Milliyetçilik ve Toplumsal Cinsiyet: Edebiyat, Medya, Siyaset [2 ed.]
 9789750518683

Citation preview

1w >­ (/) z Ü __J

::s::: .__J o 1-

w >­ .__J __J



�,,,,

-

.,

lletişim Yayınlan 2250 •Araştırma-İnceleme Dizisi 372 ISBN-13: 978-975-05-1868-3 © 2015 tletişim Yayıncılık A.Ş. I 1. BASIM 1. Baskı 2015, İstanbul 2. Baskı 2021, İstanbul

EDlTÔR Tanıl Bora YAYINA HAZIRLAYAN Kübra Yaşasın DiZi KAPAK TASARIMI Ümit Kıvanç KAPAK Suat Aysu KAPAK FOTOCRAFI Hüseyin Türk UYGULAMA Hüsnü Abbas DÜZEL T1 Ebru Gezici BASKI Sena Ofset

SERTiFiKA NO. 45030

Litros Yolu, 2. Matbaacılar Sitesi, B Blok, 6. Kat, No: 4NB 7-9-11 Topkapı, 34010, İstanbul, Tel: 212.613 38 46

CiLT Güven Mücellit

SERTiFiKA NO. 45003

Mahmutbey Mahallesi, Devekaldırımı Caddesi, Gelincik Sokak, Güven lş Merkezi, No: 6, Bağcılar, İstanbul, Tel: 212.445 00 04

lletişim Yayınlan

SERTiFiKA NO. 40387

Cumhuriyet Caddesi, No. 36, Daire 3, Seyhan Apartmanı, Harbiye Mahallesi, Elmadağ, Şişli 34367 lstanbul Tel: 212.516 22 60-61-62 • Faks: 212.516 12 58 e-mail: [email protected] • web: www.iletisim.com.tr

Derleyenler SİMTEN COŞAR - AYLlN ÖZMAN

Milliyetçilik ve Toplumsal Cinsiyet Edebiyat, Medya, Siyaset

�,,,,,

._

.

iletişim

İÇİNDEKİLER

GİRİŞ YERİNE.

.

....................................................................................... ............. 9

.

B1R1NC1

KISIM

Cinsiyetleıulirilmiş Millete Bakmak

}

POPÜLER KÜLTÜR VE MİLLİYETÇİLİK: SOKAGIN HİSSİ SUAVi AYDIN

2

....................

...................

............ ...............................

....

....... ..

..............

TüRK1YE'DE EGİTİM, MİLLİYETÇİLİK VE

TOPLUMSAL CİNSİYETİN KESİŞİM NOKTALARI

TUBA KANCI

J

19

77

SEVGİNİN VE NEFRETİN EGİLİP BÜKÜLEBİLİRLİGİ: KADINLARIN MİLLİYETÇİLİGİ NAGEHAN TOKDOCAN

ııı

1K1NC1 KISIM

Gündeliğin Günceli: Medyada Cinsiyetin inşası

4

ZORUNLU-GÖNÜLLÜ MİLLİYETÇİLİKLER VE

TOPLUMSAL CİNSİYET:

ERİLLİGİN BEDELİ FUNDA GENÇOCLU ONBAŞI

5 6

... ......

... ....

.

.. .... ...

........

..... ......... . ............ ........

143

BİR ERKEKLİK FANTEZİSİ: KURTLAR VADİSİ AKSU BORA

TANI1- BORA

175

MİLLİYETÇİ VE CİNSİYETÇİ SÖYLEMİN ÜRTAKLIGI: HABERİN KİMLİK HALLERİ BURCU ŞENEL

7

.......................... ..................................... .......................................................

195

BATI'YA GİDEN HER YOL MüBAH MI? MİLLETİN GÜZELLİK YARIŞMALARIYLA İMTİHANI EYLEM ÔZDEMtR

.229

ÜÇ ÜNCÜ KISIM

Geçmiş ve Bugün: Mitler, Sahneler, Aktörler

8

"ERKEK DOGMADIK DİYE YURDUMUZA Küs MÜYÜZ?": HALKEVİ SAHNELERİNDEN KADIN KESİTLERİ KADiR DEDE

9

....................................... ...................................... ....................... ..... 257

ÜÇ TARZ-I TAHAYYÜL: HALİDE EDİB ADIVAR, YAKUP KADRİ KARAOSMANOGLU VE PEYAMİ SAFA'NIN ÜTOPYACI GELECEK KURGULARINDA İDEOLOJİ VE TOPLUMSAL CİNSİYET StNAN YILDIRMAZ - YASEMtN TEMIZARABACI YILDIRMAZ

................

289

}0

MİLLİYETÇİLİGİN ERKEK ANIATISI: ERİL PASAJIARDA KADIN SİLÜETLERİ SiMTEN COŞAR - AYLIN ÔZMAN

}}

...

.

.

.

.

. 323

................................. ......... ...... .......... ...... ...

MİLLİYETÇİ-MUHAFAZAKAR TAHAYYÜL VE

12 EYLÜL FİLMLERİ

ÇACLA KARABAC SARI

YAZARLAR HAKKINDA ...

... .

.

...........

.

. ......................................................................

355

. . .. ... ............. ..................................... �5

GlRlŞ YERİNE

Bu kitabın arka planında, farklı coğrafyalarda ve tarihsel dö­ nemlerde bir siyaset tarzı, stratejisi, siyasal söylem, hareket, ideoloji, siyasal-kültürel bir olgu olarak farklı biçimlerde işle­ tilen milliyetçiliğe içkin toplumsal cinsiyet rejimlerine, Türki­ ye özelinde bakma kaygısıyla, 1 2. Ulusal Sosyal Bilimler Kong­ resi kapsamında gerçekleştirdiğimiz panel yatıyor. Panel milli­ yetçiliğin popüler dilde ve/ya da gündelik yaşamda çoğunlukla fark edilmeden akıp gitme biçimlerini, laf olsun diye söylenen, okurken görülmeyen, söylendiğinde duyulmayan, ilk bakışta fark edilmeyenleri gündeme getirme kaygısı taşıyan çalışmalar­ dan oluşmaktaydı. Aynı kaygıyı paylaşan, farklı disiplinlerden akademisyenlerin yazılarının eklenmesiyle, gündelik yaşamımı­ zın farklı eksenleri içinden geçen milliyetçilik hattının toplum­ sal cinsiyet merceğinden görünür kılınması, elinizdeki derleme­ nin temel katkısını oluşturdu. Derleme bizim için, bugüne ka­ dar sıradanlığı itibarıyla çalışılmamış olanın yanı sıra halihazır­ da ziyadesiyle çalışılmış temaları sıradanlık içerisinde ele alan yazılarla, tematik ve yöntemsel çeşitliliğin

ortak derdin irdelen­

mesinde engel teşkil etmediğini göstermesi açısından önemli. Nitekim, kitabın ilk kısmının ilk yazısı Suavi Aydın'ın Tür­ kiye'de milliyetçiliğin sosyal bilimler alanındaki yaygın ele alı9

nış biçimlerinin yapıcı bir eleştirisine ayrıldı. Aydın, "Popüler Kültür ve Milliyetçilik - Sokağın Hissi" başlıklı katkısında, Tür­ kiye'de milliyetçiliğin tarihsel seyrini, siyaseten kurucu işlevi­ ni anlamak için salt tarihsel ve salt siyasal ve/ya da tarihsel-si­ yasal okumanın gerekli ama yetersiz bir tercih olduğuna, milli­ yetçiliğin gündeliğe sinmişliğini açığa çıkarmanın sadece muk­ tedirlerin kurumsal düzlemdeki görüntülerini, yapıp etmeleri­ ni değil, doğrudan tabi addedilenlerin, aynı zamanda öznellik­ leri vasıtasıyla yeniden kurdukları siyasal bir oluş biçimi olarak milliyetçiliği gönnenin doğrudan öznelik halleri ve anlatılarıy­ la mümkün olabildiği saptamasından hareket ediyor. Bu çerçe­ vede , Aydın tarihsel-siyasal okumanın zemininde durması ge­ reken olarak antropolojik yaklaşımın altını çizerken, milliyet­ çiliklerin çeşitliliklerinin tek bir kuramsal yaklaşıma sığama­ yan bir olguyla karşı karşıya kalmamızı beraberinde getirdiği­ ne işaret ediyor: "Bütün bu çeşitlilik, olumsallık ve tarihsellik milliyetçilikleri, ister resmi ve popüler formları arasında ister­ se farklı sorunların yaşandığı farklı coğrafyalar arasında olsun, tek bir kuramsal açıklama içinde görebilmemize engel olmak­ tadır. " Suavi Aydın'ın metodoloji üzerine tartışmasını , birin­ ci kısmı tam da onun bıraktığı yerden tamamlayan Tuba Kan­ cı'nın katkısı, öncelikle derlemede yer alan tüm yazıların taki­ bi açısından vazgeçilmez olan teorik haritalandırmayı sunma­ sı itibarıyla önemli. Kancı, feminist milliyetçilik okumalarıy­ la ilgili literatür incelemesini takiben Türkiye'de bir devlet po­ litikası olarak milliyetçiliğin nesiller boyunca aktarımında ka­ dınlık-erkeklik rolleri vasıtasıyla doğallaştırılmasının tarihsel izlerini dönemsel değişikliklere ve devamlılıklara bakarak sü­ rüyor. Böylelikle, farklı hükümet politikalarının, farklı tarih­ sel-siyasal dinamiklerin, milliyetçiliğin tezahürlerindeki etki­ sini açığa çıkartırken, toplumsal cinsiyet eksenli süreklilikle­ rin de altını çiziyor. Ne de olsa "ordu-millet geleneği halkımı­ zın ortak karakteri"dir ve kadınların bu doğrultudaki karakter­ lenme sürecinde rolleri, annelik, karılık, ev işlerinden gerekirse meslek sahipliğine kadar uzanır. Kancı'nın okumasını , "Sevgi­ nin ve Nefretin Eğilip Bükülebilirliği: Kadınların Milliyetçiliği" 10

başlıklı bölüm takip ediyor. Nagehan Tokdoğan, milliyetçilik­ le hemhal olan kadınlarla birlikte yürüttüğü saha çalışmasıyla tam da Suavi Aydın'ın işaret ettiği yönde, kadınların milliyetçi öznel(l)iklerini gündelik pratikleri içerisinden okumaya, anla­ maya, aktarmaya çalışıyor, milliyetçilik-toplumsal cinsiyet ba­ ğıntısını feminist perspektiften değerlendirirken, kadınların ta­ biliği , güçsüzleştirilmeleri, milliyetçiliğe içkin patriarkal işleyi­ şe teslimiyetlerine odaklanmanın kapatıcı etkisine yanıt niteli­ ğinde milliyetçi söylemin kadınların dilinde eğilip bükülebilir­ liğini görmeyi öneriyor. Bunu yaparken, kadınların patriarkay­ la pazarlıklarının zorunlu olarak teslimiyeti beraberinde getir­ mesinin gerekli olmadığına ve söz konusu ince pazarlığın ma­ nipüle edilebilir niteliğine işaret ederken, milliyetçiliğin erilliği massedici dilini de gözden kaçırmıyor. Derlemenin ikinci kısmı popüler kültürde milliyetçi söyle­ min (yeniden) üretimine, mübadelesine , sıradanlaştırılması­ na, estetize edilmesine ve bu vasıtalarla olumlanma biçimleri­ ne odaklanan çalışmalara ayrıldı. Bu birbirinden çok farklı te­ malar üzerinden milliyetçiliğe içkin cinsiyetçiliği, cinsiyetçili­ ğe eklemlenen milliyetçi motifleri deşifre eden çalışmaların bir­ leştiği zemin, toplumsal gerçekliğin üretilmesinde; gerçek ola­ na ilişkin süreçlerin anlamlandırılmasında, belirleyici bir işlev yüklenen medya metinlerini merkeze almaları. Funda Gençoğlu Onbaşı, yazılı medyada yer alan bedelli as­ kerlik-vicdani ret tatışmalarına odaklandığı, "Zorunlu-Gönüllü Milliyetçilikler ve Toplumsal Cinsiyet: Erilliğin Bedeli" başlık­ lı yazısında askerlik üzerine ana akım söylemsel pratikleri ana­ liz ediyor. Bu pratiklerde , eril dilin/siyasetin; toplumsal cinsi­ yet hiyerarşisi ve bu hiyerarşiyle özdeşleşmiş cinsiyetçi ayrımcı­ lığın kurulma biçimlerinin izlerini süren Gençoğlu Onbaşı "ge­ rek resmi ve hakim söylemsel pratikler gerekse alternatif söy­ lemler üzerinden geliştirilen argümanların yerleşik eril siyaset pratiğiyle girdikleri ilişki"deki çelişkilere dikkat çekerken, bu süreçte özellikle LGBT birey ve gruplara yöneltilen ayrımcılı­ ğı ve ayrımcılığın yeniden üretimini gündeme taşıyor. Gençoğ­ lu Onbaşı'nın bıraktığı yerden erkekliğin hegemonyasından de11

vamla Aksu Bora ve Tanıl Bora "Bir Erkeklik Fantezisi: Kurt­ lar Vadisi" başlıklı çalışmalarında, "erkek kültürü" ve "erkeklik deneyimi"ni görsel medyada Kurtlar Vadisi karakterleri üzerin­ den okuyorlar. Bora ve Bora " [ t] elevizyon dizilerinin masal ve fantezi dünyasının, insanların 'gerçek' hayatına nasıl nüfuz ede­ bildigine" bakarken fantezide ve gerçeklikteki erkeklik ve ka­ dınlık kurgularının iç içe geçmişligini açıga çıkarıyorlar. "Mo­ demitenin 'baba'nın yası bile tutulamayan kaybıyla baglantılı bir erkeklik krizi" oldugu tespitinden hareketle, kurucu erkek­ lik degerlerini, erkekliğin belirli bir biçimine referansla çözüm­ lüyorlar. Bunu yaparken, erkekliğin kuruluşu açısından vazge­ çilmez olan kadınlara, gerçek-fantezi arasındaki geçişkenlikte yaygın olumsuz kadın ve nadir olumlu kadın imgelerinin arzu­ lanan erkekliğin üretimindeki işlevselligini irdeliyorlar. Burcu Şenel, ana akım medyanın etnik önyargıların, ırkçı ve ayrımcı söylemlerin (yeniden) üretildigi, meşrulaştırıldığı ve toplumsal gerçekligin, egemen milliyetçi ideoloj iyle uyumlu biçimde sınır­ landırıldıgı bir alan olduğu tespitinden yola çıktığı, "Milliyetçi ve Cinsiyetçi Söylemin Ortaklıgı: Haberin Kimlik Halleri" baş­ lıklı yazısında, milliyetçi-ırkçı-cinsiyetçi söylemlerin kesiştikle­ ri alanda, Kürt kimliğinin yazılı medyada temsil, inşa ve alım­ lanma biçimlerini irdeliyor. Ana akım medyada, "eril bir anlatı olarak kurulan ve cinsiyetçi söylemlerle iç içe geçen haberler" , Şenel'e göre "kadınlar ve heteronormatif olanın dışında konum­ lanan farklı cinsel kimlikler/yönelimler için de yok sayılmanın, temsil edil(e)memenin bir alanı"nı oluşturuyor. Eylem Özde­ mir de "Batı'ya Giden Her Yol Mübah Mı? Milletin Güzellik Ya­ rışmalarıyla İmtihanı" başlıklı çalışmasında, ana akım medya­ da yer bulan haber ve yazılar üzerinden, ulus inşa süreci ve top­ lumsal cinsiyet kurgusu arasındaki ilişkiyi merkeze alarak, Tür­ kiye'de düzenlenen ilk güzellik yarışması ömeginde "yeni Cum­ huriyet kadını" imgesiyle milliyetçi söylemin eklemlenme süre­ cini ve biçimini tartışıyor. Bu kapsamda Özdemir, okuyucunun dikkatini "ilk güzellik yarışmalarında kullanılan milli söyle­ min üç zihinsel çerçeve"sine çekiyor: " Cumhuriyet'in Batılılaş­ ma hareketi ve yönelimi; 'yeni kadın'ın inşası; ve ırk söylemi" 12

Üçüncü kısım, Eylem Özdemir'in bıraktığı tarihsel dönem­ le başlıyor ve günümüz Türkiye'sine uzanıyor. Tiyatrodan si­ nemaya, romanlara ve tarihsel öykülemelere kadar uzanan bir yelpazede, milliyetçilikle cinsiyetçilik arasındaki geçişkenliği, milliyetçi söylemin toplumsal cinsiyet üzerinden yeniden üre­ timini inceleyen yazılar, bir yandan kurumsal iktidar meka­ nizmalarının dışında durduğu varsayılan kaynaklardan mukte­ dirin dilinin işleyişine bakarken, diğer yandan muktedirin di­ lindeki kırılganlığın bizatihi milliyetçiliği sahiplenen kadınla­ rın dilinden görünürlüğünü ve cinsiyetçi bir söylemin barın­ dırdığı nişlerin, öznesi kadınlar olduğunda nasıl manipüle edi­ lebileceğini soruşturuyorlar. Bu çerçevede Kadir Dede , "Erkek Doğmadık Diye Yurdumuza Küs Müyüz? : Halkevi Sahnelerin­ den Kadın Kesitleri" başlıklı çalışmasında , ulus inşa sürecinde görünürlük kazanan kadınlık kurgularını Halkevleri'nde sah­ nelenen tiyatro eserlerinde yer bulan kadın tiplemeleri üzerin­ den ele alıyor. Dede, ulus, uluslaşma ve toplumsal cinsiyet ara­ sındaki ilişkiyi teorik düzlemde irdelerken, "sahneden izleyi­ ciye, oradan da sokaklara ve hanelere ulaşması arzulanan me­ sajın cinsiyete dair içeriği"ne odaklanıyor. Sinan Yıldırmaz ve Yasemin Temizarabacı Yıldırmaz "Üç Tarz-ı Tahayyül: Halide Edib Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Peyami Safa'nın Ütopyacı Gelecek Kurgularında ideoloji ve Toplumsal Cinsi­ yet" başlıklı çalışmalarında , Dede'nin çalışmasında irdelenen mesaj a içkin gelecek kaygısının izlerini sürüyorlar. Üç farklı dönemde, üç farklı yazar tarafından kaleme alınan ütopyaları karşılaştırmalı bir perspektiften ele alan yazarlar, bu ütopist ya­ pılar içerisinde " feminist bir milliyetçilik ile Kemalist bir mil­ liyetçiliğin ortaklaştığı ve ayrıştığı" noktalarla birlikte "muha­ fazakar ahlakçılıkla birleşmiş bir milliyetçi algının tahayyül et­ tiği gelecekte toplumsal cinsiyetin nasıl kurgulandığı" sorusu­ na yanıt arıyorlar. Simten Coşar ve Aylin Özman, Turgut Özak­ man'ın üçlemesini inceledikleri, "Milliyetçiliğin Erkek Anlatısı: Eril Pasaj larda Kadın Silüetleri"nde milliyetçiliğin içerisine gö­ mülen ve dolayısıyla görünmeze sabitlenen toplumsal cinsiyet düzenlemelerinin, erkekler ve kadınlar arasındaki hiyerarşinin 13

ö tesinde kadınlar arasındaki sınıf ve etnisite farklılıklarım ke­ sen cinsiyetler hiyerarşisinin yeniden üretilişini odağa alıyor­ lar. Coşar ve Özman, bir yandan Özakman'ın ilgili eserlerinde sıradanlaştırma-mitleştirme denklemi üzerinden işletilen po­ püler milliyetçi dilin kahraman arayışında, kahramansızlık aç­ mazını çözümlerken, diğer yandan bu eserlerde hedeflenen mit sahnelerine sorgusuz dahil edilen ve/ya da davet edilen diğer metinlerle girilen monolog ve/ya da diyalogların erilliğine dik­ kat çekiyorlar. Çağla Karabağ Sarı'mn, 1 2 Eylül filmleri üzerin­ den yürüttüğü , "Milliyetçi-Muhafazakar Tahayyül ve 12 Eylül Filmleri" başlıklı alımlama çalışmasında eleştirel bir okumaya tabi tuttuğu milliyetçi-cinsiyetçi değerlendirmeler, tam da Co­ şar ve Özman'ın çalışmalarında detaylandırılan mit sahnesin­ de Özakman'ın seslendiği birincil kitle olan 2000'lerin gençle­ rine odaklanıyor. Karabağ Sarı, analizinde popüler kültür ala­ nına sirayet gücü milliyetçilik-cinsiyetçilik bileşkesiyle işleyen tahakkümün yine popüler kültür içerisinden ve doğrudan mil­ liyetçi-cinsiyetçi söylemin öznelerinin kendiliğinden okumala­ rıyla kırılabileceği nişlere dikkat çekiyor. Yazarın da işaret et­ tiği gibi, söylem eğer akışkanlıkla tanımlanıyorsa popüler kül­ türden politik mücadeleye geçişin yolu çok uzun olmasa gerek­ ya da böyle olacağını ummak gerek. Nihayetinde, milliyetçiliğin farklı veçhelerle kişiselden top­ lumsala ve kamusala uzanan hatta birdenbire , kendiliğinden , bağlantıda olduklarımızın dilinde ve doğrudan kendi dilimizde beliriverdiği , kurumsal iktidar mekanizmalarının çekirdeğin­ den çıkan, kurumsal iktidarı ellerinde bulunduranların gönül­ lü benimsedikleri bir söylem olduğu bir coğrafyada yaşıyoruz. Bu kitapta, söz konusu farklı veçheleri , görünme biçimlerini , kurumsaldan kişisele oradan kolektife uzanan bir menzilde ör­ nekleme amacını taşıyoruz. Bunu yaparken milliyetçiliği böy­ lesine sirayet edici kılan asıl etmenin, farklı biçimleriyle cin­ siyetçiliği içermesi, farklı tarihsel-siyasal dinamikler içerisin­ de farklı cinsiyetçi pratikleri işletebilmesi olduğu düşüncesiy­ le, milliyetçiliğin erkek yüzünü fark edip göstermenin ötesin­ de Türkiye'de Cumhuriyet tarihi boyunca karşılaşılan toplum14

sal cinsiyet rej imlerinin hangi milliyetçilik versiyonlarına temel teşkil ettiklerine dair ipuçları sunmaya çalışıyoruz. Kahraman­ ların, silüetlerin, figüranların olmadığı eşitlikçi bir yaşam için toplumsal cinsiyet temelli analize dayalı bir milliyetçilik deşif­ resinin elzem olduğu kabulünden hareketle, elinizdeki derle­ menin sadece açığa çıkarmaya değil, soru sordurmaya, doğru­ dan gündeliğin sorularıyla milliyetçi söylem vasıtasıyla sorgu­ suz kabul edilegelen ayrımcı pratikleri sorgulatmaya vesile ol­ masını diliyoruz .

15

B1R1NC1 KISIM

Cinsiyetlendirilmiş Millete Bakmak

1 POPÜLER KÜLTÜR VE M1LLİYETÇ1L1K: SOKAGIN Htssı S UAVi A YDIN

Giriş Sosyal bilimlerde milliyetçilik dört alanda çalışıldı: Sosyoloji, si­ yaset bilimi, tarih ve antropoloji . . . Literatürün başlangıcı tarih­ sel analize dayanır. Zira özellikle 19. yüzyıl boyunca ulus-dev­ letlerin birer birer ortaya çıkışı ve bunların arkasındaki milliyet­ çi motivasyon, öncelikle bu yüzyılı ve bu yüzyılın 20. yüzyıla sarkan etkilerini araştıran tarihçilerin ilgisini çekmişti (en iyi ör­ nek Hugh Seton-Watson'dur) . 20. yüzyılın başlarından itibaren özellikle Almanya'da devlet nosyonunun kazandığı kutsallığa bi­ naen, kendisini devletin milli niteliğine bağlayan ve ona meşru­ iyet çerçevesi hazırlayan bir siyaset bilimi ve kamu hukuku lite­ ratürü gelişti. Anglosakson dünyanın buna cevabı sosyolojiden geldi. Giderek bir "devlet bilimi" halini alan Alman siyaset bili­ minin özcü ve kültürcü yaklaşımına karşı, Anglosakson dünya­ sı milliyetçiliğini ve ulus-devletin tıpkı diğer sosyal olgular gibi incelenebilir ve bu çerçevede sınıflandırılabilir fenomenler oldu­ ğunu savunan bir sosyolojiyi çıkardı. Her ne kadar kaynağı Dur­ kheim metodolojisi olsa da bu sosyolojinin manifestosunu Emst Renan yazmıştı. ikinci Dünya Savaşı'nın ardından bu sosyoloji­ nin temel metinleri ortaya çıktı. 1970'lerde, kendisini kırsala ve yağmur ormanlarına süren, akademik prangalarından kurtulan 19

antropoloji "kültür bilimi"nin ve hermeneutik'in kendisine sağ­ ladığı metodolojik olanakları kullanarak bu alana girdi. Antro­ poloji devletten bağımsız düşünmeye alışmış bir geleneğe sahip­ ti. Bu bakımdan milliyetçiliği ve ulus-devlet olgusunu bu olgula­ rın faili olan insandan (özneden) hareketle ve sosyoloji gelene­ ğinin tam aksine (cemiyet yerine cemaatle ilişkisi içinde) görüle­ bileceği yeni bir perspektif sundu . Bu perspektif, tarihselciliğin ve ulus-devlet odaklı sosyolojizmin kararttığı sahayı yeniden ay­ dınlattı. Bu arada alanın tarihçiliği ise başka bir handikapın içi­ ne düşmüştü. Tarihçiler öncelikle dergileri keşfetti ! Ve bu min­ valde belirli dergileri inceleyen monografiler alanı kaplamakla kalmadı, dergi analizleri ve fikir önderlerinin yazıları milliyet­ çilik araştırmasının yegane tarihsel dayanağı haline geldi. Kla­ sik Osmanlı tarihçilerinin düştüğü "defter analizi"ni (deftero­ lojiyi) tarih yapmak sayan gelenek, bu kez yakın tarih için def­ terin yerine dergiyi ikame ediyordu. Bütün tezler belirli dergile­ rin incelenmesine odaklanınca, o dergilerde yazan fikir insanla­ rının gerçek hayatta nasıl bir insan oldukları ve politik birer öz­ ne olarak neyi savunup ne eylediklerinden bağımsız, dergideki yazılan üzerinden sınıflandırıldıkları bir kanonun parçası haline getirildiklerini gördük. Hayatın kendisi, sokak, bir siyasal hare­

ket olarak milliyetçiliğin toplum içinde harekete geçirdiği dina­ mikler, toplumla etkileşimi, insanların hayatı anlamlandırma bi­ çimlerinin ve deneyimlerinin milliyetçilikle nasıl bir ilişki içinde bulunduğu, insanlar arası ilişkilerin milliyetçiliğe nasıl tercüme edildiği, özetle siyasal akımların sosyoloj isi böylelikle dışlanmış oluyordu. Güya öznenin dili olduğu iddiasındaki postmodemist siyaset felsefesi ise milliyetçilikle ilişkisini özneyi gözlemleyerek ve konuşturarak değil, özne üzerine spekülasyon yaparak kur­ mayı tercih etti. Sonuç elbette felsefe adına da hüsran oldu. Oy­ sa Erle Hobsbawm'ın dediği gibi, "Uluslar ve milliyetçilik yuka­ rıdan inşa ediliyorsa da, tam olarak ancak aşağıdan, sıradan in­ sanların çoğunlukla ulusal olmayan, daha az milliyetçi olan ihti­ yaç ve beklentileri üzerinden anlaşılabilir. ''1 Eric Hobsbawm , Nations and Nationalism s ince 1780: Programme, Myth, Reality(Cambridge: Cambridge University Press , 1 990) , s. 10. 20

Bu düzlemde de iki ana akımın çarpıştığını görürüz. Çarpışan görüşlerden ilki milliyetçiliği harekete geçiren saikin iktisadi gelişmeler olduğunu iddia eden ve daha çok Marksist çalışma­ lardan etkilenen bir tür milliyetçilik analizi iken; ikincisi duy­ guların temelini kuran bir "ortak ruh" tan hareket eden, roman­ tik ve tarihselci milliyetçilik analizidir. Oysa gerçek daha ortada bir yerde olmalıdır. Hiç kimse , milliyetçilik dediğimiz fenome­ nin 19. yüzyılı şekillendiren iktisadi gelişmelerden ve modern­ leşmenin etkilerinden bağımsız biçimde değerlendirilebileceği­ ni ileri süremez. Kaldı ki bütün 20. yüzyıl ve 2 1 . yüzyılın başla­ rı da bu tespiti haklı kılacak pek çok veri sunmaktadır. Yine hiç kimse , vatan için canını feda etmek kabilinden bir diğerkamlığın ve özverinin belirli kültürel ve duygusal bir temeli olduğunu da inkar edemez . Dolayısıyla, özellikle 1 9 . yüzyılın ve 20. yüzyı­ lın olaylarından hareketle milliyetçilik çalışmalarında büyük­ çe bir gri alanın ortaya çıktığını ve bu alanı anlamak için büyük bir kuramsal çabanın harekete geçirildiğini görmekteyiz. Bu gri alanda özellikle kültürel antropoloji ve kültürel çalışmalar yazı­ nının önemli bir katkı yarattığını söylemek mümkün. Rogers Brubaker'ın altını çizdiği gibi ulus ve milliyetçilik tar­ tışmaları artık dört kuramsal gelişmenin sağladığı katkılar ışı­ ğında yürümektedir. Bu kuramsal katkıların başında kültürel çalışmalar alanı içinde gelişen ağ kuramının ilham verdiği ça­ lışmalar gelmektedir. ikinci önemli katkı rasyonel eylem ku­ ramlarına karşı geliştirilen itirazların fikir açıcı katkılarından doğmuştur. Üçüncüsü yapısalcı kuramsal tutumların yerini gi­ derek inşacı tutumlara terk etmesidir. Dördüncüsü ise postmo­ demist kuramsal duyarlılığın yükselişi eşliğinde parçalı ve gün­ delik olanın daha çok vurgulanmaya başlanması ve bu çerçeve­ de sabit ve kalıcı formlara ve açık seçik sınırlamalara bağlanmış kategorilerin giderek erozyona uğramasıdır.2 Brubaker, bu ön­ cü çalışmasını izleyen dönemde kimlik meselesini sahada araş­ tırmaya giriştiğinde , buna bilfiil kendisinin de deneyimledi2

Rogers Brubaker, Nationalism Reframed: Nationhood and the National Ques­ tion in the New Europe, Brubaker (der.) ( Cambridge: Cambridge University Press , 1 996) , s. 1 3 . 21

ği önemli bir başka katkıyı da ekleyecektir. Brubaker, özellikle Transilvanya çalışmasında kimlik dinamiğini anlamak için et­ nografik bakış açısını ve "aşağıdan yukarıya" yürüyen bir sor­ gulama biçimini benimsemek gerektiğini söyleyerek bu beşinci katkı alanının altını çizer.3 Benzer bir problemi ele alarak esa­ sen bir "imparatorluk tebaası" iken, ulus-devletin kurulması ve nüfuz etmesiyle sıradan halkın "milli" olana nasıl dönüştüğü­ nü (veya "milli" olana nasıl dönüştürüldüğünü) araştıran bir başka önemli saha çalışması da Michael Meeker'dan gelmiştir.4 Bütün bu kuramsal gelişmeler eşliğinde doğru soruyu yine Rogers Brubaker sormaktadır. Ona göre temel soru "ulus ne­ dir" değil , "siyasi ve kültürel bir form olarak milliyete daya­ lı devletler (ulus-devletler) kendi içlerinde ve kendi araların­ da nasıl kurumsallaşmaktadır" sorusu idi.5 Brubaker 1990'lar­ da etnisitenin ve milliyetin, kimine göre özsel, kimine göre is­ tikrar kazanmış varlıklar olarak görülmelerine karşılık, çeşit­ li gruplaşma biçimlerine ve düzeylerine hayat veren , kendisi­ nin ancak böylece içinde hayatiyet kazandığı özel bir bağlam­ dan türeyen toplumsal kategoriler olarak anlaşılması gerekti­ ğini söyledi. Ona göre bu girişim, toplumsal grupların ve grup kimliğinin edimsel (perfonnative) olarak anlaşılmasıyla müm­ kündü . Edimsel anlama, söylemsel-toplumsal alanlar içinde in­ şa edilen "grup hali"ni görmeyi mümkün kılmaktaydı. "Milli­ yet" ve diğer toplumsal kategoriler, tıpkı diğer durumsal (con­ tingent) kimlikler gibi , kültürel bakımdan güçlü ve sembolik etkisi olan mitler, hatıralar ve anlatılar içinde kurumsallaşır, söylemsel olarak vaz edilir ve yerleşir. Mekan bu süreç içinde önemli bir rol oynar. "Mekan yaratma" yoluyla seçkinler gru­ bu ve onun geçmişi hakkında özgül kabullerin somutlaşması3

Roger Brubaker, vd. ,Nationalist Politics and Everyday Ethnicity in a Transylva­ nian Town, (Princeton: Princeton University Press,2006) .

4

Michael E. Meeker, A Nation of Empire: The Ottoman Legacy of Turkish Moder­ nity (Berkeley, Los Angeles ve Londra:University of California Press, 2002) (Türkçesi: imparatorluktan Gelen Bir Ulus: Türk Modemitesi ve Doğu Karade­ niz'de Osmanlı Mirası, çev. Tutku Vardağh (lstanbul: lstanbul Bilgi Üniversite­ si Yayınlan, 2005) .

5 22

Brubaker, Nationalism Reframed,

s.

16.

nı ve ebedileşmesini amaçlarlar. Çoğunlukla bu , resmen onay­ lanmış "hafıza mekanları"nın inşasını içerir. Hafıza mekanla­ rı aynı zamanda "duygu üreten" veya bilinçaltına atılmış duy­ gu ve izlenimlerin geri çağrıldığı mekanlardır. Dolayısıyla mil­ liyetçiliğin ve "milli duygu"nun sahada irdelenmesi hafıza , söy­ lem, mekan, mit gibi insan varlığını dışavuran soyut ve somut varlıklarla doğrudan ilişki kurulmasını gerektirir. Bu çerçeve­ de , bu derlemede Nagehan Tokdoğan'ın milliyetçi kadınlar­ la birlikte yürüttüğü saha çalışması üzerinden sunduğu femi­ nist analiz milliyetçiliği tek tipleştirici okumaların sınırlılıkları­ nı, sahanın milliyetçi dilin ve eylemliliğin eğilip bükülebilirliği­ ni kaydeden açılımlarını sergilemesi açısından ömekleyicidir.

Duyguyu besleyen etkenler Bir gruba ait hissetme

Modernleşme süreci pek çok eskil aidiyet çerçevesi üzerin­ de yıkıcı bir etki yarattı. Bir kiliseye veya cemaate ait olmak, bir bölgeden veya yöreden olmak gibi toplumsal ve mekansal aidi­ yet çerçeveleri , 1 9 . yüzyılda iki şekilde yıkıldı. Bunlardan birin­ cisi vatandaşlık fikrinin giderek psikolojik bir üstünlük kazan­ ması, bazı yerlerde resmi kimliğin bu yeni çerçeve üzerinden kurulması ve diğer aidiyet biçimlerinin resmiyet tarafından yok sayılması; ikincisi ise vatandaş olmakla belirli ayrıcalıkların sa­ hibi olan bireylerin diğer aidiyetlerini giderek terk etmeleriydi. İkinci etken, vatandaş olmakla belirli bir milli kimlikten olmayı birbirinden ayrılmaz bir bütünlük içinde gören egemen zihni­ yetin etkisi altında, bireylerin o kimlikten olmayan ötekine kar­ şı ayrıcalıklı ve üstün olarak tanımlanmaları, vatandaş kimliği­ ni önemli bir çekim alanı haline getirdi. Bilhassa Avrupa mil­ liyetçilikleri ve ulus-devletleri bu duyguya yaslandılar ve kitle­ sel desteklerini buradan sağladılar. Öte yandan bu durum, dış­ lananlarda da bir kimlik sıçraması yarattı. Kendi halinde, kendi cemaati içinde iyi-kötü bir istikrar içinde yaşayan ötekiler, için­ de bulundukları siyasal yapının milli bir kimliği esas almasıyla 23

birlikte belirli ölçülerde dışlandılar ve bu dışlanma onların ör­ gütlenmesini sağladı. Bu örgütlenme, azınlık milliyetçilikleri­ nin doğuşuna yol açtı. Böylelikle

aidiyet

sadece kimlik kuran

değil, bir kimliğin siyasallaşmasına hizmet eden bir insan özel­ liği olarak, modern-öncesine göre çok fazla öne çıkan bir kate­ gori haline geldi. Bu nedenle ulus-devletlerin aynı zamanda bir kimlik siyaseti izlemek durumunda kaldıklarını gördük.

Göç Çeşitli etki kaynaklan olan göçler, ulus-devletlerin hem in­ san kaynağını oluşturdu hem de milli kimliği güçlendirecek bi­ çimde

ulusal coğrafya olarak tanımlanan alanda ötekilerin

göçe

zorlanması yoluyla, homojenleşmenin ve etnik temizliğin ka­ pısını açtı. Göç ve yer değiştirme, insanlık tarihinin başından beri beşeri peyzajın temel oluşturucusuydu. Ancak 1 9 . yüzyıl­ dan itibaren göçün ulus-devletleri şekillendirici biçimde ve da­ ha önce bilinmeyen amaçlara binaen ortaya çıktığı görüldü. Bu çerçevede dışarıdan aidiyet duydukları ülkeye gelenler

rants)

(imm ig­

genellikle milli kimliği güçlendiren bir etki yarattılar.

içeriden dışarıya sürülenler

(emigrants)

ise başka yerlerde (di­

yasporada) kendi milli kimliklerini geliştirdiler ya da kendile­ rine ait saydıkları ülkelere giderek bütünleşmeye çalıştılar. Son örnek, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra kurulan Rus­ olmayan devletlerin içinde yaşayan ve Kafkasya gibi tehlikeli savaş bölgelerinden kaçan Rusların Rusya'ya göçüdür. Bu göçle gelenler Rusya'daki milliyetçi eğilimleri yükseltmiş ve keskin­ leştirmişti.6 Benzer biçimde, Sovyetler Birliği'nden lsrail'e göç 6

24

Brubaker'ın önceden haber verdiği gibi, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra ye­ ni ortaya çıkan devletlerdeki Rus nüfusun Rusya'ya "geri çekilmesi" Rus milli­ yetçiliğinin değirmenine su taşımıştır. Ruslann, Rusya'nın yakın çevresindeki Rus yerleşimlerinden toplu göçünün giderek artması milliyetçilerin elini daha da güçlendirecek ve mülteciler "tarihsel olarak Rus sayılan" bölgeler üzerinde kontrolü yeniden sağlama iddiasına bağlanmış radikal milliyetçiler için anah­ tar oy deposu haline gelecektir. Bkz. Rogers Brubaker, "Aftennaths of Empire and the Unmixing of Peoples " , After Empire: Multiethnic Societies and Nation­ Building içinde, Karen Barkey ve Mark von Hagen (der.) (Boulder ve Oxford: Westview Press , 1 997) , s. 1 75 .

eden Yahudiler de lsrail milliyetçiliğini yükselttiler ve sertleş­ tirdiler. 1 999 yılında onların kurduğu ve ağırlıklı olarak Rus­ yalı göçmenlerden oy alan Evimiz lsrail Partisi (Yisrael Beyte­ nu) , 2003'ten beri çeşitli kabinelerde koalisyon ortağı olma­ yı başardı ve lsrail'in sertlik politikalarının esas yürütücülerin­ den biri haline geldi. 7 Bu parti özellikle Filistinlilere ait toprak­ larda kurulan yeni yerleşimlerin güçlü bir savunucusu oldu ve bu konuda hiçbir biçimde ödün verilmemesini savundu . Bu , "Büyük lsrail" projesinin mekansal kurulumu ve Yahudi nüfu­ sun lsrail'in kabul edilmiş ve işgal ettiği topraklarda homoj en­ liğini temin etmek bakımından hayatiydi. Bu yerleşim politika­ sı aynı zamanda Filistin Araplarına yönelik etnik temizliği ön­ görüyordu . Dolayısıyla burada milli kimliğe dayalı çıkar ortak­ lığı, ötekiler aleyhine tecelli eden bir maddi gerekçeye ve teme­ le dayanmaktaydı. Çoğu yerde göçmenlerin devletin gerçek sahibi gibi hareket ettiklerine tanık olmaktayız. Zira göçmenler, orada yaşamak­ tan dolayı yurttaş olanlardan daha çok, orayı yurt yapanlar ol­ dukları fikrinin referansı olan özgül toplum idealine aidiyetle­ rinden dolayı orada bulunduklarının bilinciyle hareket ederler. Türk milliyetçiliğinin kurucu aktörlerinin büyük bir bölümü­ nün Osmanlı lmparatorluğu'nun "kaybedilen topraklarından" veya imparatorluğun dışındaki, özellikle Rusya'daki Müslüman halklara mensup olması da bu bakımdan tesadüf değildir. lm­ paratorluğun kalan topraklarını lslam ve Türk ahali lehine et­ nik temizliğe tabi tutanlar, Balkanlar ve Ege adaları kökenli bu sert milliyetçilerdir.8 7

Bkz. As'ad Ghanem, Ethnic Politics in lsrael: The Margins and the Ashkenazi Centre(New York: Routledge, 20 10) ,s. 1 49- 1 50.

8

Ermeni Tehciri'nin fikri mimarlanndan Bahaeddin Şakir Bulgaristan'ın lsli­ miye kasabasında doğmuştu ve lttihad-Terakki Cemiyeti'nin Türkçü-Turan­ cı kanadının önderlerinden biriydi. Aynı önder kadroya mensup Dr. Nazım Selanikli'ydi. Tehcir'in uygulayıcısı Talat Paşa, Bulgaristan'ın Kırcaali kasaba­ sındandı. Türk Tarih Tezi'nin adeta amigoluğunu yapan dönemin Eğitim Ba­ kanı Dr. Reşid Galip Rodosluydu. Tehcir sırasında "Diyarbekir celladı" ola­ rak bilinen Dr. Reşid Rusya'da doğmuş bir Çerkes'ti. Keza Türk milliyetçiliği­ nin kurucu kadrosunu oluşturan Yusuf Akçura, Reşid Rahmeti Arat, Abdülka­ dir lnan, Ahmed Ağaoğlu, Sadri Maksudi Arsal , Hüseyinziide Ali ve Zeki Ve25

Ötekinin varlığı ve bu varlığın giderek görünür ve "tehditkar" hale gelmesi

lnsan toplumsal kimliğini ötekiy le tahkim eder. Kimlik kül­ türleme (enculturation) süreci içinde elde edilen ve kişinin üye­ si olduğu topluluğun değer, alışkanlık, dünya görüşü , davranış vb. özelliklerini bir set halinde, yaşamak ve hayatta kalmak ba­ kımından geçerli, kaçınılmaz ve en iyi yol olarak benimsemesi sırasında, bu setin en önemli çıktısı olan bir öz-tanımlama sa­ vıdır. Bu sav, aynı zamanda, kişinin ve mensup olduğu toplulu­ ğun ötekilerden daha iyi, daima daha haklı ve daha mükemmel olduğuna ilişkin bir inancın kaynağıdır. Kimlikler böylelikle eleştiriye açık olmayan çatışma araçları haline gelir. "Ötekin­ den iyiysem, ondan daha iyisini de hak ederim," ya da, "Öte­ ki hep haksızsa, onun elinde olanı ondan almak da meşrudur," gibi savunmacı klişeler üzerinden, toplumsal ve iktisadi hayat içinde baskın konumda olanlar fiili bir durum yaratırlar. Ki­ mi durumlarda yasallık da kazanan bu fiili durum,9 belirgin bir baskı ortamı, toplumsal dışlama mekanizmaları ve bu fiili du­ rumu meşrulaştıracak ideolojik araçlar yaratır. Doğal olarak bu dışlama mekanizmaları, dışlananlar açısından da kimliğin ko­ runması, saldırılar karşısında bu kimlik üzerinden bir üstünlük ve mağduriyet dilinin yaratılması ya da dışlananların kimlik de­ ğiştirme çabaları biçiminde10 değişik etkiler yaratır. !idi Togan Rusya'nın Türki halklanna mensuptular. Erken Cumhuriyet döne­ minin parti önderlerinden, !çişleri Bakanı ve Tehcir sırasında lskan ve Aşair umum müdürü olan Şükrü Kaya lstanköylüydü. Bu liste daha da uzatılabilir. 9

Güney Afrika'daki Apartheid yasaları toplumsal, kültürel ve iktisadi tahak­ küm kuran beyazlann yarattığı fiili durumu yasal bir çerçeveye kavuşturmuş­ tu . l 964'e kadar Amerika Birleşik Devletleri'nde de "ırk aynını" etkisi giderek azalmakla birlikte yasal desteğe sahipti. Suriye'de Cezire bölgesinde yaşayan Kürtlere yıllarca kimlik verilmemesi ve buna bağlı olarak pek çok vatandaşlık hakkından yararlandırılmamaları da benzer bir duruma işaret eder.

10

Örneğin Bulgaristan'daki Çingene nüfus, tek kelime Türkçe bilmedikleri hal­ de kendilerini "Türk" olarak tanımlamayı tercih ediyordu. Böylelikle en faz­ la dışlanan bir kimlikten, büyük toplum tarafından daha kabul edilebilir bir kimliğe terfi etmeye çalışmaktaydılar. Aksi durum da variddir. Pek çok Türk de kendisinin "Çingene" olarak tanımlanmasından rahatsızdır. Bkz.Destro­ ying Ethnic Identity: The Gypsies in Bulgaria, A Helsinki Watch Report ( 199 1 ) ,

26

Kendisini üstün olarak konumlayan, iktisadi, toplumsal ve kültürel açılardan da gerçekten üst konumda bulunan "bü­ yük toplum" mensuplannın ironik biçimde öteki üzerinden bir mağduriyet dili yaratmalan da sıklıkla rastlanan bir durumdur. Refah milliyetçilikleri genellikle bu dil üzerinden kendilerini inşa ederler. Onlara göre, kendi toplumsal başanlannın ve bazı durumlarda "etnik ve ırksal üstünlüklerinin" ürünü (ve kaza­ nımı) olan devlet, ekonomi, toplumsal ve kültürel yapı, sonra­ dan bu yapılara eklemlenenlerin ( "ötekiler"in) tehditi altında­ dır. Bu tehdide karşı örgütlenmek bir vatanseverlik durumudur ve bu vatanseverlik milliyetçi bir ideoloji etrafında kendini sa­ vunabilecek zemin yaratabilir. 1 1 Yaratılan zemin, aynı zaman­ da, kendisine kurucu ve inşa edici bir rol atfeden öznenin, ken­ disini milletle özdeşleştirmesini, milletle birlikte, onunla ayrıl­ maz bir bütün olarak tasavvur etmesini sağlayan bir "duygu­ sal nefret okuması" geliştirmeye müsaittir. 1 2 Bu zeminde nefret mayası büyük ölçüde "sıradan insanlar"da tutar. Zira kaybede­ cek şeyi daha çok olan onlardır. Öte yandan bu nefret, temin ettiği güçlü "biz" duygusunun yanında, olumsuzluklara karşı gelecek umudunu besleyen bir enerj i kaynağıdır. 1 3 Kendisini s. 7, 10, 23. Bu rahatsızlık "Çingene" kimliğinin sünü de ele verir.

en

aşağıda olmakla eş statü­

11

Sara Ahmed'in "Aryan National Website"dan aktardığı alıntı üzerine geliştirdiği yorum bu duruma iyi bir örnek teşkil eder. Bu alıntıdaki özne (beyaz milliyetçi, ortalama bir beyaz erkek veya ev kadını, beyaz vatandaş, beyaz Hıristiyan çiftçi) muhayyel bir "öteki" tarafından tehlikeye maruz bırakılmış bir öznedir. Bu teh­ like sadece özneyi (iş, güvenlik, refah gibi) bazı kazanımlardan mahrum bırak­ makla kalmaz, onu yerinden etmeye aday bir tehdidi işaret eder. Sara Ahmed, "Affective Economies", Social Text, Cilt 79, Cilt 22, Sayı 2 (2004) , s. 1 1 7- 1 18.

12

Ahmed'in sözleriyle , "Birlikte nefret ederiz; bu nefret bizi beraber kılan şeydir" (A.g.y., s. l 1 8).

13

Sara Ahmed, yine "sıradan beyaz özne" örneğinden hareketle, bu öznenin as­ lında " fantastik" olduğunu, bu fantezinin nefretin harekete geçmesiyle or­ taya çıktığını söyler. Ona göre nefret duygusu sıradan insanı canlandırır ve "sıradan"ı kriz içinde ve "sıradan kişi"yi gerçek bir kurban gibi kurmak sure­ tiyle bu fantezinin hayata geçmesini sağlar (A.g.y., s. 1 1 8) . Seçilmiş bir söy­ lemle beslenen bu enerji, giderek "ulusa karşı tehdit" algısını besler ve sı­ radan insanları "önlem alma"ya çağırır. Bu önlemler dizisi hukuki olandan linççi olana dek geniş bir yelpazeye yayılır; böylelikle "devletin soğukkanlı tepkiselliği"yle inşa edilmiş nefretin şiddete varan dışavurumlarına uzanan bir tepkiler dizisine yol açar ve bunlara meşruiyet kazandırır. 27

"kurban" ve "mağdur" hissetmekle beraber bu hissin toplum­ sal bir maddi karşılığının bulunmaması, kişiyi "mazlum" rolü­ nü oynamak bakımından daha avantaj lı bir konuma getirir ve gerçek mağdurlara göre mutlak biçimde güçlü kılar. Bu güç, sı­ radan insana başka nedenlerle yaşadığı başansızlıklan ötekinin varlığına bağlamasını sağlayan bir aklileştirme imkanı verecek­ tir. Söz konusu aklileştirmenin en önemli sonucu , kişinin öte­ kine karşı uyguladığı her türlü kötü muamele ve haksızlığın, eşitsizlik imasının ve eşitsiz davranışın, aslında kendi "üstün­ lüğü'' , "haklılığı" ve bütün bunlara rağmen "mağdurluğu" gi­ bi hisleri harekete geçirerek makul ve meşru kılmasıdır. Batı Anadolu'da zaman zaman ortaya çıkan ve orada yerleşik Kürt­ lere yönelmiş pogrom-benzeri kalkışmalara yön veren bu akli­ leştirme ve nefretin sağladığı motivasyondu . Yukarıda da de­ ğindiğim gibi aslında bu tepkisellik, büyük ölçüde refah milli­ yetçiliklerinin ürünüdür. Batı ve Kuzey Avrupa'da, göçmenle­ re karşı gelişen tepki ve bu tepkiye paralel olarak ırkçı ve milli­ yetçi partilerin güçlenmesi aynı olgunun başka tezahürleridir. Refahı, işi ve mekanı paylaşmamak, yabancı proleterin yaptı­ ğı iş karşılığında aldığı maaştan başka bir şey istememesi ve işi bitince de çekip gitmesi esas olarak istenen şeydir. Gitmezler­ se onlara yönelik öfke ve nefret meşrulaşır ve bu çerçevede ge­ lişen saldırganlığın patolojik ve kriminal niteliği, onun sosyo­ kültürel tepkiselliğe dayandırılan meşruiyeti karşısında ihmal edilmesi gereken bir durum halini alır. Bunun genellikle "milli refleks" olarak adlandırılması da egemenlerce ne denli hoş gö­ rülebileceğine dair ipuçları sunar.14 Bu bağlamda, ötekinin var­ lığını ve yerleşikleşmesini simgeleyen bütün göstergeler saldı­ rıya açık hale gelebilir. Batı ve Kuzey Avrupa'da gelişen tepki­ selliğin, örneğin namaz kılan insana, camiye veya başörtülü bir kadına yönelmesi yahut yerli dillerde olmayan tabela ve ilan­ lara , her türlü basılı organa dönük ikon-kırıcılıklar, bu göster­ gelerin yerleşik insanın değerlerine karşı bir alt-insanlık hali­ ni imlemesi, hatta kötülüğün kaynağı haline gelmesi artık iş14 28

Tanı! Bora, Türhiye'nin Linç Rejimi (lstanbul: Birikim Yayınları, 20 1 5 ) , 4. Bas­ kı, s. 3 1 .

ten bile değildir. Bu eylemlilik, bir yandan da sıradan vatan­ daşın kendine güvenini ve gelecek umudunu tazeler; kendisi­ ni yeniden "mülk sahibi" yapar. 1 5 Sıradan vatandaşın milliyet­ çilikle hissen tatmini sadece refah devletlerinin refah dönemle­ rinde değil kriz dönemlerinde de devletin idamesi açısından iş­ levseldir. Krizlerin yarattığı öfke ve gelecek korkusu , her türlü ayrımcılığa ve nefret duygusunun anonimleşmesine ivme ka­ zandıracaktır. Kriz durumlarında milliyetçilikler bu tepkilerle güç kazanır ve zaman zaman sokağa hakim olur. Kurulu devlet otoritesi kimi zaman bu hakimiyete teslim olur, kimi zaman da bu hakimiyete teslim olmayı tercih ederek duygusal alanı ken­ di lehine kullanmaya çahşır. 1 6 ------ -----

15

Buradaki mülkiyet kamusal bir anlam taşır. Mülk, en geniş anlamıyla "vatan" kavramıyla örtüşür. Devletin varlığı ile mülkiyet arasında kurulan sıkı iliş­ ki akılda tutulursa, kendisini devletin öznesi sayan insanlann ona ait mülkü­ vatanı-savunmalan da doğallaşır. Zira o mülk aslında o insanlann ortak var­ lığıdır; başka yerden gelenlerle, yabancıyla, ôtehiyle paylaşılamaz. Nasıl dev­ letler kendilerini dışandan gelen saldırılara karşı koruyorlarsa, içeriden zu­ hur eden tehditlere karşı da vatandaşın örgütlenmesi ve savunmaya katılma­ sı son derecede olağandır. "Yabancı düşmanlığı" işte bu doğallığın bir parça­ sı olur. Bu noktada kamusal mülkiyet kavramının da ciddi bir biçimde sorgu­ lanması gereği ortaya çıkmaktadır. Zira bu mülkiyete meşru ortak olmak için mutlaka "o devletin vatandaşı" olmak gerekmektedir. Bu durumda yabancı­ lar, mülteci ve sığınmacılar için kesinlikle bu mülkiyeti kullanamayacaklan bir hukuki zemin kurulmuş olur. (bu konuda eleştirel bir bakış açısı için bkz . Seyla Benhabib, "Twilight of Sovereignty or the Emergence of Cosmopolitan Norms? Rethinking Citizenship in Volatile Times" , Citizenship Studies, Cilt 1 1 , Sayı 1 ( 2007) , s. 1 9-36. Hatta daha da ileri gidilerek vatandaş olduğu hal­ de ôtehileştirilmiş toplumsal ve kültürel gruplar da bu mülkiyet alanının dışı­ na atılır. Türkiye' de gayrimüslimlerin mal varlığına el konulması için 1 936 Be­ yannamesi'nden beri pek çok devlet girişimi gerçekleşmiştir. Yargıtay 2. Hu­ kuk Dairesi, 6 Temmuz 1 9 7 1 tarihli karanyla T.C. vatandaşı oldukları halde, "Türk olmayanların meydana getirdikleri tüzel kişiliklerin gayrimenkul ikti­ saplan men edilmiştir; zira hükmi şahısların fertlere göre daha güçlü olmala­ rı itibariyle bunların iktisaplannın tehdit edilmemesi halinde devletin çeşitli tehlikelere maruz kalacağı ve türlü mahzurlar doğabileceği muhakkaktır," di­ yerek mülkiyetin Türklükle ve devletle ilişkisini en açık biçimde ortaya koy­ muştu. Bu ifadeler aslında ortalama vatandaş hissiyatının ve devlet zihniyeti­ nin hukuk diline tercümesinden başka bir şey değildi.

16

2 Temmuz 1 993'te Sivas'ta sahneye konan pogrom karşısında, dönemin Baş­ bakanı Tansu Çiller'in olaylann sonucunda, "Otelin etrafını saran vatandaşla­ nmıza hiçbir biçimde zarar gelmemiştir," sözleri, sonucu lince açılan bir duy­ gusal nefret alanının politik kullanımına ilişkin iyi bir örnektir. Ana muha­ lefet partisi genel başkanı Mesut Yılmaz da, "Fikir özgürlüğüne bizden da29

Kimi zamanlarda da milliyetçi siyast hareketler, mevcut meş­ ru hükümetlerin politik tercihlerine karşı oluşan tepkiyi bir "halk hareketi" şekline sokarak kendi ideolojik meşruiyetini, seçilmiş politik meşruiyetin üzerinde yeniden inşa etmeye gi­ rişir. 1 7 Bazen iktidarlar da ellerinden kayıp gitmekte olan otoha saygılı bir zümre görmüyorum. Ama fikir özgürlüğünün, halkımızın mu­ kaddes değerleri için kullanılmasına hiçbir şekilde kayıtsız kalamayız , " diye­ rek ve Büyük Birlik Partisi lideri Muhsin Yazıcıoğlu, "Türkiye'de ve yurtdışın­ da, sözleri ile büyük tepkilere yol açan Aziz Nesin'i Sivas gibi hassas bir ili­ mize getirerek zehrini kusmasına sebep olanlar, olayların birinci derecede so­ rumlusudur," şeklinde konuşarak oluşturulan bu duygusal alandan olabildi­ ğince yararlanmaya çalışmışlardı. 6-7 Eylül 1 9 5 5 Olaylan sırasında hükume­ tin tutumu da buna çok benzerdir. Olaylar sonrasında hükümetc müzahir ör­ gütlerden Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı Ankara Komitesi , Başbakan Mende­ res'e çektiği telgrafta, 'Tarihi günler yaşadığımız şu anlarda soğukkanlı ve va­ kur Türk milletinin genç nesli olarak, son hadiselerden doğan teessürümüz büyüktür. Bu çeşit hukuk dışı hareketleri, milli politikamızı baltalamak hede­ fini güden gizli ellerin (a.b.ç . ) bir tertibi olarak şiddetle protesto ederiz. Türk milletinin tarihinde, telaşın, gaspın, yağmacılığın yeri yoktur. Türk gençliği bu tür hadiselerle hiçbir şekilde ilgili değildir," diyordu. Bkz. Milliyet, 9 Eylül 1 9 5 5 . Hükümet bu mesajla paralel hareket ederek olaylann arkasındaki "ko­ münist parmağı"nı "derhal" ortaya çıkardı. "Geç vakte kadar tevkif olunan tahrikçi komünistler 87'yi bul" [ muş] " du" .Bkz. Milliyet, 10 Eylül 1 9 5 5 . Do­ layısıyla ortaya çıkan sevimsiz durum, tarihinde böylesi olaylar hiç görülme­ miş olan "soğukkanlı ve vakur Türk milleti"ne mal edilemezdi. Başbakana gö­ re Kıbns'ta ortaya çıkan manzara ve orada bir katliam yapılacağı söylentileri karşısında, esasen "haklı bir protesto" olarak ve "dünyanın her tarafında gö­ rülen, nezahat dairesinde bir gençlik nümayişi nikabı altında" başlayan olay­ lar "birtakım muzır eşhasın, muzır faaliyetleri" yüzünden bu hale bürünmüş­ tü. Esasen "tamamıyla nezih bir talebe ve gençlik topluluğu şeklinde cereyan eden" olaylara hükümet başta müdahale etmemeyi tercih etmişti; eğer, "Orta­ da bir Kıbns meselesi mevcut bulunmasa ve iki taraf arasında bu derecede ih­ tilaflı vaziyette gösterilmemiş olsa idi ve Kıbrıs her iki memlekette adeta kutsi bir mevzu olarak vicdanlara telkin edilmemiş olsa idi, zabıta vazifesini görmek ve vicdani kuvvet ve kanaatiyle silahının ve kanunun verdiği kuvveti birleştir­ mek suretiyle hareketi ilk anda önlemek imkanını bulurdu. " Milliyet, 1 2 Eylül 1955, s. 7. öyleyse başbakana göre dava haklı, sonuç yanlıştı (Türkiye'de so­ nucu lince varan sokağa dökülmelerin linç duygusu ve bu duyguyu besleyen saikler bakımından değerlendirilmesi için bkz. Bora, Türkiye'nin Linç Rejimi.) 17

30

1 960'larda Başkan john F. Kennedy'nin demokratik politikalanna karşı bir­ leşen ve onu "Amerikan çıkarlanna yeterince hizmet etmeyen" bir başkan olarak tarif eden Amerikan sağı, Kennedy'ye karşı oluşan tepkiyi, Ameri­ kan milliyetçiliği duygularını yoğunlaştırarak geliştirmeye çalışmıştı. Ken­ nedy, 1960'taki seçim kampanyasından itibaren Afrika'daki milliyetçi ve ba­ ğımsızlıkçı hareketlere sempatiyle yaklaşmıştı. O bunu Soğuk Savaş'ta Sov­ yetlere karşı avantajı ele geçirmek bakımından hayati görüyordu. Bkz. Philip

riteyi yeniden tesis etmek için yapay politik krizler yaratmayı, kolektif duygu yoğunlaşmasını yaratılmış bir düşmana çevire­ rek kendi etrafında oluşturduğu bir "birlik duygusu" üzerin­ den kendi varlığını sağlamlaştırmaya yönelirler. Bu faaliyet ge­ nellikle "düşman yaratma ve ajitasyon" başlığı altında ele alı­ nabilir. Düşman yaratma ve ajitasyon

Milliyetçilikler büyük ölçüde düşman figürleri yaratarak bes­ lenirler. Her milliyetçiliğin sürekli olarak düşman yaratma faali­ yeti içinde olduğunu söylersek yanlış bir şey söylemiş olmayız. Düşman yaratma faaliyetinin en önemli ayağı "haksızlığa uğra­ mışlık" ya da "hak ettiğinden mahrum bırakılmışlık" duygusu­ nun canlı tutulmasıdır. Bunun için özellikle komplo teorilerinin büyük iş gördüğü söylenebilir. Nazizmin yükselişinde Alman­ ya'ya karşı "Yahudi komplosu" fikrinin oynadığı rol bu bakım­ dan öğreticidir. 1 8 Türkiye siyasetinde şu sıralar sıklıkla duydu­ ğumuz ve Gezi başta olmak üzere pek çok olayın arkasında bu­ lunduğu ima edilen üst akıl söylemi de aynı kapıya çıkar. E . Muehlenbeck, "John F . Kennedy's Courting of African Nationalism", Ma­ dison Historical Review, Cilt 2, Sayı 1 (2004) , s. 1 -25. Bu onu ister istemez Af­ rikalı Amerikalıların medeni haklar hareketi açısından sempatik hale getirdi. Amerikan ordusu içindeki şahin kanat ve Amerika'da yaşayan mülteci Küba­ lılar da özellikle "Domuzlar Körfezi" operasyonundaki başarısızlıktan onu so­ rumlu tuttular. Bu durum Kennedy'yi özellikle güney eyaletlerinde ve orta ba­ tının tutucu kamuoyu nezdinde "istenmeyen adam" haline getirecekti. Kato­ lik oluşu da, "beyaz-Protestan" (WASP) tutucu Amerikalıların ona karşı nefret ve kuşkusunun temel kaynaklarından biriydi (konuya ilişkin güncel bir maka­ le için bkz. John Avlon, "A Beloved kon in Death, in Life Kennedy was Hated by Many" , Telegraph, 13 Temmuz 20 1 5 . 18

"Yahudi komplosu" komplo teorileri içinde e n sık v e kolaylıkla başvurulan, bütün kötülüklerin arkasında Yahudi parmağı ve tertibi arayan en hastalıklı kurgulardan biridir. Bu açıdan Hıristiyanlıkla Müslümanlık, Türkiye sağının çeşitli fraksiyonları ile Kemalistler çoğu yerde hemfikir olur. Örneğin kendisi­ ni "solda" konumlandıran Oda TV yazan Soner Yalçın, "Yahudi tertibi" açıkla­ masını, hemen bütün olayların çözümlemesinde kullanmakla bilinir. Yalçın'ın iki cilt halinde yayımlanan Efendi: Beyaz Türklerin Büyük Sırn ve Efendi: Beyaz Müslümanlann Büyük Sırn başlıklı kitapları münhasıran bu tezin temellendi­ rilmesine ayrılmıştır. Yalçın, işi Kanuni Sultan Süleyman'ın dahi Yahudi oldu­ ğuna kadar vardırmıştı. 31

Haksızlığa uğramışlık ve hak ettiğinden mahrum bırakılmış­ lık duygularının yarattığı ideolojik kurulum, "kutsal mazlum­ luk" halinin toplumsallaştırılmasıyla sonuç alır. Açıkel'in be­ lirttiği gibi bu kurulum Türk sağının geliştirdiği en önemli ide­ oloj ik sistemdir. 1 9 Bu sistemin yürürlükte kalabilmesi için sa­ nal bir şanlı geçmiş ve "yüksek bir millet" tasavvuruna ihtiyaç vardır. Yüksek millet tasavvuru büyük ölçüde benzersiz (ve otantik) ahlaki değerlere sahip olmak ve bu değerler bakımın­ dan her hal ve karda diğerlerinden "üstün" olmak fikrine daya­ nır.20 Bu fikriyatı hayata geçirmenin yolu "yeniden güçlü dev­ let'' olmaktan geçer. Bu "güçlü devlet" uluslararası komplola­ n boşa çıkaracak ve şanlı geçmişi bugün yeniden inşa edecek­ tir. Bunun için gerekirse otoriterlik, gerekirse saldırganlık meş­ ru hale gelir. Nazi Almanyası, bu bağlamda Birinci Dünya Sa­ vaşı sonrasında uğradığı Versailles Sendromu'nu (haksızlığı­ nı) ve ellerinden alınmış geleneksel Alman toprakları üzerin­ de yeniden hakimiyet tesis etme hakkını gündeme getirmiş ve 1 929 Büyük Buhranı'yla tamamen ezilmiş Alman vatandaşını ona "haysiyetini yeniden kazandırma"21 ve "Alman üstünlüğü­ nü yeniden kurma" vaadiyle ikna etmiş; Nazi saldırganlığı böy­ lelikle halk nezdinde meşrulaştırılmıştı. 19

Bkz. Fethi Açıkel, '"Kutsal Mazlumluğun' Psikopatolojisi'' , Toplum Sayı 70 (Güz 1 996), s. 1 55 .

20

A çıkel'in çözümlemesinde "otantik hakikat" , huzur (ve güven) veren şan­ lı geçmiş ve "huzur kaçıran" kapitalist ve modernleştirmeci süreçler karşısın­ da geçmişte var olan , ancak kaybedilen kapitalizm-öncesi "huzur"lu toplum modelinin birlikte oluşturduğu bir "kutsal sentez"e dayanır. Böylelikle kapi­ talizmin ve modernleşmenin patolojilerine ve bireyi güvensiz kılan atmosfe­ rine karşı bir direnme alanı yaratılır. Ancak içinde varolmak durumunda olu­ nan "modern iktisat" ile "geleneksel kültür" tasanmı arasında çatışmalı bir ek­ lemlenme kaçınılmazdır. Bu yüzden "kutsal sentez" bir taraftan da kapitaliz­ min maddi formlan, gelenek tasanmına ait toplum/kültür ideası içinde "yeni­ den üretilmek" (uzlaştınlmak) durumundadır. Bu durumda uyumu sağlayan ideolojik hamle, "otoriter bir siyasal aygıt" özlemi ve "nevrotik bir güç istemi" olacaktır. A.g.y. , s. 1 56- 1 5 7 .

21

Hitler, Versailles Antlaşması'nın hükümsüz kılınması gereğinden söz eder­ ken savaştan önce Almanya'nın elindeki kolonilerin yeniden elde edilmesini ve daha önemlisi "ulusal şeref'in yeniden kazanılmasını vurguluyordu. Bkz. Edward ] . Kunzer, "The Youth of Nazi Germany" , ]ournal of Educational Soci­ ology, Cilt 1 1 , Sayı 6 ( 1 938 ) , s. 345.

32

ve

Bilim,

Yunanistan'ın 20 1 0 yılından itibaren içine düştüğü mali kriz­ den çıkmak için başvurduğu temalar, daha sol kaynaklı olmak­ la birlikte, benzerdir. Yunan halkı bu iktisadi krizin nedenle­ ri ve kaynakları üzerinde düşünmek ve çözüm üretmek yeri­ ne, emperyalizmin çağdaş öznesi haline getirilen bir kompro­ dor "Avrupa Birliği" imgesine karşı topyekun seferber edile­ rek ve bolca "haysiyet" , "onur" gibi kavramlara müracaat edi­ lerek yeni düşmanına "ikna edilmiştir" .22 Yunanistan örneğin­ de iflas etmiş bir devletin halka sığınarak ya da başka bir deyiş­ le halkı kalkan yaparak krizden çıkmaya çalıştığına tanık olu­ yoruz. 23 Türkiye örneğinde ise, 2000'li yılların başlarına kadar dünya nimetlerinden yeterince pay alamamış bu ülkenin hal­ kından, gelişen yeni koşullarda görece zenginleşmesine koşut olarak, konj ontürel fırsatlardan yararlanacağı bir "güçlü devle­ te" omuz vermesi istenmektedir24 Yunanistan örneğinde "kut22

Yunanistan krizi üzerinden Westphalia tipi bir "hükümran devlet" söyleminin güçlendiği görülmektedir. Bu devlet imgesi ile ulus-devletin savunulması ara­ sındaki sınırlar belirsiz ve geçirgendir.

23

Yunanistan'da hükümetin AB mali antlaşmasına karşı halkı 5 Temmuz 20 1 5'de referanduma çağırması, bu bakımdan ulusal bir kalkan oluşturma girişimiydi. Yunanistan Başbakanı Alexis Tsipras'ı AB'nin tekliflerinin "Yu­ nan halkını aşağıladığını" belirtirken "Avrupa'da haysiyetle yaşamak için 'ha­ yır' oyu" istedi . Bu "haklı mazlumluk" halini öne çıkaran söylemsel bir ter­ cihti. Benzer şekilde müteveffa Kıbrıs Cumhurbaşkanı ("Solcu") Papadopulos 2004'te adanın birleşmesine yönelik Annan Planı'na karşı televizyonda ağlaya­ rak "hayır" oyu istemişti. Papadopulas konuşmasında, "Ben bir devlet teslim aldım, toplum teslim etmeyeceğim . . . Bugün Kıbrıs'ın yarını için, neslimiz için karar vereceksiniz . . . Rum'un servetini işgalciyle paylaşması adil değil. Adaleti, onuru savunmanı istiyorum. Bu plan, devlet varlığımızı ortadan kaldırmak is­ tiyor," demişti. Bkz. Sabah, 8 Nisan 2004. işin ilginç yanı "hayır" oyu için ko­ münist partilerin ve kilisenin, hatta Yeşillerin ortak bir "milli cephe" de birleş­ mesiydi. Türk kesiminin milliyetçi lideri Denktaş'la Papadopulos hemen he­ men benzer kaygılarla plana karşı çıkmışlardı.

24

l 989'da Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra, bir anda Türkiye'de "Adriyatik'ten Çin Denizi'ne kadar Türk dünyası" söylemi yükseldi. 1 983 yılından itibaren Ôzal'ın başlattığı ihracata dayalı kalkınma stratejisi Türkiye sermayesinin bu söyleme eklemlenmesini kolaylaştırdı ve Türkiye hem kapitalist girişimcile­ riyle hem de devletin politik tercihleriyle bu geniş coğrafyaya yüklendi. An­ cak bu konjonktüre! fırsatı yeterince değerlendiremedi ve hedeflediği coğraf­ yaya giren-başta Rusya olmak üzere-başka uluslararası aktörler karşısında ge­ riledi . 2002'deki iktisadi kriz atlatıldıktan ve Türkiye ekonomisi yeniden bü­ yümeye başladıktan sonra, bu kez Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya ve Afrika'da "sözü geçen ülke" imgesi güçlendirildi. Yine konjonktüre! bir sıçrama yaşan33

sal mazlumluğun" tüm gücüyle bir savunma hattında devre­ ye sokulduğu; Türkiye örneğinde ise yüzyıllarca Batı tarafın­ dan ezilmiş bir halkın ("aziz milletin" ) "kutsal mazlumluğun­ dan" beslenen hak ihtiyacının "güçlü devlet"le ikame edilece­ ği bir saldırganlık hattının geliştirildiği görülmektedir. Anlaşı­ lacağı gibi, iş dönüp dolaşıp "hükümran devlet"in savunulma­ sına, güçlendirilmesine, hatta gücünü yayma gerektiğine gelip dayanıyor. Sıradan insana sürekli olarak, "Bu devlet yoksa sen de yoksun," mesajı veriliyor. Bu mesaj milliyetçilikler bakımın­ dan çok etkili ve sonuç alıcıdır. Bu noktada Alman tarihselci­ liğinin devlet fikrinin büyük etkisinden ve örtük devamlılığın­ dan söz edebiliriz. Bu anlayışa göre bireyin özgürlüğünün tek garantisi devlettir. Humboldt ve Droysen sadece güçlü bir dev­ lette özgürlük, hukuk ve kültürel yaratıcılığın mümkün oldu­ ğunu vurgulamışlardır: Devlet en yüksek ahlakiyat timsalidir ve bu yüzden devletin kendi varlığını korumak için başvurdu­ ğu bütün eylemler ahlaki ve meşrudur. Bu yüzden Alman dü­ şünürlerine göre devletlerarası çatışmalar asla sadece bir "ik­ tidar mücadelesi" olarak görülemez; bu çatışmalar aslında ah­ lak ilkelerinin çatışmasıdır ve savaşlarda zaferi genellikle mo­ ral enerjisi daha yüksek olanlar kazanmaktadır. Bu çerçevede vatandaştan devlete bütün varlığıyla teslim olması beklenir.25 dı; ancak Suriye , Irak ve Mısır'da gelişen olaylar, Balkan ülkelerinin AB viz­ yonuna yönelmeleri ve Rusya'nın Kalkasya'daki etkisinin büyümesi karşısın­ da Türkiye hükümeti buralarda da istediği ivmeyi yakalayamadı . Ancak bu gelişmeler, yine Açıkel'in sözlerine kulak verirsek, "kutsal sentez" in kitlenin "negatif enerjisi"ni daha üst bir siyaset içinde mobilize edebilen, kitlenin top­ lumsal olumsuzlukları daha büyük bir hedefle çözebileceğine ilişkin inancını yaygınlaştırabilen ve olumsuzluklar karşısındaki umutsuzluğu erteleyerek bir "gelecek vaadi" yaratabilen ideolojik sürdürülebilirliğini garanti etti. Bkz . Açı­ kel, "'Kutsal Mazlumluğun' Psikopatolojisi'' , s. 1 5 7 . 25

34

Leopold von Ranke'ye göre devletlerin özgürlük derecesi , onların dünyada­ ki konumlarıyla ilişkiliydi. "Moral enerji"nin yanı sıra bu güçlü konumun te­ mini, devletlerin ancak içeride amaca uygun, kendisini idame ettirebilece­ ği bir düzen kurmasıyla mümkündü. Bu iç düzenin askeri bir tiranlık yoluy­ la kurulması dahi meşruydu. Ancak bütün vatandaşların gönüllü katılımı ve birlikteliği ile kurulan tiranlık dünyadaki bu büyük konumu temin edebilir­ di. Bu "gönüllü bir askeri tiranlık"tan başka bir şeydeğildi. Burada Ranke as­ lında Almanya'da 1 8 7 l 'de Reich'ın kurulmasıyla teşekkül eden Obrigheitsta­ at ( otoriter-devlet) formunu tarif ediyordu. Bkz . Leopold von Ranke , "Po-

Bu teslimiyet, Türkiye'deki gelenekte "ya devlet başa ya kuz­ gun leşe" , "Allah devlete zeval vermesin" deyişlerinde ve "dev­ let-i ebed-müddet" , "devletine-milletine bağlılık" , "devletin be­ kası" veya "devletin milletiyle bölünmez bütünlüğü" gibi klişe­ lerde karşılığını bulur. Devletine bağlılık milliyetçiliğin kaçınılmaz bir önkoşulu­ dur. Bu bağlılığın temini için eğitim ve askerlik gibi kurumların seferber edildiğine tanık oluruz. 20. yüzyıl boyunca devletin çevresinde toparlanmayı sağlayan kurumlar arasına medyanın da güçlü bir biçimde girdiğini görürüz. Okullardaki tarih kitap­ larına, devletin örgütlediği enformasyon kaynaklarına ve med­ yayla yayılan enformasyona "kutsal mazlumluk" ve "haksızlığa uğramışlık" temalarının önemli bir yer kaplaması artık şaşırtı­ cı değildir. Zira "kendi halindeki bireyi" , "bir devletin yurtta­ şı" haline getirecek ve onun canından bile vazgeçmesine vesi­ le olacak bir askere veya belirli semboller karşısında otomatik tepkiler veren kişiye dönüştürmek devletler için elzemdir. Bu­ rada resmi bir yurttaş ve millet propagandası yanında, ciddiye alınması gereken bir popüler milliyetçilik dalgasının da önemli işlevleri vardır. Zira devletler resmi kaynaklardan yayılan pro­ paganda ve enformasyonun zayıfladığı yerde bu popüler milli­ yetçilik dalgasını kullanmaya eğilimlidirler.26 litisches Gesprach" , Ausgewiihlte Aufsatze und Meisters c h riften i ç inde (Stutt­ gart: Alfred Kröner Verlag, 1 942) . Ayrıca bkz. Friedrich Meinecke, Weltbür­ gertum und Nationalstaat (Münih: R.-Oldenbourg Verlag, 1 962) , s. 83 ve Geor­ ge G. Iggers, The German Conception of History: The National Tradition of His­ torical Thought from Herder to the Present (Middletown, Conn: Wesleyan Uni­ vesity Press, 1 988) , s. 9. 26

1 1 Eylül'den sonra Amerikan devleti bu popüler milliyetçiliğin yaratımında oldukça başarılı oldu. Resmi kaynaklar aynı etkiyi sağlayamadı. Zira halk nez­ dinde Irak ve Afganistan savaşlarıyla ortaya çıkan "başarısız görüntü" devletin resmi yüzüne karşı bir güvensizlik ve şüphe halinin yayılmasına yol açmıştı. Bunun yerine her eve bayrak asma kampanyaları gibi vatanseverlik gösterile­ ri, Holywood filmleriyle "kötücül düşman" figürünün zihinlere kazınması ve bu düşman karşısında "haklılık" duygusunun pekiştirilmesi daha çok işe ya­ radı. Vietnam Savaşı'ndan sonra da benzer bir durum yaşanmıştı. Vatanı için canını veren şehit veya sakatlanan gazi imgesi bu savaşın en vatansever kaza­ nımıydı. Bunun karşısında savaşı idare edemeyen ve "kendi çıkarlarına odak­ lanmış" kötü politikacı figürü duruyordu. Kötü ve beceriksiz (hatta "vatanı satan") politikacıların karşısına, medyatik bir "vatansever ve mağdur gazi" fi35

Mirası paylaşmak ve ortak tarih yanılsamasına yaslanmak: "Ulusal fantezi "nin inşası

Seçkinler arasındaki semboller savaşı ve tarihsel mekanların anlamının, daima bugünün anlama biçimini belirleme, sınırla­ rını çizme ve tanımlama çabası içinde nasıl sürekli olarak ye­ niden şekillendirildiği, yer değiştirdiği ve bugünün özellikle de yannın ihtiyaçlarını karşılamak üzere nasıl yeniden dokundu­ ğu ortadadır. Ancak, esasen entelektüel bir etkinlik olarak başlayan ve milli­ yetçiliklerin inşa dönemlerinde hayata geçirilen bu çabalar, kengürü çıkarıldı. Bu karşılaşmalar çerçevesinde "vatan" fikrinin güçlendirildiği­ ni ve milliyetçiliğin bu savaşlardan pek de zarar görmeden çıktığını saptaya­ biliriz. Aynı durumun bir benzeri "düşük yoğunluklu Kürt savaşı" sırasında Türkiye'de de yaşandı. Canını ortaya koymuş vatan evlatlarına karşı çocukla­ rını askere göndermemek üzere çeşitli düzenbazlıklar yapan "çirkin politika­ cı" görüntüsü başarıyla işlendi. Devlet, bu bağlamda politikacıyı kolaylıkla fe­ da edebilir ve "kendi bekası" bakımından "vatanseverlik" teması üzerinden vatandaşla doğrudan ilişkiyi kurabilirdi. Savaş sırasında yaşanan hak ihlalleri­ nin mahkemelere intikal etmesiyle buralarda yapılan savunmalarda hep bu te­ ma işlendi. "Vatansever askerler ve polisler" vatanı korumak için her türlü fe­ dakarlığı yapmış, ancak hukuk yollarının önünü açan politikacılar onları "sat­ makta" hiç tereddüt göstermemişti. Susurluk Olayı'yla açığa çıkan kirli ilişki­ ler bile bu yolla savunuldu. Dönemin başbakanının "devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir" sözü veya kendisine mahkeme yolu gözüktüğünde dö­ nemin Adalet Bakanı Mehmet Ağar'ın övünerek andığı "bin gizli operasyon" itirafı bu bağlamda anlamlıdır. Bu sözlerin ardında, "Biz vatan için her şeyi gö­ ze almış milliyetçileriz, bu yolda hukuk tanımayız," meydan okuması seçilir. Üstelik bu devlet anlayışının destek görmesini sağlayacak kampanyalar yo­ luyla kamuoyunda belirli bir meşruiyet bile sağlanmıştır. Bu meşruiyeti sağla­ yan, yurttaşların "milli duyguları"nı belirli bir biçimde şekillendiren resmi ve gayrıresmi kaynaklardır. Bu yüzden bu kişilerin toplum içinde serbestçe , dev­ let görevi yüzünden mağdur olmuş vatanseverler ("kutsal" uğruna "mazlum" olanlar) , hatta "bir kahraman gibi" gezmeleri de mümkün olmuştur. Bu kişilik tipinin en güzel örneği Korkut Eken'dir. Hapis yatmış ancak çıkarken meydan okumaktan ve yaptıklarıyla övünmekten geri durmamıştır. Buna bağlı olarak Bahçelievler Katliamı ve Susurluk gibi operasyonlara karışmış hükümlüler de onu taklit etmeyi yararlı bulmuştur. Kurtlar Vadisi dizisi bu insanların ve olay­ ların prototipini kamuoyuna açmış ve belirgin bir meşruiyet ve özenme zemi­ ni hazırlamıştır. Bu açıdan, elinizdeki derleme kapsamında Aksu Bora ve Ta­ nı! Bora'nın milliyetçi hissiyatla kotarılan, tahammül edilebilen, yatıştırılabi­ len erkeklik hallerinin bir örneklemesi olarak ele aldıkları Kurtlar Vadisi di­ zisi, sadece dizi kurgusallığı içinden değil, doğrudan milliyetçiliğin gündelik politik gerçekliğe sızma biçimlerini örneklemesi itibarıyla önemlidir. 36

di popüler ve giderek banal örneklerinin ve izdüşümlerini ya­ ratarak ve yayarak toplumun bütün kesimleri içinde konumla­ nır. Bu izdüşümler, kendisini belli bir millete ait hisseden her­ keste hemen hemen aynı duyguları yaratan bir "ulusal fante­ zi" dünyasına kapı açar. Kendisini "ulus" olarak tanımlayan bü­ tün toplumsal varlıklar içinde, "ulusal kültür" ve "ulusal değer­ ler" adı altında kişisel ve kolektif bilinçte dolaşıma sokulan ve içinde her türlü "ulusal sembol"ün, mitin, anının, imgenin, anı­ tın, hatta "öteki" ne karşı oluşturulmuş nefretin ve anlam yükle­ nen her türlü mekanın yer aldığı bir "ulusal fantezi" dünyası or­ taya çıkar.27 "Ulusal fantezi" dünyası, başlarda "ulusal değerler" ve "ulusal kültür" denilen şeyin kodlarını yayan ve onlara ano­ nimlik kazandıran romanlar ve tefrikalardan beslenmişti.28 An­ cak iletişim alanının genişlemesine ve çeşitlenmesine bağlı ola­ rak bunlara çizgi romanlar, fotoromanlar, filmler ve diziler, fes­ tivaller, törenler, güzellik yarışmaları, spor müsabakaları vb. ek­ lendi. "Ulusal" olarak nitelendirilen davranış kodlarımızı belir­ leyen resmi ve örgün ajanların yanına bu kitle iletişim ve popü­ ler kültür kanalları "ulusal fantezi"nin yeniden üretimine hizmet ettiler. Elinizdeki derlemede, Eylem Özdemir'in incelediği Erken Cumhuriyet dönemi güzellik müsabakalarının gazetelerde ele alınış biçimi, esasen yeniden üretimden önce henüz üretilmekte, kurgulanmakta olan ideal Türk kadınlannın fiziksel temsili üzeri­ ne milliyetçi hissiyatla harmanlanmış resmi ve eril önerileri ak­ tarması itibarıyla "milli fantezi" kurulumunun bir örneğini sun­ maktadır. Bir süre sonra "ulus"u oluşturan kitle aslında çoğu ye­ ni üretilmiş bu kaynakların tarihte ulusu temsil eden simgeler olduğuna, ulusa ait geleneğin parçası olduğuna inanmış hale gel­ di. Bu bağlamda pek çok "yerel" , ulusal olanın parçası haline ge­ tirildi ve bu biçimde alımlanması sağlandı. Örneğin tamamen ye­ rel bir etkinlik olan Kırkpınar Yağlı Güreşleri, ulusal değerler ka27

Lamen Berlant, "Introduction: 'I anı a citizen of somewhere else"', The Ana­ tomy of National Fantasy: Hawthorne, Utopia, and Everyday Lifeiç inde, L. Ber­ lant (der.) (Chicago ve Londra: University of Chicago Press , 1 99 1 ) , s. 5.

28

Bkz . Miroslav Hrosch , Social Preconditions of National Revival in Europe: A

Comparative Analysis of Social Composition of Patriotic Groups among the Smal­ ler European Nations (New York: Columbia University Press, 1985) . 37

nonu içinde güreşe önemli bir yer verilmesiyle "ulusal bir önem" kazandı ve bu yerel gelenek, dönüştürülerek ulusal fantazinin bir parçası haline geldi. Kırkpınar Yağlı Güreşleri'nin olimpik alanda ve dünya şampiyonalannda modem Türk güreş takım­ lannın altın madalyalı başanlanndan sonra görünür hale gelme­ si ve geleneğe dahil edilmesi ise oldukça ironiktir. Bu gibi dahil etmeler, akademik biçimde hazırlanmış tarih ve vatandaşlık ki­ taplannın ya da ciddi edebiyat ürünlerinin yaratabileceği etkinin çok ötesinde etki yarattılar ve kabul gördüler.29 Bu anlamda tele­ vizyon-öncesi dünyada çizgi romanın çok önemli bir rol oynadı­ ğından söz edebiliriz. Örneğin Amerikalı kimliğinin oluşumun­ da çizgi romanın rolü , Amerika Birleşik Devletleri'nin iki büyük savaşta oynadığı rolün ülkede yarattığı etkiden daha büyüktür. Bu yeniden üretim sürecinde takip edilebilecek olan "banal milliyetçiliğin" düz değişmeceli (metonymic) imgesi ateşli bir tutkuyla daima dalgalanan bir bayrak değildir; o imge kamusal bir binada göze çarpmadan asılı duran bayraktır.30 Banal milli­ yetçilik kavramını ortaya atan Michael Billig "sürekli asılı du­ ran bayrak" eğretilemesini medyaya özgüler. Ona göre kitle ile­ tişim araçları ve kitle kültürü "sürekli bayrak gösterilen" en önemli zeminlerdir. Böylelikle ulus-devletler bakımından ku­ rucu bir ideoloji olan milliyetçiliğin, bu kabule göre devlet ku­ rulduktan sonra rafa kalkması gerekirken ulus-devletler içinde kendisini nasıl idame ettirdiği sorusunun cevabı da ortaya çık­ maktadır. 31 Dolayısıyla medya ulusal idenin canlı tutulduğu bir zemin olarak her örneğinde kitlenin bilinçaltına yerleşen mil­ liyetçi imgeleri hazırda tutar ve sürümünü sağlar. Bunu yapar­ ken, ulusal fanteziyi kuran semboller, ifadeler, anılar, anlatı­ lar, imgelerle ulusal duyguyu harekete geçirecek korku , kaygı ve nefret imgeleri her haberin, her yayımın ve her ürünün için­ de yerleşik bulunur. Elinizdeki derlemede, Burcu Şenel'in ana akım medyada Kürt kimliğinin Kürt kadın milletvekillerinin 29

Bu hazır etmede radyo programlannın ve 1 940'lardan itibaren gazetelerde yayımlanan "pehlivan tefrikalan" nın rolü büyüktür.

30 Michael Billig, Banal Nationalism ( Londra:Sage Publications, 1995) , s. 8. 3 1 Bkz. A.g.y. 38

resmedilmesi ve bu resmedilme sürecinin okur kitle tarafından yeniden-üretimine içkin duygular üzerinden eleştirel okuması bahsi geçen milliyetçilik dolayımıyla ulusun fantezi dünyasını anlamak açısından ipuçları sunmaktadır. Buna alternatif medyanın ise sürekli gözetim altında tutuldu­ ğuna, sarkastik itip kakmalara ve dışlanmaya maruz bırakıldı­ ğına tanık oluruz. "Ulusal anlatı"yı bozduğu düşünülen fantas­ tik ürünler bile bu dışlamadan nasibini alır. Örneğin 1 2 Eylül 1980 müdahalesinden sonra, TRT tarafından Halit Refiğ'e yap­ tırılan ve Kemal Tahir' in romanından uyarlanan Yorgun Savaş­ çı dizisi, Çerkes Ethem'i övdüğü ve düzenli orduyu küçük dü­ şürdüğü gerekçeleriyle "ulusal anlatı"nın dışına çıktığı için ya­ saklanmış, hatta ortadan kaldırılmıştı. Yakın zamanlarda Kanu­ ni Sultan Süleyman dönemini anlatan Muhteşem Yüzyıl dizisi, "ecdadımızı yanlış gösterdiği" söylenerek, aslında bugün mu­ hafazakar-milliyetçi çevrelerin yaymaya çalıştığı kurgusal Os­ manlı imgesine ters düşecek motifler barındırdığı için, o çevre­ lerden çok şiddetli tepkilere maruz kaldı. Aslında bu masum ve popüler ürünlerin bile milliyetçi ve yukarıdan kurulmuş "ulu­ sal fantezi"yle uyuşmayan yeni bir "fantezi" olarak varlığına ta­ hammül edilemiyordu . Ulusal fan tezi içinde mitlerin krallığı

Auguste Comte , 19. yüzyılın başında "akıl çağı"nın başladı­ ğını müjdeliyordu . 18. yüzyıl Aydınlanması, geleneksel otorite kaynaklarını yerle bir eden felsefi ve siyasi bir sorgulamayla ge­ lecek için bu umudu beslemişti. Lakin 19. yüzyılda Aydınlan­ ma düşünürlerinin hesap edemedikleri bir etken belirdi. Onlar aklın egemenliği altında doğaya hükmeden insan tasavvurunu , bu tasavvuru hayata geçirecek maddi temelden bağımsız olarak kurgulamışlardı. Onların düşündüğü gibi sermaye ve insanlık birikimi aklın ve genel yararın hizmetine girmek yerine , akıl ve genel yarar ilkesi sermayenin hizmetine girdi. 32 Ayrıca onların 32 Bir Cenevre Cumhuriyeti vatandaşı olan jean jacques Rousseau, çağının Fran­ sızlarını "yurttaş" (citoyen) ile "burjuva"yı (bourjois) birbirine karıştırdıkları 39

hiç tasavvur etmedikleri şekilde bu genel değişimin yeni siyasi organı ulus-devlet olacak ve aklı araçsallaştıran, insanı da on­ ların anladıklarından farklı bir biçimde vatandaş kılarak ulus­ devletin hizmetine sokan yeni mitler ve yeni bir idealizm in­ san aklına hükmetmeye başlayacaktı. Bu yeni durum ne Fran­ sız ansiklopedistleri ne de Rousseau gibi "genel yarar" kuram­ cıları tarafından öngörülebildi.33 Fransız Devrimi'ni hazırla­ yan bu düşünce ikliminde etnik ve dini mensubiyetler hiç ak­ la gelmeyen siyasi araçlardı ; aksine özellikle din kurumunun tamamen dışlandığı bir siyasal alan hayal ediliyordu . Hiçbiri , sadece Fransa'da yaşıyor olmaktan temellenen bir yurttaşlığın yerini Fransız olmanın üstünlüğünü esas alan bir vatandaşlı­ ğın alabileceğini düşünmedi. Fransa sadece verili bir formas­ yondu ; etnik Fransız'a atıfla kutsallaşan bir coğrafya değil . . . Dolayısıyla Fransa'yı savunmak, devrimi yok etmeye çalışan Avrupa monarşilerine karşı devrimi ve böyle bir yurttaş fikri­ ni savunmaktı. Ancak, Napoleon bu kurguyu tamamen değiş­ tirdi. Devrimi savunmak olarak kurgulanan Fransa savunması ve bu savunma için seferber olan yurttaşlık fikri, onun ellerin­ de devrimi yaymak için başka ülkelerin fethiyle ve ordu için­ de şekillenen "Fransız olmaklığın üstünlüğü"ne dayanan yurt­ taşlık fikriyle yer değiştirecekti .34 Ülke içinde eşitliği savuniçin aşağılar. Yurttaş eski çağlardan beri hiçbir zaman bir hükümdarın tebası anlamına gelmemiştir; oysa burjuva elan tebadır. Dolayısıyla "yurttaş olmak" burjuva olmaktan çok daha üstün ve ideal bir konuma işaret eder. Bkz. Feliks Gross, Citizenship and Ethnicity: The Growth and Development of a Democratic Multiethnic Institution (Westport , CT.: Greenwood Press , 1 999) , s. 74-75. 33

Fransız Devrimi üzerinde en çok etkisi olan düşünürlerden j oseph Sieyes, 1 789 yılının Ocak ayında yayımladığı ünlü denemesi Qu'est que ce le Tiers E ta t da (Üçüncü Sınıf Nedir? ) açıkça sınıfların ortadan kaldırılmasından söz ediyordu. Ona göre bütün sınıflar ve ayrıcalıklar ortadan kaldırılmalı ve "tek bir yurttaş ulusu" yaratılmalıydı. Onun "ulus"a dönüşmüş Fransa'sı, "siyasal ve hukuki olarak eşit yurttaşların birliği" idi. Burada yurttaşlar birliği "halk"la aynı şeydi ve aristokrasinin antinomu olarak kullanılıyordu. Akt. Gross, Citi­ zenship and Ethnicity, s. 77-78. '

34

40

N apoleon'un kendisine "milliyetçi" denemez. O kendi hayalindeki -ama Fransız modeline dayalı- modem Roma lmparatorluğu'nu kurmakla meşgul­ dü. Buna karşılık Napoleon "farkında olmadan ve dolaylı biçimde Avrupa kı­ tasında milliyetçilik çağının doğuşuna ebelik etmişti" Hans Kohn, "Napole­ on and the Age of Nationalism " , The ]oumal of Modem History, Cilt 22, Sayı

mak, böylelikle başka memleketlerde Fransa'nın hakimiyetini savunmak haline gelecek ve devrimi yapan halk düpedüz mil­ lete dönüşecekti. 35 Bundan sonrası ise ulus-devletin ikamesi sürecidir. Bu sü­ reçte rasyonalite yerini usdışılığa, pozitivist anlatı ise yerini mitlere bırakır. Schöpflin'e göre mitler, toprak mitleri , kur­ tuluş ve mazlumiyet mitleri, seçilmişlik mitleri, askeri kahra­ manlık mitleri, yeniden doğuş ve yenilenme mitleri, akrabalık ve ortak ata mitleri olarak sınıflandırılabilir.36 Toprak mitleri , yurt olarak tanımlanan bir coğrafyada belirli bir halkın kadim­ liğini ve otoktonluğunu kurar. Bu mitler "altın çağ" tanımla­ malarının da temelidir. Dolayısıyla bu mitler, ulusal tarih ya­ zımlarının da önemli bir parçasıdır. Buna bağlı olarak ulus­ devletlerin verili ve konj ontürel siyasal sınırları bu mitin coğ­ rafi zemini haline gelir. lrredantist milliyetçilikler için bu mil­ li öznenin yaşadığı varsayılan bütün coğrafyalara genişletilir. Yine Scöpflin'in sözleriyle bu coğrafyayı sembolize eden her­ şey-bayraklar, haritalar, yıldönümleri-mitin güçlendirilmesi1 22( 1 950) , s. 30. Napoleon'un özellikle askerliğin yapısını değiştiren müda­ haleleri, vatandaş ordusunun oluşmasına ve bu ordu etrafında şekillenen bir vatan fikrine kapı açmıştı: "Bir imparator güvenini ulusal askere bağlar, para­ lı askerlere değil ! " diyordu. Napoleon, Rusya'dan döndüğü zaman Fransa'da milliyetçilik oldukça gerilemişti. Zira Fransızlar savaşlardan, hatta zaferlerden yorgun düşmüştü . 1 8 1 4 ve 1 8 1 5'te Napoleon savaşları Fransa'nın korunma­ sı için bir savunma savaşına dönüşünce, Fransa'da özgün milliyetçi coşku da canlanmış oldu. A.g.y. , s. 33. 35

Yurttaşlar birliği olarak halk anlamında kullanılan nation kavramı, buradan, referansları çok daha soyutlanmış bir nation kavramına evrildi. Bu değişim en net biçimde Almancada görülmüştü. Almancada "halk" anlamına gelen volh kavramı, daha 18. yüzyılda Alman düşünürleri tarafından siyasal değil ama doğrudan kültürel ortaklığa sahip, ortak bir maneviyat alanı (volhsgeist) et­ rafında birleşmiş bir antite anlamında "millet"i anlatır hale gelmişti. Bundan sonra deutschen volh, doğrudan doğruya "Alman milleti" olarak anlaşıldı. Üs­ telik, kültürü esas alan bu değişime bağlı olarak volh kavramı, sadece "millet" değil ethnie anlamında da kullanılıyordu. Nitekim, Hitler için ideal Almanya etnik bakımdan saf Volhsgemeinshaft'ın ( "etnik-toplum"un) yaşadığı yer ola­ rak tanımlanır hale geldi. Kavramın bu kullanılma biçimi, onun ırkçılığa bağ­ lanmasını kolaylaştırdı.

36

George Schöpflin, "The Function of Myth and A Taxonomy of Myths", Myths and Nationhood içinde, G. Hosking ve G. Schöpflin (der. ) (New York: Routle­ dge, 1 997) , s. 28-35. 41

ne hizmet eder ve bütün alternatif rasyonaliteler bu coğrafya­ dan dışlanır.37 Kurtuluş ve mazlumiyet mitleri , benim "direniş" ve " özgürlük hareketi" teması üzerine inşa edilen milliyetçi­ likler dediğim varyantla doğrudan ilişkilidir. Kendilerini tari­ hin mazlum halkları olarak tanımlayan, kendisini müstevlile­ rin zulmü altında varlığını tarih boyunca korumayı başarmış bir halk olarak sunan antiteler bakımından bu mitler oldukça etkin ve işlevseldir. Özellikle tarihsel imparatorlukların saha­ ları içinde yaşamış ve imparatorluklar parçalanırken bağımsız­ lık kazanarak ulus-devletlerini kurmuş ya da koloni impara­ torluklarına karşı direnişle veya bu yapıların oralardan çekil­ mesiyle bağımsızlık kazanmış halklar bu mitleri yaratır ve ge­ liştirirler. Seçilmiş olma miti ise bir halkın kendisine ahlaki ve­ ya ereksel bir ödev yüklendiğine inanmasıdır. O inançla ulus adına yapılanların tarihsel bakımdan haklı, ulusa karşı yapı­ lanların ise tarihin akışı bakımından kazai eylemler olarak gö­ rülmesi temin edilir. Alman tarihselciliğinin Hegel'le başlayan dünya-tarihsel yorumu bu "seçilmişlik" halini Alman devleti­ nin varlığıyla özdeşleştirecek uç bir noktaya götürmüş ve I I I . Reich'ın ırkçı değirmenine su taşımıştır. "Türk cihan hakimi­ yeti mefküresi" adı altında , Türklerin dünyaya hakim olmak gibi ilahi bir misyonla tarih sahnesinde yol aldığına dair tarih­ dışı iman da aynı kapıya çıkar. Musevilerin kendilerini seçil­ miş halk olarak görmeleri de Museviler arasındaki milliyetçi damarın kan kaynağıdır. Bütün bunlar, dile getirildiğinde "de­ li saçması" söylenmeler olarak görülebilir; ancak bu idenin alı­ cı çıktığı ve çoğalarak kitleselleştiği zamanlarda saldırgan ve kıyıcı milliyetçiliklerin doğduğunu görürüz. Dolayısıyla Schöpflin'in belirttiği sınıflandırmaya dahil edi­ lemeyen eski mitlerin yeniden yorumlanması ve yeni mitle­ rin ve törenlerin (modern ayinlerin) toplum içindeki sürümü önem kazanmaktadır. Zira mitlerin en temel işlevi kolektif ha­ fızayı ayakta tutmaları, kolektif ruhu hazırlamaları ve kolektif davranış biçimleri için referans oluşturmalarıdır. Ulus-devle­ tin ve milliyetçiliğin en çok ihtiyaç duyduğu şey işte bu kolek37 42

A.g.y . ,

s.

29.

tivite halleridir.38 Ulus-devletler ve milliyetçilikler kolektivite­ yi seferber edebildikleri ve onu daima teyakkuzda tutabildikle­ ri ölçüde başarılıdırlar. O yüzden, Aydınlanma proj esinin çö­ küşü anlamında, ulus-devletler ve milliyetçilikler mitleri geri çağırdılar. Bu açıdan, bu derlemede Simten Coşar ve Aylin Öz­ man'ın, Turgut Özakman'ın üçlemesinde izini sürdükleri Türk milliyetçiliğinin belirli bir versiyonu çerçevesinde kotarılmaya çalışılan ulusal mit yazımı ömekleyicidir.

Kitlede milliyetçilik tezahürleri ve ideolojinin vulgarizasyonu Bir ideoloji ve halk hareketi olarak milliyetçilik üç seviyede in­ şa olmaktadır.39 Birincisi entelektüel seviyedir. ikincisi siyasal seviye ve üçüncüsü de halk ve kitle seviyesidir.40 Üçüncü sevi­ ye, yukarıda da belirtildiği gibi her ne kadar "banal milliyetçili38

Schöpflin miti kolektivitelerin -bu bağlamda ulusların- kendi varlığının te­ mellerini, ahlak sistemlerini ve değerlerini kuran ve ayakta tutan yollardan bi­ ri olarak tanımlar. Bu bakımdan mitler genellikle anlatılar halinde öne çıkarı­ lan inanç setleridir. Mitler tarihsel olarak gösterilebilen gerçeklerden çok al­ gılar hakkındadır. Bu nedenle dünyayı düzene koyan ve dünya görüşlerini ta­ nımlayan biricik yolun arayışı içinde entelektüel ve bilişsel bir tekel kurarlar. Dolayısıyla mitler kültürel yeniden-üretimin temel araçlarından biridir. A.g.y. , s. 1 9-20.

39

Milliyetçiliğin bir ideoloji olarak tanımlanmasına itirazlar vardır. Bu itiraz , milliyetçiliğin evrensel bir niteliği olmadığından hareketle dile getirilir. Her "ulusal" özne kendi milliyetçiliğini geliştirdiğine göre, bu düşüncenin evren­ sel niteliğinden söz edilemez. Bu görüşe göre milliyetçiliğin , siyasal ideolojile­ rin kendilerini rasyonel biçimde temellendirme ihtiyaçlarının ve evrensel bir analizden hareket etme iddiasının aksine daha çok moral ve duygusal bir ze­ mini vardır. Örneğin bkz. William Pfaff, The Wrath of Nations: Civilization and the Furies of Nationalism (New York: Touchstone, 1 993 ) , s. 14. Milliyetçilikle­ rin moral ve duygusal zeminden hareket etmeleri temel bir olgu olmakla bir­ likte, milliyetçiliğin çoğulluğu bu çoğulluk içinde mevcut ortak niteliklerini görmemize engel değildir. Bu ortak niteliklerin başında milliyetçiliğin modern siyasetin içine doğması ve iktidar için iktidarı isteyen başkaca ideolojilerle çar­ pışması, onun ideolojik bir programla hareket etmesini zorunlu kılar ve ister istemez bütün milliyetçilikleri, içinde varoldukları dünyanın somut analizin­ den harekete zorlar. Bu zorlama onu Hegelci anlamda bir weltanshaaung hali­ ne getirir. Bu hal tamamen ideolojilere özgüdür.

40

Bu seviyelenmelerle ilgili olarak bkz. Hrosch, Social Preconditionsof National

Revival. 43

ğin" işlediği seviye olarak nitelendirilmiş olsa da milliyetçi ide­ olojinin gerçekleşme alanı burasıdır. Zira siyasal olan desteğini buradan alır; entelektüel ve siyasal olan bu seviyeyi etkileme­ ye çalışır. Kitleye mal olmuş milliyetçiliklerin mutlaka bir par­ ti içinde veya çevresinde örgütlenmesi de gerekmez. Tıpkı çe­ şitli partilerin siyasal milliyetçilik iddiasını taşımaları gibi, fark­ lı partilerin seçmeni olan bireyler de milliyetçi saiklerle hare­ ket edebilir, kendilerinin "milliyetçi" olduğunu iddia edebilir­ ler. Dolayısıyla milliyetçiliğin çoğulluğundan bahsedebiliriz. Bu da, tıpkı siyasal ve entelektüel seviyelerde milliyetçiliklerin farklı odakları olabileceği gibi, yurttaşlar tarafından farklı farklı tanımlanmış milliyetçiliklerin varlığına haber verir. Burada kri­ tik olan konu , biz tanımının nasıl yapıldığıdır. Bir grubun kendine ilişkin güven duygusunu kurmasında maddi ve maddi olmayan etkenler rol oynar. Güven duygusu­ nun kuruluşunda bir "cemaat ethos "unun varlığı güçlü bir bi­ çimde hissedilir. Paylaşılan ve başkalarıyla sınırı çizen toplum­ sal değerlerin , mekanın ya da ideallerin tutunumunu sağla­ yan yönü çok sayıda toplumsal deneyimin merkezinde yer alır. Paylaşılan bu değerlerin, mekan veya ideallerin sınırlılığı , as­ lında bunların cemaat hayatına ilişkin olduğunu işaret eder. Bu yüzden de "aşiret" ve "aşiretçilik" gibi yakıştırmaların bu ala­ nı ifade etmek bakımından kabul edilebilir olduğu söylenebi­ lir. 41 Kolektif duygunun cemaat tipi toplumsal hayatlara özgü oluşu , bu duygunun ancak yüz yüze ilişkiler ve birbiriyle temas eden ağlar üzerinden sürdürülebilir olduğunu ima eder. Ne var ki, Alman tarihselciliği Hegel'den itibaren bu kolektif duygu halini Volhsgeist kavramı üzerinden genişleterek, aynı kültüre mensup saydığı ve aslında bu türden bir temasın olmadığı geniş bir toplumsallığı, aynı duygulanımların geniş ilişkilenme ala­ nı olarak varsaymıştır. Böylelikle geniş bir coğrafyaya yayılmış duygudaşların mensup olduğu, sürdürdüğü ve yeniden üretti­ ği (çok fazla değişmeyen, hatta değişmemesi gereken) bir kül­ tür ve bu kültüre yaslanan bir tutunum biçimi tarif edilmiştir. 41

44

Bkz. Michel Maffesoli, The Time of the Tribes: The Decline of lndividualism in Mass Society (Londra: Sage Publications , 1 996) , s. 1 9 .

Bu tanımlanmış kültürün tutunum gücü onun çok fazla değiş­ memesine bağlıdır. Bu türden bir kültürün varoluşunu müm­ kün kılacak kültürel zorlamalar bu tariften sonra hayata geçi­ rilmiş ve gerek entelektüel gerek kitlesel ajanlar eliyle gündem yaratmaya başlamıştır. Bu çabayı en mükemmel biçimde Orta ve Doğu Avrupa örneklerinde görmekteyiz. Bugün bu türden bir kültürün varlığını garanti eden en güçlü garantör ulus-dev­ letler ve onların kontrolündeki medya araçlarıdır. Cemaatlerin kendiliğinden ethos'u böylelikle tahribe açılmış ve tabiri caiz­ se ulusal bir kültür lehine "görüldükleri yerde ezilmişlerdir" Cemaatler ise, çeşitli taktik ve stratejiler geliştirerek genellik­ le buna direnirler. Buna rağmen ulus-devletler, kurdukları ve toplumu giderek saran ağları genişleterek yarattıkları sanal ko­ lektiviteye kitleler nezdinde kabul edilebirlik ve gerçeklik ala­ nı açarlar. Bu , yer yer kırılgan olmakla birlikte ve girdabına sü­ rüklediği cemaatlerin kendi farklılıklarını vurgulayarak zaman zaman meydan okumalarına karşın , genellikle başarılıdır. Bu başarı, ulus-devletlerin birer ideolojik aygıt olarak daha önce görülmeyen bir performansa sahip olmalarıyla ilintilidir. ideo­ loji burada ulusal mitler haline getirilmiş figürleri kitleselleşti­ rerek çağına uydurur ve sıradan insanı kimliklendirir. Örneğin Türkiye'de ülkücü hareketin kadınları "asenalar" olarak anılır; erkekleri ise "bozkurtlar" Büyük Birlikçilerin gençleri "Alp­ Eren'dir" . Böylelikle ideoloji Türk mitolojisinin savaşçı ve ideal erkek figürü olan "alp"la, lslamı yayan dervişlere atıfla "Erenli­ ği" somut bir kişilikte birleştirerek kitleselleştirir. Mitlere yaslanan özcü temaların sürümü dışında, milliyetçi ideolojinin tarihin gerilerinden bugüne taşıdığı sembol ve an­ latılar, ayrıca gelenek belleyerek değerleştirdiği normlar, aslın­ da çok büyük ölçüde geçmişin yüksek kültür dairesine aittir. Örneğin Osmanlı geçmişinden devşirilmiş figürlerin-ordunun, idarenin, saray kültürünün-millileştirilmesi, modernlik öncesi­ ne aidiyetleri bakımından bu figürlerin temize çekilerek yeni­ den yorumlanması dışında, gerçeklikle ilişkisi olmayan ideal­ leştirmelerdir. Ancak bu ecdad edebiyatı kitleler açısından çeki­ cidir. Zira gündelik hayat içinde ezilen, yük çeken, geleceğine 45

umutla bakmak isteyen bireyler bu yolla geçmişin görkemiyle ilişki kurarlar ve geçmişle bugün arasında kurulan doğrusal ai­ diyet ilişkisi üzerinden bu bireylerin güven ve umut duyguları­ nı tazelerler. Böylelikle "yurttaş" milli olanın bir parçası olma­ ya hazır hale gelir. Gündelik hayatta , milli olan , aslında gizlidir. Göz önünde olanları ise biz görmeyiz, onlar gerektiğinde görünür hale ge­ lirler. Bu anlamda görünürleşme, milliyetçiliğin sokakta tepki­ ye ve eyleme dönüşmesiyle ilintilidir. Milliyetçiliğin sokaktaki tezahürü, büyük ölçüde coşku ve öfke gibi temel duygular ara­ sında salınır. Bu duyguların eşliğinde incelikli düşünme, ana­ liz etme, eleştirellik gibi akıl yürütme biçimlerinin yeri kalmaz . Onların yerini genellikle kaba bir reaksiyonizm işgal eder. Bu­ nun son örneğini Sultanahmet'te Uygurlar lehine ve Çin hükü­ meti aleyhine gösteri yürüyüşü yapan Ülkü Ocakları'na men­ sup bazı kişilerin T opkapı Sarayı'nı ziyaret eden Koreli turistle­ re Çinli diye saldırmalarında gördük. 42 Burada banalleşmenin iki pratiği görülmektedir. Birincisi Çinli olmakla Çin hüküme­ tini temsil ediyor olmak arasındaki farkı göremeyen bir zihin faaliyetine istinat eden banalleşmedir. lkincisi, tamamen "göz hizasına giren"ler arasında yapılan ve tamamen görmeye dayalı bir seçicilikle kafalardaki klişeye ( "çekik gözlü olmaya") daya­ nan bir saldırganlıktır. Normal durumda bu seçicilik işlemez, bunun için bir impetus gerekir. O impelus , Çin hükümetinin Uygurlara mezalim yaptığına dair haberlerdir. Tıpkı 6-7 Ey­ lül'de Selanik'te Atatürk'ün evine bomba atıldığı haberinin hız­ la yayılması gibi. . . Öyle ki, bu güncel olayın devamında, saldır­ ganların bu kişilerin " Çinli olmadıklarına" bir türlü ikna olma­ dıkları gözlemlenmektedir. Aynı durumu Mersin'de yıllar önce Türk bayrağını tahrip etmeye çalışan iki çocuğa karşı gösterilen saldırganlıkta da gözlemleyebiliriz. Burada çocukların eylemi, onların çocuk olmalarının önünde algılanmış ve sadece bayra­ ğın ("kutsal"ın) varlığı saldırganların gözünde bu saldırganlığı meşrulaştırabilmiştir. Eleştirellik ile banallik arasındaki ayrım bu tür örneklerde açığa çıkar. Düşünme eylemi ile kitlenin ey42 46

"Ülkücüler Adres Şaşırdı'' , Cumhuriyet, 5 Temmuz 20 1 5 , s. 4.

lemi arasındaki fark da tam bu noktada görünür hale gelmek­ tedir. Dışlamadan başlayarak katletmeye kadar varan eylem bi­ çimlerinin, böylelikle kitlenin eylemi içinde yer bulduğunu gö­ rürüz. Meşru sayılan dilin dışındaki dillerde konuşulması, de­ ri rengi veya bir başka fiziki özellik, belli simgelerin varlığı ve­ ya bazı kişilerde saptanması, olumsuz bir haberin yayılması, gi­ yim-kuşam biçimi vs. bu eylem manzumesi içinde o ana denk düşeni tetikler. Bu tetik (impetus) , göze çarpmayanı görünür kılar ve ona yönelik banal milliyetçiliğin sokakta varlık haline dönüşmesine yol açar.

Milliyetçil iğin ak tığı popü ler kanallar Milliyetçiliğin 1 9 . yüzyılda romanlarla ve periyodik basının ortaya çıkmasıyla geniş kitlelere nüfuz ettiği genel olarak kabul edilen bir savdır.43 Bunlara şiir, müzik, tiyatro , spor gibi bu­ gün kültür sosyolojisinin ve kültürel çalışmaların konusu olan alanların eklendiğini görürüz. 18. yüzyılda Herder'le başlayan ve 19. yüzyılda özellikle Hölderlin gibi önde gelen isimler eliy­ le ciddi bir milliyetçilik mecrası haline gelen Alman şiiri önem­ li bir örnekti.44 Böylelikle sanatın araçsallaştığı ve muhafazakar (klasik) sanat anlayışının karşısında ajitatif ve romantik sana­ tın doğduğu görülür. Müzikte bu Napoleon sonrası Avrupa'sın­ da ortaya çıkan ve " Geç Romantik Dönem" olarak adlandırı­ lan dönemin bestecilerinin eserlerinde, ilerideki ulusal müzik akımlarının habercisi olarak tezahür etmiştir.45 Belki de müzik43

Bu konudaki çığır açıcı yayın, bilindiği gibi , Benedict Anderson'ın çalışma­ sıdır. Bkz . B. Anderson, lmagined Communities: Rej!ections on the Origin and Spread of Nationalism (Londra: Verso, 1 99 1 ) , 2. baskı.

44

Hölderlin'in Alman milliyetçiliği üzerindeki etkisi çok büyüktür. Öyle ki 20. yüzyılın başlarında Almanya'da oluşan Stephan George edebiyat çevresine mensup şair ve yazarlar Almanları "Hölderlin'in halkı" olarak nitelendiriyor­ lardı. Onlara göre "Almanya Hölderlin'e aitti " . Bkz. joseph Suglia, "On the Na­ tionalist Reconstruction of Hölderlin in the George Circle" , German Life and Letters, Cilt 5 5 , Sayı 4 (2002) , s. 387-397

45

Bu dönem bestecilerinin eserlerinin betimlenmesi için özellikle bkz. Marc A. Radice, " Nationalism in French Chamber Music of the Late Romantic Era: Franck, Debussy, Saint-Saens, Faure, and Ravel" Chamber Music: An Essential History içinde (Ann Arbor: University of Michigan Press, 20 1 2 ) , s. 1 7 1 - 1 88. 47

teki Geç Romantik Dönem'in en önemli figürü Alman besteci Richard Wagner'di. Wagner tam bir Alman milliyetçisi ve an­ ti-Semitikti. Bu açıdan bir ön-Nazi olarak nitelendirilmiştir.46 Gençliğinde Alman milliyetçi düşüncesinin mimarı olan Her­ der'den üst düzeyde etkilenmiş ve ]unges Deutschland (Genç Almanya) hareketinin bir parçası haline gelmişti.47 Eserlerin­ de özellikle yazdığı operalarda, daima Cermen ve Nordik efsa­ nelerini işledi, onları Almanlar nezdinde popülerleştirerek sıra­ dan halkı bu efsanevi kökle bütünleştirmeye çalıştı.48 Böylelik­ le mitlerin yeniden yaratılması ve modern Alman milli düşün­ cesinin bir parçası haline getirilmesinde büyük bir katkısı oldu . Orta ve Doğu Avrupa'da ulusal müzik akımları Wagner'in güç­ lü başlangıcım izledi ve önemli ekoller yarattılar. Polonya, Çek, Rus ve Macar müziği, böylelikle etnografik araştırmanın da bir parçası haline geldiler ve halk kültürünün yüksek kültüre nü­ fuz etmesi bağlamında önemli örnekler oldular. Aynı zamanda bu yolla esasen yüksek kültürün bir parçası sayılan sanat müzi­ ği de belirli ölçülerde popülerleşti ve milliyetçi duygunun teza­ hür ettiği ve "milli ortaklık" hissini besleyen önemli mecralar­ dan biri haline geldi.49 46

47

Bkz . Bryan Magee, Wagner and Philosophy ( Londra ve New York: Penguin Books, 2000) veAspects of Wagner (Oxford ve New York: Oxford University Press, 1 988) , s. 23-25. Hitler'in şu sözleri Wagner'in Nazizm üzerindeki etki­ sini göstermek bakımından öğreticidir: "Her kim Nasyonal Sosyalist Alman­ ya'yı anlamak istiyorsa Wagner'i bilmek zorundadır. " A.g.y. , s. 55. Frank B. josserand, "Richard Wagner and German N ationalism" , The South­

westem Social Scinıce Quarterly, Cilt 43, Sayı 3 ( 1 962) , s. 223. 48

Wagner, müziği ulus fikrine yaklaştıran en güçlü figür olarak tanımlanabi­ lir. Bu bağlamda dramatik müziğin ilk temsilcisidir. Wagner operaları lirik et­ kiyi en fazla taşıyan ve operayı "ulusal drama" kavramıyla birleştiren ilk ör­ neklerdir. Bkz. Bruno Markwardt, Geschichte der deutschen Poetih IV(Berlin: Thormann&Goetsch, 1 959) , s. 349. Opera Wagner'in eserleriyle bir aşkınlaş­ ma yaşamış ve bir yüksek duygu aktarım ortamı haline gelmişti. Böylelikle eğ­ lencelik karakterinin sona erdiğine ilişkin işaretleri Mozart ve Gluck'un eser­ lerinde veren opera sanatı, yüksek amaçlara hizmet eden ve 1 9 . yüzyılın ro­ mantik devlet liderlerince desteklenen bir kültür ürünü haline geliyordu. Ro­ derick Cavaliero, Gnıius, Power and Magic: A Cultural History of Germany from Goethe to Wagner (New York: Tauris, 20 1 0 ) , s. 145.

49

Doğu ve Orta Avrupa sanat müziğindeki etkinin benzerini yaratmak isteyen Erken Cumhuriyet rejimi, aynı amaçlarla yeni bir Türk müziği yaratmaya ça­ lıştı. Bu çerçevede yurtdışına gönderilerek yetiştirilen besteciler, bir "Türk

48

Ulusal müzik akımları entelektüel düzeyden başlayarak sı­ radan halka doğru genişleyen çeşitli eşikler yarattılar. Orta ve Doğu Avrupa'da geleneksel olarak "iyi müzik" dinleyicisi hali­ ne gelmiş kitlelerin ulusal müzik akımlarının örneklerini alım­ laması ve içselleştirmesi çok daha kolay oldu . Ancak, başka yerlerde yüksek müzik ürünlerinin alımlanması aynı derecede başarı göstermedi. Türkiye de dahil olmak üzere ulus-devletle­ şen coğrafyalarda bu kez devlet eliyle geleneksel müzik türleri­ nin millileştirilmesi işine girişildi. Bir saray müziği türü olarak esasen Osmanlı yüksek kültürünün önemli bir mecrası olan klasik kanon, kozmopolit ve emperyal unsurlarından temizle­ nerek bir "Türk sanat müziği" yaratılacaktı. Bu temizleme so­ nucunda, bu müzik türünün giderek popülerleştiğini ve bir tür "gazino müziği"ne evrildiğini görürüz . Bu tür ancak bu yolla geniş kitlelere mal olabilmiştir. Öte yandan halk müziği ürün­ leri, Ankara ve İstanbul radyolarında çalışan derleyiciler eliyle yerel kaynaklardan toplandı; etnik unsurlarından ve devletçe "sakıncalı" bulunan söz ve tarzlardan temizlenerek bir "Türk halk müziği" icat edildi. Bunun gibi halk oyunlarına da müda­ hale edildi ve özellikle yurt sathına yayılan beden terbiyesi öğ­ retmenleri eliyle doğru şekle getirilerek ortaklaştırıldı. Bütün bu müdahaleler aynı zamanda her tür için milli olanın yaratıl­ ması anlamına geliyordu . Bu bağlamda, mehter müziğinin tarihi de ilginç bir örnektir. il. Mahmud'un yeniçerileri tasfiye projesi çerçevesinde 1826'da ortadan kaldırılan Mehterhane , 1 9 1 4 yılında Harbiye Nazırı Enver Paşa tarafından yeniden canlandırılmıştır. Ancak Meh­ terhane'nin tasfiyesi sürecinde bu geleneğin ve mehter müzi­ ği eserlerinin de tamamen toprağa gömülmesi sonucunda el­ de hiçbir örnek bulunmadığından, Enver Paşa'nın yeni Meh­ terhanesi bu geleneğe ait olmayan yeni parçalar yarattı. Cum­ huriyet tarihi boyunca bu kurum kısmi olarak muhafaza edildi. 1 935 yılında kapatılıp Demokrat Parti (DP) döneminde Askeri Müze bünyesinde yeniden kurulan mehter takımı sadece Türk Beşleri" ekolü yarattılar; ama bu çaba, Orta ve Doğu Avrupa'daki benzerleri­ nin etkisini Türkiye'de yaratamadı. 49

Silahlı Kuvvetleri'nin bando teşkilatı içinde bir gösteri unsu­ olarak varlığını sürdürdü . Ne var ki, zaman geçtikçe sağ si­ yasi iktidarların Osmanlı geçmişine dönük canlandırma faali­ yeti çerçevesinde bu müzik türü ve mehter takımları yaygın­ lık kazandı. Şimdi neredeyse her kent, kasaba ve bazı okullar­ da birer mehter takımı var. Bu yayılma bu türün bayağılaşması­ na ve niteliksizleşmesine yol açtı. Tarihsel bağlamından tama­ men koparılmış olan ve yeniden yaratılan bu müzik ve etrafın­ daki performans unsurları bugün banal milliyetçiliğin bir aji­ tasyon aracı haline gelmiştir. Savaşı ve sadece savaşla ilgili bir geçmişi çağrıştıran bu performansın yayılma hali, aynı zaman­ da Türk milliyetçiliğinin dar ajandasına ve bu basit araçsallaş­ tırmalar çevresinde kolay bir etki alanı yaratabilmesine ilişkin fikir vermektedir. Öte yandan bütün milliyetçilikler ve ulus-devletler müziğin popüler formlarının ne derecede etkin ve yararlı olduğunu da keşfettiler. Böylelikle bir "ulusal müzik kanonu" ortaya çıktı . Bu kanonun en önemli parçası "halk müziği" (folk-music) de­ nilen alandı. Bu alandan devşirilmiş tema ve parçaların yeni­ den düzenlenmesi ve kimi zaman da bu formlara uygun ola­ rak üretilmiş yeni ürünler yoluyla, 50 bir ulusal duygu yoğunru

50 Alevi kanonunda olması asla beklenmeyecek biçimde , Çorumlu Aşık Hüse­ yin Çırakman'dan alınan "Bugün Bize Hoşgeldiniz Erenler" deyişi içinde şu sözler yer alır: Tarihler boyunca bir milletiz bizi llimce dünyaya vermişidik hız /

Büyük bir babanın hey dost torunlanyız/ Bugün bize hoş geldiniz erenler! /Hisse alın Çırakman'ın sözünden/ Zerre kaçmaz ariflerin gözünden/ Kemal Atatürk 'ün hey dost aydın izinden/ Bugün bize hoş geldiniz erenler! Öte yandan aslında bir "marş" olan "Hoş gelişler Ola Mustafa Kemal Paşa", "Azeri ağızla söylenmiş" bir "Kars türküsü" olarak sunulur. Türkünün içinde türkü formunda olması oldukça zor ajitasyon öğeleri yer alır: Hoş gelişler ola Mustafa Kemal Paşa/ As­

kerin, milletin, bayrağınla çok yaşa!/ Sağdan sola soldan sağal Salla bayrağı düş­ man üstüne/ Dönmez geri Türk'ün askeri ! Bir "ekşi sözlük" yazarının bu ajita­ tif sözleri nasıl algıladığı ve banal milliyetçilik argümanlarıyla nasıl yorumla­ dığı ise oldukça öğreticidir: "hepiniz bilirsiniz aslinda turk askeri fiziken bir­ cok ulke askerine gore daha zayif ve celimsiz durur, hakikaten de oyledir. la­ kin turk'teki iman gucu ve vatan icin olme arzusu baska hicbir millette bu ka­ dar mukemmel degildir. yani okuz gibi bir almani yada amerikaliyi bile o coş­ ku ve neşe (evet neşe) içinde surklase edebilir. Asla ve asla vazifesini tamam­ lamadan yada diger bir degisle olmeden gelmez" (Bütün milliyetçiliğine kar­ şılık, yazarın Türkçe klavye kullanmaması ve imla özensizliği de ayrıca dik­ kat çekici ! ) 50

laşması, ortak bir memleket hissi yaratılmaya çalışıldı. Ancak, bu yeniden düzenleme ve yeni yaratım süreci, büyük ölçüde bir tahrifat sürecine de kapı açtı. Bu bağlamda, kimi özgün par­ çaların sözlerinin değiştirildiği, yeni sözler eklendiği görüldü ; hatta kentli insanın dinlerken rahatsız olacağı düşünülen mü­ zikal yapıların bozulması (sadeleştirilmesi) bile denendi. Bü­ tün bu çabaların altında, müzik üzerinden bir biz duygusu sağ­ lamak hedefi görülür. Zira "bizim müziğimiz" aynı zamanda, "Bizi biz yapan, bizi bize en iyi biçimde anlatan kültürel form­ d\lr . " Bütün bu müzikal kodeksin şahikası ise elbette "mil­ li marş" denilen şeydir. Billig'in söylediği anlamda banal milli­ yetçiliğin bütün öğelerinde olduğu gibi, sözleri ne kadar ünlü bir şair tarafından yazılmış olsa da, "milli marş"lar herkeste ay­ nı çağrışımı yapacak etkiyi yaratması beklenen en önemli po­ püler üründür. 5 1 Ayrıca en başta milli marş olmak üzere, ana­ okullarına kadar yayılan bir genişlikte marşlar kanonu oluştu­ rulmuştur. Bu kanon içinde yer alan çeşitli marşlar her zaman "milli duygu " yu harekete geçirmek üzere coşkulu ve ateşlendi­ rici bir armoniyi, milli çağrışımlarla bezenmiş ve kimi zaman da "öteki"ne karşı nefreti dile getiren sözlerden oluşan bir epi­ ği içerir. Spor, özellikle futbol da milliyetçilikler tarafından iyi kulla­ nılmıştır. Franco dönemi lspanya'sında futbol üzerinde ciddi bir biçimde çalışıldığı görülür. Madrid'de Kont Barnabeu Sta­ dı'nda oynanan 1 964 yılı Avrupa Milletler Kupası final maçın­ da İspanya Milli Takımı'nın Sovyetler Birliği Milli Takımı'nı ye­ nerek kupayı kazanması, Franco tarafından büyük bir milliyet­ çi gösteriye ve ayine çevrilmesi, iyi bir örnektir. Franco bura­ da sadece kendi millilerinin kupayı almasını değil, onların "ko51

Milli marşla ulusal kimlik arasındaki ilişkiyi inceleyen E . Bodnar ve A . Gilboa, lsrail'de yaptıkları üç deneyin üçünde de milli marşın milliyetçi duygulan ça­ ğırdığını bulguladılar. Kanadalı müzik eğitimcisi K. K. Veblen milli marşın toplum için neyin önemli olduğunu ve bu seçicilikle toplumdaki egemen kül­ türün değerlerini, geleneklerini, tarihini, kültürel baglamını ve ideolojisini ha­ tırlattığını söyler. Akt. M. C. Kennedy ve S. C. Guerrini, " Patriotism, Nationa­ lism, and National Identity in Music Education: 'O Canada', How well do we know thee ? " , Intemational ]oumal of Music Education, Cilt 3 1 , Sayı 1 (20 1 2 ) , s. 79-80. 51

münist" bir ülkenin takımını yenerek bu başarıyı elde etmesini kullanmıştı. 52 Benzer bir durum Arjantin' de yapılan ve Arjantin Milli Takımı'nın kazandığı 1978 Dünya Kupası'nda da yaşandı. O sırada Arjantin cuntasının başında bulunan General Videla, her türlü yola başvurarak şampiyonluğu Arjantin'in kazanma­ sına "hizmet etmiş" ve Buanes Aires'in Monumental Stadı'nda üniforması içinde kupayı takıma bizzat kendisi vermişti. Ta­ nıl Bora'nın sözleriyle, " Cuntanın zulmü altındaki '78 şampi­ yonluğunu kutlamak için sokaklara dökülenler arasında sade­ ce rejimden memnun olanlar değil, muhalifler, generallere bed­ dua okuyan fakirler de yer almıştı. " 53 Videla cuntası bu "futbol zaferi"nin rüzgarıyla okşanan milli gururdan güç alan milliyet­ çi aj itasyonu , Falkland/Malvinas Adaları'nı Britanya'dan geri alacak bir savaş zaferine dönüştürmek üzere kullanacak; ancak Arj antin, savaşın sonunda ağır bir yenilgi alacaktı. 54 Hitler de Berlin'de düzenlenen 1 936 Olimpiyatları'nda kendi ülkesi ve rejimi lehine benzer etkileri yaratmaya çalışmıştı . Futbol açı­ sından İspanya örneğinin bir başka önemli yanı, futbolu kendi faşist rej imi lehine kullanmaya çalışan Franco milliyetçiliğine karşı, lspanya'daki başka halkların (özellikle Katalan ve Bask­ ların) futbol üzerinden kendi milliyetçiliklerini sahaya sürebil­ meleridir. 55 Futbol holiganlığının milliyetçi histerilerin sergi­ lendiği gösterilere, hatta çatışma alanlarında paramiliter çetele­ re dönüştüğü de sıklıkla rastladığımız bir durumdur. 56 52

Alejandro Quiroga , "Spanish Fury: Football and National ldentities under Franco" , European History Quarterly, Cilt 45, Sayı 3 ( 20 1 5 ) , s. 506-507.

53

Tanı! Bora, "Gözyaşları, Yakışır Arjantin'e" , Radikal, 6 Temmuz 20 10.

54

Tanı! Bora, "Futbolda Erkeklik, Militarizm , Milliyetçilik: Tek Kale " , Erkek Millet Asker Millet: Türkiye'de Militarizm, Milliyetçilik, Erkek (lik)ler içinde, N. Y. Sümbüloğlu (der.) (lstanbul: lletişim Yayınları, 20 1 3 ) , s. 488.

55

1 960'larda ve 1 970'lerin ilk yansında futbolun Katalan ve Bask milliyetçilik­ leri bakımından bir katalizör rolü oynadığı kabul edilir. Bölgesel milliyetçilik­ ler futbolu toplumun farklı kesimlerine ulaşma yolu olarak kullanmışlardır. ispanya Milli Takımı üzerinden milliyetçi duyguların optimizasyonu hedef­ lendiği kadar, Franco rejimi lspanyollann depolitizasyonu açısından da futbol üzerine özellikle eğilmiştir. Bkz. Quiroga, "Spanish Fury. Fury: Football and National Identities under Franco" , s. 508-524.

56

Bunun Sırp örnekleri için bkz. Bora, "Futbolda Erkeklik, Militarizm, Milliyet­ çilik: Tek Kale", s. 488-489.

52

Başlangıçta gazete ve süreli diğer yayınların aracılığıyla kit­ leselleşme özelliği gösteren milliyetçilikler, 20. yüzyılın ilk ya­ rısından itibaren radyo gibi çok önemli, her haneye girebi­ len ve kitleler tarafından emisyonlarına çok daha kolay ula­ şılabilen bir mecrayı kullanmaya başladılar. Bilhassa devlet radyoları, bu cerçevede kendi ülkelerinin propaganda araçla­ rı ve her ulus-devletin bir "ulusal bilinç" yaratma aygıtı hali­ ne geldi. Örneğin Türkiye'de l 930'lardan itibaren devlet rad­ yo yayıncılığıyla yakından ilgilenmeye başlamış ve evvelemir­ de Halkevleri'ni radyolarla donatmaya girişmişti. 57 l 930'lar­ dan sonra Türk dil ve tarih çalışmaları konusundaki konuş­ ma ve konferansların, Halkevleri çalışmaları gibi tek parti­ nin kontrolündeki ulusal kitle örgütlerinin faaliyetlerinin rad­ yoda eskiye oranla daha fazla yer bulduğu görülür. Özellik­ le Recep Peker'in verdiği "lnkılap Dersleri" nin radyoda nak­ len yayımlanması anlamlıdır. Bu derslerin amacı ülkedeki ha­ kim ideolojiyi genç kuşaklara aktarmak ve Peker'in deyimiyle 'Türk ana inanış istikameti"ni gençlere aşılamak, onların ka­ fasına "yerleştirmektir" . 58 Özellikle Nazi Almanya' sının radyo­ yu kullanma şekli Türkiye için örnek olmuştur. Naziler ikti­ dara geldiğinde radyo dinleme oranı yaklaşık yüzde 20 seviye­ sinde iken, 1 94 2'de bu oran nüfusun yüzde 70'ine ulaşmıştı. 59 1939'a gelindiğinde Türkiye'de radyonun tek parti rejimi için çok önemli bir yer edindiğini gösteren belirtiler artmaya baş­ lamıştır. 60 Parti propagandası ve devletin resmi ideoloj isinin yayımı bir yana, radyonun kültür temelli millet fikrinin yayıl­ masında ve benimsenmesinde büyük bir rolü olduğunu söyle­ memiz mümkündür.61 "Halka Doğru" hareketinin bir sonucu 57

Uygur Kocabaşoğlu , Şirket Telsizinden Devlet Radyosuna (TRT ôncesi Dônemde Radyonun Tarihsel Gelişimi ve Türk Siyasal Hayatı içindeki Yeri) (Ankara: A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1 980) , s. 1 1 3 - 1 14.

A.g.y . , s. 1 1 7 , 1 20. 59 A.g.y. , s. 1 1 8- 1 1 9 .

58 60

61

Örneğin 1 939 yılında " CHP Büyük Kurultayının Tetkikine Sunulan Program Projesi" başlıklı bir belgede, "Parti, radyoyu milletin kültür ve politika terbi­ yesi için en değerli vasıtalardan sayar," ibaresi yer almaktadır. A.g.y., s. 1 78.

l 940'larda Ankara Radyosu'nda "Evin Saati" programını hazırlayan Galip 53

olarak, "halk kültürü" olarak tanımlanan kültürel ürünlerin bütün yurda yayılması ve onlar üzerinden bir ulusal bütünleş­ me sağlanması, radyonun en büyük "hizmetleri"nden biri ol­ muştur. Adeta radyolar, 20. yüzyıl boyunca milliyetçiliği ka­ musallaştıran organlardır. Ulus-devletler nezdinde artık halk ile millet aynı şeydir ve bir halkın (ve milletin) en temel özel­ liği Herder'ci anlamda "başkalarına benzemeyen bir kültürün ve onun eşlik ettiği bir hayat tarzının sahibi olması"dır. Rad­ yolar 20. yüzyıl boyunca eskinin kozmopolit ve kökeni belir­ siz ya da eklektik sayılan "yüksek kültürü" yerine halk kültü­ rüne dayanan "milli bir yüksek kültür"ün en önemli yaratım ve icra mecrası olmuştur. Tabii bu "yüksek kültür"ün yaratı­ mı, halk kültürü unsurlarının hegemonik otorite tarafından seçilerek ve büyük ölçüde dönüştürülerek yayımına izin ver­ diği bir "halk kültürü" ne dayanır. Adeta "ulusal kültür" un­ surları yukarıdan belirlenmiş ama sanki halka dayanan ve bu çerçevede ulusal düzeyde homoj en olduğu varsayılan bir kül­ tür manzumesini oluşturmaktadır. Radyo "milli kültür" ola­ rak sunulan bu yaratılmış kültürü imal eden ve yayan önder bir kurum olarak televizyondan çok daha etkili olmuştur. T e­ levizyonlar, radyonun bu işlevini büyük ölçüde hayata geçir­ diği uzun bir dönemin ardından ortaya çıkmış ve 1950 sonra­ sında genişleyen demokratik ortamlarda çeşitlenme ve çoğul­ laşma imkanı bulmuş kurumlar olarak, bu anlamda radyodan daha az etkilidirler.

Ataç, rejimin istediği ideal "Türk kadını"nı hazırlayacak "faydalı bilgileri" ak­ tarmayı amaçlamıştı. Bu çerçevede Hasan Ali Yücel'in radyo konuşmalan, Ali Rıza Uluçam'ın "Ziraat Saati" , radyo tiyatrolan ve "arkası yarın"lar, Feridun Fazıl Tülbentçi'nin "Geçmişte Bugün" programı, " Radyo Çocuk Saati " , Fa­ lih Rıfkı Atay, Ahmet Muhip Dıranas ve Şevket Rado'nun "Edebiyat Dersle­ ri" , Behçet Kemal Çağlar'ın "Mehmetçik Konuşuyor"u gibi programlar reji­ min istediği organik toplumu kurmak yolunda çok önemli bir işlev görmüş­ tü. Bkz. Teoman Yazgan, "Ônce Radyo Vardı ": "Deneme Yayınlan " ve Sonra­ ki Yıllar, 1 927-201 4 (Ankara: Basın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü Yayı­ nı, 20 1 5 ) . Doğrudan kulağa hitap etmek gibi bir kolaylığı olan bu öncü prog­ ramlar ve onlann sonraki benzerleri, Türkiye'de "milli ortaklığı" kurmak ba­ kımından önemli bir rol oynadı. Radyo herkesi ortaklaştıracak kültürel bir va­ sat yaratıyordu. 54

Popüler milliyetçiliğin yayılma mecralan olarak askerlik, militarizm ve eğitim

Askerlikle milletin "erkekliği" arasında doğrudan bir iliş­ ki vardır. Bütün milliyetçiliklerin öznesi olan milletin geçmiş­ ten bugüne ilerleyişini askeri başarılar üzerinden ikmal etmeyi gündemlerinin ilk sırasına koymuşlardır. Askerlik millete karşı fedakarlığın ve kahramanlığın şüphesiz eşsiz bir tezahür alanı­ dır. Zaten bütün milliyetçilikler askerlik yetenekleri olmasaydı milletin bugüne gelemeyeceği ön kabulünden hareketle, aske­ ri bakımdan "yetersiz" ve "yenik" halkların tarih sahnesinden çekildiklerini ve bu yüzden de -eğer varsa- devletlerini kaybet­ tiklerini vaz eder. Devletini kaybeden yok olur; zaten hiç devle­ ti olmayanın da tarihi yoktur. Bu yüzden milliyetçilik hareket­ lerinin pek çoğu , öznesi olan milletin "hesaba katılması" için tarihte mutlaka bir devlet kurmuş olduklarını ispata girişirler ya da varlıklarının tarihselliğini sürekli bir "direniş" ve "özgür­ lük hareketi" mitinin üzerine inşa ederler. Örneğin lskoç ve İr­ landa milliyetçilikleri kendilerini bu şekilde meşrulaştırır. Keza Kürt hareketi, 1 840'lardaki Bedirhan Beğ Ayaklanması'nın veya 1880'lerdeki Şeyh Ubeydullah lsyanı'nın milliyetçi saiklerle or­ taya çıktığını sorgusuz kabul eder. Bu isyan geleneğinin mitolo­ jik temeli ise Demirci Kava efsanesine dayandırılır: Bu isyan ge­ leneği Kürtlere çok erken devirlerde milliyetçi bir bilinç kazan­ dırmış ve bu bilinç Ahmetli Hanl'nin şiirleriyle o erken zaman­ larda ete kemiğe bürünmüştür. Devleti kutsamak, milliyetçi ideolojiler bakımından esastır. Bu yüzden her ne kadar kendilerini sürekli özgürlük hareketi olarak tanımlasalar da bütün milliyetçilikler, öznesi olan mil­ letin devletini kurma ve varsa o devleti en yüksek düzeyde ko­ ruma hareketleridir. Devlet kurmak ve devleti korumak, son tahlilde askeri bir iştir. Askerliğin yurttaşın ödevi olarak yeni­ den tanımlanması, askerlikle doğrudan ilişkili bir durumu , ya­ ni vatan ve millet uğruna ölme diğerkamlığını yurttaş olmanın olmazsa olmaz bir parçası haline getirdi. Böylelikle milleti te­ mel alan yeni bir kurban kültürü inşa edilmiş oluyordu . Böyle 55

anlaşıldığında kendini kurban etme eylemi başka hiçbir tarih­ sel örnekte görülmemiş a priori bir ide haline getirildi. Öyle ki, Alman romantiklerinden Friedrich Wolters'e ( 1876- 1 930) gö­ re kültürel hafıza içinde öznelliğini yeniden yaratan bu kurban­ lık biçimi (Hıristiyanlıkta olduğu gibi) bireyin hayatının ida­ mesini değil, anavatanın hayatının devamlılığını temin eden bir kaynaktı. Birey, bu yeni kendini kurban etme anlayışına bağ­ lı olarak ve anavatanın kendini yaşatması bağlamında restore olacaktı. Dolayısıyla birey kendini feda etmeden anavatan da yoktu . Onun varlığı sadece anavatan uğruna kendisini feda et­ mesiyle anlam kazanıyordu. Bu kurban kültürünün olağanlaş­ masıyla , birey doğduğu anda içtenlikle bir vatana da bağlan­ mış olacak ve onun ölümü , ancak vatan aşkı için olursa anlam kazanacaktır.62 Bu anlayışın kaynağı Hölderlin'in 1800 yılında yazdığı Der Tod fürs Vaterland (Vatan için Ölüm) şiiridir. Böy­ lelikle şehitlik kavramının dinsel içeriğinden sıyrılarak seküler bir içeriğe kavuşmaya başladığını görürüz. Yine Wolters'in yaz­ dıklarından hareket edecek olursak, savaşın ve vatan için kan dökmenin yüceltilmesi, hatta fetişleştirilmesi bu bağlamda an­ lam kazanır ve Almanların kendilerini koşulsuz biçimde vatan için feda etmeleri şiddetle teşvik edilir.63 Bu bilgilerin ışığında "Her Türk Asker Doğar" ve "Vatan Sana Canım Feda" motto­ larının kaynağını daha iyi görebiliyoruz. Yalnız şehitliğin Türk versiyonunda ciddi bir sorun vardır. "Vatan için şehadet" belir­ lemesi kamuoyu nezdinde pek etkili olmayacak ki, Türkiye'de şehitlik durumunun dini niteliği ve değeri daha vurguludur. Buna göre şehitlik, "peygamberlik" ten sonraki en yüksek dini "mertebedir" ve "Şehitler doğrudan cennete gidecektir, " (bu yüzden kefensiz gömülürler) . Bu durumda "vatan için ölüm"le "din için" ölüm -dar'ü-l harb'de ölüm- birbirine karışmaktadır. Milliyetçiliğin askerlik ve erkeklikle kurduğu ilişki, milliyet­ çiliklerin homofobik niteliğinin de kaynağıdır. Naziler, Alman­ ya'da iktidara gelir gelmez eşcinsel derneklerini ve kulüpleri62

Suglia, "On the Nationalist Reconstnıction of Hölderlin in the George Circle" s. 395-396.

63

A.g.y . , s. 396.

56

ni kapatmışlar ve bu yöndeki yayınlara yasak getirmişlerdi. Ar­ dından bu hamleyi parti içindeki eşcinsellerin öldürülmesi iz­ ledi. Gestapo eşcinsellerin isim listelerini, Gestapo ve kriminal polis (Kripo) eşcinselleri izlemek ve kovuşturmak üzere özel birimler oluşturmuş; bizzat Himmler eşcinselliği "çözülme­ si gereken meseleler"den biri olarak işaretlemişti . Himmler eş­ cinselliği bütün Alman toplumundan söküp atmak istiyordu.64 Nazilerin eşcinsellik karşıtlığı esasen kültürel bir düşmanlıktı . Erkeklik, nasyonal sosyalist kimliğin hayati bir parçasıydı. Na­ zilerin erkeklikle ilişkisi ve erkekliğe ihtiyacı Nazi hareketinin ve devletinin militarist karakterinden kaynaklanmaktaydı. iyi Nazi olmakla "siyaseten asker" olmak arasındaki ilişki sıklıkla kurulmaktaydı .65 George Mosse'un gösterdiği gibi bu Nazilere özgü bir durum da değildi. 1 9 . yüzyıldan beri bütün milliyetçi­ likler adeta bir erkeklik ideolojisi olarak inşa edilmişti. 1 9 . yüz­ yıl Avrupa'sında yükselen milliyetçilikle birlikte "normal cin­ sellik" denilen şeyin norm ve sınırlan da çizilmiş oldu .66 Bu açıdan, "millet-i müsellaha" (das Volh in waffen) , yani "as­ ker-millet" fikrinin Almanya'da ortaya çıkması da tesadüf de­ ğildi � . Alman tarihselciliği içinde ulus-kültür-devlet özdeşliği kadar, ordu-erkeklik-ulus özdeşliği de kurucu fikirlerden bi­ ri olmuştur. Eğer ulus kendisini devlet haline koyabilen özgül bir kültürün örgütlenmiş hali ise, ulusun hayatiyeti için onu ulus olarak var eden kültürün, dolayısıyla devletin savunul­ ması elzemdir ve bundan kendisini devlet halinde gerçekleştir­ miş ulus topyekun sorumludur. "Topyekun (total) savaş" fik­ rine dayanan "asker-millet" fikri buradan doğmuştur. Türki­ ye, kendisini bir "millet" olarak örgütlemeye giriştiğinde doğal olarak bu fikri ithal etti. Zaten kavramı icat eden kişi (General 64

Robert Gellately ve Nathan Stoltzfus, "Social Outsiders and the Construction of the Community of People" , Social Outsider in Nazi Germany içinde, Robert Gellately ve Naıhan Stoltzfus (der.) (Princeton: Princeton University Press, 200 1 ) , s. 1 3 .

65

Geoffrey J . Giles, "Homosexual Panic" , Social Outsider i n Nazi Gennanyiçinde, s. 238.

66

Bkz. George L. Mosse, Nationalism and Sexuality: Respectability and Abnormal Sexuality in Modem Europe (New York: 1 985) , akt. A .g.y . , s. 238. 57

von der Goltz) Osmanlı son dönemi yöneticilerinin ve Türki­ ye Cumhuriyeti'nin kurucu kadrosunun Harbiye Mektebi'nde hocası olmuştu. Cumhuriyet rejimi orduyu sadece bir askerlik meselesi ola­ rak ele almadı; aksine daha geniş bir biçimde bir öğretileme or­ tamı olarak kullanmaya çalıştı. Rej imin uyguladığı yaygın ve tavizsiz asker alma politikası , ordu kurumlarını bir okul gibi kullanabilmesine izin veriyordu .67 Askere biçimlenmemiş ola­ rak gelen genç erkekler, her daim vatan için ölmeye hazır birer "sadık vatandaş" ( "sürekli asker" ) olarak oradan ayrılıyordu . Bu öğretileme süreci boyunca banal milliyetçiliğin bütün öğe­ leri bu genç erkeklere aktarılarak onların hem toplumsal cinsi­ yet kodları hem de milliyetçi değerlerle donanmış olarak kıta­ dan ayrılmaları sağlanmaktaydı. Böylelikle pratikte "asker-mil­ let'' yaratılmış olacaktı.68 Askerlik müddetince banal milliyet­ çiliğin topluma yayılan slogan ve davranış kalıplan bilinçaltı­ na ekilmekteydi. "Her şey vatan için" , "Her Türk asker doğar" , "Ne mutlu Türk'üm diyene" gibi slogan ve mottolar askerlik sürecinde doğallaştırılmaya çalışılmaktaydı. Ayrıca ideal vatan­ daşta aranan davranış kalıplan askerlere gösteriliyor ve benim­ senmesi sağlanıyordu. Düzenli vatandaş ordusuna çok geç bir dönemde geçilmiş olmasına karşılık, sanki ezelden beri böyle bir düzen varmış gibi ordunun "peygamber ocağı" olduğu, as­ kerlik yapmayana kız verilmeyeceği, her Türk'ün askere davul­ zurnayla uğurlanması gerektiği gibi icat edilmiş gelenekler, bu­ günün insanıyla geçmişi birbirine bağlıyor, bir süreklilik ve üs­ tünlük duygusu yaratıyor ve askerin bu ezeli müesseseye bağ­ lanarak kendisini ( "peygamber ocağı"nın ve dünyanın en es­ ki ordusunun parçası olmak gibi) büyük bir misyonun güncel 67

Ortaöğretimde askerlik fikrine hazırlanan ve bu deneyimi yaşamadan askere gelen gençlerin öğretilendiği her iki mecranın ("Ordunun okul, okulun ordu" oluşunun) değerlendirilmesi için bkz. Ayşe Gül Altınay, The Myth of the Mili­ tary-Nation: Militarism, Gender, and Education in Turkey, (New York: Palgrave Macmillan, 2004 ) , s. 1 1 9- 1 40.

68

Bkz . Suavi Aydın, "Toplumun Militarizasyonu : Zorunlu Askerlik Sistemi­ nin ve Ulusal Orduların Yurttaş Yaratma Sürecindeki Rolü " , Çarklardaki Kum içinde, Ö. H. Çınar ve C. Üsterci (der.) (İstanbul: lletişim Yayınlan, 2008 ) , s. 25-48.

58

parçası sayması kolaylaştırıyordu . Bütün bunlar bir araya ge­ tirildiğinde , neden Türkiye'de erkeklerin birbirleriyle askerlik anıları üzerinden ilişki kurmaya çalıştıkları ve her birinin ken­ di askerlik deneyimini biricik hale getirmeye çalıştığı anlaşılır olmaktadır. Zira askerdeyken olmasa bile, sıradan insanın as­ kerlik yaptıktan sonra kendisini "değerli" ve "biricik" sayabil­ mesini mümkün kılan, sonrasında kendisini "tam bir erkek" olarak sunabildiği yegane pratik askerlik deneyimidir. Askerlik bu bakımdan kültür içinde bir "geçiş ritüeli" haline getirilmiş ve bu durum ulus-devlet rej iminin fazlasıyla işine gelmiştir. Elinizdeki derlemede Funda Gençoğlu-Onbaşı'nın vicdanı ret üzerine tartışmaların içerdiği erilliğin ve baskın erkeklik tanı­ mının, milliyetçiliğin yeniden-üretimindeki rolü üzerine sun­ duğu eleştirel okuma söz konusu işlevi örnekleyici niteliktedir. Milliyetçi hareketler en etkin biçimde gençlik içinde çalışır ve taraftarlarını gençlik içinden devşirir. Siyasal hareketler, ki­ şiliğini oturtmaya çalışan ve kimlik arayışında olan gençlerin önemli bir uğrak alanıdır. Devrimci ve aktif ideoloj iler gençler açısından önemli çekim alanları oluştururlar. Özellikle yukarı­ da ayrıntılı olarak anlatıldığı gibi kriz dönemlerinde bu çekim alanlarının anaforu çok daha etkili hale gelir. Bu açıdan milli­ yetçilikler, konj ontüre göre devrimci rollerle kollayıcı-kurtarı­ cı roller arasında çeşitlenir. Örneğin Birinci Dünya Savaşı ön­ cesinde Avusturya-Macaristan lmparatorluğu'na karşı Sırp mil­ liyetçiliği veya Osmanlı lmparatorluğu'na karşı Ermeni milli­ yetçiliği devrimci bir rol üstlenmişti. Ancak aynı Sırp milliyet­ çiliği, Yugoslavya'nın dağılması karşısında koruyucu-kurtarı­ cı bir rol üstlenmek durumunda kaldı. Bu açıdan milliyetçilik­ lerin status-quo'yu yıkıcı ve status-quo'yu koruyucu biçimlerin­ den söz edilebilir. Her iki rolünde de milliyetçiliğin aktif mili­ ler veya para-mililer güç olarak seferber edebileceği en uygun grup daima gençler olmuştur. Bu durum, her halükarda "as­ kere alınabilirlik" ve milli hedefler uyarınca "seferber edilebi­ lirlik" özelliğinin önde olduğunu gösterir. Milliyetçilikler için her çocuk geleceğin askeri, her genç her an askere alınabilecek bir potansiyeldir. Bu nedenle bütün milliyetçilikler kendilerini 59

çocuklar ve gençler üzerinde ideolojik ve ajitatif bir doktrinas­ yon çalışması içine girmek zorunda hissederler. Milliyetçiliğin devlet ideolojisi haline gelmesiyle de (ulus-devletleşmeyle bir­ likte) bu durum daha örgütlü ve sistematik hale gelecektir. Bu açıdan "asker olma" fikriyle bir arada düşünülmeyen kadınlar bile, en ideal (milliyetçi ve vatansever) askeri yetiştiren-yetiş­ tirecek ana aktör olması açısından değerlendirilir. Kadınlar bu bakımdan ulus-devlet rejiminin ev içindeki ajanlarıdır ve onla­ ra bu açıdan önem verilmesi zorunludur. Gençliğin milliyetçiliği taşıyıcı rolü dikkate alındığında, sa­ vaşın ve militarizmin gençler üzerindeki etkisini ele almak zo­ runlu hale gelmektedir. Peter Loewenberg'in iddia ettiği gibi, l 930'larda nasyonal sosyalistlerin seçim başarısı, esasen kuşak­ sal başarılardır. Ona göre 1 9 14 ile 1 920 yılları arasında cephe­ de bulunan gençlik, 1929 ile 1935 yılları arasındaki Nazi seçim başarılarının kuşaksal altyapısını kurmuştur. 1 929'dan son­ ra siyasal açıdan etkin hale gelen ve SA ve Hitler-]ugend, Bund­ Deutscher-Madel gibi diğer paramiliter parti teşkilatlarının ka­ demelerini dolduran yeni yetişkinler Birinci Dünya Savaşı yıl­ larında toplumsallaşmış çocuklardı.69 Nazi Partisi, 1928- 1933 döneminde en çok dönemin gençlerinden güçlü bir destek gör­ müş ve bu popülarite ona hızlı bir siyasal başarı getirmişti.70 Gençlik bu anlamda sadece bir oy deposu değil, aynı zamanda bir sokak gücüydü . 1929 iktisadi bunalımının yarattığı olum­ suz havanın bütün toplum kesimlerinde radikalizmi körükle­ mesinin yanı sıra, bu gençlik desteğinin hem sandıktaki hem de sokaktaki rolü Nazilerin sadece siyasal değil, imaj bakımın­ dan da olduğundan daha büyük bir etkiye sahip olmalarına ve­ sile olmuştu . 20. yüzyıl modem teknolojinin gücündeki muazzam artış­ la ilişkili biçimde siyasal ve kişisel akıldışılığın olağanüstü ar­ tışına tanık olmuş bir yüzyıldır. Tarihte hiçbir dönem akıldı­ şılığın insanı bu denli harekete geçirebildiği bir olaylar dizisi69

Peter Loewenberg, "The Psychohistorical Origins of the Nazi Youth Cohort" ,

American Historical Review, Cilt 76, Sayı 5 ( 1 9 7 1 ) , s. 1 458. 70 60

A.g.y . , s. 1459.

ne konu olmamıştır. Bu nedenle yeni tarih yazımı psikanalizin kavramlarından istifade etmek durumunda kalmış ve böylesi­ ne büyük kitleleri seferber edebilen ideolojilerin araçlarını ve ajanlarını anlamaya çalışmıştır. En çok da Freud'cu saplantı ve geçmiş yaşam deneyimi (regression) kavramları bu anlama ça­ basına hizmet etmiştir. Alman gençliğinin Nazizme desteğinin nedenleri aranırken, Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonra­ sında henüz çocukluk ve ilkgençlik çağında olan bu gençle­ rin Almanya'nın Büyük Depresyonu'nu (savaş yıllarında aç­ lık ve yoksulluk, işsizlik, hükümet bunalımları ve iktidarsız­ lık, gelecek hakkında yaygın bir kaygı-anksiyete-duygusu) ya­ şamış olmaları dikkat çekici bir nokta olmuştur.71 Bu nedenle lll. Reich'ın Alman milliyetçiliğine destek savaş yılları ve son­ rası nedeniyle travma tik karakter edinmiş kesimlerden gelmiş­ tir. Savaşın travmatik yanı, aynı zamanda 20. yüzyıl savaşları­ nın artık " topyekun savaş" fikrine uygun biçimde yaşanma­ sı nedeniyle çok genişlemiştir. Savaş sonrası travmalarından ise hiçbir toplum kesiminin kaçışı yoktur. Else Frenkel-Brun­ swik'e göre, "lster geçmişte isterse bugün empoze edilmiş ol­ sun, travmatik karakteri oluşturan dışsal baskılar sadece oto­ riter bir kişiliği öne çıkartmaz, aynı zamanda başka durumlar­ da demokratik fikirli olabilecek kişilerde otoriter eğilimleri de pekiştirir. " 72 Almanya'da gençliğin ulusal siyasetin odağı haline gelmesi Hitler öncesine dayanır. l 900'lerin başında öğretim kurumla­ rında yer alan ve kamu yaşamını düzenleyen otoriteler tarafın­ dan, gençlik katı bir disiplin ve sistemleştirme içine alınmıştı. 73 Bu mirasın üzerine Naziler, gençlikten güç almalarının yanı sı­ ra, gençliğe dönük çok başarılı ve gösterişli bir faaliyet alanı ya­ rattı . Hedef gençliği topyekun örgütlemekti. Nitekim, "Nas­ yonal sosyalizm gençliğin iradesiyle örgütlenmiştir," partinin 71

A.g.y., s. 1459-63 ; Kunzer, "The Youth of Nazi Germany" , s. 343-344.

72

E. Frenkel-Brunswik, "Environmental Controls and the lmproverishment of Thought" , Totalitarianismiçinde, Cari ] . Friedrich (der. ) (New York: Grosset & Dunlop, 1 964 ) , s. 1 77. Akt. Loewenberg, "The Psychohistorical Originsof the Nazi Youth Cohort" , s. 1 464.

73

Kunzer, "The Youth of Nazi Germany", s. 342-343 . 61

resmi sloganı haline geldi. 74 Bu çerçevede nasyonal sosyalist­ ler pek çok gençlik örgütü kurdular ve gençliğin başka siya­ sal akımlara yönelmelerinin önüne geçecek ideolojik ve siya­ sal tedbirler aldılar. Öyle ki Nazi seçkinleri, ordudan çok genç­ lik üzerinde çalıştı. Ordu içinde de savaş döneminin hezeyan­ lanna doğrudan maruz kalan milliyetçi genç subaylann deste­ ğini sağlamaya çalıştılar; aristokratik yaşlı generalleri de tedri­ cen tasfiye ettiler.75Wehrmacht yeniden doğduğunda, Nazilerin doğrudan tertip ettikleri ve kadrolarını parti gençliğinden dev­ şiren SA ve SS'ler ordu içinde ve aslında (Ernst Röhm ve He­ inrich Himmler gibi Nazilerin komutası altında doğrudan par­ ti kontrolünde) ordudan bağımsız ve en değerli birlikler hali­ ne gelmişti. Ulus-devletlerin gençliğe ilgisi aslında yeni değildi. Bütün ulus-devletler gençliğin milliyetçiliği taşıyıcı rolünü görmüş­ tü. Gençliği, erken yaşlardan itibaren mililer kavram ve değer­ lerle tanıştırmak, onları savaşa ruhen ve bedenen hazırlamak ulus-devletlerin başlıca görevi olmuştur. Bu açıdan izciliğin ilk olarak Büyük Britanya'da örgütlenmiş olması da ilgi çekici­ dir. Hindistan ve Güney Afrika' da görev yapmış, bir tuğgeneral olan Robert Baden-Powell 1 906 yılında ilk izcilik kitabını ha­ zırladı. Baden-Powell askeri izcilikten esinlenerek bütün genç­ liği bu yolda yetiştirecek bir kılavuz hazırlamış ve 1 907 yılında bir izci kampı örgütleyerek bu kılavuzdaki ilkeleri tecrübe et­ mişti.76 Bu model, kısa sürede Kuzey Amerika'yı ve Avrupa'yı sardı. Gençlere askeri üniformalara benzer üniformalar giydiri­ liyor ve ateşli silah kullanmak hariç askeri harekatlarda uygu­ lanan keşif, taktik, haberleşme, kampçılık gibi beceriler kazan74

Loewenberg, "The Psychohistorical Origins of the Nazi Youth Cohort" , s. 1 469- 1470.

75

Hitler'le genç generaller arasında doğrudan bağlantıların kurulması yoluyla , ordunun N azizmle arasına mesafe koymuş bir "sığınak" olduğu imajı orta­ dan kalktı ve bu bağlantı noktalan genç generaller aracılığıyla orduyu Üçün­ cü Reich'la bütünleştiren önemli unsurlar haline geldi. Omer Bartov, "Soldi­ ers, N azis and War in the Third Reich" , The Third Reich: The Essential Reading­ siçinde, Christian Leitz (der.) (Londra: Blackwell, 1 999) , s. 145.

76

Robert Baden-Powell, Scoutingfor Boys: A Handbooh for lnstruction in Good Ci­ tizenship (Londra: H. Cox, 1 908).

62

dırılıyordu . Bu aslında gençleri savaşa ve savaş fikrine hazırla­ yan çok önemli bir kitle hareketi idi. Bu gençlik örgütü Türkiye'ye gelmekte gecikmedi. 1 909 yılın­ da Galatasaray ve İstanbul Erkek Lisesi öğretmenleri Ahmed ve Abdurrahman Robenson kardeşler bu okullarda ilk izcilik ( keş­ şaflık ) faaliyetlerini başlatmış, yine beden eğitimi öğretmeni olan Nafi Arif (Kansu) ve Edhem Nejat beyler bu faaliyetleri diğer li­ selere yaymışlardı. 1 9 1 2 yılında Belçika'dan gelen bir uzman Türkiye'deki ilk izci oymağını kurmuş ve 1 9 1 4 yılında ilk izci kampı tertip edilmişti. Bu ilk izcilik teşkilatı askeri bir örgütlen­ me şeklini esas almış ve rütbe ve kademelerde Türkçü imgelere yer vererek gençlere Türk milliyetçiliğini aşılayan bir rol edin­ mişti. Cumhuriyet döneminde izcilik faaliyetleri bu kez devletin gözetimi altında devam etti. 1934 yılının 23 Nisan'ında Başba­ kan lsmet lnönü izcilere, "Doğru sözlü, temiz, yürekli, vatan için kahraman ve fedakar, çalışkan ve bilgili olmaya çalışınız. Ancak bu ahlakla ve vatan için canınızı feda etmek ülküsü ile birbirinizi severek Türk adını göklerde tutabilirsiziniz," direktifini vermiş­ ti. Aynı törende Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak da " . . . düzen ve mükemmeliyetin ayrıcı dışarıda su baylan selamla­ maları gibi askerlik sevgisine dayanan güzel bir duruma yol aç­ ması, Milli Eğitim Bakanlığı Beden Eğitimi Bölümü'nün askerlik bilgi ve sevgisini öğrencilere aşıladıklarını ortaya çıkarmaktadır. Bu nedenle, Genelkurmay'ın kutlama ve teşekkürlerini suna­ nın . " diye seslenmişti.77 Bu sözler izcilik örgütlenmesinin mili­ ter ve milliyetçi mahiyetini ortaya koymak bakımından oldukça aydınlatıcıdır. Özellikle lkinci Dünya Savaşı yıllarında erkek öğ­ rencilerin yaz döneminde askeri kamplara alınarak askeri eğiti­ me tabi tutulmaları da gençliği savaşa hazır hale getirmek açısın­ dan devletin dikkat ve gayretini ortaya koymaktadır.78 Böylelik.

.

77

Bkz. lsmail G üven, "Osmanlı'dan Günümüze izciliğin Gelişimi ve Türk Eği­ tim tarihindeki Yeri " , A. Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, Cilt 36, Sayı 1-2 ( 2003 ) , s. 65-73.

78

iki savaş arası dönemde bu uygulama ilkin Amerika Birleşik Devletleri ve Al­ manya'da yaygınlaştırılmıştı. Bkz. Kenny Cupers, "Goveming through Natu­ re: Camps and Youth Movements in Interwar Germany and the United Sta­ tes", Cultural Geographies, Cilt 1 5 , Sayı 2 (2008) , s. 1 73-205 . 63

le Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı koşullarını ve yenil­ gi travmalarını yaşamış gençliğin öncülüğünde, onlarla 1920'ler, 1 930'lar gençliğinin birbirine eklemlendiği bir kuşak devamlılığı üzerinden Cumhuriyet rejiminin bekası ve Türk devletinin var­ lığı garanti altına alınmış oluyordu. Öncü kuşak, arkasından ge­ leni ideolojik ve doktrin itibariyle hazırlıyor; her ikisi rejimin he­ defleri bakımından birbirini destekliyor, konsolide ediyordu.79 Kuşak deneyimlerinin siyasal alana yansıması ve münhası­ ran milliyetçilik deneyimleri içinde gösterdiği çeşitlilik, bir ba­ kımdan da tarihsel deneyim ile siyasal ideolojiler arasındaki ilişkiye ışık tutar ve bazı zamanlarda yükselen milliyetçi söy­ leme karşın neden bu söylemin toplumda benzer bir karşılık bulup bulamadığını da açıklar.80 Milliyetçiliğin geleceğe taşın­ ması ve toplumun geniş kesimlerini seferber edebilme gücü de bununla ilişkilidir. Kendisini tahkim etmiş ve kendisine dönük tehdit algısını minimize eden veya ihmal edilebilecek düzeyde 79

Erken Cumhuriyet rejiminin halkla arasında ideolojik bir kopuşun bulundu­ ğu ve DP'nin başarısının bu kopukluktan kaynaklandığı şeklindeki muhafa­ zakar yorumlar birer şehir efsanesinden ibarettir. Bu çatışma, esasen, yine seç­ kinler arası kopuşlardan kaynaklanır. Rejimin partisi CHP ile halk arasında gi­ derek oluşan mesafenin sebebi, esas itibariyle ekonomik nedenlere dayanmak­ tadır. Halkın büyük kesiminin böyle bir çatışmayı yaşatacak ve politik bir po­ zisyona dönüştürecek düzeyde olgunlaşmış bir ideolojik motivasyonu yoktur. Nitekim DP, Cumhuriyet ideolojisinden kopuşu değil, onun üzerindeki bir restorasyonu temsil eder. DP kurucularının CHP'nin içinden çıkması , emek­ li olduktan sonra muhalif tarafa geçen Mareşal Çakmak gibilerin uzun yıllar CHP nomenklaturası içinde en önemli mevkilerden birini işgal etmiş olması , Atatürk'ün itibarsızlaştırdığı istiklal Savaşı komutanlarının ismet lnönü'nün cumhurbaşkanı oluşuyla yeniden itibar kazanması gibi görünümler, bu muha­ fazakar kurgunun maddi temelinin zayıflığını ikna edici biçimde ortaya koy­ maktadır. Nitekim DP döneminde Cumhuriyet rejiminin devletin resmi ideo­ lojisi olarak vaz ettiği Türk milliyetçiliği, bir miktar Osmanlı sosuyla süslene­ rek olduğu gibi ve güçlenerek devam etmiştir.

80

Örneğin Türkiye'de zaman zaman yaşanan kısmi pogromlara karşılık, genel bir "Kürt düşmanlığı" havasının yaratılamadığı ve bunun genel bir sokak ça­ tışması haline dönüşmediği görülür. Bu kısmi pogromların önemli bir bö­ lümünün de yapay kışkırtmalardan beslendiği teşhis edilmektedir. AKP'nin "çözümcü" söylem ve uygulamalarına karşın son seçimlere kadar aldığı güç­ lü seçmen desteği ve MHP'nin yüzde l O'lar civarında gezen oy oranı başka türlü açıklanamaz. Ote yandan AKP'nin Suriye krizini söz konusu ederek ya­ ratmak istediği "milli birlik" havası da seçmenden yeterince destek görme­ miştir.

64

tutan toplumlarda milliyetçi hareketlerin marj inalitesi bundan kaynaklanır.81 Cumhuriyet'in kurucu kadrolarının dayandığı toplumsal kesim de gençliktir. Ulus-devlet geleceğini doktrine edebildi­ ği bir gençliğin inşa etmesini tercih etmiş ve bu gençliğe ide­ olojik olarak ve formasyon bakımından yatının yapmıştır. Ay­ rıca Cumhuriyeti kuranlar, Balkan Savaşı yenilgisiyle birlikte büyük toprakların kaybına tanık olan gençlerdi. Subay ve sı­ radan asker olarak seferber edilmiş bu gençler, daha Balkan Savaşı'nın travması ortadan kalkmadan Birinci Dünya Sava­ şı'nın cephelerine sevk edilmiş ve tıpkı Almanya gibi bir "yenil­ gi utancı"nı yaşamıştı. Üstelik Almanya'dan farklı olarak şehir­ lerinin işgalini yaşayan, imparatorluktan büyük toprak parça­ larının koparılışını izlemek durumunda kalan bu kesimin ya­ şadığı travma daha derindir. Ulus-devletin kuruluşu bu kesim için aslında travmanın tedavisi bakımından en önemli girişim­ dir. O nedenle bu kurucu kesimin Osmanlı geçmişinden kopu­ şu da ani ve kolay olmuştur. Sovyetler Birliği hariç, hiçbir ülke­ de kendisini önceleyen tarihsel bloğun reddi ve unutulmak is­ tenmesi bu kadar keskin ve alternatifsiz değildir. Daha yeni or­ taya çıkmış ve temelleri oldukça zayıf bulunan Türk milliyet­ çiliğinin benimsenmesi ve toplum içinde yayılabilmesi bu du­ rumla yakından bağlantılıdır. Bu nedenle Türk milliyetçiliği bir devlet milliyetçiliği biçi­ minde gelişmiştir. Zira devletsizlik durumunun yaratacağı so­ nuçlar konusunda kaygı yaşayan seçkinler ve orta sınıflarla , otoriteseverlik veya devlet korkusu nedeniyle devlet fikrine bağlanan kesimler arasındaki bağ, milliyetçiliğin etnisist iliş­ kilenmelerden ziyade devlet üzerinden kurulmasına zemin ha81

1 1 Eylül'den sonra tehdit algısı en üst düzeye varan Amerika Birleşik Devlet­ leri'nde iktidar akıldışı önlemleri de içeren geniş bir güvenlik paketine toplu­ mu ikna edebilmiş ve Amerikan milliyetçiliği politik düzeyden popüler düze­ ye yayılmıştı. Ancak, Irak ve Afganistan savaşlannın çıplak (ve başansız) so­ nuçlanyla yüzleşen Amerikan toplumu bu politik tercihini zaman içinde de­ ğiştirebildi. Bunun gibi, Almanya'da Neo-Nazilerin toplumda "yabancı tehdi­ di" konusunda geniş bir mutabakat yaratamadığı ortadadır. Bu yüzden Neo­ N azi hareketi Almanya'da halen marjinal konumunu korumaktadır. 65

zırlamıştır. Buna bağlı olarak örneğin, Türkiye'deki geniş kitle­ lerin pantürkist-panturanist yönelimlere itibar etmedikleri gö­ rülür. Onun yerine dinle milliyetçiliği birleştiren ve bu birli­ ği güçlü devlet fikriyle teğelleyen sentezler daha çok prim yap­ mıştır. Cumhuriyet'in ilk yıllarından itibaren gençliği seferber eden doktriner çabanın da oldukça etkili olduğu görülmekte­ dir. Cumhuriyet kurulmazdan önce "Türklük" fikri ve "Türk" kimliğiyle bağı son derece zayıf olan sıradan halk, kuruluş dö­ neminin doktriner örgütçülüğünün,82 kültür politikalarının, hamleciliğinin ve Milli Mücadele'nin başarısının etkisi altında, sıkı tutunum modellerini koruyan ve kültür politikasına kar­ şı koymasa bile pasif bir direniş stratej isi izleyen farklı etnik gruplar hariç,83 adeta hızla "Türkleştirilmiştir" Gençlik aktivizmi ve dinamizmi, paramiliter devrimci ve milliyetçi örgütlenmeleri daima gençliğe yöneltmiştir. Devle­ tin bu yönelim karşısında zaman zaman önlemler almak zorun­ da kaldığı ve ihtiyatlı davrandığı da bir gerçektir.84 Ancak ulus82

Doktriner örgütçülük derken, Cumhuriyet seçkinlerinin özellikle gençliği he­ def alan ve okullaşma hızı, Halkevleri gibi kamuya dönük bildung örgütleri, izcilik ve askeri gençlik kampları gibi militer eğilimli düzenlemeler, eleştiriye kapalı bir milli tarih yazımının teşvik edilmesi ve bu " tarih bilinci"nin çeşit­ li tertiplerle yaygınlaştınlması, ulusal bir edebiyatın oluşturulması, "yurt sev­ gisi" konulu etkinliklerin bütün ülkeyi saracak biçimde yayılması, parti genç­ lik örgütü kurulmasa bile gençliğin doktrin doğrultusunda yetiştirilmesine önem verilmesi, kadınların ulusal aktörler olarak öne çıkarılacağı örgün eği­ tim kurumlan ve kadına yönelik benzer etkinlikler üzerine yoğunlaşmış hü­ kümet politikaları kast edilmektedir. Bu politikalarla ilgili olarak bu derleme kapsamında Tuba Kancı'nın eğitim politikalarını feminist perspektiften tarih­ sel mercek altına aldığı yazısına ve Kadir Dede'nin Halkevleri bünyesindeki ti­ yatro faaliyetlerini toplumsal cinsiyet ekseninde eleştirel bir okumaya tabi tut­ tuğu katkısına işaret etmek yerinde olur.

83

Bunların başında elbette Kürtler geliyor. Kürtler etnik varlıklarını ve dilleri­ ni korumayı başardılar ve büyük oranda Türkleşmediler. Bunun gibi inanç­ sal farklılıkları görmezden gelinen ve devletin Sünni lslam yorumu karşısında yok sayılan Aleviler de pasif bir direnme biçimini benimseyerek inanç sistem­ lerini ve geleneklerini korudular.

84

Örneğin tek parti döneminde Orta ve Doğu Avrupa ile Akdeniz Avrupa'sında örnekleri görülen parti gençlik örgütlerinin kurulması pek istenmemiş; baş­ ka politik mecraların gençliği örgütlemesine de asla izin verilmemiştir. Bunun nedeni gençliğin aktivist ve dinamik nitelikleri nedeniyle kontrol edilemeye­ bilecek bir potansiyel taşıması ve bunun kullanılabilirliğidir. Bu bakımdan er­ ken Cumhuriyet dönemi yöneticileri, Recep Peker ve Falih Rıfkı gibi ltalya ve

66

devletler, varlıklarını tehdit altında gördükleri zamanlarda bu denetimi gevşetmiş ve bazen hukuk dışı unsurları da devreye sokarak gençliği "sokak siyaseti" içinde kullanmaktan çekin­ memişlerdir. En şedit ilk örnekleri Weimar döneminde görül­ mekle birlikte, Soğuk Savaş döneminde bu pratiğin yayıldığı görülür. Türkiye' de 1 960'ların son yıllarından itibaren özellikle Milliyetçi Köylü Millet Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi eliy­ le milliyetçi gençlik örgütlerinin kurulup yayılması ve bu ör­ gütlerin yer yer sokağa hakim hale gelmeleri, bunun önemli bir örneğidir. Ancak, milliyetçi ideolojinin gençlik dernekleri yo­ luyla örgütlenmesi, bu ideolojinin entelektüel zeminde sufiya­ ne yorumlarının giderek basit neden-sonuç ilişkilerine ve basit biz ve onlar, biz ve ötekiler ayrımları üzerinden belirlenen tep­ kilere indirgenmesine de yol açar. Bu yüzden kıyıcılık ve şid­ det de artar. O durumlarda banal milliyetçiliğin yüzü çok daha net bir biçimde gözükür.85 Bu tür örgütler incelikli düşünme ve politik akıl yürütme gibi müzakereci modeller yerine, eylemi esas alan bir politik davranış sergileme tercihiyle öne çıkarlar. Gençliğin kimlik inşası sırasında işe yarayan "kavgada öne çık­ ma" , "dava için risk alma" , "gerekirse bedel ödeme" gibi saik­ ler, müzakereden daha önemli hale gelir. Bütün bunlar kişinin "kendisini önemli hissetmesi" ve daha önemlisi yakın ve uzak kamuoyu nezdinde "önemli biri olarak algılanması" için vazgeAlmanya'dan etkilenenler hariç, oldukça ihtiyatlı idiler. Bkz. H. Aliyar Demir­ ci, "Tek Parti Döneminde Siyaset-Gençlik ilişkilerine Bir Örnek: Gençlik Teş­ kilatı Tasanlan" , A. O. SBF Dergisi, Cilt 58, Sayı 2 ( 2003 ) , s. 55-77. Yöneti­ ci seçkinler, gençliği parti yerine devletin kontrolü altında tutmayı yeğlediler. 85

Bu tür örgütlerde sosyal ve kültürel sermaye düşüklüğü sıklıkla gözlenen bir durumdur. Birol Caymaz'ın AKP Gençlik Kollan ve Ülkü Ocaklan üzerine yaptığı çalışmada taşra ve ilçe örgütlerinde daha düşük olan kültürel sermaye birikiminin metropol örgütlerine ve genel merkeze doğru gidildikçe yüksel­ diği gözlenmekle birlikte, buralarda bile üyelerin mezun olduğu veya devam ettiği yüksek öğrenim kurumlannın "ulusal standartlarda ortanın altında ko­ numlanan, üniversite olarak girmesi görece kolay, diploması piyasada iş imka­ nı yaratma anlamında sıkıntılı yerler"den oluşu ve bu üyelerin çok büyük bir bölümünün yabancı dil bilmemesi kültürel ve sosyal sermayenin düşüklüğü­ nü ele vermektedir. Bkz. Caymaz, "Mücadele Alanı Olarak Parti Gençlik Kol­ ları: AKP Gençlik Kollan ve Ülkü Ocaklan'nda 'Gençlik"' , Ileti-ş-im, Sayı 22 (Haziran 20 1 5 ) , s. 36-37. 67

çemeyeceği saiklere dönüşür. Burada Bourdieu'den esinle söy­ lenecek olursa "oyuna katılmak" ve "oyunun yapılana değdiği­ ni sanmak" rahatlatıcı duygulardır.86 Lakin bu kısır çerçeve içinde eylemci bir rol üstlenen genç­ lerin rol-model seçenekleri de kısırlaşır: Çizgi roman devrin­ de Tarkan ve Karaoğlan etrafında veya Yüzbaşı Volkan figü­ ründe cisimleşen rol-modeller, dizi film devrinde Kurtlar Vadi­ si'nin Polat Alemdar'ı olur. Toplumsal mensubiyet eşikleri ba­ kımından da fazlaca bir değişiklik görülmez: 1 970'lerde resmi ideolojinin milliyetçi söyleminden etkilenmiş, sosyal ve kültü­ rel sermayesi yüksek kesimlere karşı duyduğu tepkiyi anti-ko­ münizm ve Batı karşıtlığı biçiminde tercüme eden, bir "sofu" olmamakla birlikte lslami değerlere bağlı ve lslami pratiği ola­ bildiğince uygulayan, sosyal-kültürel sermayesindeki yoksun­ luklar nedeniyle kapitalizme tam olarak entegre olamamış, yi­ ne sosyal-kültürel sermayesinin zayıflığı nedeniyle sosyal ve iktisadi riskler alabilecek bir medeni cesaret ve girişimcilikten uzak ve bu nedenle yakın çevre ( "memleket" ) ilişkileri için­ de yuvalanmayı tercih eden ve bununla ilişkili olarak "memle­ ket" çevresinin sunduğu toplumsallığın dışındaki bütün form­ lara öfke ve nefret duyan bir milliyetçi-ülkücü tipolojisi mev­ cuttu .87 Metropollerdeki taban da bu toplumsal eşiğin uzantı­ sı şeklindeydi. Ancak Bora ve Can'ın gözlemlediği gibi, burada­ ki gençlik bir "kentli cemaat" biçimini almış ve daha çok "deli­ kanlılık" gösterileri, erkeklik vurgusu ve şiddet eğilimi gibi dı­ şavurumlar etrafında bütünleşmişti. 88 1 990'lardan itibaren mil­ liyetçi mensubiyeti olan gençliğin örgütlenmesi, bu örgütlen­ meye müzahir olan parti örgütlerince daha fazla disiplin altı­ na alındı ve gençlik olabildiğince şiddetten uzak tutuldu . An86

Caymaz'ın yaptığı etnografik saha çalışması bu yöndeki bulguları güçlendir­ mektedir. Kendisini "davaya adamak" veya "ilkeleri savunma memnuniyeti" biçiminde izah edilen davranışlar, Daniel Gaxie tarafından bu izahları birer "görünen" olarak yorumlar. Görünenin altında yatan asıl motivasyon ise "ye­ tersiz eğitim sermayesinin ikamesi"dir. Bkz. A.g.y . , s. 44-46.

87

Bkz. Tanı! Bora ve Kemal Can, Devlet, Ocak, Dergah: 1 2 Eylül'den 1 990'lara Ül­ kücü Hareket (lstanbul: iletişim Yayınları, 1 99 1 ) , s. 53.

88

A.g.y. , s. 55.

68

cak milliyetçi gençliği besleyen toplumsal kaynakların niteliği­ bir ara Batı Anadolu ve Batı Akdeniz'in kıyı kentlerinde orta­ ya çıkan "beyaz Türk" katılımı bir yana konulacak olursa - çok fazla değişmedi. Bu kez devlet onlara 1 980 öncesinde olduğu kadar yakın değildi ancak onlar devlete bağlılıklarını ve devlet fikrine ilişkin sabitelerini koruyorlardı. Öte yandan her ne ka­ dar şiddetten uzak tutulmaya çalışılsalar da zaman zaman gö­ rülen ancak henüz kısmi niteliğini koruyan pogrom tipi yerel kalkışmalarda özellikle Ülkü Ocakları ve Alperen Ocaklan'na mensup gençlerin sokakta olduğunu ve bu eylemlere aktif bi­ çimde katıldığını gözlemliyoruz. Daha önce alışık olunmadığı biçimde Kemalist eğilimli milliyetçi gruplar da (örneğin Türki­ ye Gençlik Birliği) artık sokaktadır. Bütün bu grupları biraraya getiren ise "banal milliyetçiliğin" çağrı ve kodlarıdır. Söz edildiği gibi sosyal ve kültürel sermaye­ nin düşüklüğü, bu ortaklaşmada önemli bir rol oynar. Bu banal milliyetçilik, özellikle gençlerde görünür hale gelen bir pop­ milliyetçilik türüyle bütünleşti. l 970'lerin ülkücü gençliğinin muhafazakar ve "memleketçi" sınırlarını zorlayıp dışarıya ka­ pı açan yegane soluk borusu da bu olmalı ! Tanıl Bora'nın vur­ guladığı gibi: artık pek çok milli simge "pop" bir armaya dönüşüyor, böyle­ ce özgül bir siyasi anlamdan görece bağımsız olarak taşınabilir hale geliyor. Milli simgeler markalaşıyor, tüketilmelerine yol açıyor. En kozmopolit sayılan Heavy Metal'ci gençlerde ayyıl­ dız takıları görülebiliyor, Türkçü radikal milliyetçiliğin boz­ kurt vb. "özel" simgeleri, pek de "politik" olmayan gençlerce taşınabiliyor. Böylece ikili bir süreç başlıyor: Milliyetçi "teşhir­ ciliğin" bir yandan gündelik ve kamusal alanda hakimiyet kur­ ması, diğer yandan "poplaşarak" ehlileşmesi . 89 . .

Ancak başka çare yoktur. 1 980'lerden itibaren dünyaya yön veren "tüketim çağı" içinde milliyetçiliğin tutunması ve öte yandan "iletişim çağı" denilen yaygın ve çoklu temaslar ve alış89

Tanıl Bora, Milliyetçiliğin Kara Bahan (lstanbul: Birikim Yayınları , 1 99 5 ) , 1 29 .

s.

69

verişler devrinde milliyetçiliğin en dinamik kaynağı olan genç­ liği elinde tutması , bu nefes borusunun açılmasına bağlıdır. Ancak bütün bunların aynı zamanda pop imgelerin banalleşti­ rilmiş formlarıyla buluştuğunu veya o formları yaratan bir en­ düstriyi beslediğini de belirtmek gerekir.90 Bu endüstrinin en önemli üretim kaynağı hiç şüphesiz basın ve yayın organlarıdır. Yumul ve Özkınmlı'mn gösterdiği gibi, örneğin gazetelerin adı bile sorgusuz-sualsiz bilinçaltımıza yer­ leşen kurucu kimlik kodlarım imlemektedir.91 Bu açıdan özel­ likle spor yayınlarının dili çok çarpıcı örnekler sergiler. Bunda sporun, ulusların barıştaki çarpışma ve üstünlük gösterme ala­ m gibi görülmesinin payı büyüktür. Milli takımlarla veya ülke­ yi temsil eden kişi ve takımlarla kurulan özdeşim, bu sporcu­ ların her türlü başarısını insanların sanki kendi başarılarıymış gibi görmelerini sağlayan duygusal bir atmosfer yaratır. Spor yayınlarına hakim olan kavgacı ve alaycı üslup da bu atmosfe­ re şiddeti sokar; karşı tarafta kızgınlık yaratır. Burada Sara Ah­ med'in işaret ettiği türden bir "duygu ekonomisi"nin varlığı en çarpıcı biçimde görünür hale gelmektedir. Her faaliyet bu duy­ gu ekonomisini besler ve sonuç ne olursa olsun bir "artık" üre­ tir. Bu "artık" , Billig'in işaret ettiği gibi, "okuyucuların yurdu olarak kurgulanmış ulusal vatan"92 fikri içinde var olan ulusal basının beslendiği, kendisini yeniden-ürettiği ve yeni mücade90

Bunların tipik örnekleri arasında özellikle Almanya'da yaşayan Türklerin ya­ rattığı milliyetçi hip-hop ve rap müziğini, Türk bayraklı bandanaları, Onuncu Yıl Marş ı nın tekno-versiyonunun yayılıp her türlü ortamda çalınır hale gel­ mesini, milli bayramlarda askeri bandonun pop müzik parçalan da çalarak güya "halkla buluşması"nı, çeşitli fonlar önünde çekilmiş ve kartpostal havası verilmiş komando-asker fotoğraflarını sayabiliriz. '

91

Gazetelerin adlan ve sloganlarına tek tek bakıldığında bu kimlik kuran motif­ ler seçilebilmektedir: Hürriyet ( "Türkiye Türkler içindir" , köşede yıllarca du­ ran , dalgalanan Türk Bayrağı motifi de cabası ) , Türkiye, Milliyet, Cumhuri ­ yet, Milli Gazete, Ortadoğu, Yeni Asya vb. B kz . Arus Yumul v e Umut Ôzkınm­ lı, " Reproducing the Nation: 'Banal Nationalism' in the Turkish Press " , Me­ dia, Culture and Society, Cilt 22, Sayı 6 ( 2000 ) , s. 789. Yumul ve Ôzkınmlı bu makalede, gazetelerin dilini aynntılı bir çözümlemeye tabi tutmuş ve "Türk" , "Türklük" , "Türkiye" , "biz" , "bizim" , "onlar" , "yabancı" gibi kavramların, bu gazetelerin siyasal yakınlıkları ne olursa olsun sıradanlaştırılarak haber dilinin organik bir parçası haline getirildiğini göstermişlerdir.

92

Billig, Banal Nationalism,

70

s.

11.

le alanları için gelecek vaadini canlı tuttuğu bir sermayenin ge­ lir kalemidir. Bir "devleti koruma projesi" olarak milliyetçilik

Milliyetçilik bir ulus-devlet kurma projesi olduğu kadar bir "ulus-devleti koruma proj esi"dir de . . . Hobsbawm'ın vurgula­ dığı gibi millet ancak belirli bir tür modern teritoryal devletle , ulus-devletle ilişkisi kurulabildiği ölçüde toplumsal bir varlık­ tır. Milleti ve milliyeti, bu tür bir devletle ilişkisini kurmadan tartışmak anlamsızdır.93 Hiç kuşku yok ki milliyetçilikler, 1 648 \Vestphalia Antlaşması'nın kurduğu devletlerarası düzen için­ de belirginleşen "hükümran devlet" anlayışının üzerine gel­ miştir. Westphalia'dan beri, özellikle Avrupa'da şekillenen ye­ ni devletler rej imi, aynı zamanda milliyetçiliğin kuluçkaları ol­ muş ve hemen hemen hazır veya vaad edilmiş sınırları etrafın­ da ulus-devletleşerek milliyetçiliğin kurucu ideoloj i olmasına ve devletin resmi ideolojisi olarak kurumsallaşmasına hizmet etmişlerdir. 20. yüzyılda da milliyetçiliğin devlet rej imlerinin oluşmasına yön verdiğini ve oluşmuş devletlerin milliyetçili­ ği kendilerini korumak üzere seferber ettikleri görülür. "Devlet sahibi olma" tutkusu , genellikle yaşanmış travmaların bir so­ nucudur. Örneğin Türkiye'de 1 9 . yüzyıl ve 20. yüzyıl muhacir­ lerinin ülkeyi bir "sığınak" , devleti de bu "sığınağın sahibi" ve koruyucusu olarak görmeleri , onların "korumasız kalmışlık"la ilişkilendirdikleri kendi tarihleri üzerinden, burada devlete sa­ hip çıkmaları gerektiği fikrine yol açmış;94 bu kitleler Türk mil­ liyetçiliğine bu yolla bağlanmıştır. Türk milliyetçiliğinin ana damarının daima devlet esaslı bir düşünme geliştirmesi de onu demokratik milliyetçilik biçimlerinden uzak tutmuştur. O ne­ denle Türk milliyetçiliği devletsiz düşünemez ve milliyetçiliği bir devlet milliyetçiliği biçiminde inşa eder. 93

Hobsbawm, Nations and Nationalism since 1780: Programme, Myth, Reality, s. 9-10.

94

Bkz. Suavi Aydın , "Amacımız Devletin Bekas ı ": Demok ratikleşme Sürecinde Devlet ve Yurttaşlar (lstanbul: TESEV Yayınları, 2005) . 71

Nazi toplama kamplarından sağ çıkmış insanların aynı za­ manda lsrail devletinin kurucuları olması, hem bu devleti ku­ ranların kendilerine bir koruyucu kalkan (askeri bir devlet) inşa etmeleri hem de bu devleti ayakta tutacak bir milliyet­ çiliği yaratarak ve sürekli yeniden-üreterek devletin varlığı­ nı ve sürekliliğini güvence altına almaya çalışmaları da ben­ zer travmatik etkilerle açıklanabilir.95 lsrail'i kuranlar "sosya­ list bir devlet" kurdukları iddiasında idiler. Kuruluşundan iti­ baren var olan işçi hareketinin güçlü etkisi yavaş yavaş gücü­ nü yitirirken sağ partiler devleti korumayı temel alan milli­ yetçi siyasetleri tecrübe ettilerve lsrail kamuoyundan büyük bir destek aldılar. 96 Solda görünen partiler de bu politik mev­ zilenmeye ayak uydurdular. Aynı durum Ermenistan için de geçerlidir. Ermenistan, tarihsel koşulların farklılığı nedeniy­ le askeri bir devlet halini alamamış olsa da ideolojik zemini­ ni tamamen 1 9 1 5 travmasından edinen bir tutunum alanı in­ şa ederek siyasal varlığını güvence altına almaktadır. lsrail ve Ermenistan, herkesin tanıdığı bu travmatik geçmiş nedeniy­ le, dokunulmaz ve kurban devletlerdir. Bu yüzden her ikisi de tarihsel travmalarından güç alan birer devlet milliyetçiliği in­ şa etmişlerdir.

Sonuç Milliyetçi duygunun ve popüler bir düşünce ve eylem olarak milliyetçiliğin tarihini , kabaca devlet-öncesi ve devlet-sonra­ sı tezahürleri açısından incelemek mümkündür. Bir siyaset ve ideoloji olarak milliyetçiliğin 18. yüzyıldan itibaren gelişen en­ telektüel kaynakları olmakla birlikte, milliyetçiliğin bir burju95

N orman Finkelstein İsrail devletinin ve Musevi diasporasının İsrail devletini "kurban devlet" olarak dokunulmazlık zırhı içine alan bu girişimlerinin top­ lamına "Holocaust endüstrisi" adını vermiştir. Finkelstein'a göre bu "endüs­ tri" esasen Musevi kültürüne ve özgün Holocausı hafızasına zarar vermektedir. Bkz. Norman Finkelstein , The Holocaust Industry (Londra ve New York: Verso Books,2000) .

96

Bkz. Michael Shalev, Labour and Political Economy in lsrael (Oxford: Oxford University Pres..� . 1 992) .

72

va hareketi olarak gelişmesi ve siyaset alanında önemli bir ak­ tör haline gelmesi 1 9 . yüzyıl içinde gerçekleşmiştir. Milliyetçilikler, kendisinin "ulus" olduğunu düşünen sos­ yo-kültürel grupların kendi milli devletlerini kurmak veya var olan teritoryal bir devleti bir ulus-devlete dönüştürmek üzere harekete geçen ideolojiler ve siyasal eylemlilikler olarak tarih sahnesine çıkmış; böyle bir ulus-devlet ortaya çıktıktan sonra da o devletin korunması ve o devlete bağlı "ulusal çıkarlar"ın en üst düzeyde gerçekleştirilmesi olarak konumlanmış; ya da yine kendilerini "ulus" olarak tasavvur eden ve belirli bir ulus­ devlet içinde yaşayan farklı etnik, etno-dinsel veya kültürel grupların özerklik veya bağımsız devlet kurma mücadeleleri şeklini almıştır. Buradaki ilk mesele bir sosyo-kültürel varlığın kendisini "ulus" olarak tasavvur etmeye başlaması meselesidir. Şüphesiz hiçbir ulusal hareket, kendisinden saydığı bütün in­ sanların kendilerini o "ulus"un parçası addetmeleriyle veya bu harekete eksiksiz katılınılan ve tam bir "ulusal bilinç" sahibi olmalarıyla ortaya çıkmaz. Bu yüzden başlangıç dönemlerinde bütün milliyetçilikler birer entelektüel ve siyasi hareket olarak doğarlar; kendilerinden saydıkları diğer insanları o ulusa aidi­ yetleri bakımından ikna edecek programlar hazırlarlar ve bu ta­ savvurun en geniş kabulünü hedeflerler. Entelektüel ve siyasal milliyetçi hareketin gerçek anlamda politikleşmesi ise yerel ve küresel düzeyde o hareketin mücadeleye girmesiyle kaimdir. Bu ikinci aşamadır. Üçüncü aşama ise "devletleşme" aşaması­ dır. Üçüncü aşamadan sonra milliyetçi hareketlerin bir "devlet ideoloj isi" haline dönüştüğü ve bu resmi ideolojinin o devletin sınırlan içinde yaşayan bütün insanlara çeşitli yollardan empo­ ze edilmeye çalışıldığını görürüz. Buraya kadar anlatılan gelişme çizgisi tarihseldir. Bir de mil­ liyetçiliklerin yatay düzlemde, farklı biçimlerde yayılmasına ta­ nık oluruz. Entelektüel tartışmalar içinde yeşeren milliyetçi li­ teratürün, o haliyle, "milliyetçileşen" bütün insanlara yayılma­ sı beklenemez. Bu yüzden milliyetçilikler çeşitli formlar halin­ de yaygınlık kazanırlar ve bu olurken de kırılır, değişir ve baş­ langıçtaki entelektüel tasavvurda yer almayan yeni unsurlar73

la bezenir veya bu tasavvurun unsurlanndan bazılannı kaybe­ derler. Kitleye yaygınlaşmanın ilk mecrası Billig'in işaret etti­ ği şekliyle milliyetçiliğin banalleşme biçimleridir. Bu banalleş­ me, sıradan insanın kafasındaki kodları oluşturur ve bu kod­ ların gündelik hayatta çözümlenerek kullanabilmesi için ze­ min sağlar. Öte yandan, doğrudan ve somut herhangi bir teh­ dit, tehlike veya sorun olmaksızın , milliyetçi duyguyu daima ayakta tutacak en önemli mecra, milliyetçiliğin popüler kültür içinde aldığı şekiller ve bu formlar üzerinden okunarak ken­ disini kitle içinde yeniden üretme potansiyelidir. Devletler bu alanı teşvik eder ve resmi devlet yüzüyle halk arasında yaratı­ lan bir "arayüz" de bu popüler figürlerin yaratılıp yaşatılmasına imkan sağlayacak bir destek sunarlar. Bu desteğe rağmen, bu popüler arayüzde, sanki orada hiç devlet veya otoriter bir kay­ nak yokmuş gibi bir algı oluşur ve bu milliyetçi duygu salım­ ları ve tezahürleri, halkın kendiliğinden ve içten, adeta doğuş­ tan (genetik) olarak getirdiği bir ulus ve vatan sevgisinin eseriy­ miş gibi görülür. Bu arayüz, popüler alanın arkasındaki endüs­ trinin (özellikle medyanın) sevk ve idare altındaki yapısını ba­ şarıyla saklar. Ancak bütün popüler dışavurumlarda olduğu gibi burada da "kontrol edilemeyen" bir alan oluşur. Bu alanın varlığı , farklı milliyetçilik, ulus ve vatan algılarının da yeşermesine izin ve­ rir. Ve biz ulus-devletin üretip yaydığı resmi ulus ve milliyet­ çilik tanımlarının dışında, pek çok farklı milliyetçilik biçimiy­ le karşılaşınz. Türkiye söz konusu olduğunda, milliyetçilik ki­ misinde ancak dinle birlikte düşünülen , kimisinde dinin bi­ raz daha önde olduğu , kimisinde sadece toprakla bağlı, kimi­ sinde Orta Asya'ya ve kadim zamanlara göndermeli, kimisin­ de Batı düşmanlığı merkezli, kimisinde Arap veya lslam düş­ manı bir şekilde görülür. O nedenle Türkiye'de kurulu düze­ nin (establishment) parçası olan bütün siyasal yapılann kendi­ lerini "milliyetçi" olarak tanımlamalarına da şaşırmamalıyız. "Ölürüm Türkiye'm" şarkısını DYP kullanır ama bu şarkı ko­ layca anonimleşebilir. MHP kendisini milliyetçiliği temsil eden tek gerçek yapı olarak konumlar ama AKP kadroları ona "ger74

çek milliyetçiliğin" şu ya da bu olduğuna ilişkin bir ders vere­ bilir. CHP'yi destekleyen biri kendisini "gerçek yurtsever" ola­ rak varsayabilir ve Atatürk merkezli olmayan hiçbir milliyetçi­ liği "gerçek Türk milliyetçiliği" saymaz, hatta Atatürk düşün­ cesinden "kopanları" vatan hainliğiyle itham edebilir. Kendisini "milliyetçi"görenler, başkaları tarafından "Amerikan projesi" olarak sunulabilir. Karşınıza çıkan bir başkası, bütün siyaset­ çilere tepki gösterip "alın teri" döken ve "helal para" kazanan­ ların dışında , bütün siyasi kadroları aslında "kendi çıkarları­ na hizmet eden" çıkar yapıları olarak mahkum eder ve onların milliyetçi değil, aksine "vatan haini" olduklarını, gerçek milli­ yetçinin kendisi olduğunu söyleyebilir.97 Öte yandan "ulusal fantezi" dünyasının unsurları ve banal milliyetçiliğin kodları karşısında bütün bu kişilerin zaman zaman bir araya gelip "or­ tak duygu" altında birleştiğini de görebiliriz . Milliyetçilikler "sorgusuz-sualsiz adanmışlık" ile bir kon­ for arayışı arasındaki çok geniş yelpaze içinde yer alan saikler­ den ve bu geniş yelpazeye yayılan duygu çeşitliliğinden besle­ nir. Devletler bu çeşitliliği kontrol etmeye ve bir mecraya doğ­ ru zorlayarak tek tipleştirmeye çalışır. Sokakla otorite arasında böyle bir gerilim vardır. Bu gerilim, özellikle savaşın yaşandığı veya ciddi bir tehdit algısının oluştuğu dönemlerde devlet le­ hine yumuşar. Dünyanın gerilimli bölgelerindeki sert milliyet­ çilikler ile refah devletlerindeki yumuşak (ve çekingen) milli­ yetçilikler arasındaki farkın temel nedenlerinden birisi de bu­ dur. Ayrıca etnik sınırların oluşturduğu gerilimlerin ve kimlik krizlerinin desteklediği milliyetçi dışavurumların farklı yerler­ de farklı sonuçlar üretmesi de mümkündür. Bütün bu çeşitlilik, durumsallık (contingency) ve tarihsellik, milliyetçilikleri ister resmi ve popüler formları arasında isterse farklı sorunların ya­ şandığı farklı coğrafyalar arasında olsun, tek bir kuramsal açık97

Bu çeşitliligi , insanların kendi milliyetçilikleri ve Türklükleri hakkında ko­ nuşurken hangi referanslardan hareket ettiklerini, yorumlarındaki farklı ton ve temaları görmek bakımından Kente!, Ahıska ve Genç'in çalışması oldukça öğretici ve aydınlatıcıdır. Bkz. F. Kente!, M. Ahıska ve F. Genç, "Milletin Bö­

lünmez Bütünlüğü ": Demokratikleşme Sürecinde Parçalayan Milliyetçilih (ler) (lstanbul: TESEV Yayınları,2007) . 75

lama içinde görebilmemize engel olmaktadır. Ancak bu , yine tarihsel olarak ulus-devletlerin ortaya çıkmasıyla birlikte, onla­ nn izledikleri kimlik stratejileri bakımından benzerlikleri gör­ memize de engel değildir.

76

2 TüRK1YE'DE EGİTİM, MİLLİYETÇİLİK VE TOPLUMSAL CİNSİYETİN KESİŞİM NOKTALARI T UBA KANCI

Giriş Zorunlu ve kamusal bir niteliğe sahip olması dolayısıyla kitlele­ ri şekillendirme gücüne sahip olan temel eğitim, ulus-devletle­ rin kuruluş aşamalarında kullanılan ana araçlardan biri olarak karşımıza çıkar. 1 Gerek müfredatlar gerek ders kitapları, ulus­ devlet sisteminin sosyal ve politik söylemlerinin ana taşıyıcıla­ rı arasında yer almaktadır.2 Türkiye'de de temel eğitim, ulus­ devletin inşası, ulusal kimliğin oluşturulması ve yeniden üreti­ mi için kullanılan belli başlı mekanizmalardan biri olmuştur.3 Eugene Weber, Peasants into Frenchmen: The Modernization of Rural France, 1 870- 1 9 1 4 (Stanford: Stanford University Press, 1 9 76) ; Emest Gellner, Nati­ ons and Nationalism (Oxford: Basil Blackwell, 1 983 ) . 2

Müfredatla ilgili çalışmalar için bkz. ,Michael W. Apple, ldeology and Curricu­ lum, (New York, Londra: Routledge Falmer, 2004, 3. baskı ) ; 1. Goodson, der. , lnternational Perspectives in Curriculum History, (Londra, Sydney, Wolfeboro: CroomHelm, 1 987) .

3

Bkz. Fatma Gök, der. ,75 Yılda Eğitim, (İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Top­ lumsal Tarih Vakfı, 1 999) ; Füsun Üstel, "Makbul Vatandaş "ın Peşinde: ll. Meş­ rutiyet'ten Bugüne Vatandaşlık Eğitimi (İstanbul: 1letişim Yayınlan, 2004) ; Ay­ şe Gül Altınay, The Myth of the Military-Nation, Militarism, Gender, and Educa­ tion in Turkey (New York: Palgrave Macmillan, 2004 ) ; E. Fuat Keyman ve Tu­ ba Kancı, "A Tale of Ambiguity: Citizenship, Nationalism and Democracy in Turkey", Nations and Nationalism, Cilt 1 7 , Sayı 2 (201 1 ) , s. 3 1 8-336. 77

Eğitimde kullanılan söylemler, pedagojik materyaller ve uygu­ lamalar vasıtasıyla sunulan ve içselleştirilmesi beklenen ideal kadınlık ve erkeklik kurguları, milli kimliğin kurgulanması ve yeniden üretimi süreçlerinin önemli girdilerindendir.4 Örgün eğitim aynı zamanda, milliyetçiliğin yeniden üretimini sağla­ yan temel kaynaklardan biridir. 5 Resmi ideolojinin uygun gör­ düğü milliyetçiliğin doğallaştırılmasına , normalleştirilmesine ve yeniden üretimine ; daha genel bir düzeyde ise rejimin ko­ runmasına ve sürekliliğinin sağlanmasına hizmet etmiştir. Di­ yebiliriz ki milliyetçilik, tüm Cumhuriyet tarihi boyunca, Tür­ kiye'de eğitim sisteminin altyapısını oluşturan ana ideoloji, ör­ gün eğitim müfredatları ve kullanılan ders kitaplarının belirle­ yici söylemi olagelmiştir. Toplumsal cinsiyet rejimi ise milli­ yetçiliğin bu yeniden üretim süreçlerinin bir parçasıdır. Bu noktalardan hareketle bu yazıda, Türkiye'de ulus-devle­ tin kuruluş ve konsolidasyon süreçlerinde , kimlik inşa proje­ lerinin temelinde yatan milliyetçilik ideolojisi ve bu ideoloji­ nin toplumsal cinsiyet kurgularıyla kesişim noktaları, ilköğre­ tim ders kitaplarındaki yansımaları üzerinden incelenecektir. 6 Araştırma, Cumhuriyet'in ilk yıllarından, 1 920'lerin sonunda Latin alfabesi kullanılarak basılan ilk kitaplardan başlayarak süreklilikleri ve dönüşümleri inceleyebilmek amacıyla , 2000'li yıllara kadar taşınacaktır.7 Cumhuriyet'in ilk yıllarından 2005 4

Bkz. ,Tuba Kancı, "Cumhuriyet'in llk Yıllarından Bugünlere Ders Kitapların­ da Kadınlık ve Erkeklik Kurguları " , Cinsiyet Halleri: Türkiye'de Toplumsal Cin­ siyetin Kesişim Alanlan içinde , N. Mutluer (der. ) (İstanbul: Varlık Yayınları, 2008), s. 88- 102.

5

Bkz . lsmail Kaplan, Türkiye'de Milli Eğitim ideolojisi ve Siyasal Toplumsallaş­ ma üzerindeki Etkisi (İstanbul: iletişim, 1999 ) ; Etienne Copeaux, Tarih Ders Kitaplannda (1 93 1 - 1 993) Türk Tarih Tezinden Türk-lsldm Sentezine, (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınlan, 2000, 2 . baskı ) .

6

Bu araştırmanın bir kısmı Swedish Research Council tarafından desteklenen Fu­

ture C itizens in Pedagogic Texts and in Educational Policies - Examples from Le­ banon, Sweden and Turkey başlıklı proje (proje no20 1 O-3 726 1 -78644-4 1 ) kap­ samında desteklenmiştir. 7

78

Bu çalışmada, Türkiye'de, zorunlu ve kamusal olması dolayısıyla, ilköğretime odaklanılmıştır. incelenen ders kitapları ilköğretim düzeyindeki Türkçe, ha­ yat bilgisi, tarih ( 1 968'e kadar) , sosyal bilgiler ( 1968 sonrası) kitaplarıyla sı­ nırlandınlmıştır. ( 1 968 yılında tarih ve coğrafya dersleri ilköğretim düzeyin-

yılında gerçekleştirilen müfredat reformuna kadar kullanılan ilköğretim ders kitaplarının söylem analizi yapılacak, sonrasın­ da ise müfredat reformunun getirdiği değişiklikler (ve sürekli­ likler) ilköğretim ders kitaplarının incelenmesiyle ele alınacak­ tır. Cumhuriyet dönemi boyunca kullanımda olan ilköğretim ders kitaplarına bakıldığında, eğitim alanının bu temel mater­ yallerinin söylemsel altyapısını, tüm dönemler boyunca ve ya­ pılan müfredat değişikliklerine rağmen, milliyetçiliğin oluştur­ duğu görülmektedir. Ders kitaplarında sunulan ideal kadınlık ve erkeklik kurguları ise milliyetçiliğin doğallaştırılması süre­ cinin önemli girdilerindendir. Milliyetçilik temelde, etnik kö­ kenle ve şehit atalarla ilişkilendirilen vatan kavramı eksenin­ de şekillenmekte , düşman ve savunma söylemi ile bunların et­ rafında kurgulanan bir toplumsal cinsiyet rejimi üzerine inşa edilmektedir. llerleyen sayfalarda , öncelikle milliyetçilik çalışmalarının kısa bir teorik değerlendirmesi ve toplumsal cinsiyetin bu ça­ lışmalarda bir analiz kategorisi olarak ele alındığında getirdi­ ği açılımlara değinilecektir. Sonrasında ise ilköğretim ders ki­ taplarının analizine yer verilecektir. Örgün eğitimin, özellikle de temel eğitim müfredatları ve ders kitaplarının incelenmesi, Türkiye'de hakim milliyetçilik ideolojisinin ve içerdiği unsur­ ların anlaşılması açısından önemlidir. llk olarak 1 920'lerin so­ nundan çok partili hayata geçişe kadar olan dönemdeki kitap­ lara odaklanılacaktır. Sonrasında ise l 950'ler ve sonraki yıllar­ da ilköğretimde kullanılmış olan ders kitaplarındaki değişim ve süreklilikler incelenecektir. Ulus-devletlerin kuruluş aşa­ maları resmi milliyetçiliğin şekillenmesi açısından oldukça be­ lirleyicidir; ancak, Slyvia Walby'nin de belirttiği üzere bir ulu­ sun ve milliyetçiliğin oluşumunda tek bir kritik dönem yok­ tur. Ulus-devlet sürekli bir yeniden yapılanma içindedir. Bu yeniden yapılanma hem süreklilikleri hem de değişimi içinden kaldınlmış, yerlerine sosyal bilgiler dersleri konulmuştur.) 1 997 yılına kadar temel eğitim beş yıl olarak değerlendirilmeye alınmıştır. 1 997 sonrasın­ da ise, zorunlu eğitim ve ilköğretimin yedi yıla çıkanlması göz önüne alınarak, bu yedi yıllık eğitim sürecine ait kitaplara bakılmıştır. 79

de barındırır. Her bir değişim ise geçmişin tortularını içerir.8 Dolayısıyla, bu yazıda, Cumhuriyet'in ilk yıllan, demokrasi­ ye geçiş ve konsolidasyon dönemlerinin incelenmesi sonrasın­ da, 1 980 Askeri Darbesi'yle şekillenen ve küreselleşme süreç­ lerinin, Türkiye'yi etkilemeye başladığı 1 980'li ve 1 990'lı yılla­ rın ders kitaplarının analizi yapılacaktır. Son olarak da Avru­ palılaşma süreçlerinin etkisi hissedilen 2000'li yıllara odakla­ nılacak, bu süreçlerle etkileşim içinde yapılan 2005 yılı müfre­ dat reformu incelenecek, bu en son ve kapsamlı reform sonra­ sında yazılan kitaplar ve ilerleyen yıllarda yapılan değişiklik­ ler analiz edilecektir.

Milliyetçilik çalışmaları ve toplumsal cinsiyet Milliyetçilik, özellikle 1 980'lerden bu yana, akademik dünya­ da üzerinde gittikçe artan sayıda çalışma yapılan bir alan haline geldi. Bu çalışmaların bir sonucu olarak, milletlerin modemite öncesi etnik gruplara dayandığını ileri süren, milletleri akraba­ lık ilişkilerinin doğal bir uzantısı olarak değerlendiren ve ilk­ çi (primordialist) olarak adlandırılan yaklaşımlar, zaman içeri­ sinde giderek etkisini kaybetti. 9 Özellikle son yıllardaki akade­ mik çalışmalar, milliyetçiliği modem zamanlarda ortaya çıkan bir düşünce, inanç ya da doktrin olarak tanımlar ve milliyetçi­ liklerin milletleri yarattığını ileri sürer. Milletler ve milliyetçi­ lik, kökenleri 18. yüzyılda bulunabilecek olan, Fransız Devri­ mi'nin ve sanayileşmenin ürünü olan tarihsel olgulardır. 1 0 En 8 9

Sylvia Walby, "Woman and Nation" , lntemational]oumal ofComparative Soci­ ology, Cilt 3 , Sayı 1-2 ( 1 992) , s. 8 1 - 1 00. Pierre van den Berghe, "Race and Ethnicity: A Sociobiological Perspective" ,

Ethnic and Racial Studies, Cilt 1 , Sayı 4 ( 1 998) , s. 40 1 -4 1 1 ; Clifford Geerız , "The lntegrative Revolution" , Old Societies and New States içinde, Clifford Ge­ ertz (der.) (New York: Free Press, 1963 ) ; Edward Shils, "Primordial, Personal, Sacred, and Civil Ties" , British ]oumal of Sociology, Cilt 7 ( 1 957) , s. 1 3-46. 10

80

Emesi Gellner, Nations and Nationalism (Oxford: Basil Blackwell, 1 983 ) ; Be­ nedict Anderson, lmagined Communities: Reflections on the Origins and Spread of Nationalism (Londra, New York: Verso, 1 99 1 ) ; Eric ] . Hobsbawm, Nations and Nationalism since 1 780: Programme, Myth and Reality ( Cambridge: Camb­ ridge University Press, 1 992) .

genel anlamda milliyetçiliği, Emest Gellner'e referansla, "siyasi ve milli birimlerin birbirleriyle örtüşmesi gerektiği"ni savunan, "homoj en kültürel birimleri siyasi yaşamın temeli" olarak algı­ layan düşünce, inanç ya da siyasi doktrin olarak tanımlayabili­ riz . 1 1 Bu tanımından yola çıkarak her milliyetçiliğin, devlet ve millet arasında örtüşmeyi ve homojenliği sağlamak için asimi­ lasyon, dışlama, zorunlu göç gibi birtakım pratiklere başvurdu­ ğu söylenebilir. Tüm milliyetçilikler homojen bir biz ve farklı olan ötekiler algısına dayanmaktadır. Milliyetçilik çalışmalarındaki bir diğer önemli ve temel alan ise milliyetçiliklerin nasıl sınıflandırılabileceği meselesiyle ilgi­ lidir; buradaki tartışma, vatandaşlığa dayalı milliyetçilik ve et­ no-kültürel milliyetçilik arasında yapılan ayrım üzerine odak­ lanmaktadır. Bu ayrım, Hans Kohn'un ilk olarak 1 944 yılın­ da yayınlanan ve milliyetçiliği "Batı" ve "Batı-dışı" olmak üze­ re ikiye ayıran çalışmasına kadar götürülebilir. 1 2 Kohn milliyet­ çiliğin aslında Aydınlanma düşüncesi , ilerleme , demokrasi ve endüstrileşme gibi öncülleri paylaştığını ileri sürer. Bu tür bir milliyetçilik, millete aidiyeti vatandaşlık ve anayasa temelinde tanımlar. Devlet ve onun kurumsal çerçevesi belirleyici olan­ dır. Bu milliyetçilik dışlayıcı değil, asimilasyonisttir. Kohn'un "Batı milliyetçiliği" olarak nitelendirdiği bu tür Fransız, İngi­ liz ve Amerikan milliyetçiliklerinde vücut bulur; bunların dı­ şında kalanlar ise "Batı-dışı milliyetçilikler" olarak tanımlanır. Bu diğer milliyetçilikler normdan sapmalar olarak değerlendi­ rilir ve Almanya örneğinde kristalleşirler. Alman milliyetçiliği, Aydınlanma düşüncesinden değil ona tepki olarak doğan ro­ mantik düşünce üzerinde şekillenir; burada uygarlık nosyonun yerini kültür nosyonu alır. Dolayısıyla akılcı değil, tepkisel ol­ makla eleştirilir. Millet organik/biyolojik bir bütün olarak al­ gılanır; millete aidiyet ise etno-kültürel bağlara (kan ve kültür bağı) dayandırılır. Ancak Anthony D. Smith'in de belirttiği gibi aslında hiçbir milliyetçilik tamamıyla vatandaşlık ya da etno-kültürel temel11

Gellner, Nations and Nationalism, s . 1 , 1 25 .

12

Hans Kohn, The Idea of Nationalism (New York: Macmillan, 1 944) . 81

li değildir; 1 3 bazı zamanlarda bazı yönlerinin öne çıkmasıyla bu tipolojilerden birine daha yakın olduklarını söylemek mümkün olabilir. Millete aidiyeti vatandaşlık temelinde tanımlayan milli­ yetçilikler de etno-kültürel milliyetçilikler gibi, ortak bir kültür (siyasi kültür) nosyonu içerirler ve farklı olana açık oldukları söylenemez. Vatandaşlığa dayanan milliyetçilikler de, kanunlar düzeyinde asimilasyonist olsalar da, gündelik hayatta dışlayıcı, hatta ırkçı pratiklere açıktırlar. 1 4 Millete aidiyeti, temelde vatan­ daşlığa dayalı olarak tanımlayan Latin Amerika milliyetçilikle­ ri bu aynının normatif bir ayrım olarak değerlendirilmesindeki sorunlara işaret eden örneklerden biri olarak gösterilebilir. Öyle ki bu ülkeler darbeler, diktatörlükler ve anti-demokratik uygu­ lamaların sıkça yaşandığı yerler olarak dikkat çekmektedirler. 1 5 Etno-kültürel temellere dayanan milliyetçiliklerin daha dışla­ yıcı ve farklılıklara daha kapalı oldukları iddiası doğru olsa da, Kyrnlicka'nın dikkat çektiği gibi, Latin Amerika örneklerinden yola çıkarak vatandaşlığa dayalı bir milliyetçiliğin demokrasiy­ le olan pozitif yöndeki ilişkisinin de bir mitten ibaret olduğunu söyleyebiliriz. 1 6 Vatandaşlık ve etno-kültürel temelli milliyetçi­ lik tipolojileri incelenmekte olan milliyetçiliğin içerdiği unsur­ ları ve zaman içinde geçirdiği değişimleri analiz etme açısından faydalı olmakla birlikte, indirgemeci yaklaşımlar oldukları açık­ tır ve içerdikleri normatif değerlendirmeler sorunludur. Milliyetçilikle toplumsal cinsiyet rejimleri 1 7 arasındaki iliş13

Bkz . Anthony D. Smith , National Identity (LasVegas: University of Nevada Press, 1 99 1 ) , s. 1 3 .

14

Fransa örneği için bkz. ,Maxim Silverman, Deconstructing the Nation: Immigra­ tion, Racism, and Citizenship in Modern France (New York: Routledge, 1992). Yack'ın da belirttiği bir diğer örnek de Amerika Birleşik Devletleri'dir (ABD) . Örneğin, belirli dönemlerde ABD'de birçok ABD vatandaşı "Amerikan olma­ yan siyasi prensipleri benimsedikleri" gerekçesiyle suçlanmış ve yargılanmış­ tır. Bemard Yack, "The Myth of CivicNation", Theorizing Nationalism içinde, R. Beiner (der.) (Albany: State University of New York Press, 1999) , s. 1 1 5- 1 1 6.

15

Bkz. Will Kymlicka, "Misunderstanding Nationalism", Theorizing Nationalism içinde, R. Beiner (der.) (Albany: State University of New York Press, 1 999 ) , s. 1 3 1 - 140.

16

Ag.y. , s. 1 3 5 .

17

R. W. Connell, "The State, Gender and Sexual Politics: Theory and Appraisal" , Theory and Society, Cilt 1 9 ( 1 990) , s . 507-544 .

82

kiler ise tüm bu ana akım milliyetçilik çalışmalarında çoğun­ lukla göz ardı edilmiştir. Primordialist yaklaşımlar, milleti ak­ rabalık ilişkilerinin bir uzantısı olarak görürken, onu geniş bir aile olarak tanımlar; ancak bu , aile içindeki toplumsal cinsi­ yet hiyerarşisine dikkat çekmek için değil, milletin doğallığı­ nı vurgulamak içindir. Modernist yaklaşımı benimseyen bir­ çok milliyetçilik teorisinde ise toplumsal cinsiyet körlüğü söz konusudur. 1 8 Oysa çoğu milliyetçiliklerde gördüğümüz , mil­ letin geniş bir aile, ailenin de milletin mikro-kozmosu olarak sunulmasının ardında milliyetçiliğin toplumsal cinsiyet rej i­ miyle olan doğrudan ilişkisi yatmaktadır. Milliyetçiliğin top­ lumsal cinsiyetle olan ilişkisi, önceleri az sayıda ve çoğunluk­ la feminist araştırmacıların çalışmalarıyla sınırlı olmuş olsa da , son yıllarda giderek artan sayıda çalışmanın konusunu oluş­ turmuştur. 1 9 18

Örneğin bkz, Gellner, Nations and Nationalism; Anderson, Imagined Communi­ ties; Hobsbawm, Nations and Nationalism since 1 780; Anthony D . Smith, Eth­ nic Origins of Nations (Blackwell, 1 988) ; Liah Greenfeld, Nationalism: Five Ro­ ads to Modernity ( Cambridge: Harvard University Press, 1 993) .

19

Bazı farklı çalışmalar için bkz. Franz Fanon, Black Skin, White Masks ( 1 952) (Londra: Pluto, 1 986) ; George Mosse, Nationalism and Sexuality: Respectabi­ lity and Abnonnal Sexuality in Modern Europe (New York: Howard Fertig, Inc . , 1 985) ; Etienne Balibar, "Thenation Form - History and Ideology " , New Left Review, Cilt 1 3 , Sayı 3 ( 1 990) , s. 3 29-36 1 ; Partha Chatterjee, The Nation and itsFragments: Colonial and Postcolonial Histories. (Princeton, N .j . : Princeton University Press, 1 993) . Milliyetçilik ve toplumsal cinsiyet arasındaki ilişkilere odaklanan çalışma­ lar; ilk örnekler için bkz. Cynthia Enloe, Does Khaki Become You ? The Militari­ zation of Women's Lives (Londra: Pluto Press, 1983 ) ; Kumari jayawardena, Fe­ minism and Nationalism in the Third World (Londra: Zed Books , 1 986) ; Carole Pateman, The Sexual Contract (Stanford: Stanford University Press, 1 988) ; Ni­ ra Yuval-Davis ve Floya Anthias (der.) Woman-Nation-State (Londra: Macmil­ lan, 1 989) ; Enloe, Bananas, Beaches and Making Bases: Making Feminist Sen­ se of International Politics (Berkeley: University of California Press, 1 989); De­ niz Kandiyoti, " Identity and its Discontents: Women and the Nation" , Mil­ lennium, Cilt 20, Sayı 3 ( 1 99 1 ) , s. 429-444; Andrew Parker, Mary Russo, Do­ ris Sommer, Patricia Yaeger (der. ) , Nationalisms and Sexualities (New York: Routledge, 1 992) ; Sylvia Walby, "Woman and Nation " , International ]ournal of Comparative Sociology, Cilt 3, Sayı 1 -2 ( 1 992) , s. 8 1 - 1 00; Nira Yuval-Davis, Gender and Nation (Basingstoke: Macmillan, 1 997 ) ; joane Nagel, "Masculinity and Nationalism: Gender and Sexuality in the Making of Nations" , Ethnic and Racial Studies, Cilt 2 1 , Sayı 2 ( 1 998) , s. 242-269. 83

Nira Yuval-Davis ve Floya Anthias, kadınların ulusal süreç­ lere katılımlanyla ilgili beş ana yol tanımlar: Etnik toplulukla­ rın mensuplarının biyolojik üreticileri olarak; etnik ve ulusal grupların sınırlarının yeniden üreticileri olarak; topluluğun ideolojik yeniden üretiminde merkezi bir rol alarak ve kültü­ rün aktancısı olarak; etnik, ulusal farklılıkların gösterenleri olarak (semboller olarak) ; ulusal, ekonomik, siyasal ve askeri mücadelelerin katılımcılan olarak.20 Yuval-Davis, daha sonra­ ki bir çalışmasında, millet kurgulannın belirli kadınlık ve er­ keklik kurgularını içerdiğini vurgular ve farklı milliyetçilik ti­ polojilerinin (kültür ve etnik köken temelli olanlar ile vatan­ daşlık temelli olanlar) toplumsal cinsiyet ilişkileri düzeyinde de farklılaştığına dikkat çeker .21 George Mosse'un da belirt­ tiği üzere milliyetçilik Batı'da modern erkekliğe paralel ola­ rak ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Modern erkeklik, milliyet­ çi hareketlerin tüm türlerinde merkezi bir yere sahiptir. Mos­ se söz konusu çalışmasında, burj uva ailesi ve ahlakının yükse­ lişi ile milliyetçiliğin yükselişi arasındaki bağlantı ve paralel­ liklerin altını çizer.22 Cynthia Enloe ise çalışmalannda milli­ yetçilik, erkeklik ve militarizm arasındaki ilişkileri ortaya ko­ yar. 23 Belirli erkeklik tiplerinin belirli kadınlık kurgulannı ge­ rektirdiğini vurgular: Koruyucu ile korunan ve savunulanlar arasında yapılan ayrım üzerine kurulan toplumsal cinsiyet rol­ leri bunlardan en belirleyici olanıdır. Koruyucu erkek, korun­ maya muhtaç "kadın ve çocuklar" var olduğu sürece varlığını sürdürebilecektir. 24

20

Nira Yuval-Davis ve Floya Anthias (der.) Woman-Nation-State, s. 7-8.

21

Yuval-Davis, Gender and Nation,

22

Mosse, Nationalism and Sexuality.

s.

21.

23

Enloe, Bananas, Beaches and Making Bases.

24

Enloe, Maneuvers: The Intemational Politics of Militaıizing Women's Lives (Ber­ keley: University of Califomia Press, 2000 ) . Aynca bkz. Jacklyn Cock, C o l o­ nels and Cadres: War and Gender in South Afıica ( Cape Town, New York: Ox­ ford University Press, 1 99 1 ) , s. x.

84

Cumhuriyet'in ilk yıllarından Soğuk Savaş'ın iki kutuplu dünyasında ders kitapları Türkiye'de 1 920'lerden 20. yüzyılın son çeyreğine kadar kulla­ nılan ilköğretim ders kitaplannın analizi, farklı yazarlara ve de­ ğişen müfredatlara rağmen, karşımıza ana hatlarıyla şöyle bir tablo çıkarmaktadır: Milliyetçilik, ders kitaplarında anlatılanla­ rın ve kullanılan söylemlerin ana malzemesini oluşturmaktadır. Vatan kavramı hakim milliyetçiliğin en temel öğesidir ve ince­ lenen tüm dönemler boyunca ders kitaplarında bu vurgu değiş­ mez. Atalar ve etnik kökene yapılan vurgular bu kavramla sim­ biyotik bir ilişki içindedirler; etnik kökene yapılan vurgu dö­ nemsel olarak değişiklikler gösterse de varlığını korur. 25 Düş­ man söylemi ise milletin fertlerinin sadakat ve görevlerinin sı­ nırlarını çizer; biz ve anlan kesin çizgilerle ayınr; öldürme ve öl­ menin, vatanseverliğe referansla kutsallaştırılmasına yol açar.26 Tüm bu metinler, bir yandan devletin egemenliği altındaki top­ raklarda yaşayanlara, özümleyici bir yaklaşımla, milletin par­ çası olarak yaklaşırken, bir yandan da millete aidiyeti etnik kö­ ken, soy, otantik kültür gibi nesnel faktörler etrafında tanımla­ maya çalışır; milleti organik/biyolojik bir bütün olarak sunarlar. Vatan kavramına yapılan vurgu 1920'lerin kitaplarında kar­ şımıza daha çok "kendini feda etmek" üzerine kurulan Kurtu­ luş Savaşı anlatılanyla çıkar. Anadolu "şehitlerin vatanı" olarak tanımlanır.27 Düşman söylemi de bu anlatılara eşlik eder. 1930 yılında basılan bir tarih kitabında yazar, Birinci Dünya Savaşı 25

Detaylı bir analiz ve tanışma için, bkz. E. Fuat Keyman ve Tuba Kancı, "A Tale of Ambiguity: Citizenship, Nationalism and Democracy in Turkey" , s. 3 1 8-336.

26

Daha detaylı bir analiz için bkz, Tuba Kancı ve Ayşe Gül Altınay, " Küçük As­ kerleri ve Küçük Ayşeleri Eğitmek: Ders Kitaplarında Askerileştirilmiş ve Cinsiyetlendirilmiş Vatandaşlık" , Çokkültürlü Toplumlarda Eğitim - Türkiye ve lsveç Deneyimleri içinde, F. Gök, M. Carlson, A. Rabo (der. ) (lstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 20 1 1 ) .

27

Ahmet Cevat Emre, Cumhuriyet Çocuklarına Türkçe Kıraat, 4 . Sınıf (lstanbul: Hilmi Kitaphanesi , 1 928) , s. 1 72. A. C. Emre, Cumhuriyet Çocuklarına Türkçe Kıraat, 5. Sınıf (lstanbul: Hilmi Kitaphanesi, 1 928) , s. 9. 85

ve Kurtuluş Savaşı'na referansla, tarihten edinilen bir ders ola­ rak şöyle der: "Sonunda anladık ki Türk'e Türk'ten başka dost yoktur. "28 Akıncı atalar ve akıncı ruhu da milletin ortak tarihine referansla milletin kültürel özelliklerinden birisi olarak sunulur. 1 930'ların ilk yarısında Türk Tarih Tezi'nin oluşturulması ve ders kitaplarına girmesiyle birlikte etnik köken ve kültür­ cü öz, milliyetçiliğin belirleyici özelliği haline gelir. Bu teze gö­ re Türk milleti aslında ezelden beri var olan ve medeniyetin te­ melini oluşturan bir millettir. "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur" anlayışı bu dönemde de bir alt söylem olarak varlığını korumakla kalmaz, Tarih Tezi ile birlikte, milletin varoluşun­ dan beri karşı karşıya olduğu bir gerçek olarak sunulur. Örne­ ğin 1934'te basılan bir okuma kitabında "eski Türkler" den bah­ sedilirken şöyle denir: "Türkler her zaman komşuları ile savaş halinde olmuştur. "29 Vatan (Anadolu) ve etnik köken arasında da birebir ilişki ku­ rulmaktadır. Örneğin, Türk Tarih Tezi'ne göre düzenlenen ve 1 936'da yayımlanan tarih kitaplarında şöyle denmektedir: Anadolu ve Trakya en eski ve başı bilinmeyen zamanlardan beri Türkün elindedir. . . Fakat daha sonra göreceğimiz gibi Türkün bazı zayıf düştüğü , uykuda bulunduğu zamanlarda yabancılar bu güzel yurda göz dikmişler, bir zaman için onu ele geçirmişlerdir. Lakin ölümü olmıyan, tekleri öldükçe ve kı­ rıldıkça kuvvetli taze can bularak gelişen ve hiçbir zaman kö­ 30 leliğe boyun eğmiyen Türk Milleti ne yapıp yapmıştır.

Etienne Copeaux'un da belirttiği üzere, bu Anadolu üzerin­ deki bu farklı hak iddialarına bir tepkidir. 31 Ancak, Anado­ lu'nun etnik kökenle ilişkilendirilerek tanımlanması bu coğraf­ yada yaşamış ve yaşamakta olan farklı kimliklerin üstünü örter; 28 29

Abdülbaki Nasır ve Sabri Esat Siyavuşgil, Yavrumun Tarih Kitabı, llhmehtep 4. Sınif (İstanbul: Şirketi Mürettibiye Matbaası, 1 930) , s. 1 59 .

lbrahirn Hilmi Çığıraçan, llh Kıraat, Sınif 4 (İstanbul: Türk Kitapçılığı Ltd Şir­ keti, 1 934) , s. 2 1 5 .

30

T . C. Kültür Bakanlığı, Tarih, 4 . Sınıf (lstanbul: Devlet Basırnevi, 1 936) , s. 67-68.

31

Copeaux, Tarih Ders Kitaplannda (1 93 1 - 1 993) Türk Tarih Tezinden Türh-ls­ ldm Sentezine, s. 3 1 -32.

86

onları Türklüklerini unutmuş olan topluluklar ya da yabancı unsurlar olarak değerlendirir. Yukarıda da görüldüğü gibi vatan ve etnik köken arasın­ da kurulan bu ilişki düşman, işgal, kan ve ölüm temalarıy­ la beslenir. Vatan ve millete yönelik olarak sıklıkla dillendiri­ len bu temalar, bazı örneklerde devletle de ilişkilendirilmek­ tedir. 1 935 yılında basılmış bir okuma kitabında şöyle denir: "Devletin varlığını , sağlığını korumak için her Türk, kanını döker, canını verir. " 32 Tüm bu örneklerde, ölmek ve öldür­ mek savunma ve zaferle ilişkilendirilerek normalleştirilmek­ tedir. Örneğin, bir başka okuma kitabındaki Yengi başlıklı bir şiirde ise şöyle denmektedir: "Anneler dindiriniz gönlünüzün yasını , / Düşman kanıyla sildik palamızın pasını / / Biz , ta­ ze kanlarını özgenliğine katan / Bir nesliz; ülkemizde biziz bi­ ricik sultan. " 33 Milliyetçilik, düşman ve savunma söylemi ve bu söylemle­ rin etrafında kurgulanan bir toplumsal cinsiyet rejimi üzerine inşa edilir. Ders kitaplarında ideal kadın ve erkek temelde or­ ta sınıf kadını ve erkeği olarak resmedilir.34 Yeni ideal orta-sı­ nıf kadını, hegemonik cinsiyet olarak sunulan orta-sınıf erke­ ğine tabi, onunla ortaklık içinde ve ancak aileyle ilişkilendiri­ lerek tanımlanabilmektedir.35 Bu ideal erkek hem ailenin hem de ailenin doğal bir uzantısı olarak tasarlanan milletin ve yeni düzenin koruyucusu ve ekonomik olarak yeniden üreticisi ro4. Sınıf (İstanbul: Maarif Matbaası, 1 935 ) , s. 3. Kitap 1935'ten 1 945'e kadar ufak degişikliklerle kullanılmıştır.

32 T . C . Milli Egitim Bakanhgı, Okuma Kitabı, 33

T. C. Milli Egitim Bakanlıgı, Okuma Kitabı, 5. Sınıf (İstanbul: Maarif Matbaası , 1935) , s. 3 1 . Kitap 1955'e kadar ufak degişikliklerle kullanılmıştır. Bkz . , T.C. Maarif Vekaleti,Okuma Kitabı, Beşinci Sınıf (İstanbul: Maarif Basımevi, 1 94 1 ) , s. 30; T . C . Maarif Vekaleti, Yeni Okuma Kitabı 5 (İstanbul: Maarif Basımevi, 1955) , s. 6 .

34

Pierre Bourdieu'nun egitimle ilgili çalışmaları b u konuya ışık tutmaktadır. Bourdieu, egitim süreçlerine orta sınıf kültürünün herkesin sahip oldugu (ve­ ya sahip olması gereken) kültür oldugu varsayımının hakim kılındıgını ileri sürer. Pierre Bourdieu ve jean-Claude Passeron, Reproduction in Education, So­ ciety and Culture (Londra: Sage Publications, 1 990)

35

Farklı erkeklik ve kadınlık kurgularının nasıl birbirlerine tabi kılınarak ve or­ taklık içinde kunılduguna dair teorik bir çalışma için bkz. R.W. Connell, Mas­ culinities (Oxford: Polity Press, 1 995 ) . 87

lünü üstlenir.36 Orta sınıf erkeği, milletin mikrokozmosu ola­ rak sunulan ailede akılcılığı temsil ederken, millet söz konusu olduğunda romantik ve savaşçı niteliklerle tanımlanır. Bu nite­ liklerle doğrudan bağlantılı olan ve Türk Tarih Tezi ile birlik­ te Türklüğün "kültüreVulusaVırksal bir özelliği" olarak kurgu­ lanan "asker ruhu"37 da ideal erkeklik kurgusunun en önem­ li parçalarındandır. Kuşkusuz, ders kitaplarında karşımıza çıkan başka erkeklik kurguları da vardır. Ancak, bu örneklerde karşımıza çıkan er­ keklik kurguları da orta sınıf normları temel alınarak ve ideal erkekliğin asker-savaşçı-koruyucu imajı etrafında sunulur.38 Er­ kek, hem kadının hem de simge, metafor ve söylemlerle kadın­ laştırılan vatanın koruyucusudur.39 Kadın ise bu kurguyla nes­ neleştirilir. Kadının bütünün (ailenin ve milletin) bir parçası ol­ mak dışında varlığı söz konusu değildir. Askerliğin millete aidi­ yetin kültürel belirleyenlerinden biri, hatta en önemlisi, olarak sunulması ise kadınların millete üyelikleri meselesini sorunlu hale getirir. ilene Rose Feinmann erkekler için zorunlu askerlik hizmetinin tesis edilmesinin devletin erilleşmesinde ve vatan­ daşlığın cinsiyetlendirilmesinde kilit rol oynadığını belirtir;40 36

l 930'larda basılmış bir okuma kitabında yer alan iş Seçmek başlıklı parçada bir grup erkek çocuk büyüyünce seçecekleri işleri konuşmakta ve meslekleri tanıtmaktadırlar. Parçada sadece terzilik, kadınlann yapabileceği bir iş olarak sunulur. 1. H. Çığıraçan, ilk Kıraat, Sınıf 2 (lstanbul: Türk Kitapçılığı Limited Şirketi, 1 934) , s. 44.

37

Altınay, The Myth of the Military-Nation, s. 28-30. "Asker ruhu" ilk olarak Türk Tarih Teziyle birlikte yazılan lise tarih ders kitaplarında tarihsel olarak süregelen ve onların da sahip olması gereken kültürel bir özellik olarak sunu­ lur. Bkz . , T.T.T. Cemiyeti. Tarih 4, Türkiye Cumhuriyeti (lstanbul: Devlet Mat­ baası, 1 934) , s. 344-345 .

38

"Diğer" erkeklik ve kadınlık kurgularının detaylı bir analizi için bkz . , Kancı, " Cumhuriyet'in llk Yıllarından Bugünlere Ders Kitaplarında Kadınlık ve Er­ keklik Kurguları" , s. 88- 102.

39

Erken cumhuriyet döneminden örnekler için bkz . , 1. H. Çığıraçan, ilk Kıraat, Sınıf 5, s. 28-30; Pakize İçsel ve Nazım İçsel, Kız ve Erkek Çocuklara Kıraat Ki­ tabı, Beşinci Sınıf (İstanbul: Hilmi Kitaphanesi, 1 929) , s. 1 58- 1 6 1 ; İçsel ve İç­ sel, Kız ve Erkek Çocuklara Kıraat Kitabı, Üçüncü Sınıf (İstanbul: Hilmi Kitap­ hanesi , 1 934) , s. 82-84.

40

Ilene Rose Feinman. Citizenship Rites: Feminist Soldiers and Feminist Antimi- li­ tarists (New York ve Londra: New York University Press, 2000).

88

askerliğin kültürel özle ilişkilendirilmesi ise milletin eril ola­ rak tahayyül edilmesini sağlamaktadır. Ders kitaplarını şekil­ lendiren hakim söylemde Türk, tanım itibariyle bir erkektir; er­ kek, milletin asıl üyesi ve birinci sınıf vatandaşı iken, kadın bu statüden dışlanır. Erkekler, askerlik hizmetiyle ulusun ve dev­ letin maddi sürekliliğini sağlayan varlık ve aktördür. Kadınlar, vatandaşlık görevi ve kültürel bir belirleyen olarak sunulan as­ kerlik görevi yerine başka bir temel görevle donatılırlar-annelik. Orta sınıf kadını milletin biyolojik yeniden üretimin yanı sı­ ra kültürel yeniden üretiminin ve sosyalizasyonun temel unsu­ ru olarak karşımıza çıkar. Örneğin, 1929 tarihli bir okuma ki­ tabındaki Neslin Islahı başlıklı parçada bir anne, kızına yazdığı mektupta kadınların bedensel eğitiminin gelecek nesillerin fi­ ziksel dayanıklılığı için önemli olduğunu vurgular; bunun da dayanıklı askerler yetiştirilmesi için gerekli olduğunu belirtir.41 Bu kadınlar modernliği sembolize ederler ve modernliğin sınır­ ları onlar üzerinden belirlenir. Ancak, modem olarak betim­ lenen ideal kadın modemin öznesi olmaktan oldukça uzaktır. Milliyetçiliğin öngördüğü erkekliğin özel alanda yeniden üreti­ mini sağlayan da yine bu kadındır. Ders kitaplarına hakim cin­ siyetçi işbölümü çerçevesinde resmedilen anne-ev kadınlarının ev dışında çalışmaları bazı zorunluluklar dışında pek mümkün değildir. 1950'li yıllarda Türk Tarih Tezi geçerliliğini yitirmiştir; an­ cak, bir alt dil olarak ders kitaplarının söyleminde yerini korur. Bu yıllarda ve sonrasında etnik kökene yapılan vurgular azalsa da akıncı atalar ve akıncı ruhuna yapılan referanslar ve kültü­ rel bir belirleyen olarak askerlik üzerine yapılan vurgular ders kitaplarındaki varlıklarını sürdürürler. 1 950'lerin ders kitapla­ rında gördüğümüz bir diğer önemli nokta ise savunma vurgu­ suna milli güvenlik söyleminin eklemlenmesidir. Burada İkinci Dünya Savaşı sonrasının iki kutuplu dünyasının ve Soğuk Sa­ vaş'ın etkisini görmek mümkündür. Artık tarih kadar, jeopoli­ tik kaygılar da bu söylemin bir parçasıdır ve ülkenin j eopolitik 41

lçsel v e lçsel, Kız v e Erlıelı Çocuklara Kıraat Kitabı, lllımelıtep Beşinci Sınıf, s . 44-48. 89

önemine yapılan vurgu ders kitaplarındaki hakim söylemler­ den biri haline gelir.42 1 950'li ve sonraki yıllarda kullanılan ders kitaplarında sunu­ lan toplumsal cinsiyet rejimi ve ideal kadınlık-erkeklik kurgula­ rında herhangi bir değişiklik olmaz. Ancak orta sınıf erkek ve ka­ dınlan dışındaki aktörler kitaplarda daha görünür hale gelirler. Tüm bu yıllar boyunca, erkekliğin asker-savaşçı-koruyucu ek­ senlerinde kurgulanması ve temel ekonomik aktör olarak sunul­ ması söz konusudur. Milletin kültürel özü olarak sunulan asker­ lik ile erkeklik arasında kurulan bağ devamlılığını korur. 1936 müfredatında olduğu üzere, 1 948 ve 1 968 yıllarının ilkokul müf­ redatlarında da Türklerin tarihteki başarılan öğrencilere öğretil­ mek üzere sıralanırken askerlik ilk sırada yer alır.43 Türklerin "doğuştan" ve "her şeyden önce asker bir millet" olduğu vurgu­ lanır.44 Kadınlar öncellikle anne ve ev kadınlan olarak resmedi­ lirler; 1 970'lere kadar öğretmenlik ve nadiren de olsa hemşirelik dışındaki meslek dallarında temsil edildikleri görülmez.45 Ka­ dınlık ise biyolojik ve kültürel yeniden üretim eksenlerinde ve sosyalizasyonun temel unsuru olarak kurgulanmaktadır.

Küreselleşme süreçleri ve ders kitaplarında milliyetçilik ve toplumsal cinsiyet kurgularının yeniden üretimi l 980'lerden itibaren küreselleşme sürecinin Türkiye üzerin­

deki ekonomik, kültürel ve politik etkilerinden bahsetmek 42

Bkz. Faik Reşit Unat ve Kamil Su, Tarih, 5. Sınıf (lstanbul: Milli Eğitim Bası­ mevi, 1 947) , s. 2 1 1 ; F. R. Unat ve K. Su, Tarih Dersleri, V. Sın ıj (lstanbul : Ka­ naat Yayınlan, 1 954) , s. 1 2 1 .

43

T . C . Kültür Bakanlığı, ilkokul Programı (lstanbul, Devlet Basımevi, 1 936) , s. 80; T.C. Milli Eğitim Bakanlığı, llkokul Programı (lstanbul, Milli Eğitim Bası­ mevi, 1 948) , s. 1 26; T . C . Milli Eğitim Bakanlığı, llkokul Programı (lstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1 968) , s. 69.

44

Niyazi Akşit ve Osman Eğilmez, Tarih, Sınıf 4 ( lstanbul : Remzi Kitabevi, 1 954) , s. 60. Bu tarih kitabı l 960'larda da kullanımdadır.

45

1950'\erden bir hayat bilgisi kitabındaki bir okuma parçasında ise çocukların büyüyünce ne olacakları anlatılmaktadır. içlerinden sadece bir kız çocuğu­ na bir meslek uygun görülmüştür: Terzilik. Şükriye lrge, Hayat Bilgisi Okuma Parçaları, Sınıf 3 (Ankara: Güney Matbaacılık, 1953), s. 10- 1 1 .

90

mümkündür. Dünyada Yeni Sağ'ın güç kazanmasına paralel olarak, Türkiye'de de bu dönemde neo-liberal ekonomik poli­ tikalar, minimal devlet söylemi ve serbest piyasa rasyonalite­ sinin benimsendiğini görmekteyiz. Ayrıca bu dönemde Yeni Sağ politikalarının bir diğer ayağı olan muhafazakarlığın, mil­ liyetçiliğe eklemlenerek yükselişine tanık olmaktayız. Yine bu yıllar, dünyada kimlik taleplerinin ve kimlik siyasetinin etki­ li olmaya başladığı ve buna paralel olarak Türkiye'de ise Kürt ve İslami kimliklerin yükselişe geçtiği yıllardır. 1 990'larda kü­ reselleşme süreci gittikçe daha etkin bir hal alır; Soğuk Sa­ vaş sonrasının çok kutuplu dünyasında, yeni düzen tartışma­ ları ve arayışlarının da getirdiği belirsizlik içinde ulus-devle­ ti ve onun egemen sınıflarını, küreselleşmenin etkilerine kar­ şı etnik köken ve kültürcü bir öze dayalı bir milliyetçiliğe ve onunla eklemlenmiş bir milli güvenlik söylemine sarılmaya yönlendirir. 46 1 980 Askeri Darbesi sonrasında , hegemonya mücadelesi­ nin bir parçası olarak hakim milliyetçilik revize edilirken doğ­ ru milliyetçilik, "Atatürk milliyetçiliği" olarak tanımlanır. Si­ yasal ve etno-kültürel milliyetçiliğin birbirleriyle olan sim­ biyotik ilişkisi 1 980'lerin ders kitaplarında da devam eder. Ders kitaplarında milletin tanımı "aynı topraklar üzerinde ya­ şamak" , "ortak bir kültür" , "ortak bir ülkü" ve "ortak bir ta­ rih" üzerinden yapılır.47 1 990'larda ise "dil birliği" bu tanım­ da öne çıkarılır. Etnik kökene yapılan vurgu ve dışlayıcı yak­ laşım, "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türk halkına Türk mil46

47

Bkz. , Ümit Cizre , "Turkey's Kurdish Problem: Borders, Identity and Hege­ mony" , Right-Sizing the State içinde , B. O'leary, 1 . S. Lustick ve T. Callaghy (der. ) (New York: Oxford University Press, 200 1 ) ; E. Fuat Keyman ve Ahmet lçduygu, (der . ) , Citizenship in a Global World: European Questions and Turkish Experiences (Londra: Routledge , 2005) ; Tuba Kancı , "The Reconfigurations in the Discourse of Nationalism and National Identity: Turkey at the Tum of the Twenty-first Century" , Studies in Ethnicity and Nationalism, Cilt 9, Sayı 3 ( 2009) , s. 359-375.

Ferruh Sanır, Tank Asal ve Niyazi Akşit, llkokul Sosyal Bilgiler 4 (lstanbul: Milli Eğitim Basımevi , 1 987, 14. baskı), 229-230. (Aynı tanımlamalar 1 970'le­ rin sonlarında kullanılan sosyal bilgiler kitaplarında da bulunmaktadır. Bkz . , Ferruh Sanır, Tank Asal v e Niyazi Akşit, llkokullar için Sosyal Bilgiler, 4 . Sınıf Clstanbul: Milli Eğitim Basımevi , 1 978, 5. baskı) , s. 229-230. ) 91

leti denir,"48 önermesinde kristalleşir. Millet ve vatan kavram­ larına yapılan vurgular artar; sosyal bilgiler kitaplarında birer ünite konusu haline getirilirler. 1 990'ların sonunda kullanılan kitaplarda millet tanımında bir değişiklik göze çarpar. Tanım "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk mille­ ti denir"49 şeklini alır. Ancak, kitapların geneline bakıldığın­ da etnik köken üzerine yapılan vurgularda herhangi bir azal­ ma söz konusu değildir. 1 980'ler ve 1 990'lar boyunca ölmek ve öldürmek vatanse­ verliğe referansla kutsallaştırılmaya devam eder: "Bir şairimi­ zin dediği gibi, 'Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.'"50 Ayrıca 1 980'lerde yapılan müfredat değişiklikleriyle ders ki­ taplarının söylemsel altyapısını oluşturan milliyetçilik ideo­ loj isinde j eopolitik önem ve düşmanlar üzerine yapılan vur­ gular artar. 1 986'da müfredata Atatürkçülükle ilgili Konular başlığı altına eklenen konular arasında yer alan tehdit konu­ su düşman olgusunun özellikle altını çizer. 5 1 Tehdidin sebeple­ ri, "Türkiye'nin jeopolitik önemi"ne ve "güçlü bir Türkiye'nin arzulanmayışı"na bağlanır. 1 995'te ise Atatürkçülükle ilgili Ko­ nular yenilenir; fakat içerik temelde aynı kalır. Tehdit konu­ su Türkiye'y e Yönelik lç ve Dış Tehditler olarak yeniden belirle­ nir.52 Bu haliyle milliyetçilik korkular üzerine inşa edilir ve bu korkular yoluyla korunmaya çalışılır. Bizim bizden başka dos­ tumuz olmadığının sık sık tekrarlamasının arkasındaki temel neden de budur. Ancak bu anlayış ötekine, farklı olana karşı bir tahammülsüzlüğü de beraberinde getirir; onu tanımak, gör­ mek istemez. 48

T . C . Milli Eğitim Bakanlığı, ilkokullar için Sosyal Bilgiler 4 (lstanbul: Milli Eği­ tim Basımevi, 1 99 1 ) , s. 239.

49

Güler Şenünver, v.d. , llkögretim Okulu Sosyal Bilgiler 5 (lstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1 999) , s. 1 2 .

50

Nurgün Şahin v e Aziz Şahin, ilköğretim Sosyal Bilgiler 4 (lstanbul: Salan Ya­ yınlan, 1995), s. 226.

51

T . C . Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı, ilkokul Programı (lstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1 988) , s. 165, 1 6 7 , 225.

52

92

T.C. Milli Eğitim Bakanlığı, i lköğretim Kunımlannın Birinci Kademesindeki ôg­ retim Programlan ile Ders Kitaplannda Yer Alması Gereken Atatürkçülükle ilgi­ li Konular Ankara: Milli Eğitim Basımevi , 1 995 ) , s. 50-5 1 .

Bu yıllarda kullanılan ders kitaplarının toplumsal cinsiyet re­ jimi önceki yıllarla devamlılık gösterir; askerlik, düşman ve sa­ vunma söylemleri etrafında şekillenir. Bu söylemler hem etnik/ kültürel özün hem de milliyetçiliğin belirleyenleridir. Türkle­ rin "doğuştan" ve "her şeyden önce asker bir millet" olduğu vurgusu bu yıllarda da ders kitaplarında yerini alır. "Askerlik hizmetinin kutsallığı" ve "Türk milletinin doğuştan asker olma vasfı" 1 986'da ve 1 995'te müfredata eklenen ve özellikle üze­ rinde durulması gereken Atatürkçülük konuları arasında yer­ lerini alırlar. 53 1 980 ve l 990'ların ders kitaplarında ders kitaplarında ide­ al kadın orta sınıf eşleştirmesi ortadan kalkar. ldeal kadın 1990'larda kullanılan bir ders kitabında şöyle tarif edilmektedir: Kadın ailenin temelidir. Anneler, çocukların beslenmesi, eğiti­ mi, sağlığı gibi hususlarla yakından ilgilenirler. Evin temizliği, yemeğin pişirilmesi, çamaşırların yıkanması gibi işler de anne tarafından yapılır. Kadın, aile hayatını düzenler. Kadın ailenin mutluluğunda önemli görevler üstlenmiştir. Kadının toplum içindeki yeri ve değeri de çok büyüktür. Türk kadını bugün olduğu gibi geçmişte de topluma pek çok hizmet vermiştir. Türklerde aile kutsaldır ve toplumun temelidir. Aile birey­ lerini birbi rlerine sevgi ve saygı ile bağlayan kadındır. Çünkü, Türk kadını fedakardır.

54

Yukarıdaki alıntıda da görüldüğü üzere kadın, bu yıllarda da aileyle ilişkilendirilerek tanımlanmaktadır; fedakarlığı ve hiz­ metleriyle bütünün parçalarını birbirine bağlayan bir unsur gö53

Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı, ilkokul Programı (İstanbul: Milli Eği­ tim Basımevi , 1 988) , s. 1 60, 1 7 1 ; Milli Eğitim Bakanlığı Yayınlan, ilköğretim

Kurumlannın Birinci Kademesindeki Ôğretim Programlan ile Ders Kitaplannda Yer Alması Gereken Atatürkçülükle ilgili Konular (Ankara: Milli Eğitim Basıme­ vi, 1 995) , s. 1 9 , 46, 47. 54

T.C. Milli Eğitim Bakanlığı, Hayat Bilgisi ilkokul 3 (Ankara: Milli Eğitim Ba­ kanlığı Yayınlan, 1 99 1 ) , s. 1 86. Vurgu bana ait. 93

revi görmektedir. Tanımdaki "Türk kadını" vurgusu da dikkat çekicidir. Kadın, söz konusu "hayali cemaat"in iç ve dış sınırla­ rının ve hiyerarşisinin korunmasını sağlamaktadır.55 Önceki yıllarda olduğu gibi 1980 ve l 990'larda da ders kitap­ larına cinsiyetçi bir işbölümü hakimdir; bu işbölümü çerçeve­ sinde resmedilen kadın, hane halkının özel alanda yeniden üre­ timini sağlamaktadır. 56 Bu yılların ders kitaplarında artık ça­ lışan ve meslek sahibi olan kadınlara rastlanmaktadır; fakat bu durum aşağıdaki alıntıda da görülebileceği gibi onların öncel­ likle ve asıl olarak anne-ev kadını olarak tanımlanmalarını de­ ğiştirmez: Türk kadını çocukların ı yetiştirir ve evinin işlerini yapar. Ay­ nca, öğretmenlik, doktorluk, avukatlık, hakimlik gibi çeşitli mesleklerde görev alır. Kadınlarımızın pek çoğu devlet daire­ lerinde çeşitli görevler yapmaktalar. Türk kadını; tarlada, bağda, bahçede erkeğinin yanında ça­ lışır. Daha rahat yaşamak için erkeği ile birlikte evinin geçimi­ ne yardımcı olur. Böylece; Türk kadını çalışma hayatında yeri­ ni almıştır. 57

Avrupalılaşma süreçleri ve Türkiye'de eğitim: Dönüşüm ve süreklilikler 2000'lerin başından itibaren Türkiye'de, küreselleşmeye ek­ lemlenen Avrupalılaşma süreciyle birlikte artan demokratikleş­ me talepleri dikkat çekicidir. Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne tam üyelik için aday ülke olarak kabul edilmesi ( 1 999) ve Kopen­ hag kriterlerini uygulaması şartıyla müzakerelerin başlamasına karar verilmesi ( 2002) bu süreçteki dönüm noktaları olmuş55

Hayalı cemaat kavramı için bkz. Anderson, Imagined Communities.

56

"Her evin temizlik, alışveriş, yemek, çamaşır, bulaşık vb. işleri vardır. Evin iş­ leri ailenin fertleri arasında işbölümü ile yapılır. Ailede anne ev işlerine bakar. Gerekirse bir işte çalışarak aile bütçesine katkıda bulunur. Baba bir işte çalı­ şır ve kazancını aile fertlerinin geçimi için harcar." Vedat Öğün, ilkokul Hayat Bilgisi 3 (Ankara: Öğün Yayınlan, 1985 ) , 22. Orijinal vurgu.

57

T.C. Milli Eğitim Bakanlığı, Hayat Bilgisi ilkokul 3 (Ankara: Milli Eğitim Ba­ kanlığı Yayınlan, 1 99 1 ) , s. 1 88. Vurgu bana ait.

94

tur. 58 AB'ye tam üyelik hedefine yönelik olarak, 2000'li yılların başlarından itibaren, Türkiye hükümetleri çeşitli yasal ve ida­ ri reformlar gerçekleştirmişlerdir. 200 1 yılındaki Anayasa deği­ şikliklerini, 2002 yılındaki uyum paketi izler; Adalet ve Kalkın­ ma Partisi'nin (AKP) iktidara gelmesinden sonra (2002) ise re­ form süreci, 2003 ve 2004 yıllarında hızlanarak devam eder. 59 Ancak eğitim ve ders kitapları alanına baktığımızda bu yıllarda herhangi bir değişiklik göze çarpmamaktadır. 2000'lerin baş­ larına ait ders kitapları geçen on yılın sonunda kullanılanlar­ la aynı çizgileri izlemiştir. Tehdit ve ulusal güvenlik endişele­ ri, düşman ve savunma söylemleri hala milliyetçilik söylemi­ nin belirleyenleridir; etnik ve kültürcü vurgularda ise bir deği­ şiklik gözlenmez. Eğitim alanındaki kapsamlı değişiklik ise 2005 yılında ger­ çekleşir; bu süreçte müfredat yeniden tasarlanır ve ders kitap­ ları yeniden yazılır. Bu reformun amacı yeni ders programların­ da şöyle açıklanır: Tüm dünyada bireysel, toplumsal ve ekonomik alanda yaşan­ makta olan değişimi ve gelişimi; ülkemizde de demografik ya­ pıda, ailenin niteliğinde, yaşam biçimlerinde , üretim ve tüke­ tim kalıplarında , bilimsellik anlayışında , toplumsal cinsiyet alanında, bilgi teknoloj isinde , iş ilişkileri ve iş gücünün niteli­ ğinde , yerelleşme ve küreselleşme süreçlerinde görmek müm­ kündür. Tüm bu değişim ve gelişimleri eğitim sistemimize ve programlarımıza yansıtmak bir zorunluluk haline gelmiştir. Hazırlanmış olan program, dünyada yaşanan tüm bu deği­ şimler ve gelişmelerle birlikte , Avrupa Birliği normlarını ve eğitim anlayışını, mevcut programların değerlendirmelerine ilişkin sonuçları ve ihtiyaç analizlerini dikkate almaktadır. 60 58

Avrupalılaşma süreci AB'ye entegrasyonla eşanlamlı değildir; ancak bu süreç­ ler birbirleriyle ve küreselleşmeyle doğrudan ilişki içindedirler. Bkz. Gerard Delanty ve Chris Rumford, Rethinking Europe: Social Theory and the Implicati­ ons of Europeanization (Londra: Routledge, 2005) .

59

Ancak, gerek AB'ye üyelik gerekse reform süreçlerinin daha sonraki yıllarda duraksama ve belirsizlikler içerdiğini de burada vurgulamam gerekiyor.

60

T.C. Milli Eğitim Bakanlığı, Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı, Sosyal Bilgi­ ler 6. - 7. Sınıf Programı (Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı, 2007) , s. 1 4 . 95

Programda belirtildiği üzere bu kapsamlı değişikliğin sebe­ bi Türkiye'de ve dünyada yaşanan gelişmeler ve AB normla­ rını eğitime de yansıtma ihtiyacıdır. Yine vurgulandığı üzere , AB uygulamaları ve mevcut programların analizleri yeni öğre­ tim programlarının ortak referans noktalarını oluşturmuştur.61 Müfredat reformu sonrasında yayınlanan ders kitaplarının gerçekten de önceki örneklerinden oldukça farklı olduğu söy­ lenebilir. Reformun tanıtım kitapçığında da belirtildiği üzere , müfredatın ve ders kitaplarının tasarlanma şekli ile ders işleme alışkanlıkları değiştirilmeye çalışılmıştır. 62 Her bir ders için ha­ zırlanan materyaller sadece ders kitaplarını değil, öğrenci ça­ lışma kitaplarını ve öğretmen kitaplarını da içermektedir. Ki­ taplara bakıldığında ilk göze çarpan yeni bir tarzda yazılmış olduklarıdır. Çocuklar merkeze alınmakta, eğitim-öğretim fa­ aliyetinin temel aktörleri olarak sunulmaktadırlar. Kimlik ve farklılıklar, demokrasi, çevre gibi konular kitapların yenilik­ leri arasındadır. Kitaplardaki rol modelleri bilim adamları, fi­ lozoflar, sanatçılar, sporcular, politikacılardır. Bu rol modelle­ ri arasında kadınlar da vardır. Kadınlar ev dışı rollerde ve fark­ lı mesleklerde gösterilmektedirler. Ailede işbölümü söz konu­ su olduğunda ise erkeklerin sofrayı hazırladığı , servis ve temiz­ lik yaptığı örneklere , önlük giyen, elinde kova ve fırça tutan ba­ ba illüstrasyonlarına rastlanmaktadır. 63 Ancak daha detaylı bir analiz tüm bu değişikliklerin aslında o kadar da kapsamlı olmadığını göstermektedir. Kitapların ya­ zılım tarzında değişiklikler olduğu muhakkaktır. Öte yandan, eski müfredatın ve kitapların tortularını hala barındırmaktadır­ lar. 2006 tarihli ilköğretim 4. ve 5 . sınıf sosyal bilgiler kitapları 61

Referans noktalarını oluşturması amacıyla incelenen programlar ve kitaplar sadece AB ülkeleriyle de sınırlı değildir; (ABD gibi) dünyanın başka bölgele­ rinden de referanslar söz konusudur. Müfredat reformu için kurulan komis­ yonlardan biri olan Sosyal Bilgiler Komisyonu'nun katılımcılarından biriyle 4 Haziran 20 1 2 tarihinde yapılan mülakat.

62

T.C. llköğretim Genel Müdürlüğü . Eğitimde Reform. Daha Aydınlık Gelecek ! (Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı) , s. 6.

63

96

Demet Karagöz, v.d. ,llkôğretim Sosyal Bilgiler 5 Ders Kitabı (lstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı, 2005) , s. 1 5 .

incelendiğinde, kitapların söylemlerinin çok katmanlı ve bazı noktalarda tutarsız olduğu söylenebilir. Kimlik kavramı bu ki­ taplarda kimlik kartlarının tanıtılmasına indirgenmiştir. Farklı­ lıklar, duygular, düşünceler, karakter özellikleri ve hobiler bağ­ lamında anlatılmaktadır; ayrıca bu anlatıma cinsiyetçi bir yak­ laşım ve aynın hakimdir. Örneğin erkek çocuk kitap okumayı ve bilgisayar oyunlarını sevdiğini ve okulun basketbol takımın­ da olduğunu anlatır, kız çocuk ise kitap okumayı ve bebekleri­ ni biriktirmeyi sevdiğini söyler ve ekler: " Çok duygusal bir kı­ zım. Televizyonda üzücü bir olay görsem hemen ağlamaya baş­ lıyorum. O nedenle ailemde bana 'sulu göz' diyorlar. " 64 Ailede işbölümüyle ilgili yukarıda değinilen farklı örnek ve ıllüstrasyonlara rağmen temelde cinsiyetçi işbölümünün de­ vam ettiği görülmektedir.65 Örneğin, 4. sınıfa ait bir sosyal bil­ giler kitabında Hep Birlikte ünitesindeki Toplumsal Dayanışma altbaşlıklı metnine eşlik eden bir illüstrasyonda babayı üzerin­ de takım elbisesi ve elinde çantası ile apartmanın merdivenle­ rini çıkarken, anneyi mutfakta ocağın yanı başında, çocuğu ise odasında ders çalışırken gördüğümüz bir apartman dairesi kro­ kisi karşımıza çıkmaktadır.66 Hatta 2002'de gerçekleşen Mede­ ni Kanun değişiklikleriyle erkeğin aile reisliği tekeline son ve­ rilmesine rağmen, kitaplarda hala babanın bu şekilde tanımlan­ dığı örnekler bulunmaktadır.67 Anayurt ve savaşçı atalara dayanan etnik köken ve Türklük anlatısı da sosyal bilgiler 4. ve 5. sınıf müfredatlarında olma­ sa da 6. ve 7 sınıf müfredatlarında yerini almaktadır.68 Bu söy­ lemde askerlik, milletin kültürüne içkin bir öğe olarak değer­ lendirilmeye devam eder. Bu anlatılarla, erkekliğin savaşçı-ko64

Meltem Tekerek, v.d. ,Ilkôğretim Sosyal Bilgiler 4 Ders Kitabı Ostanbul: Milli Eğitim Bakanlığı, 200 5 ) , s. 1 4- 1 5. Diğer örnekler için bkz . , Enver Aydın Kolu­ kısa, v.d. , Sosyal Bilgiler 4 Ders Kitabı (Ankara: A Yayınlan, 2006 ) , s. 1 6-23.

65

Ailede işbölümünü anlatan bir metin için bkz. , A.g.y. , s. 147.

66

Tekerek, v.d. ,Ilkôğretim Sosyal Bilgiler 4 Ders Kitabı, s. 1 34 .

67

Enver Aydın Kolukısa, v.d. ,Sosyal Bilgiler 4 Ders Kitabı (Ankara: A Yayınlan, 2006 ) , s. 27.

68

T.C. Milli Eğitim Bakanlığı, Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı, Sosyal Bilgi­ ler 6. - 7 Sınıf Programı. 97

ruyucu imajı etrafında şekillenen toplumsal cinsiyet rejimi ye­ niden üretilir. Kadınlar kitaplarda yer yer "milli" mücadelele­ rin katılımcıları olarak boy göstermektedirler; ancak asli un­ surlardan biri olarak değil fedakar "yardımcılar" olarak tanım­ lanırlar. 69 2005 müfredat reformu sonrasında oluşturulan yeni müfre­ dat ve ders kitapları çeşitli eleştiriler almış ve bu tarihten iti­ baren çok sayıda revizyona tabi tutulmuştur.70 Müfredat ve ders kitaplarının 1 999 tarihli Talim ve Terbiye Kurulu Baş­ kanlığı (TTKB) kararında belirlenen Atatürkçülükle ilgili ko­ nu ve kazanımları içermediğini vurgulayan eleştiriler sonra­ sında , düzeltmeleri belirlemek için TTKB'de bir komisyon kurulur ve kitaplar bu eksende yeniden düzenlenir. 71 Kitap­ ların cinsiyetçi söylemler açısından incelenmesi amacıyla yi­ ne TTKB bünyesinde komisyonlar kurulur ve kitaplar revi­ ze edilir. Tüm bu revizyonlar sonrasında 2000'lerin ikinci on yılında yazılan ve kullanıma sunulan ders kitaplarına baktığımızda di­ yebiliriz ki, bu yeniden yapılandırılmış kitapların söylemlerin­ de hala geçmişin tortularının izlerini sürmek mümkündür. Bu çok katmanlılık, özellikle vatan , millet ve milliyetçilikle ilgi­ li söylemlerde daha belirgindir. Ders kitaplarında milliyetçili­ ğin etno-kültürel ekseninin temelleri yerlerini korumaktadır69

Kolukısa, v.d., Sosyal Bilgiler 4 Ders Kitabı, s. 59.

70

Örneğin neo-liberal ideoloj iyi eğitime soktukları, Atatürkçülük konularını içermedikleri bu eleştirilerden medyada geniş yer bulanlarıdır. " llköğretim­ de Neo-Liberal Müfredat Geliyor" , Bianet, 21 N isan 2005; Saygı Öztürk, "Ders Kitaplarında Atatürkçülük Şoku " , Hürriyet, 31 Temmuz 2007; Nergis Demir­ kaya, "Ders Kitaplarına Atatürkçülük Rötuşu" , Sabah, 1 Ağustos 2007 Müf­ redat reformunun ve ders kitaplarının araştırma odaklı eleştirileri için bkz. P. Aşkar, F. Paykoç, F. Korkut, S. Oklun, B. Yangın, ] . Çakıroğlu, Yeni Ôğretim Programlannı inceleme ve Değerlendirme Raporu Clstanbul: Eğitim Reformu Gi­ rişimi, 2005); Gürel Tüzün (der.) Ders Kitaplannda insan Haklan Tarama So­ nuçlan lI (lstanbul: Tarih Vakfı Yayınları , 2009 ) . Tarih Vakfı'nın araştırması , ders kitaplarında ilk projede belirlenen sorunların nicelik olarak azalsa da te­ melde devam ettiğini vurgular.

71

Genelkurmay Başkanlığı'na komisyona katılımları için davetiye gönderilir. Komisyona katılmak üzere bir yarbay ve iki subay görevlendirilir. "Ders Ki­ taplarına Askeri Denetim" , 4 Eylül 2007, URL: http://www . haber7 .com/haber. php?haber_id=266368 - Erişim Tarihi: 1 Eylül 2008.

98

lar. Etnik köken, atalar ve kültürel öze yapılan vurgular özel­ likle sosyal bilgiler kitaplarının tarih konularıyla ilgili bölüm­ lerinde belirgindir: Örneğin, 4. sınıf sosyal bilgiler kitabında yer alan Geçmişimi Öğreniyorum başlıklı ünite,72 6. sınıf sosyal bilgiler kitabında yer alan lpek Yolunda Türkler ünitesi,73 7. sı­ nıf sosyal bilgiler kitabı, Türk Tarihinde Yolculuk başlıklı üni­ te.74 Türklüğe yapılan vurgu ise ("Türk kültürü " , "Türk sanat ve estetiği" , "Türk tarihi" , "Türk kadını" gibi) kitapların tümü­ ne hakimdir. 75 Özellikle 6. ve 7 sınıf sosyal bilgiler ders kitaplarının söy­ lemleri Türk Tarih Tezi ve Türk lslam Sentezi'nin temel unsur­ larını içermeye devam etmektedir. lpek Yolunda Türkler ünite­ si ise öncelikle Orta Asya ve Göçler konusuna odaklanır. 76 Bu kez resimlerde at üstünde sadece erkekler değil, kadınlar ve ço­ cuklar da görülür.77 Türk Silahlı Kuvvetleri'nin (TSK) kurulu­ şu , Asya Hun Devleti hükümdarı Mete'ye kadar geri götürülür. Sonrasında öğrencilerden ilk Türk ordusu ile TSK'nin karşılaş­ tırmasını yapmaları istenir. 78 Ünite, lslamiyetin doğuşu ve ya­ yılışı ve ilk Türk lslam Devletleri konularıyla devam eder. Bu­ na paralel bir şekilde , 7. sınıf sosyal bilgiler ders kitabında yer alan Türk Tarihinde Yolculuk ünitesinde, Türklerin "mükem72 Miyase Koyuncu Kaya , Özgül Dağ, Emine Koçak, Tuğrul Yıldırım, Mehmet Üna1, 1lkögretim Sosyal Bilgiler 4, Ders ve ôgrenci Çalışma Kitabı (Ankara: Mil­ li Eğitim Bakanlığı, 201 1 ) , s. 32-57. 73

Komisyon, llkögretim Sosyal Bilgiler 6, Ders Kitabı (Ankara: Milli Eğitim Ba­ kanlığı, 20 1 1 ) , s. 60-99.

74 Polat, v.d. ,llkögretim Sosyal Bilgiler 7, Ders Kitabı (Ankara: Milli Eğitim Ba­ kanlığı, 20 1 1 ) , s. 50-93 . 75

Bu vurgulann yer aldığı birçok örnek arasında sosyal bilgiler dersinde işlen­ mesi beklenen konularla Türklük arasındaki bağlantıya dikkat çekmesi açı­ sından şu iki örnek anlamlıdır: "Okula yeni başladığım günlerde dedem, Türk kültürü ve tarihi hakkında bilgiler verir, ilginç olaylar anlatırdı. Sosyal bilgiler dersinde, dedemin anlattıklannı kaynaklanyla birlikte aynntılı olarak öğren­ dim. " Komisyon, llkögretim Sosyal Bilgiler 6, Ders Kitabı (Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı, 20 1 1 ) , s. 23. "Türk çocuğunun atalannı tanıması için hangi sosyal bilim alanında çalışmalar yapılmalıdır? Neden?" A.g.y. , s. 25.

76 A.g.y . , s. 62-7 1 . 77 A.g.y . , s . 62. 78 A.g.y . , s. 72-73. 99

mel savaşçı"lar oldukları vurgulanır,79 "Türkiye Selçukluları ve Anadolu'da kurulan beyliklerin Anadolu'nun Türkleşmesine yaptıkları katkıları"n altı çizilir.80 Ek olarak sosyal bilgiler 6. sınıf kitabında yer alan Sosyal Bil­ giler Ôğreniyorum başlıklı ilk ünitede yer alan Atatürk ve Sosyal Bilgiler konusu için düzenlenmiş bir gazete haberiyle Türk Ta­ rih Tezi'nin nüveleri öğrencilere sunulur: Atatürk'ün Manevi Kızı Binlerce İskelet Üzerinde Çalıştı. Afet İnan ( 1 908- 1 985)

Atatürk'ün manevi kızı olan Afet lnan, Cumhuriyet Dönemi­ nin ilk tarih profesörlerindendir. Cenevre Üniversitesi'nde Ya­ kınçağ ve Modern Tarih Bölümü'nde eğitim gördü . 'Türk Hal­ kının ve Türk Tarihinin Antropolojik Karakteri Üzerine" te­ zi için Anadolu'da binlerce iskelet inceledi. Türk Tarih Kuru­ munun kuruluş çalışmalarında yer aldı ve uzun yıllar asbaş­ 81

kanlık yaptı.

Kuşkusuz bu haber pek çok açıdan sorunludur. Burada sade­ ce millete etnik temelli bir yaklaşım söz konusu değildir; aynı zamanda grubun fiziki sınırları olduğu da ima edilmekte, Ana­ dolu etnik kökenle ilişkilendirilerek tanımlanmakta ve bu coğ­ rafyada yaşamış ve yaşamakta olan farklı kimlikler yok sayıl­ maktadır. l 990'lardan itibaren milletin tanımlanmasında vurgulanan esaslardan biri (hatta ilki) olan dil birliğine yapılan vurguyu , ye­ ni ders kitaplarında da görmek mümkündür. 7 sınıf sosyal bil­ giler kitabında millet "çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşa­ yan, aralarında dil, tarih, duygu, ülkü, gelenek ve görenek birliği olan insan topluluğu" olarak tanımlanır.82 Aynı tanım özel yayı79

Polat, v.d. ,llhögretim Sosyal Bilgiler 7, Ders Kitabı (Ankara: Milli Eğitim Ba­ kanlığı, 201 1 ) , s . 85.

80

A . g .y .

81

Komisyon, ilköğretim Sosyal Bilgiler 6, Ders Kitabı (Ankara: Milli Eğitim Ba­ kanlığı, 201 1 ) , s . 24.

82

1 00

,

s.

93.

1 83 . Vurgu bana ait. Bu tanım sadece ders kitaplan için yazılmış bir tanım değildir; kavramın Türk Dil Kurumu Güncel Türkçe Sözlük'te yer alan tanımı aynen alınmıştır. URL: www .tdk.gov . tr Erişim Tarihi: 28 Mart 20 1 5 .

A.g.y . , s.

nevlerine ait 6. sınıf sosyal bilgiler kitabında da yer alır.83 Yine 7. sınıf sosyal bilgiler kitabında Mustafa Kemal' den alıntı yapılarak milletin tanımı şöyle yapılmaktadır: "Türk milleti, halk yönetimi olan cumhuriyetle yönetilen bir devlettir. "84 Burada da görüldü­ ğü üzere millet ve devlet tanımlarında birbiri içine geçmişlik ve kavramsal bir kargaşa hakimdir. Vatandaşlık ise hak ve vazife te­ melli bir statü olarak görülmez.85 7. sınıf sosyal bilgiler kitabında yurttaşlık "yurttaş olma, bir yurtta doğup büyüme veya yaşamış olma durumu, vatandaşlık" şeklinde açıklanır.86 Özel bir yayıne­ vine ait 7. sınıf sosyal bilgiler kitabında ise yurttaş "yurtlan veya yurt duygulan bir olanlardan her biri, vatandaş" diye tanımlan­ maktadır. 87 Her iki tanımda da yurttaşlık/vatandaşlık kavranıla­ n ne devlete ne de millete aidiyet ekseninde açıklanmaktadır; ta­ nımlarda belirleyici olan öğe vatana aidiyettir.88 Ölme ve öldürmenin vatanseverliğe referansla kutsallaştı­ rılması yeni kitaplarda da devam eder. Bu konudaki referans83

A. Ahun, Y. Doğan, E. Uzun, llhôğretim Sosyal Bilgiler 6, Ders Kitabı (Ankara: Altın Kitaplar, 2 0 1 1 ) , s. 180.

84

Polat, v.d. ,llhôğretim Sosyal Bilgiler 7, Ders Kitabı (Ankara: Milli Eğitim Ba­ kanlığı, 20 1 1 ) , s. 1 44. Vurgu bana ait.

85

Vatandaşlık kavramı, vatandaşlık çalışmalarının en temel eserlerinden ka­ bul edilen T . H . Marshall'ın Citizenship and Social Class and Other Essays'ine ( Cambridge: Cambridge University Press, 1 950) referansla, haklar temelinde tanımlanan bir statü olarak tanımlanabilir. Ancak, liberal geleneğin öne çıktı­ ğı bağlamlarda vatandaşlık daha çok haklar temelinde tarif edilirken, cumhu­ riyetçi geleneğin güçlü olduğu bağlamlarda daha çok vazifelere vurgu yapılır. Adrian Oldfield , " Citizenship. An Unnatural Practice ? , Political Quarterly, Cilt 6 1 ( 1 990) , s. 1 77 - 1 8 7

8 6 A.g.y . , s. 185. 87

Mehmet Metin Arslan, llkôğretim Sosyal Bilgiler 7, Ders Kitabı (Ankara: Anıt­ tepe Yayıncılık, 20 1 1 ) , s. 220. Bu tanım Türk Dil Kurumu Güncel Türkçe Söz­ lük'te yer alan tanımın aynısıdır. URL: www . tdk.gov. tr Erişim Tarihi: 27 Mart 20 1 5 .

88

Brubaker Avrupa'daki vatandaşlık v e göç siyasetini karşılaştırmalı v e tarihsel olarak incelediği makalesinde, vatandaşlığın nasıl ulus-devlete üyelik olarak tanımlandığını açıklar ve Almanya ve Fransa'da ulus-devletin kuruluş aşama­ larını inceleyerek iki tür vatandaşlık rejimden bahseder: Almanya örneğinde söz konusu olan millete aidiyettir, Fransa örneğinde ise devlet eksenli bir yak­ laşım ortaya çıkmaktadır. Rogers Brubaker, "Immigration , Citizensh i p , and the Nation-State in France and Germany: A Comparative Historical Analysis" , Intemational Sociology, Cilt 5 , Sayı 4 ( 1 990) , s. 379-407 1 01

lar genelde tarih konularıyla ilgili bölümlerde, özellikle de 7 . sınıf sosyal bilgiler kitaplarının Ülkeler Arası Köprüler ünite­ sinde bulunan Çanakkale Savaşı'yla ilgili bölümlerinde yer al­ sa da, bu tür referanslara başka ünitelerde de rastlamak müm­ kündür. Örneğin 7 sınıf sosyal bilgiler öğretmen kılavuz kita­ bında, 2. ünitenin ( Ülkemizde Nüfus) "doğrudan verilecek de­ ğeri" vatanseverlik olarak belirlenir ve vatanseverlik kendini vatan için feda etmek olarak tanımlanır. Kitapta öğretmenle­ re , "Uğrunda fedakarlık yapılacak en önemli varlık vatandır," diye belirtilir; öğrencilere sunulması önerilen örnekler içinde , Mithat Cemal Kuntay'ın şiirinden alıntılar yer alır: "Bayrakla­ rı bayrak yapan üstündeki kandır. / Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır. " 89 2000'lerin ikinci on yılında yazılan ve kullanımda olan ders kitaplarının toplumsal cinsiyet rejimi önceki yıllarla devamlı­ lık gösterir; milliyetçilik, etnik/kültürel öz ve düşman-savun­ ma söylemiyle ve bu söylemlerin etrafında kurgulanan bir top­ lumsal cinsiyet rejimi etrafında şekillenir. Hegemonik erkek­ lik hem ailenin hem de ailenin doğal bir uzantısı olarak tasar­ lanan milletin ve düzenin koruyucusu ve ekonomik olarak ye­ niden üreticisi rolünü üstlenmeye, erkeklik kurguları savaşçı­ koruyucu imajı etrafında şekillenmeye devam etmektedir. Ör­ neğin, 7. sınıf sosyal bilgiler kitabında Ülkeler Arası Köprüler ünitesinde yer alan Çanakkale Geçilmez başlıklı bölümde, Ça­ nakkale Savaşı anlatılırken, savaşan bir askerden alıntı yapılır: Bir gece ateş açtılar üzerimize, 26. Alayı toprağa gömüverdiler. Biz, 25 kişi, bir keçi yolu bulup çıktık. Bir de baktık Seddülba­ hir önlerindeyiz. Gökyüzünde bir mermi patlıyor. Lapırlapır dolu gibi kurşun yağıyor üzerimize. Bir binbaşı, bizi orada bir derenin içine götürdü . "Arkadaşlar, vatan elden gidiyor, namus elden gidiyor, ırz gidiyor. " diye konuştu . (Er Yetim Mehmet) 90 89

Mecit Mümin Polat, Niyazi Kaya, Miyase Koyuncu, Adem Özcan, ilköğretim Sosyal Bilgiler 7, Ogretmen Kılavuz Kitabı (Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı , 2009 ) ,

90 1 02

s.

20.

M. M . Polat, v.d. ,llkôğretim Sosyal Bilgiler 7, Ders Kitabı (Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı, 201 1 ) , s. 167 Vurgu bana ait.

Bu örnekte de görüldüğü üzere erkek hem kadının hem de söylemsel olarak kadınlaştırılan vatanın koruyucusu olarak su­ nulmaya devam etmektedir. Önceki yıllardaki gibi yeni ders kitaplarında da , kadınlar "ulusal" ve askeri mücadelelerin katılımcıları olarak gösteril­ mektedirler. Kurtuluş Savaşı mücadelesinde kadınların da yer aldıklarının altı çizilmektedir. Bu noktada Mustafa Kemal'e re­ ferans verilerek alıntı yapılır: "Dünyada hiçbir milletin kadı­ nı, 'Ben Anadolu kadınından çok çalıştım, milletimi kurtulu­ şa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar emek verdim,' diyemez . "91 Bu noktada , yeni kitapların söylemlerinin geç­ miş yılların kitaplarından farklı olmadığı ileri sürülebilir; an­ cak, kadınların katılımının vurgulandığı tek mücadele Kurtu­ luş Savaşı mücadelesi değildir. 6. sınıf sosyal bilgiler ders kita­ bının lpek Yolunda Türkler başlıklı 3. ünitesinde farklı bir söy­ lem karşımıza çıkar. Asya Hun Devleti hükümdarı Mete'nin ağ­ zından şöyle denmektedir: "Düşmanların saldırılarına karşı va­ tanımızı tüm Türk milleti; kadın, erkek, yaşlı genç ayırt etmek­ sizin savunduk. Bu mücadelemizden sonra "ordu millet" ola­ rak tanındık. "92 Ordu-millet miti, etnik köken ve kültürün en önemli belir­ leyenlerinden biridir. Askerlik böylece Türklüğün doğasına iç­ kin bir değer olarak sunulur, askeri değerler yüceltilir. Yeni ders kitaplarında da kültürel bir belirleyen olarak sunulan as­ kerlik Türklerin tarihteki başarıları arasında ilk sırada yer alır. 1930'lardan bu yana ders kitaplarında vurgulandığı üzere Türk­ ler doğuştan ve her şeyden önce asker bir millettir, "Türk mille­ ti, ordu-millet bütünlüğünün en güzel örneğidir. "93 Tüm bun­ lar, bu yazıda daha önce de değinildiği gibi, kadınların toplu­ luğun asli üyeleri olarak değerlendirilmemesine, vatandaşlığın cinsiyetçi bir temelde tanımlanmasına yol açmıştır. Askerlik gö­ revi dolayısıyla erkek, milletin temel üyesi ve birinci sınıf vatan91

Komisyon, ilköğretim Sosyal Bilgiler 6 , Ders Kitabı (Ankara: Milli Eğitim Ba­ kanlığı, 20 1 1 ) , s. 1 67

92

A.g.y. , s. 72. A.g.y. , s. 73.

93

1 03

daşı olarak sunulur. lşte tam bu noktada, ordu-millet miti tek­ rar tanımlanır ve kadınların buradaki varlığı vurgulanır. Kadın­ lar en kutsal vatandaşlık hizmeti olduğu belirtilen askerlik gö­ reviyle ilişkilendirilmeseler de,94 ordu-millet miti artık, yukarı­ daki alıntılarda da görüldüğü gibi, kadınlan da içermektedir. 95 Özel yayınevlerine ait ders kitaplarında da durum farklı değil­ dir. Özel bir yayınevine ait 6. sınıf sosyal bilgiler ders kitabın­ da, ipek Yolunda Türkler ünitesinde yer alan Asker-Millet başlıklı bölümde, yine Mete Han'ın ağzından şöyle denmektedir: Bizim yaşadığımız Orta Asya bozkırları, halkın tümünün ay­ nı zamanda asker olmasını da zorunlu kılıyordu . Komutanla­ rın yönetiminde erkeği, kadını, yaşlısı ve genciyle tüm halk as­ keri bir yapının içindeydi. Halkın tümü her an savaşmaya ha­ zır durumdaydı. Bu nedenle ordu-millet geleneği halkımızın ge­ nel karakteriydi . 96

Bu örnekte de görüldüğü üzere , önceki dönemlere benzer bir şekilde, askeri değerler sadece yüceltilmekle kalmaz, özcü bir yaklaşımla, tüm etnik topluluğun doğasına içkin ve sivil alanı da kapsayacak şekilde sunulur. Önceki yıllarda kullanılan kitaplarla karşılaştırıldığında , 2000'lerin ikinci on yılında kullanımda olan kitapların ev içi işbölümü konusunda daha az sorunlu olduğu ileri sürülebi­ lir; ders kitaplarında işbölümünde eşit rol dağılımına vurgu ya­ pan metin ve görsellere rastlamak mümkündür.97 Aile ve önemi 94

Öte yandan, bir önceki yıla (20 10) ait 6. sınıf sosyal bilgiler kitabında, kadın­ ların da askerlik yapmasının gerekliliğini vurgulayan bir okuma parçası bu­ lunmaktadır. E. Genç, M . M . Polat, S. Başol , N. Kaya, H. Azer, S. Gökçe, M . Koyuncu, A. Gök, A . Yılmaz, D. Yılmaz, A . Özcan, ilköğretim Sosyal Bilgiler 6, Ders Kitabı (Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı, 20 1 0 ) .

95

Komisyon, ilköğretim Sosyal Bilgiler 6, Ders Kitabı (Ankara: Milli Eğitim Ba­ kanlığı, 20 1 1 ) , s. 72.

96

A. Altun, Y. Doğan, E. Uzun, ilköğretim Sosyal Bilgiler 6, Ders Kitabı (Ankara: Altın Kitaplar, 201 1 ) , s. 69. Vurgu bana ait.

97

İstanbul Bilgi Üniversitesi, Sosyoloji ve Eğitim Çalışmaları Birimi (SEÇBlR) raporu benzer bir noktaya işaret etmektedir. Bkz . , Sosyoloji ve Eğitim Ça­ lışmaları Birimi , Ders Kitaplarında Toplumsal Cinsiyet: iyileşmeler, Problem­ ler, ôneriler (lstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi , 20 1 2 ) . Ancak, sorunlu ör­ neklere Mla rastlanmak mümkündür. Bkz . , Adnan Altun, Yasin Doğan, Efkan

1 04

sıklıkla vurgulansa da, kadın artık sadece aileyle ilişkilendirile­ rek tanımlanmamaktadır. Sosyal, ekonomik ve siyasal hayattaki varlığının altı çizilmektedir. 6. sınıf sosyal bilgiler kitabında yer alan Demokrasinin Serüveni başlıklı ünitede, Türk Kadınının Ça­ lışma Hayatındaki Yeri başlığı altında, kadınların temsil edildiği meslekler arasında yargıçlık, savcılık, doktorluk, mühendislik, üniversite öğretim üyeliği, sporculuk, müzik ve sahne sanatçı­ lığı, yöneticilik yer almaktadır. Alanlarında ilk olan kadınların profillerine yer verilmektedir. Kaymakamlık, milletvekilliği, ba­ kanlık, başbakanlık yapan kadınlar, makinist, arkeolog, girişim­ ci kadınlar sunulan rol modelleri arasında yer almaktadırlar. 98 Özel bir yayınevine ait 6. sınıf sosyal bilgiler ders kitabında ise, 1930 yılında lstanbul'da belediye meclis üyeliği için adaylığını koyan bir kadının seçim afişi ve seçim programı yer alır.99 6. sınıf sosyal bilgiler kitabında yer alan Demokrasinin Serü­ veni ünitesindeki Dünden Bugüne Türk Kadını başlıklı bölüm­ de ilk Türk devletleri, kadının bu dönemlerdeki önemi ve yö­ netimdeki yeri anlatılır, sonralan bunun değiştiği belirtilir. Os­ manlı Devleti'nde kadınların eğitimiyle ilgili bazı çalışmalar yapıldığına değinilir, "Türk kadını , günümüzde sahip olduğu hakların birçoğuna Atatürk döneminde kavuşmuştur," diye ek­ lenir. 1 00 Yine aynı sayfalarda öğrencilere, "Kadın ve erkek ara­ sında ayrım yapılması bir toplumda ne gibi sorunlara yol açar?" diye sorulur ve tartışmaları istenir. 101 Bu soruya verilecek muh­ temel cevapları ünite içinde bulmak mümkündür. Örneğin bir Uzun, ilköğretim Sosyal Bilgiler 6, Ders Kitabı (Ankara: Altın Kitaplar, 20 1 1 ) . Özel bir yayınevine ait bu kitapta hala cinsiyetçi işbölümü örnekleri bulun­ maktadır. Burada okulların Milli Eğitim Bakanlığı ya da özel yayınevleri tara­ fından yazılmış kitapları seçebildiklerini, seçtikleri kitapların öncelikle TTKB tarafından incelendiğini ve onaylanmaları halinde her takvim yılı başında lis­ te halinde genelgeyle duyurulduğunu belirtmek gerekiyor. 98

Komisyon, ilköğretim Sosyal Bilgiler 6, Ders Kitabı (Ankara: Milli Eğitim Ba­ kanlığı, 20 1 1 ) , s. 1 68, 1 69.

99

A. Altun, Y. Doğan, E. Uzun, ilköğretim Sosyal Bilgiler 6, Ders Kitabı (Ankara: Altın Kitaplar, 20 1 1 ) , s. 1 5 7 .

100 Komisyon, ilköğretim Sosyal Bilgiler 6, Ders Kitabı (Ankara: Milli Eğitim Ba­ kanlığı , 20 1 1 ) , s. 1 66- 167. 101 A.g.y . , s. 1 67 1 05

sonraki sayfada , "Özellikle cumhuriyet dönemine kadar top­ lumda cinsiyetler arası ayrımcılık yapıldığından kadının eğitim ve öğrenim imkanları çok kısıtlanmıştır" denmektedir. 1 02 Bu­ rada da görüldüğü gibi ders kitaplarına, Cumhuriyet'le birlikte kadınların tüm haklara sahip oldukları anlayışı hakimdir. Öte yandan, kitaplarda kadın hakları mücadelesine hiç değinilmez. Cumhuriyet döneminin kazanımları , kökleri önceki dönemle­ re uzanan, farklı etnik kimliklere sahip kadınların hak arayışla­ rının kazanımları olarak değil, tepeden inme bir şekilde bahşe­ dilen hakların sonucu olarak sunulur. 1 03 Yine aynı kitabın Sos­ yal Bilgiler Öğreniyorum başlıklı ilk ünitesinin Ben Etkin bir Va­ tandaşım bölümünde kadınların iş hayatına girmesi , siyasal ha­ yatta yer alması Cumhuriyet ile eşleştirilir. 104 Temelde insan ve vatandaşlık haklarıyla ilgili sorunların, özellikle de kadın hak­ ları sorunlarının Cumhuriyet döneminde de var olduğu, hatta cinsiyet ayrımcılığının, etnik ve sınıfsal kökenli ayrımcılık ve eşitsizliklerle birleşerek varlığını sürdüren önemli sorunlardan birini oluşturduğu da göz ardı edilmektedir. Ancak, 7 sınıf sosyal bilgiler ders kitabında yer alan bir ör­ nek, ironik bir şekilde, durumun hiç de ders kitaplarında an­ latılmaya çalışıldığı gibi olmadığını , cinsiyet ayrımcılığının bo­ yutunu gözler önüne sermektedir. Ülkemizde Nüfus başlıklı 2. ünitede yer alan Devlet-Vatandaş Elele bölümünde , 5. sını102 A.g.y., s. 1 69. 1 03 Kadın hakları mücadelesine tek referans ise sosyal bilgiler 7. sınıf kitabında yer alır. Ekonomi ve Sosyal Hayat başlıklı 5. ünitede Kadınlar Halk Fırkası'na (Partisi'ni) değinilir ve şöyle denir: "Türk kadınları, haklarını savunmak, ge­ liştirmek ve sosyal hayatın içinde daha da aktif görev almak için ilk defa 1923 yılında Kadınlar Halk Fırkasını kurmuşlardır . " Mecit Mümin Polat, Niyazi Kaya, Miyase Koyuncu, Adem Özcan, llkôğretim Sosyal Bilgiler 7, Ders Kitabı (Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı, 20 1 1 ) , s. 1 28. Partiyle ilgili tüm anlatılanlar bununla sınırlı kalır; partinin kuruluşuna izin verilmediği ve ancak Kadın Birliği adıyla demek olarak kurulabildiğin­ den, kurucusu Nezihe Muhittin'in ve üyelerinin kadın hakları mücadelesin­ den bahsedilmez. Bkz . , Zafer Toprak, "Kadınlar Halk Fırkası" , Tarih ve Top­ lum, Sayı 5 1 ( 1 988) ; Yaprak Zihnioğlu, Kadınsız inkılap: Nezihe Muhittin, Ka­ dınlar Fırkası, Kadınlar Birliği (lstanbul: Metis Yayınları, 2003) . 1 04 Komisyon, ilköğretim Sosyal Bilgiler 6, Ders Kitabı (Ankara: Milli Eğitim Ba­ kanlığı , 20 1 1 ) , s. 23. 1 06

fın sonunda ailesi tarafından okuldan alınan bir kız öğrencinin hikayesine yer verilir. Lale ve üniversitede okuyan ağabeyinin Lale'nin tekrar okula dönmesi için aileyi ikna çabaları başarısız olur. Lale, televizyondan Haydi Kızlar Okula kampanyasını du­ yar ve yardım istemek için kaymakamın yanına gider; kayma­ kam, Lale'yi cesareti ve okuma azminden dolayı kutlar ve oku­ la geri dönmesi için aileyi ikna eder. 1 05 Kadınların sosyal, ekonomik ve siyasal hayattaki varlıkları­ nın vurgulanması, yeni ders kitaplarının toplumsal cinsiyet re­ jiminin eşitlikçi bir çerçevede tanımlandığını söylemek için ye­ terli değildir. Ders kitaplarında kadınların eğitiminin gereklili­ ğinin altı çizilir; ancak kadınların eğitimi hala erkekler ve mil­ let üzerinden meşrulaştırılmakta, satır aralarında annelik gö­ revlerine ve bu görev dolayısıyla milletin biyoloj ik, ideoloj ik ve kültürel yeniden üretiminde oynamaları gereken role atıf­ ta bulunulmaktadır. Örneğin, Demokrasinin Serüveni ünitesin­ de, kadınların eğitiminin önemi Mustafa Kemal'e referans ve­ rilerek ve alıntı yapılarak şöyle vurgulanmaktadır: "Kızlarını okutmayan millet, oğullarını manevi öksüzlüğe mahkum et­ miş demektir. " 1 06 Bu noktada, Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde kullanılan kitaplarla olan benzerlik dikkat çekicidir. Örneğin, 1929 tarihli bir ilkokul ders kitabında, Tabii Servet başlıklı bir parçada orta sınıftan eğitimli ve modem bir anne , kızına eğiti­ min gerekliliğini bir mektup yazarak açıklar. Buna göre, her kız çocuğu iyi bir anne olmak için eğitilmelidir çünkü onun eğiti­ mi çocuklarına aktarılacak ve onların tabii serveti olacaktır . 1 07

Sonuç Cumhuriyet dönemi boyunca kullanımda olan ilköğretim ders kitaplarına bakıldığında, eğitim alanının bu temel materyalleri1 0 5 M. M. Polat, v.d.,Ilkôğretim Sosyal Bilgiler 7, Ders Kitabı (Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı, 20 1 1 ) , s. 38. 1 06 Komisyon, llkôğretim Sosyal Bilgiler 6, Ders Kitabı (Ankara: Milli Eğitim Ba­ kanlığı, 20 1 1 ) , s. 149. 107 içsel ve içsel, Kız ve Erkek Çocuklara Kıraat Kitabı, Beşinci Sınıf (lstanbul: Hil­ mi Kitaphanesi , 1 929) , s. 27-30. 1 07

nin söylemsel zeminini, tüm dönem boyunca ve yapılan müfre­ dat değişikliklerine rağmen, milliyetçiliğin oluşturduğu görül­ mektedir. Milliyetçilik, etnik köken, düşman ve savunma söy­ lemleriyle belirlenen vatan kavramı ekseninde şekillenmekte ve bunların etrafında kurgulanan bir toplumsal cinsiyet rejimi üzerine inşa edilmektedir. Ders kitaplarında sunulan ideal ka­ dınlık ve erkeklik kurguları milliyetçiliğin doğallaştırılması sü­ recinin önemli girdilerindendir. Erkeklik, savaşçı-koruyucu kavramları etrafında şekillenirken ; kadınlık, bu koruma göre­ vinin nesnesidir. Kadın, milletin biyolojik yeniden üretiminin ve sosyalizasyonun temel unsuru olmanın yanı sıra, kültürel ve ideolojik yeniden üretiminde de rol oynamaktadır. Erkek, ka­ dının ve söylemsel düzeyde metaforlarla kadın olarak kurgula­ nan vatanın koruyucusudur. Erkeklik ve askerlik eşleştirme­ si ders kitaplarında yeniden üretilen toplumsal cinsiyet rejimi­ nin önemli bir parçasıdır. Millet kültürel öz, kuruluş mitleri ve savaşçı atalara referansla ordu-millet olarak tanımlanmaktadır. Bu erkeklik kurgusu ise sadece ideal olarak tanımlanmakla kal­ maz, millete aidiyeti de belirler. 2000'li yılların başında gerçekleştirilen eğitim ve müfredat re­ formu da önceki dönemlerde karşılaştığımız bu tabloyu değiş­ tirmez. Söz konusu reform, eğitim ve ders işleme alışkanlıkları­ nı değiştirmeye çalışır; kitapların yazılım tarzında değişiklikler olduğu da muhakkaktır. Ancak yeni ders kitaplarının söylem­ leri çok katmanlıdır, eski söylemleri içlerinde barındırır ve yer yer tutarsızdır. Milliyetçiliğin etnik belirleyenleri ders kitapla­ rında sürekliliklerini korur. Türk Tarih Tezi 1950'li yıllarda ge­ çerliliğini yitirse de tüm bu zaman boyunca ve müfredat refor­ mu sonrasında da bir alt dil olarak ders kitaplarının söylemin­ de yer almaktadır. 1980'lerde ders kitaplarının söylemine hakim olan Türk Islam Sentezi için de aynı şey söylenebilir; yeni ders kitaplarında bu sentezin izlerini görmek mümkündür. Bu iki alt söylem birlikte, Anadolu'nun etnik kökenle ilişkilendirilerek ta­ nımlanmasına yardım eder. Kimlik ve farklılıklar yeni müfredat konuları içinde yer alsa da bu kavramlara kapsayıcı bir şekil­ de yaklaşılmaz; bu coğrafyada yaşamış ve yaşamakta olan fark1 08

lı kimlikler 2000'lerin ikinci on yılında yazılan ve kullanımda olan ders kitaplarında da yok sayılmaya devam eder. Kitapların söylemlerinde toplumsal cinsiyet eşitliği yönünde gelişmeler ol­ sa da cinsiyetçi bir işbölümü içermediklerini söylemek müm­ kün değildir. Hakim milliyetçilik ve getirdiği cinsiyetçi toplum­ sal cinsiyet rejimi değişmediği sürece, ne ev içinde daha eşitlikçi bir işbölümünün sunulması ne de kadınların sosyal, ekonomik ve siyasal hayattaki varlıklarının vurgulanması, ders kitapların­ da toplumsal cinsiyet rejiminin eşitlikçi bir çerçevede tanımlan­ dığını söylemek için yeterli değildir. Eşitlikçi bir toplumsal cin­ siyet rejimi ve demokratikleşme için eğitim alanındaki söylem­ lerin demokratik vatandaşlık ekseninde, farklıklar ve eşitlik te­ melinde , yeniden yapılandırılması gereklidir. Bu ise milliyetçi ideolojinin bakış açısına ve onun tartışılmaz ve doğal kabul etti­ ği iddialarına, mitlerine, ideal kadınlık ve erkeklik kurgularına eleştirel yaklaşmayı, yeniden gözden geçirmeyi ve sorgulamayı gerektirmektedir.

1 09

3 SEVGİNİN VE NEFRETİN EGİLİP BÜKÜLEBİLİRLİGİ: KADINLARIN MİLLİYETÇİLİGİ

NA GEHAN TOKDOCAN

Milliyetçilik ve toplumsal cinsiyet ilişkisine odaklanan feminist literatür, daha çok milliyetçi söylemin kurulması ve yeniden üretilmesinde kadın kimliğinin etkili bir biçimde araçsallaştı­ rıldığı ve bu anlamda son derece merkezi bir yer işgal ettiği yö­ nündeki argümanlar etrafında ilerledi. 1 Milliyetçiliğin erkek bir ideoloji olduğu , kadınları hem söylemsel düzeyde hem de ger­ çekte bütünüyle ataerkil kodlarla şekillenmiş rollere hapsede­ rek işlevsel kıldığı ve nesneleştirdiği yönündeki feminist eleşti­ ri, beraberinde kadın kimliğini milliyetçiliğin öngördüğü sınır­ lar içinde iş gören, ideolojinin pasif bir taşıyıcısı ve yeniden üre­ ticisi olarak sabitleme riskini de getirdi. Bu yönelim en nihaye­ tinde milliyetçilik ve kadın kimliği arasındaki ilişkinin tek taraf­ lı bir belirle(n)me ilişkisi olarak okunmasına da zemin teşkil et­ ti. Başka deyişle milliyetçiliğin kadmlar(l)a ne yaptığı yönündeki sorular etrafında şekillenen yüklü feminist külliyatın sesi, aynı Giriş niteliğinde literatür için bkz: Partha Chatterjee, Ulus ve Parçalan C lstan­ bul: lletişim, 2002 ) ; Nira Yuval-Davis, Cinsiyet ve Millet (İstanbul : lletişim, 200 7 ) ; Rubina Saigol, "Militarizasyon, Ulus ve Toplumsal Cinsiyet: Şiddetli Çatışma Alanlan Olarak Kadın Bedenleri" , Vatan Millet Kadınlar içinde, Ayşe Gül Altınay (der. ) , (lstanbul: lletişim, 2009), s. 227-259; Afsaneh Najmabadi, "Sevgili ve Ana Olarak Erotik Vatan: Sevmek, Sahiplenmek, Korumak" , Vatan Millet Kadınlar içinde, s. 1 29- 1 67 111

derecede önemli olan, (hatta belki de feminist perspektif açısın­ dan daha önemli addedilebilecek olan) kadınlann milliyetçik O) e n e yaptığı sorusunu sormak noktasında cılız kaldı. lşte bu bölümde , Türkiye'de milliyetçi ideoloj inin siyasal alandaki resmi temsilcisi olan Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve fiili düzlemde partinin gençlik kollan olarak iş gören Ülkü Ocaklan'nda aktif siyaset yapan ve bu haliyle milliyetçi ideolo­ jinin özneleri olarak işaretleyebileceğimiz örgütlü milliyetçi ka­ dınların, bu erkek ideolojiyi nasıl algıladıklarını, nasıl anlamlan­ dırdıklarını, nasıl yorumladıklannı, nasıl üstlendiklerini ve na­ sıl deneyimlediklerini açığa çıkarmaya çalışacağım. Örgütlü on beş milliyetçi kadınla yaptığım görüşmeleri eleştirel feminist bir perspektifle analiz edecek, onların milliyetçi ideolojiyi hayatla­ rında nasıl bir anlam evreni içine yerleştirdiklerini anlamayı ve anlatmayı amaçlayacak ve böylece söylemden özneye doğru tek taraflı belirle(n)me ilişkisinin ötesine bakmayı deneyeceğim.2 Bu bağlamda öncelikle bir duygusal yatının ideolojisi olarak milli2

1 12

Analiz esnasında bir aynın gözetmeyecek ve kadınlan genel bir ifadeyle "mil­ liyetçi kadınlar" olarak anacak olsam da, başlamadan önce görüştüğüm kadın­ lann yedisinin MHP mensubu, sekizininse Ülkü Ocaklı olduğunu belirtme ih­ tiyacı duyuyorum. Zira iki kadın grubu arasında analiz açısından da anlam­ lı olabilecek farklılıklar söz konusu . lki grup arasındaki yaş farkını en gözle görülür farklılıklardan biri olarak not düşmek gerekiyor. Görüştüğüm MHP'li kadınların yaşlan 42 ile 56 arasında değişirken Ocaklı kadınlar 20 ila 28 yaş dilimine düşüyordu. Bu en az 15 yıllık yaş farkı onlann ideolojiyi anlamlan­ dmna ve üstlenme biçimlerinde yer yer belirleyici oldu. Yaş farkının yanı sı­ ra, eğitim düzeyleri ve medeni halleri de çeşitlilik arz ediyordu; Ülkü Ocaklı kadınlann hepsi en az üniversitede okuyan, lisans mezunu veya yüksek lisans yapan bekar kadınlarken, MHP'li kadınlar ortaokul-üniversite arasında deği­ şen daha heterojen bir eğitim profiline sahiplerdi ve hepsi evliydi. Eğitim dü­ zeyine ilişkin farklılığın görünümleri daha çok MHP'li kadınlarla yaptığım gö­ rüşmelerde açığa çıktı . Ülkü Ocaklı kadınlar aşağı yukan benzer formasyon­ lardan geldikleri için pek çok konuda benzer yorumlar yaparken, partili ka­ dınlann tahsil düzeylerine göre yorumlarının da değiştiğini not düşmek ge­ rekir. Sınıfsal konumlara dair kabaca bir genelleme yapmak gerekirse, Ülkü Ocaklı kadınlann genelde memur ailelerin çocukları olduklannı, birkaçı dı­ şında çoğunun annelerinin ev kadını olduğunu belirtmeliyim. Görüştüğüm MHP'li kadınlar ise parti içindeki yönetim kademelerinden ilçe kadın kolları mahalle temsilciliğine kadar çeşitlilik gösteren konumlanna göre sınıfsal ola­ rak da daha heterojen bir profil sundular. Son olarak araştırmada gizlilik ilkesi gereği metin boyunca görüştüğüm milliyetçi kadınlann gerçek isimlerini kul­ lanmadığımı not düşmeliyim.

yetçiliğin başvurduğu duygu setlerinden ve bu duygu setlerinin ideolojinin sürekliliğini tesis eden kutsallaştırılmış dayanaklar­ la olan ilişkisinden bahsedeceğim. Kadınların milliyetçilik an­ latılarına referanslarla detaylandıracağını bu bölümlerin ardın­ dan milliyetçi ideolojinin "onlar"ı kurarken yaslandığı mağdu­ riyet söylemine ve bu söylemin yarattığı düşmanlık ve nefret duygularının çoklu nesnelerine yine kadınların anlatılarına baş­ vurarak değineceğim. Sonuç bölümündeyse kadınların milliyet­ çi söylemin yarattığı duygular alanıyla, kendi sözleriyle ifade­ lendirdikleri duyguları arasındaki sızıntı ve çatlakların anlamı­ na -ve önemine- dair bir değerlendirme yapmaya çalışacağım.

Bir duygusal yatının ideoloj isi olarak milliyetçilik Milliyetçilik ontoloj ik olarak mensuplarından yoğun bir duy­ gusal yatırım talep eden bir ideolojidir. Varlığını , gücünü ve devamlılığını böyle tesis eder. Onu diğer ideoloj ilerden ayı­ ran en temel özellik, ideoloj ik söylemde kutsiyet atfedilen be­ lirli dayanaklar aracılığıyla bir kolektif inanç ve duygular siste­ mi yaratmasıdır. Bu sistem, topluluğun üyeleri arasında kutsal ve bütünleştirici bağlılıkların doğmasını ve dolayısıyla ideoloji­ nin etkin bir biçimde işlemesini mümkün kılar. 3 Milliyetçiliğin omurgasını oluşturan kolektif duygu sisteminin iki ana bileşe­ ni vardır; Vatan, millet, aile, devlet, ordu , lider gibi "biz" tahay­ yülünü mümkün kılan "kutsal" dayanaklara yönelik sevgi ve bununla eşzamanlı işleyen, "onlar" kategorisinin bir tehdit nes­ nesi olarak inşası vesilesiyle kurulan nefrettir. ldeoloj ik reper­ tuarda sevgi ve nefret duygularının nesneleri olan öğeler çok­ ludur, zira sevgi ve nefretin tam da bu çokluk içindeki mobi­ lizasyonu , milliyetçiliğin nüfuzunu ve yaygınlaşmasını kolay­ laştırarak onu her daim canlı ve güçlü kılar. Sevgi, farklı nes­ neler arasında gezinerek topluluğun üyeleri arasında bir ortak­ lık hissi yaratırken, nefret farklı nesneler arasında gezinerek bu 3

Milliyetçilik ve kutsallaştınlmış dayanaklarına ilişkin detaylı bir değerlendir­ me için bkz: Anthony D. Smith, Chosen Peoples (New York: Oxford University, 2003 ) , s. 4. 113

ortaklığa yönelik tehdit hissi yaratır. Bu iki bileşenli haletiru­ hiyenin katmanları olan yüceltme, sadakat, güven, adanmışlık, hayranlık ve adaletsizlik hissi ile öfke , düşmanlık, korku , kay­ gı, hınç gibi duygusal uğraklar, milliyetçi ideolojinin ifade edil­ mesini kolaylaştırır.4 Milliyetçiliğin tüm bu duygusal yatırım ekonomisi aracılığıy­ la inşa ve ifası, görüşmelerde, milliyetçi kadınların anlatıların­ da son derece baskın bir örüntü olarak ortaya çıktı. Görüştü­ ğüm kadınlar mevzubahis milliyetçilik olduğunda tüm hikaye­ yi duygulanımlar aracılığıyla ifade ederek aktardılar. ideoloji­ nin kutsallaştırılmış dayanaklarına yönelik yorumlarına yoğun bir sevgi yatırımının yanı sıra yüceltme , adanmışlık, güven, sa­ dakat ve hayranlık duyguları eşlik ederken, ideolojik söylemde birer tehdit unsuru olarak kodlanan meselelere ve aktörlere yö­ nelik örtük ya da açık nefret içeren yorumlarına öfke, düşman­ lık, korku, kaygı ve hınç eşlik etti . Geçmişi hatırlayıp bugünü kurarken sıkça başvurdukları haksızlığa uğramışlık ve adalet­ sizlik hissiyatı aracılığıyla kurdukları mağduriyet söylemiyse onları hem kendi aralarında ortaklaştıran hem de dışarıya karşı bir arada tutan güçlü bir motif olarak iş görüyordu . Buradan hareketle kadınların milliyetçiliğini, alışık olduğu­ muz anlamda bir siyaseti algılama ve siyasete dahil olma for­ mundan çok, sevgi ve nefret duyguları arasında salınarak işle­ yen ancak yer yer bu duyguların görünüşteki mutlaklığından azade bir kırılganlık ve akışkanlıkla karakterize olan bir söy­ lemsel müzakere ve mücadele alanı olarak okumaya çalışaca­ ğım. Anlatılarda açığa çıkan ve katı ideolojik söylemle, onun kadınlar tarafından üstlenilmesi arasındaki boşluğu oluşturan kayda değer çatlakların, milliyetçiliğin inşai karakterine oldu­ ğu kadar, kadınların öznelik ve faillik potansiyellerine dair de ipuçları vereceğini umuyorum. 4

1 14

Sevgi ve nefret duygulannın milliyetçi ideoloji açısından hayati önemine ve bu duygulann nesnelerinin çoklu doğasına dair etkili bir yazı için bkz. Sara Ah­ med, "Affective Economies" , Social Text, 79, Cilt 22, Sayı 2 (Yaz 2004) , s. 1 1 71 39 . Milliyetçiliğin duygu iklimine ilişkin ayrıca bkz. Ahmed, "On Collective Feelings or the Impressions Left by Others" , Theory, Culture and Society, Cilt 1 , Sayı 20 ( 2004), s. 25-42 .

Kadınların aidiyet ve ortaklık duygusunun temeli: Kutsallaştırılmış dayanaklara yönelik sevgi Milliyetçi kadınlardan milliyetçiliğin onlar için ne anlama gel­ diğini açıklamalarını, başka deyişle milliyetçiliği tanımlamala­ rını istediğimde, hepsi onu gayri ihtiyari sevgi sözcükleri ara­ cılığıyla tanımlamaya çalıştı. Bunu yaparken milliyetçi ideolo­ jinin önemli sacayakları olan mensup oldukları milleti, içinde yaşadıkları vatanı , bağlı oldukları devleti, ait oldukları mille­ tin/vatanın/devletin şanlı geçmişini hatırlatan bayrağı sevmek­ ten bahsediyor, milliyetçiliği tüm bu kutsallaştırılmış dayanak­ lara bağlılık ve sadakatin ifade bulduğu bir kimlik olarak algılı­ yorlardı. Milliyetçiliği yücelterek ondan bir siyasal ideolojiden ziyade, son derece kutsal bir hissiyat olarak bahsediyorlardı. Bu hissiyatı insan olmaya içkin doğal ve gerekli bir özellik olarak görüyor, içinde milliyetçilik duygusu olmayan insanları eksik, değersiz ve idrak edilemez addediyorlardı: Milliyetçilik. . . Aşk derim, sevgi derim . . . Ya Türkiye'de yaşa­ yan herkesin Türk milliyetçisi olma zorunluluğu vardır, di­ ye düşünüyorum yani başka bi kavramı beynime sığdıramı­ yorum ben. Yani bu ülkeni sevmek vatanını sevmek bayrağı­ nı sevmek halkını sevmek milletini sevmek ! Yani milliyetçi­ lik budur. (Ayşe) . . . milletiniz için her türlü onun varolabilmesi yaşayabilmesi için şartlarınız imkanlarınız neyse o ölçüde ona hizmet etmek­ tir. . . . Her türlü fedakarlığı milletiniz adına ülkeniz adına yapa­ bilmektir. (Hilal)

Kadınların sözlerinde açığa çıkan, milliyetçiliği sevgi etra­ fında dolaşan gündelik kavramlarla tanımlama eğilimlerini , milliyetçi ideoloj iye mahsus bir özellik olarak okumak yerin­ de olur. Zira daha önce de zikrettiğim gibi milliyetçilik varlı­ ğını ve etkisini duygular üzerinden inşa edip sürdüren bir ide­ olojidir. Ancak burada mevzubahis kadınlar olduğundan, bu açıklama yeterli olmayabilir. Milliyetçi ideoloj inin öznesi olan kadınların bu eğilimi , aynı zamanda kadınlığa özgü siyasetle 115

ilişkilenme tarzı olarak da okunmalıdır. Çünkü sahip oldukla­ rı ideoloj iden bahsederken kullandıkları ifadeler aslında onla­ rın siyasetle kendileri arasındaki -belki kapatmaya hiç de gö­ nüllü olmadıkları- mesafeden kaynaklanıyor olabilir. Şöyle ki; kadınlar kamusal alanda birer politik özne olarak varlık göste­ rirken yaptıkları şeyle siyaset arasında "sevmek, fedakarlık et­ mek, hizmet etmek" gibi fiilleri kullanarak bir ayrım yapıyor­ lar ve bu fiiller annelik, eşlik, ev kadınlığı gibi geleneksel ka­ dınlık rollerinin gereği olan eylemleri siyasal alanda sürdürü­ yor oldukları izlenimini oluşturmak açısından son derece iş­ levsel görünüyor: Hem kendilerinin hem de çevrelerinin gö­ zünde kamusal alandaki varlıklarını meşrulaştırıcı bir etki ya­ ratıyor. 5 Kadınların özel alanın kavramsal haznesini kamusal alana devşirerek siyasette varolan terminoloj ik sınırları muğ­ laklaştıran böylesi bir meşrulaştırma taktiğine ihtiyaç duy­ malarının temel nedeni, milliyetçi ideoloj inin onları özel ala­ na hapseden ve onlar için kamusal alanda herhangi bir başat rol öngörmeyen muhafazakar ve pragmatik söylemsel kurgu­ su tabii. Aslında milliyetçi ideolojinin kadınlar söz konusu olduğun­ da, kamusal alanla özel alan arasındaki sınırları bir yandan katı bir biçimde çizerken, diğer yandan muğlaklaştırdığı ve bu ha­ liyle kadınların kendileri için öngörülen keskin sınırları ihlal etmelerini kolaylaştırdığı söylenebilir. Bir milletin mensupları birbirlerini hiç tanımasalar, görmeseler dahi hepsinin zihnin­ de toplamlarının hayali yaşar. 6 Bu hayal milletin mikro ölçek­ teki devamı addedilen ailede cisimleşir. Milliyetçi ideoloji, ba­ şat "kutsal" dayanaklarından biri olan millet tahayyülünü aile analoj isi vasıtasıyla kurar. Milliyetçilik, milleti oluşturan kişi­ ler arasında bulunduğu varsayılan bağı temsil eden ve "doğal" 5

Kadınların görüşmeler esnasında biraz politik ifadeler kullandıklarında ya da propagandayı çağrıştıran sözler sarf ettiklerinde mutlaka hemen ardından gül­ meleri ve kendileriyle ve söyledikleri şeyle dalga geçmeleri, siyasetle kendile­ ri arasında eril ideolojik söylemin ördüğü , onların da belki stratejik olarak be­ nimsedikleri kalın duvarın cisimleşmiş hali niteliğindeydi.

6

Benedict Anderson, Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayı lması (İstanbul: Metis Yayınlan, 2009 ) , s. 20.

116

bir birliktelik modeli olan aileye benzetilen milletin, 7 mensup­ ları tarafından uğrunda her türlü fedakarlığı yapabilecek ölçü­ de sevilip sahiplenilmesini talep eder. Görüştüğüm kadınla­ rın hepsinin millet algısı da, temel bir başvuru kaynağı olan ai­ le metaforundan hareketle şekillenmiş gibi görünüyordu . Ka­ dınlar, mensubu oldukları millete duydukları sevgi ve bağlılı­ ğı, mensubu oldukları ailelere duydukları sevgi ve bağlılıkla eş­ değer görüyor ve millet mefhumuna yoğun bir duygusal yatı­ rım yapıyorlardı: Vatan duygusunu biraz aile duygusuyla benzeştiriyorum in­ san ailesiyle ilgili bi problem olduğunda nasıl bununla ilgilen­ mek tabiyatındansa bence daha geniş ailesi olan milletiyle ilgi­ lenmek de bu derece insanidir ve olması gerekendir. (Gülsüm)

Kadınlar aileyi yalnızca mensubu oldukları milleti tahayyül etmekte değil, içinde bulundukları siyasal yapılarla olan iliş­ kilerini anlamlandırmakta da araçsallaştırarak kullanıyorlar­ dı. Parti ya da Ocak'la olan bağlarını profesyonel bir siyasi an­ gaj mandan ziyade, enformel ve duygulara dayalı bir ailevi iliş­ ki gibi kurguluyorlardı. Zihinlerinde, özel hayatları ve siyaset arasında son derece net ve mutlak bir süreklilik söz konusuy­ du . Örneğin Filiz, Ocak'taki davranışlarıyla aile içindeki dav­ ranışları arasında bir paralellik kurarak nasıl ki aile büyükle­ rinin karşısında bacak bacak üstüne atmıyor, onların sözü­ nü dinliyor ve onlara saygı duyuyorsa, teşkilattaki hal ve tav­ rının da aynı mantıkla işlediğini anlatıyordu . Ailesinden aldı­ ğı terbiyenin aslında "Ocak'ın realitesi" olduğunu söylüyordu . MHP'de görevli olan Hülya ise partisine olan bağlılığını anla­ tırken ondan ailesinin bir ferdi, hayatının doğal bir parçasıy­ mış gibi bahsetti ve uzun yıllar partiye hizmet etmiş biri ola­ rak başka partilerden çok büyük makam teklifleri aldığını an­ cak onlara tek bir yanıt verdiğini söyledi , "Benim tabutum üç hilalli bayraktır ! " 7

Nükhet Sirman, " Kadınlann Milliyeti", Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce: Mil­ liyetçilik içinde, Tanıl Bora ve Murat Gültekingil (der.) (lstanbul: iletişim Ya­ yınlan, 2009 ) , s. 232. 117

Milliyetçi kadınlar, özel hayatlarıyla siyaset (kamusal alan) arasında kurdukları bu süreklilik ilişkisinin bir devamı olarak gelecekle ilgili kişisel beklentileri ve kaygılarından bahseder­ ken de, kendi geleceklerini asla ülkenin, milletin geleceğinden ayrı görmediklerini, kişisel kaygılardan ziyade ancak ülke adı­ na kaygı duyabileceklerini, kişisel plan ve beklentilerden çok millet adına ya da milletine faydalı olmak adına plan ve beklen­ tileri olabileceğini dile getirdiler. Belli ki kavramlar üzerinden konuştuklarında kadınlar mensubu oldukları milleti tam an­ lamıyla bir adanmışlık duygusu içinde sahipleniyorlardı. Öte yandan ülke gündemi ve somut meseleler üzerinden konuşma­ ya başladıklarında, anlattıkları hikayeyle bu hikayeyi gerçekli­ ğe uydurmak arasında bir zorluk yaşadıkları göze çarpıyordu . ideal olanla somut olanın zihinlerinde sık sık çakıştığı satır ara­ larında açığa çıkıyordu . Zira ideoloj inin normlarıyla kişisel de­ neyimleri arasında hiç kapanmayan bir açı vardı. Örneğin Ber­ na, sokakta yürürken milliyetçiliğini yaptığı insanı kolay bula­ mamaktan yakınıyordu . Nalan konuşması esnasında , "Bu ül­ ke bana gelecek vermiyor bu ülke bana umut vermiyor bu ülke benim hayal kurmama izin vermiyor yani ben daha adil bi ül­ ke isterdim," deyiveriyordu . Belkıs, milli değerlerin elden git­ mesine üzülürken bunu günümüz Türkiye'sinde aile mefhu­ munun yozlaşmışlığına ve yok olmasına bağlıyordu. Ayşe ma­ neviyat yönünden çok zayıf bir nesil yetiştiğinden dem vuru­ yor, Hülya kültür emperyalizmine uğramış bir Türk gençliği­ nin varlığından şikayet ediyordu. Hilal ise, "Bizim arzu ettiği­ miz idealist gençlik bu değil," diyordu . Şüphesiz kadınların uğ­ runa her şeylerini feda etmekten bahsettikleri, aileleriyle eşde­ ğer gördükleri millet mefhumu , sözünü ettikleri milli kimliğin­ den ve değerlerinden uzaklaşmış olan insanlar toplamı değildi. işte ideolojinin öngördüğü duygularla kişisel deneyimlerin bi­ rer çıktısı olan duygular arasındaki bu gerilim, kadınların hare­ ketin resmi söylemiyle öznellikleri arasında savrulmalarına yol açıyordu . Resmi söylem içinden anlamlandırdıkları millet gi­ bi "kutsal" mefhumlar, gündelik yaşamın hakikatiyle bir tür­ lü eşleşmiyordu . Bu gerilim ve savrulma hali, kadınların duy118

gu yüklü milliyetçilik anlatılarında sıklıkla açığa çıkan hakim bir örüntüydü. Milliyetçi ideoloj inin repertuarında kutsiyet atfedilen mef­ humlardan bir diğeri olan devlet, kadınların milliyetçilik anla­ tılarında gerilim ve savrulma haline sebep olan bir diğer uğrak­ tı. Kadınlar devlet mitosuna Türklüğün temel bir bileşeni ola­ rak, milliyetçi hareketin "devlet-i ebed müddet" düsturunda açığa çıkan aşkın ve ilahi bir anlam atfediyorlardı. Diğer yan­ dan 1 2 Eylül Darbesi ve arkasından gelen askeri yönetim sü­ reci , ülkücü hareketin tarihindeki en büyük travmaydı ve bu travmanın faili devletin ta kendisiydi. 1 970'lerde komünizme karşı mücadelede devlete yardımcı kuvvet olma misyonuyla hareket etmiş olan milliyetçi hareket mensupları, darbeyle bir­ likte Türkeş'in de diğer parti liderleri gibi kontrol altına alın­ masını ve militan tabanın cezaevlerine doldurulmasını büyük bir hayal kırıklığı ve takiben kimlik bunalımıyla karşılamıştı. ülkücü misyonla 12 Eylül misyonunu özdeşleştirme çabaları­ nın bir çıktısı olarak okunabilecek "fikri iktidarda kendi zin­ danda" şiarı dahi cunta yönetimi üzerinde herhangi bir etki ya­ ratmamış, 1 2 Eylül davası sonucunda dokuz ülkücü idam edil­ mişti. 8 Milliyetçi kadronun tarihinde ilk kez devlet terörüne maruz kalması, hareket içinde devlet ve rejim karşıtı bir kana­ dın doğmasına ve ideolojik ve kurumsal düzeyde ayrışmalara neden olsa da 1 990'larla birlikte daha sonra bahsedeceğim Kürt meselesinin kazandığı ivme vesilesiyle devletin polisi ve ordu­ suyla birlikte kararlı bir mücadeleyi benimsemesi , milliyetçi hareketin özlemini duyduğu "kutsal devlet" idealini anımsata­ rak hareket mensuplarının devlete tekrar yakınlaşmasını sağla­ dı. 1 990'lardan itibaren MHP'nin resmi söylemi, hareketin dev­ lete hiçbir zaman küsmediği, küsemeyeceği yönünde olacaktı. 9 Milliyetçi kadınların devlete dair algı ve anlatıları, resmi söy­ lemin vaz ettiği, sadakat, güven ve bağlılık ile darbe deneyimi8 9

Tanı! Bora ve Kemal Can, Devlet Ocak Dergah: 1 2 Eylül'den 1 990'lara Ülkücü Hareket (İstanbul: lletişim Yayınları, 2007) , s. 1 0 1 - 102. Bora ve Can , Devlet ve Kuzgun: 1 990'lardan 2000'lere MHP (İstanbul: lletişim Yayınları , 2004) , s. 1 4 3 . 119

nin yarattığı hayal kırıklığı ve öfke duyguları arasında salına­ rak şekilleniyordu . Kadınlar resmi söylemden hareketle 1 2 Ey­ lül'ün faturasını devlete değil devletin başındaki şahıslara kes­ me eğilimindeydiler; faili devlet olarak değil, Kenan Evren ve cunta rejimi olarak kodlamışlardı. Darbe deneyiminden bahse­ derken milliyetçi hareket mensuplarına yaşatılan acıların so­ rumlusunun zihinlerindeki "kutsal" devlet olmadığını sıklık­ la dile getirdiler: Ülkücüler devletine hiç küsmedi . . . (Hilal) Hükümetler hata yapar, hükümetin başındakiler hata yapar ama benim devletim hata yapamaz , yapmaz !

Bu

o

dönemki

yönetimin bir hatasıydı. (Filiz)

Diğer yandan 12 Eylül deneyiminin milliyetçi kadrolarda ya­ rattığı "kullanılıp yüzüstü bırakılma" duygusu, kadınların dev­ let için fedakarlık yapma hususunda konuşurken mutlaka bir şerh koymalarına neden oluyordu . Ayşe insanların ülkücüleri ülkenin sigortası olarak gördüklerini ancak artık devletin poli­ si, j andarması ve askeriyesi olduğunu dile getiriyor ve "Ülkü­ cüler bu ülkenin jandarması değil ! " diyordu . Kadınların devlet algısı da son derece kaygan ve kırılgan bir söylemsel düzlem­ de şekilleniyordu . Kadınlar bir yandan devlete sadakat ve dev­ letle uyum gibi ideolojik kaidelere sadık kalarak devletin çok kıymetli bir kurum olduğunu , tartışılacaksa dahi ihtiyatla, yıp­ ratılmadan tartışılması gerektiğini dile getiriyor, diğer yandan ise milliyetçi normların vaz ettiği devlete biat etme kültürünü eleştiriyor ve yeri geldiğinde devletten de hesap sorulması ge­ rektiğini düşünüyorlardı. Bu vesileyle ideolojik normlar ve so­ mut deneyim ve hissiyatlar arasındaki açı bir kez daha ortaya çıkıyordu. Bununla birlikte kadınların içine düştükleri savrulma ha­ linin yalnızca devlet algısına değil , genel anlamda ideoloj i­ nin tüm kutsallaştırılmış dayanaklarıyla bağlantıları üzerinden kurdukları anlam dünyasına hakim olduğunu belirtmek gere­ kiyor. Nitekim 1 2 Eylül'ün milliyetçilerin devlet algısının ya1 20

nı sıra ordu algısında da ciddi anlamda bir tahribat yarattığını söylemek mümkün görünüyor. Milliyetçilerin ideolojik reper­ tuarında ordu Türk milletinin ortaya çıkışından itibaren bir or­ du-millet olageldiği iddiasıyla ve aleme nizam verme ülküsünün aracı olarak güçlü bir orduya sahip olunması gerektiğine inanç­ la halihazırda son derece pozitif anlamlar ihtiva eden bir kut­ sallaştırılmış dayanaktır. 1 2 Eylül'ün yarattığı tahribatın onarıl­ ması l 990'lı yılların Kürt meselesi üzerinden şekillenen siyasal atmosferi içinde MHP'nin orduya da sadakatini tazelemesiyle kısmen gerçekleşmiş olsa da, aslında milliyetçi cenahın zihnin­ deki şanlı ordu mefhumuyla hakikatteki ordu arasında yıllar­ dır ciddi bir yarığa neden olan çok daha temel bir etken vardır: Ordunun Kemalist-laisist çizgisi. Görüştüğüm milliyetçi kadın­ lardan başörtülü olan Gülsüm'ün anlattıkları, başörtüsüne re­ feransla ordu mefhumu ve hakikati arasındaki gerilim hattını açığa çıkaracak nitelikteydi. Gülsüm bir yandan ordunun Türk milletinin kutsallarından biri olduğunu ve tartışmaya dahi açıl­ maması gerektiğini düşünüyor, diğer yandan gündelik hayatta ordunun Kemalist çizgisi nedeniyle yaşadığı ayrımcılık dene­ yimleri onun orduya olan sevgi ve sadakatini sarsıyordu: Mesela ben başörtülüyüm ve GAT A'da bi arkadaşımı ziya­ ret etmeye gittim. Rahatsızlanan bi arkadaşımı çok da ciddi bi operasyon geçirmişti. Başörtümüm iğnesini çıkarmak zorunda kaldım kapıda , bence insanlık dışı bi uygulama ! Ama bu Türk ordusunun şerefine veya itibarına zarar getirmez, o bi mef­ hum. Fakat TSK'nın bu uygulaması insanı irrite eden, rahat­ sız eden, üzen ve insan haklarına da aykırı olduğunu düşün­ düğüm bir hadise. Hani bunun için de gidip işte ülkemi Av­ rupa lnsan Haklan Mahkemesi'ne filan şikayet etmem bu be­ nim ülkem ve ben bunu hoşgörüyle çözmek zorundayım . . . As­ la TSK'dan nefret edenlerden olmadım ve başörtülü olmam hasebiyle bunu vurguluyorum, hani ülkücülüğüm bunu za­ ten ispat eder ama.

Gülsüm'ün başörtülü bir kadın olarak kendi gerçekliğini var olan ordu kurumunun dine mesafeli gerçekliğiyle eşleştirme121

si zor görünüyordu . Bu hususta konuşurken sıklıkla milliyetçi kimliği ağır bassa da aslında zihnindeki ordu mefhumuyla or­ dunun gerçekteki haline yönelik duyguları arasında sıkışıp ka­ lıyordu. Gülsüm'ün hikayesinden yola çıkarak milliyetçi ideoloj inin bir diğer kutsalı olan lslam'ın ideolojideki ve kadınların anlatı­ larındaki yerini irdelemek yerinde olur. Öncelikle milli kimli­ ğin her zaman dini kimlikle işbirliği içerisinde kendini var et­ tiğini ve bu ikilinin birbirlerini besleyecek biçimde bir arada iş gördüklerini not düşelim. Tam da bu nedenle lslam, Türki­ ye'de milliyetçi söylemin vazgeçilmez bir unsuru olagelmiştir. Ancak özellikle 12 Eylül sonrasında milliyetçi ideoloji içinde lslami kimliğin egemenliği yoğunlaşmıştır. 1 0 Bunun temel ne­ denlerinden biri, darbe sonrası devletin genel anlamda Türk-ls­ lam sentezi politikasına yönelişiyse, diğeri MHP mensuplarının devletten aldıkları darbenin şoku ve bunalımını atlatmak ve bir aidiyet duygusu geliştirmek için lslam'a sarılmalarıdır. Darbe öncesinde yalnızca araçsal ve pragmatik nedenlerle zaman za­ man başvurulan bir kaynak olarak lslam, darbe sonrasında mü­ cadelenin esas dinamiklerinden biri olarak algılanmaya başlan­ dı. Bu eğilim sonraları hareket içi kurumsal bir bölünmeye ne­ den oldu ve Muhsin Yazıcıoğlu gibi darbe döneminde cezaevi deneyimi yaşamış bazı hareket mensupları, "lslam'ın çizdiği sı­ nıra kadar milliyetçi" olduklarını belirterek milliyetçiliği lslam lehine araçsallaştırdılar. 1 1 lslam'ı ideolojik öncüllerinden eşit­ ler arası birinci sayan milliyetçi kadronun sonraları tasfiye ol­ ması ve 1 993 yılında Büyük Birlik Partisi (BBP) çatısı altında toplanması, MHP'nin ideoloj ik repertuarındaki Türkçü motif­ lerin o tarihten itibaren yeniden çağırılışını ve canlanışını be­ raberinde getirdi. Gelgelelim görüşmeler esnasında milliyetçi kadınların lslam'a yaptıkları yoğun göndermeler onların da ls­ lam'ı ideolojik kaynakları arasında ilk sıraya yerleştirdikleri iz10

Bora "Nationalist Discourses in Turkey" , Symbiotic Antagonisms: Competing Nationalisms in Turhey içinde, Ayşe Kadıoğlu ve E. Fuat Keyman (der. ) (Salt Lake City: The University of Utah Press, 20 1 1 ) , s. 73.

11

Bora ve Can, Devlet Ocak Dergaah, s. 28 1 -326.

1 22

lenimini uyandırdı. Kadınların hemen hepsi lslam'ı milliyetçili­ ğin temel bir bileşeni olarak vurguluyor ve milliyetçiliği tanım­ larken dahi lslami aparatlara başvuruyorlardı: Vatanın olmazsa seccadeni serecek yerin olmaz , vatanın ol­ mazsa namusun olmaz, vatanın olmazsa dinin olmaz. (Şefika) Nizam-ı aleme giden yolda aslolan tslamiyet'i taşımak olduğu için, sadece buna en iyi hizmet eden milletin Türkler olduğu­ nu düşündüğümüz için milliyetçiliğini yapıyoruz. Yoksa me­ sela [ milliyetçi ] gelenekle dini bir kural çatıştığı zaman, asla geleneğe bakılmaz . (Berna)

Berna'nın da dile getirdiği gibi kadınlar dini, milliyetçi gele­ nekten ayırarak aralarında tartışılmaz bir hiyerarşi kuruyor ve adeta lslam lehine milliyetçiliği araçsallaştırıyorlardı. Bu eğili­ min görüşmeler esnasında en görünür olduğu nokta bazı ka­ dınların parti ya da ocaktaki varlıklarını "Allah'ın rızasını ka­ zanmak" gibi uhrevi bir motivasyonla açıklamalarıydı . Hem ocaklı hem de partili kadınlar arasında kendisini önce müslü­ man sonra milliyetçi olarak görenler azımsanmayacak sayıday­ dı. Davaya hizmeti , dini bir sorumluluk olarak anlamlandır­ mak onlarda hem yoğun bir manevi tatmin duygusu yaratıyor hem de aslında yine geleneksel rollerinin dışında hareket ede­ rek kamusal alanda oluşlarına meşruluk kazandırmak için sağ­ lam bir referans noktası teşkil ediyordu . Milliyetçi kadınların yoğun bir sevgi yatırımı yaptıkları son kutsallaştırılmış kaynak milliyetçi liderlerdi . Milliyetçi ideo­ loj inin sacayaklarından (lider-teşkilat-doktrin) ilki olan lider kültü, onlar için geniş bir erkek figürler listesini ifade ediyordu. Örneğin Ocaklı kadınların çıkardığı Genç Asena dergisinin her sayısında tekrar eden özelliği, ilk sayfaların sırasıyla "Ata' dan" , "Başbuğ' dan" , "Lider' den" ve "Genel Başkan' dan" başlıklarıy­ la Atatürk, Alparslan Türkeş, Devlet Bahçeli ve Ülkü Ocakları başkanı Harun Öztürk'ün sözlerine ayrılmasıydı. Öyle ki dergi­ lerin tüm sayfalarının üst çerçevesine Atatürk, Türkeş ve Bah­ çeli'nin suretleri yerleştiriliyor ve dergi kadınlar tarafından ade1 23

ta bu liderlerin gölgesinde okunuyordu . Bu durum milliyetçi hareket içerisinde kadınların erkek liderlerin nezaretinde iş gö­ rerek kendilerini sembolik olarak yok ettikleri, 12 kendi sözleri­ ni değersizleştirerek kendi suretlerini görünmez kıldıkları yö­ nünde bir okumaya da kapı aralıyordu. Görüşmelerdeyse kadınlar Fatih Sultan Mehmet'ten Ata­ türk'e, Devlet Bahçeli'den milliyetçi babalarına kadar ideolojik repertuarlarında yer bulan tüm erkek liderlere duydukları say­ gı ve hayranlığı sıklıkla dile getirdiler. En büyük duygusal yatı­ rımı yaptıkları figürse aşkınlaştırarak adeta ilahi bir özellik at­ fettikleri Alparslan Türkeş'ti: 1 3 Başbuğumuysa anlatmak değil yaşamak lazım. Yani ona keli­ meler yetersiz kalır. Başbuğum canlı tarihti, başlı başına can­ lı tarih ! (Hülya) Başbuğumuz Alpaslan Türkeş, böyle hişi yok ! O başka, o sev­ damın mimarı derim ben. Sevdamın mimarı . . . Şimdi Türk mil­ liyetçisi olarak bakış açısı, tavrı, yani böyle hişi var, duruşu , çok başka ! Lider işte yani o başka bişey ! Ben hep diyorum ki sevdamın mimarı başbuğum! (Şenay)

Kadınların Türkeş' ten bahsederken kullandıkları kelimeler, üslup ve takındıkları tavır, lidere duydukları hayranlığın bo­ yutlarını görmek açısından son derece çarpıcıydı. Başbuğ'a yö­ nelik sevginin bu denli duygusal bir terminolojiyle ifadesi, Tür­ keş'in milliyetçi cenahı bir arada tutan kutsallaştırılmış daya­ nakların belki de en sahicisi olmasından kaynaklanıyordu . 12

Sembolik yok edilme kavramı, Gaye Tuchman'ın kadınların kamusal alanda­ ki görünürlüğüne dair medya özelinde geliştirdiği bir kavram olmasına rağ­ men feminist eleştiri açısından son derece işlevseldir. Bkz. Gaye Tuchman, "Introduction: The Symbolic Annihilation of Women by the Mass Media" , Heart and Home: lmages of Women in the Mass Media içinde, Tuchman, Arle­ ne Kaplan Daniels ve james Benit (der. ) (New York: Oxford University Press, 1978), s. v-viii.

13

Milliyetçi ideolojinin vazgeçilmez kuısal kaynaklarından biri olan lider kültü , Türkeş'in varlığında cisimleşmiştir. Türkeş'e atfedilen ve eski Türklerde "baş­ kan" yahut "komutan" anlamına gelen başbuğ sıfatı, onun hareket ve ideolo­ jinin kurucu ilkelerinden birisi olarak aşkınlaştırıp kuısallaştırılmasına vesile olmuştur.

1 24

Sevgi'den nefrete, "biz"den "onlar"a doğru: Öfke ve hıncın mağduriyet dili aracılığıyla inşası Ü lkücü çileyi en iyi bilendir,

Ül kücü ihanete karşı dimdik durabilendir. 1 4

Milliyetçi kadınların milliyetçiliği anlamlandırmaları ve üstlen­ meleri elbette yalnızca sevgi ekseninde gerçekleşmiyordu . Ka­ dınların anlatılarına aynı zamanda yoğun bir mağduriyet söy­ lemi hakimdi ve bu örüntü , hem zihinlerinde "biz" tahayyülü­ nü oluşturmanın hem de "biz"in dışında kalanlara yönelik hınç ve öfke duygularını geliştirmenin etkili bir aracı olarak iş gö­ rüyordu . Fethi Açıkel, 1 5 Türk-lslam sentezinin siyasal psikanalitik bir okumasını yaptığı ufuk açıcı makalesinde, mazlumluk psikolo­ jisinin ürettiği eziklik söylemlerinin intikamcı bir tazmin duy­ gusunu ve iktidar istemini nasıl biçimlendirdiğini anlatır. Kut­ sal Mazlumluk olarak kavramsallaştırdığı ruh halinin, aslın­ da Türk sağının tüm bileşenlerine işlemiş olan bir ideoloji ola­ rak kavranması gerektiğini iddia eder. Kutsal Mazlumluk, için­ de acı, ıstırap , çile ve hınç söylemlerini barındıran ve bu söy­ lemlerin gündelik yaşamdan siyasal alana naklini mümkün kı­ lan bir ideoloj idir. Mazlum, bir yandan sınırsız bir sevgi ve şef­ kate gereksinim duyarken diğer yandan patoloj ik bir biçimde iktidar istemi ve intikam duygusuyla doludur. "Dünyanın acı­ masızlığı" , "Avrupa'nın nankörlüğü " , "sisteminin adaletsizli­ ği'' , "hayatın zalimliği" ve "feleğin kahpeliği" karşısında ben­ ideali tehdit altına girmiştir ve bu tehdit algısının getirdiği kor­ ku ve kaygıya , itilip kakılmanın, horlanmanın , haksızlığa ve ihanete uğramanın neden olduğu hınç ve öfke eşlik eder. Maz­ lum, tarihi kendinden doğru bir mazlumluk manzumesi olarak okur ve geçmişi hatırladıkça, acısını canlandırdıkça hıncı daha da katlanır. Bu nedenle mazlumun geçmişi hatırlaması, basitçe bir kutsama ve yüceltmeye değil, bugünkü mücadelesinde ona 14

Genç Asena dergisi, 1 5 (2006), s. 26.

15

Fethi Açıkel, "Kutsal Mazlumluğun Psikopatolojisi " , Toplum ve Bilim, 70 ( 1 996) , s . 1 53- 1 98. 1 25

dirayet verecek, ivme kazandıracak bir hesaplaşma duygusunu ve intikam arzusunu canlı tutmaya yarar. Açıkel'in açtığı hattan girecek olursak, milliyetçi kadınların sıklıkla başvurdukları mağduriyet söylemine esasen geçmişi acı ve haksızlığa uğramışlık temelinde hatırlayarak yaslandıkları söylenebilir. Geçmişi bir mazlumluk manzumesi olarak hatırla­ mak, kadınların geçmişin deneyimleri üzerinden bugünü ihtiyat ve öfkeyle kurmalarını mümkün kılıyordu. Bu psikoloji yine ha­ reketin ideolojik kutsallarıyla, bu kutsalların tarihsel ve toplum­ sal karşılıkları arasındaki çelişkiye evriliyordu. Örneğin l 980 As­ keri Darbesi'nin kadınların başvurdukları en yoğun mağduriyet anlatısı olması, bu tarihsel momentin milliyetçi söylemin kuru­ lumunda son derece merkezi bir yer işgal ettiğini gösteriyordu . Kadınların anlattıkları, kutsal devleUordu ile darbeci devlet/ordu çelişkisini bu kez mağduriyet temelinde açığa çıkarıyordu : 80 Darbesi'yle birlikte biz devletten çok pis bi darbe yedik. Devletten yediğimiz darbenin anlatılacak bi tarafı yok ya­ ni Kurt Bakışı diye bi kitap var. O kitapta yapılan işkencele­ rin bi kısmını okursunuz, aklınıza gelecek gelmiyecek her tür­ lü işkence çeşidini ülkücüler gördü . Ülkücüler bunun yanın­ da idam edildi ve bunu yaparken gerçekten bu ülkenin milli­ yetçi damarlan da çok ciddi bi şekilde zedelendi. Bu ülkede bi­ zim yaklaşık iki bin sekiz yüz küsür şehidimiz var. Biz bunla­ nn hiçbirisini anlatamadık biz bunlan anlatamamanın yanın­ da biz 80 dönemiyle yüzleşemedik gidip de, "Allah belanı ver­ sin Kenan Evren," diyemedik. (Nalan) Yani o dokuz tane arkadaşımızın idamını onaylayan Kenan Evren'e hiç bi ülkücü hakkını helal etmiyecektir. Yani adil ola­ lım diye bi sağdan bi soldan astık diyen bir zihniyet ! İnsanlar suçlu mudur değil midir diyen bi zihniyete bizim iki cihanda da hakkımız helal değildir. (Hilal) Maalesef 1 2 Eylül, ülkücüler ü zerine kıyım yapılmak üze­ re planlanmış bir ihtilaldir . . . Dokuz tane Gazi Eğitim'in şehi­ di var hepsi benim arkadaşım hepsini birebir tanıyorum, bi1 26

riyle 1 5 dakika öncesine kadar beraberdik, Alparslan gözü­ mün önünde vuruldu, Adnan köylümdü yani hepsi benim ar­ kadaşımdı. Onlar canlarını verdiler, yaşasalardı onların da be­ nim gibi evi olacaktı, torunu olacaktı, çocuğu olacaktı . . . Yani ben diyorum 30 yıl oldu ben arkadaşlarımı toprağa vereli, 20'li yaşlarda biz arkadaş acısı gördük, onu gömdük içimize. Acıyla karşılaştık bakın üzüntüyle değil, yani üzüntü ve acı çok fark­ lıdır, o arkadaşlarımız bizim için acıydı yani. (Ayşe) Tek suçları, ülkücü ve milliyetçi olmaktı, başka hiçbir suçla­ rı yoktu ! (Hülya)

Kadınların milliyetçi hareketin tarihindeki en travmatik de­ neyim olan 1 2 Eylül'e dair anlatılarında işkence , ölüm, acı, ma­ sumiyet gibi kavramlarla aktarmaya çalıştıkları mağduriyet his­ siyatının yanı sıra, tazmin edilememiş bir hınç duygusu da var­ dı. "Kenan Evren' den hesap soramamış olmak" , milliyetçi ha­ reketin "kutsal devlet" söylemiyle yakından ilgiliyken, "Kenan Evren'e hakkını helal etmemek" bu intikam duygusunun ahi­ rete kadar gidecek bir nevi kan davası olarak yaşandığının gös­ tergesiydi. Ayrıca yaşanan deneyimin gündelik hayata dair (ar­ kadaşını kaybetme) bir "acı" olarak kavramsallaştırılması ve milliyetçilere yönelik işkence ve zulmün bir türlü anlatılama­ mış olmasından yakınılması, devletle kurulan "kol kırılır yen içinde kalır" tarzı ilişkinin gerilim hattını da açığa çıkarıyordu . Tam da bu nedenle zulmün faili kişileştirilip hissedilen öfke bastırılmaya çalışılıyor ve hesap sorma ahirete erteleniyordu . Mağdur ama mağrur özneler olarak milliyetçilerse bu vesileyle yüceltiliyordu . Tüm bunlar aynı zamanda "iade-i itibar" , "ikti­ dar" , "saygınlık" ve "hınç" arayışının, dolayısıyla güç isteminin bir göstergesiydi. Üstelik geçmişi "acı" ve "haksızlığa uğramış­ lık" hissiyatı çerçevesinde hatırlamak, hem hareketi yüceltme­ ye hem de milliyetçi kadınların aidiyetlerini ve mücadele etme arzularını güçlendirmeye yarıyordu. Milliyetçi kadınların yaslandıkları mağduriyet söylemi , 1 2 Eylül'ün yanı sıra şehitliğe ve şehitlere dair algılar ve anlatılar­ da da yoğun bir biçimde açığa çıktı. Ülkü Ocakları'ndaki kadın1 27

ların, yaptıkları faaliyetlerden bahsederken sıklıkla şehit ailesi ziyaretlerini belirtmeleri , çıkarılan dergilerin hemen her sayı­ sında şehitler üzerine ajitatif yazılar bulunması, yine dergilerin kapak fotoğraflarında Türk bayrağına sarılı tabut ve etrafında ağlayan kadınlar gibi görseller kullanılması, hatta derginin bir sayısında 1 9 7 1 - 1 980 yılları arasında ölen 487 ülkücünün isim­ lerinin tek tek anılması, şehitliğin ve şehitlerin Türk milliyetçi­ liği ideolojisinin kemikleşmiş ma ğduriyet ve güç kaynakların­ dan biri olduğunu gösterir nitelikteydi; Anam dedin Babam dedin Atam dedin bayrağa/ Hem al bayrak oldun işte , hem bayrakta al oğul. (Genç Asena, 2006: 1 5 , ka­ pak fotoğrafı) Tabiri caizse ateş çemberinden geçen bir ailenin çocuğuyum. En son beş yıl evvel de Mamak'ta yatan dayımın oğlu Has böl­ gesinde, Hatay'ın Has bölgesinde PKK kurşunuyla şehit oldu ! Bizi yıldıramazlar yıldıramazlar ! (Hülya) Yani biz bu dava için ter dökmüşüz ne ki, onlar canını verdi­ ler. (Ayşe)

Şehitliğe yapılan onca vurgu , milliyetçi kadınların gözün­ de hareketin kutsallığını perçinleyen, onu yücelten ve böyle­ ce hareket mensuplarının aidiyet ve dayanışma duygularını , "hınç"larını, ayakta kalma mücadelelerini diri tutan, güçlendi­ ren bir işlev görüyordu . Üstelik şehitliğe ve şehitlere referansla inşa edilen intikam duygusu , ölümün yarattığı acıya dayandı­ rılarak meşrulaştırılıyordu . Milliyetçi kadınların mazoşizan bir biçimde kendilerinin harekete katkılarını ve hizmetlerini şehit­ lik-ölüm gibi kutsallar karşısında değersizleştirmeleriyse, ta­ kındıkları çileci tutumun göstergesiydi. Kurulan mağduriyet söylemi, beraberinde hareket mensup­ larının içlerinde biriken hınç ve öfkenin başkaca kaynaklara yöneltilmesini de getiriyordu . Kadınlar milliyetçi hareketi baş­ kalan tarafından değersizleştirilen, itibar görmeyen, hakkı ve­ rilmeyen, dışlanan, kullanılıp kenara atılan, görmezden gelinen mazlum bir hareket olarak algılıyor ve aktarıyorlardı; 1 28

Bu ülkede milliyetçi olmak bi anlamda görünmemeyi, şimdi Batı'nın bi şeyi vardır ya sana en büyük zararı seni görmeye­ rekten verir. Amuda kalkarsın canı seni görmek istemiyosa ke­ sinlikle görmez ve bu ülkenin yaptığı da bu . Bu ülkenin hep­ si milliyetçidir falan biz gülüyoz . . . Ezanı savunan ben, bayra­ ğı ben vatanı ben, aldığım oy yüzde 7 ha ha ha ha . . . . Bugün bi Kızılay'da bi bayrak yakıldığında kimse nerde bu AKP demez, nerde bu MHP derler. Hani kardeşim bana saygı ilgi destekte yok ! Ama bi şey feda edilecekse nedense gözler bize döner ya­ ni. (Nalan)

Nalan'ın bu sitemi , içinde milliyetçi hareket mensupları dı­ şındaki herkese karşı yoğun bir öfkeyi de barındırıyordu . Ben­ zer şekilde Hülya da hareketin dışındakileri milliyetçileri tanı­ mak için herhangi bir çaba sarf etmemekle, hatta milliyetçile­ ri yanlış tanımlayarak itibarlarını zedelemekle suçluyordu. Hi­ lal'se bu eğilimi dizilere bağlıyor, dizilerde sol tandanslı sena­ ristlerin hep " tipten kaybedenleri" ve "eli kanlı katilleri" ülkü­ cüler olarak göstermelerini eleştiriyordu . Tüm bu mağduriyet anlatılarının dışında bir de kadınların sırf harekete mensubiyetlerinden kaynaklanan, ödün vermek, fedakarlık etmek, çile çekmek gibi fiiller etrafında kurdukları bireysel mağduriyet deneyimleri vardı. Örneğin Ayşe hem ken­ disi hem de eşi ülkücü olduğu için atamalarının yapılmadığı­ nı, yıllarca işsiz kaldıklarını, ölüm tehdidi dahi aldıklarını iddia ediyordu . Hülya ise şunları söylüyordu : "Biz bu vatanı karşı­ lıksız sevdik ! Gerçekten de böyle, hakikaten de karşılıksız sev­ dik, hiçbir karşılığı olmadan tam tersi ailemizden, okulumuz­ dan çocuklarımızdan ödün vererek, hatta hayatımızdan da ! " Kadınların milliyetçi harekete kutsallığa varan bir değer at­ fetmelerini sağlayan mağduriyet anlatısı , hepsinde milliyetçi ideoloj inin birer bileşeni olarak güçlü bir aidiyet bilinci oluş­ turmuştu . İçinde mağdur oldukları sistemin ortak bilinçte ya­ rattığı öfke ve hıncın düşmanlık ve nefrete dönüşmesiyse, olu­ şan kolektiviteye yönelik daha somut tehdit nesnelerinin söy­ lemsel inşasını gerektiriyordu . 1 29

"Düşmanlık ve nefret"in nesneleri: AKP meselesi, PKK ve Kürtler1 6 Türk milliyetçiliğinin kimlik kurgusunda kurucu öğelerden bi­ ri de kutsallaştırılmış dayanaklara yönelik tehdit algısıdır. Yu­ karıda değindiğim öfke ve nefret duygularının yanı sıra düş­ manlık, kaygı ve korku bu tehdide karşı geliştirilen reaksiyo­ nun duygusal eksendeki kurucu unsurlarındandır. Tehdit algı­ sının yarattığı güvensizlik hissi kolektif bir kaygı ve korkuya, korkuysa öfke ve düşmanlığa ve nihayet algılanan tehdit nes­ nesine yönelik nefrete tercüme edilir. Böylece sevginin yarattığı biz tahayyülüne karşılık nefret onlar tahayyülünü yaratır. Nef­ ret de tıpkı sevgi gibi çok mekanlı ve mobilizedir. Farklı nesne­ ler arasında gezinerek ve dolayısıyla çoklu bir onlar tahayyülü oluşturarak kendini sürekli var eder. 1 7 Nefret nesneleri zaman zaman birbirleriyle yer değiştirir, birbirlerini ikame ederler. Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkışından itibaren tehdit nes­ neleri konjonktürel olarak değişse de tehdit algısının kendi­ si, milliyetçi duyguları besleyip kadim kılmaya devam etmiş­ tir. Mesut Yeğen'e göre Türk milliyetçiliğinin ortaya çıktığı dö­ nemdeki büyük öteki si 1 8 geleneksel lslami geçmişken, sonrala­ rı gayrimüslimlik ve dışansı, 1 970'li yıllarla birlikteyse komü­ nizm olmuştur. Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku'nun çökme­ siyle komünizm temel tehdit nesnesi olmaktan çıkmış, yerini 1 980'li yıllarda boyutlanan ve 1 990'larda alevlenen Kürt mese­ lesine bırakmıştır. Kürt meselesi, yalnızca rejime sunduğu teh­ ditle değil , kamusal alan-sivil halk düzeyinde yarattığı alarm duygusuyla da gündelik hayatta milliyetçi duyguların manip16

Elbette milliyetçi ideolojinin nefret nesneleri AKP, Kürtler ve PKK ile sınırlı değildir. Nitekim kadınlar görüşmelerde komünizmden Batı'ya , Avrupa Birli­ ği'nden emperyalizme kadar pek çok düşmana ufak göndermeler yaptılar; an­ cak, en yoğun duygusal yatınını yaptıklan nefret ve düşmanlık nesneleri reel­ politik konjonktürün bir yansıması olarak AKP, Kürtler ve PKK olduğu için, analizi bu uğraklarla sınırlandınyorum .

17

Ahmed, "Affective Economies" , s. 1 1 9.

18

Büyük öteki, Mesut Yeğen'in bahsettiğimiz tehdit ve nefret nesneleri yerine kullandığı Lacan'cı bir kavramdır. Bkz. Yeğen, "Türk Milliyetçiliği ve Kürt So­ runu" , Modem Türkiye'de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik içinde, s. 880-892.

1 30

le edilmesine yol açmıştır. Bu atmosferde MHP ve ülkücü hare­ ket rahat bir nefes alma imkanı bulmuş ve darbe dönemi son­ rası itildiği marjlardan siyasetin merkezine doğru kayma fırsa­ tı yakalamıştır. 1 9 Milliyetçi hareketin entelij ensiyası başlarda Kürtlerin as­ lında "dağ Türk'ü" olduklarına yönelik iddialardan hareket­ le bir inkar söylemi geliştirmiş, bu meseleyi bölücü komünist­ lerin oyunu veya Haçlı planlarının bir parçası olarak yorumla­ mışlardır. Taban nezdindeyse Kürtlerin bir etnisite olarak var­ lığını kabul eden, ancak onları gayri medeni bir etnik grup ola­ rak aşağılayan ırkçı bir söylem yaygınlaşmıştır. Tabanın bu eği­ limi l 990'ların ortalarına doğru parti ve hareketin üst kademe mensupları arasında da kabul görmüş ve Kürt kimliğinin inka­ rı yerine, bir tehdit unsuru ve "düşman" olarak kabulü söz ko­ nusu olmuştur. Aslında Türk milliyetçiliğinin kurucu psikolo­ jik motifi olan tehdit algısı ve beka kaygısının kökenleri, impa­ ratorluğun kaybının Türkler üzerinde yarattığı travmada yatar. Tarihsel olarak tehdit unsurları çeşitlilik arz etse de beka kay­ gısı, Türk milliyetçiliğinin psikoloj ik kurgusunda bir devam­ lılık içerisinde merkezi bir yer işgal etmiştir. Son otuz yılday­ sa bu algı Kürt meselesi üzerinden güçlendirilmiş ve bu mese­ le bölünme paranoyasına sağlam bir psikolojik zemin teşkil et­ miştir.20 Kürt meselesinin milli bekaya yönelik bir tehdit unsuru ola­ rak kodlanması milliyetçi kadınların geleceğe yönelik kaygı ve beklentilerinden bahsettikleri anlatılarında da son derece görü­ nür oldu. Kadınlar sıklıkla gelecekten büyük bir kaygı ve kor­ kuyla bahsederek "ülkenin elden gideceği" yönünde değerlen­ dirmeler yaptılar. Bu teyakkuz hali beraberinde milliyetçi ide­ olojinin kaba söylemsel klişelerine başvurmalarını da getirdi. Kadınların bölünme paranoyasına iç ve dış mihrakların Tür­ kiye üzerinde oynadıkları "büyük oyunlar" örüntüsü eşlik et­ ti. Hepsi Türkiye'nin en büyük sorununun bölücülük olduğu­ nu, ülkenin var olma ve yok olma noktasında olduğunu düşü19

Bora ve Can, Device, Ocak, Dergah,

20

A.g.y., s . 95.

s.

580-58 1 .

131

nüyor ve son derece vahim bir Türkiye tablosu çizmek husu­ sunda adeta birbirleriyle yanşıyorlardı; Bence Türkiye'nin en büyük sorunu kurulması hayal edilen Kürdistan proj esi ! Benim için Türkiye'nin en büyük sorunu Çanakkale'deki şehitlerimin aç sefil aldığı toprakların Kürdis­ tan olarak kurulması. Benim için en önemlisi bu. Ben karnım doyduğunda sallanmayan bir Türk bayrağı varsa ben o tok ka­ rını istemiyorum! (Şenay) Türkiye'nin üzerinde oynanan çok büyük oyunlar yani bu be­ ni çok korkutuyor. (Şefika) Varolma ve yok olma noktasındayız . lnanın böyle düşünüyo­ rum. (Hülya)

Kadınların yoğun bir alarm duygusu içerisinde ajitatif bir biçimde ifadelendirdikleri bu kolektif korku ve kaygılar, re­ el-politik düzlemde Kürt meselesi özelinde yaşanan konjonk­ türel gelişmelerle doğrudan bağlantılıydı. Görüşmelerin yapıl­ dığı dönem AKP hükümetinin Kürt Açılımı proj esinin henüz tazeliğini , güncelliğini ve toplumun belli kesimleri nezdin­ de inandırıcılığını koruduğu bir dönemdi. Kürt Açılımı proj e­ si milliyetçi cenahın zihninde "vatana ihanet" ve "ülkeyi par­ çalama" proj esi olarak karşılık buldu . Bu da beraberinde mil­ liyetçi kadınların Kürt meselesiyle ilgili değerlendirmelerini AKP'nin Kürt Açılımı projesi üzerinden yaparak, yer yer ırkçı göndermeler barındıran düşmanlığı , bölünme sürecinin temel aktörü olarak gördükleri AKP'ye yöneltmelerini getirdi.21 On­ lara göre ortada bir Kürt meselesi yoktu , AKP meselesi vardı. Bu hedef sapması daha önce de bahsettiğimiz milliyetçi söy­ lemde nefret nesnelerinin çok mekanlılığı ve yer yer birbirleri21

1 32

Burada elbette AKP'yi milliyetçilikten azade bir siyasi parti olarak konumlan­ dırmıyoruz. Şüphesiz AKP günümüzde ana akım milliyetçiliğin en temel sa­ vunucusu ve taşıyıcısı olarak iş görüyor. Dolayısıyla MHP ve AKP arasındaki Kürt Açılımı vesilesiyle yoğunlaşan bu antagonizmayı daha çok merkez-çeper milliyetçilikleri arasındaki bir gerilim olarak okumak yerinde olur. Değilse bu yorum milliyetçi cenahın Kürtlerle bir problemi olmadığı yahut AKP'nin mil­ liyetçi olmadığı gibi yanlış okumalara sapabilir.

ni ikame etme hallerini açığa çıkarmak açısından da iyi bir ör­ nek teşkil ediyordu . Etnisite siyasetiyle bu millette bi kere, farklı bir bilinci, millet bilinci uyandırmaya başlaması ve insanların bu kimlikle ken­ dilerini ifade etmeye başlaması, bunun da Türkiye'de bir bö­ lünme sürecini yaratması beni en çok rahatsız eden kısmı bu . Bakın dokuz sene öncesine kadar bu millet, işte kendini ben Kürt'üm diye ifade ediyor, ben bilmem Türkmen'im diyor ve­ ya biz çok fazla söylemiyorum bunu ama özellikle işte Doğu , Güneydoğu, Karadeniz , etnik siyasetin önünü açtı AKP ve bu uygulanmaya başladı. (Hilal) Ben AKP eşittir PKK diyorum. Hatta AKP'nin yanına KK'yı ek­ lesinler. Aynı parti gözüyle bakıyorum. (Ayşe)

Kadınların AKP'ye yönelik öfke ve düşmanlıkları, yalnızca Kürt meselesi üzerinden şekillenmiyordu . AKP'nin demokra­ si ve özgürlükler konusundaki baskıcı ve otoriteryan tavrını da eleştiriyor ve rej imin AKP'yle birlikte aldığı hali "faşizm" ola­ rak nitelendiriyorlardı. Yine AKP'nin başörtüsü ve dini, siyasi arenada bir rant malzemesi olarak kullandığını iddia ediyor, bu yüzden de özellikle Recep Tayyip Erdoğan'a karşı son derece kişiselleştirilmiş bir düşmanlık ve nefret besliyorlardı. Milliyetçi kadınlar söz konusu Kürt meselesi ve Kürtler ol­ duğundaysa son derece savunmacı bir pozisyon aldılar. Mese­ leye ırkçı saiklerle yaklaşmadıklarını anlatma çabası içerisine girdiler. Öfke , düşmanlık ve nefretlerini asla doğrudan Kürtle­ re yöneltmediler. Bu tavırları ifade etmelerini AKP kadar PKK de bahsi de kolaylaştırdı. Kadınlar etnik bir kimlik olarak Kürt­ lüğü tanıdıklarını, Kürtlerle bir sorunları olamayacağını ısrar­ la vurgularken, söz konusu "Kürtçülük yapanlar" , "bölücüler" ya da PKK olduğunda milliyetçi söylemin kaba klişelerine te­ reddütsüz yaslandılar. Filiz, Kürtlere değil , Kürtçülük yapan­ lara tepki duyduğunu , Melike, Türkiye'nin Kürt sorunu değil PKK sorunu olduğunu , Şenay ve Hilal ise Kürtlerle PKK'yi bir­ birinden ayırmak gerektiğini; zira oturdukları apartmanlarda 1 33

Kürt komşuları olduğunu ve bölücü olmadıkları sürece onlarla herhangi bir sorunları da olamayacağını dile getirerek insanlı­ ğın önemine vurgu yaptılar. Yine de hepsi en çok Kürt meselesi üzerine konuşurken öfkelendi. Öyle ki aralarında "bölücüleri" ve PKK'yi lanetlerken öfkesini ezeli düşman addettiği Ermeni­ lere yönelten de oldu : "Zaten PKK olayı PKK'nın nerden tetik­ lendiğini hepimiz biliyoruz. Menşeini biliyoruz. Daha çok için­ de Ermeniler olduğunu, kandırılmış çocukların içinde olduğu­ nu . . . Kürde PKK'yı ayrıştırmak lazım ! "22 (Hülya) Politik düzlemde Kürt meselesiyle ilgili konuşurken ihtiyat­ lı davranmaya özen gösteren milliyetçi kadınlar, mevzu gün­ delik hayata ve somut durumlara taşındığında biraz bocalıyor­ lardı. Çocukları gelecekte bir Kürt'le evlenmek istese nasıl tep­ ki verecekleri yönündeki soruyu cevaplarken ya çok düşündü­ ler ve ideal cevabı vermeye çabaladılar ya da ihtiyatlarını koru­ yamadılar: Bölücü olmaması şartıyla ! Yani olabilir de şimdi. . . . Yani yapı­ cak bi şi yok, n'apıcaksınız, olabilir . . . (Hilal) Yalla bu çok ııııı ben şöyle dua ediyorum çocuklarıma, vatanı­ nı, bayrağını, ezanını, büyüğünü , küçüğünü , bilen kişiler Al­ lahım nasip etsin. Ondan evvel ülkücü , diyodum açıkçası. Bir kızım bir ülkücüyle evlendi çok şükür çok da mutlular . . . Kıs­ met derim. Allah iyi insanlarla karşılaştırsın. Allahım iyi insan­ larla karşılaştırsın ! (Hülya) Bu Kürt Açılımı olmadan önce , AKP iktidara gelmeden ön­ ce çok rahatlıkla hiç düşünmeden kızım istedi gözüm kapa­ lı verirdim ama şimdi bende nasıl bir ötekileştirme oluştur­ duysa, karşıki insan da bana, onun da bana karşı bi ötekileştir­ me oluşturdu . Onun için çok mı düşünmem lazım. (Nermin) 22

1 34

Kürtlerin Ermeniler gibi gayrimüslim olan "ezeli düşmanlarla" özdeşleştiril­ mesi Türk milliyetçiliğinde sık rastlanan bir söylemsel pratiğe karşılık geliyor. Mesut Yeğen, özellikle Irak'ın işgalinden sonra Kürtlerin yoğunlukla Yahudi­ lerle özdeşleştirildiğinden ve "Yahudi-Kürtler" olarak anılmaya başladığından bahsediyor. Bkz. Yeğen, "Turkish Nationalism and the Kurdish Question" , Ethnic and Racial Studies, Cilt 30, Sayı 1 (Ocak 2007) , s . 1 1 9- 1 5 1 .

Ay ama zor ya anlaşmak halay malay acayip çekiyolar, yeme­ ği. . . Yok yok almazdım ! Şimdi arkadaşlık farklı aileye girmek farklı. Ben onların dilinden falan anlamam . . . . Koyu bir Kürt'e çocuğum da olsa vermezdim almazdım kızım ! Uymazdık çün­ kü . . . . Mümkün diğil olmaz. (Belkıs)

Aslında yukarıdaki tablo, görüştüğüm milliyetçi kadınların teşkilat içindeki konumlarına göre heterojen yapısını da açığa çıkarır nitelikte gibi görünüyor: Yukarıdan aşağı doğru bir oku­ mayla Kürtlerle ilgili görüşlerin gittikçe daha samimi ve gün­ delik ifadelerle ortaya konduğuna tanık oluyoruz. Alıntılar ara­ sındaki bu ton farkı, tamamen görüşmecinin hareket içindeki konumuyla bağlantılı olarak oluşuyor. Oldukça kişisel olan bu soruya ihtiyatla politik cevaplar vermeye çalışan kadınlar, ha­ reket içinde daha çok üst makamlarda görevliyken, düşüncele­ rini daha samimi biçimde ve gündelik hayatın içinden dile ge­ tirenler mahalli makamlarda görev alan kadınlardı. Dolayısıyla siyasetin merkezine olan mesafe azaldıkça kadınlar stratejik dili daha kolay benimserken, mesafe arttıkça daha gerçek ve doğru­ dan yorumların önü açılıyordu . Bu minvalde yukarıda özellik­ le Belkıs'ın söyledikleri kültürel bir kimlik olarak Kürtlüğe da­ ir algı ortalamasını da gözler önüne serer nitelikteydi. Kadınlar tarafından Kürtlüğün etnik ve siyasi bir kimlik olarak tanınma­ sı reel-politik atmosfer gereği daha olağanmış gibi görünse de söz konusu kültür, gelenek ve yaşanan -ya da yaşanması muh­ temel- sahici deneyimler olduğunda ifadeler ayrımcı bir yöne kayarak sertleşiyordu . Kadınların Kürtlere yönelik algılarına dair bir başka göster­ ge , aralarında akrabaları , eşleri yahut kendileri Kürt olan ka­ dınlar olmasına rağmen görüşmeler esnasında onlara doğru­ dan sorulmadığı sürece bunu dile getirmemeleriydi. Kadınlar etnik bir kimlik olarak Kürtlüğü inkar etmeseler de kendi -ola­ sı- Kürtlüklerine şüpheyle yaklaşıyor ve kişisel olarak bu kim­ liği sahiplenmiyorlardı: "Hayır ama nenede falan Kürtlük var. O kadar. . . Öyle bir akrabalarımızda falan da var yani öyle Kürt­ lük. " (Nalan) 1 35

Kürt meselesine dair sohbet güncel politik konjonktür üze­ rinden geliştikçe kadınlardan hem Kürtlerin siyasi arenada temsiline yönelik karşı çıkışlar hem de kültürel kimliklerine yönelik ayrımcılığa varan yorumlar geldi. Ayşe, açılım proje­ sinin somut bir görüngüsü olarak yaşanan Habur deneyimini , Kürtler söz konusu olduğunda siyasi arenada verilen tavizle­ rin bir sonucu olarak okuyor ve siyaseten önlerinin kapatılma­ sı gerektiğini ifade ediyordu . Hilal BDP'yi "bölücülerin partisi" olarak nitelendiriyor, onlara demokratikleşme ve insan hakları adına sunulan olanakların beraberinde başka talepleri getirdi­ ğinden yakınıyordu . Bu talepler silsilesinin ayrı bir devlet kur­ maya kadar gidecek bir sürece dönüşmesinden korkuyordu . BDP'li milletvekillerinin tankların üzerine çıkarak, polise tokat atarak devlete rest çekmelerini devlet otoritesinin zafiyeti ola­ rak okuyordu . Ayça, BDP'li vekillerin "terörist" kıyafetiyle mi­ ting alanlarında boy gösterdiklerinden şikayet ederken öfkesi­ ne hakim olmakta zorlanıyor ve son derece ırkçı bir dile teslim oluyordu : "lki kelam biliyolar, yarım yamalak bi Kürtçe biliyo­ lar bilmiyolar, yarım yamalak Türkçe konuşuyolar hiçbi şeyle­ ri tam diğil ! . . . Asla sivilleşmiş olmadıkları için çözüm yolunda hiçbi faydaları olmucaktır yani. Olmasalar daha iyi bence, mec­ liste olmasalar daha iyi ! " Görüşmelerde sohbet somut olaylar üzerinden şekillendik­ çe kadınlar iyiden iyiye ajite oluyor ve meseleye dair son dere­ ce gündelik bir dille, klişe yorumlar yapıyorlardı. Örneğin ana­ dilde eğitim meselesinden bahsederken ne kadar istikrarlı ve politik yorumlar yapmaya çalışsalar da çelişkilerle dolu değer­ lendirmeler arasında adeta savruldular. Melike bir yandan as­ lında Kürtlerin anadilde eğitim gibi bir taleplerinin olmadığını, onları bu yönde provoke eden güç odaklarının yönlendirmesi­ ne maruz kaldıklarını iddia ediyor, diğer yandan bu insanların Türkçe bilmemelerini Türkiye Cumhuriyeti'nin o bölgedeki eğitim politikalarındaki bir zaafiyet olarak görüyordu . Dilek de anadilde eğitime karşıydı, Doğu'ya giden bir öğretmenin Kürt­ çe bilmek zorunda olmadığını, Kürtlerin bu ülkede çocukları­ nı okutmak istiyorlarsa Türkçe öğrenmek zorunda olduklarını 1 36

sert bir üslupla dile getirdi; öte yandan TRT ŞEŞ'in kurulmasını Kürtlerin kendi dillerinde doğru haber dinlemeleri için olumlu bir adım olarak değerlendirdiğini ekledi. Gamze ise meseleye kendince daha soğukkanlı yaklaşıyordu : "Evde Kürtçe konuş­ sunlar zaten konuşuyolar onlara kim yasak koyuya ki? " Kürt meselesinin somut tezahürlerine dair değerlendirmele­ rinde son derece indirgemeci, ayrımcı ve yer yer ırkçı bir söy­ lemsel alana hapsolan milliyetçi kadınlar arasında, her halükar­ da milliyetçi söylemin yükünü üstünden atarak Kürtlerle em­ pati kurma ya da daha soğukkanlı değerlendirmeler yapma eği­ liminde olanlar da vardı. Bu kadınlar daha çok özel hayatların­ da Kürtlerle karşılaşma deneyimini yaşamış olanlardı. Bu du­ rum ideolojik aidiyetleriyle kişisel deneyimleri arasında bir ge­ rilim doğmasına neden oluyor, meseleye dair çelişkili ama çar­ pıcı yorumlar yapmalarına kapı aralıyordu . Gamze üniversite­ den en yakın arkadaşı olan Mehmet'in Kürt olduğundan, hat­ ta kendisine Kürtçe öğrettiğinden, sabahları Mehmet'e Kürtçe "günaydın" dediğinden bahsediyordu . Haliyle Gamze'nin daha önce anadilde eğitim meselesiyle ilgili yaptığı milliyetçi klişe­ lerle yüklü yorumlar bu deneyimle boşa çıkıyordu . Yine görüş­ me boyunca BDP'yle ilgili olarak da öfke ve düşmanlıkla yüklü ifadeler kullanan Gamze, Mehmet'in BDP'li olduğunu öğrense ne hissedeceği yönündeki soruya onu hiç ilgilendirmediğini zi­ ra Mehmet'i insan olarak çok sevdiğini söyleyerek yanıt verdi. Kadınlar arasında Kürt meselesine dair en çarpıcı ve şaşırtıcı yorumları Nalan yaptı. Urfa doğumlu olan Nalan, ülkücü olan ailesiyle birlikte çocukluğu boyunca Mersin'de bir Kürt getto­ sunda yaşamıştı. Bu deneyimin izleri onun meseleye dair mil­ liyetçi söylemin sınırlarını hayli zorlayan ve hatta aşan yorum­ lar yapmasına vesile oldu . Nalan gündelik yaşamdaki karşı­ laşmalarda kurulan insani ilişkilerin etnik, ideolojik ya da di­ ni kimlik gibi belirleyenlerden bağımsız olarak geliştiğini dü­ şünüyordu : Ama işte arkadaşlarımdan sonra PKK'ya katılanlar oldu, bom­ balı pankartlı hapse girenler oldu falan filan . . . Biraz daha bu iş1 37

lere siyasi değil de böyle insani boyutta da çünkü hepsinin ay­ n

ayn hikayelerini biliyosun ediyosun. Bi de insanlar arasında

aslında ilişki doğunca bişey olmak o kadar sıkıntı olmuyo . Ya­ ni iki insan tanışık olunca ülkücü olmak, Türk, Kürt olmak o kadar sıkıntı olmayabiliyo.

Nalan'ın bu yaklaşımı, Kürt meselesinin ortaya çıkış koşulla­ rına dair milliyetçiliğin kırmızı çizgilerini ihlal eden değerlen­ dirmeler yapmasını da mümkün kılıyordu . Ona göre PKK'nin temelleri, Diyarbakır Cezaevi'nde Kürtlere yapılan işkenceler­ le atılmıştı. PKK bir yandan da "alt kesimdeki insanların 'beni gör' çığlığıydı aslında, o kendini evin içinde fark ettirmek iste­ yen çocuğun ağlaması , etrafı kırıp dökmesi gibi . " Esasen görüş­ me boyunca son derece aykın değerlendirmeler yapsa da Na­ lan'ın bu tavrı zaman zaman yerini milliyetçi söylemin ırkçı/ay­ rımcı diline bırakıyor, o da bu dile teslim olarak savruluyordu : Bu açılımla birlikte falan bi çoğu şunu zannediyo , işte açılım­ la birlikte lzmir'in kızı bana bakacak. Sana değil Yörük köy­ lüsüne de bakmıyo yani senin Kürtlüğün Türklüğünle alaka­ lı değil !

Diyelim ki çocuk oturmayı kalkmayı bilmiyo , ko­

nuşmayı bilmiyo , sokakta kıza laf atıyo , kız ona ters cevap ve­ riyo , Kürt'üm [diye ) diyo ! Yani biraz bu algılar oluşturuldu ya­ ni bundan bir 40 yıl önce böyle şeyler yoktu. Bi Doğulu sade­ ce işte taşralıydı, yemek yemeyi bilmez falandı.

Biraz da bu

mesela şeydir Doğu' da havalı kızlar ve havalı erkekler düzgün Türkçe konuşur. Yani aslında biraz alt kültür olarak kalmış­ tır ve şöyle söleyeyimbi gıpta var bir heves var ama bunu ifade ediş tarzları çok farklı ! Yani bu devlet isteği falan olmayan bir şeyken bugün artık Kürtlerin kafasına silah dayıya dayıya bu­ nu yaptıracaklar.

N alan'ın öznel deneyimleri ve bu deneyimlerden hareketle oluşmuş düşünceleriyle, benimsediği milliyetçi ideolojinin sesi sık sık çatıştı. Görüşme boyunca milliyetçi ideolojinin söylem­ sel sınırlarıyla kendi kişisel deneyimlerini eşleştirme çabası, or­ taya çelişkilerle dolu bir anlatının çıkmasını sağladı. Bu çelişki1 38

lerin, görüştüğüm tüm kadınların anlatılarında farklı düzeyler­ de de olsa bulunmasının elbette bir anlamı vardı.

Sonuç Milliyetçi kadınların vatan, millet, aile, devlet, ordu, din ve li­ der gibi milliyetçi ideolojinin kutsiyet atfettiği kaynaklara yü­ celtme, sadakat, güven, adanmışlık ve hayranlık gibi duygular aracılığıyla yaptıkları yoğun sevgi yatırımıyla, bu sevgi nesnele­ rinin varlığına yönelik birer tehdit unsuru teşkil eden mefhum ve aktörlere duydukları öfke, hınç, kaygı, korku , düşmanlık ve nefret duygularını, milliyetçi ideolojiye içkin olan, ona gücü­ nü veren ve onun devamlılığını sağlayan başat bir özellik ola­ rak okumak mümkün. Ancak kadınlar milliyetçilikten bahse­ derken görüşmelere hakim olan atmosferi ve onların tüm bu gündelik, siyasi j argondan uzak, duygusal değerlendirmelerini kadınlara özgü siyasetle ilişkilenme tarzı olarak da okumak ge­ rekiyor. Zira kadınlar ile iktidar, özellikle de siyasi iktidar ara­ sında ezelden beri var olan sorunlu ilişki, onların iktidara da­ ha uzak konumlanışını ve aktif siyasetteyken dahi siyasi jargo­ nun dışına çıkarak, daha gündelik ve duygusal bir dil tutturma­ larını beraberinde getiriyor. Haliyle görüşmelere hakim olan bu örüntüyü daha çok onları bireysel ve toplumsal olarak belirle­ yen, kadınlık kimliğine özgü (belki stratejik) bir özellik olarak görmek yerinde olur. Milliyetçi kadınlarla yaptığım görüşmeler, ideolojiler ve söy­ lemlerin özneleri tarafından hiçbir zaman onlara sunuldukları biçimiyle üstlenilmediğini de gözler önüne seriyor. Kadınların anlatılarında her ne kadar ideolojinin sesi baskın gelmiş gibi görünse de, aslında ortaya çıkan tablo , üstlendikleri ideolojiy­ le uzlaştıkları kadar çatıştıklarını, ideoloj inin çizdiği sınırlara sadık kaldıkları kadar o sınırları ihlal de ettiklerini gözler önü­ ne seriyor. Görüşmeler boyunca zihinlerindeki sevgi ve nefret nesneleriyle, onların somut bağlamlardaki karşılıkları arasında savruluşları, ideoloj iyle aralarında tek taraflı bir belirlenim iliş­ kisinden ziyade , söylemsel bir müzakere ve mücadele ilişkisi 1 39

olduğuna işaret ediyor. Nihayetinde milliyetçi kadınlann mil­ liyetçiliği anlama, anlamlandırma ve kendi söylemsel evrenle­ rine uyarlama tarzları, onlann milliyetçi ideolojinin nesneleri değil, bu ideolojiyi eğip bükerek dönüştürme potansiyelini ha­ iz birer politik özne olduklannı gösteriyor.

1 40

iKiNCi KISIM

Gündeliğin Günceli: Medyada Cinsiyetin İnşası

4 ZORUNLU-GÖNÜLLÜ MİLLİYETÇİLİKLER VE TOPLUMSAL CİNSİYET: ERlLLİGİN BEDELİ

F UNDA GENÇOCLU ONBAŞI

Giriş Bu çalışmanın başlangıç noktasında Türkiye'de yerleşik siya­ sette askerlik olgusuna dair ana akım yaklaşımın bir çelişkiy­ le malul olduğuna dair tespit yer almaktadır. Bu çelişkinin iki katmanlı olduğunu söylemek mümkün. llk olarak tuhaf biçim­ de, bedelli askerlik belli aralıklarla farklı hükümetler tarafın­ dan birkaç kez uygulamaya konulmasına ve en sonuncusunda da görüldüğü üzere, toplumun genelinde ya da siyasi partiler arasında çok büyük bir tepkiye yol açmamasına rağmen, vic­ dani reddin hem resmi söylemler ve yazılı basın içerisinde hem de gündelik dilde kategorik olarak reddedilmesi göze çarpmak­ tadır. lkinci olarak gerek muhalefet partilerinden gerekse yazı­ lı medyadan bedelli askerlik yasasına yönelen -ve vicdani red­ de yönelik itirazlarla karşılaştırıldığında hayli cılız kalan- iti­ razlarda (ve dikkat çekecek derecedeki destekte) neredeyse is­ tisnasız biçimde sadece bu yasanın ekonomik sonuçlarına atıfta bulunulması anlamlı görünmektedir. Bu çalışmadaki çifte-çelişki çıkış noktası alınarak askerlik üzerine ana akım söylemsel pratikler analiz edilmektedir. Söz konusu çelişkinin neden ve sonuçları temelde aynı noktada bu1 43

luşurlar: toplumsal cinsiyet hiyerarşisi ve bu hiyerarşiyle öz­ deşleşmiş cinsiyetçi ayrımcılık. Bu hiyerarşide hem egemen eril kimlik, hem de ikincilleştirilen diğer kimlikler (kadınlar ve LGBT) birtakım değerler ve davranış normlarıyla, buna bağ­ lı olarak da belli toplumsal rollerle özdeşleştirilmekte, aynı za­ manda eril kimlikle özdeşleştirilen değerlere üstünlük atfedile­ rek diğer kimliklere ait davranış normları da bu kimlik kerte­ riz alınarak tanımlanmaktadır. Bu çalışmada vurgulanmak iste­ nen Türkiye'de askerliğe dair hakim yaklaşımın hem toplumsal cinsiyet hiyerarşisinden ve ayrımcılıktan kaynaklandığı hem de birbirine paralel ilerleyen iki süreçte bunları yeniden üretmek­ te olduğudur. Böylelikle , bir tarafta, "erkek" (ve "kadın" ) olma­ ya dair hakim değerler yeniden üretilir ve erkek olmanın bizati­ hi kendisine bir değer atfedilirken, diğer tarafta da siyasetin kav­ ramsallaştırılması ve siyasalın tanımlanmasıyla ilgili bir süreç iş­ lemektedir. Bilindiği üzere, modem siyasal alan rasyonalite/akıl/ materyalizm üzerinden tanımlanırken duygular ve inançlar bu alanın dışında kalır. Bu anlayışta, birincisi "erkek"liğin ikincisi "kadın"lığın "öz"ü addedilir. Türkiye'de ana akım söylem içe­ risinden bedelli askerliğin savunusunda ya da bedelli askerli­ ğe karşı çıkışta, temel savların ekonomik rasyonalite üzerinden kurgulanması bu açıdan anlamlıdır. Öte yandan askerliğe dair sözün vicdani retle ilişkilendirildiği düzlem söz konusu oldu­ ğunda durum değişir. Zira vicdani ret, askerliğe yaklaşımda eril olmayan dili taşıma potansiyeli barındırdığı ölçüde "vicdan" ir­ rasyoneldir, duygusaldır; dolayısıyla eril değil dişildir; dolayı­ sıyla aslında akıl/rasyonalite ekseninde tanımlanmış siyasal ala­ nın dışına düşer. Yani askerlik tartışmaları belli bir siyaset anla­ yışının yeniden üretilmesine, bu da hakim kimliğin (eril) hege­ monyasının sürekliliğine hizmet etmektedir. Bu çerçevede bu bölümde, Türkiye'de askerlikle ilgili tartış­ malar -bu tartışmaların yoğun olarak yaşandığı Mart 20 1 1 ile Mart 20 1 2 arasındaki bir yıllık dönem esas alınarak- toplumsal cinsiyet perspektifinden ve bedelli askerlik-vicdani ret tartış­ maları ekseninde eleştirel bir analize tabi tutulmaktadır. Çalış­ manın temel sorunsalını gerek resmi ve hakim söylemsel pra1 44

tikler gerekse alternatif söylemler üzerinden geliştirilen argü­ manların yerleşik eril siyaset pratiğiyle girdikleri çelişkili iliş­ ki oluşturmaktadır. Bu çerçeve içerisinde, daha özel olarak bu çalışma bütün bu tartışmaların LGBT birey ve grupların maruz kaldığı ayrımcılığın (yeniden) üretilmesiyle bağıntılı olduğunu göstermeyi amaçlamaktadır.

Teorik ve vicdani arka plan Bu bölümün temel dayanaklarını siyasal düşüncenin bazı temel kavramlarına dair kuramsal yaklaşımların yanı sıra bu okuma­ larla yoğrulan politik bir vicdan oluşturmaktadır. Türkiye'de­ ki bedelli askerlik ve vicdani ret tartışmalarının çözümlemesi­ ne geçmeden önce bu temel dayanakları irdelemek yerinde ola­ caktır. llk olarak ayrımcılık karşıtlığının demokratik siyasetin kalbinde yatan ilke olduğu tespitinden bahsetmem gerekiyor. Böyle bir politik konumlanmanın doğal sonucu ise sosyo-poli­ tik hayata dair analizlerin ancak bu yapıyı sarıp sarmalayan ik­ tidar ilişkileri ve dolayısıyla hegemonya olgusuna odaklanarak mümkün olduğu düşüncesidir. Böyledir çünkü mevcut hege­ monyayı sorgulamanın ve/ya da eşitsiz iktidar ilişkileriyle öz­ deşleşen ayrımcılığa karşı mücadelenin ilk adımları bu iktidar ilişkilerini görmek, anlamak, deşifre etmek ve göstermek ol­ mak durumundadır. Cynthia Enloe "vicdani reddi bütünüyle anlamak için femi­ nist bir meraka sahip olmak" tan bahseder ve tam anlamıyla fe­ minist bir soru olarak nitelendirdiği şu soruyu sorar: "Vicdani ret panoramasının tamamında kadınlar neredeler? " 1 lşte bu ça­ lışmanın ikinci dayanağı, tam da bu soruda sembolik ifadesi­ ni bulan milliyetçilik-militarizm-toplumsal cinsiyet ilişkisinde kadınların rolüne atfedilen önemdir. Nitekim Enloe bu kışkır­ tıcı soruyu sorarken şuna dikkat çekmeye çalışmaktadır: Cynthia Enloe, " Kadınlar Askeri Vicdani Reddin Neresinde ? Bazı Feminist ipuçları " , Çarklardaki Kum: Vicdani Red Düşünsel Kaynaklar ve Deneyimler içinde, Özgür Heval Çınar ve Coşkun Üsterci (der.) (İstanbul: lletişim Yayın­ ları, 2008) , s. 1 03- 1 04. 1 45

Geleneksel erkeklik standartlarını belirleme ve koruma konu­ sunda rol oynayanlar sadece erkekler değil. Kadınlar da erkek­ liğin devam etmekte olan politikaları üzerinde etki sahibi. As­ kerlik hizmetinden kaçınan bir erkeği, yaygın olarak kabul gö­ ren erkeklik kodlarına uyamamakla suçlayan her kadın ordu saflarını doldurmak için erkekleri harekete geçirmekte devle­ te yardımcı olabilir. 2

Bu çalışmada , Enloe'nun altını çizdiği "ilk bakışta resmin dı­ şındaki ya da çerçevenin içindeki önemsiz figürler olarak gö­ rünseler de . . . erkeklik standartlarının inşacıları olan kadınlar"3 tanımlaması temel olarak ve aynı nedenle milliyetçilik ve mili­ tarizmle yoğrulmuş ana akım söylemler karşısında , bilhassa ka­ dınlar tarafından sergilenen eleştirel tutumların hayatiyetini bir kez daha vurgulayacaktır. Kadınların milliyetçi-militarist söy­ lemler karşısında göstereceği bu eleştirel tavrın hakim anlayı­ şa alternatif bir siyasi duruş geliştirebilmede ki anahtar rolüne duyulan inancın bir yansıması, en azından bu bölümdeki ba­ kış açısından, bu eleştirel tavırla LGBT hakları hareketinin dik­ kat çektiği sorunlar arasında bir bağ kurulmasıdır. Burada kas­ tedilen, feminizmin cinsiyetçilikle (sexism) mücadelesi ile he­ tero-cinsiyetçilik (heterosexism) karşıtı mücadele arasında ku­ rulan köprüdür. Spike Peterson'ın belirttiği gibi , "heterosek­ sizm geleneksel bakış açısından bakıldığında -ve hatta eleştirel yaklaşımların çoğunda da- siyasi kimliklerin ve onlar arasın­ daki potansiyel çatışmaların en görünür, en göze çarpan boyu­ tu değildir. . . halbuki temelindeki karşıtlık, durmaksızın hiye­ rarşik farklıklıkları üretmekte ve özellikle de hiyerarşilerin nor­ malleşmesine hizmet etmektedir. "4 Peterson'un belirttiği gibi, 1 994'te Lynda Hart "ikiz süreçler" olarak düşündüğü hetero­ normativite ve patriarkayı birleştiren bir kavram olarak ve "he2 3

A.g.y . , s. 1 04.

4

Spike Peterson, "Sexing Political ldentities/ Nationalism as Heterosexism" , ln­ ternational Feminist ]ournal of Politics, Cilt 1 No. 1 , 1 999, 34-65, s. 56. Vurgu bana ait.

1 46

Enloe, " Kadınlar Askeri Vicdani Reddin N eresinde? Bazı Feminist lpuçlan" , s. 1 04.

teroseksüel aile formlannı ve onlann yansıması olan heterosek­ sist kimlikleri ve pratikleri doğallaştıran/normalleştirencinsel­ lik/cinsiyet sistemleri"ni tanımlamak üzere heteropatriarka te­ rimini önermiştir. " 5 Üçüncü olarak, "homofobi" kavramına yönelik eleştirel ba­ kış açısı bu çalışmada önemli bir yer tutmaktadır. Her ne ka­ dar hem akademik hem de gündelik dilde giderek yerleşikleşi­ yor ve geniş kabul görüyorsa da meselenin bu kavram aracılı­ ğıyla, "homofobi karşıtlığı" şeklinde dile getirilmesinin bazı so­ runlara yol açabileceği düşünülmektedir. "Psikoloj i kaynakla­ rına bakacak olursak fobi herhangi bir durum, nesne , aktivi­ te, insan veya hayvana karşı duyulan irrasyonel, dayanılamaz , engellenemez ve devamlı bir korku olarak tanımlanacaktır. "6 Bu açıdan bakıldığında homofobi kavramı da "homoseksüali­ te ve homoseksüellere karşı duyulan irrasyonel korku , tiksinti ve nefreti ifade eder" 7 Sonuç olarak, homofobi kavramı LGBT bireylerin maruz kaldığı önyargı, şiddet ve ayrımcılığın köken­ lerini bazı bireylerin anksiyete bozukluklarına atıfla anlamaya çalışan bir analiz aracı olmakta , diğer bir ifadeyle bu önyargı, şiddet ve ayrımcılığın bir fobiden kaynaklandığını öne sürmek­ tedir.8 Fakat bu yaklaşım Berk Efe Altınal'ın belirttiği gibi bazı sorunlara neden olabilir: Birincisi, böyle bir tanım bütün bir tarihsel , kültürel, sosyal, heteropatriarkal, ekonomik vs. bağlanılan göz ardı ederek so­ runu birey düzeyine indirger. İkincisi, sorun psikolojik ola­ rak nitelendirildiği için soruna karşı mücadele de politik ola­ rak değil psikolojik olarak verilir. Üçüncüsü , herhangi bir ki­ şi psikoloj ik olarak rahatsız olarak tanı aldığında bu ona ba­ zı haklar verir; söz gelimi artık işlediği suçlardan sorumlu ol5

A.g.y., s. 57, dipnot 7.

6

Berk Efe Altınal, " Homo'fobi' ve Psikoloj ikleştirme" , Heteroseksizme Karşı Gôkkuşagı Antihomofobi 3 içinde, Kaos GL (der. ) , Ankara : Ayrıntı Basımevi, 20 1 1 , s. 85-89 , 85.

7

Gust A. Yep, " From Homophobia and Heterosexism to Heteronormativity"

]oumal of Lesbian Studies, Cilt 6, Sayı 3-4 (2002) , s. 1 63- 1 76. 8

Altına!, "Homo'fobi' ve Psikolojikleştirme" , s. 86 . 1 47

mayacak aksine bir hastalığın kurbanı olarak konumlanabi­ lecektir. 9

Altınal'ın da vurguladığı gibi LGBT bireylere ve/ya da etnik ve dinsel azınlıklara yönelik önyargı, şiddet ve ayrımcılık bu­ gün homofobi, zenofobi, lslamofobi gibi kavramlarla anılıyor olsa da aslında , "Bu söylemler birer fobi değildirler. Bu söy­ lemler belli birtakım politik duruşların tezahürleri olarak or­ taya çıkmaktadırlar. " 1 0 O zaman, aslında mesele bazı bireyle­ rin irrasyonel korkuları değil ırkçılık ve ayrımcılık gibi siyasi meselelerin ve dolayısıyla sistematik olarak işleyen siyasal du­ ruşların tezahürleridir. LGBT bireylere yönelik önyargı , şiddet ve ayrımcılığın kaynağını homofobik bireylerde aramak, "Psi­ kolojikleştirme olarak adlandırılan indirgemeci ideolojinin içi­ ne düşmek olur. " 1 1 Bu tespitin önemi şurada yatmaktadır: " [ M ] eseleyi politik alandan psikoloj ik alana çekmek baskıcı kurum­ lara prestij ve iktidar kazandır [ ır] " 1 2 Son olarak, bu çalışmanın teorik v e vicdani arka planında "insani güvenlik" kavramı da büyük öneme sahiptir. Son yıl­ larda çok tartışılan ve büyük bir akademik ilgi uyandırmış olan bu kavram, güvenlik olgusunu daha çok güvenlikleştirme (se­ curitization) ekseninde ele alan ana akım yaklaşımın dışında kalarak yorumlaması ve bunu ana akımın ihmal ettiği "insanlık onuru" (human dignity) düşüncesini merkeze koyarak yapma­ sı bakımından dikkate değer bir yaklaşımı temsil eder. Özünde Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı'nın (United Nations De­ velopment Program UNDP) 1 994 tarihli bir raporunda dile geti­ rilen, geleneksel (ya da dar) güvenlik tanımının günümüz dün­ yasında insanların karşı karşıya kaldığı zorluklarla halleşmek­ te yetersiz kaldığı tespiti yatmaktadır. Çünkü, "Bugün pek çok insan için güvensizlik hissi geleneksel olarak felaket adı verilen olayların neden olduğu korkulardan (savaşlar, doğal afetler gi9

A.g.y., s. 86. Benzer bir yaklaşım için bkz. Yep, " From Homophobia and Heterosexism to Heteronormativity" , s. 1 66- 1 6 7

10

Altına!, "Homo'fobi' ve Psikolojikleştirme" , s. 86.

A.g.y., s. 89. 12 A.g.y . , s. 88.

11

1 48

bi) değil, gündelik hayat endişelerinden kaynaklanmaktadır. " 1 3 B u bağlamda , s ö z konusu rapor insan güvenliğini tehlike­ ye atan tehditlerin çeşitliliğine dikkat çekmiş ve bunları yedi grupta toplayarak insani güvenliğin yedi farklı boyutunu şöy­ le sıralamıştır: Ekonomik güvenlik, gıda güvenliği, sağlık gü­ venliği, çevresel güvenlik, kişisel güvenlik, topluluk güvenliği ve siyasi güvenlik. 14 Sonuç olarak, 2003 yılında Birleşmiş Mil­ letler'in bu kavrama resmi yaklaşımını açıklayan insani Güven­ lik Komisyon raporu yayınlanmış ve bu rapor insani güvenli­ ği insanlar için "yaşam, geçim ve haysiyeti esas alarak bunları mümkün kılacak siyasi, ekonomik, askeri ve kültürel sistemle­ ri yaratmak" şeklinde tanımlanmıştır. 1 5 Bunun için iki strate­ ji önerilmektedir: Koruma ve güçlendirme . Birbirini karşılıklı olarak besleyen ve güçlendiren bu iki stratej iden koruma, dai­ ma güvensizliklere işaret etmeyi ve onlarla başa çıkmaya yöne­ lik normlar, süreçler ve kurumlar geliştirmeyi; güçlendirme ise insanların sahip oldukları potansiyeli geliştirmelerini ve karar alma süreçlerinin hakiki katılımcıları olabilmelerini sağlamayı ifade etmektedir 1 6 Burada çok kısaca özetlenen insani güvenlik kavramının, insanlık onuru kavramını merkeze koyan bileşen­ leri, açıktır ki bu bölümün en başında sözü edilen iktidar olgu­ suyla, eşitsizlikle, eşitsiz güç ilişkileriyle doğrudan ilintilidir. Arka planında yukarıda özetlenen temel kavramlar ve ilke­ ler bulunan bu bölümde, bu temelin üzerine, toplumsal cinsi­ yet perspektifinden Türkiye'deki bedelli askerlik ve vicdani ret tartışmalarının bir çözümlemesini kuruyorum. Daha özel ola­ rak ise, bu çözümlemeyi LGBT bireyler ve grupların maruz kal­ dıkları ayrımcılık sorunuyla bağlantılandırıyorum . LGBT bi13

J. S. Therien, "Human Security: The Making of a UN ldeology," Global Society, 20 1 2 , Cilt 26, Sayı 2 ( 20 1 2 ) , s. 199.

14

A.g.y. İnsani güvenlik kavramı hakkında detaylı bilgi için bkz. F. Fouinat, "A comprehensive framework for human security" , Conflict, Security & Develop­ ment, Cilt 4, Sayı 3 ( 2004 ) , s. 284-297.

15

Aktaran A. Sfeir-Younis, "Violation of Human Rights is a Threat to Human Se­ curity," Conflict, Security & Development, Cilt 4 , Sayı 3 (2004 ) , s. 395. Çeviri bana ait.

16

A.g.y,

s.

395. 1 49

reylerin Türkiye'de karşılaştıkları yaşam koşullan ve toplumun onlara dair genel algısıyla ilgili sorunlar, ayrımcılık ve maruz kaldıkları şiddet, aşağıda gösterileceği üzere, çeşitli akademik çalışmalarda somutlanmıştır. Bu araştırma bulgularına bakıl­ dığında LGBT bireylerin Türkiye toplumunda en dezavantaj ­ l ı gruplar arasında olduğu görülmektedir. Belki d e her şeyden önce, Türkiye'de LGBT'lerin yaşam hakkı ve can güvenliği ile ilgili olarak ciddi sıkıntılar bulunduğunu belirtmek gerekmek­ tedir. Helsinki Yurttaşlar Meclisi ve ORAM'ın ( Organization for Refuge, Asylum and Migration) birlikte hazırladıkları rapora gö­ re sadece Kasım 2008 ve Nisan 2009 arasında en az on LGBT birey cinayete kurban gitmiştir. 1 7 ILGA-Europe (International Lesbian Gay Association) tarafından 20 1 l'de Avrupa Konseyi'ne sunulan Türkiye'nin 20 1 0 yılına ait ilerleme raporunda on beş trans bireyin ve geyin nefret cinayetlerinde hayatını kaybettiği ifade edilirken Kaos GL Derneği tarafından yayımlanan " 20 1 2 Cinsel Yönelim ve Cinsiyet Kimliği Temelli lnsan Hakları lh­ lalleri lzleme Raporu"nda ise 20 1 2 yılına ait şu değerlendirme dikkat çekmektedir: Eşcinsel, biseksüel ve translar için 20 1 2 yılı "zor" bir yıl ol­ du. 20 1 2 yılında 1 1 nefret cinayeti gerçekleşti. 6 trans ve 5 gey nefret cinayeti sonrasında hayatını kaybetti. Kaosgl.org'a yan­ sıyan 8 nefret saldırısı gerçekleşti. linç gösterileri, işkence, kö­ tü muameleler, aile içi şiddet, tecavüz ve siber saldırılarla ge­ çen zor bir yıl oldu . 1 8

B u değerlendirmeden d e anlaşılacağı üzere , yaşam hakkı ih­ lallerinin dışında , Türkiye'de LGBT bireyler başka şekillerde de nefret suçlarının başta gelen mağdurları konumundadır17

18

1 50

Helsinki Citizens Assembly and Organization for Refuge , Asylum and Mig­ ration, " Unsafe Haven, The Security C hallenges Facing Lesbian , Gay, Bi­ sexual and Transgender Asylum Seekers and Refugees in Turkey"den alıntı­ lanmıştır URL: http://www .hyd.org. tr/staticfiles/files/unsafe_latest. pdf URL: h ttp://www .hyd.org. tr/staticfiles/files/unsafe_haven_20 1 1 . pdf Erişim Tarihi: 28.08. 20 1 2 .

U R L : http://www. kaosgldernegi .org/resim/yayin/dl/kaos_gl_20 l 3_cinsel_ ynelim_ve_cinsiyet_kimligi_teme 1 li_insan_haklari_ihlalleri_izleme_raporu . pdf Erişim Tarihi: 04.04 . 20 1 5 .

lar. 1 9 Bir araştırmanın sonuçlarına göre bu bireylerin yüzode 87'si hayatları boyunca sosyal şiddet türlerinden en az birini yaşamış, yüzde 23'ü ise fiziksel şiddet türlerinden en az birini yaşamıştır. 20 Yine yapılan çalışmalar "nefret suçuna maruz ka­ lan eşcinsel bireylerin yüzde 90'ı [ nın ] uğradıkları suçu emni­ yet birimlerine bildirmediklerini" , bunun en başta gelen nede­ ninin ise "polis veya emniyet birimlerinde çalışan kişiler tara­ fından ikinci kere ayrımcılığa ve kötü muameleye maruz kal­ ma korkusu olarak açıklanan 'ikinci travma' yaşama korkusu" olduğunu göstermektedir. 21 Buna paralel bir şekilde, Melek Göregenli ve Pelin Karakuş'un araştırmasında da somutlandığı gibi, "Türkiye'de neredeyse hiç kamuoyunun gündemine gel­ meyen, sadece bu alanda örgütlenmiş LGBT örgütlerinin in­ san haklan ihlalleri raporlarından izlenebilecek bir başka şid­ det alanı" olarak LGBT bireylerin "güvenlik güçleriyle ilişkile­ rinde , farklı nedenlerle ve biçimlerde ayrımcılıktan kaynakla­ nan şiddetle karşı karşıya" kalmaktadırlar.22 "LGBT bireylere yönelik heteroseksist ayrımcılıkla ilgili veri toplanması ve ay­ rımcılığın toplumsal yaşamın farklı alanlarında nasıl yaşandığı ve sonuçlan üzerinde temel bilgiler sağlanması amacıyla Kaos GL, Pembe Hayat ve Siyah Pembe Üçgen Dernekleri tarafından yürütülen" bir araştırmada LGBT bireylerin yüzde SO'e yakın bölümü farklı türlerde ayrımcılık deneyimlerinden en az birini yaşadıklarını , ayrımcılık deneyimlerinin sadece evlerinde da­ ha az yaşanmakta olduğunu , kamusal mekanlarda ise en yük­ sek düzeye ulaştığını belirtmişlerdir.23 Aynca işe alınmama , hizmet alamama ya da normalden daha yüksek bedellerle hiz­ met alma ve en temel insan hakkı olan sağlık hizmetlerinde bi19

Detaylı bilgi için bkz. Özlem Çolak, "Ayrımcılığın Görünen En Şiddetli Yüzü : Nefret Suçu'' , Heteroseksizme Karşı Gökkuşağı Antihomofobi 3 içinde, Kaos GL (der. ) Ankara: Aynnn Basımevi, 20 1 1 ) , s. 63-69.

A.g.y . , s. 66. 2 1 A.g.y . , s. 65. 20 22

Melek Göregenli ve Pelin Karakuş, "Türkiye'deki LGBT Bireylerin Günlük Ya­ şamlannda Maruz Kaldığı Heteroseksist Aynmcı Tutum ve Uygulamalar" , He­ teroseksizme Karşı Gökkuşağı Antihomofobi 3 içinde, s. 53-62.

23

A.g.y. ,

s.

59-60. 1 51

le hizmet alamama şeklinde ortaya çıkan ayrımcı davranışlar, dini inançlarla ilgili ibadetler sırasında olumsuz bakış ve j est­ ler, hakaret ve tehditler, askerlik sırasında hakaret, tehdit vb. olumsuz deneyimler, sokakta yürürken bakış ve j estelerle ay­ rımcılığa maruz kalma sıklıkla dile getirilmiştir.24 Türkiye'de LGBT hakları hareketi siyasi örgütlenmeyle ilgi­ li sorunlar da yaşamaktadır. Örneğin, 2008 yılında LGBT hak­ ları grubu Lambda lstanbul'un "ahlaki değerlere ve aile yapısı­ na aykırı" olmakla itham edilip kapatılması şeklindeki mahke­ me kararı Yargıtay tarafından bozulmuş, ancak bu bozma kara­ rında da derneğin bir daha kapatılma riskiyle karşı karşıya kal­ maması biseksüelliği, transseksüelliği, lezbiyen gey ya da trans olmayı "özendirme, yaygınlaştırma ve teşvik etme"ye yöne­ lik faaliyetlerde bulunmaması şartına bağlanmıştır. Ayrıca An­ kara'da Pembe Hayat Derneği ve lzmir'de Siyah Pembe Üçgen Derneği de yine "genel ahlaka ve Türk aile yapısına aykırılık" gerekçesiyle kapatma davalarıyla karşı karşıya kalmaktadır.25 Konu hakkındaki uluslararası literatüre bakıldığında, LGBT bireylerin maruz kaldıkları ayrımcı tutum ve uygulamalar, hak ihlalleri ve mağduriyetlerin Türkiye'yle sınırlı olmadığı görüle­ bilmektedir. ILGA tarafından hazırlanan bir raporda LGBT bi­ reylerin özel kişilerin olduğu kadar devlet görevlilerinin de te­ cavüz, işkence ve cinayet dahil fiziksel şiddetine maruz kal24

A.g.y. s. 59-60.

25

Bu noktada, Türkiye'de LGBT hakları hareketinin önde gelen isimleri , 2002 yılından bu yana iktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisi'nin temsilciliğini yaptığı muhafazakar ideolojiyi LGBT bireylerin zaten zor olan var oluş koşul­ larını daha da güçleştiren bir başka önemli faktör olarak zikretmektedir. Ör­ neğin bkz. , Göregenli, "Sistemin Meşrulaştınlması ve Sürdürülmesi ideolojisi Olarak Muhafazakarlık" , Heteroseksizme Karşı Gökkuşağı Antihomofobi 3 için­ de, s. 1 09- 1 1 3 ; Devrim Sezer, "Muhafazakar Demokratların Açmazı: Toplum­ sal Önyargılann Kıskacında (LGBT'lerin) lnsan Haklan" , Heteroseksizme Kar­ şı Gökkuşağı Antihomofobi 3 içinde, s. 1 1 4- 1 1 6; Nilgün Toker Kılınç, "Ya Be­ nim istediğim Gibi Olursunuz ya da Toplum Sizi Hizaya Sokar", Heteroseksiz­ me Karşı Gökkuşağı Antihomofobi 3 içinde, s. 1 1 7- 1 1 8 ; Simten Coşar, "Türk Aile Yapısına 'Zarar Vermeme' Kaydı Nihai Olarak LGBT'yi Heteroseksüel Ol­ maya Çağırmaktır" , Heteroseksizme Karşı Gökkuşağı Antihomofobi 3 içinde , s. 1 1 9- 1 2 1 ; Zeynep Gambetti , "Muhafazakarlık Ayrımcıdır ve Bundan Gocun­ maz " , Heteroseksizme Karşı Gökkuşağı Antihomofobi 3 içinde, s. 1 22- 1 23 .

1 52

dıklan ifade edilmekteyken26 başka bir çalışmada LGBT birey­ lerin marj inalleştirilmesinin sağlık, barınma , eğitim hizmet­ lerinden ve istihdam olanaklarından dışlanmalarıyla yürüyen bir süreç olduğu belirtilmektedir.27 Aynca, 'Toplumsal dışlan­ madan, şiddetten, hatta bazen yok edilmekten kaçabilmek için LGBT bireyler sıklıkla aileleri ve ait oldukları topluluk tarafın­ dan, toplumsal olarak kabul edilebilir cinsiyet kimliklerini ve heteroseksüel ilişki biçimini benimsemeye zorlanmaktadır. Bu ise, ciddi duygusal hasara yol açmaktadır. " 28 LGBT bireylerin yukarıda özetlenen zor ve olumsuz varo­ luş koşullan Türkiye gibi militarizmin siyasi kültürün ayrılmaz parçası olduğu ve dolayısıyla askerliğin zorunlu olduğu ülke­ lerde daha da pekişmektedir. Buradan hareketle, bu çalışma­ nın temel iddiası Türkiye' de askerlik hizmeti üzerine -resml ya da gayri resml- hakim söylemin heteroseksist ayrımcılığı üret­ mekte ve yeniden üretmekte , böylelikle LGBT bireylerin mar­ jinalize edilmesi ve ikincilleştirilmesinde önemli rol oynamak­ ta olduğudur. Açmak gerekirse , Türkiye'de yazılı medyadaki bedelli askerlik ve vicdani ret tartışmalarının esas aldığı temel meselelerin içeriği ve bunların ele alınış biçimi , toplumdaki yerleşik heteroseksist iktidar ilişkilerini hem yansıtmakta hem de yeniden üretmektedir. Bu , birbirine paralel giden iki boyut­ ta gerçekleşmektedir. Bunlardan ilki, "kadınlık" ve "erkeklik" kategorilerine dair neyin "normal" olduğuyla ilgili geleneksel ve özcü tanımların altının bir kez daha kalınca çizilip görünür kılınması, yerlerinin sağlamlaştırılmasıdır. lkinci boyutta, söz 26

Daniel Ottoson ve ILGA, " State-Sponsored Homophobia: A World Sur­ vey of Laws Prohibiting Same-Sex Activity Between Consenting Adults" Ni­ san 2007, http ://www. ilga.org/State_Sponsored_Homophobia_ILGA_07. pdf (Helsinki Citizens Assembly and Organization for Refuge, Asylum and Mig­ ration, "Unsafe Haven, The Security Challenges Facing Lesbian , Gay, Bisexu­ al and Transgender Asylum Seekers and Refugees in Turkey" den alıntılan­ mıştır. http://www.hyd. org. tr/staticfiles/files/unsafe_latest. pdf Erişim tarihi: 28 Agustos 20 1 2 .

27

Michael O'Flaherty v e john Fisher, "Sexual Orientation, Gender Identity and Intemational Hurnan Rights Law: Contextualising the Yogyakarta Principles" , Human Rights Law Review, Cilt 8, Sayı 2, (2008 ) , s. 207-248.

28

Helsinki Citizens Assernbly, "Unsafe Haven . " Çeviri bana ait. 1 53

konusu iktidar ilişkileri daha örtük bir biçimde yeniden üre­ tilmektedir. Bu kez söz konusu olan siyasalın akıl, rasyonali­ te ve materyalizmle eşleştirilen "erkeklik" üzerinden tanımlan­ masıdır. Yukarıda değinildiği gibi, siyasal alanın tanımlayıcı bi­ leşenleri bunlardır. Siyasal alan erillikle tanımlandığı ölçüde , bu egemen kimlik dışındaki kimlikler de bu alanın dışına dü­ şer. Her iki şekilde eşitsiz iktidar ilişkileri ağı içerisinde yeni­ den üretilen heteronormativite, heteroseksizme, yani dışlama­ ya, ötekileştirmeye, ayrımcılığa yol açmaktadır. Sayılan bütün bu unsurların bir grup insanın gündelik yaşamlarında kendi­ lerini güvende hissetmemesi/hissedememesi için fazlasıyla ye­ terli olduğu kabul edildiği ölçüde, bu meseleyi demokratik si­ yaset/demokratik mücadele açısından dert edinmemek imkan­ sız hale gelir. Ayrıca, çizilen bu çerçeve içine yerleştirildiğinde, LGBT bireylere karşı ayrımcılık ve bununla mücadele mesele­ si, birçok önemli siyasi kavramın içinden geçen, hayli karma­ şık siyasi bir meseledir: iktidar, hegemonya, cinsiyet hiyerarşi­ si, feminizm, ayrımcılık, güvenlik, milliyetçilik, militarizm, si­ yaset, siyasal olan gibi. Takip eden bölümde, yazılı medya üze­ rinden geçekleştirilen analiz aracılığıyla şimdiye kadar anlatı­ lanlar somutlaştırılmaya çalışılacaktır.

Yazılı/basında bedelli askerlik ve vicdani ret meselesi Türkiye'de yakın dönemde basında bedelli askerlik ve vicda­ ni ret meselesinin ele alınma ve tartışılma biçimini incelemek için Mart 20 1 1 ve Mart 20 1 2 arası uygun bir zaman dilimi gi­ bi durmaktadır. Bu zaman dilimi, bedelli askerlikle ilgili son yasal düzenleme Kasım 20 1 1 tarihinde hayata geçirildiği için, bu yasanın öncesi ve sonrasında askerliğe dair tartışmaların en yoğun olduğu dönemi kapsamaktadır. Bu tartışmaları eleştirel söylem analizi üzerinden inceledim . Bu yöntemi Teun A. Van Dijk, şöyle tanımlar: " [ E ] leştirel söylem analizi, toplumsal ve siyasal bağlamlarda , toplumsal iktidarın suiistimalinin, tahak­ kümün ve eşitsizliğin metin ya da konuşma yoluyla yürürlüğe 1 54

konulma, yeniden üretilme ve karşı konulma biçimlerini çalı­ şan araştırma biçimidir. Bu muhalif araştırmayla, eleştirel söy­ lem analistleri açıkça pozisyon alırlar ve böylelikle toplumsal eşitsizliği anlamak, onu açığa çıkarmak ve en nihayet ona di­ renmek isterler. "29 Sözü edilen zaman dilimine ait günlük gazeteler askerlik me­ selesi (bedelli askerlik ve vicdani ret) referans noktası alınarak incelendiğinde30 ilk etapta şunu tespit etmek mümkün: "Bedel­ li Askerlik Yasası" olarak bilinen yasal düzenlemenin kamuo­ yunda ve özellikle medyada ele alınış biçimiyle vicdani ret me­ selesinin ele alınış biçimi neredeyse tamamen farklıdır. Önce­ likle , bedelli askerlik uygulaması, en sonuncusu Kasım 20 l l 'de olmak üzere, Cumhuriyet tarihi boyunca farklı hükümetler ta­ rafından birkaç sefer yürürlüğe konmuş ve aslında hiçbirinde toplumun genelinden ya da parlamentodaki ya da parlamen­ to dışındaki partilerinden çok ciddi bir muhalefetle karşılaş­ mamıştır. Öte yandan, vicdani retle ilgili olarak tam tersi yön­ de bir eğilimden bahsetmek mümkündür. Bu bölüm kapsamın­ da gerçekleştirilen gazete taramasına dayanarak, vicdani ret ko­ nusunun bedelli askerlik kadar yoğun bir şekilde tartışılmadı­ ğı, nadiren köşe yazılarında konu edildiğinde de büyük çoğun­ lukla kategorik olarak reddedildiği söylenebilir. lkinci olarak, bedelli askerlik savunulurken ya da karşı çıkılırken öne sürü­ len argümanlar neredeyse tamamen ekonomik terimlerle oluş­ turulmaktadır. Bedelli askerlik tartışmasıyla başlamak gerekirse, ilk söylene­ bilecek şey, en azından Mart 20 1 1 -Mart 20 1 2 arasındaki bir yıl­ lık döneme ait gazeteler özelinde, bedelli askerliğin, siyasi par­ tiler nezdinde olduğu gibi Türkiye yazılı basınında da genel ka­ bul görmüş olduğudur. Çok sayıda vicdani ret davasının avu­ katlığını üstlenen Davut Erkan'ın ifadesiyle "en milliyetçisinin 29

Van Dijk, " Critical Discourse Analysis. URL: http://www . discourses.org/Ol­ dArticles/Critical% 20discourse%20analysis. pdf. Erişim Tarihi 26 Ağustos 20 1 2 , s. 352. Çeviri bana ait.

30

Gazete taraması Türkiye Büyük Millet Meclisi Kütüphanesi'nin günlük ulusal gazeteler veri tabanında, "vicdani ret" ve "bedelli askerlik" anahtar kelimeleri girilerek yapılmıştır. 1 55

dahi mazur gördüğü"31 bu yasaya verilen destek medyada fark­ lı gerekçelere dayandırılabilmektedir. En sık rastlanan gerek­ çe şudur: Askerlikte, yararsız ya da lüzumsuz işler yaparak har­ canan zaman sadece bir erkeğin ömründen ve zamanından çal­ mak anlamına gelmez; bu ayrıca ülke ekonomisine de büyük za­ rar vermek demektir. Bu erkek mesleğinin, işinin gücünün ba­ şında kalmak yerine bunları bırakıp askerde angarya işler yap­ maya mecbur bırakıldığında, milli gelire yapabileceği katkıdan ülke ekonomisi mahrum kalmaktadır. Çünkü "yaş sınırı hayata atılarak bir iş tutmuş ama askerliğini yapmamış erkekleri kap­ sama alıyor. Askerliğin bu kişilerin işlerini bozacağı endişesin­ den hareket ediliyor. Bu anlayışta ekonomik açıdan bir rasyo­ nalite var. "32 Ayrıca zorunlu askerlikle askere alınan bir erke­ ğin ailesinin yaşayacağı maddi sıkıntı da bedelli askerlik için öne sürülen gerekçeler arasındadır: Hadi diyelim ihtiyaç var diye askere alıyorsun, peki askerlik süresince istihdam ettiğin insana neden hiç değilse asgari ücret ödemiyorsun? insanı karşılıksız çalıştırmanın neresi adil? Zor­ la askere aldığın o insanın ve ailesinin çektiği ekonomik sıkın­ tıları neden görmüyorsun?33 Burada ön plana çıkarılmak istenen husus zorunlu askerliğin ekonomik açıdan verimli ve işlevsel olmamasıdır. Sonuçta, . . . bir bilgisayar mühendisi, bir teknoparkta çalışarak, geliştir­ diği projelerle ordusuna daha fazla hizmet edebilir. . . Bu işi is­ teyerek yapanlar, severek yapanlar, daha verimli olacaklardır. Daha fazla asker her zaman daha verimli ve etkin bir savun­ ma anlamına gelmiyor. Hatta bu durum bazen risk bile oluş­ 34 turur.

Diğer taraftan, yasa tasarısının netleşmesinden önce, Genel­ kurmay Başkanlığı'nın Türk Silahlı Kuvvetleri'nin (TSK) perso31

Özlem Altunok , " Savaşa Hayır Diyenlerin 'Sivil Ölüm'ü " , Cumhuriyet, 28. 1 1 . 20 1 1 .

32

Seyfettin Gürsel , "CHP'den Bedelsiz Bedelli Teklifi" , Radikal, 1 7.03.20 1 1 .

33

Resul Tosun, "Zorunlu Askerlik Sorunludur" , Yeni Şafak, 23. 1 1 . 20 1 1 .

34

Abdurrahman Dilipak, "Vicdani Red ! " , Yeni Akit, 27. 1 1 . 20 1 1 .

1 56

nel sayısına dair hayli detaylı resmi açıklamasına dayanarak or­ dunun büyüklüğüne ve TSK'nın zaten dünyanın en kalabalık or­ dularından biri olduğuna dikkat çekilmektedir. Diğer bir ifa­ deyle, TSK'da, yeteri kadar hatta belki de gereğinden fazla sa­ yıda asker mevcuttur; zorunlu askerlik yoluyla daha fazlasının silahaltına alınmasına ihtiyaç bulunmamaktadır. 35 Burada baş­ ka bir hesaplama da devreye girer: lhtiyaç olmadığı halde sade­ ce zorunlu askerlik yasası gerekçesiyle ordunun bünyesine ka­ tılan askerler de aslında ülke ekonomisine zarar vermektedir. "450 bin acemi asker bulundurmak yerine 1 00 bin profesyonel asker bulundurmak hem savunmamızı daha güçlü kılar hem de daha ekonomik olur. "36 Bu askerlerin silahları, üniformala­ rı ve diğer askeri ekipmanın yanı sıra gıda ve sağlık hizmeti gi­ bi gereksinimleri de devlet tarafından karşılanmak zorunda ol­ duğundan çok büyük bir masraf kalemi ortaya çıkmaktadır. Do­ layısıyla, zorunlu askerlik hiç maliyet-etkin değildir. Şu örnekte görüldüğü gibi son derece detaylı bilgiler ve sayısal veriler ko­ nuya dair gazete haberlerinde ve köşe yazılarında geniş yer tu­ tabilmektedir: Eskiden olduğu gibi şu anda da yaklaşık 720 binlik mevcu­ du ile dünyanın en kalabalık ordularından birisi . Yaklaşık 720 bin kişilik ordunun, 365'i general, 40 bini subay, 96 bi­ ni astsubay, 65 bini de uzman erbaş ve er olmak üzere yak­ laşık 200 bini profesyoneldir. Geriye kalan yaklaşık 450-500 bin kişi de 1 5 ve 6 aylık zorunlu askerlik hizmeti yapanlardan oluşuyor. 1 5 aylık askerlik süresi ile Türkiye , Avrupa' da zo­ runlu askerlik uygulamasının en uzun olduğu ülkedir . . . Pek çok gencin hayata atıldığı yıllarda karşısına çıkan zorunlu as­ kerlik öğrenim, çalışma ve mesleki eğitimine fiili olarak en­ gel olmaktadır. Zorunlu askerlik; kişisel kapasite ile yaptırı­ lan iş arasındaki uyumsuzluktan dolayı hizmet kaybına yol 35

Geçmiş dönemlerden farklı olarak son bedelli askerlik düzenlemesinde bu ya­ sa kapsamına girenler askerlik hizmetinden tamamen muaf tutulmuşlardır. Daha önceki ( 1 987, 1 992 ve 1999) düzenlemelerde bedel ödeyenler ayrıca -kısa bir süre de olsa- askerlik yapmak zorundaydılar.

36

Tosun, "Zorunlu Askerlik Sorunludur. " 1 57

açar (bilgisayar mühendisinin garson, şoför vs. olarak çalış­ tırılması gibi) , süre ve eğitim göz önüne alındığında askerlik hizmeti açısından da verimsiz olur. Bunun yanı sıra , zorun­ lu askerlik, ülke ekonomisinin maliyetlerini de artırmaktadır. Mesela son on yıllık dönemde savunma bütçesi içinde perso­ nel harcamalarının payı ortalama yüzde 40, silahlanma harca­ malarının payı ortalama yüzde 1 9 , silah ve personel dışı cari harcamaların (PDCH) yani ordunun yiyecek, giyecek, barın­ ma, ulaşım vb. giderlerinin oranı ise yüzde 38'dir. Görüldü­ ğü gibi savunma bütçesinin yüzde 40'a yakını zorunlu asker­ lik hizmeti yapanların günlük giderlerinin karşılanması için harcanmaktadır. 37

Bu bakış açısı , Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, çeşitli te­ levizyon kanallarında yayınlanan 29 Kasım 20 1 1 tarihli Ulusa Sesleniş konuşmasında, " [ t ] lgili kurumlarla yaptığımız istişare­ ler neticesinde, mevcut asker sayımızı ve asker potansiyelimi­ zi de dikkate alarak, bedelli askerlik için gerekli şartların oluş­ tuğuna kani olduk" , cümlesinden anlaşılacağı gibi aynı hattı iz­ leyen bir haklılaştırma içinde olmasıyla daha da güçlenmiştir. Bedelli askerlik vasıtasıyla toplanacak paranın devlet için önemli bir gelir kaynağı olabileceği düşüncesi de bedelli askerliğe des­ tek niteliğinde öne sürülen bir diğer argümandır. Burada özel­ likle dikkat çekilen husus, yasa metninde yer alan elde edilen kaynağın "şehit yakınları, gaziler, engelliler, muhtaç erbaş ve er aileleleri, TSK'ye mensup maluller ile emniyet hizmeti sınıfına mensup malullere yönelik sosyal hizmet ve yardım faaliyetleri­ nin finansmanında " kullanılacağı ifadesidir. Buradan hareket­ le, şu türden tespitler sıkça yapılmaktadır: Beklenti, 200 bin civarında başvuru olacağı yönünde. Bu da kaba bir hesapla 6 milyar liralık bir kaynak oluşturur ki, denk bütçe kaygısı taşıyan, bütçe açığına önem veren yönetim için iyi bir kaynak. Şehit yakını, gazi, engelli ve malulleri için zaten sosyal projeler peşindeki hükümetin, bedelli gelirini bu alan37 1 58

Yusuf Engin, " Çözüm Bedelli Değil Profesyonel Askerlik" , Yeni Şafak , 25 . 1 2. 20 1 1 .

lara adreslemesi, kriz sürecinde finansal disipline özen bakı­ mından da önemli. 38

Konuya dair gazete haberlerinin neredeyse tamamında, ay­ nı zamanda da birçok yazısında, "30 yaş" kriterine göre bu yasa kapsamına girenlerin sayısı, tahminen kaçının başvuruda bulu­ nacağına dair Milli Savunma Bakanlığı tarafından yapılan açık­ lamalara dayanan hesaplamalara yer verildiği görülmektedir. 39 Hatta bedelli askerliğin bedelinin 30 bin TL olmasının "ekono­ mik mantığı" da köşe yazılarında izah edilebilmektedir: 6- 1 8 ay arasında hiç askere gitmeden "kazanılan sürenin" or­ talamasını 1 2 ay olarak kabul eder, milli gelirin 10 bin dolar yani aylık 1 . 500 TL olduğunu da varsayarsak, karşımıza şöy­ le bir tablo çıkar: Askere gitmeyen ortalama bir aday 1 2 ayını "getiri sağlamaya devam ederek geçirecek" Bu adaylar arasın­ da 1 . 500 TL kazananlar olduğu gibi 1 1 . 500 TL kazananlar da olacak. Bu aralığı da "ortalamaya" insaflı bir algılamayla indi­ rince karşımıza 2. 500 TL gibi bir değer çıkacak. 1 2 ay askere gitmeyen, aylık 2. 500 TL kazanmaya devam edecekse, bu as­ kerliğin ona basit faizden arındırılmış net getirişi 30 bin TL 40 olacak.

Yazılı medyada bedelli askerlik uygulamasına eleştirel yak­ laşanlarda da aynı ekonomik rasyonalitenin izlerini görmek mümkündür. Ancak, bu kez popüler milliyetçilikle soslanmış bir rasyonaliteden bahsetmek mümkün: Bu yasa 30 yaş ve üze­ rindeki bütün erkekler için bedelli askerliği mümkün kılmak38

Şeref Oğuz, "Bedelli Askerlik Fonu " , Sabah, 23. 1 1 . 20 1 1 .

39

Milli savunma bakanı, "Bu çalışmamız mali bir ihtiyaçıan dolayı yapılmamak­ tadır" , şeklinde açıklama yaparken, aynı açıklamada "ihtiyaç" kavramına vur­ gu yaparak şunu da ifade etmiştir: "Genel bir sosyal gerçeklikten kaynakla­ nan bir ihtiyacı karşılamak için yapılacak bir düzenlemedir. Öyle bir mali ihti­ yaçtan kaynaklanmış değil. Türkiye'nin mali kaynaklan güçlüdür. Avrupa'nın ekonomik bakımdan güçlü bir ülkesiyiz. Mali kaynaklan kaynaklanan sorun olsa 2B'ye öncelik veririz. Bu da bize mali kaynak bulmak için yeterlidir. Bu çalışma yineliyorum , toplumumuzun bir ihtiyacı. " Bkz. Vatan, "Bedelli Asker­ lik Toplumsal Bir İhtiyaç'' , 6. 1 1 . 20 1 1 .

40

Yiğit Bulut, "Bedelli lçin Alınacak Para 'Anlaşılabilir' Sınırlar İçinde ! " , Haber Türk, 23 . 1 1 . 20 1 1 . 1 59

ta, ancak, bunun için gerekli olan 30.000 TL bedeli ödeyebile­ cek durumda olanlarla bu parayı asla ödeyemeyecek durumda olanlar arasındaki ekonomik eşitsizliği görmezden gelmektedir. Bu yaklaşımda dikkat çeken husus, birinci gruba dahil olanla­ rın toplumda küçük bir azınlık olmalarıdır. Yani, aslında be­ delli askerlik "5-10 bin ayrıcalıklı insan, 3-5 bin sosyetik figür, okul kayıtlarını uzattıkça uzatan 50-60 şarkıcı-artist askere git­ mesin diye [yürütülmüş ] müthiş bir lobi çalışması"nın sonucu­ dur. Ve böylelikle, "Parayı bastıran askerlikten yırtacak. .. eko­ nomiyi allak bullak eden zam yağmuruyla fakir fukaranın be­ lini büken hükümet ise kasasını dolduracak [ tır] ! " 41 Paralel bir şekilde, bir gazetede bedelli askerlik bir kelime oyunuyla man­ şetten şu şekilde tanıtılmaktadır: "30 Bin TL Mukabilinde Cüz­ dani Red Bastır Parayı Al Tezkereyi" 42 Diğer bir ifadeyle, be­ delli askerlik "ensesi kalınlar" için biçilen bir kılıftır. " 43 Bu çiz­ gi üzerinden üretilen eleştirilerde açık ya da örtük bir şekilde ifade bulan ortak sorular şöyle listelenebilir: Peki , bırakın 30 bin lirayı, 30 liraya bile muhtaç olan yoksul yurttaşın günahı ne? Parası olanın askerden muaf tutulduğu bir adalet nerede var acaba ? . . Parası olmayanın aylar boyun­ ca dağlarda terörist kovaladığı bir ülke nerede var acaba? " 44 600 TL asgari maaş alan bir genç , 50 ayda kazanacağı para­ yı yatırırsa askerlik yapmayacak. Parası yeterli değilse , ban­ kadan kredi alacak ! Peki işsizse, yoksulsa , tarlası, davarı yok­ sa, arkasında dayısı bulunmuyorsa, kredi alamıyorsa ne yapa­ cak? . . Tabii askerlik yapacak ! . . Eşitlik bunun neresinde? . . Vic­ dan, adalet, hak bunun neresinde ! 45

Görüldüğü gibi bu yaklaşımda, toplumda var olan derin sos­ yo-ekonomik uçurumun bedelli askerlikle iyice görünür kılın41

Mehmet Faraç, "Şöhretin Bedeli" , Aydınlık, 25. 1 1 . 20 1 1 .

42

"30 Bin TL Mukabilinde Cüzdani Red Bastır Parayı Al Tezkereyi" , Yeniçag, 23. 1 1 .201 1 .

43

Yılmaz Özdil, "T$K" , Hürriyet, 1 8. 1 1 . 20 1 1 .

44

Faraç, "Şöhretin Bedeli."

45

Fikri Sağlar, "Bedelli Anayasaya Aykırı mı? Boş Ver ! " , Birgün, 25. 1 1 . 20 1 1 .

1 60

masının toplum vicdanını zedeleyeceği , dayanışma duygusu­ na zarar vereceği vurgulanır. Bedelli askerlik hem " [ z ] ahmet­ siz para toplama" hem de "hizmet adı altında gençleri, toplu­ mu , yeni bölünmelere yönlendirme, birbirileriyle yabancılaştır­ ma yöntemi"dir.46 Buna bağlı olarak, "Hükümet, toplumun çe­ şitli zümrelerindeki paralılar rahat etsin diye özel ve tercihli ya­ sa çıkarırsa, vicdanlarda çok ağır bir yara açar ! . . Türkiye, şöh­ retin bedeli, bedellinin şöhreti uğruna bireyler arasında ayrıca­ lık yapacak lükse sahip değildir ! . . "47 Ekonomik rasyonalitenin popüler milliyetçilikle soslanmış halinin doğrudan iktisat-ma­ liye terimleriyle ifadesine dönecek olursak: iktisada giriş , kamu maliyesi ya da kamu ekonomisi kitapla­ rında, mal ve hizmetlerin bir ayrımı da "özel-kişisel mallar" "kamusal-toplumsal mallar" şeklindedir. Kamusal-sosyal mal­ lar toplumun yararlandığı, bir bireyin tüketiminin diğer birey­ lerin tüketimini engellemediği, kısıtlamadığı ; bireylerin eşit yararlanma olanağına sahip olduğu , bedelinin tüketim sıra­ sında ödenmediği mallar olarak tanımlanabilir. Toplum halin­ de yaşamanın gereği olarak sosyal malların üretilmesi zorun­ ludur. lç ve dış güvenliğin sağlaması da bir sosyal mal, kamu­ sal hizmettir. Bireyin tek başına yararlanmadığı, tek başına tü­ ketemediği, yararı paylaşılan hem de eşit şekilde paylaşılabi­ len sosyal malların üretilmesi, üretim için kaynak sağlanması, kaynak özgüllenmesi, tahsisi gerekir. Toplumsal-sosyal mal­ ların üretiminin yükünü kuşkusuz toplum taşıyacaktır. Top­ lumun özverisi, fedakarlığı ile ancak bu tür mallar, hizmetler üretilebilecektir. Ülkenin, özellikle dış tehditlere karşı korun­ ması, güvenliğinin, savunmasının sağlanması da bir kamusal mal, bir sosyal hizmettir. Bu hizmetin, daha teknik deyişle ka­ musal malın maliyeti, diğer kamusal mallarda da olduğu gibi olabildiğince adil bir şekilde, toplumu oluşturan bireyler tara­ fından , bireylerin özverisi, fedakarlığı ile karşılanacaktır. Be­ delli askerliği, vicdani reddi, toplumsal hizmetlerin karşılan46 A.g.y. 47

Faraç, "Şöhretin Bedeli" 1 61

ması ilkeleriyle uyumlu bulmadığım gibi bir tür uyanıklık gös­ terisi olarak da yorumluyorum. 48

Bedelli askerliğe karşı öne sürülen diğer bir argüman da yine bu uygulamayla elde edilmesi beklenen geliri kabul ederken, bu kaynağın gerçekten de vaat edildiği biçimde kullanılacağı­ na dair bir şüpheden hareket etmektedir. Bazı yazarlar bu yön­ de yapılan resmi açıklamaları inandırıcılıktan uzak bulmakta ve toplanan paranın gaziler, şehitler, engelliler ya da yoksullar adına değil başka amaçlar doğrultusunda kullanılacağını iddia etmektedirler: Düzenleme vicdanlan daha az acıtsın diye elde edilecek gelir şe­ hit ve gazilere yardımda kullanılacak deniyor. Daha önce çıka­ nlan ve 1 2 yıldır ödediğimiz deprem vergileri ne kadar deprem yaralannı sarmak için harcandıysa bunlar da o kadar gazilere ve şehitlere harcanır emin olun!

Eleştirim buna da değil. Kızdı­

ğım yer salak yerine konulmak. . . Yasa kapsamına giren herkes hakkını kullansa 1 3 milyar TL gelir olacak. Yansı yapsa yansı. Bu paranın tamamının şehit ve gazilere gideceğine inanan kim­ se var mı memlekette? Varsa Aziz N esin'e başvursun. 49

Başka bir bakış açısından ise, bu paranın kullanım alanıyla il­ gili konuşmaların "şehitleri bu işe karıştırmadan" yapılması ge­ rektiği vurgulanır; çünkü : [ş] ehitliğin bedeli olmaz. Eğer şehit ailelerinin vicdanında yer açalım diye , bu parayı size vereceğiz derseniz o vicdanı da­ ha fazla yaralarsınız . Bedelliden alıp vereceğiniz para, "şehit­ lik bedeli" gibi "kan bedeli" gibi olur ki, şehitliğe para biçmiş olursunuz, gerçekten yürekleri kanatırsınız. Kaç bedelli bir şe­ hit eder? Sonra hesabı nasıl yapacaksınız ki? Kaç bedelli para­ sı bir şehit edecek, mesela? Bunu nasıl hesaplayacaksınız? Kaç 50 şehit ailesine bölüştüreceksiniz? Kişi başına ne düşecek? " 48

Öztin Akgüç, "Toplumsal Yükümlülük" , Cumhuriyet, 27. 1 1 . 20 1 1 .

49

Fatih Altay l ı , "Bu Paralar Ş e h i t l e re ve G a z i l e re G i tmez" HaberTü rk , 0 1 . 1 2 . 20 1 1 .

50

Fikret Bila , "Şehitleri Karıştırmasak Bu lşe ! " , Milliyet, 25. 1 1 .201 1 .

1 62

Bu bağlamda zaman zaman paranın nerede , hangi amaç­ la kullanılması gerektiğine dair öneriler de sunulmaktadır. Ki­ mine göre "bedelli ile sağlanan gelir ordunun ihtiyaçları için kullanılmalıdır" ;5 1 kimine göre "bu paranın ciddi bir kısmı Do­ ğu ve Güneydoğu'ya yatırıma harca [ nmalıdır] ki askere gitme­ yenlerin de terörün sona ermesine bir katkısı olsun" ;52 kimine göre ise bedelli askerlik bir kereye mahsus değil, kısa dönem ya da uzun dönem askerlik gibi kalıcı bir seçenek olarak kalmalı, buradan sağlanan gelirle uzun dönem askerlere iyi bir maaş ve sosyal güvence sağlanarak böylece ek maliyet getirmeden ordu­ nun profesyonel asker ihtiyacı karşılanmalıdır. 53 Bu tartışmanın en çarpıcı özelliği bedelli askerliğe destek ve­ renlerin de bu uygulamaya karşı çıkanların da argümanları­ nı ekonomik rasyonalite üzerine kurmuş olmalarıdır. Tartış­ malarda dolaşımda olan temel kavramlar ve öne sürülen ilke­ ler üzerinden örneklenen taraf alışlar yukarıda aktardığım alın­ tılarda somutlanmaktadır. Özetle denebilir ki, esasen popüler milliyetçi dilde ve maliyet-fayda analizinde ortaklaşan taraflar somut, ölçülebilir, hesap edilebilir verilere ve değişkenlere, ik­ tisadi-mali terimlere, istatistiksel hesaplamalara (milli gelir, or­ dudaki erlerin bütçeye maliyeti, askere alınan erkeklerin çalış­ mamalarından ve üretmemelerinden kaynaklanan maliyet, be­ delli askerlikten devletin yaratması beklenen kaynak, bu kay­ nakla finanse edilebilecek sosyal hizmetlerin değeri, asker sayı­ sı gibi) atıfla konuşmayı ve hep maliyet-fayda analizlerine da­ yanmayı tercih ederken hem ekonomik rasyonalite hem de po­ püler milliyetçi eksenlerde ortak olan cinsiyetçi perspektifin içerisinden konuşmaktadırlar. Vicdani ret söz konusu olduğunda ise farklı bir tablo ortaya çıkıyor. tık farklılık, yukarıda belirtildiği üzere, bedelli asker­ likle kıyaslandığında vicdani reddin hem Türkiye medyasında hem de siyasi partiler arasında çok daha yoğun bir reddedişle karşı karşıya kalıyor olmasıdır. Türkiye şu anda Avrupa Komis51

Özcan Yeniçeri, "Bedelli Askerlik" , Yeniçag, 1 8. 1 1 . 20 1 1 .

52

Altaylı, "Bu Paralar Şehitlere ve Gazilere Gitmez " , 0 1 . 1 2.201 1 .

53

Ersoy Dede, "Bedelli Tamam ya Vicdani Red ? " , Yeni Akit, 8. 1 1 . 20 1 1 . 1 63

yonu üye ülkeleri arasında vicdani ret hakkını yasalaştırmamış iki ülkeden biri (diğeri Azerbaycan) olduğu gibi, aşağıda da gö­ receğimiz gibi, aslında bu konu siyasi bir mesele olarak alınma­ maktadır. Bilindiği üzere, vicdani ret, "Bireyin politik görüşle­ ri, ahlaki değerleri veya dinsel inançları doğrultusunda asker­ liği reddetmesidir . . . Vicdani retçil erde en çok karşılaşılan red sebepleri ise; düşman olsa bile insan öldürmeyi ahlaki bulma­ mak, hiyerarşik ve statüsel yapılandırmalarda yer almayı red­ detmek ve güncel sorunlardan dolayı o ülkenin silahlı birli­ ğinde bulunmayı ideolojik ve dini inanca aykırı bulmaktır. " 54 Vicdani ret hakkı, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyo­ nu ve Avrupa Parlamentosu tarafından temel insani hak ola­ rak kabul edilmiş olup Türkiye'de bu konunun yakın zaman­ da hatırlanmasına neden olan gelişme ise Avrupa lnsan Hak­ ları Mahkemesi'nin (AlHM) 2004 yılında Türkiye'den yapılan başvuruya dair gerekçeli kararını Kasım 20 l l'de açıklaması ve Türkiye'yi tazminata mahkum etmesi olmuştur. Kararda, Tür­ kiye'de askerliğe alternatif bir kamu hizmetinin bulunmadığı­ nın altı çizil [ erek] bu yapının toplum ile vicdani retçilerin çı­ karları arasında adil bir denge oluşturmadığına işaret edilmiş­ tir. 55 Bundan önce 2006 yılında da, Türkiye aynı şekilde mah­ kum olmuştur. Türkiye'nin, AlHM kararı doğrultusunda vic­ dani retle ilgili düzenleme yapmaması üzerine Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi sürekli olarak uyarılarda bulunmakta fakat bu gidişata rağmen resmi yaklaşım Başbakan Recep Tayyip Er­ doğan'ın şu sözlerinde temsil edilmektedir: "Vicdani ret olarak adlandırılan bir düzenleme hükümetimizin gündeminde asla olmamıştır. Askerlik bu milletin, bu topraklar için en kutsal va­ zifelerden biri olarak kabul edilmiştir. Biz askerimize 'Mehmet­ çik' derken bunun bir anlamı var; bu 'Küçük Muhammed' an­ lamındadır. Biz askerliği Peygamber Ocağı olarak görmüşüz. " Yanı sıra , Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 'son genel seçim­ ler sonrasındaki (20 1 1 ) kompozisyonuna bakıldığında vicdani ret hakkını savunan sadece bir siyasi parti bulunmaktadır. Bu 54

"Anarşist Bir Duruş Olarak Vicdani Red" , BirGün, 3 . 2 . 20 1 2 .

55

" A lH M 'den Türkiye'ye Vicdani Red Cezası" , Radikal, 23. 1 1 . 20 1 1 .

1 64

konuda hem iktidar partisi hem de iki büyük muhalefet parti­ sinin aynı dilden konuşuyor olması dikkat çekmektedir. Örne­ ğin Milliyetçi Hareket Partisi "vicdani reddi her koşulda red­ detmeye devam edecekleri"ni sürekli vurgulamaktadır. Bu du­ rum medyada da çok farklı değildir; vicdani ret kavramına siya­ si partiler nezdindeki mesafeli duruş medya için de geçerlidir. Aslında , yakın zamanda Bilkent Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi ve KONDA tarafından yapılan hayli geniş çaplı bir araştırmada katılanların yüzde 82'sinin vicdani redde karşı olduklarını ifa­ de etmiş olmaları, bu muhalefetin ne gazetelerin köşe yazılarıy­ la, ne iktidar partisiyle ne de muhalefet partileriyle sınırlı oldu­ ğunu göstermektedir. 56 Vicdani reddi redderken öne sürülen gerekçeler referans noktaları bakımından bedelli askerlik karşısındaki muhalif gö­ rüşlerden farklıdır. Bunlar genel olarak üç başlık altında top­ lanabilir: llk olarak, tahmin edilebileceği üzere, askerlik olgu­ sunun Türk-Müslüman kültürünün ayrılmaz parçası hatta özü olduğu düşüncesi dillendirilmekte, buradan hareketle de vic­ dani ret hakkının yasalaşmasının milli kültürü dej enere edecek bir adım olacağı görüşü savunulmaktadır. Bu görüş, aşağıda­ ki örneklerde olduğu gibi, bazen ironik biçimde bir militarizm eleştirisiyle bağdaştırılabilmektedir: Hayatımın hiçbir döneminde asla militarist olmadım; bilakis askeri tahakküme ve müdahalelere karşı daima demokrasiyi savundum. Lakin mukaddes, mübarek, muazzez bir peygam­ ber ocağı olarak gördüğüm Türk Ordusu'nun varlığına ve lü­ zumuna her zaman inandım . . . Kim ne derse desin, Türk Mille­ ti, "asker millet" tir. Bu hususiyet, milletimize asırların kazan­ dırdığı çok önemli bir haslet ve atalarından tevarüs ettiği bir milli terbiyedir. Milattan öncesine kadar uzanan şanlı tarihin­ de , bu hususiyeti sayesinde yüzden fazla devlet kurmuş olan milletimiz, daima bağımsız yaşamış ve en zor zamanında da­ hi "İstiklal Mücadelesi" verebilmiştir. Bizde askerlik hizmetine 56

Detaylar için bkz . "Bilmedikleri 'Vicdani Red'e Karşılar" URL: http://www . ha­ berturk. com/polemik/haber/69 1 398-bilmedikleri-vicdani-rete-karsilar. Eri­ şim Tarihi: 13 Ocak 20 1 3 . 1 65

"vatani vazife" denir ve Anayasa'da da "vatan hizmeti" başlığı altında düzenlenir. Vatandaşımız vatan hizmetine çok önem verir. Zorunlu askerlik, toplumumuzda değer yargısı en yük­ sek sosyal kurumdur. Vatanseverlik seviyesi çok yüksek olan milletimiz için askerlik şerefli bir hizmet ve şehitlik erişilecek

en büyük mertebedir. 57

Vicdani ret kurumu gençlerimizi tarihi reflekslerinden biraz daha kopartacak. Yanlış anlaşılmasın. "Her Türk asker doğar" saplantısı içinde değilim. Ama bu milletin genlerindeki emsal­ siz meşru müdafaa melekesi tarihe karışacak. "Söz konusu va­ tansa gerisi teferruattır" sloganları yalan olacak. Millet olma şuurunun tarihi örgüsü felce uğrayacak. 58

Konuya "asker Türk Milleti" tespiti üzerinden yaklaşanlar olduğu gibi lslam dininde meşru savaş kavramına ve Hazreti Muhammed'in bizzat katıldığı ve yönettiği savaşlara atıfla vic­ dani redde karşı çıkanlar da olmuştur: Kur'an'ın emri, düşmana karşı caydırıcı güce sahip olmamızdır. Ümmet gücünün yettiği kadar bu emri yerine getirecek, düş­ manların saldırmaya cesaret edemeyecekleri ölçüde askeri güce de sahip olacaktır. Meşru savaşa katılmak, durumu ve gücü bu­ na müsait olanlara farzdır (isteğe bağlı değildir, red hakkı yok­ tur) . tslam'da paralı askerlik söz konusu olamaz; çünkü cihad şerefli ve sevaplı bir ibadettir, ibadet para ile olmaz, cihadda öl­ mek şehadettir ve şehitlik çok değerli bir manevi derecedir. 59

Ahmet lnsel burada çok önemli bir noktanın altını çizmekte­ dir: Vicdani redde Türk-Müslüman kültürüne atıfla karşı çık­ mak konusunda Kemalistler ve muhafazakar-Müslüman çevre­ ler arasındaki uyum. lnsel kendi yazısında Ali Bulaç ve Müm­ taz Soysal'ın konuyla ilgili görüşlerine yer vererek bu benzeş­ meyi gözler önüne serer. lnsel'in aktardığına göre: 57

Hasan Celal Güzel, "Asker Ocağı Sönmemeli" , Sabah, 19. 1 1 . 20 1 1 .

58

Gültekin Avcı, "Vicdani Reddin Vicdanı", Bugün, 20. 1 1 . 20 1 1 .

59

Hayrettin Karaman , " Reddedilen Askerlik m i Vicdan mı? " , Yeni Şafak, 8 . 1 2 . 20 1 1 .

1 66

"Kültürel kodları Müslümanlık tarafından oluşmuş bir ül­ kede" ana fikir, Bulaç'a göre "Savaş karşıtlığı değil anti-mili­ tarizm" olmalıydı. Savaş adil ve haklı olmadığı sürece meş­ ru değildi ama "ülkesi düşman işgaline uğramışsa her Müslü­ man; dini, yurdu ve namusu için savaşır(dı) , bu cihattı ve farz­ dı" "Cihadı hayatından çıkarmış bir toplum , varlığım devam ettiremez"di. Mümtaz Sosyal , 26 Kasım'da Cumhuriyet'te, "Bu arada toplumun moralini bozmak ve ulusal özgüvenin önem­ li unsuru olan askerliği yıpratmak isteyenler yeni bir konu da­ ha bulmuşa benziyorlar: Vicdani ret denen kaytancılık" diye­ rek, konuya girdi. Ardından AlHM kararlarıyla desteklenen bu hakkın "hangi gerekçeyle olursa olsun insan öldürmeyi günah sayan Museviliğin ve Hıristiyanlığın inançlarına ters düştüğü için, o inançların insanları açısından geçerli" olabileceğini be­ lirtti. "Ama Müslüman bir toplumda ve hele ulusal savunma gerekleri olan Türkiye gibi bir ülkede fanteziden başka bir an­ lam taşıyamaz"dı. 60

Insel'den yapılan bu uzun alıntıda göze çarpan husus, kendisi bunu vurgulamamış olsa da, vicdani redde karşı çıkışın ideolojik ayrımları içten kesmesi ve bunu yaparken de aslında farklı ide­ olojik duruşlar arasında cinsiyetçiliğin ortak bir nokta olduğu­ nu iyice belirginleştirmesidir. ikinci olarak, vicdani ret hakkına karşı çıkanların çoğunun bu hakkın savunuculuğunu yapanla­ rın "samimiyeti"nden duydukları şüphe göze çarpmaktadır. Ba­ zı yazarlar vicdani ret hakkı savunucularını, gerçek niyetleri as­ kerlik hizmetinden kaçmak olduğu halde bu niyetlerini ve kor­ kaklıklarını vicdani ret savunuculuğu kisvesi altına saklamakla, böylelikle aslında askerlikten bunun için bir bedel dahi ödeme­ den kaçmanın peşinde olmakla eleştirmektedirler. Vicdani red­ din cesaret karşısında korkaklık üzerinden tespit edilmesi asker­ liği reddetmekle vicdani ret arasındaki farka dikkat çeken, bu farkın da askerliğin niçin reddedildiğine bağlı olduğunu öne sü­ rerek bir "tasnif' denemesine girişen ömekt� şahikasına ulaşır: 60

Ahmet lnsel , " T ü rklük ve Müslümanlık Vicdani Redde Karşı" Radi kal, 29. 1 1 . 20 1 1 . 1 67

Askere gitmeyi , devletin otoritesini külliyyen reddettiği için reddeden, zaten dağa çıkmış demektir. Bugün de yüz yıl ön­ ce de böyleydi bu. "Eşkıya kimlik kullanmaz" Dağdan ölüsü -o

da bazen- iner. Böyle adam vatandaş olsa ne olur olmasa ne

olur! Eşkıya dağdan geri dönerse zaten eşkıyalıktan da dön­ müş demektir. Eline silah verir misiniz? Hele cepheye, gönde­ rir misiniz? Kendisine bayrağınızı ve namusunuzu itimat eder misiniz? Sabıkalılık ve af meselesi. Islah olmuşsa neden olma­ sın. Askere alacağınız genç , dağa henüz çıkmamış, ama da­ ğa çıkmayı her an düşünen bir gençse, askere alsanız ne işini­ ze yarar? Eğitip devletle ve toplumla barıştırmanıza kışla kat­ kı yapacaksa doğruca askere alın ! Yoksa önce medreseye gön­ derin. İşte onun için devletin medreseye destek olması lazım. Kaldı geriye, silahı ve öldürmeyi vicdanen reddettiği için ya da yeterince -yani ölmeye hazır olacak kadar- cesur olmadığı için

askere gitmek istemeyen vicdani retçiler. 6 1

Bu durumda askerliği reddedenler eşkıya, vicdani retçiler ise korkaklardır. Bir gazetede hükümetin vicdani retle ilgili bir ya­ sal düzenleme hazırlığı içerisinde olduğunu duyurmak üzere hazırlanmış haber metni ise "erkek gibi" askere gitmeyi redde­ decek olanları nelerin beklediğini şöyle anlatmaktadır: Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi'nin Türkiye'nin AB'ye üye­ liği için şart koştuğu askerlik yapmak istemeyenlerin "vicdani ret" hakkının tanınması ile ilgili çalışmalar sürüyor. .. Buna gö­ re , vicdani retçiler, askeri tesislerde ellerine silah almadan, ge­ ri hizmetlerde görevlendirilecek. .. Garson, berber ve hizmet­ li gibi görevlerde bulunacak olan vicdani retçiler, silah kulla­ nılmayan birimlerde görev alacak. Askeri birliğin mutfağı, te­ mizlik işleri gibi işleri yapacak olan vicdani retçiler bir anlam­ da patates ve soğan doğrayarak kamu hizmeti görevini yerine getirecek. Askeri birlikte görev yapanlar kışlada konaklamaya­ cak, akşam evlerine gidecek. 62

61

Ahmel Balta!, "Anayasaya Dokunmayın" , Yeni Asya, 23. 1 1 . 20 1 1 .

62

Erhan Seven, "Vicdani Retçiler Geri Hizmete " , Yeni Şafak, 1 7. 1 1 .201 1 .

1 68

Buradaki, "eline silah alan/geceleri kışlada kalan/cesur" -mas­ külen-Türk erkekleri ile eline silah alamayan/korkak/feminen (temizlik ve mutfak işleri gibi geri hizmetleri yapan ve geceleri evlerine giden, belki de kışlada kalmayı hak etmeyen) Türk er­ kekleri arasındaki ayrım üstü örtülemeyen bir heteroseksizmi işaret etmektedir. Cesarete, cesur olmaya yapılan bu vurguyla beraber vicdani reddin korkaklıkla özdeşleştirilmesinin daha da açık ve örtülmeye de çalışılmayan bir heteroseksist tonlama­ ya sahip olan biçimi ise şu örnekte kendini gösterir: " [ T ] otişi yemediği için kendisini hümanist, özgürlükçü olarak görenler eline silah almadıkları için 'insan öldürmeye karşıyım' nutukla­ rı atacak. "63 Nitekim tespit edilen bu "samimiyetsizlik" halinin testi de beraberinde gelir: Sen hükümet olarak şimdiden açıkla bakalım, de ki "Vicdani retçiler sadece Güneydoğu'nun ilçe ve köylerindeki sağlık ve eğitim kuruluşlarında sivil olarak görev yapacaktır. Şemdinli, Çukurca, Erciş, Kulp, Eruh, Lice vesaire ve onların köyleri . . . " Bak bakalım sonrasında, piyasada kaç vicdani retçi sahtekar 64

kalacak ! Hepsi askere gitmek için kuyruğa girer.

Görüldüğü üzere, tıpkı bedelli askerlikle ilgili tartışmalarda olduğu gibi vicdani ret tartışmalarında da popüler milliyetçi­ lik yine başroldedir. Bu durumda, vicdani redde karşı öne sü­ rülen iddiaların "asker millet" , "Peygamber Ocağı" , "şeref" , "şehitlik" "cesaret/korkaklık" , "samimiyet(sizlik) " gibi kav­ ramlar üzerine inşa edilmesi şaşırtıcı değildir. Aslında bu du­ rum , vicdani redde karşı kullanılan bu siyasal dilin de ne ka­ dar duygusal olduğunu göstermektedir. Bu durum ise daha de­ rinde, siyaset ve rasyonalite arasında kurulan bağlantının ikir­ cimli yapısını gözler önüne sermesi bakımından özel bir öne­ me sahiptir.

63

Metin Özkan, "'Vicdani Red' 'Açılımın' Devamı mı? '' , Güneş, 1 8. 1 1 . 20 1 1 .

64

Emin Çölaşan, "Şimdi de Bedelli Dümeni", Sözcü, 1 6. 1 1 . 201 1 . 1 69

Sonuç Türkiye'de yazılı medyanın bedelli askerlik ve vicdani redde yaklaşımına dair bütün bu gözlemler toplumsal cinsiyet eksen­ li bir tartışma için ne tür veriler sunmaktadır? En başta, bu tar­ tışmalarda alttan alta sürekli vurgulanan, daha da belirginleş­ mesi ve devamlılığı sağlanan hususun erkeklik/erillik ve kadın­ lık/dişilik kategorilerine dair yerleşik normların ve değerlerin şekillendirdiği tanımlar olduğu aşikardır. Bu şekilde "erkek" ve "kadın"ın oynaması gereken (farklı) rollere dair mevcut yar­ gılar pekiştirilmektedir. Buna göre , erkeklik/erilliğin tanımla­ yıcı özellikleri cesaret, savaş, kavga ve bir asker olarak ölme­ ye ve öldürmeye hazır olmak, silah kullanmayı bilmek/öğren­ meyi istemektir. Bu tanımlarla el ele yürüyense , Gregory He­ rek'in "heteroseksüel olmayan her türlü davranış, kimlik, ilişki ya da topluluğu inkar eden, aşağılayan ve damgalayan bir ide­ olojik sistem" olarak tanımladığı heteroseksizmdir.65 Böyle ta­ nımlandığında heteroseksizmle ırkçılık ve cinsiyet ayrımcılığı gibi önyargıdan beslenen tutum ve davranışlar arasında önemli benzerlikler olduğu açıkça görülür. Türkiye'deki bedelli asker­ lik ve vicdani ret tartışmalarında da bu tutumu görebilir ve er­ keklerden askerlik hizmetini yerine getirerek ve/ya da vicdani reddi reddederek aslında erkekliklerini ispatlamalarının bek­ lendiğini söyleyebiliriz . Vicdani retçiler ise aynı nedenle Spike Peterson'ın ifadesiyle "yeterince maskülen olmayan erkekler" (insufficiently masculine men) olarak yaftalanmaktadır.66 Vicda­ ni retçi erkekler "erkek olmak"la özdeş görülen özellikleri (sa­ vaşçılık, askerlik vb.) reddetmekte, üstüne üstlük bunu hiç de erkekçe ya da eril bir çağrışımı olmayan vicdan kavramına gön­ dermede bulunarak yapmaktadır. Maskülen olmamak ise, er­ kek kimliği için başlı başına bir kusur, defo olarak kabul edil­ mektedir. Tam da bu noktada vicdani ret hareketinin en önde 65

Herek, G. M . ( 1 990) . The Context of Anti-gay Violence : Notes on Cultural and Psychological Heterosexism" , ]ournal of Interpersonal Violence, 5, s. 3 1 6333. Çeviri yazara ait.

66

Peterson, "Sexing Political Identitiesı' Nationalism as Heterosexism", s. 40.

1 70

gelen ve adeta sembol olmuş isimlerinden inan Süver'in verdiği bir röportajda vicdani reddini "cesur olmak" ve "cesaret" üze­ rinden meşrulaştırmasını, asıl cesaret isteyenin vicdani retçi ol­ mak olduğunun altını çizmesini hatırlamak gerekir. Süver'e gö­ re " [ v ] icdani red cesaret gerektirir. . . Korkaklar saldırır. Cesur­ lar ise gelecek tehlikeye hazırsa saldırmaz, onu bekler. "67 Bel­ li şekilde tanımlanmış hakim erkeklik tanımının zaman zaman vicdani reddi savunanlarca dahi dile getirilebilecek kadar sos­ yo-politik yapının iliklerine işlemiş olduğunu bundan daha iyi ne gösterebilir? Serpil Sancar'ın dikkat çektiği gibi: . . . aile'de kadınlan ve gençleri yönetmek, piyasada üretime ko­ şulan işçileri disipline etmek, ulus-devletin düşmanlarına kar­ şı savaşmak erkeklerden beklenen ve çoğu zaman şiddet kul­ lanmayı içeren toplumsal roller i dir] . "Erkek olma" ile özdeş­ leşen değerler ne kadar şiddet kullanmayı içeriyorsa, o ölçüde bu şiddet ilişkisini normalleştiren iktidar stratejileri ile sarma­ lanmış oluyor. . . Buradan bakıldığında , vicdani ret tartışmala­ rı kaçınılmaz olarak eril kültür'ün sorgulanması ile birbirine paralel gelişme gösteriyor. Şiddet kullanmaya zorlanan erkek­ ler bu bağlamda basitçe kendi istemedikleri bir şeyi yapmış ol­ maya zorlanmıyorlar; aynı zamanda bir tür erkeklik değerleri­ ni ve davranışlarını da onaylamaları ve içselleştirmeleri kaçı­ nılmaz hale geliyor. Bu anlamda, vicdani ret tartışmaları mili­ tarizm ile özdeşleşmiş şiddete dayalı erkeklik değerlerinin de eleştirisini ve dönüşümünü sağlamanın yolunu açıyor. 68

işte, erkek olmak ve kadın olmakla ilgili değerler ve normla­ ra dair bir eleştiri ve sorgulamanın kapısını aralaması ve hatta bunlara meydan okuma potansiyelini içinde barındırması, vic­ dani reddin Türkiye'de bu kadar geniş çaplı bir reddiyeyle kar­ şılaşmasının arkasındaki esas sebep olmaktadır. Ö te yandan, bedelli askerliği savunmak, bu yasadan faydalanmayı istemek 67

Cem Bahtiyar, "Vicdani Red: Devletin Sopasını Elinden Almak" , inan Süver'le söyleşi, BirGün, 2 1 . 1 2. 20 1 1 .

68

Serpil Sancar, "Vicdani Red ve Eril Şiddet", Çarklardaki Kum: Vicdani Red Dü­ şünsel Kaynaklar ve Deneyimler içinde, s. 1 3 5- 1 36. 1 71

ya da faydalanmak, uhdesinde böyle bir meydan okuma bann­ dırmadığı için yerleşik siyasette kendine daha kolay yer bula­ bilmektedir. O zaman, heteronormativite hem bu durumun ar­ kasında yatan temel faktör hem de sonuç olmaktadır. Bu du­ rum yazının en başında belirtildiği gibi , modern siyaset tanı­ mıyla birlikte düşünüldüğünde daha da kolay anlamlandırı­ labilir. Askerlik hakkındaki hakim söylem modern (eri l ola­ rak okuyunuz) siyaset kavramsallaştırmasından beslenmekte ve aynı zamanda onu (yeniden) üretmektedir. Modern siyaset kavramsallaştırması siyasal alam rasyonalite, akıl ve materya­ lizm üzerinden kurgularken duygular ve inançlar bu alanın dı­ şında bırakılır. Ilk sayılanlar erkek olmanın, ikinciler ise kadın olmanın özü addedilir. Bedelli askerliğe dair tartışmanın, yani bedelli askerliği savunur ya da ona itiraz ederken dile getirilen görüşlerin, daima ekonomik rasyonalite (somut rakamsal veri­ lere dayalı fayda-maliyet hesaplaması yani akıl-mantık-mater­ yalizm) ekseninde yürümesi bu kurgunun yeniden üretiminde işlevseldir. Çünkü siyaset tam da bu sayılanlann alamdır. Di­ ğer bir ifadeyle, bu pencereden bakıldığında , bedelli askerlik mevzusu , siyasalın belli biçimde tanımlanmış alam içerisinde meşru bir tartışma konusu olarak kabul edilmiş olan, yine bel­ li biçimde belirlenmiş siyasal terminoloji çerçevesinde ele alı­ nan siyasi bir meseledir; sistem dışı bir uygulama ya da tartış­ ma konusu değildir. Öte yandan , vicdani ret için aynı şey söylenemez . Vicdani ret, kadın ve erkek olmaya dair yapılmış tammlan ve çizilmiş sınırlan zorladığı yetmezmiş gibi siyasala dair tammlan ve çi­ zilmiş sınırlan da zorlamaktadır.69 Her şeyden önce vicdan mo­ dern siyaset kavramsallaştırmasının dışanda bıraktığı irrasyo­ naliteyi, duygu ve inancı uhdesinde banndırır; hem de vicdan ölçülebilir, hesap edilebilir, görünür-gösterilir, somut olarak ispat edilebilir bir şey değildir. Kısaca, eril değildir. O nedenle 69

1 72

Yıldınm Türker'in "vicdan da ret de dilimizin en zor döndüğü , sorunlu ke­ limeler" saptaması vicdani reddin bu sistem-dışılığının , Türker'in ifadesiy­ le "tekinsizliği"nin sembolik bir ifadesidir. Bkz. "Tolstoy'dan Bu Yana Reddin Vicdanı", Radikal, 20. 1 1 . 20 1 1 .

politik de değildir. lşte burası aynı anda hem milliyetçilik, mili­ tarizm ve kapitalizmin üstüste bindiği hem de bu karışımın ha­ kim eril kimliğin lehine bir cinsiyet hiyerarşisiyle harmanlan­ dığı ve ortaya son derece tesirli bir iksirin çıktığı yerdir. Bura­ da "aklın hamle anlamına, strateji anlamına geldiği bir iklim" hüküm sürmekte, "asal soruların fantezi kabul edildiği, akılla duygunun farklı masalara yatırıldığı bir dünya inşaatı" devam etmektedir. 70 Vicdani redde karşı çıkışların da meseleyi siyasi ilkeler ve kavramlar temelinde tartışmak yerine, bu kavramı ve ilgili talepleri tamamen göz ardı etmekle "askerlik Türk/Müs­ lüman olmanın gereğidir"/"vicdani retçilerin asıl derdi asker­ likten kaytarmak"/"vicdani retçiler aslında korkaklar" şeklinde özetlenebilecek bir tutum arasına sıkışıp kalması da aslında bu meseleyi bizatihi siyasi bir mesele olarak kabul etmeye gösteri­ len direnci sembolize etmektedir. Siyasal alan erillikle özdeşle­ şen değerlerle tanımlandığı ölçüde, hakim eril kimlik dışındaki kimlikler (kadınlar ve LGBT) açısından bu durumun çıktısı or­ taktır: Siyaseten ikincilleştirilme , ötekileştirilme, sessizleştiril­ me; nihayetinde, dışlanma.

70

A.g.y. 1 73

5 BİR ERKEKLİK FANTEZİSİ: KURTLAR VAD1S1 1 AKSU B ORA

-

T ANIL B ORA

Milliyetçiliğin "zaten hep" bir erkek fantezisi olduğunu söyle­ mek fazla mı olur? Emin misiniz? Ya da belki erkekliğin belir­ li bir biçiminin milliyetçi fantezi olduğunu söylesek? Bütün o "sabrımızı zorlamasınlar"ın, "en sert şekilde karşılık verilecek­ tir"lerin? Nasyonal sosyalistlerin iki paramiliter örgü tlenmesi olan SA'lar ve SS'ler,2 şedit ve hamasi bir erkeklik imgesi kuran, bu imgeyi yeniden üreten bir erkek kültürü ve erkeklik deneyimi geliştiren yapılardı . Aynı zamanda, şedit ve hamasi erkekliğin iki farklı türünü karşı karşıya getiren yapılar.3 SA tarzı erkek­ lik, bu örgütün alt sınıflara dayanan plebyen profiline uygun olarak, kabadır. Kendini hiçbir biçimde kısıtlamamayı, gazını istediği gibi boşaltmayı, erkekliğin şanından sayar. Dışa karşı 1

Bu yazının ilk versiyonu, Birikim dergisinin Ağustos-Eylül 20 1 0 (256-257) sa­ yısında yayımlandı. "Kurtlar Vadisi ve Erkeklik Krizi: Neden lskender'i Öldür­ müyoruz Usta ? "

2

SA: Sturmabteilung, Hücum Bölümü veya Kıtası. SS: Schutzstaffel, Koruma Bölüğü. SA, taban hareketi olarak örgütlendi. SS, ilkin SA'nın içinde Hitler'e özel koruma sağlama işleviyle kuruldu , sonra özerkleşerek büyüdü, özellikle 1 933'te SA'nın tasfiyesinden sonra polisle de bütünleşerek dev bir devlet terö­ rü aygıtına dönüştü.

3

Peter Longerich, Heinrich Himmler (Berlin: Pantheon, 20 10), s. 1 3 7 vd. , 243 vd. 1 75

da iç ilişkilerinde de-hiyerarşinin genel icaplarını gözeterek­ formaliteye bakmaz , hudut tanımaz. Bağırmak çağırmak, kırıp dökmek, erkekliği kanıtlayan patlamalar; şiddet, içki ve cin­ sel azgınlıklar, homo-sosyal bağları güçlendiren muteber or­ tak deneyimler sayılır. Atak bir cinselliğin ve yüksek libido­ nun yüceltilmesi, eşcinselliği "bile" aklar.4 SS tarzı erkeklik ise, büyük ölçüde bu örgütün lideri Himmler'in belirleyicili­ ği altında, SA tarzı erkekliğe nizam ve intizam vermeye dönük bir düzeltme çabasına dayanır. SA'ların kodaman karşıtı, kapi­ talizm karşıtı, bürokrasi karşıtı plebyen-faşist reaksiyonlarını kontrol alma stratejisiyle örtüşen bir arayıştır. SS tarzı erkek­ lik, katı kurallı, had safhada kontrollü, "doğru-düzgün" bir er­ kekliktir; Himmler cinayetlerin bile usulü dairesinde, "doğru düzgün" icra edilmesini ister. Erkeklik ideali : asker adamdır. Erkek adam, askerce ciddi , kurallara ve otoriteye hilafsız bağlı olmalıdır. SA'ların erkek kardeşliği muhabbetinin yerini, dava ve kurallarla belirlenen erkek yoldaşlığı azmi almalıdır. Erkek (ve asker) adamlar, öncelikle birbirlerine değil öncelikle dava­ ya ve vazifeye (ve onları kişileştiren Führer'e/lidere) sadık ol­ malıdır. Erkeklerin birbirlerini sevmesinden ve "fazlaca" bir­ birlerine bağlanmasından duyulan kuşku , kuşkusuz homofo­ biyle de bağlantılıdır. SA tarzı, erkeklik korsesini çıkartıp atar­ ken, SS tarzı korseyi iyice sıkılar. SS tarzı erkeklik, homofobi­ den öte, genel olarak cinsel hazza tehlikeli bir ayartı olarak ba­ kar. Neredeyse aseksüel bir püritanizmle, üremeye (üstün ır­ kın zürriyetini sürdürmeye) indirger cinselliği. SS üyelerinin, bu yüksek ahlaklarıyla , üstün ırkın en seçkin unsurları (er­ kekleri) olması hedeflenmiştir. Erkekler arasındaki ilişkinin eşit kardeşler değil, ortak da­ vaya (Führer'e) bağlı yoldaşlar arasındaki ilişki olması, temel önemdedir. itaat ve sadakat, adeta kurucu erkeklik değerleri­ dir.5 Türkiye'de 1939 yılında yayınlanan ve Genelkurmay Baş4

SA'lann önderi Emst Röhm açık eşcinseldi.

5

Mehmet Celil Çelebi, Kurtlar Vadisi'yle ilgili yayımlanmamış yüksek lisans te­ zinin "Otorite ve Erkeklik" başlıklı bölümünde bu noktayı vurguluyor: "(Val­ ley of Wolves) as a Nationalist Text", Medya ve Kültür Çalışmaları Programı, ODTÜ, 2006.

1 76

kanlığı tarafından okutulması tavsiye edilen Ordu Sosyolojisi Yolunda Bir Deneme isimli kitaptan destek alalım: Orduda Aile, Babacı Aile Gibidir: Babacı ailede baba, ailenin hakimi ve dini bakanıdır. Ordu ailesinde de baba, birliğin ve vazifenin tekil ettiği dinin başkanıdır . . . Baba isterse ferdi, aile­ den kovabilir. Ferdi evlendirmek hakkı da vardır. Ferd evle­ nebilmek için babanın müsaadesine muhtaçtır . . . Baba aynı za­ manda hakimdir. Bir derece kadar adli haklan ve salahiyetleri vardır. Kendi kadrosundaki bu mahkemenin kararlarını onay­ lar veya geri çevirebilir. Bu mahkeme , babanın resmi ve adil 6 vicdanını teşkil ediyor.

Bahse konu " kardeşler birliği" , Freud'un bahsettiği türden bir ortak suç etrafında kenetlenmiş eşitlerden değil, babanın mutlak otoritesiyle bağlı "fert" lerden oluşan bir topluluk; en azından öyle görünüyor. Baba figürünün gerçekliği ve varlığı­ nın bir vakıa mı yoksa ideal mi olduğu konusunu yeniden dön­ mek üzere şimdilik bir kenara bırakıyoruz. Sadece bir şeyi not ederek: Moderniteyi "baba"nın yası bile tutulamayan kaybıy­ la bağlantılı bir erkeklik krizi olarak düşünmek, 1 939'dan ka­ lan bu metindeki güçlü baba özleminin günümüzün erkekleri­ ni cezbeden Kurtlar Vadisi 'nde de aynen devam etmesini anla­ makta bir giriş noktası olmalı. lki erkeklik tarzı

Kurtlar Vadisf nde Polat Alemdar'ın ve çevresindeki erkek ce­ maatinin, SA tarzı erkeklikle SS tarzı erkeklik arasında gergin bir salınımı temsil ettiğini söyleyebilir miyiz? Polat, tam iki­ sinin arasında bir yerdedir -elbette alaturka- bir SS tarzı er­ kekliği, SA tarzı erkekliğe yedirmeye çalışır; ama SA tarzının "erdemleri"ni kesinlikle çöpe atmadan ! Memati'nin gönlünce "kafaya sıkma" , mekan basma, adam kaldırma arzularına, za6

Akt. Selda Şerifsoy, "Aile ve Kemalist modernizasyon projesi, 1 928- 1 950'' , Va­ tan Millet Kadınlar içinde, Ayşe Gül Altınay (der . ) (İstanbul: iletişim Yayınla­ n , 2000) , s. 1 89 . 1 77

marn-zemini gözetmesini ihtar ederek gem vurur. Ama dizgini ara ara gevşeterek ve "bir gün mutlaka" vaadini hep canlı tuta­ rak. Kendisi SS misyonunu üstlenmiştir; fakat bu misyonu SA tarzının enerj isini, doğaçlama yeteneğini, "samimiyeti"ni yi­ tirmeden yürütüyordur. O tarz kontrol altında tutulmalı ama gür bir kaynak olarak kurumasına izin verilmemeli; çocukların "şevki kırılmamalı, elleri soğutulmamalı" dır. Askere, polise de­ ğil, son kertede "adamları"na güvenir Polat. Bu gerilim bir başka ikilikle de alakalıdır: Taşralı/gelenek­ sel erkek-adamlar ile şehirli salon adamları. Bir tarafta, kavruk, içinden geldiği gibi, otosansürsüz davranan, bozulmamış, sa­ mimi, dürüst, sahici erkek-adamlar vardır. Bazen komik duru­ ma da düşseler, dahası kötü de olsalar, aslında iyi, mayası temiz adamlardır bunlar. Tek kelimeyle, erkek adamlardır. Misal, Za­ za, olanca kıyıcılığına, hesapçılığına-pazarlıkçılığına, en önem­ lisi karşı tarafta (Polat'ın karşısında) yani kötü adam olmasına rağmen, "tatlı"dır. Dahası, PKK'nin metropol hücresinden Mu­ ro ve adamları bile (çocuksu ilkellikleri iyice vurgulanmak kay­ dıyla) bu saflıktan pay taşırlar; nitekim sonunda "iyi Kürt" ola­ rak Polat'la işbirliği yapacaklardır. Diğer taraftaki erkek tipi, züppe, riyakar, "siyasetçi" , bazen basbayağı kadınsı, alçak salon erkeğidir. Dizide bu tipin billur­ laşmış bir örneği , Neco'nun canlandırdığı Mehmet Fikret Ha­ zarbeyoğlu'dur. Gayet medeni, eğitimli cilasının altında gerçek bir katil yatmaktadır aslında. Ağabeyini bıçakla öldürecek ka­ dar hain ve gaddar, en yakın adamının kızına sarkacak kadar ahlaksızdır. Mehmet Fikret Hazarbeyoğlu tipinde denetim al­ tında görünen psikopatoloji, bir başka tipte, Ragıp Savaş'ın oy­ nadığı Fuat Tataroğlu'nda büsbütün açığa çıkar. Fuat, dizinin büyük burjuvazi temsilcilerinin en önemlisi olan Davut Tata­ roğlu'nun dej enere oğludur ve Memati tarafından öldürülür. Her ikisinin de bütün gaddarlıklarının yanında aynı zamanda kadınsı olduklarının altını çizmek gerekir. Mehmet Fikret zam­ paralık peşindeyken bile inandırıcı olamayan erkekliğiyle, Fuat kendisinin "şekerim Fuat" olarak anılmasına neden olacak ko­ nuşma tarzıyla belirgin biçimde kadınsıdırlar. Bunlara ek, bun1 78

lar kadar kötücül olmayan bir erkek tipi, Polat Alemdar'ın karı­ sı Ebru tarafından çizilir: Ebru , Polat'la ilk yemeğe çıktıkların­ da onun Elifin hatırasına nasıl bağlı olduğunu görünce, "Se­ nin gibi erkekler özlemez, sevmez sanırdım, " demişti. Ona gö­ re özleyen, seven erkekler, "Hani böyle gözlüklü , sırtına ka­ zak koyan erkekler . . . "dir. Takdir ederek ama biraz küçümser bir edayla söyler bunu. Zira o entel tipler, doğrusu pek de ger­ çek erkek değildirler. Ebru da eninde sonunda, o tiplerin ince­ liğindense, bizim kaba saba adamların mertliğini yeğleyecektir. Kurtlar Vadi s i 'nin 2007'de yayına giren serisi "Pusu " nun baş kötüsü , Amerikalı -aslında bizzat Amerika'yı kişileştiren­ Aron Feller de, şehirli züppe salon adamının timsalidir. Kor­ kunç gaddardır ama kendisi aksiyon adamı değildir, işini maşa­ larına gördürür, hatta iş vuruşmaya geldiğinde tırstığım görü­ rüz. Çene sakalı, endamı, sanatla meşgul olması (üstelik, hobi­ si heykeltıraşlıktır - "put" yapıyordur yani ! ) , oturup kalkması, Türkçesinin yabancı aksanıyla, aslına bakılırsa, Frenk mukal­ lidi olarak klişeleştirilen (Yeşilçam'ın "patron" karikatürlerin­ den bildiğimiz) yerli erkeklerden uyarlanmıştır bu tip ! Kahramanımız Polat Alemdar, bu iki düzlem arasındaki ge­ rilime de hakimdir. Her iki erkek dünyasını da bilir, ikisinde de sözünü geçirir. Temiz yürekli taşralı harbi delikanlıları bi­ raz şekle sokmaya çalışır; salon adamlarını da gerekirse onla­ rın protokolüne uygun, ama asla karşılarında ezilmeden, tersi­ ne üstten bakan bir tavırla idare eder. Tabii kahraman , yürek-akıl dengesini ve bütünlüğünü de idare edendir. Polat'ın (sonradan bir savaş hilesi olduğunu an­ layacağımız) alemlerden çekilme kararını açıklamasının ardın­ dan, adamlarından Güllü Erhan, "Ahi, beyin olmadan bu me­ ret çalışmaz, sen olmadan ne yapacağız? " diye serzenişte bulu­ nur. Polat'ın, "Ben yoksam Memati var," teminatına karşı Gül­ lü Erhan, ikisi arasındaki farkı gayet net koyar: "Ahi, Memati Ahi yürektir. Onsuz olmaz. Ama beyin sensin ! " Polat, asıl ola­ rak beyindir. Yürekli beyin. Memati, dizinin ilk bölümlerinde bir keresinde gururla ve tehditkar, şunu söylemiştir: "Ben dü­ şünmem ! " Düşünme zaafına yenilmeden, yüreğiyle eyler o. lta1 79

at eder ve icabını yapar. Aklı önce Çakır'a, sonra Polat'a ema­ nettir. Her şeyi Polat'a sorar: " Neden lskender'i öldürmüyoruz usta ? " Akıl/yürek ikiliğinin sınıfsallığına değinmeden olmaz: El­ bette ki, akıl üst ve orta sınıfların bir özelliğiyken, yürek asıl olarak aşağıdakilere özgüdür. Bu minvalde Kazım'ın Alman­ ya'da edindiği (Almanca/Almancı telaffuzuyla) "ştandart" ları sürdürmeye çalışması , ancak gülünç olabilir. Memati ile Ka­ zım arasındaki meşhur kahvaltı diyaloğu tam Türk oğlan-erge­ nini kendinden geçirecek tondadır: "Bu ne Kazım? " "Kahvaltı ahi. . . " "Kedi maması mı bu Kazım? " "Yok ahi, bu benim ştan­ dart kahvaltım. İçinde her şey var: Protein, vitamin , mineral. . . " Kazım ben kahvaltıda protein yemem , peynir yerim ! " Me­ mati'nin Kazım'a hatırlattığı şey, bütün o alışılmadık, alengir­ li "ştandartlar" ın, kendilerine göre olmadığıdır. Polat'ın özel­ liği burada da ortaya çıkar; o hem dengeleri hesap edebilecek akla hem de bütün dengeleri altüst edebilecek yüreğe sahiptir.

Ahiler ve ustalar meclisi

Kurtlar Vadisi'nde tüm beşeri münasebetler ağı, erkek hiyerar­ şileriyle örülüdür. Hikayenin temel birimleri , erkek ikilileri­ dir: Biri patron veya abidir, öteki onun "adamı" : Sağ kol, baş yardımcı, mafyavari consigliori, sadık bende veya koruma. Hi­ yerarşinin şiddeti değişebilir. Adamların adamlarının adamla­ rı da olabilir: Polat-Memati-Sedat zinciri , örneğin . . . Memati , Polat'a "usta" der, Sedat, Memati'ye "ahi" Polat'a umumiyetle "abi"denir. Başta Polat'ın ve onun karşısında lskender'in kutup olduğu , daha geniş ağlar da vardır. Bu tabiiyet ilişkisi, patron/ lider/ahi adamlarını işe koştuğu kadar koruyup/kolluyor, aynı zamanda onları adam ediyorsa, ayrı bir değer kazanır; usta-çı­ rak bağının ahlaki ağırlığı ve romantizmi siner ilişkiye. Adamlar/erkekler arasındaki bu ilişki, bütün hayata, ahla­ ka, her şeye nizam veren eksendir. Abi, kutuptur. Yüksek ide­ aller, "dava", her ne ise, onun şahsında cisimleşir. Doğrusu , za­ ten idealler veya davanın içeriği adına söylenen fazla bir şey de 1 80

yoktur; ahinin delikanlılığı ve hamaseti, ideal ve davanın ika­ mesi gibidir. Abiye ve birbirine erkekçe sadakat, en yüksek ide­ aldir, istikamet verir, hayatın anlamını belirler. Aynı zamanda , bu ideal pek ulaşılabilen bir ideal değildir. Ağabeylerle en yakın adamları arasındaki bütün ilişkiler, iha­ netle ve kırgınlıkla yüklüdür. Sadakatiyle bildiğimiz bu ikin­ ci adamlar içinde ihanete hiç yaklaşmayan iki kişi, dizinin ilk sezonundan hatırladığımız Laz Ziya'nın "adamı" Orhan ile Za­ za'nın Cevher'idir. Her ikisi de bilinmeyen bir eski zamanda , şehirlerden uzakta, geleneğin hakim olduğu coğrafyalarda baş­ lamış ilişkilerdir. Bunların harcının neyle karıldığından hiçbir zaman emin olamayız. Burada akrabalık, eskilerden taşınmış ataerkil vesayet ilişkileri, çok eski borçlar vardır. . . Kurtlar Va­ disi'nin göbeğinde ya da çeperlerinde kurulan tabiiyet ilişkile­ ri ise, her zaman güvenilmezlikle maluldür. MematVPolat iliş­ kisinde bile , Abdülhey'in (sözde) ölümünden sonraki kopuş, ihanete değilse bile ağır bir kırgınlığa varır; o kadar ki , Mema­ ti'nin akılsızca ve öfkeyle yaptığı bazı girişimler, Polat'ın bütün hesaplarını altüst eder. . . Bütün bu ihanetler ve güvensizlikler bilinirken, "ahi için ca­ nını verme" söylemi, güçlü bir biçimde varlığını sürdürür. Dur­ madan sadakatten, sağlamlıktan, güvenilirlikten söz etmek bunların varlığını mümkün kılacakmış gibi. Racon, sadece bir gösteriş değil, bu anlamda bir performans olarak görülmelidir. Elde olmayanı ele geçirmenin bir yoluymuş gibi. . .

Racon: Hafiften ağıra doğru Racon aynı zamanda, Kurtlar Vadi s i 'nin belirleyici kipidir de. Gerideki dünya görüşü , ahlak, toplumsal ve grup içindeki ko­ num . . . öndeki sahnede, racon kesilerek ifade edilir. Hatta belki de öndeki sahnenin aslında her şey olduğu söylenebilir. Dün­ ya görüşü , ahlak, konum . . . her şey aslında racondan ibaret­ tir. Polat, ilk yemeğe çıktıklarında Ebru hesabı paylaşmakta ıs­ rar edince, centilmence falan değil, kaş çatıp sesini yükselterek tepki gösterir: "Benim olduğum masada hesabı benden başkası 1 81

ödeyemez. " Cevher, Zaza Dayı'ya seslenmeye kalkan bir üçün­ cül karakteri, "Edepsiz, dayı çağrılır mı? Yanına gideceksin ! " diye azarlar. lskender, son sezonun final bölümünde Polat'tan kendisini "öldürecekse asker gibi öldür"mesini ister: "Kurşu­ na diz. Şerefsizler gibi ipe çekme ! " Hafiften ağıra doğru , bir­ kaç örnek. . . Burası, racon vadisidir. Kostaklanma sahneleri, meydan oku­ yan, had bildiren tiradlar, şerefsiz mevkisine düşmenin her an her yerde kol gezen sinsi tehdidi karşısında kasılmalar, Kurtlar Vadisi'nin seyirci kitlesi nazarında kültleşmesini sağlayan do­ ruklarıdır. Erkekliğin kesintisiz teyakkuz halinde beklenmesi gereken bir kale, bitmeyen bir iddialaşma olduğu duygusunu kanırtmakla , Kurtlar Vadisi'nin üstüne yoktur. Tanıdığımız bir ergenin dediği gibi: "Bu ergenlik çok zor bir şey, sürekli guru­ runu kurtarman gerekiyor ! " Cevher, Memati gibi sert erkeklerin iğneden korkması gibi komiklikler mesela , tam da onların sert erkekliğini belirginleş­ tiren bir nazar boncuğu işlevi görür. Ama ilke olarak, tensel ve ruhsal yaralar, erkek adamın behemahal içe atması, asla göster­ memesi gereken zaaflardır. Dertleşme de racon kesme formun­ da cereyan eder; ağır, tok sözler teati edilir. Duygusallaşma be­ lirtileri yakaladığı anda üzerine çökülür, parmağa dolanır. Bazı iyi erkeklerin ağladığı olur gerçi. Lakin en ağır ahilerin ağladığı da görülmez. Polat, kırk yılda bir gözleri yaşarır gibi olduğunda (lskender, yeni doğmuş çocuğunu kaçırmıştır) , bir el işaretiyle adamlarını kovalar hemen; bunu görmemelidirler. Zaza, bir defasında lskender'e der ki (Elazığ ağzıyla) : "Bizim oralarda kadınlarla fazla konuşulmaz. Sizin orada arkadaş ol­ madığı için mecburen konuşisiz. " (Aynı zamanda, lskender'in de, hem Zaza gibi harbi erkeklerin hem salon züppelerinin ale­ mine hakim bir kahraman olduğunu hatırlatır Zaza'yla diyalo­ ğu . ) Böylece bize hatırlatılır ki, sahih beşeri münasebet, erkek­ ler arası münasebettir. Önemli, anlamlı, içi dolu olan, arkadaş­ ça, riyasız, yiğitçe olan, erkekler arası konuşmalardır. Kurtlar Vadisi'ndeki bariz homososyallik, bu hikmeti teyit eder. Beşe­ ri münasebet, sosyal olan, esasen erkek erkeğedir; sosyalleşme, 1 82

erkekler arasında gerçekleşir. Erkek meclisleri, uzun uzun otu­ rurlar dizide. Onların bu oturmaları-konuşmaları da aksiyon­ dur; önemli ve anlamlıdır çünkü . Mekanları, erkeklerin üsleridir. Korumalar, gösterişli odalar, büyük masalar, " tarihte Türk devletleri" serisinden bayraklar, basit ama sekmeyen kabul-teşrifat protokolü , tokalaşmalar, bu­ yur etmeler, selam sabahlar ve bunların her seferinde teker te­ ker gösterilmesi, her ziyareti, her "birinin yanına gitme"yi bir aksiyona dönüştürür. Bir yerden toplanıp kalkma, toplu halde kostak kostak yürüyerek gidip (ki buralar bazen ağır çekimde verilir) arabalara binme, kapıların çarpılması ve bir yere "inti­ kal etme" sahneleri, dakikalarca sürer Kurtlar Vadisi'nde. Dizi­ yi bütün geceye yaymak için zamanı sündürme ihtiyacı, böyle­ ce bir estetiğe dönüşür. Bazı adamların basbayağı müstahkem mevkileri vardır. Me­ sela Zaza. Öte yandan onun mekanı, efendisinin kudret ve zen­ ginliğine rağmen, bekar erkek evi estetiğiyle dikkat çekicidir. Kadınsız hayat püritenliğin, sadeliğin, aynı zamanda serbestli­ ğin fırsatı olmuştur. Pide ısmarlanır, muttasıl çay içilir. Birinin mekanına gitmek, tabii onu tanımaktır. Mekanı bas­ mak ise (jargonuyla söylersek: "mekana çökmek" ) , en büyük meydan okuma, en büyük hakaret. Kurtlar Vadisi'nin ilk sezo­ nundan beri en fazla can kaybı, bu "mekana çökme" şölenle­ rinde yaşanmıştır.

Homoerotizm? Racon hep vardır ama farklılaşabilir. Örneğin iki "feodal"in (bi­ rinin Kürt diğerinin adı üzerinde, Zaza olduklarını söylemeye gerek var mı? ! ) , Zaza Dayı'nın ve Cevat Ağa'nın, consigliori'le­ riyle yaptıkları standart düetler, farklılaşmanın tipik örnekleri­ dir. Zaza, uyarmak veya hal'letmek istediği kişiye gözünü dikip yanındaki adamı Cevher'e, "Bu beni seviyor mu Cevher'im ? " diye sorar. Cevher'in repliği: "Seni sevmeyen ölsün,"dür. Kö­ tülüğü ve gaddarlığı dizinin kimi "fan" larına bile fazla gelen Cevat Ağa, tenkiline karar verdiği birisi için adamına "Yılmaz, 1 83

bu ne, bunlar ne? " diye sorar. Yılmaz cevap verir: "Odundur . . . Anızdır . . . Kıldır . . . Yaş odundur . . . Kesimlik kütüktür . . . ağam. " Bunun üzerine Cevat Ağa bunları n e yapmak lazım geldiğini sorar. Yılmaz, "Yakmak lazım, yakarsın ağam," der. (Nitekim adamın veya adamların üzerine benzin döküp yakarlar. ) Ahi­ nin/patronun/ağanın otoritesinin şehvetli bir teyididir bu dü­ etler. Aynı zamanda, korku perdesi ardında, bir nevi cilveleş­ me edası taşırlar. Adamların ahilerinin/ustalarının/patronlarının yanında ço­ cuklaştıkları, yılıştıkları, şımardıkları durumlarda da bir cil­ veleşme havası vardır. Bilhassa Zaza'nın, hamisi lskender'den muhabbet görme arzusu , zaman zaman nazlı, işveli bir kisveye bürünür. Zaza'nın herkesin kafasına kaktığı, "Beni seviyor mu­ sun? " sorgusu , tehditle karışık bir biat talebinin ifadesidir; fa­ kat bir keresinde lskender'le sert münakaşaları sırasında, "Be­ ni sevmiyorsun," diye figan ettiğinde, derin bir hayal kırıklığı­ nı hissederiz . Örtülü bir homoerotizmden söz edebilir miyiz buralarda? Erkeklik zırhının veya korsesinin gevşediği -ya da fazla sıktığı- anlarda, homoerotik heyecanların dışavurduğunu gözleyebilir miyiz? Canını birbirine emanet etmiş erkek adamlar arasındaki, ka­ dınlarla ilişkilerdeki nazdan, kaypaklıktan, kalleşlikten, oros­ puluktan uzak, riyasız sıkı dostluk, sözsüz ve tezahürsüz, bir tür platonik aşk olarak temsil edilir Kurtlar Vadisi'nde. Dizinin ilk sezonunda, Çakır ile Polat arasındaki dostluk, bu türün en belirgin örneğidir herhalde. Çakır, alemlerin kralı olma yolun­ da hızla ilerlerken, başa çıkmakta zorlandığı bir rakibinin Polat tarafından "indirildiği"ni öğrenir. Polat'ın adını ilk böyle du­ yar. Polat'a hediye ettiği ve yeni açtığı kumarhanesinde rulet masasına koymasına "paha biçilmez" diyerek engel olduğu tes­ pih, dostluklarının nişanesidir. Bazı duygusal anlarda Polat'ın adamlarına ama bilhassa Ab­ dülhey'e, adamlarının da Polat'a bakışlarında, aşk dolu rikka­ ti görebilirsiniz . Adamların abilerine sadakatlerini veya onun yanındaki mevkilerini yarıştırdıkları rekabetlerde, ahinin sev­ gisine mazhar olmakla ilgili alınganlıkların, kıskançlıkların da 1 84

esintisi hissedilir. Mesela Memati bir ara gözden düşüp de Po­ lat bir yere giderken yanına onun yerine (aslında Memati'nin adamı olan) Kazım'ı aldığında , karşılıklı takındıkları tavırlar­ da, flört eden liseli kızların, oğlanların birbirini kıskandırma­ ya dönük havalarından bir şeyler vardır. Veya Kazım, ahileri­ nin gözünden düştüğünde öyle mahzunlaşır ki , kapıldığı ha­ yal kırıklığının sırf racon ve "kariyer"le ilgili olmadığını hisse­ dersiniz. Memati'nin Polat'ın kollarında öldüğü sahne, erkek­ ler arasındaki "ölümü"ne bağlılığı izlediğimiz zirve noktalar­ dan biridir dizide. SA ve özellikle SS'lerin erkek ortamında homofobiyle bitişik homoerotik heyecanlarla ilgili olarak, bu grupların sürekli me­ saisini oluşturan şiddet orjilerinin bir telafi işlevi görmüş oldu­ ğunu biliyoruz. Kurtlar Vadisi'nin cömertçe sunduğu şiddet or­ jilerinde7 de böyle bir işlevin payını arayamaz mıyız? Dizinin ilk sezonunun bir sahnesinde, şiddetin homoerotik telafi işlevi gördüğü şüphesi , aşikardır: Çakır, öldürülen kız kardeşinin otopsi sonucunu açıklayan doktorun kızın hamile olduğunu söylemesi üzerine , bebeğin babasının Polat olduğundan şüphelenir. Bir gece vakti, ıssız bir yere gidip yumruk yumruğa dövüşmeye başlarlar. Alışılageldi­ ği üzere seyirciler önünde sahnelenen bir performans değildir bu (dövüşün feci koreografisi bir yana) ; hemen hemen hiç ko­ nuşulmayan yumruklaşmanın sonunda her ikisi de bitap dü­ şer, yüzleri dağılmış ve kan revan içinde yere çökerler, ancak o zaman konuşmaya başlarlar: "Hadi bana bu şerefsizliği yakış­ tırdın, ölmüş bacına leke sürmeye utanmıyor musun," minva­ linde giden konuşma, gerçekte bir dostluk pekiştirme sahnesi­ dir. Sevişme sahnelerinden sonra çiftin yatakta yan yana uza­ nıp sohbet etmesine benzeyen bir yanı vardır: Fiziksel perfor­ mansın yorucu ama aynı zamanda rahatlatıcı etkisi altında, ya­ tışmış ve sakinleşmiş bir sohbet. Sonra birbirlerine sarılmış, gü­ lerek uzaklaşırlar. . . 7

Kurtlar Vadisi'ni şiddet pornografisi olarak ele alan bir yazı: Tanı! Bora, "Kurt­ lar Vadisi, Şiddetin Pornografisi ve Tekinsizliği" Türkiye'nin Linç Rejimi için­ de (İstanbul: Birikim Yayınlan , 2008 ) . 1 85

Yitik babalar En başta, yası bile tutulamamış baba kaybının yarattığı erkek­ lik krizinden söz etmiştik.8 Şimdi bunu biraz deşelemenin sı­ rası geldi. Bütün bu raconlar, dayılanmalar, mütemadiyen "gu­ ruru kurtarma" telaşında olmalar . . . neye işaret ediyor? Dizinin bütün sezonlarını dikkate alarak baba ya da baba muadili ka­ rakterleri şöyle bir sıraladığımızda, bu sorunun yanıtına dair pek çok ipucuyla karşılaşıyoruz. Dizinin esas kahramanı olan Polat, "gerçek" biri değildir (onun Zorro ve türevleri, kostümlü/maskeli kahramanlar di­ zisinin bir halkası sayılıp sayılmayacağı tartışması , son derece ufuk açıcı olurdu . Maskenin yüzün ta kendisi olması. "Süper kahramanlığa" geçişin dönüşsüzlüğü) . llk bölümde, onu Ali isminde bir diplomat olarak görürüz. Balkanlar'da bir yerler­ de ataşedir ama tabii ki "monşer" değildir; yerel milisleri eğit­ mek gibi birtakım mühim gizli faaliyetler yürütmektedir. Der­ ken , merkeze çağrılır ve yeni bir operasyonla görevlendirilir. Bu operasyon, ondan hayatını ve kimliğini feda etmesini iste­ mektedir. Ailesine ve sevgilisine veda için bir günü vardır, erte­ si gün, sahte bir kazada ölecek, başka bir kimlik ve yüzle yeni­ den doğacaktır. Bu yeniden doğuşa babalık eden, Aslan Bey'dir. (Aslan Akçabey. Alemlerin kralı ve beyazla simgelenen iyi ta­ rafın temsilcisi . . . Bazen, Polat'a ihanet ettiğinden şüphelendi­ ğimizde bile Aslan Akçabey'in tanımı gereği iyi tarafta olduğu­ nu hatırlarız ! ) Sonradan öğreneceğimiz gibi, Aslan Bey sade­ ce bir amir değildir; bebek Efe'yi ailesinden kaçırıp Ali ismiy­ le yeni bir aileye veren, onun eğitimi ve kişiliğinin biçimlen­ mesinde belirleyici olan kişidir de . . . (Böylece - Ali'nin gerçek­ liği de problemli hale gelir. ) Aslan Bey, Polat'ın babasız/çok ba­ balı erkekliğini biçimlendiren en önemli figürdür. Onu dövü­ şürken, silah kullanırken hiç görmeyiz . Ama böyle bir geçmi­ şi olduğunu sezeriz. Aslında Aslan Bey'in AlVPolat'la ikili sah­ neleri dışındaki yaşamına ilişkin de neredeyse hiçbir şey bilme8 1 86

Bu konuda geniş ilhamlar veren bir eser: Zeynep Ergun, Erkeğin Yittiği Yerde (lstanbul: Everest Yayınlan, 2009 ) .

yiz. Sanki bu ilişki dışında bir varlığı yok gibidir (ideal bir ba­ ba ! ) . Polat'ın "ihtiyarlar"la bağını kuran odur. İhtiyarlar, dev­ letin çekirdeğindeki gruptur. Operasyon emri onlardan gelmiş­ tir. Aslan Bey'in onlarla ilişkisinin niteliği tam olarak anlaşıla­ maz ama onun devre dışı kalmasıyla heyetin bir üyesinin Po­ lat'la doğrudan bağlantı kurması gerekir ve heyet böylece görü­ nür hale gelir. Bu görünürlük, onların "kutsal devlet" halesini epeyce yitirip eleştirilebilir bir topluluk olmalarına neden olur; nitekim Polat da pek çok kez ihtiyarlarla görüş ayrılığına düşer, onların hareketsizliği ve kuralcılığına isyan eder. Polat, Aslan Bey tarafından yeniden dünyaya getirildikten çok kısa bir süre sonra , ikili arasındaki çatışmalar başlar. As­ lan Bey'in aşırı kontrol merakı ve Polat'ın hareketlerini sınırla­ ma isteği, bu çatışmanın esasını oluşturur. Polat'ın ihtiyacı olan desteği (bilgi, loj istik, akıl. . . ) vermeye devam etse de, zaman içinde anlaşmazlıkları giderek artar (bu size bir yerlerden tanı­ dık geldi mi? ! ) . . . Bir noktada, Aslan Bey diziden kaybolur. Üs­ telik Polat'a geçmişiyle ilgili sırlan anlatmadan. Polat'ın ikinci (ve biyolojik) babası, sonradan ortaya çıkaca­ ğı üzere, operasyona konu olan Konsey'in başkanıdır. lkisi ara­ sındaki bağı bilen tek kişi Aslan Bey'in bu operasyon için Polat'ı görevlendirmesi, çok eski bir husumetten kaynaklanıyor gibi görünür - iki baba arasındaki bilinmeyen bir zamandaki husu­ metten. Bu adam, Mehmet Bey (Mehmet Karahanlı . . . Hem ka­ ranlık tarafı ama aynı zamanda Osmanlı dışındaki birkaç aris­ tokratik aileden birini, yani soyluluğu temsil eden bir isim) , ci­ simleşmiş bir iktidardır adeta. Son derece kontrollü , mukte­ dir, her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan biri. Bir suç ör­ gütünü yönetmekte olduğunu unutturacak kadar 'devletlü' gö­ rünümlü. Cinayet de dahil her türlü şiddeti kullanabilen ama üzerinde hiç kan lekesi tutmayan bir adam. Bu adamın kırıl­ ganlığına tanık olduğumuz tek sahne, yıllar sonra izini buldu­ ğu oğlu Ali'nin ölmüş olduğunu sanarak onu yetiştiren aile­ ye gidişi, oğlunun odasına kapanışıdır. Yatağın üzerine uzanır, Ali'nin çocukken yaptığı resimlere bakarak onun varlığını his­ setmeye çalışır. Bu sahnede , Mehmet Bey'in, ô muktedir ada1 87

mm erkekliğindeki yarayı görürüz: Oğlunu düşmanına kaptır­ mıştır. Oğlu yoktur. Sadece uzaklara gönderdiği kızı vardır. Ba­ balığı yarımdır. Polat'ı yetiştiren baba ise, "Ömer Baba"dır (Ömer Candan. Malıyla mülküyle, iktidarıyla, hatta aklıyla bile değil; dünyada duruşuyla, varlığıyla, neye üflediği ruhuyla önemlidir-canıy­ la. Hiçbir sözü , hiçbir müdahalesi hesapçı değildir, o hep doğ­ rudan, haktan yanadır; candandır) . Bey ya da ağabey değil, ad­ lı adınca baba. Sadece Polat değil, ona herkes Ömer Baba, der. Kimliğinin esası, budur. Bir de dindarlığı. Onu tanıdığımız ilk bölümde, mahalle camiinin imamıdır. Ancak oğlunun ölümün­ den sonra emekliye ayrılır, küçük dükkanında ebru yaparak, ney üfleyerek yaşamaya devam eder. Kadınlara has olduğu dü­ şünülebilecek türden derin bir sabır ve diğerkamlığın yanı sı­ ra, karşısındakinin duygularını anlama becerisi, akıl ve bilgiy­ le de donanmıştır. Her duruma ilişkin anlatabileceği meseller, vereceği öğütler vardır. Bir "aksiyon insanı" değildir ama hep­ sinin öğüdünü ve onayını istediği, saygı duyduğu biridir. Ölü­ mü de secdede olur - yaşamıyla ölümü arasındaki sınır tama­ men belirsizdir; öyle ki, dizide ölümü şiddetsiz olan tek kişi Ömer Baba'dır. Ömer Baba'nın bir "sır katibi" olduğunu , o öldükten son­ ra öğreniriz . O sadece Polat'ı ye tiştirmekle kalmamış , "ak saçlılar"ın bütün sırlarını kuşaklar boyunca taşıyan zincirin bir halkası da olmuştur. Böylece Baba , kahraman erkeği bü­ tün kahraman erkekler silsilesine bağlayan kişi haline gelir. Po­ lat'ın "gelenek"le bağını kuran kişi Aslan Akçabey değildir; o yalnızca bir görevi ifa etmiştir - asıl derin bağ, kutsallıkla taç­ lanmış aidiyet, Ömer Baba tarafından kurulmuştur. Polat'ın bu üç babanın bir ürünü olduğu söylenebilir: Kalp, Akıl ve Gele­ nek. Ve üç babadan sadece Ömer Baba onun hayatındaki varlı­ ğını sürdürebilir - bütün aksiyonun içinde kurtarılmış bir hu­ zur vahası ve hakikatin temsilcisi olarak. Babalığın erkekliği tamamlayan ve pekiştiren işlevini, lsken­ der'in öldürmeye azmettiği iki hasmının çocuklarına himaye vaat etmesinde de görürüz. Bu çocuklara bakmayı istediğinden 1 88

değil, rakibinin erkekliğine hasar vereceği için ister bunu . On­ ların babalığını, dolayısıyla da erkekliklerini eksilteceği için. Aslında böylelikle öldürme eylemini katmerlendirecektir de . . . Canını aldığı yetmiyormuş gibi, erkekliğini d e sakatlayarak. Memati'nin oğlu oğlu , Polat'ın kızı da kızıdır. Polat'ın öldü san­ dığı kızının gerçekte en büyük düşmanı Aron Feller tarafından vaftiz edilirken görülmesini de böyle bir çerçevede düşünebi­ liriz: Tıpkı bir zamanlar Mehmet Bey'in başına geldiği gibi, oğ­ lu Polat da çocuğunu düşmanına kaptırmıştır. Üstüne üstlük, bu düşman, çocuğu dininden etmektedir (ister istemez Battal Gazi'nin Bizans tekfuru tarafından bebekken kaçırılan oğlunu , Seyyid Battal'ı hatırlıyoruz burada . . . Ama kız evladın kanı da Seyyid'inki kadar güçlü çıkar ve aslına rücu eder.

lyi Kürt? Bir parantez açıp dizideki Kürtler üzerine de birkaç şey söyle­ mek gerek. Dizinin unutulmaz Kürt karakteri Muro , biraz da karakteri canlandıran Mustafa Üstündağ'ın başarısıyla, başlan­ gıçta öngörülen kötü bir yan karakter olmanın çok ötesine ge­ çip en azından bir sezon boyunca en önemli tiplerden biri ha­ line geldi . Hep yanında gezdirdiği iki adamıyla , cesur ve ze­ ki , ama aynı zamanda saf ve kandırılmaya kolay biri olarak öne çıktı. Sevildikçe komikleşti, komikleştikçe sevildi. Örgü­ tün "başkan" larından biriyken, uyuşturucu işinden rahatsızlı­ ğı, "içindeki insan sevgisi" , sahtekarlığa karşı adeta doğal tep­ kisiyle, Polat'la birlikte çalışacak kadar saf değiştirdi. Muro'nun sonu , önce iki adamını feci biçimlerde kaybetmek, arkasından uyuşturulmuş bir biçimde canlı bomba haline getirilerek ken­ disiyle birlikte bir kahvede oturan insanları da havaya uçur­ mak oldu . Onu uyuşturup canlı bomba haline getiren, elbette ki Aron Feller'di. Diğer iyi Kürt Abdülhey, karakter olarak Muro'nun tam zıd­ dıdır: Az konuşan, mizah duygusu çok gelişkin olmayan, ölü­ müne sadık, cesur ve yiğit biri. Kendi başına hareket etmez, her zaman emirleri yerine getirir. Onu değerli kılan da budur. Ama 1 89

Abdülhey de Muro'yla benzer bir kaderi paylaşır: Aron Feller tarafından beynine müdahale edilir, hafızasını yitirir. . . Kürt er­ keklerin beyinlerine ve düşüncelerine sahip olamayışları, Ame­ rika'yı temsil eden Aron Feller tarafından sakatlanmaları, dizi­ nin önemli alt metinlerinden birini oluşturur. Cevat gibi bütünüyle kötü ve zırdeli yahut Muro'nun adam­ ları Çeto ve Yıldırım gibi komik ve aciz , Zaza gibi kurnaz . . . Görünen o ki, yaşlı ve dindar, geleneksel feodal Baba Mem­ duh'tan başka güvenilir bir Kürt erkeği yok ! Dizinin bir nokta­ sında Kürtlerin temsilini yılansı bir kadının üstlendiğini de ha­ tırlatalım.

Meş'um kadın, harbi kız Dizi bir erkek dizisi ama bildiğiniz üzere, erkeklerin erkek ola­ bilmeleri için kadınlar gerekir. D olayısıyla , az sayıda ve ge­ ri planda olsalar da, dizide kadınlar vardır. Onlarla ilgili söy­ lenebilecek ilk şey, bu kadınların neredeyse tamamının olum­ suz karakterler olduğudur. Elif akıllı, sadık ve cesurdur ama di­ sipline girmeyen, kendini gerektiği biçimde erkeğine bütünüy­ le teslim etmeyen, onun bazı sırları olabileceğini bir türlü anla­ mayan biridir. Bu haliyle her zaman sorun yaratır, hem kendi­ sinin hem de başkalarının hayatlarını tehlikeye atar. Elifin ha­ lefi Ebru , her şeyden önce onun kadar sevilmemesiyle eksik­ tir. Güzeldir ama ne Elif kadar cesur ne de onun kadar sadıktır. Üstelik Polat'ın gözde adamı Abdülhey'i vurarak sonraki büyük felaketlere kapıyı açan da odur. Elifin arkadaşı Leyla, Polat Alemdar'ın gönül ilişkisi kurdu­ ğu üçüncü kadındır: Elife olan sadakati ve bu sadakati Polat'ın kızı Elife aktarmasıyla, Nazife Anne ve Ömer Baba'ya saygısıy­ la gözümüze girer. Üstelik Leyla, cesur ve kararlı bir savcıdır. Tehditlere boyun eğmez, doğru bildiği yoldan şaşmaz. Bu an­ lamda, karakter sahibi bir kadın modelidir - Elif gibi bireysel ve dediğim dedik de değildir, Ebru gibi "kadınsı" ve "duygu­ sal" da. Harbi kızdır. Harbi kızlar, cesaretleriyle bir nevi erilleşme istidadı göste1 90

ren, kadınsı "yozlukları"nı da bu istidatlarıyla geride bırakan kızlardır. . . Arketipsel örneği, Nihal Atsız'ın Bozkurtlann Ôl ü­ mü romanındaki Ay Hanım'dır bunun.9 Her iki kadının baba­ larından söz etmeden geçmek olmaz: Elif babasız büyümüştür. Ebru'nun babası ise Gladio'nun adamıdır - bir hain. Dolayısıy­ la, öldürülmesi gerekir; bu işi Abdülhey yapar - sonradan Ebru tarafından vurulması, bu yüzdendir. Olumlu denebilecek tek kadın figürü , beklenebileceği gibi, Polat'ın annesi, Nazife Anne'dir. O da kocası gibi, sadece Alil Polat'ın değil, herkesin "anne" diye hitap ettiği biridir: Büyük harfle "Anne" demek gerekir herhalde ! Nazife Anne, bir anne­ nin olması gerektiği gibi fedakar ve sadık ve aseksüel, bütün bu özellikleriyle de bir tür kudsiyet halesiyle çevrilidir. Doğurarak değil, besleyerek anne olmuş bir kadın; üstelik evladını öldü bi­ lirken başka bir yüz ve kimlikle karşısına çıktığında sorgusuz sualsiz bağrına basacak kadar cömerttir. 1 0 Bütün bu özellikle­ riyle dizi izleyicilerinin gönlünde taht kurduğu anlaşılır; karak­ teri canlandıran Serpil Tamur, bir röportaj ında şöyle diyordu : "Bana 'anam' deyip sarılan, 'Polat'ın annesi bizim de annemiz­ dir,' diyen o kadar çok kişi oldu ki. . . Dizinin bir başka olumlu kadın karakteri, Abdülhey'le evlen­ menin eşiğinden dönen Sultan'dır. Sultan, Polat'ın adamların­ dan birinin karısıdır. Kocası ölünce, onu ofiste çay ve temizlik işlerine bakması için alırlar . . . Sultan hem güzeldir hem de cin­ sel cazibesi vardır. Abdülhey'le aralarında bir ilişki başlar, ev­ lenmeye karar verirler. Bu karara Memati'nin tepkisi, müthiş olur. Sultan'ın kocasından sonra bir başka erkekle, hele koca­ sıyla aynı dava peşindeki Abdülhey'le bir ilişkinin olması fik­ ri , onun için büyük bir ahlaksızlıktır. Bu nedenle Sultan'a ha­ karet eder, Abdülhey'le de giderek tırmanacak bir gerilim ya­ şarlar. Memati genel olarak kadınlara güvenilmeyeceğini düşü­ nür, onlarla ne yapacağını pek bilemez (ama böyle olması, çok 9

1O

Bu konuda bkz. Tanı\ Bora, "Analar Bacılar Orospular" , Şerif Mardin'e Arma­ ğan içinde, Ahmet Öncü ve Orhan Tekelioğlu (der.) (İstanbul: lletişim Yayın­ lan, 2005), s. 254-26 1 . Nazife Anne'nin Ersoy'la bağını "Kurtlar Vadisinde Anneler" başlıklı başka bir yazıda ele almak gerekir herhalde ! 191

güzel bir kadının onun için ölümü göze almasını engellemez­ soylu vahşinin çekiciliği ! ) ; ama bu olayda Sultan'ı ahlaksızlık­ la itham etmesi, erkekler arasındaki ilişkiler düzenini tehdit et­ tiği algısından kaynaklanır. Sultan olumlu bir karakterdir; bü­ tün bu hakaretlere ağlamaktan başka tepki göstermez, sonun­ da da tamamen çekilip kaybolur. (İzleyicilerden bir grup Sultan ile Abdülhey'in ilişkisini onaylayanlar için bir facebook sayfası açmıştı ama pek az üye bulabildi bu sayfa. ) Dizide "Lale Zara" ismiyle boy gösteren Kürt lideri, güvenil­ mezliği, kurnazlığı ve acımasızlığıyla temayüz eder. Bu özellik­ leri o kadar belirgindir ki, cesareti ve inancı geri planda kalır. Ne Muro gibi sevimlileştirilebilir ne de diğer Kürt karakterler gibi isimsizleştirilebilir. Anneliği ve evlat acısı bile Lale'nin se­ vimsizliğinin, gaddarlığının nişanesi haline gelir. Anlaşılan, ka­ dın düşmanlığı Kürt düşmanlığından bile daha kuvvetli olabi­ liyor !

Erkekliğin aynası Televizyon dizilerinin masal ve fantezi dünyasının, insanların "gerçek" hayatına nasıl nüfuz edebildiğine, Kurtlar Vadisi ka­ dar çarpıcı bir örnek az bulunur. ilk bölümün sonlarında Ça­ kır "karakteri"nin ölümü üzerine gazetelere taziye ilanı verildi­ ğini ve mevlüt okutulduğunu duymuşsunuzdur. Polat'ın kra­ vatsız siyah takım elbisesi, dik yakalı beyaz gömleği, kayık bo­ yu ayakkabıları, mafyalıkla gayri nizami harp kırması "alem" e imrenenlerin ve ülkücü gençliğin üniforması olmuş durumda. Abdülhey'in saçının jöleli olmasının, öncesinde onu "yozluk" alameti sayan ülkücüler arasında bu müstahzarın meşrulaşma­ sındaki payını da küçümsememeli ! Kurtlar Vadisi sadece j eo­ politik gelişmeler üzerine aktüel vaazlarıyla değil, gerçek ha­ yatta birebir taklit edilen raconlar ve hal-tavırlarla bir hakikat kuruyor. Yapımcıları da "gerçeklik" üzerindeki bu kudretleri­ nin zevkini çıkarıyorlar. Son üç sezondur dizinin tamamen ak­ tüaliteye kitlenmesine, senaryonun iler tutar yanının kalmama­ sına rağmen reytinglerinin hala çok yüksek olmasını herhalde 1 92

buna bağlayabiliriz ancak: Gerçekliğin tamamen fantastik hale geldiği bir dünyada, onu bize anlaşılır nedensellikler içinde an­ latmaya devam etmesine. Kurtlar Vadisi erkekliğin kitabını yazan, bunu yaparken say­ faların pek çoğunun eksik, kayıp ve yırtık olduğunu açık eden bir dizi. . . Bütün racona, kafaya sıkmaya, erkek yoldaşlığı gü­ zellemelerine rağmen bu böyle. Bütün bunlar, erkekliğe ilişkin kaygıları ortadan kaldırmaya yetmiyor; çocuklar kayboluyor, en yakın adamlar ihanet ediyor, babalardan ancak eski düş­ manlıklar ve kimlik kayıpları kalıyor. Cazibesinin bir nedeni de bu olmalı. Her perşembe akşamı, memleketin her köşesin­ de, evlerde, kahvehanelerde , birahanelerde, lokantalarda , mey­ hanelerde Kurtlar Vadisi izlemek üzere erkek meclisleri kuru­ luyor. Kimi izleyicileri, mekana gelişleri, yerlerini alışları, san­ dalyelerinde kaykılışlarıyla, kendilerini Kurtlar Vadisi nin için­ de hayal ederken gözleyebilirsiniz. O erkek meclisleri, öylesine büyülenmiş, kendi fantezilerine , kendi yaralarına, kendi kaygı­ larına bakıyorlar ekranda . . . '

1 93

6 MİLLİYETÇİ VE CİNSİYETÇİ SÖYLEMİN ORTAKLIGI: HABERİN KİMLİK HALLERİ1 B UR C U ŞENEL

Giriş Temsili yaratan ve toplumsal gerçekliğin üretilmesinde etkin rol oynayan medya, gerçek olana ilişkin bir seçme , değerlen­ dirme ve inşa sürecini içerisinde barındırır. Kurulan gerçek­ likse bu temsilin çizildiği söylem ve art alanını oluşturan ide­ olojinin süzgecinden geçmekte, dolaşıma sokulmakta ve taşın­ maktadır. Bu anlamda Teun A. van Dijk'in belirttiği gibi, söy­ lemi kontrol etmek, onun aracılığıyla benimsenen bilgi, ideo­ loji ve tutumlarla insanların zihin ve eylemlerinin denetlenme­ sini besleyen yollardan birini oluşturur.2 Medya, bu çalışmada yer bulacağı haliyle haberler de, söyleme hakim konumda ola­ nın ideolojik çerçevesine göre, hayatlarını ve kendilerini temsil ettiği, sergilediği insanları/grupları "adlandırarak, kategorize ederek [ . ] halihazırda kullanılan hayata dair belirli haber te­ malarının içine sıkıştırarak onları haber anlatısına ve diline bo­ yun eğdirerek, iyi veya kötü , köle veya efendi, kurban veya fail . .

Bu yazının hazırlanması ve yayımlanmasına yönelik fikir ve katkılanndan do­ layı Simten Coşar'a teşekkür ederim.

2

Teun A. van Dijk, "Söylem ve iktidar", Nefret Suçlan ve Nefret Söylemi içinde, Hrant Dink Vakfı (der. ) (Ankara : Hrant Dink Vakfı Yayınları, 2010) , s . 1 3 . 1 95

konumlarına hapsederek müdahalesini gerçekleştirmektedir" 3 Bu anlamda Michel Foucault'nun söylem aracılığıyla "hakikat etkilerinin kodlandığı bölgelerden biri" olarak işaret ettiği ve Louis Althusser'in kavramsallaştırmasıyla "devletin ideoloj ik aygıtı" olarak görülebilecek medya ve içerisinde yer bulan ha­ berler, varolan güç konumlarını sürdürmeye ve yaygınlaştır­ maya hizmet ederken, "mevcut habercilik anlayışından en faz­ la zarar görenler, toplumsal güç ilişkilerinde ikincil konumda olan ve üzerinde hakimiyet kurulmaya çalışılan kesimlerdir" 4 Toplumsal yaşamın içinde egemenin kendisine benzetmeye, dönüştürmeye çalıştığı, bu anlamda da yok saydığı ya da farklı şekillerde susturmaya çabaladığı etnik ve dinsel azınlıklar için ana akım medya, etnik önyargıların, ırkçı ve ayrımcı söylemle­ rin dolaşıma sokulduğu , bu bakışın meşrulaştırıldığı ve sürdü­ rüldüğü bir yerde konumlanmaktadır. Ulus-devletin inşasın­ da bir ulusal kimlik olarak Türk-Sünni kimliğin öne çıkarıldı­ ğı , Ermeniler ve Kürtlerden başlayarak farklı etnisitelerin inkar edildiği ve/ya da asimilasyona tabi tutulduğu Türkiye'de de ana akım medya, büyük çoğunlukla toplumsal gerçekliği egemen milliyetçi ideolojiye göre çizmek ve yeniden üretmek, bu şe­ kilde hegemonyasını sağlamlaştırmak açısından işlevseldir. Bir öteki/düşman algısı üzerinden kendisini kuran milliyetçilik, Türk milliyetçiliğinin kimlik kurgusunda da kendisini göster­ mekte, sürekli "tehdit" algısı ve bunun devamı olarak kendisi­ ni gösteren gücünü ve bütünlüğünü koruma kaygısı sıradan bir günde dahi yüze çarpılmakta, medya da bunun yer bulduğu en temel mecralardan biri olmaktadır. Arus Yumul ve Umut Öz­ kırımlı'nın, Michael Billig'in milletlerin gündelik hayatın içeri­ sinde doğal ve sıradan bir şekilde yeniden üretilmelerini sağ­ layan sürece işaret ettiği banal (sıradan) milliyetçilik kavram­ sallaştırmasından yola çıkarak Türkiye'de sıradan bir günde çı3

Çiler Dursun, "Kadına Yönelik Şiddet Karşısında Haber Etiği", Fe Dergi, Cilt 2 , Sayı 1 ( 20 1 0 ) , s. 28.

4

Michel Foucault, iktidarın Gözü, Işık Ergüden (çev . ) (lstanbul: Ayrıntı Yayın­ lan, 20 1 2 ) , s . 1 7 7 Louis Althusser, ideoloji ve Devletin ideolojik Aygıtları (ls­ tanbul: lthaki Yayınları , 2003 ) . Dursun, "Kadına Yönelik Şiddet Karşısında Haber Etiği", s. 2 1 .

1 96

kan haberleri inceledikleri çalışma da bunu doğrular nitelikte­ dir. 5 Yumul ve Özkırımlı'nın 16 Ocak 1997 tarihinde yayımla­ nan 38 günlük gazeteye odaklandıkları çalışma, gazetelerde sı­ radan bir günde, temelde "Türklük" vurgusuyla "biz"in tanım­ landığını, bu çerçevede "biz/onlar" ayrımının sürekli hatırlatıl­ dığını, Türk bayraklı, Türkiye haritalı logolar kullanıldığını ve Türklüğü çağrıştıracak başlık ve sloganlara yer verildiğini orta­ ya koyuyor. Bunun yanında söz konusu milli birlik ve bütün­ lüğü ilgilendiren olaylar ya da onu tehdit eden kriz anları ol­ duğunda ise, hem gündelik hayattaki hem de medyadaki yansı­ maları da kullanılan dilden başlayarak ırkçılığa varan düzeyde keskinleşiyor ve katlanarak artıyor. Etnik ve dinsel azınlıklara yönelik haberlerde dolaşıma so­ kulan milliyetçi-ırkçı söylemlerin , aynı zamanda toplumsal cinsiyete atıflarla, cinsiyetçilikle birbirlerine eklemlenerek yol aldığını söylemek gerekiyor. Varolan güç ilişkilerinin sürdü­ rülmesinde işlevsel olan ana akım medyada, eril bir anlatı ola­ rak kurulan ve cinsiyetçi söylemlerle iç içe geçen haberler, ka­ dınlar ve heteronormatif olanın dışında konumlanan fark­ lı cinsel kimlikler/yönelimler için de yok sayılmanın, temsil edil ( e ) memenin alanını oluşturuyor. Kadınların ana akım medyadaki temsiline bakıldığında, geleneksel rollerle birlikte "anne ve eş" , şiddetin nesnesi birer "kurban" ya da erkeğin sey­ rine sunulan "cinsel nesne" olarak resmedildikleri görülüyor.6 Sesleri haberlerde duyulmaz olan, özne olma hallerine ket vu­ rulan kadınlar, "edilgen cümlelerin belirsiz failleri" durumu­ na geliyorlar.7 Farklı sosyo-kültürel ve politik koşullarla örülü farklı kadınlık deneyimlerine gelindiğinde ise, bütün kadınla5

Arus Yumul ve Umut Özkırımlı , "Reproducing the Nation: 'Banal Nationa­ lism' in the Turkish Press" , Media, Culture and Society, Sayı 22 ( 2000) , s. 787804. Michael Billig, Banal Milliyetçilik, Cem Şişkolar (çev . ) (lstanbul: Gelenek Yayıncılık, 2002) .

6

Hülya Uğur Tanrıöver, "Medyada Kadınların Temsil Biçimleri ve Kadın Hak­ ları ihlalleri" , Kadın Odaklı Habercilik içinde, Sevda Alankuş (der. ) (lstanbul: IPS iletişim Vakfı Yayınları , 20 1 2 ) , s. 1 58- 162.

7

Eser Köker, "Kadınların Medyadaki Hak ihlalleriyle Baş Etme Stratej ileri " , Ka­

dın Odaklı Habercilik içinde, s. 1 4 1 . 1 97

rın ayrımcılığı aynı şekilde deneyimlemediği görülüyor. Farklı etnisitelerden kadınların, hem kadın olmalarına hem de azınlık etnik kimliği taşımalarına bağlı olarak katlanan ezilme biçim­ leriyle karşılaşıyor olduklarını söyleyebiliriz. Ana akım medya­ nın da bunu somutlaştıran mecralardan biri olabileceğini tah­ min etmek zor değil. Nagehan Tokdoğan'ın Kürt kadınların ya­ zılı basında neredeyse hiç temsil edilmedikleri, yer buldukla­ rında ise daha çok "töre cinayetine kurban gidenler" veya "te­ rörist" olarak çizildikleri gözlemi/tespiti bunu destekler nite­ liktedir. 8 Diğer yandan, bu tespiti somutlaştıracak düzeyde , Kürt kadınların Türkiye yazılı basınında temsiline odaklanan neredeyse hiçbir çalışma bulunmamaktadır. Değinilen bağlamda bu çalışmanın konusunu, milliyetçi-cin­ siyetçi söylemlerin kesiştiği noktada Kürt kimliğinin Türki­ ye'de yazılı basında nasıl temsil ve inşa edildiğiyle bu haberle­ rin okuyucuları tarafından nasıl alımlandığı oluşturmaktadır.9 Sözcü gazetesi örnek alınarak, 15 Eylül- 1 5 Ekim 20 1 4 tarihle­ ri arasında Kürtlerin konu edildiği haberler arasından seçilen­ ler ile gazetenin sitesinde haberlerin altında yer bulan okuyu­ cu yorumları söylem analizine tabi tu tulmaktadır. 1 0 Gazete­ nin Facebook sayfasındaki yorumlardan da verileri zenginleş­ tirmek için yararlanılmaktadır. Sözcü gazetesinin seçilmesinin nedenini politik-ideolojik konumuyla gazetede öne çıkan mil8

Nagehan Tokdoğan " Hak Haberciliğinde Temel Bir Uğrak: Kadın Odaklı Ha­ bercilik ve jinha Örneği'' , Mülkiye Dergisi, Cilt 37, Sayı 3 (20 1 3 ) , s. 23-25.

9

Türkiye yazılı basınında en çok nefret söylemine maruz kalan etnisitelerden biri olan Kürtlerin ırkçı-ayrımcı temsilini somutlaştırması açısından medyada nefret söylemi raporlarına göz atılabilir. (http://www . nefretsoylemi.org/rapor­ lar.asp)

10

Çalışmanın yöntemini oluşturan eleştirel söylem çözümlemesi, dil içinde ku­ rulan farklı iktidar/güç ilişkilerinin kurulma süreçlerine ilişkin bir analiz yöntemidir. Bkz. M . Ayşe inal, Haberi Okumak (İstanbul: Temuçin Yayınla­ rı, 1 996) , s. 107. iktidar, hegemonya, ideoloj i gibi kavramlar çerçevesinde ta­ hakkümün söylem aracılığıyla yeniden üretilmesine odaklanır. ideolojik ve bu ideolojik çerçeveyi dolaşıma sokan söylemsel bir alan olan haberler, resmi söylemin karşıtlarına az yer verirken, özellikle ana akım medyadaki haber me­ tinleri "egemen söylemlerin etrafında kapanır" (A.g.y., s. 99) . Eleştirel söylem çözümlemesi bu kapat/nmaları; haberi oluşturan sözcükler, seçilen başlıklar, örülen cümleler, kullanılan görseller, bunların birbirine bağlandığı nedensel­ lik ve içerisine oturtulduğu bağlam çerçevesinde çözümlemeyi amaçlar.

1 98

liyetçi-ırkçı/cinsiyetçi söylemlerinde olduğu gibi farklı düzlem­ lerde kesişen farklı ayrımcılık türlerini üreten ve dolaşıma so­ kan haberler oluşturuyor. Sözcü'de genel olarak, Tanıl Bora'nın "sol milliyetçilik olma iddiasındaki Kemalist ulusçuluk" diye tanımladığı, "ulusalcılık" ana hattı oluştururken, laikleşme ve dindışı toplumsal bağları öne çıkaran milliyetçi dilin öne çıktı­ ğı görülüyor. 1 1 Bu bağlamda gazetenin, bir yandan "sol" kim­ lik talebini oluşturan Türk milliyetçiliğinin toprak/vatan ve va­ tandaşlık bağına bağlı, hümanist-evrenselci bir çizgi çizme id­ diasını 12 ve aynı zamanda da laiklik vurgusunu öne çıkardığı, diğer yandan içerisinde barındırdığı liberal, milliyetçi-muhafa­ zakar gibi duruşlarla çizilen farklı milliyetçi dillere de eklemle­ nen bir yerde konumlandığı söylenebilir. Bu bölümün ana teması açısından göze çarpan, gazetede özellikle ulusal birlik, vatanın bütünlüğü gibi vurgularda açı­ ğa çıkan Kürt karşıtı söylemlerdir. Logosunda bulunan TC ifa­ desi, o ifadeye eklemlenen Türk bayrağı motifi ve onun üzeri­ ne kondurulan Mustafa Kemal'in ileriye/geleceğe bakan gözle­ riyle, "Sözcü: Cumhuriyet'in Gözcüsü" sloganının birleşiminin de fikir verebileceği gibi Sözcü , sıradan bir günde dahi milli­ yetçi referanslarla "Türklük" vurgusunu öne çıkarmakta, "mil­ let adına konuşan" bir çerçeve çizmektedir. Çalışmada odakla­ nılacak tarihsel dönem, daha önce değindiğim "milli kriz" an­ larına denk düşen zamanı kapsaması ve Sözcü'deki yansımala­ rının görülmesi açısından önem teşkil etmektedir. Zira bu ta---- ----

11

Tanı! Bora, "Türkiye'de Milliyetçilik Söylemleri " , Birikim, Sayı 6 7 ( 1 994) , s. 9-24. Türkiye'deki milliyetçilik anlayışının dilini homojen bir söylemden çok bir söylemler dizisi olarak ele alan Bora, bu dili dörde ayırıyor. Birincisi, Ke­ malist resmi milliyetçiliğin, milli devleti inşa etme ve beka misyonuna odak­ lanmış dili; ikincisi "sol milliyetçilik" olma iddiasındaki Kemalist ulusçuluk dili; üçüncüsü küreselleşme çağının vaatleriyle büyülenerek serpilen Batıcı bir medeniyetçi-refahçı milliyetçilik dili ve son olarak da "Kemalist milliyetçiliğin sapkın bir lehçesi olan ırkçı-etnisist Türk milliyetçiliğinin neo-pan Türkizmi ve Kürt milli hareketine tepkiyi işleyerek canlanan dili" (s. 1 1 ) . Diğer yandan beşinci bir dil olarak, Bora'nın Refah Partisi (RP) üzerinden ele aldığı, "Türki­ ye'nin lslam dünyasının ve birliğinin önderi" olarak tanımlandığı ideolojik te­ melde, kalkınmacılık-gelişmecilik söylemleriyle birlikte işleyen lslamcı milli­ yetçilik ele alınabilir (A.g.y. , s. 22) .

12

A.g.y.,s. 1 4 . 1 99

rih aralığı, Rojava kantonlarından birini oluşturan Kobane'ye IŞlD'in (Irak ve Şam lslam Devleti) müdahalesinin şiddetlen­ diği, bununla birlikte YPG/j'nin ( Yekineyen Parastina Gel!]ine Halk/Kadın Savunma Birlikleri) süregelen direnişine deste­ ğin artırılması ve aynı zamanda savaş ortamının sonlandırılma­ sına dönük olarak Türkiye'deki tartışma ve eylemlerin hararet­ lendiği, 46 kişinin yaşamını yitirdiği bir süreci içerisinde barın­ dırmaktadır. 1 3 Basının kamuoyunu ilgilendiren konularda önde gelen bil­ gi kaynaklarından biri olduğu ve okuyucuların fikirlerini oluş­ turma süreçleriyle ilişkisi birlikte düşünüldüğünde , Sözcü'de Kürtlerin temsili ile okuyucuların gazetedeki haberlerle ilişki­ lenmelerine bakmak önemli görünmektedir. Sözcü'nün analiz açısından önemini destekleyen diğer bir unsur, gazetenin Ocak 20 1 4 itibariyle Türkiye' de en çok satılan dördüncü gazete ol­ ması ve Facebook sayfasındaki 2 milyona yakın beğeninin işa­ ret ettiği gibi takip edilme ve okunma oranının oldukça/görece yüksek bulunmasıdır. 14 Sonuç olarak belli bir ideolojik süzgeç­ ten geçerek haberlerde ve yorumlarda yer bulan temsilin, belir­ li toplumsal, kültürel ve tarihsel arka planla harmanlanarak şe­ killendiğini ve kökleştiğini göz önünde bulundurduğumuzda, böyle bir söylemsel çözümleme, bu arka plana bakmak ve mil­ liyetçi-ırkçı/cinsiyetçi söylemlerin hangi çerçeve içerisinde ras­ yonelleştirildiğini anlayabilmek açısından önem taşımaktadır. Diğer yandan haberlerin söylemsel çözümlemesiyle okuyucu yorumlarının birlikte ele alınmasının daha bütünlüklü bir ana­ liz gerçekleştirmenin önünü açacağını düşünüyorum. Zira söy­ lemsel çözümlemesine girişilen temsil pratikleri ve öne sürülen toplumsal gerçeklikler, onlara yüklenen anlamlarla var olmak-

13

insan Haklan Derneği, "Kobane Direnişi ile Dayanışma Kapsamında Yapılan Eylem ve Etkinliklere Müdahale Sonucu Meydana Gelen Hak ihlalleri Raporu ( 2- 1 2 Ekim 20 1 4 ) " , URL: http://ihd.org. tr/index.php/raporlar-mainmenu-86/ el-raporlar-mainmenu-90/2888-kobane-direnisi-ile-dayanisma-kapsaminda­ yapilan-eylem-ve-etkinliklere-mudahale-sonucu-meydana-gelen-hak-ihlalle­ ri-raporu-2- 1 2-ekim-20 14.html. Erişim Tarihi: 1 1 Kasım 20 14.

14

Tiraj lara http://www . medyatava .com/tiraj adresinden, Sözcü gazetesinin Facebook sayfasına https://www . facebook.com/sozcugazetesi ?fref=ts linkin­ den ulaşılabilir.

200

ta ve yeniden üretilmektedir. Okuyucu yorumlarına bakmak bize, anlamın çokluğuna vurgu yapan ve alımlamanın egemen, müzakereci ya da muhalif olarak üç farklı şekilde gerçekleşebil­ diğini belirten Staurt Hall'un işaret ettiği gibi, haberleri kuşatan söylemin ne şekilde alımlandığını, ne ölçüde yeniden üretildi­ ğini ya da muhalif bir okumaya tabi tutulduğunu gösterebilir. 1 5

Sözcü'de Kürtlerin temsili Bu bölümde , Sözcü gazetesinin inter net sitesinde 1 5 Eylül 1 5 Ekim 20 14 tarihleri arasında Kürt kimliğine dair yayımlanan haberler arasında ırkçı/cinsiyetçi söylemlere de eklemlenerek milliyetçi söylemin en baskın olduğunu düşündüğüm 10 ör­ nek haberi söylem analizine dayanarak incelemeyi amaçlıyo­ rum. Analizde van Dij k'in söylem çözümlemesi modelinden yararlanarak öncelikle mikro yapıların analizinden hareketle haber metinlerinin kendisine odaklanıyorum . 1 6 Bu süreci , fa­ il/mağdur gibi ikiliklerin inşasının, tanımlamaların ve adlan­ dırmaların ne şekilde gerçekleştiği; tüm bunlarda kimlerin sö­ zünün referans alındığı, kime/neye kaynak olarak başvuruldu­ ğu gibi sorularla birlikte örmeye çalışıyorum. Daha sonra, orta­ ya çıkan karşıtlıklar/ikilikler/dışlamaları makro çerçeveye otur­ tup; neden-sonuç ilişkisi ve tarihsel arka planla , özünde bağ­ lama dair neler söyleyebileceğimize geçiyorum. Son olarak bu çerçevenin işaret ettiği , Kürt kimliğinin yer aldığı haberlerin te­ matik çerçevesi, kullanılan milliyetçi söz kalıpları ve simgeler­ le birlikte haberleri ören söylemsel stratejileri değerlendirme­ ye çalışıyorum. -

15

Stuart Hail , "Encoding, Decoding" , The Cultural Studies Reader içinde, Simon During (der . ) (New York: Routledge : Taylor &: Francis e-Library, 1 999) , s. 5 1 5- 5 1 7 .

16

v a n Dij k'in söylem çözümlemesi modeli , haberin mikrove makro yapısına odaklanan iki çerçeveden oluşur. Mikro yapının analizi , sözcük seçimleri , cümle yapıları ve diğer metinsel ifadeleri ele alır. Makro yapının analizi ise, haberin oturtulduğu bağlama bakar. van Dijk'e göre yalnızca metinden ibaret olmayan söylemin analizi için bağlama da bakmak gerekir çünkü söylem her zaman bir bağlam içerisinde varlık gösterir; bağlamı kontrol etmek, söylemi kontrol etmektir ("Söylem ve iktidar" , s. 1 4 ) . 201

Bu çerçevede, haberlerin başlıkları, analiz için ilk durağı oluş­ turuyor. Haberlerde ilk göze çarpan ve haberin içeriğine dair bil­ gi veren metinler olan başlıklar, van Dijk'in belirttiği gibi gazete okuduktan ya da televizyon izledikten sonra anımsadıklanmıza denk düşer ve en iyi ezberleme şekli de sayılabilir. 1 7 Aynı zaman­ da da haberin şekillendiği editoryal sürece ve ideolojik çerçeve­ ye dair fikir verir. Sözcü'de belirtilen dönemde vuku bulan olay­ lan genel olarak çerçevelediğini düşündüğüm ve Kürtlerin tem­ siline dair odaklanmayı seçtiğim 1 0 haberin başlıkları aşağıda­ ki gibidir. Bu başlıkların büyük çoğunluğunda dikkat çeken or­ tak nokta, Kürt siyasi aktörlerin, Kürtlerin de mücadele içerisin­ de yer aldığı siyasi partilerin ve PKK'nin dahil edilerek haber içe­ riklerinde daha da net gözlemlenebilen şekilde, Kürtleri şiddet­ le özdeşleştiren ve şiddeti eyleyen birer fail olarak çizmeleridir. •

HDP Milletvekili Aysel Tuğluk'tan Mehmetçiğe taşlı saldırı !



Akdoğan'dan Tuğluk'a : Nankörlük (24.09 . 20 1 4)



IŞlD Kürt güçlerin başını kesti (02 . 1 0 . 20 1 4)



PKK yanlıları Avrupa Parlamentosu'nu işgal e tti (0 7 . 1 0 .



Önce bombalayıp sonra ateşe verdiler (07 . 1 0. 20 1 4)

(23 . 09 . 2 0 1 4) "Aysel Tuğluk edepsizlik etti" ( 2 7. 09 . 20 1 4)

20 14) •

Antalya'da Türk bayrağı yaktılar ! (08. 1 0 . 20 1 4)



IŞlD'den ne farkın var, o da terörist sen de ! ( 1 1 . 1 0 . 20 1 4)



YPG'liler tedavi için Türkiye'de ( 1 2. 1 0 . 20 1 4)



IŞlD militanı Kürt kadına ne yaptı? ( 1 5 . 1 0 . 20 1 4)

llk üç haber, Kobane'ye yönelik IŞlD saldırılarının hararet­ lenmesini takiben, sınır komşusu Şanlıurfa'nın Suruç ilçesinde hem Kobane'den kaçanlara sınırın açılması hem de Kobane'ye gereken desteğin sağlanması için sınırda ortaya çıkan tepki­ ler/protestolar içinde askerin sınırdaki şiddeti ve uygulamala­ rına tepki gösteren Aysel Tuğluk'a dairdir. Bu haberlerde, Tuğ­ luk'un gaz bombası atan askerlere "taşlı saldırısı" haberleştiril­ mekte ve gündeme taşınmaktadır. 1 7 A.g.y.,s. 20. 202

Cl sozaı.com.trJ...0 14/gundem/!ıdp -mı!l..ıw-;li·&yseHuglu ....,,.. , ...... ,, _.

HOP

n-melım - .,. .., .... ..,.. - ....... ....... _ ..._. ,_,.,,. _ ..._ ... _ .. __

Yukarıda yer aldığı gibi, haberin sunumu için kullanılan gör­ sel Tuğluk'un taş atmasını somutlaştırır niteliktedir. Haberin içeriğinde ise, sayıları 200 bini aştığı vurgulanan, Kobane'den kaçan Suriyeli Kürtleri sınırda karşılayan olarak gösterilen "Türk askeri" nin hoşgörüsüne/iyiliğine vurgu yapılıyor. Şid­ detle özdeşleştirilen Tuğluk ise , "provokatör" olarak tanımla­ nıyor. Diğer yandan tam da burada, Sözcü'de sık sık yer veril­ diğini düşündüğüm iki unsura dikkat çekmek gerekiyor. Birin­ cisi, haberde yer bulan "Suriyeli Kürtler" ifadesidir. İncelenen tarihsel dönem içerisinde Türkiye'ye Kobane'den göç edenler, "Kobaneli" ya da daha farklı şekilde adlandırılmazken, Suriye­ li Kürtler ifadesinde yer bulduğu gibi göç edenlerin "Kürt" ol­ dukları vurgusuyla haberlerde yer aldıkları görülüyor. lkinci önemli nokta ise, "sayıları 200 bini aşan" vurgusudur. van Di­ jk, göçmenlere dair yaptığı çalışmasında , ana akım medyada göçmenlerin, büyük gruplar olarak "dalga dalga" geldiklerinin 203

vurgulandığına dikkat çekiyor. 1 8 Dalga metaforu , bir yandan göçün, diğer yandan da göçmenlerin ülkeye girişlerini bir teh­ dit olarak resmediyor. "Sayıları 200 bini aşan" ifadesi de diğer ifadelerle birleşerek bir yandan Türkiye devletinin yardım ve hoşgörüsünü öne çıkarırken, göçmenlerinse "bizim alanımızı işgal edenler" olarak çizilmesine neden oluyor. Tuğluk özelin­ de düşünüldüğünde, bu yardımsever/hoşgörülü insanlara taş­ la karşılık veren "nankör" olarak çiziliyor. "Akdoğan'dan Tuğ­ luk'a: Nankörlük" başlığı ve haberde yer verilen Akdoğan'ın sözleri de bu düşünceyi pekiştirir niteliktedir. Akdoğan'ın şu sözleri haberde alıntılananlar arasında bulunuyor: "Bir tarafta siz 1 40 bin Kürt'ü kabul etmişsiniz , kapınızı , gönlünüzü açmış­ sınız . Bir taraftan da içeride birileri habire gerilim üretiyor. [ . . ] Karşıdaki insanı bağrına basan Mehmetçiği siz öbür tarafta taş­ layacaksınız , bu çok büyük bir nankörlüktür. " Diğer başlık da , Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun sözlerinden alıntılanarak veri­ liyor: "Aysel Tuğluk edepsizlik etti . " TDK'de de yer verildiği haliyle "toplum töresine uygun dav­ ranma"ya, "iyi ahlak"a, "terbiye"ye işaret eden "edep" ten yok­ sun olma tespiti , "kadınlar toplum içinde kahkaha atmasın" "hamile dışarıda gezmesin" gibi yaklaşımların bir uzantısı du­ rumunda ve aslında cinsiyetçi bir yerde konumlanıyor. 1 9 Söz­ cü gazetesi de bu düşünceyi onaylar şekilde başlığa taşıyor. Başlıkta kimin sözüne , nasıl yer verildiği ise bu bağlamda üze­ rinde durulması gereken diğer bir unsuru oluşturuyor; çünkü bu yayın organının ideolojik konumlanışını göstermesi açısın.

18

A.g.y., s. 20.

19

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, 28 Temmuz 201 4'te, Türkiye'de ahlaki çö­ küntüye işaret ederken, "Kadın iffetli olacak. .. Herkesin içinde kahkaha atma­ yacak. Bütün hareketlerinde cazibeder olmayacak, iffetini koru yacaksın," de­ mişti . (Bkz. "Arınç: Kadın herkesin içinde kahkaha atmayacak," URL: http:// www .radikal.com. tr/politika/arinc_kadin_herkesin_icinde_kahkaha_atmaya­ cak- 1 2042 1 7 Erişim Tarihi: 4 Ocak 20 1 5 . ) 24 Temmuz 20 14'te TRT l 'de bir iftar programına konuk olan tasavvuf düşünürü Ömer Tuğrul lnançer, " Ha­ mileliği davul çalarak ilan etmek bizim terbiyemize aykırıdır. Böyle karın­ la sokakta gezilmez. Her şeyden önce estetik değildir. . . Ayıptır ayıp," demiş­ ti. (Bkz. "TRT'de ilginç yorum: Hamile kadınlar sokakta gezmemeli" , U RL: http://www . radikal.com. tr/turkiye/trtde_ilginc_yorum_ham ile_kadinlar_so­ kakta_gezmemeli- l l 43303 Erişim Tarihi: 3 Ocak 20 1 5 . )

204

ıwwyt'ıı ) �

>

·A� Twil... .....,,, rtİ

etti • •

"Aysel Tuğluk edepsizlik etti "

8 ·1

o '

BaJbakan Ahmet Doıvuıoğıu, Kırşehlf'de cıuzınıenen 27. Ahilik Haftası

töreninde konuştu.

Suruç't.a Metımetçiie taş at.an rnıllıttve4cilı A)'W't T�'u ıtl�ren Dawtotıu, 1IJl'lan kiaydııı\tj : "Son donemd& Kobanl' den IJl!{&n w�tuo de lrapımızı açtık. Hiçbir aynın tozetmedüı. Mıa bir \leldl tuttu. o ka�mizirı e!indm tutam Mırtanımm ıçiııe çeMn o am Metımetçilc'l' � ıtma edepsfztlltııi �· Ona bura