizi yaşıyordu. Os­ manlı modernleşmesini sürükleyenler belki Büyük Petro ve halcneri kadar da Avrupalı ve Batı hayranı değildiler, ama on­ lar da aynı tepkileri doğuracak bir gelişmeyi sürüklediler. Re­ form ve değişme hayatın her kompartımanında gönilüyordu ve gelişmelerin kökü sadece 19. yüzyılın değil, bütün Osmanlı asırlarının içindeydi. Islahat asrının adını bürokratlar kendileri koymuştu. Tanzi­ maı'ın Osmanlı tarihindeki restorasyon devirlerinden farklı ol­ duğunun bugünün tarihçileri kadar devrin insanları da bilin­ cindeydiler. Reformcu bürokratların yusul-ü mehasin-i Tanzi­ maı" gibi ibarelerinin karşıtı betimlemeler de hemen ortaya çıktı. Tanzimaı başlarında kullanılmayan fakat devirle birlikte anılan bir deyim ise Türkiye'de tarihçi ve siyasal düşünceyi bir yüzyıla yakın zamandır meşgul ediyor, YBatılılaşma" Batılılaşmak; yani Batı gibi olmak, Batı'yı benimsemek ... Bu kavram Türkiye" nin hayatında 18. yüzyıldan beri rahatsız eden, görünmeyip hissedilen bir Demokles Kılıcı gibi var. il. Meşruti­ yeı'ıen beri adıyla sanıyla ıartışılıyor. Cumhuriyet döneminde ise resmen programda var. Batı nedir? Bugün bu soruya Avrupa diye cevap verenlerin yanında, Amerika, dahası J aponya diye cevap verenler de var. işe sanayi imparaıorluklarının bilançola­ rıyla bakınca Japonya Batı'ya girer; parlamentarizm diye bakın17

ca Şarklılığın prototipi diye gözlenen Hindistan niye Batı olma­ sın ki? Kavram kalıplarını böylesine yaymaya devam edince en sarsılmaz mütearifelerin bile yetmezliği görülür. En yaygın tarif şu: Batı uygarlığı Hellen-Hıristiyan bir uygarlıktır. O zaman Or­ ıadoğu'daki Nasturileri ne yapalım? Kendileri Batı'nın en eski Hıristiyanları kadar Hıristiyan olup, Hellen dili ve düşünce yöntemiyle de Avrupa'dan çok daha önce temasa geçmişlerdir ve hatta o dilin ardındaki düşünce ve yöntemle de . . . Hele yanı başları ndaki Süryaniler için bu keyfiyet hiç tanışma götürmez. Doğu'nun Katolikleri ve diğer Hıristiyanlan üstelik epeydir sıkı bir biçimde Hellen'leşmişlcrdir. Hele Müslümanlık ve Musevi­ lik; hepsi de Hıristiyanlık gibi aynı kökenden gelmiş, hepsi de Hellenize olmuştur. Ama Musevilik de Avrupa toprağında bu­ lunduğu kadar Batılı sayı lıyor ancak. . . Batı uygarlığının Hıristi­ yan kanadını Protestanlıkla özdeşleştirme yanlıları da var. An­ cak bu görüş sahiplerinin talihsizliği şudur; Protestanlık ortaya çıktığında Batı uygarlığı denen şey çoktan tarihin fınnından çı­ kıp kalıplara dökülmüştür. Kavramı açıklayıcı kıstasları koymanın. konanları kabul et­ menin zorluğu onadadır. Ama hala Batı uygarlığı ve Batı gibi bir kavramı atamayız. Çünkü Batı uygarlığı denen bir uygarlık var; değişik dil konuşan ve aynı kıta ve hatta aynı kıta üstünde değişik iklimlerde yaşayan bu grupların onak başat özellikleri var. Ortak yaşanan bir tarih ve kurumlar çerçevesinde biçim­ lenmiş bir uygarlıktır bu . . . Bin senedir birbirlerinin dilini ve edebiyatını tanıyan, talebeleri birbirinin okullannda okuyan, birbirini adetlerini benimseyen akraba toplumlardır bunlar. Ama tek tayin edici öğe bu de�il. Batı uygarlığının i nsanı, bir­ kaç asırdır tarihe, hale ve geleceğe belirli bir bilinçle bakan, geleceğini saptamaya çalışan biridir. Batı uygarlığı ve Batı top­ lumu bir değişimin toplumudur. Değişmeden d uran toplum olur mu diye sorulabilir; olmaz ama her toplum değişimin bi­ lincine Batı kadar erken varmış değildir. Değişimi fark eden ve ona müdahale etmeye kalkan bir bilinçtir Batılılık. Gelişme, değişme gibi kavramları Batı kendi bulmuştur. Çünkü bu ola­ yın içine giren ve en yoğu n yaşayan odur. 18. yüzyılın Batılısı 18

(Avrupalısı) haklı olarak bu devinimi kendine mal etmiştir. Doğru veya yanlış bu kanıya nereden ulaşıyorlardı? Herhalde tarihe bakarak ve o tarihin dünyanın diğer bölümlerinde Av­ rupa'da olduğu kadar hızlanmadığını görerek. Böyle bir yakla­ şıın ayrı bir uygarlık olmak için yeter mi, diyebiliriz. Ama her­ halde kendini adlandırmak ve farklılığını belirtmek için yeter­ li. Üstelik bu uygarlığın üyeleri kendilerini aynmlamak için bu kıstasla da yetinmiyordu: ortak yanlannı , dünyanın geri kalan taraflarından . ayrı olan yanlarını da beti m liyor, yerine göre vurguluyor ve yerine göre abartıyorlardı. 18. yüzyıla ka­ dar Batı Avrupa için Doğudaki Hellen-Ortodoks Hıristiyanlığı , hiç de Hıristiyanlık değildi. Daha doğrusu Hıristiyanlık Batılı­ lık için yeterli değildi. Geniş çevrelerde Bulgar bilinmiyordu. Yunanlı ile Türk pek ayırt edilmiyordu. Rus çok uzak bir insan tipiydi. Şu halde lsa'nın ümmetinden olmak Batılılık, Avrupa­ lılık için yeterli değildi. Belki Müslümanlar bu dünyanın insa­ nına uzak görünüyordu diyebiliriz, ama diğer yandan daha 1 3 . yüzyılda, Dante'nin "ilahi Komedi"sinde lbn Rüşcl'ü, lbn Si­ na'yı . Virgi lius ve Aristoteles kadar kutsadığı n ı , aynı şeyin Canterbury Tales'de Chauser tarafından yapıldığını unutma­ mak gerek. Greko-Romen ve Hıristiyan Batı ve Müslüman Do­ ğu veya lslam medeniyeti gibi kutuplaşmalar kavram olarak daha genç dönemin ürünü. Batı'nın bu kutuplaşmadaki dolay­ lı etkisi açık, ama bizzat Doğulu dediklerimizin bu kutuplaş­ ınadaki etkileri de daha az değil. Tabii bu kavramların Doğu­ lulann kafasında yer etmesini de gene Avrupa etkisi bir eğitim ve anlayışın ürünü olarak değerlendirmek gerek. lslam medeniyeti gibi bir kavram düpedüz 19. yüzyılın ica­ dı. Hem de Batılı oryantalistlerden çok Doğululann benimse­ diği bir icat. Tarihçi Joseph Hammer bu kavramı hemen hiç kullanmaz, ondan önce Giambattista Toderini ve hatta Dimitri Cantimir de kullanmaz. Sonraları Gibb ve bazıları bu kavrama bulaşmaya başlar. Brockelmann "lslam kavimleri tarihi"nden söz eder, ama l slam kültürü ve edebiyatı gibi deyimlerden uzaktır: Arap edebiyatı, Arap kültüründen bahseder ve onları inceler. Hegcl 19. yüzyıl başında " Doğu dünyası" der; Doğu 19

lslam değildi onun için. Doğu dünyası nihayet göreli bir coğra[ya çizgisidir; Avrupa'nın doğusundaki tüm toplumlan kapsayan bir dünya . . . * Rönesans'tan beri Avrupa Akdeniz'in doğusuna karşı yoğun ve ciddi bir ilgi duymuştur. A ma Avru­ pa'da lslam bugünkü anlamda değil, olduğu gibi din olarak anlaşılan bir kavramdır. Müslümanlardan ve l slam'dan söz edildiğinde, bazen Arap, çoğunlukla Türk söz konusudur. 1 7 . , 1 8 . v e 1 9 . yüzyıl başının "oriental" denen dünyası Avrupa'nın doğusuydu. Aydınlanma düşünürleri içinde Voltaire lslam için olumlu yargılamalarda bulunan biri. Doğu'da "despot yöneti­ min varlığını ve özgür sanatın bulunmamasını" Voltaire ls­ lam'la değil, eski Yunan kültürüne uzak kalmak ve semitik kültür çevresinin kalıplarını benimsemekle açıklar. 1 8. yüzyı­ lın lngilteresi Fransız aydınlanmasından daha soğukkanlıdr�. Siınon Ockley History of thc Sarauns'ini yazarken uygarlığın hu dönemine soğukkanlılıkla bakar. Ünlü Edward Gibbon ise, dünya uygarlığına katkıda bulunan lslam'dan ve lslam tarihin­ den söz eder.** Böyle olumlu betimlemeler, olumsuz betimle­ melerle beraber varoldu. Misyoner düşünceye göre lslam çağ­ daş geri kalmışlığın nedeni olup, Hıristiyanlık ilerlemenin ne­ deniydi (bu gönişün içine E. Renan'ı koymak pek doğru değil. Renan farklı yorumların sahibi bir düşünür). 18. yüzyıl sonla­ rının dar pozitivist, titiz Hloluğu Silvestre de Sacy hiçbir za­ man lslam uygarlığı gibi geniş kavramlara başvurmaz. Avrupa sah

(•l

Do�u duıı)·""ı l lcı:d i�in butun Eskicağ Doğululırını ic;crir. (Plıilusoplıic der

c;ndıiclıu. 1 bolum ,.c iV b o lum . 2. lıa.$lık) lsloiın ise ona zaman Avrupası·nı

harekete gccirm hır dunyadır. Aslında lsl:lm (Molıammcdanismus) da Do­ gu·nun negaıır hunyesinr sahiptir. Gcist "i n (tin) 6zgiırliığiınckn saz edile­ mez. Ama lsL\ın k ııhc ı karakteriyle Baıı'yı m ucad c ley e, şöval)·eliğc ö z g u ce­ saret \'e güzellik duygusuna itmişıir. Fd�rc ve şiir Baıı"ya Ar;oplardan gel­ miştir l sL\ nı "ın kendi ise cennet öz lemiyle yaşayan bir fanatizm halinde diın­ ra urihin86 1 ('4 CA 1 26Wl'> Şubaı 1 852) Edime \'ali­ siııın çiçek �ısıyla ılgili ıahnraıı H giındc ç6zume baAlanınış. lıad-llar No: 1902 ve H l l/Bun;;ı"da Katolik ve Ermeni Grcgoryanlar ara­ sıııılıki ıııiınazaanın çöziııııu içııı ını:ıfcııiş gönılcrilıncsi.

147

gelmemeye çabalıyordu, ama şurası bir gerçek ki 19. yüzyıl Türkiyesi teba ile devletin ilişkisinin antığı bir dönemdi. Ha­ len anlaşılmaz nedenlerle arşiv araşurmalanna açılmayan nü­ fus kayıtları bile bu asrın getirdiği önemli bir örgütlenmedir. Bürokrasinin merkeziyetçilik eğilimi bazen gülünç boyutlara ulaşıyordu. 1854'te lstanbul dilencilerinin başına bir dilenciler kethüdası tayin edildi (seele kethüdası) ve dilenciliği n bu yol­ la kontrol edileceği düşünüldü. 21 Tanzimat döneminde, Osmanlı parlamentarizminin temelini oluşturacak en önemli idari reform , kararname ve nizamna­ meleri hazırlayacak ve yargıda temyiz görevini görecek meclis­ lerin kurulmasıdır. Sultan Mahmud devrinden beri varolan "Meclis-i Vala-yı Ahkam-ı Adliyye" imparatorluğun en yüksek danışma organı ve temyiz kurulu olarak görev görüyordu. Tanzimal'tan sonra bu kuruldan ayrılan ve içinde nazırların, ulemanın ve yüksek rütbeli memurların yer aldığı bir "Meclis­ i Ali-yi Tanzimat" kuruldu. Tanzimat Meclisi bütün nizamna­ meleri hazırlamak, tanışmakla görevliydi. Nihayet hükümdar bunları onaylar ve neşredilirdi. Babıali bürokrasisinin dikta­ törlüğü denen bu dönem içinde , kurul gerçek bir parlamento oldu denebilir. Yapı olarak Büyük Pelro'nun Rusya soyluların­ dan seçtiği temsilcilerden oluşan ve bir danışma organı olan Senato gibiydi. Ancak Meclis-i Ali-yi Tanzimat, Rusya Senato­ su gibi onaycı bir kurul olarak kalmadı, aktif ve yaratıcı bir or­ gan oldu. Bundan başka temsili niteliği daha genişti. Bu mec­ lisle nazırlar, ulema, ordu komutanları ve gayrimüslim ruhani reisler yer alıyordu. Yetkileri açık olmamakla birlikle kanunla­ rı yapan ve denetleyen bir organ haline geldi. Yanı başındaki Meclis-i Ahkam-ı Adli yye ise Osmanlı l mparatorluğu'nun yüksek mahkemesi ve bir lür Adliye Nezareti fonksiyonunu gördü. ikinci kurul Tanzimat döneminin hukuk reformlarında ve nizami mahkemeltrin kurulup yayılmasında önemli rol oy­ nadı. Meclis-i Ali-yi Tanzimal'a 13 Ocak 1 845\e Sultan Abdülltl Bash Arş. lı cul·Mtc. Vaid. No: IHH (8 Rccrb 1 2 70ı'6 Nisan 1854), Sttlc mu· duru !iabık Hamdı 8ul Ansilılııııcdni. c Vlll. s.45711. 1 41

mecid'in çıkardığı bir fermanla vilayetlerden ikişer temsilci üye davet edildi. Ahmet Rasim'in "yan mebuslar" dediği29 bu temsilciler, kuşkusuz cesurane bir siyasal katılma eyleminde bulunmadılar, ama bölgelerinin sorunlarını ortaya döktüler. Bu olay, anayasal monarşinin ilk sessiz provası gibiydi. Mecli­ sin bu geniş tabanlı kısa toplantısından sonra ülkenin her ye­ rine müfettişler gönderildi. Teftişi yürütenler A. Cevdet Paşa, Fuat Paşa gibileriydi. Teftiş zoruyla taşra bürokratlan biraz da­ ha- idari usul öğrendiler. Tanzimat dönemi meclislerinin bir anayasal monarşi için adeta başlangıç denemesi olduğunu bazı anayasa tarihçileri­ miz (örneğin T. Z. Tunaya) ileri sünnüşlerdir.ıo Bu danışma ni­ telikli meclisler, idaredeki etkinliklerini zamanla kaybettiler ama uzman hukukçu kurullar ve organlan haline dönüştüler. l Nisan 1 868'de Divan-ı Ahkam-ı Adliyye temyiz ve istinaf or­ ganlanndan oluşarak kuruldu. Bu organ yargıt;ıyımızın temeli­ dir. idari davalar, özellikle idari nizamname ve kararnameleri hazırlamak için kurulan diğer organ Şura-yı Devlet, yani bu­ günkü Danıştay'dı. Merkezi hükümet organlannın bazılannın imparatorluğun tüm eyaletlerini kapsayan bir örgüt ağının ba­ şında yer alabilmesi, bu dönemin idari reformlanyla başanldı. Tarızimat'ın taşra yönetiminde kurduğu yapı, Türkiye'nin ida­ re tarihinde önemli bir aşamadır. 19. yüzyılda vilayet idaresinde merkeziyetçi bir modele göre bir dizi refonnlann uygulanması, taşrada otoriteyi ele geçiren derebeylerini, nüfuz gruplannı sindirdi. Bu gruplann ortadan kaldırılması söz konusu değildi, sadece hükümet ile belirli bir uyum içine girdiler. Babıali taşrayı daha yakından kontrol ede­ bilmek için eyaletlerin fiziki sınırlannı daralttı ve vilayet adını verdi. Sınırlan daraltılan vilayetlerin geliri ve nüfusu az oldu­ ğundan kontrolü mümkün oıabilirdi, bu aynı zamanda valinin de daha az sayıda sancak ve kazalan daha etkin bir biçimde N Ahmed Rasım. Rcıimlı C:kmanlı Tarihi, c iV, Konsıanııniyyc, 1 328-40, s . 1 9H; Eııı:clharaı-­ n ın monarka ıaç giydimıai onun hakim�tini tasdik anlamım grlir.

dır. Paı-!ık bu donrrndrn ıryr hiçbir yrr

vrrmrz vr

otoritesini, ruhani elitin düzenleyeceği kurallarla birlikte ve onlara rağmen (veya onlan istismar ederek) kullanacağını dü­ şünüyordu. Kilise eğitimi, hukuk hayatını ve toplum ideoloji­ sini bclfrlemeye başladı. Bir müddet sonra bu gelişmeler, kili­ seye karşı Germanik lakaydi ve gösterişteki sadakatın devamı­ nı imkınsız kıldı. Avrupa'nın toplum.sal örgütlenmesi, investi­ ur kavgasını kazanan kilise tarafından ele alınınca, devlet-kili­ se çalışması anu. Bir süre sonra kilise toplumda yükselen yeni sınıf ve gruplarla mücadele etmek durumunda kaldı. Bu uzun mücadeleyi burada özetleyecek değiliz. Ama laiklik Avrupa kı­ tasında kanlı kavgalarla tarihte ilk defadır ki bir toplum ve yö­ netim düzeni olarak ortaya çıkacaktı. Hem de bu gelişme an­ cak yakın zamanlarda tamamlanacaktır. -��il laik düşünce ve toplum düzeninin biçimlenişi, büyük ölçüde hukukçulann yaplıklan düzenlemelerle tamam­ landı. Tanının ve manifaktürün geliştiği, şehirlerin zenginleş­ tiği ve milli pazar ilişkilerinin yoğunlaştığı Avrupa hayaunda ilişkileri düzenlemek yeni bir hukukçu metoduyla mümkün oldu. Bu nedenle 13-15. yüzyıllar boyu Avrupa dünyasında la­ ik hareketin başını ne Hussitler, ne Unitarist kilise mensuplan, ne Balkanlar'daki Bogomiller ve halta l talyan Rönesansının ünlü düşünürü Pietro Pomponazzi * ve bcrızerleri değil, düpe­ düz hukukçular çektiler. Almanya'daki kilise çevrelerinin eski düzeni sessizce ve sabırla kemiren bu yeni Romanistler için kullandığı "Juristen sind böse Christen - hukukçular kötü Hı­ ristiyanlardır" meseli bunu göstermektedir. Bu devirde Hı.ı�IW artık ezber ve şerhle değil, hukuk mantığının anlaşıl­ ması

ve kaynaklann incelenmesi yoluyla öğrenilmeye başlan­

dı. İmparator Iustinianus Roma hukuk kaynaklannı toplayıp kodifıkasyona gittikten sonra, geç Ortaçağlar boyu hukukçu­ lar bu kaynağı özellikle Corpus luris Civilis'in Digcsta denen bölümünü tanımak ve şerhetmekle meşguldüler. Hukuk tari­ hinde Glossatörler Dönemi denen bu dönemin faydalı çalış­ malanndan sonra, Roma Hukuku'nun principia ve kurumlan ( •) Tı'.ızdcn ıozc gcciş olamayacağını sOylcycn Arisıo"ya dayanarak Hırisıiyan ko­ münyonunu rcddakn rilozor.

1 73

öğrenilip bu ilkelerin ve mantığın yardımıyla yeni hayatın iliş­ kilerini düzenlemek ve hukuk sorunlannı çözmek yoluna gi­ dildi. Hukuk düzeninde gerçek kişi esas alındı, bu düzenleme ve kodifikasyon faaliyetini kamu kurumlanndaki laikleşme iz­ leyecekti. Ancak devletin ve toplum düzeninin laikleşmesi, Avrupa tarihini dolduran mezhep kavgalan, din savaşlan gibi kanlı olaylardan sonra gerçekleşebilmiştir. Laik toplum düzeni Avrupa kıtasına da çok geç ve güç yerleşmiştir. Laik toplum düzeninin tanımını burada ele almalıyız. Böyle bir tanım muhtelif biçimde yapılagelmiştir. Bazıları laiklikten her din ve inanca mensup gruplann tolere edildiği, bazıları da toplum hayatının düzenlenmesinde din dışı kaynaklara daya­ nan hukuk normlarının egemen olduğu bir hukuk düzenini kasteder. Oysa bu iki koşul laik bir toplumda bulunması gerek­ lum standart ve mo­ li, ama yeterli nitelikler değildir. nist (tekli) bir yönetim düzeninin ve farklı din ve cinsiyette in­ sanların eşit koşullarla bağlı olduğu bir hukuk mevzuatının bulunduğu toplum düzeni demektir. Yani bir toplumda dini hoşgörü olabilir (Eski Roma, Ortaçağ lslam ve Osmanlı i mpa­ ratorluklarında olduğu gibi) , din dışı kaynaklardan esinlenen veya bu gibi kaynakların ağırlık kazandığı bir hukuk mevzuatı uygulanabilir (Osmanlı, Eski Roma, Bizans ve Cengiz impara­ torluklan gibi) ; ama toplumda her dini cemaat aynı yasalarla yönetilmiyorsa, kadın ve erkek için dini inanca dayalı farklı düzenleme ve normlar varsa (mirasla eşitsizlik, toplum hayatı­ na katılımda kısıtlama ve farklılık gibi) , hatta sadece belirli bir sını f için, örneğin ruhban için imtiyazlar tanınmış ve yönetici elitin imtiyazlarının meşruiyeti Tannsa! bir kaynağa dayandırı­ larak açıklanıyorsa, orada laiklikten söz edilemez. Bizim siyasal düşünce ve tarihçiliğimizde bir garip tutum bu noktada başlar. Saydığımız gayrilaik kurum ve adetler kendi çağının icabıdır. 20. yüzyılın laik hukuk düzeni geçmiş çağ için gerekli değildir, aramanın beyhude ve yanlış bir tarih yaklaşımı olduğu açıktır. Kısacası tüm toplumsal sınınar için hukuki mevzuatın uy­ gulanması , hiç kimseye dinsel ayrıcalık ve üstünlük tanıma­ yan bir toplum düzeni diye tanımlanan laikliğin, merkeziyetçi 1 74

modem loplum yapısıyla özdeş olduğu, ancak o sayede ger­ çekleşebileceği açıklır. Uıiklik, bir yerde modem toplumun ön koşullannın gerçekleşmesine bağlıdır. Ancak loplumun belirli bir gelişme düzeyinde bu ideoloji, yeni hukuk ve loplum dü­ zeyinin gelişimini hızlandırabilir de . . . fi i · Bu sorunun cevapv r ları çoktur ve laruşılan bir konudur. Bazı yazarlar, Osmanlı devlelini yönelim ve yargıda şer'i hükümlerin egemen olduğu bir sislem olarak lanımlar; "Devletin dini lslAm'dır, kanunlar lslam dininin kaynaklarıdır" diye lezlerini özetler ve Osmanlı devlelini şeriale dayalı bir devlel olarak nitelerler. Buna karşılık bazı yazarlar, Osmanlı loplumunda gayrimüslim gruplara da lolerans gösterildiğini belirlerek, bunun laikliğin la kendisi de­ mek olduğunu ileri sürerler. Gerçeklen de Osmanlı lmparalor­ luğu larihle Roma lmparatorluğu'ndan sonra dini toleransın en çok görüldüğü, üslelik bu toleransın zamana ve hükümdarın kişiliğine bağlı olmaksızın kurumsallaştığı bir devletti. Cemaal­ lerin sadece dini değil. iktisadi, adli ve maarife ilişkin işleri kendilerine bırakılmış, hatla ruhani liderler ve kurumlara rüt­ be. imtiyazlar bahşedilmiştir. Bunun sayısız kanıtlarından sade­ ce birkaçını verelim: Ocak l 454'te Gennadios'a resmen Rum­ Ortodoks Palrikliği bahşedildiğinde ona yapılan tören ve göste­ rilen ihliram göz alıcıydı2 ve böylesi Bizans devri patriklerine bile nasip olmamıştı. Ermeni Patriği, Musevi Hahambaşısı pro­ lokolde önde gelen bir yere sahiplerdi. imparatorluğun dört bir tarafındaki manasurlar vergi ve angarya bağışıklığına sahip ol­ duğu gibi, faaliyetlerini sürdürmeleri için huzur ve güvenlikle­ rinin sağlanması mahalli yöneticilere sık sık ihtar edilir, hatla bazı manasurlara miri hediyeler dahi gönderilirdi. Orneğin Bal­ kanlar'daki ünlü Rilo Manasun'nın (Bulgaristan'da Sofya civa­ n) 2 1 Eylül 1 378'de son Bulgar Çan lvan Şişman'dan aldığı im­ liyaz, Osmanlı döneminde de aynen lasdik edilmiştir.1 l Franz Babıngrr, Mchmcd dcı Erobtrrr und scinc Zciı, f Bruchnı.ann, Miınchcn 1 959, s . 1 1 0- 1 1 1 . 3

Maııasıınn arşivındckı Evahir-i Rrbi'ulrvvcl 870 ıarihli (Kasım 1 465 ) iınıiyaz bcraıı Faıih ıarafındaıı l'ilibc ordug:lhında vrrilmi$1ir � bu imliyazın muıcına1 75

O. L Barkan'ın öncüh.ik elliği bir grup yazar ise, Osmanlı devlet ve toplum hayatındaki uygulamada şer'i hükumlerden çok dünyevi otorite tarafından konan kurallann (örfi suhani) örf ve adetlerin hakim olduğunu, bu nedenle Osmanlı devldine şer'i devlet demenin pek kolay olmadığını belirtirler.4 Gerçekten de uygulamaya bakıldığında bu hükmü doğrulayacak bir du­ rum varclır. Devlet hayatını, toprak düzenini tayin eden kanun­ nameler, şer'i hukukla uyum içinde değildir. Osmanlı idaresi, toplum ve devlet hayatının temel kurum ve ilişkilerini şer'i mevzuattan çok örfi kanunlarla, hatta mahalli gelenek ve te­ amüllere göre düzenlemeyi tercih etmiştir. Osmanlı kadısı, sade­ ce toprak düzeni ve mali konularda değil, hatta bazen aile hu­ kukuna ilişkin sorunlarda bile şeriauen çok örf ve lldeı hukuku­ na başvurmayı tercih etmiştir.5 Ulemanın bazı konularda vercliği fetva, "şer'i maslahat değildir, ul'ulemr ne ise öyle olsa . . . " şeklin­ dedir. Buradaki ul'ulemr, dünyevi otorite ve koyduğu kanunlar­ dır. Ancak bütün bunlara rağmen Osmanlı devlet düzeninin şer'i olmadığını ileri sürmek zorclur. Toplumun örgütlenmesine baktığımızda dini ve geleneksel bir düzenle karşılaşınz. Laik devletin ülkenin her yanında her vatandaş için aynı mevzuatın uygulandığı , yönelSCl ve hukuki kurallann standar­ dize edildiği; merkeziyetçi bir devlet olduğunu belirtmiştik. Tabii bu özellikle dini kural ve aynmlann kalkması , yani ayn cinsten ( kadın ve erkek ) , ayn dinden insan gnıplanna aynı mevzuatın uygulanması demektir. Bu nedenle 1 5- 1 7. yüzyıllann Osmanlı yönetiminde o çağın Avnıpası'na göre bir dini tolerans ve Osmanlı hukuk düzenin­ de din dışı uygulamalann yaygınlığını görclüğümüz halde, Osdiyen �nilcnmcdijtini göstcrmckıedir. Bu ıür bcraılar manasıınn arşivini dol­ durmakıadır. Gene Yıldı.ı �ivindr bir kopyası bulunan, Yawz Sultan Sclim'in Aynaroz (Aıhos DaAı) mana.sun �lcrinc verdiği benzer bir imtiyaz bcraıını bclinclim. O. lhçiycv, Tun.it DohnKnlini a Rils•iya M11Nulir11, tzd. Rilskiyaı Manastır, Sofyıı, 1 9 1 O. Bu vcsikalann bazılannı içerir. . .

;.· n-n !,kit. 1 ıiı kı_ı·ı· "ı/ı· Mıııbıuır /darclni

I" LI r Y.t)'llll. Aıık.aroı. l 9H l , ' 3 1 . H

lH Tl'kdi-llkııı. Mrı l:cz Oaııka>1 . s 6 3-M. 224

manlı dış ticaretinde en başat unsur olan l ngihere'nin, Os­ manlı bankacılığını örgütlemesi böylece yeniden gündeme gel­ mişli.19 1856 Mayısı'nda l ngihere Kralı'nın [ermanı ile Lond­ ra'da kurulan Osmanlı Bankası, l 863'de �Bank-ı Osmani-yi Sahane" ünvanıyla anılan devlet bankası oldu. Tekeli'nin deyi­ miyle, bu çağda devletlerin emisyon bankaları genellikle her yerde özel kuruluşlard ı , ama Osmanlı Bankası gibi yabancı sermayeyle kurulanı mahzurlu bir örnekti.40 Ancak hüküme­ lin dış istikraz kaynakları tükenmiş ve mali buhran başlamıştı. Bu durumda Osmanlı Bankası'nın dış borçlanma işlerini ayar­ laması ve örgütlemesi gerekliydi. Böylece devlet bankası ya­ bancı sermayeyle kuruluyordu. Osmanlı Bankası, iktisadi nü­ fuz ahına giren bir dizi ülkedeki yabancı sermayeli bankacılık düzeni için ilk örneklerdendi. Aynı yıllarda imparatorlukta ta­ rımsal kredi kaynakları ise devletin öncüllüğünde örgütleni­ yordu. Bu birincinin tamamen tersi bir gelişmeydi. Mütevazı Menafi-i Umumiye Sandıkları uygulaması, Tuna Valisi Midhat Paşa'nın girişimiyle başlamıştı. Bu sandıklar her yerde uzun ömürlü olamadılar, ayrıca sermayeleri yerel toprak sahipleri­ nin çıkarına kullanıldı; ama tarımsal kredi kurumlarının ulu­ sal bir nitelikte doğup gelişmesinin başlangıcıydılar. Osmanlı bankacılığı genelde para işlemlerinin ötesinde bir faaliyet gösterememiştir. ikinci Meşrutiyet'e kadar Osmanlı ekonomisini örgütleyen bankaların çoğu yabancıydı ve bunlar ne yerli tüccarın gelişmesi. ne de sanayi nin kurulması için ge­ rekli yatırımları destekleyen kredi kuruluşları olmadılar. Yüz­ yılın sonunda bankacılık piyasasına giren Deutsche Bank ve diğer Alman bankaları da anavatanlarında ve diğer Avrupa ül­ kelerinde endüstriye destek oldukları halde, Osmanlı ülkesin­ de çok farklı bir çalışma tarzı izlemişlerdir. lstanbul'daki De­ utsche Bank'ın rakip bankalara göre bankacılık alanında getir­ diği en önemli yenilik, devlenen alacağını tahsil edemeyen müzmin alacaklının parasını yüksek komisyonlarla kurtarmak \Q Z Toprak. hı lmt"dc Mi Ilı /l:ıısaı. Ankara, 1 982, s. 1 35- 1 36.

-+O kkdı-llkin.

a >! c

.

s

70. 225

olmuştur. Bankacılığın bu niteliği nedeniyle kredi piyasası ör­ gütlenmiş değildi ve küçük köylülere ve girişimci lere kadar uzanan bi r iş alanını kapsamıyordu. Nüfusun ço�unluğunu meydana getiren köylüler ve küçük kasabalı zenaatçılar ise tefecilerle karşı karşıyaydılar. Tefeci , kendi ilişkide olduğu köyün köylülerinin yıllık gereksinimini sa�lar, düğün ve ölüm giderlerini karşılar ve alacağını hasat zamanı pazarlamasını da düzenlediği köylünün ürününden çı­ karırdı .41 Köylünün gözünde tefeci her zaman bir zalim ve sö­ mürücü değildi , kimi zaman köylülerin devlet memurlanyla olan sorunlarını da çözerdi. Kasabalann bu zümresi devletle halk arasında bağlanıı görevi görmekteydiler. Devleıin karşı­ sında tefeci kimi zaman çok dikkatli davranırdı. Serveti çoğa­ lan adam . açgözlü memurların boy hedefi olurdu. Bu nedenle pcdisi, c.XI, s.'5818-H. Fahri Bey (Mabeyinci) ; lbrtınüına. Yay. : 8. S. Baykal, T.T. Kur., Ankara, 1968. Faırrıa Aliye; lıhmtd Ccvdcı PaJa ve Zamanı, Dcrsa:ıdc ı , Kanaaı Maıb., 1 332.

Ergin, Osman fl.uri; -

1

F:ızlurrahrrıan; lslı!m, Anchor Books , Ncw York, 196fl.

Fekeıc, L.ajos; ·xvı Yiızyıl