Milliyetçiliğin Yüzleri: Janus'a Yeni Bir Bakış [1 ed.]
 9789750517969

Citation preview

o:: Lı.J _J N ::;::) � z ı(!) ":::J

1Lı.J � _J _J



Milliyetçiliğin Yüzleri janus'a Yeni Bir Bakış

TOM NAIRN



Milliyetçiliğin Yüzleri

TOM NAlRN l 932'de lskoçya'da doğdu. Edinburgh Üniversitesi'ni bitirdi. Dok­ tora öğrenciliği sırasında bir işgal hareketine katıldığı için uzalaştınldı. 19721976 arasında Amsterdam'da politik aktivisılere dönük alıemaıif bir akade­

mi niteliğindeki Ulusaşın Ensıitü'de çalıştı, ardından gazetecilik yaptı. l 99495'ıe Ona Avrupa Üniversiıesi'nde Emesı Gellner'la çalıştı. 1995-1999 arasın­

da Edinburgh Üniversiıesi'nde milliyetçilik üzerine bir yüksek lisans progra­

mını yürüttü. Kısa bir süre Avusıralya'da misafir öğretim üyeliğinin ardından 2009'dan beri çalışmalannı Durham Oniversiıesi'nde sürdürüyor.

Faces of Nationalism. ]anus Revisited © 1997 Tom Naim

Verso Ediıion and NLB'den alınmıştır.

iletişim Yayınlan 2184 • Araşurma-İnceleme Dizisi 362 ISBN-13: 978-975-05-1 796-9

© 201 5 iletişim Yayıncılık A. Ş.

1. BASKI 2015, İstanbul EDITOR

Tanı! Bora

YAYINA HAZIRLAYAN Aybars DIZI KAPAK TASARIMI KAPAK

Yanık Ümit Kıvanç

Suat Aysu

UYGULAMA Hüsnü Abbas

Birhan Koçak Sena Ofset . SERTiFiKA NO. 12064 Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi B Blok 6. Kat No. 4NB 7-9-1 1 Topkapı 340 1 0 İstanbul Tel: 212.613 38 46 DIZIN

BASKI ve CILT

lletişim Yayınlan. SERTiFiKA NO. 10721 Binbirdirek Meydanı Sokak, lletişim Han 3, Fatih 34122 lstanbul Tel: 212.516 22 60-61 -62 • Faks: 212.516 12 58 e-mail: [email protected] • web: www.iletisim.com.tr

TOM NAIRN

Milliyetçiliğin Yüzleri janus'a Yeni Bir Bakış Faces of Nationalism ]anus Revisited ÇEVlREN Seda Kırdar - Mehmet Ratip

�\•lı

-

.

,

iletişim

ÇEVİRENLERİN NOTU Çevirenlerin açıklayıcı notlan, yazara ait özgün dipnot akışına "ç.n." (çevirenlerin notu) ifadesiyle birlikte eklenmiştir.

Millicent:

"Aşk, dokun kalbime kendinle Ve uyu, tarih, uyu. "1

"Love, touch my heart with who you are / And sleep, history, sleep."

İÇİNDEKİLER

Önsöz

...........................................................................................................................................................................

Giriş: Milliyetçilik Çalışmak.

...............................................................................................

9

13

BİRİNCİ KISIM

Enternasyonal Köklülüğe Dair Sorular

.................................................................................................

1 Enternasyonalizme Bir Eleştiri 2 Minerva'nın Baykuşu

.........................................................................

........................................................................................................

3 Milliyetin Şeytanlaştırılması

.............................................................................

45 49 85

101

İKİNCİ KISIM

Milliyetçiliğin Yüzleri Modem Janus

.............................................................................................................................

121

4 Sivil Toplumdan Sivil Milliyetçiliğe: Bir Mitin Geçirdiği Evriınler

125

5 Kırsallığın Laneti: Modernleşme Teorisinin Sınırları

155

.............................................................................

.............................................................

6 Irk ve Milliyetçilik

...............................................................................................................

7 Şehirler ve Milliyetçilik.

..............................................................................................

195 211

ÜÇÜNCÜ KISIM

Küçük Müfrezeler Ölçek Meselesi...

8 Andorra

...... .. . .

........................................................................................................................

. . . . . . . . . . . . .. .............. ........................................................................................ ...........

9 Mikro-devletler

.......................................................................................................................

1O Sivil-Milliyetçi Bir Boşanma: Çekler ve Slovaklar 11 Ulster

..........

........................................................................................................................................................

12 Filistin

....................................................................................................................................................

227 231 245 257 269 285

DÖRDÜNCÜ KISIM

İskoçya İskoçya Meselesi

.....................................................................................................................

13 İskoçya'da Kimlikler

........................................................................................................

14 İmparatorluk ve Birlik

.................................................................................................

15 Seçim Sonrası Egemenlik DIZIN

........................................................................................

................................................................................................................ .........................................................

303 307 327 355 383

Önsöz

Elinizdeki kitapta yer alan denemeler neredeyse on sekiz yılı aşan bir zaman dilimi içerisinde yazıldı. Bu, içten teşekkürleri­ mi bütünüyle ifade edebilmeme imkan tanımayacak derecede uzun ve değişikliklerle dolu bir zaman dilimi. Dolayısıyla, da­ ha yakın zamanın olaylan ve kişilerine teşekkürle yetinmek zo­ rundayım. En başta, l 993-l 994'te akademik hayata geç de olsa dönmemi teşvik eden ve Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde milliyet­ çilik çalışmalan konulu bir ders açmama yardımcı olan Edin­ burgh Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü'nden David McCrone'a teşekkür etmeliyim. Girişimime yardımı dokunan diğer kişiler arasında aynı üniversitenin Hukuk ve Sosyal Bilimler Fakültesi eski dekanı N eil McCormick; görevi ondan devralan Profesör Anthony Cohen ve Uluslararası Sosyal Bilimler Enstitüsü'nden Profesör Malcolm Anderson var. Bu dörtlü, l 970'lerden bu ya­ na sözkonusu çalışma alanındaki hakim yaklaşımı baştan aşa­ ğıya değiştiren bir Edinburghlı kafa dengi öğretmenler grubu­ nu temsil ediyor. Grubun diğer üyeleri arasında Lindsay Pater­ son ve Alice Brown'ın yanı sıra, onlar etrafında toplanmış, sayı­ lan her geçen gün artan genç bilim insanlan ve araştırmacılar var. Bu grubun oluşumuna, bir bakıma, 1970'lerde ve 1980'le­ rin başında, (son zamanlarda bana daha kişisel yardımlarda da 9

bulunan) lskoçya'daki Siyaset Bilimi Birimi'nin kurucuların­ dan Henry Drucker öncülük etti. Bu geniş düşünce topluluğu sayesinde, lskoç Aydınlanması'nın eski ruhu Edinburgh Parla­ mentosu'ndan önce canlandı. Bu canlanmanın etkisinden ya­ rarlanabildiğim için kendimi şanslı hissediyorum. Bu kitabın ortaya çıkışında rol oynayan daha kısa ömürlü bir diğer topluluk ise, Prag şehrinde, Emest Gellner'in etrafın­ da oluşmuştu. Emest, oraya, Orta Avrupa Üniversitesi'nin 1 eski Prag Koleji'nde kendi Milliyetçilik Çalışmalan Merkezi'ni kur­ mak amacıyla dönmüştü. Fakat bu proje çok kısa bir süreliğine hayatta kalabildi. Bahsi geçen merkez bu alandaki başlıca araş­ tırma ve yayın merkezi olabilecekken, Koleji sarsan çeşitli siya­ si ve mali sorunlara ilaveten, Emest'in Kasım l 995'teki ani ölü­ mü projenin sonu oldu. Onu kaybetmenin geride bıraktığı kalı­ cı hüznü, 1993- 1994 akademik yılında orada bulunmuş ve on­ dan çok şey öğrenmiş olmanın talihi (yeterince olmasa da) tela­ fi ediyor. isimlerini anmaktan büyük memnuniyet duyduğum Prag'daki diğer dostlarım arasında, Emest'in asistanları Robin Cassells ve Gaye Woolven ile Sukumar Periwal, Peter Pithart ve john A. Hall gibi bilim insanları var. Bu kitaptaki birçok denemeden de görüleceği üzere, New Left Review dergisi ve onun yayınevi Verso ile ilişkili çok daha kalıcı bir düşünce topluluğuna da teşekkürlerimi sunmam ge­ rekiyor. Bu topluluk, tarihin şimdiye kadar ona doğru fırlattı­ ğı her şeyle (l 960'lardaki umutların sönmesi, hem imparator­ luğun hem de Soğuk Savaş'ın sona ermesi ve hem komüniz­ min hem de Batı sosyal demokrasisinin çökmesi - ya da kim­ lik değiştirmesi) baş edebilmiş gözüküyor. Gerek Robin Black­ bum'ün kişisel yardımlan, gerekse Benedict ve Perry Anderson gibi diğer Verso yazarlarının öneri ve destekleri kitabın mev­ cut halini almasını sağladı. l 995'ten beri Demos'tan Geoff Mul­ gan ve onun meslektaşlarından büyük destek gördüm. Ant­ hony Bamett, eşsiz tarzıyla, Atlantik'in her iki yakasından ese­ ri destekledi ve gözetti. Benzer bir şekilde, Jean-François Re­ vel'in, l 960'lardan bu yana yazdıklarımın neredeyse tamamıCentral European University - ç.n. 10

nı daha iyi ifade eden ve işleyen bir üstat (miglior fabbro) 2 ola­ rak bana ciddi katkısı oldu. Ve daha önce de belirttiğim gibi, bu tür bir eser sözkonusu olduğunda doğru dürüst anmamı ya da teşekkür etmemi imkansız kılacak derecede katkı verenler oldu; örneğin, Neal Ascherson, Willie Storrar, john Osmond, Willie Thompson ve London Review of Boohs'tan jean McNicol gibi. Buradaki denemelerden bazıları ilk kez London Review'de yayımlanmıştı; dolayısıyla, London Review'in gösterdiği aralık­ sız destek ve ilgi için müteşekkirim: burası, Mark-Kay Wil­ mers'in editörlüğünde, 1994'ten bu yana ait olduğum bir diğer vazgeçilmez düşünce topluluğu. Jim Singh-Sandhu sayesinde 1997'de Northumbria Üniversitesi'nde misafir öğretim üyesi oldum. Cumhuriyet olma yolunda ilerleyen kuzeydoğu lngilte­ re'ye dair bir şeyler öğrenmemi sağladıkları için jim'e, Monica Shaw'a, Bill Lancaster'e ve David Welsh'e de müteşekkirim. Ki­ taba ilişkin son çalışmalarımı ise, daha eski bir Cumhuriyet'te, Henk Van Kerkwijk'in Roscommon'daki evinin misafirperver saçaklarının altında tamamladım.

Kilmore, lrlanda,

2

1997

Miglior fabbro, balyan şair Dante Alighieri'nin, Oksitanyalı şair Amaut Dani­ el'i överken kullandığı İtalyanca ifadedir. Türkçede "usta çilingir" olarak ifade edilebilir - ç. n. 11

Giriş: Milliyetçilik Çalışmak1

Emest Gellner, birçok defa, modem felsefenin esas konusunun sanayileşme olduğunun altını çizmişti.2 Bu tespit şaşırtma, kö­ tüleme ve mizahın keskin bir bileşimini içeren, onun en sevdiği türdendi. Modem (yani, David Hume sonrası) felsefeciler Ruh, Tann, Sonsuzluk ve diğer büyük harfli tasanmlar üzerine ka­ fa yorduklanna inanabilirler. Gerçekte, yapmaya çalıştıklan tek şey, buhar makinesinin artçı etkileriyle baş etmektir. Gellner'in bütün şakalarında olduğu gibi, burada da, üze­ rinde daha çok düşünüldükçe daha anlaşılır olan bir vurgu var. Evet, sanayileşme ve onun uzun artçı sarsıntısı "moder­ nite" gerçekten de metafizikçilerin üzerine düşünebilecekle­ ri her meseleyi dönüştürdü, bu meseleler bakımından kaçınıl­ maz sonuçlar doğurdu. Evet, bilim ve teknolojinin yanı sıra in1

1997 başlarında Edinburgh'da öğrencilere yapılan bir konuşma.

2

Bunu, en son, 1993 yılında, Prag varoşlarına yapuğımız bir araba yolculuğu esna­ sında söylediğini duymuştum. llgili temaya, ölümünden sonra yayımlanan Nati­ onalism adlı eserde (Londra, 1997) kuvvetli, neredeyse veciz bir biçimde değinil­ mektedir. Aynca Nations and Nationalism (Londra, 1983) adlı eserin [Türkçesi: Uluslar ve Ulusçuluk, çev. Günay Göksu Ôzdoğan ve Büşra Ersanlı Behar, Hil Ya­ yınlan, Adıyaman, 2008] 'Industrial Society' bölümüne (s. 19-38) bakabilirsiniz. Konuya ilişkin en eğlenceli düşüncelerinin Spectacles and Predicaments: Essays in Social Theory adlı derlemede (Cambridge, 1979) yer alan Hegel üzerine yazdığı 'The Absolute in Braces' başlıklı makalede bulunduğunu söyleyebiliriz. 13

sana ilişkin değerler -etik, estetik, bilim, doğa, ruhlar ve tann­ lar- dönüşüme uğrayan bu meseleler arasında yer alıyor. Buhar makinesi insan türünü değiştirdi ve kişisel bilgisayar ile World Wide Web'e giden yola sevk etti. Böylece her şey -"kainatın ta­ mamı" ya da en azından (Immanuel Kant'ın ileri sürdüğü üze­ re) tartışabileceğimiz yegane konu olan insanın kainata dair fi­ kirleri- değişti. Gellner'in keskin kavrayışının kabul edilebilir bir tarafı oldu­ ğu kadar eksik bir yönü olduğunu düşünüyorum. Bu kavrayış yeterince ileri gitmiyor. Gellner, ileride değineceğim sebepler­ den ötürü, geleneksel kırsal toplumdan modem zamanlara geçi­ şe ilişkin genel ve sıkça tekrarlanan teorisinde ima edilmiş olan daha radikal bir sonuca varmaktan geri durdu. Sözkonusu geçi­ şin ana unsurlanndan biri, milliyetçiliktir. Gellner, meşhur de­ nemesi "Milliyetçilik" 1964 yılında Düşünce ve Değişim (Thought and Change) adlı derlemesinde yayımlandığında, bunun neden böyle olduğunu kavrama yolunda büyük ilerleme kaydetmiş oldu. Milliyet siyasetini (nationality politics) anlama çabasında olanlar için, bu an, milliyetçiliğin sosyal-bilimsel teorisini kuran tam bir "Eureka! " haykınşından ibaretti. Gellner, böylece, sana­ yileşmenin modem siyasal milliyetleri ürettiğini göstermiş oldu; fakat modem felsefenin esas konusunun sanayileşmenin kendisi değil, onun son derece karmaşık ve değişken artçı sarsıntısının, yani milliyetçiliğin olabileceği fikrini ileri sürmedi.

"Modernleşme Teorisi" Peki, Gellner'in modernleşme ve milliyetçilik teorisinin ana fikri neydi? O, modernleşme sürecinde göze çarpan milliyet (nationality) olgusunun ne bir kaza eseri, ne de (London Scho­ ol of Economics'teki meslektaşı ve dostu Elie Kedourie'nin bir­ kaç yıl önce iddia ettiği gibi) idealizm ile iradenin ürünü olma­ dığını göstermiş oldu.3 Milliyet siyasetinin ortaya çıkışında ide3

14

Kedourie, Nationalism, Londra, 1960: "Ulusların kendi kaderini belirleme hak­ kı, son kertede, iradenin belirlenmesidir ve milliyetçilik, her şeyden önce, ira­ denin doğru şekilde belirlenmesini öğreten bir yöntemdir."

olojinin ve komplonun rolü ne kadar önemli olursa olsun, Gel­ lner, bu unsurlara atfedilen önemin başka etkenlerden kaynak­ landığını düşünüyordu. Bu yeni yeni beliren önemin ardında, bahsi geçen unsurlan kitabi bir uğraş veya hafta sonu eğlence­ si olmaktan çıkarıp değişimin tetikleyicileri haline getiren sos­ yo-ekonomik dönüşümün etkisi vardır. Kapitalist sanayi ve ta­ nın ile orta sınıf ve işçi sınıfının ortaya çıkışlan, bütün toplum­ sal koşullan değiştirmiştir. Siyaset de bu koşullar altında -ve­ ya bazen bu koşullan ümit ederek- karakter değiştirir. Seçkine değil, çoğunluğa dair bir meseleye dönüşür; modem demokra­ si sonucuna vanlıncaya dek, "temsil" daha eşitlikçi bir hal alır ya da daha eşitlikçiymiş gibi görünür. Okullarda okutulan ta­ rih kitaplarında söylendiği gibi, "Krallar ile Lordlar" , "Sıra­ dan Adam"a, sonrasında da "Sıradan Kadın"a yol vermek zo­ runda kalmış, elbette yol verirken ayak sürümüş ve 19. yüzyı­ lın ve erken 20. yüzyılın büyük kısmım "kaçınılmaz olan"ı ter­ sine döndüremeyen fakat yavaşlatan savunma hamleleriyle ge­ çirmişlerdi. Gellner'in bu basmakalıp görüşe eklediği, "Sıradan lnsan"ın aslında milliyetçi olduğuydu. Hep ifade etmekten hoşlandığı gibi, bu tespit hiçbir zaman harfiyen doğru değildi, çünkü ne de olsa insanlar, basitçe, ya bir "milliyetten" diler (nationals) , ya bir yerin "yerlisi"ydiler (natives), ya da "etnik kişiler" diler (eth­ no-persons). Bu, şu ya da bu şekilde, seçkin olmayan bir kültü­ rün ürünü olduklan, yani etraflannda, anlayamadıklan bir dü­ zeyde cereyan eden yüksek kültür sahasında eğitimsiz ve tec­ rübesiz kaldıkları anlamına geliyordu. "Milliyet" lafına ekle­ nen "-çi"/"-çilik" gibi ekler, sadece, sahip olunan bir potansiye­ le işaret ediyordu. Gelgelelim, süratle görülen sanayileşme işi­ nin yürütülebilmesi genel bir kültürü ve dili gerektirdiğinden ve en etkili kültür genellikle -entel değil, avam olan; sarayın, akademinin veya salonun zarif dilini değil, yerel ağzı konuşan­ popüler-ulusal kültür olduğundan, bu potansiyel (her yerde ol­ masa da) büyük ölçekte gerçekleşmeye mahkumdu. Modern­ leşme sayesinde, avamın bir türü yükseltilir ve saygın bir dile dönüştürülür. Bu şekilde, yerliler, ayırt edilip tanınma konusu15

na, hatta kendilerine iş, çocuklarına erişilebilir öğretim imka­ nı sağlayan kültürlerine yönelik hayati ve iktisaden süreğen bir ilgi geliştirdiler. Giderek artan sayıda yerli; kültür uzmanı, öğ­ retmen, gazeteci, yazar, siyasetçi oldu ve muhtelif simge-opera­ törlüğüne soyundu. Kedourie'nin şikayetlerine rağmen, bu da kaçınılmazdı. Sürecin genel olarak "iradeli" ya da gözle görülür ölçüde "idealist" veya romantik herhangi bir tarafı yoktu: Gell­ ner'in argümanı, milliyetçiliğe eşlik eden öznel gürültünün ve­ ya saçmalığın, ister gülünç, ister acıklı, isterse tehlikeli olsun, son derece nesnel bir biçimde belirlendiğiydi. O halde neden (bir 18. yüzyıl tabiriyle söyleyecek olursak) "yu­ karıdaki halk" (people above) bu tür dünyevi hareketlere uyum ve reformla cevap veremiyordu? Neden çokuluslu devlet-uluslar ve hanedana dayalı imparatorluklardan müteşekkil eski düzen bu kadar çarpıcı ve olabildiğince ani bir biçimde sayılan süratle iki yüze doğru yol alan ve hiç de yavaşlama belirtisi göstermeyen bağımsız siyasal topluluklardan müteşekkil günümüz ulus-dev­ let dünyasının çılgın desenini ortaya çıkarmak üzere parçalandı? Dahası, neden bu parçalanma süreci bu denli düşmancaydı; nasıl oldu da garaz, nefret, intikam ve savaşla dolup taştı? Gellner ya­ nıtını sürecin "eşitsiz" doğasına işaret ederek verdi. Kimse llerlemeyi (Progress) bir bütün olarak tasarlamadı. llerleme düpedüz patladı. lşin içinde planlama olsaydı, stan­ dart 20. yüzyıl manasıyla "kalkınma" (development) dediğimiz şey tahminen dünya kültürlerinin en büyüğü, en yaşlısı, en bü­ tünlüklüsü ve kültürel bakımdan en teşekküllüsü olan Çin'de başlamış olurdu. Bin yıl önce galaksilerarası bir gezgin geze­ genimize yaklaşıyor olsaydı, kesinkes böyle düşünürdü. Uzay araçlarının yaptığı incelemeler gezginimize Çin hakimiyetinin (zamanla) medeni iletişimi mümkün kılacak tek bir toplumsal kültür meydana getirmek suretiyle diğer bütün yaşanabilir top­ raklara hükmedeceği yanlış bilgisini iletmiş olacaktı. Gerçekte tam tersi yaşandı . Sanayileşme en dış çevrenin uzak, birbiriyle hırlaşan, kaba saba kabileleri arasında patla­ dı ve oradan savaş ve felaket ortamı içerisinde en son büyük dünya imparatorluğuna varmak üzere yayıldı. "Kalkınma"nın 16

özünde rastlantı, düzensizlik ve çatışma olmayabilir, fakat bu unsurların kalkınmanın meydana gelişine şekil verdiği açık­ tır. Bu nedenle, milliyetçiliğin sivrilmesi kaçınılmazdı. Kopuş bir toplulukta değil de ötekinde gerçekleşti diye, o öteki top­ luluğa ve onun dil, gelenek görenek, inanç vesaire gibi bütün ayırt edici özelliklerine (daha sonraki adıyla, etnik özellikleri­ ne) kalkınma sahasında avantaj sağlamaktan geri duramazdı. Şayet Atlantik'in geri kalmış bölgelerinden ilerici bir grup ken­ dini başkalarına dayatma kapasitesine sahip olmuş ya da bu ka­ pasiteye ulaşmış olsa, sanırım, en azından bir süre boyunca, bunun etkilerini görürdük. Eski Çin usulü imparatorluk, şu ya da bu Yeni Emperyalizm tarafından ele geçirilmiş, pekiştirilmiş ve "geliştirilmiş" olurdu. Bu, tam da Gellner'in 1964'te yazdığı denemesinin sonuç bölümünde ima ettiği, "evrenselliğin" ko­ layca evrensel zulüm, hatta küresel bir apartheid sistemi mana­ sına gelebileceğine işaret eden kasvetli bir distopyadır. Böylesi bir vizyon ne kadar korkunç olsa da, geriye dönüp bakıldığın­ da gülünçtür: Apartheid'ın yerinden oynatılamayacak bir sis­ tem görüntüsü verdiği 1964 yılından bu yana Güney Afrika'da neler olduğunu biliyoruz. Bir güzellik dünyaya geldi ve sonuç hiç de kötü olmadı: Demokratik siyah milliyetçilik tarihin sey­ rini değiştirdi, Cape Town beyaz kapitalistlerin ve dolandırıcı­ ların göç ettikleri gözde bir mekana dönüştü. 1984 türü distopyalar, başlangıçtaki bilimsel ve ekonomik atılıma tesadüf etmeyen toplulukların zamanında bir tepki ge­ liştirebilmeleri sayesinde engellendi. Amerikan, Fransız ve sa­ nayi devrimlerinin etkisinin ardından uygun bir biçimde ge­ nellik kazanan bu tepki milliyete, "-çilik" ekini zerk etti. İra­ deli ve ara sıra kendini kaybeden simge-operatörleri her yerde kendilerine geldiler. Eğitimli, yarı eğitimli, kendi kendini eğit­ miş, yiğit ya da eğitilemez, herkes ama herkes kendi belirledik­ leri şartlar altında kalkınmayı seçtiler: Bu, (o ana dek) şans ta­ nınmamış, müstakbel ve mevcut alt sınıfların (declasses), geri­ leme ve marjinalleşme tehdidi altında yaşayanların, güya daha kıllı, daha pis kokulu ve daha az temiz olanların çıkarları doğ­ rultusunda bir ilerlemeydi. lster asil olsunlar, ister rezil, bar17

barlar, haklarını talep etmeyi öğrendiler. Bu talepler kolektif bir biçimde ifade edilmeliydi; liberal eğilimli büyüme merkez­ lerinin teslim etmekten son derece memnun olduklan bireysel haklar yetersizdi. Kirli kesimlerin gözünde ilerlemenin zora da­ yalı yönünün kolektif bir doğaya sahip olduğu aşikardı. Bu ko­ lektif doğa, pratikte, Paris adetlerinin, Manchester liberalizmi­ nin, Aryan-Cermen spiritualizminin, Moskova komünizminin ve benzerlerinin zaferine dönüşmüştü. Dolayısıyla direngen, alternatif bir seferberlik için, elde hangi fay kınkları varsa on­ lara uygun olarak inşa edilecek eşdeğer kimliklere gereksinim vardı. Çoğu zaman bu fay kırıklarını, artık fiili ya da potansi­ yel ulusallık (nationhood) olarak yorumlanan, yeniden yorum­ lanan veya "keşfedilen" (Paris, Manchester ve benzeri yerlerde konuşlanmış düşmanların tabiriyle, "icat edilen") milliyet (na­ tionality) temin etti. Gerek zorla dayatmaları engellemek, ge­ rekse tikel bir topluluğa kalkınma sahasında şans tanıyabilmek için "kendi devletimiz"e ihtiyaç vardı. Günümüzde "kimlik siyaseti"nin yaygınlaşması ve ABD'de kazandığı popülerlik, kimlik edinmenin çeşitliliğini ve akış­ kanlığını vurgulamayı moda haline getirdi. Homo sapiens, aile­ ye önem veren, tapınan, pul toplayan, hayran hayran bir mü­ zik grubunun peşinde koşan, siyah, ragbi kulübü üyesi, eşcin­ sel ve aynı zamanda pasaportlarında "İrlandalı" , "Sırp", veya "Birmanyalı" gibi unvanlar bulunan (ve asıl ima edilmek iste­ nen şuydu ki, "hep böyle olagelmiş") bir türdü. O halde milli­ yet birçok kimlikten sadece biriydi - onu özel kılan ne olabi­ lirdi ki? Gellner'in yanıtı, modernleşmenin şartlan altında mil­ liyetin etkin ve baskın kimlik ediıi.me biçimine dönüştüğüydü; çünkü birçok kimlikten yalnızca o, sanayileşme havasına etki­ li bir şekilde uyum sağlamayı temsil ediyordu. Aslında "hava" denilen, 1940'larda nükleer silahın icat edilmesini takiben, ne­ redeyse toplumsal kültürü bütünüyle yok edebilecek kadar şid­ detli bir fırtınaydı. Bu şartlar karşısında dalgakıran inşası, belli bir ölçek, katılık, kültürel beton ve siyasal zırh gerektiriyordu; çoğu durumda milliyet bunların hepsini sağlayabilirken, alter­ natif dayanışma biçimleri bu malzemelerden yoksundu. 18

Dolayısıyla, uyum sağlama imkanları kısıtlıydı ve seçilmiş değil, adeta "verili" gibiydi. Kedourie'nin tenkitlerinin aksine ve bazı durumlarda belirleyici kimlik tarzı "üretilmiş" olsa ya da öyleymiş gibi görünse bile, kimlik iradenin değil, doğanın belirlenimi görünümündeydi. Açıkçası, sözkonusu olan bildi­ ğimiz doğa değil, özel bir "doğa"ydı: Yani, modernleşmenin ye­ ni şartlan altında bir şekilde gözden geçirilerek aktarılmış ve bu sebeple tırnak işaretleri içerisinde anılması gereken bir mi­ ras. Buna rağmen aktarım, birtakım etkenlerinin ("etnisite" , yeniden biçimlendirilen geçmiş) sürecin merkezinde kalma­ sıyla birlikte, herkesin milliyetçilikten aşina olduğu türde bir ciddiyeti ve keskin tadı edindi. Walter Benjamin, Paul Klee'nin resmi Angelus Novus hakkındaki meşhur pasajında, modernite­ nin enkaz yığınları üzerine dehşet içerisinde kafa yorar gibi gö­ rünen Tarih Meleğinin "orada kalıp, ölüleri uyandırıp, param­ parça olanı yeniden bütünlüğüne kavuşturmayı istediğini" yaz­ mıştı.4 Gelgelelim, milliyetçilikle ölüler uyanır. Mesele zaten budur; ölüler ilk kez gerçekten uyanır. Bütün kültürler ölüleri takıntı haline getirmiş ve onları başka bir dünyaya yerleştirmiş­ tir. Milliyetçilik onları yeniden bu dünyada ağırlar. Milliyetçi­ liğin vekaletinde, geçmiş "kadim" olmaktan çıkar: Şimdiki za­ manda yeniden hatırlanır, anıtlaşır, böylece kendine bir gele­ cek sağlar. Geçmiş, ilk kez, geleceğin ekranında anlamlı bir şe­ kilde yansıtılmış olur. Eleştirmenler bu tür aktanmlan ve yer değiştirmeleri sık sık boşa çıkaran çarpıtmalara ve sahteliğe verip veriştirmeye bayı­ lırlar, fakat bunu yaparken de önceki zihniyetleri statü kıskaç­ larında tutan iflah olmaz, saçma sapan mitolojileri unuturlar. Milliyetçiliğin düşük bütçeli filmler ve karikatürler üretmeye eğilimli olduğu doğrudur. Bunlar, modern teknoloji ve araştır­ maların mümkün kıldığı destanlardan aşağı kalsalar da, ebedi halk hikayelerine, halk şiirlerine kıyasla büyük ilerleme kay­ detmişlerdir. Hiç Homeros'un 200. kez sahnelenişini izlerken (yerli ozanların yaratıcı tefsirine, eklenen yalın renklere rağ­ men) uyuyakaldığınız olmadı mı? Fırsat verilse, halkın kendi4

Bkz. Illuminations, çev. Harry Zohn, Londra, 1973. 19

si daima sinemayı, tabloid gazeteyi ve evdeki TV ekranım ter­ cih edecektir. O halde, gerçek modernleşmenin kötü huylu, tek seferlik, orantısız, hoyrat, yanın yamalak, tek yönlü yörüngesinin bizi eğ­ reti bir adalete sevk ettiğini söyleyebiliriz. Her halükarda, bu, on­ dan önce olup bitenden -esamesi okunmayan, sonsuz adaletsiz­ likten- daha iyidir. Modernleşme, aynı zamanda, geçmişlerin ni­ tel eşitliğine de yol açmıştır: Ne İrlandalılar, ne Sırplar, ne Tibet­ liler, ne lnuitler, ne de Mikronezyalılar dışarıda kalacaktır; hepsi, diğer herkes gibi, hak iddia edeceklerdir. Bazen bu haklar, yitiri­ lecekleri korkusuyla uydurulacak, akıl dışı görünecektir. Moder­ nite bu korkuyu daha da canlı tutmuş, gerçek kılmış, fakat aynı zamanda tartışmaya açmıştır. Hatırlamlmışlıkla irkilenler, elbet­ te bir daha asla sinmeyecekler. Sanayileşme öncesinde hep sini­ yorlardı: Kültürler, halklar, gelenekler aniden çökmekte ve eğer şanslılarsa, geride yalnızca birkaç muammalı taş bırakmaktaydı­ lar. 20. yüzyılın sonuna geldiğimizde dahi, büyükşehirli5 plancı­ lar, "herkes"in yüksek yararlarım gözettikleri savıyla, her hafta yeni bir geliştirilmiş, incelikli çökme planıyla çıkageliyorlar. Mil­ liyetçilik ise kendi mantığıyla, "herkes"e bela okuyor: Herkes bi­ ziz, şimdi tam vakti, o kadar! Modernleşme şansı hayatta bir kez elde edildiğine göre, ölülerden alabileceğimiz her türlü yardımla, tutunma, temelli uyanık kalma ve geleceği sömürgeleştirme hu­ susunda söz sahibi olma niyetindeyiz. Bu mesele o kadar derindir ki, tumturaklı teorik laflar yerine şiirle daha iyi ifade edilebilir. Yapılmadı değil. Aslına bakarsa­ nız, modern şiirin büyük bir kısmı bununla ilgilidir. lskoçya'da bu temaları işleyen en derin ses Douglas Dunn'ınkidir.6 Mesele­ yi "Aberlemno'ya Yolculuk" (Going to Aberlemno) adlı şiirin­ de benim yapabileceğimden çok daha iyi dile getirmiştir. Aber­ lemno, lskoçya'nın Tayside bölgesinde, hakkında neredeyse hiçbir şey bilinmeyen bir Karanlık Çağ muharebesini anan ün­ lü bir Pikt taşına ev sahipliği yapmaktadır. 5

Yazann sıkça kullandığı "metropolis", "metropolitan" terimlerini Türkçe söy­ leyebilme fırsatını"büyükşehir", "büyükşehirli" tabirlerinde bulduk - ç.n.

6

1942 doğumlu lsko�· şair - ç.n.

20

Geçersin havanın kazıbilimlerinden, Denizin tuzlu sisinin değiştirdiği Kiliselerin yol yordamından, Ve varırsın o önceki Ülkeye. 7

Bahsi geçen ülke, bir zamanlar kuzeydoğu lskoçya'da yaşa­ yan, M.S. 1 . yüzyılda Agricola'nın lejyonlarınca yenilgiye uğ­ ratılan ve daha sonraları gelen İskoçlarla "birleşen" (o da her ne demekse) Pikt halkının ülkesidir. Buraya -sanayi sonrası ls­ köçya'nın çoğu bölgesinde olduğu gibi- "sanayinin bahtı kara koylarından, bir araba mezarlığından, pasın yakut kırmızısın­ dan" geçerek ulaşılır. Ardından . . . Burada dört yol kesişir Yanı başında en uzun meşenin Ve en iyi akdikenin Attığın her bir adım Bir meşe palamuduyla kesilir.8

Böylesine idillerden çıkma "zamansız" bir ormanda, bir baş­ ka unutulmuş kral ve halkına (muhtemelen bir Anglus ya da Northumbria ordusuna) karşı kazanılmış bir zaferi ilan eden büyük, gizemli bir taş durmakta ve uzun zamandır yıldızlann­ kine benzer bir nisyana mahkum edilmiş bir dili ve hanedanı yankılamaktadır: Yıldızlara mahsus bir yalnızlık içinden Bir Pikt lehçesi. Köprülü bir Haliç'in üzerinden, haykırır Lirik ulusallık için, Ve atlılar, taşa gizlenmiş,

Koştururlar Pikt ormanları içinden.9

7

8 9

Özgün şiir: "By archaeologies of air, / Folkways of kirks and parishes / Revised by salıy haar, / You reach the previous / Country" - ç.n. Özgün şiir: "Here four roads intersect / Beside the tallest oak / And the best hawthom / Where every step you take / Breaks on an acom" - ç.n. Özgün şiir: "Through astral solitude / A Pictish dialect. / Above a bridged Firth, cries / For lyric nationhood, / And horsemen, in a stone disguise, / Ride 21

- ki, taşla tasvir edilişlerinden binyıllar sonra da hayattalar; aslında, bugün Tay köprülerinin üzerinden geçenlerin rüyala­ rında hala at koşturuyorlar. Ama orman hiçbir zaman zamansız olmadı: Bir zamanlar Piktti, şimdi lskoç oldu ve İskoçların ardıl ülkesinde, Dunn gibi çağdaş şairler ölüleri çağırmaya ve araba mezarlığında parçalananları yeniden bütünlüğe kavuşturmayı denemeye devam ediyorlar. Yine de önemli bir farkla. Gerçek­ ten de bu kadim gizemi özünde barındıran enkaz yığınları, her yere dağılmış durumda. Fakat Piktlerinkinden farkh olarak, milliyetçilik, şairin kendi devrinde, belli bir zamanı ve ormanı kurtarmayı ve bütün kılmayı deneyebilir. 10 Gellner'in "modernleşme teorisi"nin başarısı, bütün bunla­ rın modemiteye karşı tepki olarak değil, modemitenin görünü­ mü olarak gerçekleştiğini tespit etmesiydi. Geçmiş zaman gele­ cekle yüzleşmek için yeniden, fakat bu kez özünde yeni bir bi­ çimde, seferber ediliyor. Bunu kucaklayamayan her evrenselci­ lik sahtedir - ve ( Gellner'in sevdiği tabirlerle söyleyecek olur­ sak) "Ruritanya"nın atavizmine, romantizmine, dar kafalılığı­ na, bencilliğine vesaire karşı sürekli ve seçici bir biçimde gür­ leyen "Megalomanya"nın sesidir. 1 1 Böyle bir evrenselciliğin öf­ kesi, kötülediği türden günahkarlığın ortaya çıkmasında Mega­ lomanya'nın belirleyici rolünü tamamıyla unutur. Nihayetinde Megalomanyalılar kendilerinin dünya olduğunu sanırlar. Zavalthrough the Pictish wood." "Firth", yani buradaki çevirisiyle "Haliç", lskoç­ ya'da körfez ve boğazlan nitelemek için kullanılan bir kelimedir - ç.n. 10 Douglas Dunn, Northlight, Londra, 1988, s. 13. "Going to Aberlemno" [Aber­ lemno'ya Yolculuk] adlı şiirin yayımlanmasından dokuz yıl sonra, Eylül 1997'deki referandumla özerk yönetim ikinci kez oylandı ve yeni bir lskoç Parlamentosu'nun seçilmesinin yolunu açtı. (lskoçya'nın siyasal geleceğine ilişkin yapılan en son referandum Eylül 201 4'te gerçekleşti. Referanduma kau­ lanlann %55'i "lskoçya bağımsız bir ülke olmalı mıdır?" sorusuna "Hayır" ya­ nıunı verdi. "Hayır" kampanyasını yürüten Britanya'nın üç ana partisi -Muha­ fazakarlar, işçi Partisi, Liberal Demokratlar- referanduma iki gün kala lskoç Parlamentosu'na "kalıcı ve geniş yeni yetkiler" devretme sözü verdiler - ç.n.) 11

22

Ruritanya ile Megalomanya, Ernest Gellner'in milliyetçiliğin gelişimini anlat­ mak için başvurduğu hayali ülke stereotipleri, zihniyetlerdir. "Ruritania", ilk kez lngiliz yazar Anthony Hope'un ( 1 863- 1 933) romanlannda hayali bir Orta Avrupa krallığını temsilen kullanılmışur. Ruritanya kırdan ilham alan bir ro­ mantizmi yansıurken, Megalomanya ismiyle müsemma bir büyükşehirli (met­ ropolitan) büyüklük hastalığını ima eder - ç.n.

lı Ruritanyalıların tek isteği, bu dünyaya katılmaktır. Piktlere katılmaya zorlanmadan önce Evrenselliğe dahil olmak isterler.

"ilkçili.k"12 Modernleşme teorisinin izahı konusunda daha çok şey söyle­ nebilir. Fakat ilerlemeli ve bu teorinin bütün baştan çıkarıcılı­ ğına ve başarısına rağmen, son derece tek taraflı olduğunu gör­ meliyiz. Evet, modernleşme teorisi, sanayileşen modernitenin, milliyet siyasetinin gerekli bir koşulu olduğunu gördü ve bunu ilk kez açıkladı. Atlantik-temelli -ya da bir başka deyişle, peri­ feriden piyasaya sürülmüş- kalkınmanın vuku bulması, insan­ lığa "ikinci bir doğa" bahşetti. Milliyetçilik, ilk bakışta keyfi ve dengesiz görünen karakterinden ötürü, bu yeni ya da ikinci do­ ğanın kaçınılmaz bir özelliği haline geldi. Ne var ki gerekli bir koşul, yeterli bir koşul değildir. Bilimin yön verdiği teknolojik gelişim "modernite" adını verdiğimiz bir dizi değişimi müm­ kün kılmış ve büyük bir kısmını şekillendirmiş olabilir. Yine de, bir olmazsa olmaz -üzerinde çok durulduğu takdirde öyle görünmeye başlasa bile- bir nedene eşdeğer değildir. Sözkonu­ su geçişi bütünüyle ele alacak bir nedenbilim farklı nedensellik düzeylerini hesaba katmalı ve nedensel unsurları belli bir sıra­ ya koymalıdır. Ancak bunun ardından mevcut olanın yeterli ve kapsayıcı bir açıklaması olabilecektir. Gellnercilik, milliyeti teorik bakımdan kurtarsa da, aslında onu hep bir etki olarak algılamaya yönelik belirgin bir yanlılığa sahipti. Evet, milliyet genelleşerek ve siyasal devinim kazana­ rak nedensel bir kuvvet edinen gerekli bir etki olabilir ve hat­ ta aklımıza gelebilecek, her şeyi zapt eden alternatiflerden da­ ha iyi ve hayırlı bir etki olabilir. Ama her halükarda, bir motor­ dan değil, bir etkiden; doğurgan ya da nedensel bir itkiden de­ ğil, ancak ve ancak sonuca varan bir fenomenler zincirinden sözedilebilir. Gellner, 1964'ten bu yana, neredeyse her fırsat­ ta, bu savı, naif-milliyetçi inanca karşı standart bir hakaret bi­ çiminde dile getirdi. 12 "Primordialism"

-

ç.n.

23

Gellner'in hep belirtmekten hoşlandığı gibi, milliyetçilik me­ raklıları istisnasız kendi milletlerinin hep var olageldiğini, ye­ niden doğmak için fırsat beklediğini iddia ederler ve bu türden mitolojileri çürütmek çok kolaydır. Bir Çek olarak en sevdiği örneklerden biri, komşu halka, Slovaklara dairdir. Slovak milli­ yetçiler, Tatra-Tuna yurdunda ezelden beri, en azından (lskoç­ ların lskoçya'ya göç ettiği döneme denk gelen) Slavların Do­ ğu Avrupa'ya göçünden bu yana, doğanın bir parçası oldukla­ rını düşünmek isterler. Dolayısıyla, muhtelif imparatorlukların ve yabancı hükümdarların görmezden geldiği, reddettiği, kü­ çük gördüğü, ezdiği vesaire bir Slovak etno-kültürel varlık "her daim var olagelmiştir". Bu varlık ve tanınmamış Tin,13 meyda­ na gelme koşulları elverene dek, çağlar boyunca aktarılmıştır. Derken aktarım iletişime dönüşmüş, Slovakça yazılı bir dil ha­ lini almış, şiir sanatını edinmiş, Papa'nın desteğini almış, en­ telektüeller üretmiş, zulme karşı başkaldırmış, haklar talep et­ miş ve bu, nihayetinde, 1992'de tam bağımsızlığın kazanılma­ sına varmıştır.14 Bu husustaki belirgin modemist bahis, bu yörüngeye mah­ sus doğallığı ve içkin kaderi inkar etmek olmuştur: Geçişi yal­ nızca ticaret, sanayi ve onların çeşitli refakatçileri olanaklı kıl­ mış ve bunlar olmasa, "Slovakya" , Pikt yurdu misali, longue duree 1 5 ile ölçülebilecek uzunlukta bir vadede -komşu ve da­ ha "ileri" (Megalomanyah ya da sözde Megalomanyalı) Avus­ turya, Bohemya, Macar ve benzeri haklarının hiç de nahoş bul­ mayacakları bir süreç içerisinde- yitip gidecekti. Böylece, ra­ hatlıkla, kaçınılmaz kaderin Vladimir Meciar16 ile hiçbir ilgisi olmadığı söylenebilir. Tarih onsuz da idare ederdi. Evet, fakat 13 Yazar, Almanca Geist kavramını kullanıyor - ç.n. 14 Bu terimleri, aktanm ve iletişim süreçlerinin daha sistematik bir biçimde ince­ lenmesini öneren, Regis Debray'ın yeni, sarsıcı çalışması Transmettre'deki (Pa­ ris, 1997) yeniden tanımlanmış anlamlanyla kullanıyorum. 15 Fransız Annales ekolünün uzun döneme öncelik veren tarihyazımı yöntemiy­ le ilişkilendirilen, "uzun vade/dönem" anlamına gelen Fransızca terim ç.n. -

16 Çekoslovakya'nın parçalanması süreci dahil olmak üzere, 1990-1998 yılları arasında üç dönem Slovakya Başbakanlığı yapmış 1942 doğumlu Slovak siya­ setçi - ç.n. 24

burada elbette arka planda, pusuda bekleyen başka bir şey var. Başarılı milliyetçilik (zamanla karikatürize edilmiş bir Teflon kaplama Siyaseten Doğruculuk biçimini alan) birtakım söylem protokolleri icat etmiştir. Bunlar, daha büyük şu sualin (bir za­ manlar sıklıkla ifade edilse bile) bu günlerde artık hiç olmasa da nadiren sorulduğu anlamına gelir: Sakın tarih Slovaklar ol­ maksızın da kendini gayet iyi idare edebiliyor olmasın? Elbette Slovak entelektüeller bu sualin, seslendirilmese de, havada ası­ lı durduğunu hala hissediyorlar. Modernleşme ile sanayileşmenin, yeniden kurulmuş Slovak etnisitesi (ve muhtemelen Avusturyalılar, Çekler ve Macarlar) olmadan da açığa çıkabileceği doğru olabilir. Fakat burada ge­ çerli olan -ve hatta şimdi anlayacağımız üzere, birtakım sığ ve ne yazık ki popüler sonuçların yam sıra Gellner'in savlarının temelini oluşturan- daha derin bir fikirden sözedilebilir. Çe­ şitlilik alevlenmese ve desteklenmese bu süreç açığa çıkamaz­ dı. Herhangi bir ulusun "hayal edilmek" , yeniden işlenmek ve benzeri durumunda olan belirsiz öncülleri olabilir. Fakat milli­ yetin genel soykütüğü hiçbir bakımdan belirsiz ya da gereksiz değildir. Bu yüzden, karşı-olgusal tarihlerde herhangi bir ulus yersiz veya gereksiz olarak tahayyül edilebilse de, tarihin olgu­ lara dayalı bir biçimde açığa çıkması, tamamıyla tikel halklar arasındaki çarpışmalar ve karşıtlıklar temelinde mümkün ol­ muştur. Hiçbir tikel tikellik özsel olamaz; ama tikelliğin kendi­ si kaçınılmazdı ve modem kalkınmanın fiili şartlan tarafından kaçınılmaz bir şekilde desteklenmişti. Bu hususu yinelemek isterim: llerleme, her yerden değil, bir yerden başlamalıydı ve ilerleme dediğimiz süreç küresel bir başkentten verilen tanrısal bir yönerge değil, büyük ölçüde bir tesadüfler silsilesinden ibaretti. Makinayı devindiren Pekin, Vi­ yana veya felsefe taşı değil, lronbridge Geçiti, Lanarkshire ve 19. yüzyıl Liege'inin varoşları oldu . 1 7 Bu tür olumsal köken17 Bkz. Sidney Pollard'ın Peaceful Conquest: The lndustrtalizaton of Europe, l 7601970, Oxford, 1981 adlı eseri, özellikle de 'The Leading Industrial Regions' bö­ lümü, s. 87-106. (Ironbridge Geçili, Shropshire, lngiltere'de Sevem Nehri'nin oluşturduğu bir kanyondur. Kanyon (gorge) Sanayi Devrimi'nin simgesi hali­ ne gelmiş, dünyada türünün ilk örneği olan bir demir köprüye (Iron Bridge) ev 25

lerden bugünkü "modemite"yi oluşturan tesirler ve daha baş­ ka tesadüfler fırtınası çıktı; özetle, ulus-devletlerin ve milliyet­ çiliğin dünyası meydana geldi. Bu son terimdeki "-çilik" , 19. yüzyıl sonlarından itibaren Slovaklar ve diğer herkesin paylaş­ tığı türden genel bir bilinci kayda geçirir. Slovakya'nın şairle­ rin, vatanperver aydınların (intellos), etno-püristlerin ve "önce­ Slovakçılar"ın yardımıyla yaşama tutunmayı bekleyen bir uyu­ yan güzel ya da embriyodaki ruh şeklinde tasvir edilişiyle an­ latılmak istenen budur. Gerçekte onların etnisitesi bir başkası­ nınkinden daha derin uykuda, daha güzel, yazgısı gereği daha büyüleyici veya genetik bakımdan daha iyi donatılmış olma­ yabilir. Bununla beraber, başkasınınkinden daha az değerli de değildir. Gelgelelim, llerlemenin allak bullak ettiği -altı (yok­ sa sekiz mi demeli?) bin dili, çatışan inançları, değişik renkle­ ri ve fiziki yapılan, ıraksak ve uzlaştırılamaz gelenek görenek­ leri barındıran- küresel Homo sapiens evreninde, hesaba katı­ lan budur. Peki, "hesaba katılan" ne demek? Elde güçlükle bir araya ge­ tirilebilecek ne kadar geçmiş vesika varsa onlarla, yeni bir ya­ şam için bahse girmeyi ve bedel ödemeyi ima eder. Öte yan­ dan, bir halkın ya da topluluğun bu ihaleye teklif verebilme­ si için halihazırda varlığını sürdürüyor ve yaşıyor olması ge­ rekir. Geçtiğimiz nesil boyunca, Gellner eleştirmenlerinin ana bölüğünü giderek daha fazla meşgul eden düşünce budur. 18 Bu eleştirmenler genellikle "ilkçiler" olarak gruplandırılır ve or­ tak özellikleri, modernleşme sürecine bu denli üretici güç at­ fedilmesinden duydukları rahatsızlıktır. Modernlik öncesinin ve en önemlisi, "etnisite"nin, fırtınanın ortaya çıkardığı her ne ise ona daha fazla ve daha olumlu yönde katkıda bulunduğunu savlamaya meylederler. Bu doğrultuda, milliyetlerin muhaksahipliği yapmaktadır. l..anarkshire, lskoçya'nın maden endüstrisiyle bilinen bir bölgesidir. Liege (Belçika), 19. yüzyılda büyük ölçekte çelik üreten ilk mer­ kezlerden biri haline gelerek önemli bir sanayi şehrine dönüşmüştür - ç.n.) 18 Örneğin, bkz. John A. Armstrong, Nations Before Nationalism, Chapel Hill, 1982 ve Anthony D. Smiıh, The Ethnic Origins ofNations, Oxford, 1986. [Türk­ çesi: Ulusların Etnik Kôheni, çev. Sonay Bayramoğlu ve Hülya Kendir, Dost Ki­ tabevi, Ankara, 2003 1 26

kak ki hep orada bir yerde olageldiklerini, kah bilinçli kah ya­ n bilinçli olduklarını ama kesinkes "uykuda" olmadıklarını ile­ ri sürerler. Dolayısıyla insanlığın çeşitliliği, modernleşme şim­ şeğinin çaktığı ana ve mekana tesadüf eden pasif, "verili" bir etnik "ham madde" kırkyaması gibi düşünülmemelidir. Gel­ lner'in Kuzey Afrika'daki erken çalışmaları dahil olmak üze­ re, bütün sosyal antropoloji araştırmaları, "geleneksel" toplu­ mun durmak bilmez devingenliği büyük ölçüde geri dönüştü­ rülse ve çevrelense bile, aslında pasif olmaktan çok uzak oldu­ ğunu gösterir.19 Buna ilaveten, modernleşme teorisinin, normalde akıldışılı­ ğın fazlaca görünür olduğu ve çok fazla hakiki kanın dökülme­ sine vesile olan süreçlerin bir açıklaması olarak, fazla rasyonel ve "kansız" olduğu kuşkusu vardı. Teori birçok şeyi dışarıda bı­ rakıyor; milliyetçiliğin "büyü"sünden ziyade barındırdığı mad­ di veya yüklenilmiş çıkarları izah ediyordu. Alt kültürlerin ca­ zibesi ve popüler kimlik değil, yüksek kültürün siyaseti üze­ rinden tartışılıyordu.2° Fakat kitlesel milliyetçilik, Amerikan lç Savaşı'ndan 1989 sonrası ikinci dalgaya uzanan bütün fiili de­ neyimleriyle, modemizmin tipik deyiş ve vurgularından "da­ ha fazlası"nı barındırdığına işaret eder. Bu oyunun, buralarda oynanabilecek rakipsiz ve tek oyunun adı "dengesizlik"21 ola­ geldi. Ne var ki, dengesizliğe veya çeşitliliğe yol açan oyunun kendisi değildi. W. B. Yeats'in "ikinci Geliş" (The Second Co­ ming) adlı şiirinde, "aslan bedenli ve insan başlı" biçimler, "Bet­ lehem'e doğru" yeniden "doğmak için salınarak yürüyen hoy19 Saints of the Atlas, Londra, 1969. 20 Bu sık rastlanan eleştirinin en öz versiyonu, Perry Anderson'ın A Zone of En­ gagernent (Londra, 1992) adlı kitapta [Türkçesi: Tarihten Siyasete Eleştiri Yazı­ lan, çev. Simten Coşar, lletişim Yayınlan, lstanbul, 2003] yer alan 'Weber and Gellner' [Türkçesi: 'Max Weber ve Emest Gellner: Bilim, Siyaset, Büyülenme', Tarihten Siyasete Eleştiri Yazılan, s. 253-287] başlıklı denemesinde bulunabi­ lir: "Gellner'in teorisinin en çarpıcı yönü, kararlı ekonomik işlevselciliğidir. Weber milliyetçiliğin büyüsüne o denli kapılmışn ki hiçbir zaman milliyetçili­ ğin teorisini yapamadı. Gellner ise, milliyetçiliğin büyüsünü teşhis edemeden teorisini yaptı" (s. 205). Anderson, sonuç olarak, milliyetçiliğe dair belirsizlik­ lerin gerçekte "zaman ve mekan bakımından daha farklılaştırılmış bir izah"a ihtiyaç duyduğunu belirtir. 21 Unevenness - ç.n. 27

rat hayvanlar" zamanlarının geldiğini görürler ve modernite­ nin ikinci doğasıyla karşılaşırlar.22 Birinci doğa bu karşılaşmaya -kayda değer- hiçbir şey katmamış mıdır? Modernleşme teori­ sine içkin kışkırtıcılık tam da bunu telkin eder. Milliyetçiliğin ne denli yeni, öncülsüz olduğunu ve modemitenin cenderesin­ den çıktığını vurgulayarak onu Karanlık Tanrılara ve yeniden canlanan aşiretçiliğe dair bir hikaye olarak sunan önceki safsa­ taya tepki koyar. Her ne kadar bu doğru bir tepki olsa da, ortaya çıkan mayayı çözümlemede yeterli olduğu şüphe uyandırabilir.

"Kan"ın Yeniden Canlanması Thomas Mann'ın Yusuf ve Kardeşlen (]oseph und seine Brüder) adlı romanının başlangıcında, anlatıcı "Geçmişin kuyusu de­ rindir" der. Modemite bütünüyle bu kuyudan gelmedir ve etra­ fındaki peyzajı yaratmak için sürekli bu kuyudan faydalanmış­ tır. Bu manzarada modernleşme doktrininin cevaz verdiğin­ den daha fazlası olmalı, ama ne? Hala en aşikar cevap, gerek bi­ yolojik gerekse sosyo-kültürel açıdan tamdık mecazi anlamıy­ la geçmişten aktarım veya kalıtım olarak "kan"dır. Ama elbet­ te bu hemen melun ve münasebetsiz sorular doğurur. 1930'lar­ dan bu yana -modemist teorinin yola koyulduğu ( 1960'lardan 1990'lara kadar süren) dönem de dahil olmak üzere- "kan"la bağdaştmlan her şey, oldukça anlaşılır sebeplerle, oldukça kö­ tü izlenim bıraktı. Yaklaşık yüz yıl boyunca değişik bilimsel ya da artık bildiğimiz üzere, sözde-bilimsel ırkçılık biçimleri bu söylem tarzını benimseyip tahakküm, zulüm ve zaman zaman kırım için gerekçe olarak kullandı. Sanayileşme okuryazarlı­ ğın artmasına, demokrasiye ve daha yüksek yaşam standartları22 Selected Poetry, der. Timothy Webb, Londra, 199 1 , s. 1 24. Editörün notuna göre, Yeats'in aklında "çağdaş lrlanda'daki kargaşalar"ın bulunduğu düşünü­ lebilir, fakat bu meşhur şiirin nihai versiyonu "bütün tarihsel özgüllüklerden tamamıyla annmış"tır. (lrlandalı şair W. B. Yeats ( 1865- 1939), 1923 yılında, lrlanda'nın bağımsızlığını kazanmasından kısa bir süre sonra Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmış önemli bir edebi figürdür. "The Second Coming" adlı şii­ rinin Avrupa'nın Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki mahvolmuş halini Hıristi­ yan kıyamet imgeleriyle tasvir ettiği de söylenir - ç.n.) 28

na olduğu kadar Yeni Dünya'da köleliğe de yol açtı. Benzer bir şekilde, Daıwinizmin serbesti kazanması, "Sosyal Daıwinizm" yoluyla, doğrudan modem sanayi kültürünün mantığı ve araç­ larıyla kotarılan, her türlü gaddarlığı ve barbarlığı meşru kılan ve doğal üstünlük ve aşağılık konumlan öngören yeni ideoloji­ lere mahal verdi. Douglas Dunn'ın Piktlerinin başına ne geldiği hakkında pek az şey bilinir; ama şayet 19. veya 20. yüzyıla dek hayatta kalıp "genetik bakımdan" üçüncü sınıf, kusurlu, aşağı, tehlikeli vesair olarak kayda geçirilmiş olmaları halinde, onları bekleyen kaderi hayal etmek güç değildir. Şüphesiz bunların tümüne denk gelen ideoloji, 1945 yılında Üçüncü Reich'la birlikte yenilgiye uğratıldı. Bilimsel açıklama iddiası da peş peşe gelen açımlamalarla defaatle ve külliyen çü­ rütüldü. Buna karşın, bu ideolojinin kara gölgesi, bu alanda yü­ rütülen bütün spekülasyonları etkilemeye devam etti ve uzun bir süre boyunca ciddi bir yeniden düşünme sürecinin başla­ masını önledi. Bu önleme modernleşme teorisini de etkiledi. Muhtemelen teorinin 1960'lardaki billurlaşma koşullarını be­ lirledi. Muhakkak ki hegemonyasını hak ettiğinden daha uzun korudu ve sonunda teoriyi bir tür ortodoksiye dönüştürmek suretiyle sönümlendi. Örneğin, etnisiteyi vurgulamak isteyen ilkçiler, ırk ve doğuştan gelen eşitsizliklerle ilgili eski safsatay­ la her türlü bağlantıyı reddettiklerini en baştan ve tekrar tekrar ortaya koymak zorunda bırakıldılar. Dolayısıyla, etnik ayrım­ lar, oldukça farklı bir biçimde, yani çözümlenebilen, öğreni­ lebilen, yeniden programlanabilen (ve benzeri) kültürel insan yapıtları olarak yorumlanmalıydı. Bu sava göre, etnisite milli­ yetçiliğin peşrevi ve temeli olabilirdi; fakat etnisite hiçbir şekil­ de Gobineau, Konfederasyonlu köle sahipleri ve Hitler'in pek sevdiği nihai-belirleyici anlamda "doğa" olamazdı.23 O da "inşa edilmeliydi" . Biyolojik değil, sosyolojik olarak anlaşılmalıydı. 23 Arthur de Gobineau (1816-1882), insan Irklannın Eşitsizliği üzerine adlı kita­ bıyla üstün Aryan ırkı teorisinin ·gelişmesine katkı veren Fransız aristokrattır. Naim, "Konfederasyonlu köle sahipleri" derken, Amerika Birleşik Devletle­ ri'nde köleliğin hüküm sürdüğü 11 güney eyaletinin 1861-1865 yıllan arasın­ da oluşturduğu, Amerikan iç Savaşı'nın taraflanndan biri olan Amerika Konfe­ dere Devletleri'ni kastetmektedir - ç.n. 29

Evet, muhtemelen öyle olmalı - ama gerçekten öyleyse, o halde ilksellik de bir tür "kansızlık"tan muzdarip olmaz mı? Sanki bütün yerli varlıkların kaygı uyandırıcı derecede, umul­ madık bir biçimde ve henüz daha adı böyle konulmamışken modemist -ve hatta belki postmodemist- oldukları meydana çıkmıştı. Eğer bu denli kadim ve silinmez görünen farklılık­ lar cidden "icat edilmiş" gibi görülebilirse, modernite inşası­ nın kendisi de daha az şaşırtıcı ve daha az şoke edici olur. Oy­ saki bütün mesele -sosyolojik modernleşme felsefesinin olum­ lu katkısı da budur- yeniliğin yarattığı şok etkisinden, bilim ve sanayinin tetiklediği dönüştürücü sarsıntıdan ibaretti. Şim­ di aniden geriye dönüp bakıldığında her şey kuşku uyandıra­ cak boyutta makul ve şeffaf görünüyor: Halbuki modernist te­ orinin maruz kaldığı en yaygın suçlama tam da buydu. Ander­ son'ın "büyüsü" , geriye dönüp tarihin derinliklerine bakıldı­ ğında, sanki "kimlik siyaseti"nden başka hiçbir şey var olma­ mışçasına bozulur ve sona erer. Bu eğilim, özellikle bu teori­ leştirme akımında önemli rol oynayan Frederick Barth ve Tho­ mas Eriksen gibi İskandinavyalı etnisite teorisyenleri arasında öne çıkmıştır.24 Öte yandan, eğer topluluklar çok da çaba sarfetmeden böy­ le, yani kültürel karşıtlıkların, düşmanca farklılaşmaların (ve­ saire) mucitleri oluyorlarsa, kanın ve lanetli "insan doğası"nın hak bildiğini almasına ne engel olabilir? Böyle bir durumda, atavizm, haklarını yeniden kazanmış sayılmaz mı? Nesep, ak­ tarım ve bilinçdışı, muhafazakarları keyiflendirecek ölçüde ka­ rar, iletişim ve bireysellik karşısında yeniden baskın çıkma gay­ retinde görünüyor. Milliyet siyasetinin küreselleşme sahasında yeniden canlanışı, tamamen bunaltıcı bir şekilde olsa da, daha anlaşılır bir hal alıyor. Gellnerci teoride, milliyetçiliğin yükse­ lişine mahal veren, etnik fay kırıkları ile dengesiz kalkınmanın bir bileşimiydi. Fakat aynı konjonktür daha az liberal bir açı­ dan da okunabilir. Sanayileşmeye karşı yaratıcı tepkiyi güdüle24 Bkz. Ethnic Groups and Boundaries (Boston, 1969) adlı eserde Barth'ın yazdığı giriş ve Eriksen, Ethnicity and Nationalism (Londra, 1993) [Türkçesi: Etnisite ve Milliyetçilik, ı;ev. Ekin Uşaklı, Avesta Yayınlan, lstanbul, 2004). 30

yen ve modem emperyalist projelerin tamamını yok eden şeyin düşmanca parçalanmanın kaçınılmazlığına işaret ettiği iddia edilebilir. Gellner geleneklere uymayan biriydi; buna rağmen, düşmanca farklılaşmanın tarihte bir safha olduğunu, sanayileş­ menin yeterince yaygınlaşmasıyla azalacağını düşünmek iste­ yerek temelde Aydınlanma gelenekleriyle güçlü bir uyum içe­ risinde kaldı. Gelgelelim, ilksel insan doğasının rolü Gellner'in teorisinin öngördüğünden daha güçlüyse, o halde, bizi kurta­ ran aynı zamanda bizi farklılaşmadan ibaret belirsiz bir gelece­ ğe mahkum ediyor olamaz mı ?25 "lnsan doğası" : Evet, süregiden milliyetçilik çalışmalarında dönüp dolaşıp vardığımız geleneksel bakış açısı, budur. Mo­ demistler ile ilkçiler arasındaki anlaşmazlık çağdaş tartışmalar­ da çözüme kavuşmamıştır, çünkü çözümsüzdür. Bir başka de­ yişle, her iki tarafın kullanmakta olduğu terimler kapsamında çözümsüzdür. Bu anlaşmazlığın pratikteki anlamı ise, Warwick Üniversitesi'nde Gellner ile Anthony Smith arasındaki son can­ lı tartışmada görüldüğü üzere, kibarca bir vurgu farkına dik­ kat çekmekten ibarettir. 26 Terimler yetersizdir, bir başka deyiş­ le tartışmayı ilerletecek teorik çerçeve henüz yoktur. Gellner'in paradigması olumlu bir etki bırakmıştır, fakat ilkçi eleştirmen­ lerin işaret ettiği sınırlan da açığa çıkarmıştır. Ne var ki, bu pa­ radigmanın halefi henüz oluşturulmadığından milliyetçilik te­ orisi şu sıralar bir zoraki geçiş veya gelişim anı yaşar gibi gö­ rünmektedir. Modemizmin eski felsefi ön kabulleri hakimiyet­ lerini yitiriyor; ama kimse bunların yerini hangi yeni ön kabul25 Bu mahkOmiyet hissinin en belagatli aktarımı, Conor Cruise O'Brien'ın döne­ mi yansıtan umarsız risalesi, On the Eve of the Millenium'da (Londra, 1996) bu­ lunabilir. Ancesıral Voices: Rdigion and Nationalism in Ireland (Dublin, 1994) adlı daha önceki bir çalışması, bu umarsızlığın bağlamını ortaya koyar. Ya­ yımlandığı dönemde, Gellner'in Encounters with Nationalism (Oxford, 1995) [Tıirkçesi: Milliyetçiliğe Bakmak, çev. Nalan Soyank, Saltuk Ôzertıirk ve Sim­ ten Coşar, lletişim Yayınlan, İstanbul, 2012] adlı eserde de yayımlanmış olan bir denemesinde eleştirilmişti.

26 'The Nation: Real or lmagined?' olarak Naıions and Nationalism, 2. cilt, 3. kı­ sımda (Cambridge, 1996) yeniden yayımlandı. Gellner'in tartışmaya yaptığı ilk katkının başlığı, 'Do Nations have Navels?' [Ulusların Göbek Bağı Var Mı­ dır?] idi. O zaman verdiği cevap şuydu: "Olmak zorunda değil." 31

lerin alacağından emin değil. 1989'dan bu yana gelişen olaylar bizi doğrudan "kan" sorununa -"insan doğası"nın içkin ve uz­ laştırılamaz çeşitliliğine- göndermiş bulunuyor. Fakat yeni bir açıklayıcı paradigma olarak kendini dayatabilecek, yeterince ikna edici ve akla yatkın bir Tarihin-Sonu-sonrası teorisi orta­ lıkta gözükmüyor.

Yaklaşım Açıları Şimdi, burada, korku dolu gözlerinizin önünde yumurtlayabi­ leceğim bir paradigma yok. Ancak bulunduğumuz noktayı da­ ha iyi kavramak adına bu bölümü yeni bir teorik çerçeve oluş­ turmaya yönelik bazı yaklaşım açılanna bakarak bitirmek fay­ dalı olabilir. Bu yeni teorinin ne olacağını bilmiyoruz; ama en azından bunun ne tür bir teori olabileceği yönünde tahmin yü­ rütmek mümkün olabilir. Modernleşme teorisi felsefi materyalizmin bir çeşidiydi. As­ lında teorinin temel varsayımları, Marksizmle ve dolayısıyla 1980'lerin sonunda hak ettiğini bulan devlet komünizmi ide­ olojileriyle bağlantılı "tarihsel materyalizm "inkilerle şaşırtı­ cı benzerlikler göstermekteydi. Gellner siyasal Marksizmden nefret eden bir muhafazakar liberaldi ve son yıllarını memle­ keti Prag'da, Orta Avrupa'da buna benzer bir şeyin asla teker­ rür etmemesi için çabalayarak geçirdi. Bununla birlikte koy­ duğu modernleşme tanısı, ekonomik veya sosyo-ekonomik güçlerin modemiteden sorumlu olduğu mefhumu üzerine ku­ ruluydu. Geçiş, erken doğa bilimlerince ve bilimsel fikirlerin teknoloji olarak uygulanmasıyla mümkün kılınmasına karşın, önceden de belirttiğim gibi, anlamının ve -aralarında milliyet­ çiliğin de bulunduğu- imkanlarının ayırdına ancak daha son­ ra !arı bilinçli veya öz-bilinçli bir şekilde varılabilen bir dizi ye­ ni ve beklenmedik toplumsal güç ve baskı üretmesi bakımın­ dan "kör"dü. Bu yaklaşıma yönelik felsefi itiraz geleneksel olarak idea­ liz mden gelmiştir. Kant, Hegel ve halefleri sözkonusu körlü­ ğü n yalnızca görünüşte olduğunu savunmuşlardı, çünkü ta3l

rihi çok daha derin bir düzeyde idealar -açıklama ya da doğ­ rulama için bedava telefon hattı üzerinden ulaşamasak da iç­ kin bir anlam taşıması gereken Tanrının ideaları- hareket et­ tirmekteydi. Bahsi geçen anlamlılık, insan varoluşunun koz­ mik bir kazadan ibaret olma ihtimaline karşı bir garanti iş­ levi görmektedir. Bu anlamlılığın -Yaratıcının düşünceleri­ nin, çoğu zaman ne anlama geldikleri belli olmasa da, özün­ de aynı maddeden oluşması ve böylece eğer kişi, üzerine yete­ rince kafa yorar ve zaman harcarsa keşfedilebilir olması bakı­ mından- prensipte bizim kısıtlı farkındalığımızın erişimine de açık olduğu söylenebilir. Din, bu yaklaşım sayesinde, yeniden yorumlanır ve yeniden meşruiyet kazanır. Böylece bu düşün­ ce tarzının vardığı her sonuca manevi bir hale eklemlenir. Ör­ neğin, farklı halkların, ulusların veya ırkların tarih içerisinde farklı "idealar" ortaya koymaları ve bunlar arasından birini ya da ötekini fark edilir bir desen uyarınca haklı bir egemenliğe taşımış olmaları sözkonusu olamaz mı? tık kez Hegel'in tarih felsefesinde araştırılan bu görüş daha sonraları, yukarıda de­ ğindiğim Sosyal Darwinizm ve Aryan ırkçılığı gibi felaket geti­ ren biçimler aldılar. Sosyolojik modernleşme teorisi, lkinci Dünya Savaşı'nın bu Alman-çıkışlı idealizmi sert bir yenilgiye uğratmasının ardın­ dan ortaya çıktı. Teori, siyaseten Marksizme karşı olsa da, kap­ samına düşmanının felsefi varsayımlarından -meşhur örnekte olduğu gibi, Marx'ın Hegel'in ideal diyalektiğini "tersine çevir­ mesi" , yani tarihin belirleyicileri olan maddi toplumsal güçler kavramına dönüştürmesi gibi- bazı unsurlar dahil etmek duru­ munda kaldı. Ancak Komünizmin madden çökmesiyle birlik­ te, bakış açısında, anında, idea-temelli düşünceye doğru yeni bir çarpıcı ters çevirme daha yaşandı. 1989 sonrasının bu ana motifi, temel açıklama kategorileri doğrudan Hegelci felsefe­ den beslenen, Francis Fukuyama'nın Tarihin Sonu ve Son insan ( 1 989) adlı güçlü yapıtında en etkili biçimde işlendi. Böylece, siyasal giysilerinden ve öneminden yoksun bırakılan sosyo-ta­ rihsel materyalizm, akla gelen her düşünce kuruluşunda anın­ da görevinden alındı ve bodrumdaki çürütülmüş eski hatıra eş33

yalar müzesinde frenoloji ve astrolojiye eşlik etmek üzere aşa­ ğı kata defedildi.27 Bu cezalandırmanın aşırıya kaçtığı anlaşılacaktır. Herhangi bir yeni paradigmanın geleneksel ve kutsal biçimleriyle, bilinen materyalizm ile idealizmin bir sentezini temsil etmesi kuvvetle muhtemeldir. Bunun kulağa oldukça Hegelci geldiğinin farkın­ dayım, fakat sonucu itibanyla Prusyacılığın büyük filozofunun onaylayabileceği bir şey olacağından şüpheliyim. Modernizm ile ilkçilik arasındaki gibi çok derin anlaşmazlıklar hiçbir za­ man taraflardan birinin "zafer"iyle sonuçlanmaz: Her iki görüş de teorilerin ilk kez formüle edildiği dönemlerde öngörüleme­ yen şekillerde hem haklı çıkar hem yanılgıya uğrar. Perspek­ tiflerin bu şekilde kaynaşmasına tanıklık etmesi en muhtemel alan, "biyososyoloji" ve paleoantropoloji yoluyla yeni genetik bilimden geçerek Gellner ve modemistlerin büyük ölçüde da­ yandığı sosyolojiye uzanması bakımından "yaşam bilimi"28 de­ mek zorunda kaldığımız alandır. Başka bir ifadeyle, herhan­ gi bir yeni paradigma imkanı, bir tarafta biyoloji ile kan bağı, öte tarafta siyasal ulus-devletlerin ve yeniden canlanan milliye­ tin dünyası arasında kurulacak daha makul bir ilişkiye bağlıdır. Böyle bir ilişki, doğası gereği, hem materyalizmin hem idea­ lizmin kabuk bağlamış geleneksel manalannı aşacaktır. Crick, Watson29 ve diğerlerinin canlı kalıtımın derin yapılannı keş­ fettikleri 1950'lerden bu yana ve bunu takiben, artık lnsan Ge­ nom Projesi'nin bir parçası olarak yürütülen, tarih-öncesi insan topluluklarının düzen ve hareketlerine dair dünya çapındaki 27 Liah Greenfeld'in belirgin bir biçimde kolektif psikolojik terimlere başvurarak açıklama yolunu tercih eden Nationalism: Five Roads to Modenıity (Cambridge, Mass. ve Londra, 1992) adlı eseri, son dönemde milliyetçiliğin genel teorisine yapılmış en önemli katkılanndan biridir: Modemiteye giden beş ana yola uy­ gulanmak üzere tercih ettiği kategori, "ressentiment"dır (hınç - ç.n.). Green­ feld, o zamandan beri, bu görüşlerini henüz yayımlanmamış bir çalışmada yer alacak şekilde geliştirdi. Bu sürmekte olan çalışmasının bulgulannı bana gön­ derdiği (ve genel anlamda çalışmalanyla örnek olduğu) için kendisine müte­ şekkirim. 28 Life science - ç.n. 29 lngiliz moleküler biyolog Francis Crick ( 19 1 6-2004) ile Amerikan moleküler biyologjames Watson ( 1928- ), 1953'te DNA'nın moleküler yapısını keşfeden bilim insanlan arasındadır - ç.n. 34

araştırmayla birlikte, kökenlerin maddiliğini önceki nesillerin hiç sahip olmadığı bir netlikte kavrıyoruz. Değişim, artık kim­ senin (örneğin, Fukuyama'nın Hegel'i yeniden dirilterek yaptı­ ğını düşündüğü gibi) geri dönüp daha eski veya daha iyi ideala­ n "yeniden keşfetmesi"ne imkan tanımayacak derecede mutlak ve nihaidir. Bu alandaki her yeni öğrenci, Charles Darwin'in kariyerinin başında değil, sonunda tamamıyla bihaber olduğu konulan öğrenerek çalışmalanna başlıyor. Darwinizmin büyük bir kısmı ve "Sosyal Darwinizm"in neredeyse tamamı basit bir bilgisizlik üzerine kurulmuştu. Fakat şimdi bilgisizliğin ilkeler düzeyinde sona ermesine, Genom projesinin 2000 yılından kı­ sa bir süre sonra tamamlanmasıyla, bilgisizliğin bilimsel olgu­ lar sahasında sonlanışı da eşlik edecek.30 Genetikçi Steve jones, Kanın içinde (In the Blood) adlı kitabının önsözünde bunu usul­ ca ama mükemmelen ifade eder: Genetik de, Almanya gibi, nihayet, geçmişi için özür dileme­ yi bırakmaya hazır. Kanın içinde başlığı, kaderin doğuştan gel­ diğine yönelik yaygın kanıya dayanıyor. Bu inanış bilimden çok önce başladı. "Doğa" [nature] teriminin kendisi, Latincede "doğumla gelen" anlamındaki natus'tan gelmektedir; aynı kö­

kenden gelen "ulus" [nation) gibi. 31

jones, elbette, yaratılışı anlamada katedilen büyük mesafe­ nin uluslan ve milliyetçiliği "açıkladığını" iddia etmiyor. Tersi­ ne, bu denli basit bir açıklamanın nasıl mümkün olamayacağı­ nı gösteriyor: Irkçılığın ve etnik milliyetçiliğin dehşet verici ba­ sitlikleri artık kesinkes bodrum katındaki sandıkta tutulan bu tür yanılgılardan doğdu. Sandıkta tutulduklarından emin ol­ mak dahi, büyük bir kurtuluştur. Bu, mevzubahis materyalin 30 insan Genom Projesi, 2003 yılında tamamlandı. Daha fazla bilgi için bkz. Be­ güm Akman ve Taner Tuncer, Yaşamın Şifresi: insan Genom Projesi, Ankara, ODTÜ Yayıncılık, 2007 ç.n. -

3 1 In the Blood, Londra, 1996, s. viii-ix. 1996 yılında BBC 2 kanalında yayınlanan aynı adlı diziyi temel alan bir eser. Paris'teki "Centre des etudes des Polyrnorp­ hismes Humaines"de gerçekleştirilen insan Genom Projesi, 'The Paradox of Armageddon' adlı 1. Bölüm'de kısaca tarif ediliyor. Gerek bu programın gerek­ se çağdaş ırkçılığın entelektüel arkaplanının daha ayrıntılı bir incelemesi için bkz. Marek Kohn, The Race Gallery, Londra, 1995. 35

parametrelerinin sahiden belirlendiği ve metafiziğin speküla­ tif düşüncenin bir başka önemli bölgesinden sürüldüğü anla­ mına gelir. Bunun yerine, "ilkçilik" toplumsal olana, yani natus'u!doğu­ mu ulusla, oradan da, modemitenin etkisi altında, milliyetçi­ likle irtibatlandıran harfiyen ve mecazen var olan kan bağlan­ nın ön tarihine ve evrimine odaklanmalıdır. Sosyolojinin gö­ rece geniş şemsiyesi altında bu irtibatlandırma çalışmasına iki açıdan yaklaşılabilir. llki, modemite-öncesi veya erken-mo­ dern toplumsal formasyonlardan günümüze kalanları incele­ yen, bunlann nasıl ortaya çıktıkları ve bu denli çeşitlendikleri üzerine kafa yoran paleo ve sosyal antropolojinin ve arkeoloji­ nin yaklaşımıdır. 32 Modemist teori, dili işlevselliğiyle, sanayi­ leşmenin gerekli kıldığı kültürel bir araç olarak algılar. Lehçe­ ler, buhar makinesi evreninde devletlere layık yerlerini alabil­ mek için yeniden inşa edilmeli ve "yüksek kültürler"e dönüş­ türülmelidirler. Evet, ama lehçelerin özgün inşalarının ve çe­ şitlemelerinin sonraki evrim sürecini anlamada hiç mi önemi yoktur? Topluluğun "büyüsü" daima, sadece dile değil, aynı zamanda anlayış, sağduyu ve hakikatle birlikte hep anlatılmaz­ lık, gizlilik ve yanlışlık içeren lehçelerin yayılmasına dayanır. 33 Konuşmanın merkezi öneminin mantıken gönderdiği, sağ­ duyunun kolayca gördüğü, fakat şimdiye dek milliyetçiliğe eği­ len disiplinlerin akademik düzeninde yer almamış bir başka alan, psikolojidir. Haliyle, bu, ilk bakışta, milliyetçiliğin kapsa­ mıyla daha doğrudan ilişki kurabildiği düşüncesiyle (büyük öl­ çüde) "sosyal psikoloji" olarak anlaşılabilir. Gerçekten de mev­ cut milliyetçilik teorilerinin tümü toplumsal ve kolektif zihni­ yet mefhumlarına başvurmuş; (genellikle aynı derecede genel 32 Arkeoloji hakkında, örneğin, bkz. Nationalism and Archaeology (Glasgow, 1996) ve Nationalism, Politics and the Practice of Archaeology, der. P. Kohl ve C. Fawceu, Cambridge, 1995. 33 George Steiner, After Babel: Aspects of Language and Translation, yeni baskı, Oxford, 1993. ikinci baskının Gi� bölümü, "dili insanlığın kurucusu olarak tecrübe edenler [ve] Babil olayının hem bir felaket hem de -felaket [disaster] kelimesinin kökeninde bulunduğu üzere- insanlığın üzerine yağan bir yıldız­ lar yağmuru olduğunu bilenler"e ithaf ediliyor (s. xviii). 36

"güçler"e, "değişimler"e vesaireye cevaben geliştirilmiş) toplu veya "komünal" tepkilerden veya reflekslerden sözetmiştir. Ne var ki, bu aynının gerçekte bu kadar önemli olduğundan emin değilim. Buradaki "sosyal", "bireysel" olanı dışlamaz. Burada yüıii ttüğümüz tartışmayı en fazla alakadar eden anlamıyla psi­ kolojinin; küçük grupların, ailenin ve hatta kişinin zihniyet ve tepkilerine işaret ettiği söylenebilir. Bunun sebebi açıktır. Milliyetçiliğin bilindik fenomenleriy­ le -yani, belli bir ölçekte ve genelde çok büyük ölçekte kolek­ tif eylemlerle- uğraştığımızda, "insan doğası"na dönmek zo­ runda kaldığımızı savunmuştum. Bu kısmen insan toplumu­ nun ön tarihi ve tarihi olarak yorumlanabilse dahi, orada pek az şeyin harfiyen keşfedilebilir olduğuna ve genetik biliminde­ ki büyük ilerlemeyle kıyaslanabilecek bir şey bulunmadığına kesin gözüyle bakılabilir. Kemik Uyuşmazlıklan, (Bones of Con­ tention) paleoantropoloji alanındaki önemli çalışmalardan biri­ nin tartıştığımız konu bakımından son derece uygun başlığıdır ve bunun anlamı genellenebilir.34 Yazar, sonuç kısmında, kö­ ken arayışının "öz-imgeye dair sorular"dan ayırt edilemez ol­ duğunu vurgular: Paleoantropoloji bütün tarih bilimleriyle yalnızca bir kez ger­ çekleşmiş olaylan yeniden inşa etme çabasının kısıtlarım pay­ laşır. Buna ilaveten, bütün bilimlerle, bilimin insanlar tarafın­ dan yürütülen bir etkinlik olduğunu ve dolayısıyla entelektü­ el ilerlemenin kaçınılmaz olarak kişisel ve düzensiz olan doğa­ sına maruz kaldığı gerçeğini paylaşır. Fakat insanlığın öz-im­ gesinin gizlice ama sürekli olarak mesleğin düsturunu etkile­ diği bir boyutta iş görmeye çalışan bilim, yalnızca paleoantro­ polojidir.

Ne var ki, "kişisel ve düzensiz" ilerleme farklı bir okumaya tabi tutulabilir. Ne de olsa, insanlığın öz-imgesinin durmadan 34 Roger Lewin, Bones of Contmtion: Controversies in the Searchfor Human Origins, Chicago ve Londra, 2. baskı, 1997, s. 3 1 9. ikinci baskıda yer alan 'Sonsöz', ge­ netik biliminin köken arayışı üzerindeki etkisini ve "Bölgecilerft (Regionalists) ile "ilk-Afrikacılarft (Africa-firsters) arasındaki uzun tartışmayı anlatır. 37

evrilmesinin ve sert anlaşmazlıklar üretmesinin iyi bir sebebi vardır: Her yeni nesil ve bir bakıma her yeni birey "insanhk"tır ve öz-imgede pay sahibidir. Kimse sözkonusu hikayeyi tekrar­ lamadan edemez; böylece, hikaye -ya da bir kısmı- her devir­ de bazen bilinçsiz, bazen bir ölçüde bilinçli veya teorisyenler açısından olduğu gibi, öz-bilinçli olarak hep yeniden üretilir. Tarihsel materyalizm ve sosyolojik modemizm, kısmen kendi sosyal-bilimsel vasıflarını kayda geçirmek maksadıyla, öncelik­ li olarak bir gayrişahsi güçler ve hareketler söylemini kullandı­ lar. Oysa genelde bu yaklaşımca dışanda bırakılan veya kena­ ra itilen, bağlılığın ve uyuşmazlığın, "aidiyet"in ve reddin ya da yeniliğin psikolojik yapılan en yaşamsal vasıflar arasında yer alıyor olabilir.35 Bu düzlemde her şey bir bakıma aynıdır ve gerek genetik bi­ liminde ve toplumsal tarihte gerekse farkındalıkta aynı köke­ ni paylaşır. Conor Cruise O'Brien durumu çok iyi tarif etmiştir: Hepimiz için, doğumumuzdan bir ya da iki nesil öncesine uza­ nan ve tarihin geriye kalanına pek ait olmayan alaca karanlık bir zaman dilimi vardır. Büyüklerimiz, bizler bireysel varlığı­ mızı aşan ve kateden bir devamlılık hissi kazanana dek, hatı­ ralarını hatıralarımızla konuştururlar. Bu devamlılık hissine ne ölçüde sahip olduğumuz ve bu hissin aldığı -ulusal, din­ sel, ırksal veya toplumsal- biçim, hem kendi hayal gücümüze hem de yaşlı akrabalarımızın kişiliklerine, göruşlerine ve çene­ bazlıklarına bağlıdır. Çocuklar, eğer hayal güçleri kuvvetliyse, kendi bireysel doğumlarından önceki kayda değer bir zaman dilimini kendi yaşamlarına katma gücüne sahiptirler.36 35 Biyolojik olan ile toplumsal olan arasında anlaşılır bir bağ kurmaya yönelik en ilginç ve tartışmalı girişimlerden birine, Pierre Van Den Berghe'nin Human Fa­ mily Systems: An Evolutionary View ( 1979) ve The Ethnic Phenomenon (2. baskı, Londra, 1987) adlı çalışmalarında rastlanır. Van Der Berghe'ye göre, (yeniden tanımlanmış şekliyle) içkin "nepotizm", bütün modern toplumsal formasyon­ lann (gerçek ve mecazi) temeli olarak sürekli ileri taşınmakta ve durmaksızın yeniden biçimlendirilmektedir. 36 D. H. Akenson'un O'Brien biyografisi Conor: A Biography of Conor Cruise O'Bri­ en (lthaca, 1994, s. 5) adlı eserin 1. Bölümü'nde alıntılandığı gibi. Ôzgün kay­ nak: 'The Parnellism of Sean O'Faolain', Irish Writings, 5. sayı (Dublin, Tem­ muz 1984). 38

insafsız bir eleştirmen, bu ifadeleri milliyetçilik çalışmaları­ nın en belirgin özelliklerinden birinin -bu alandaki her araştır­ macının bu konuyla ilgili bir şey, hatta kibirli memurların bil­ diklerinden daha fazla ve kuvvetle muhtemel, çok özel öneme haiz şeyler bildiğine yönelik güçlü inancının- ihtiyatsız bir bi­ çimde benimsenmesi olarak yorumlayabilir. Fakat buradaki esas mesele, her alaca karanlık kuşağının, tıpkı ona gerek çev­ renin gerekse bireyin benimseme gayretinin sonradan ilave et­ tiği hayal gücü ve kültür gibi bir anlam ifade ettiğidir. Hepimi­ zin, hem alaca karanlıktan geriye doğru karanlığa hem de ileri­ ye, hayali kurulan ışığa doğru uzanan o temel "devamlılık" his­ si ve biçiminden beklediği bir menfaat vardır. Haliyle bu, mo­ dernleşme teorisinde fazlasıyla görünür olan maddi veya sosyo­ ekonomik kaygılardan uzak bir menfaattir.37 Sözkonusu mad­ di kaygıların etkisinin bu tarz bir menfaati daha canlı ve kes­ kin kıldığı doğru olabilir. O halde bu, modernleşmenin etkisin­ den önce yalnızca bir "potansiyel"den veya görece önemsiz bir gizillikten sözedilebileceği anlamına mı gelir? Daha da önemli­ si, neden o coşkulu canlılık, modernleşmenin eserini tamamla­ dığı anda, azalmak ya da keskinliğini yitirmek zorunda kalsın? Herhangi bir araştırmacı, mesela Benjamin'den hareketle dü­ şündüğü takdirde, yukarıdaki ifadelerden dini inancın milliyet­ çiliğin kapsamına giren ve onun yapılandırılmasına katkı veren unsurlardan biri olduğunu çıkarsayacaktır. Dini inanç modern­ leşme teorisinde neredeyse hiç rol oynamaz. Bilakis teori, inan­ cın -örneğin, lrlanda'da ve Sri Lanka'da ya da Doğu Avrupa'nın yeni çatışmalarında olduğu gibi- ulusal kimliğe alternatif ol­ duğunu veya vekalet ettiğini düşünmeye meyleder. Bu sorun, l 970'lerde lslamcı köktenciliğin ortaya çıkışıyla lnanç Çağı'nın 37 Burada değinilen zıtlık, Anlhony P. Cohen ile Nigel Rapporl'un derlediği Ques­ tions of Consciousness adlı derlemede (Londra, 1995) bülün renkleriyle orlaya konrnakladır. Edilörlerin leorik yaklaşımı, 'Consciousness in Anlhropology' adlı Giriş kısmında şu şekilde ifade edilmekledir: "Bilinç anlropolojisi, insanın 'dekolonizasyonu'na, yani çok uzun bir süredir küilürel koşullan ve loplum­ sal kurumlan fazlasıyla belirlediğini söylediğimiz her şeyden kunuluşuna kal­ kı sunmalıdır" (s. 1 1 ) . Cohen'in Self-Consciousness: An Alternative Anthropo­ logy of Identity (Londra, 1996) adlı eseri, aynı savı gelişlirmekledir. 39

(ve de Milliyetçilik Çağı'nın) sona ermekten bir hayli uzak ol­ duğu anlaşılınca daha da ağırlık kazandı. Gellner son yıllannda siyasal lslamcılığı ve onun ne anlama geldiğini yeniden düşün­ me yönünde çok çaba sarfetti. Kitlesel, geleneksel dini inançlar, sanayiciliğin ve şehirleş­ menin ilk dönemlerinden çok sonra, 20. yüzyıl boyunca dahi dünyanın birçok yerinde hüküm süren ve ağırlıklı olarak kırsal olan ekonomi, yaşam ve rutinlerden müteşekkil genel bir sos­ yo-ekonomik bağlam tarafından besleniyordu. Modem siyase­ tin, kültürün ve dolayısıyla ulus-devletin matrisi olduğu varsa­ yılan kapitalizmin "dünya piyasası"nın karşılaştığı ve sarstığı evren, büyük ölçüde tanmsal bir evrendi. Bu evrenin değişim karşısında gösterdiği direnç ve daha sonra geçirdiği ani ve zo­ raki değişim kasılmalan, ortaya çıkan süreci doğrudan etkile­ di. Geriye dönüp bakıldığında, "dengesiz kalkınma" , çeşitlilik arz eden ve zaman zaman şiddetli sarsıntılara yol açan bütün bu değişimleri kapsamaya çalışmada acınacak derecede yeter­ siz kalıyor. Ama bu acıklı hal yapısal bir yanlılıktan kaynakla­ nıyor: Çığır açan değişimin faktörlerine yapılan aşın vurgu, çı­ ğıra yol açan her şeyi, "fay kınklannın" iteklediği çığın meyda­ na getirdiği, içinde bulunduğumuz yeni araziyi hafife alıyor. 38 Milliyetçiliği daha iyi anlamak için Perry Anderson'ın "da­ ha farklılaştınlmış" yaklaşımına ihtiyaç duyulduğu doğrudur. Ama Allah aşkına, ne kadar farklılaştınlmış? Genetik, arkeolo­ ji, dilbilim, psikoloji, antropolojinin farklı türleri, din, köylü­ lük çalışmalan: Bu çalışma alanındaki postmodemist kaygılar tayfının bir sonu var mı acaba? Üstelik herkesin, milliyetçiliği anlama çabası esnasında, konuyla ilgili olduğunu düşüneceği, bilindik anlamlanyla "kültür"ü (etnik kültür veya halk kültü­ rünü, ulusal kimliğin sanatlardaki görünümlerini veya 20. yüz­ yıl milliyetçi ideolojilerinin estetik modernizmle ilişkili ola­ rak tuhaf gelişimini) henüz saymadık. Şayet o kıyıya ulaşsay­ dık -ki ben denemeyeceğim bile, çünkü ben dahil bütün yüzü­ cülerin yorulacağını biliyorum- bizi sitemkar bir şekilde davet eden başka kıyılar olduğunu görecektik. Örneğin, popüler kül38 Bu konunun farklı yönlerine 5. Bölılm'de değinmeye çalıştım. 40

tür ve siyasal milliyetle uğraşan bir teorisyen, bu uğraşını spo­ run o kültür üzerindeki muazzam etkisini görmezden gelerek sürdürebilir mi? Milliyetçilik-öncesi ülkelerin tanrılar, "kabile­ ler" , kırsal efsaneler ve yerellikler üzerine kurulma eğilimi gös­ termeleri gibi, onların çağdaş halefleri sportif aidiyetler ve ya­ rışların tesiri altındadır. Disiplinlerarası niteliği bu denli güç­ lü bir teorik alam araştırma çabası, (isim vermeden söyleyecek olursam) üniversitede derslerin başlangıcı esnasında dağıtılan bitmek bilmez, okumamaya dayalı okuma listelerine benzeyen sonsuz bir kitap listesine dönüşme tehdidi altındadır. Yine de Anderson'ın sorusuna verilebilecek tek samimi cevap, "hayır" dır: Modernleşme teorisinin sınırlarının sorgulandığı an­ dan itibaren bunun sonu yoktur. Birçok şeyin "konuyla ilgili" göıiinmesi kaçınılmazdır ve şunu ya da bunu peşinen gözardı et­ mek yararsızdır. Modemizmin kendisi bir tür "peşinen gözardı etme"ydi: Son derece etkili mesajını kısmen bu şekilde iletebil­ di. Fakat mesajın ( 1960'larla 1990'lar arasında) iletilmesiyle bir­ likte, kendimizi daha bütünlüklü, daha kapsayıcı bir anlayış için "insan doğası"nın ve tarihin görkemli arenalarına dönmüş bulu­ yoruz. Kaldı ki, bu dönüşün illa faydasız bir dağılma ya da basit­ çe bir debelenme anlamına geldiğini düşünmüyorum. Ne de ol­ sa felsefe, tam da Gellner'in ve sosyolojik modemizmin başarıla­ rının hazırladığı değişen bir düzlemde geri çağrılmıştır. Aydın­ lanma sonrası zamanlarda, "milliyetçilik" kavramıyla adlandırı­ lan şeyler karmaşasının bu denli merkezi ve hakim hale gelme­ sinin bir kaza ya da felaket eseri olmadığını biliyoruz. "Karan­ lık tanrılar" ve kan atavizmi neden değildi - bunların kendile­ ri, Gellner'in de savunduğu gibi, erken-modemitenin efsanele­ ri arasındaydı. Ama "insan doğası" başka bir meseledir. Moder­ nitenin yol açtığı büyük huzursuzluk, insan topluluğu ve çeşitli­ liğinin, özellikleri ve ilişkileri sosyal bilimlerce hala kuşatılmaya çalışılan unsurlarını ortaya çıkardı. "Ulusal"ın bu alandaki en di­ rençli ve silinmez düğüm olduğu, önceki tahminlerin ötesinde, açık ara meydandadır: Ulusal, modemitenin fırtınalı dünyasının tavında dövülen bir eser değil, hala o dünyanın yaratıcısı konu­ mundadır. Aydınlanma düşüncesinde, Max Weber'de görülen 41

ve Gellner'de de hissedilen, dünyanın büyüsünün yakında bozu­ lacağı korkusunu duyan ters, küskün bir mizaç vardı. Büyünün bozulduğu yok: Steven jones'ın Kanın lçinde'ye yazdığı önsöz­ de keskin bir şekilde belirttiği gibi, "üç buçuk milyon Amerika­ lının uzaylılar tarafından kaçırıldığını iddia ettiği ve daha fazla­ sının Tekvin'in harfiyen doğru olduğuna inandığı" ve dolayısıy­ la bu tür meselelerin rasyonel çözümlemesine ihtiyaç duyduğu­ muz bir dönemde yaşıyoruz. Antik çağlann büyülerini dağıtmak şöyle dursun, milliyetçi dünya bu büyüleri geç ikinci binyılın en­ gin kakofonisine katarak çoğaltmıştır. O halde -ilk savıma dönecek olursam- modern felsefenin esas konusu sanayileşme değil, milliyetçiliktir; buhar makinesi ve bilgisayar değil, ulustur. Alman felsefesi (Marksizm dahil ol­ mak üzere) , sancılı bir oluşum çağındaki Almanya'yla ilgiliydi; İngiliz ampirizmi, serbest ticaret ve ilkel endüstriyel hegemon­ ya devrindeki Anglo-Britonlarla ilgiliydi; Amerikan pragmatiz­ mi, Batı sınınna dayanılmasının ardından ABD demokrasisinin yayılmasıyla ilgiliydi; Fransız varoluşçuluğu, 1 789 Cumhuri­ yetçiliğinin 20. yüzyıldaki yenilgilerinin ardından düştüğü aç­ mazı temsil ediyordu - vesaire. Felsefe bu bakımdan hiçbir za­ man sadece "sanayileşme"yle değil, aynı zamanda modernleş­ menin peşi sıra alt üst ettiği veya meydan okuduğu ve düşünür­ lerin "dünya" diye deneyimlediği etnisitelerin derin komünal yapılanyla "ilgili"ydi. Gellner'in modem Britanya ampirizmine yönelik eleştirisi bu tarz bir çözümlemenin muhteşem bir örne­ ği olsa da, kendisi bu çözümlemenin sonuçlanndan hep kork­ muş gibidir.39 Her bir mahalli ideolojinin "bir başka"40 olabil­ diği ve Aydınlanma'nm ham mihenk taşının tamamıyla kulla­ nışsız kaldığı umarsız bir görececiliğe düşmekten korkuyordu. Gerçi bu da şimdi anlatamayacağım bir başka hikayedir ki bu­ nu duymaktan memnun olacağınıza eminim. 39 Words and Things: A Critical Account of Linguistic Philosophy and a Study in Ide­ ology (Londra, 1959) adlı eserdeki saldın, tıpkı Pourquoi des philosophes? (Pa­ ris, 1967) adlı eserin jean-François Revel'i Fransızca akademik felsefeden kalı­ cı olarak soğutması gibi, yazann Britanya felsefi geleneğiyle olan bağını koparmıştı. 40 Yazar, lngilizce baskıda, Fransızca vaut une autrt tabirini kullanmıştır - ç.n. 42

BİRİNCİ KISIM

Enternasyonal

Köklülüğe Dair Sorular

Bu kitapta sürekli tekrarlanan nedenlerden de anlaşılacağı üze­ re, milliyetçilik modemitenin evrensel bir koşuludur. 2000'li yılların görece bütünleşmiş dünyası, insanlığın çok çeşitli ve kavgacı geçmişinin inkar edilmesiyle değil, aşılmasıyla orta­ ya çıktı. Bu geçiş, tikelliğin kendisini evrensel bir koşul haline getirdi ama bunu basit bir ortadan kaldırma ya da ortak ölçüt­ lere ve değerlere tabi kılma yoluyla değil, çeşitliliğin yeniden üretimi ya da yeniden icadı vasıtasıyla gerçekleştirdi. Nihaye­ tinde, bilgi teknolojisi çağında, Yusufun lncil'deki "rengarenk kaftan"ının büyüleyici güçleri azalma değil artma eğiliminde­ dir. Thomas Mann, Yusuf ve Kardeşleri adlı yapıtında, bu özgün kıyafetin tezahür ettiği anı betimlemişti. Bu an, insanlığın bü­ tün bir folklorik hafızasını taşımaktadır: Delikanlı şaşkınlıkla bakakaldı . . . Metal süslemeler kandil ışı­ ğında parlıyordu. Yaşlı adam güçsüz kollarında kaftanı tutar­ ken, parıltılı gümüş ve altın renkleri ara ara daha sönük renk­ leri gölgeliyordu: Simgelerin ve imgelerin moru, beyazı, zeytin yeşili, gül rengi ve siyahı, yıldızlar, güvercinler, ağaçlar, tanrı­ lar, melekler, insanlar ve hayvanlar, arka planın mavimsi sisi­ ne karşı ışık saçıyordu. 45

Daha sonra Yusuf kuyuya atılıp köle olarak satıldığında, dü­ şüşünün ve sözde ölümünün kanıtı olarak kana bulanmış bir şekilde yeniden beliren, bu mucizevi kaftandır. Ardından Ya­ kup'un kendisi korkuya, "ilkelliğin medeniyetin katmanları­ nı delip geçtiği. .. insanoğlunun alçalarak basit bir mahluka dö­ nüştüğü anda" hissedilen o büyük utanca isyan edip kendi kı­ yafetini yırtıp atar ve ailesini dehşete düşürür. 1989 dolaylarında, kuyunun en koyu gölgeleri dağıldığı za­ man, pek çok yorumcu özgür kalmanın verdiği acıların de­ rin bir aşağılamanın yarattığı acılar olduğunu sandı. Aynı yılın Aralık ayında, Fransız yazar ve yorumcu Jean-François Revel havadaki paniğin -Batılı liderler ve düşünürler arasında sürat­ le yayılan istikrarsızlaşma korkusunun- keskin bir tarifini yap­ tı. Buzullaşmış ablukaların eski şartları altında en azından ne­ rede durduklarını biliyorlardı. Artık bilmiyorlar. Gorbaçov on­ lar için ideal çözümdü: Çok fazla karışıklık ve ayaklanmaya se­ bep vermeden komünizmi tepeden reform edebilecek birisiy­ di. Gerçekten de, onu desteklemek, egemenliğindeki halkla­ rı (ve dolayısıyla geriye kalan herkesi) hizada tutmak anlamı­ na geliyordu. Sorumluluk sahibi, dört başı mamur llerleme uy­ gun merciler tarafından yetkilendirilene dek hiçbir ayaklanma olmasın lütfen ! Sorumsuzca başlatılan ayaklanmalar, es kaza, milliyetçiliğe, bölünmelere, yeni sınırlara ve elçiliklere ve hatta çatışmaya yol açabilir. Nükleer kış ve insanlığın zamansız yok oluşu artık kapıda değildi, fakat çatışma pekala olabilirdi. Revel bu duruşun tamamıyla gerçek dışı bir hal aldığının al­ tını çizmişti. Konuya şu sözlerle dikkat çekiyordu: "Balkanlaş­ ma bir sorun olabilir, ama Gulag'dan çok daha küçük bir so­ rundur. . . Demokrasi daima bir parça istikrarsızlığı beraberin­ de getirir. Ve elbette Avrupa'nın yeniden demokratikleşme­ si için bir süreliğine deniz tutmasına katlanılabilir." 1 Bütün bu dönem boyunca Revel, aynı zamanda demokrasinin gelişimi­ nin ne denli çarpıcı ve geri döndürülemez bir hal aldığını ısrar­ la vurgulamıştı. Francis Fukuyama'nın Tarihin Sonu adlı yapı'Le danger des nationalismes', Le Regain dtmocratique, Paris, 1992, s. 499-500 (yazarın çevirisi). 46

tındaki tahmine benzer bir şekilde, 1993 yılında, Le Point taki köşesinde şunları yazmıştı: '

Yirmi yıl önce, Birleşmiş Milletler'de şu anda temsil edilen 184 ülkenin 44'ü demokratikti. 1983'te bu sayı yalnızca 57'ye ula­ şabildi. Bugün ise 99 demokratik ülke var. . . Bugünün Avru­ pa Topluluğu'nun üç üyesinin yirmi yıl önce diktatörlükler­ le yönetiliyor olduklannı unuttuk mu ! Neredeyse Latin Ame­ rika'nın tamamı da öyleydi. Güney Afrika'nın demokratikleş­ mesini hayal etmek dahi mümkün gözükmüyordu; keza Gü­ ney Kore'nin veya Tayvan'ın demokratikleşmeleri de pek ihti­ mal dahilinde değildi. Filipinler hala Marcos'un yönetimi al­ tındaydı. 2

Demokrasinin yeniden doğuşu kaçınılmaz gözüküyordu. Revel, uzun yıllar boyunca, Batı'nın komünist totalitarizm kar­ şısındaki başarısızlığını ve isteksizliğini sert bir şekilde eleştir­ mişti. Demokrasiyi çantada keklik gören toplumların gerek si­ yasetçileri gerekse entelektüelleri arasında sıklıkla rastlanan, otoriter tutumlarla yapılan gizli anlaşmaları kimse ondan daha şiddetli bir şekilde kınamamıştı. Şimdi ise, bu tutumların "tota­ litarizmin cazibesi" ortadan kalktığında dahi devam ettiği açık­ lık kazanıyordu. Akıl almaz bir şekilde, milliyetçilik daha şim­ diden devlet sosyalizminden daha büyük bir tehditmiş gibi al­ gılanıyordu: Düzgün Otoritelere, yani uzun Soğuk Savaş yılla­ n zarfında kabuk tutmuş bir düzene ve istikrara karşı yönelen bir tehdit. Demokrasi arzulanan bir şeydi, ancak ikincil önem­ deydi. Artık gözden çıkarılması mümkün olmasa da pekala ge­ lecekte halkın "olgunlaştığı", yani iktidarı kullanmaya hazır ol­ duğu "uygun bir zaman"a dek ertelenebilirdi. Olayların kon­ trolden çıkmaması gerektiği ise kesinlikle gözden kaçırılmama­ lıydı. Bu, Batı'daki muadillerinden müşfik bir destek gören ye­ rel sorumluların ele alması gereken bir meseleydi. Bu kitabın Giriş kısmında tekrarlanan temel tutumlar, Re­ vel'inkilere benziyor. Bunların bazıları, Revel'in başarıyla alaya aldığı absürt kasılmaların teorik hinterlandını irdeler. Örneğin, 2

Le Point (Paris), 1098. sayı, 2 Ekim 1993, s. 33 (yazann çevirisi). 47

enternasyonalizm fikri, ayrılıktan birliğe giden kutsal bir kısa yol gibidir. Yusuf, kuyunun içinde kalmamıştı. Kendi kökleri­ ni unutmadan, reddetmeden, onlara hepten geri dönerek, ha­ yallere mahsus kaftanın simgelediği gerçek dünyayı katetme­ ye koyulmuştu. Yakup'un feryadı anlaşılır, fakat yersizdi. Çö­ küş riskinin, bazen de çöküş felaketinin ya da başansızlıklann olmadığı bir geçiş olamaz. Bunların bazılarına burada değini­ liyor. Gelgelelim, bu tür başarısızlıkları kaçınılmaz bir ataviz­ me hapsederek kalıcı kılmayı göze alan, bizzat, çeşitliliğin daha derin bir düzlemdeki inkarı niteliğinde olan lmparatorluk idi.

48

Enternasyonalizme Bir Eleştiri

Bir yüzyılı aşkın bir süredir, soylu bir hayalet, sosyalizmin ba­ şına musallat oldu.1 Hamlet'in babası gibi, her önemli psikolo­ jik anda, etrafa uyarı, sitem ve kehanetten oluşan tanıdık bir karışım yayarak siperlerin üzerinde beliriyor. Hepimiz içimiz­ de ondan bir parça taşıyoruz tabii. O, bütün partilerin, hizip­ lerin ve cephelerin ylice atası, hem büylik sosyalist devletlerin 1

Editoryal ve eleştirel yardımı için, bu makalenin ilk kez yayımlandığı Kursbu­ ch'tan (Berlin) Niels Kadritzke'e müteşekkirim. Makale, aynı zamanda, 19791981 yıllan arasında lskoçya Ulusal Partisi'nden Michael Spens ile birlikte Edinburgh'da yayımladığımız The Bulletin of Scottish Politics adlı kısa ömürlü derginin ilk sayısında çıkmıştı. Hem makale hem de yayının kendisi, esasen, 1979 lskoçya Özerk Yönetim referandumunun başarısızlığı karşısında, özellik­ le de referandumun ardından gelişen uzun yenilgi ve umutsuzluk havasını da­ ğıtmaya yönelik muhalefet eylemleriydi. Fazlasıyla elverişsiz koşullar altında, küçük bir çoğunluk, işçi Partisi hü­ kümetinin yetki devri [devolution) yasasına destek oyu vermiş, fakat bura­ da incelenen eski tarz emperyalizm ve "entemasyonalizm"in kanşımı tarafın­ dan hüsrana uğratılmıştı. Ne tuhaftır ki, yenilginin ana aracı (işçi Panisi mil­ letvekili George Cunningham'ın "%40 kuralı") Solun kendisi tarafından, ls­ koçya Parlamentosu'nun restorasyonunu sözde destekleyen bir Britanya hü­ kümeti içerisinde tasarlanmıştı. On sekiz yıl sonra, 12 Eylül 1997 sabahı, Do­ nald Dewar bir başka referandumun başarısını ilan ettiğinde, %75 çoğunluğun, değişimi kayıtlı seçmenlerin %4-0'ının desteklemesi şartını rahatlıkla karşıladı­ ğını vurgulamayı ihmal etmemişti. Muhtemelen dinleyenlerin pek azı neden bahsettiğinden haberdardı. 49

hem küçük sosyalist kültlerin neredeyse kusursuz baba figürü­ dür. Müşterek rüyalanmızda Lenin, Engels, Marx ve hatta Tan­ nnınkiyle kanşan uzun, pek dağınık bir sakalı vardır. Bu soylu hayalet, namıdiğer "Enternasyonalizm" , normal­ de yapılagelenden daha eleştirel bir incelemeyi hak ediyor. Sa­ vaş ve Generaller için söylendiği gibi, Enternasyonalizm enter­ nasyonalistlere bırakılamayacak kadar önemlidir. 187l'den be­ ri sosyalizmin bedeni olmadığı aşikardır. O, sosyalizmin zeka1979'un lngiltere'sinde pek az kişi bu dramda ortaya çıkan derin ideolojik kanaatleri anlayabiliyordu. ( 1 7. veya 16. yüzyıllardan aktanlan) etkin fikir, ls­ koçlann seçilmiş -yani, siyasal bir ulus olmak için değil, tersine, diğer halk­ lan bu tuzaktan kurtanp uluslararası veya ulusötesi gerçekliğin Uhrevi düzle­ mine yönlendirmek için seçilmi.r- bir halk olduğuydu. lskoçya lşçi Partisi'nin özerk yönetimi l 950'lerde terk etmesinin ardından, bu tuhaf mefhum meşru­ laştıncı ve genellikle tutkuyla savunulan bir ortodoksiye dönüştü. Dolayısıyla, 1974-1975'te, lskoçya Partisi de -aynı derecede tuhaf bir şekilde- Londra'da­ ki meslektaşlannca özerk yönetimi, milliyetçiliğin yükselişine karşı tek makul tepki olduğu gerekçesiyle, yeniden benimsenmeye zorlandılar. Bunun sebebi, o ana gelindiğinde, birçok işçi Partisi üyesinin, lskoçya Ulusal Partisi'ni Şey­ tan'ın yalnızca (en azından ilk aşamada) Birleşik Krallık'ın fanatik bir savunu­ suyla bozulabilecek oyunu olarak algılamasıydı. Tutkulu bir "enternasyona­ lizm" bu stratejinin bir bölümünü teşkil ediyordu. Bunun tabanda işaret ettiği, uluslar dünyasında bir Aziz'e yaraşan üstün bir yazgıydı. Dönemin milliyetçileri ise, bunun aksine, uluslar dünyasında sadece bir ulus olmak istiyorlardı. Yine de onlar da seçilmiş ve lanetlenmiş gibi terimler aracılığıyla düşünmeden edemediler ve lşçi Partisi'nin sendikacılığını lanetlen­ mişlerin "ihanet"i olarak reddettiler. Böylesi olağanüstü kökenler, ortaya çıkan mücadeleyi aktörlerin sezgileri bakımından yüceltse de dışandan bakanlar için anlaşılması son derece güç bir durum sözkonusuydu. Bir bakıma, aynı anda iki savaş veriliyordu: Biri 16 79'da, diğeri l 979'da. Görünürde "sınıf", ekonomi, sosyal politika, yeni Kuzey Denizi petrol endüstrisi ve benzeri konulara odak­ lanılmış olsa da, lskoçya siyaseti aslında, o derin anlamıyla -ve ülkenin geçmiş ulusal (yani, dini) devrimlerinin kaçınılmaz olarak şekillendirdiği kendine öz­ gü yankılanyla- bir Ulusal Sorundan ibaretti. Bu dram, daha sonralan, Güney­ li seyirciler için, milletvekili Tom Dalyell gibi arkaik bir figür ve onun "West Lothian sorunu" biçiminde sunuldu. Halbuki bu asla bir sorun değildi. Esa­ sen yeniden ortaya çıkan, yaratıcısı gözünde Birleşme Antlaşması'nda öngö­ rülen Protestan devletin sorumsuzca dağılmasıyla zincirlerini kıran bir Güna­ hın, 1679 ruhunu taşıyan bir Toprak Sahibince (Lairdly) cezalandınlmasıydı. Kişisel düşmanlığın ve ulusal yön kaybının belirlediği koşullarda yazılan "Enternasyonalizm", bu çatışmanın bir kısmını solun malum ideolojisi açısın­ dan çözme çabasıydı. Makale (önceden de belirtildiği üzere) , ilk olarak, eski Batı Almanya solunun enternasyonalist ideolojinin çelişkileriyle farklı bir bi­ çimde cebelleşmek zorunda kaldığı Almanya'da yayımlanmıştı. Bildiğim ka­ danyla, kavganın her iki tarafının fikirleri üzerinde herhangi bir etkisi olma­ dı. Bulletin arşivleri uzun zaman önce kayboldu ve tirajı da oldukça düşüktü. 50

sı da değildir. Ama vücuda getirdiği kolektif suçluluk duygusu­ nun akıl yürütmemize tesir ettiği kesindir. Yine de insanlar, o sanki sosyalizmin ya da komünizmin ruhuymuş gibi davranı­ yorlar. Zaman zaman unutulan, fakat asla terk edilmemesi ge­ reken karşı konulamaz, yüce bir Ahlaki Varlık sözkonusudur adeta. Kendisini terk eden herkesin üzerine ölümcül bir mane­ vi yıldınm gönderdiği, onları şovenist bir cehennem azabına ve gericiliğe mahkum ettiği biliniyor. Bu bölümde, bu Yaşlı Adama milliyetçi bir bakış açısından bazı sorular yöneltmek istiyorum. Onsuz yapabilir miyiz? Ya­ n kutsal sofuluğun kusursuz cübbelerinin altında rasyonel bir cevher var mı? Niye umut vaat eden çocuğumuz değil de sü­ rekli homurdanan atamız konumundadır? Ruhumuzu günün birinde yeniden sahiplenerek, bize musallat olmadığı bir gele­ cekte onunla yaşayabilir miyiz?

Uluslararasılık2 Temel bir ayrımla başlamalı. Enternasyonalizm, adı ne diyor­ sa odur: Kendi sistematik doğasına sahip bir "-izm" şekli veril­ miş bir inançtan bahsediyoruz. Diğerleri gibi, bu kavramsal sis­ temin de kendi mantığı vardır. Bu mantıksal yapının bir neb­ ze şaşırtıcı olan bazı özelliklerini ileride incelemeyi umuyo­ rum. Fakat başta "-izm"i uluslararası gerçeklikten ayırt etmez­ sek olmaz. "Uluslararasılık" teriminin kullanımı pek yaygın değildir. En azından İngilizcede durum böyle. Yine de bu terim, burada be­ nim işimi fazlasıyla görecektir. Ne ilginçtir ki Oxford lngilizce Sözlük ilk kez 1864 yılında, yani Marx'ın 1. Enternasyonal'inin kurulduğu yılda kullanıldığını söylüyor. Bu ilk kullanımda, Daily Telegraph, "Elbette Fransa'nın yarış pistleri lngiltere'nin­ kilere benzemez. Uluslararasılık henüz o kadar mükemmel de­ ğil" yorumunda bulunmuş ve yıllar sonra enternasyonalist ko­ ronun önemli bir parçasını oluşturacak, nadiren saklanan Bü­ yük Ulus şovenizminin absürt bir örneğini mükemmelen sergi2

Intemationality - ç.n. 51

lemişti. Ama biraz fazla hızlıca sonuca varıyorum. Şu aşamada neyin ima edildiğinden çok, neyin açık edildiği önemli. Mad­ di medeniyet ilerledikçe, dünya genelinde, yarış pistleri süratle birbirine benziyor. Tıpkı fabrikalar, dükkanlar, şehirler, ulaşım araçları, çiftlikler ve hatta insanlar gibi. Uluslararasılık, basitçe, kapitalist dünya piyasasının oluşu­ mundan, yeni sınai üretim araçlarının yayılmasından ve bun­ ların getirdiği bütün toplumsal üretim ilişkilerinden -elbet­ te, özellikle, sermaye temelli burjuvazi ile onun proletaryasın­ dan müteşekkil evrensel, modem sınıf yapısının meydana gel­ mesinden- türeyen bu artan eğilime dikkat çekmektedir. Kı­ sacası, uluslararasılık, Komünist Manifesto'da bariz bir biçimde kutlanan ve yaklaşan uluslararası mücadelenin ve onun akıbe­ tinin, yani uluslararası devrimin maddi temeli olarak algılanan her şeyi içeriyordu. Sonrasında, Lenin, kutlamayı kendince sürdürdü. Marksizm daima "enternasyonalizmin ilerlemesine katkı sunmalı, yani bütün ulusların yeni yapılan her bir mil demiryoluyla, her bir uluslararası tröstle ve standartlaşmayı, uyumu getiren, işleyi­ şi için sürekli genişleyen mekanlara ihtiyaç duyan her bir kar­ şı konulmaz iktisadi kalkınma dalgasıyla gözlerimizin önün­ de büyüyen daha yüksek bir birlik içerisinde birleşmelerine yol vermelidir" diye yazmıştı. 3 Bu da halkların ve ulusların artan karşılıklı bağımlılıkları, yarış pistleri ve diğer olguların artan benzerlikleri ve bu gelişmelerin ayağına dolanan, onları zapt etmeye çalışan her tür eski tikelciliğin faydasızlığı demekti. Le­ nin buna "Ortaçağ tikelciliği"4 diyordu. Buna karşı savaşmak, sınıf bilinci yerinde proletaryanın değişmeyen kutsal göreviydi. Çünkü sosyalizmin kapitalizmi feshetmekle kalmayıp, aşma­ sı gerekiyordu. Kapitalizm, başarısı için "mümkün olan en bü­ yük ve en merkezileşmiş devletlere" ihtiyaç duymuştu; sosya­ lizmin de buna, ama bu kez işleri yoluna koyabilmek adına da­ ha büyük, daha merkezi planlara ihtiyacı vardı. 3

V. 1. Lenin, 'Critical Rernarks on the National Question', Ekim-Aralık 1913,

Collected Worhs içinde, 20. cilt. 4 52

Medieval particularism - ç.n.

Bu göndermeleri yapmamın sebebi, esasen sosyalist enternas­ yonalizmle ilgileniyor olmamdır. Gelgelelim, uluslararasılığın, tabiatıyla, solculukla hiçbir ilgisi yoktur. Uluslararasılık, burjuva ve kapitalist llerlemenin vücuda gelmiş halidir. Burada llerleme­ nin Manchester serbest ticaret devrinden "uluslararası tröstler" devrine, oradan da bugünkü, daha güçlü haleflerine, yani çoku­ luslu şirketlere uzanan aşamalarını özetlemeye gerek yok. Me­ saj, ister bir kutlama isterse lanetleme biçiminde olsun, hep aynı kalmıştır. IBM (Intemational Business Machines - Uluslararası lş Makineleri) şirketinden Bay jacques G. Maisonrouge'un ifade et­ tiği üzere: "Sözkonusu iş dünyasıysa, bir ulusu diğerinden ayıran sınırlar ekvator çizgisi kadar gerçektir. Sınırlar sadece etnik, dil­ sel ve kültürel varlıkları birbirinden ayırmaya yarayan çizgiler­ dir. Yönetim, bu dünya ekonomisini anladığı ve kabullendiği an­ dan itibaren, piyasayı -ve bu piyasanın planlanmasını- zorunlu olarak daha geniş bir perspektiften görmeye başlar."5 Sözkonu­ su sosyalizm ise, o da perspektifini daima genişleuniştir. Ve el­ bette, sınırlarına gerek daktilo üreticileri gerekse devrimciler ta­ rafından ekvator çizgisi muamelesi yapılmasından pek de mem­ nun olmayan bütün o etnik ve diğer "varlıklar"ın da perspektif­ lerini genişlettiğini unutmamak gerekir. Enternasyonalizm, uluslararasılığın salt ideolojik görünü­ münden ibaret değildir. Uluslararasılığın inkar edilemez ger­ çeklerini enternasyonalizmin yalandan gerekçesi olarak kulla­ nan ve sürekli yinelenen basit argümanlar savunulagelmiştir. Ortaçağ tikelciliğine duyulan sempatiye şüpheyle bakanlar hep bu meseleyle meşgul olmuşlardır. Nasıl olur da bu eski kafalılar gün gibi açık olanı, yani yapılan her bir mil demiryoluyla tari­ hin figüranlarına (hatta yedek aktörlerine) dönüştüklerini gö­ remezler? Enternasyonalizm hem kapitalistler hem de sosya­ listler açısından, uluslararasılığın -birikimli, nesnel, yadsına­ maz- doğasından ötürü, aklıselimdir. Bu argüman tarzına onu reddetmek için değiniyorum. llginç olan tek tarafı, yalnızca şirket fedaileri veya Sovyetler Birliği'nin 5

Alıntı için bkz. R.J. Bamet ve R. E. Mililer, Global Reach: The Power of ıhe Mul­ ıinaıional Corporaıion, New York, 1974, s. 14-15. 53

sözcüleri tarafından değil, daha yaygın bir biçimde kullanılıyor olduğu gerçeğidir. Gelgelelim, bu ideolojinin gerçeğidir, ger­ çek dünyanın değil ve bu konuya ileride yalnızca bu kapsamda geri döneceğim. Gerçekliğe dönecek olursak, tek yapmamız ge­ reken, modem uluslararasılığın ezici bir üstünlükle baskın çı­ kan siyasal yan ürününün milliyetçilik olduğunu hatırlamak­ tır. Enternasyonalizmin mantıken saptanmış aklıseliminden değil, ulus-devletlerin mantık dışı, düzensiz, inatçı, bölücü, ti­ kelci hakikatinden; giderek büyüyen bir "yüksek birlik"ten de­ ğil, "Balkanlaşma"dan, kural olması beklenenin kati istisnala­ rıyla dolu bir dünyadan sözetmek gerekir. İstisnalar kural ol­ muştur. Mesele budur. Ve şayet tarihsel materyalizme teorimiz üzerinde çok küçük bir tesirde bulunma hakkı tanıdığımız du­ rumda, bütün o demiryolu millerinin ve iş makineleri satıcıla­ rının zorunlu ve kaçınılmaz olarak yol açtığının "Balkanlaşma" olduğunu düşünmeden edemiyorum. Bir başka deyişle, iç ka­ rartıcı bir kazalar zincirinden değil, sürecin kendisinden; iler­ leyen gerçekliğe karşı başarısızlığa mahkum, anlamsız bir dire­ nişten değil, eylem halindeki gerçeklikten bahsetmek gerekir. Uluslararasılıktan enternasyonalizme doğru yapılan yapma­ cık, baş döndürücü sıçrayış, bu hakikati görmezden gelir. Bir açıdan bakıldığında enternasyonalizm, gerçekten de bu haki­ kati görmemizi engelleyen, belli başlı niyetleri ve yöntemle­ ri olan, Batılı entelektüel dünya görüşünün derinliklerine kök salmış bir komplodur. Aklı başında bir kimse, küresel ekono­ minin artan karşılıklı bağımlı niteliğini, daha büyük üretim bi­ rimlerinin ve daha geniş piyasaların iktisadi gerekçelerini, dev­ let müdahalesinin artmasını, çokuluslu şirketlerin rolünü ve­ ya diğer benzer fetişleri inkar edemez. Ama aslına bakılırsa, bu etkenlerin otomatikman, "mantıken" siyasal veya tarihsel bir uluslararasılaşmaya şekil verdiğini söylemek mümkün değil­ dir. Bu yüzden de bu tür etkenleri, otomatikman etik yahut si­ yasal bir entemasyonalist pozisyonun temeli olarak kullanmak son derece anlamsızdır. Bu noktada açık bir benzerliğe dikkat çekmek yardımcı ola­ bilir. Uluslararası gerçekler ile "enternasyonalizm" arasında54

ki ilişki, gerçekte, milliyet ile "milliyetçilik" arasındaki ilişkiye benzemektedir. Her iki durumda da "-izm" ya da "-çilik" oto­ matikman veya doğrudan temsil ettiği gerçek tarihsel varlıklar­ dan kaynaklanmaz. Milliyetçilikler olmadığında da milliyetler vardı ve hala varlar. Milliyetçilik teorilerinin temel tezlerinden biri de halkların ve ulusların, "milliyetçiliği", tarihlerinin bel­ li bir aşamasında -genel olarak söylersek, 18. yüzyıl sonların­ dan itibaren- geliştirmeye başladıklarıdır. Daha erken zaman­ larda, (geriye dönüp bakıldığında) siyasal milliyet çağının işa­ retleri olduğu anlaşılan ve milliyetçiliği önceleyen sayısız feno­ mene rastlanabilir. Ama hakikatte, bu öncüllere bağlı sistemik bir karakterden -bir "-çilik" ten- sözetmek mümkün değildi. Genelleşme süreci, büyük burjuva devrimlerinin ve imparator­ luklarının dünyanın üzerine zorla boca ettiği Gelişme ve llerle­ me Çağı'yla başladı. "Milliyetçilik" , modern ve çağdaş tarihte yaşanan bu tür ge­ nel yön değiştirmelere verilen karmaşık, çok yönlü bir tepkidir. Etnik toplulukların veya halkların "doğal" bir özelliği değil, tersine (uzun vadeli bir perspektiften bakıldığında) son derece yeni ve yapaydır. Şüphesiz, bir doğallık ideolojisi geliştirmiştir. Ne var ki, bu, halkların doğuştan gelen bir doğası olmaktan zi­ yade, zorunlu olarak yaratılmış bir benlik imgesinin parçasıdır. "Enternasyonalizm" de aynı genellikte -ve tıpatıp aynı genel koşullar karşısında verilmiş- bir başka tepkidir. "Milliyetçilik" gibi, içinde yaşadığı benlik imgesinden çok daha muğlak ve karmaşıktır. Aslında, kapitalist uluslararasılık hem milliyetçili­ ği hem enternasyonalizmi doğurmuştur ve Napoleon'un Fran­ sız Devrim lmparatorluğu'nun yükselişi ve düşüşünden bu ya­ na, bu siyasal dünya görüşleri birbirleriyle kalıcı, huzursuz bir gerilim içerisinde var olmuşlardır. ideolojik olarak, milliyetçi­ ler kendi bağımsız kalkınma öğretilerinin temeli olarak sürek­ li ayn bir tarihe ve etno-dilsel mirasa işaret ederlerken, enter­ nasyonalistler dikkatimizi demiryollarına, Coca-Cola'nın son­ suz yükselişine, şirketlerin veya devletlerin mega-yapılarına, her yerdeki "aynı sorunlara" falan çekerler. Peki, bu teşhirlerle aslında ne yapmaktadırlar? 55

Enternasyonalizm Enternasyonalizm, milliyetçiliğin kavramsal evreninin organik bir parçasıdır. Her iki öğreti de açık bir şekilde sanayileşmeye dayalı kalkınmanın ve imparatorluğun modem çağından türer­ ler. Ama hangisinin genel olarak baskın olduğuna dair bir şüp­ he yoktur. Fransız fetihlerine karşı verilen büyük, çok-etnisite­ li tepkiden bu yana, neredeyse bütün devletlerin ve uluslarara­ sı devlet anlaşmalannın kaçınılmaz biçimi olarak defaatle orta­ ya çıkan, siyasal milliyet (political nationality) ilkesidir. Dolayı­ sıyla, enternasyonalizm, bu ilkenin zaferlerinin bir sonucu ola­ rak görülmelidir, tersi değil. Bu yüzden, enternasyonalizm geçmişin evrenselci inanışla­ rıyla çarpık ve uzak bir ilişkiye sahiptir. Elbette insan doğası­ na dair bu ruhani öğretiler ile entemasyonalistlerin sevdiği va­ azlar arasındaki benzerlikleri bulmak çok kolaydır. Fakat konu­ muz bakımından bizi daha ileri bir noktaya taşıyabileceklerin­ den emin değilim. Büyük dini hakikatler, özünde değişmeyen bir evren içerisinde, günah ve kötülüğün karşısında konumlan­ dınlırlar. Enternasyonalizm de değişen dünyanın -sanayi ve de­ mokrasinin birleşimiyle meydana gelen isyan, ayaklanma ve ba­ şarısız restorasyon dünyasının- durmak bilmeyen, yaygın ihane­ tiyle karşı karşıyadır. Enternasyonalizmin Şeytanı çok daha güç­ lüdür: olumsallık, (ortaçağ, feodalite, kavimler, etnisite ve ben­ zerine dayalı) tikelcilik, gerçekten de tekrar tekrar muzaffer olan yabani, akıldışı bir karanlık. Rahiplerin dünyasına özgü kötülük, en kötü felaketler esnasında bile hakem ve nihai karar verici ola­ rak varlığını koruyan bir tanrı tarafından yaratılmıştı. Entemas­ yonalistler o kadar şanslı değildiler ve şanslan daha da azalıyor. Entemasyonalistler ile "kozmopolitanizm" arasında da güç­ lü bir uyum olduğu söylenemez. Kozmopolitanizm, yukarıdan gelen medeni bir uluslararasılığın öncü kuvveti olduğuna ikna olmuş sanayileşme öncesi bir elitin içinde bulunduğu koşulla­ rı yansıtıyordu. Edmund Burke'ün6 dikkat çektiği üzere, koz6 56

Irlandalı politik teorisyen ( 1 729- 1 797). Fransız Devrimi'ne muhalefetiyle bili­ nir ve muhafazakar teorinin kuruculanndan kabul edilir - ç.n.

mopolitanizme göre, "dünyanın bu bölümünde neredeyse her­ kes için aynı olan bir adabımuaşeret ve eğitim sistemi" vardı; o kadar ki 18. yüzyılın sonuna gelindiğinde, "Avrupa'daki hiç­ bir yurttaş bu bölgenin hiçbir yerinde sürgün olamaz" ve kimse "kendini pek öyle yurtdışına çıkmış gibi hissetmezdi."7 Enter­ nasyonalistler bazen kozmopolit olduklarını düşünebilirler ve hatta sıklıkla aborjin sözcüleri tarafından bu köksüz kusuru iş­ lemekle suçlanırlar. Fakat bu tür fantezilerin gerçekle bir ilgisi yoktur. Aydınlanma yüksek sosyetesi, bu ideale temel oluştura­ bilecek son yan uluslararası toplumsal kasttı. Ancak 19. yüzyı­ lın ulusal devletler ve savaşlar dünyasında bu ideal büyük ölçü­ de yitip gitti. Sonrasında yalnızca birtakım marjinal, yerinden edilmiş gruplar ve entelektüeller -özellikle de Yahudi entelek­ tüeller- bu ideale bir zemin sağladı. Bu tür öncülleriyle uzak bağlan olsa da, enternasyonalizm esasen yeni ve içinde bulunduğu ulusal-kimlik dünyası kadar farklı bir olgudur. Enternasyonalizm bu dünyanın belli başlı te­ mel yönlerinin süreğen, kavgacı bir reddiyesi ve belli başlı kar­ şı-değerlerin -uluslararasılığa atfedilen değerlerin- süreğen fa­ kat müdafaada kalan savunusudur. Doğal olarak, bu uluslara­ rası ve ulusüstü niteliklere farklı içerikler atfedilmiştir. Liberal enternasyonalizm, bunların kapitalist veya serbest ticaret sis­ teminin -bu sisteme düzgün bir şekilde evrilme şansı tanındı­ ğı takdirde- tabii özellikleri olduğunu düşünüyordu. Proleter ve sosyalist enternasyonalizm ise bu sisteme karşı savunulma­ sı gereken ilkeler olduklarını düşünür: Sürekli kar ve burjuva çatışmalar uğruna kurban edilen demokratik-popüler bir miras sözkonusudur. Ne var ki, enternasyonalizmin her iki biçimiy­ le de hem bir antitez hem de hayali bir aşkınlık olduğu açık­ tır. Gerçekten var olan, etkin, fakat henüz hakim olamamış de­ ğerler ışığında günahkar bir dünya hüküm giymiştir. Ama gü­ nün birinde bu değerler hakim olacaktır. Tarihin kıymetihar­ biyesi de budur.

7

T.j. Schlereth, The Cosmopolitan ideal in Enlightenment Thought, Londra, 1977, s. 2. 57

Çıkış mı, Giriş mi? Enternasyonalist felsefe, ulusal veya etnik devletin gerçeklik­ leri arasında daha yüksek bir ortak zemin bulunduğunu ve en kutsal görevimizin bu zemine ulaşmak olduğunu ileri sürer. Ama bu zemine ulaşmak -haliyle- zordur. Bazı tarihsel eğilim­ ler bizi o noktaya taşıyor olabilir; başka tarihsel eğilimler ise yolu giderek daha tehditkar bir şekilde tıkamaktadır. Çok azı o noktaya ulaşabildiğinden sormak gerekir: Geride kalanlar için bu inancın işlevi nedir? Etnik anarşi karşısında merkezin uzun süre dayanamadığı bu dünyada, enternasyonalizm gerçekte ne anlama gelmektedir? Enternasyonalistler çok iyi indirgemeciler olarak tanınırlar. Hep milliyetin ikincil, hayali bir boyut olduğunu savunagel­ mişlerdir. Mesela ulusal mücadeleler, örtülü sınıf mücadelele­ ridir: Halk gerçek sorunlanyla yüzleşebilirse, bu sorunlann di­ ğer herkesinkiyle aynı sorunlar olduğunu görebilecektir, gibi. Enternasyonalizmi de benzer bir şekilde, ona hayat veren tek bir örtülü amaca işaret ederek indirgemek cazip gelir. Bu, en­ ternasyonalizme haksızlık etmektir. Enternasyonalizm bir tür şemsiye terimdir ve fikirleri çok-işlevlidir. Gelgelelim, bu dün­ ya görüşünün bir örtülü işlevinin var olduğu konusunda ısrar­ cı olmak makul gözükmektedir; sırf kendi kendini gerekçelen­ dirirken buna hiç yanaşmadığı için. Enternasyonalizm Fransa-Prusya Savaşı, Birinci Enternas­ yonal'in sonu ve (daha da belirgin bir biçimde) l 9 l 4'ten bu yana, dünyanın gidişatına ahlaki bir alternatif sunmaktadır. Fakat bu seçenek nadiren ve kısmen fiiliyata dönüştürülebilir olduğundan, görünürdeki niyetin gerçek niyet olup olmadığı­ nı sorgulamak gerekir. Günahkar dünyamızda bu tür bir çıkış (veya aşkınlık) bulma şansı hep az olmuştur. Öte yandan, bu dünyayla yüzleşme, sözümona bu hengameye orada boğulma­ mak ve ezilmemek üzere girme ihtiyacı da hep varlığını sür­ dürmüştür. Enternasyonalizm, özellikle sosyalistler açısından, bu tür gerçekliklere uyum sağlamanın takdire şayan bir yolu olmuştur. 58

Uyum, tanıma ya da tasvip etme anlamına gelmez. Bilakis, yaşamsal, içsel bir manada, tam tersi anlama gelebilir. Bireysel düzeyde, insanlar sıklıkla dışsal esnekliğe ve içsel aforoza baş­ vurarak korkunç ihlallere uyum sağlarlar. Davranışlannın ta­ mamına, içsel manada gerçekdışı olmayı sürdüren davetsiz bir misafir -bir hastalık, bir rakip, bir kayıp- hükmeder. Hayatla­ rı basit bir kaza, geçici bir zorluk olarak algıladıklan şeyler et­ rafında kurulabilir. lçsel kabul, genellikle yavaşça ve gönülsüz­ ce ama daha geç gerçekleşir. Her halükarda daha katlanılır bir biçimde gerçekleşir ve böylece itibardan çok daha fazlası zede­ lenmemiş olur. Bu sayede akıl sağlığı, hatta yaşama gücü -illa aynı dava uğruna olmasa da, mücadele etmeyi sürdürme kabili­ yeti- korunmuş olur. Ve bunun (açıkça) her şeyden önemli ol­ duğu düşünülebilir. Bu tür işlemlerin şüphesiz gülünç bir tarafı da olabilir. Çok da fazla üzerinde durmak istemiyorum ama bu olgu, bir ulusal hareket içerisinde yer almış insanlar için gözden kaçınlamaya­ cak derecede açıktır. Milliyetçilik yüce olan ile aptal olanı tek bir hareket içerisinde birleştirebilir; keza enternasyonalizm de bunu başanr. Genelde bu ihtimalin üzeri ruhani bir örtüyle ka­ patılsa da, enternasyonalizmin de aptallan ve kahramanlan ola­ bilir. Enternasyonalizm, en iyi halinden çok ötede, en kötü ha­ lindeyken, itiban kurtarmak kaygısıyla tahttan feragat etme ey­ leminden hallicedir. Herhangi bir şey başarma gücünü muha­ faza etmektense, devrimci bir öğretinin kutsanmış kemikleri­ ni korumayı hedefleyebilir. Aslında, kolaylıkla herhangi bir şey yapmaktan kaçınmaya ve bütün gerçek devrimlerde bulunan suç unsurundan bihaber bir şekilde, anıt mezan, milliyetçi van­ dallara karşı devamlı surette savunmaya dönüşebilir. Yoğun hoşnutsuzluk anlarında, lskoçya'daki enternasyo­ nalistlerimizin tamamını bu gözle görmeye meylederim. Ba­ na Ionesco'nun ]ack ya da Boyun Eğme oyunundaki Baba jack'i anımsatırlar. Oyunda, oğlunun ihaneti ve bencilliği karşısında sürekli şoka uğrayan bir aile reisi vardır; adeta bizim eski solun milliyetçiliğin yükselişiyle şoka uğraması gibi. Dolayısıyla, ba­ ba daima öfkeyle titreyerek ailesini "terk etmektedir" : 59

Ortak atalarımıza layık olmadığını göstermeye cüret ediyor­ sun. Katil! Baba katili! Burada bir dakika daha durmayaca­ ğım. Ben yumurta-atalarımıza8 layık olmayı sürdürmekte ka­ rarlıyım.

Ne var ki, bu topyekun ret onu sadece yan odaya, boş bir va­ liz toplama ritüeline götürür: Ne olursa olsun, burayı kaderine terk etmeye kesin karar ver­ dim. lşte bu kadar. Yan odaya valizimi toplamaya gidiyorum, sonra beni bir daha görmeyeceksin. Tabii yemek zamanlan ve gün içerisinde birkaç sefer, veya geceleri bazen bir bardak çay veya atıştırmalık için bulunduğum zamanlar hariç.

Oğul jack bütün bu velveleden pek etkilenmez. Bu saçma kavga diner ve kaçınılmaz olarak aynı derecede boş bir uzlaşı­ ya evrilir. Nihayetinde milliyetçilik o kadar da kötü değildir. lyi bir tarafı olduğu dahi söylenebilir ve kesinlikle tahammül edil­ melidir. Sonunda, yaşlı ve ilkeli veli, oğlunun da kumpir sevdi­ ğinin farkına varınca iyice körleşir: Oğlum, düşündüm taşındım, gel seni kucaklayayım (Kucakla­ maz). Hepsi geride kaldı. Seni reddetmekle ilgili söyledikleri­

mi geri alıyorum. Yeniden aileye, geleneğe, bütünlüğe ve tek parça patateslere geri döndün. (Jacqueline'e) Ama hal� bölge­ sel emellere inanmayı öğrenmeli. 9

Hiddetli inatçılık, yerini zayıf iradeli bir kabullenmeye, ar­ dından da telafi arayışına bırakır. Bu rutin, solun tarihinde o kadar sık yaşanmıştır ki! Gülmeli mi, ciddiye mi almalı; neyin, kim tarafından savunulduğuna bakar. Daha sonra göstermeye çalışacağım gibi, bu, çok da kolay bir şey değildir. Yanlış bilin­ ce milliyetçiliğin çadırlarında olduğu kadar enternasyonaliz­ min malikanesinde de yeterince yer vardır. Siyasal milliyetin karşı konulamaz patlamasına onurlu, aşa­ malı bir uyum ve sosyalizmin gayrimilli fikir dünyasından dön8

Eggcestors - ç .n

9

Eugene lonesco, ThtıUre, 1 . cilt, Paris, 1954, s . 96 ve devamı (yazann çevirisi) .

60

.

me: Enternasyonalizmin, teoride iddia ettiğinden farklı olarak, pratikte başardığı besbelli budur. Ama burada kısaca değinme­ min yeterli olacağı diğer işlevleri de var. Örneğin, 1848 Mani­ festo'sunda ıo öngörülen dünya edebiyatı ortaya çıkmamış ol­ masına rağmen, modem kültürün büyük bir kısmının ileri de­ recede uluslararası bir niteliğe sahip olduğu yadsınamaz. Elbet­ te sanatın hemen hemen tamamı ulusal bir üslupla üretilmek­ tedir ama diğer kültürlerle karşılıklı kontrast ve bu kültürlerin tesiri de sanat için yaşamsaldır. Ne mutlu ki tamamıyla yerli ro­ manlar, resimler ve fikirlere dair ultra-milliyetçi kavrayış yara­ rına söylenebilecek pek az şey vardır. Enternasyonalizm, bu zo­ runlu çapraz döllenmeye 1 1 bir katkı sunabilmektedir. Daha geniş anlamda, enternasyonalizm, basitçe, diğer halkla­ rı ve onların deneyimlerini ciddiye almanın bir yolu olarak gö­ rülebilir. Kozmopolitlerin aksine, çoğu insanlar arka bahçelerde yaşamaktadır. Elit olmayan siyasal ve kültürel varoluş kaçınıl­ maz olarak bu hamurla yoğrulmuştu. Sistematik bir dışa bakış ve soruşturmacı tavır ve farklı deneyimlerin anlamına yönelik yaratıcı bir arayış olarak enternasyonalizm, bu hakikatin sebep olduğu dezavantajlara karşı koymanın en değerli yoludur. Ak­ si takdirde, kaybolan, yalnızca kültür olmaz. İnsanların da ken­ di arka bahçelerini doğru anlayabilmeleri ancak bir tür karşı­ laştırma ve kültürlerarası perspektifle mümkün olabilmektedir. Yahut, ilkeyi daha etik bir bakış açısıyla ele alırsak, enter­ nasyonalizmin başka insanlara -doğal veya siyasal felaketle­ rin kurbanlarına, yabancı ülkelerin yoksunlarına veya adalet­ sizce mahkum edilenlerine- yardım etmeye yönelik faydalı ey­ leme zemin hazırladığını en katı gericiler hariç pek az kişi gör­ mezden gelebilir. Liberal, Hıristiyan ve sosyalist entemasyona­ listlerin bu anlamda çok ortak yönü vardır. Elbette bu tarz kar­ deşçe tutumların İncil'in özel bir yorumundan kaynaklanmadı­ ğını da belirtelim. Bu kendinden menkul gerçeklere değiniyorum, çünkü en­ ternasyonalizm eleştirmenleri otomatikman duygusuz, faşist ve 10 Komünist Manifesto - ı;.n. 11

Cross-fertilisation - e.n. 61

ruhsuz olmakla itham edilir. Gerçekte, bu zorunlu, dışa dönük süreçler, daha inançlı ve riayet gösteren türde enternasyonaliz­ min teşvik ettiği süreçler olsa da, hiçbir şekilde enternasyona­ lizme bağımlı değildirler. Bu ayrımı anlayabilmek için, bu öğre­ tinin daha "izm"ci biçiminin benzer koşullarda verebileceği za­ rarı hatırlamak yeterli olacaktır. Bir başka deyişle, arka bahçe­ lerinden doğrudan uluslararası üslubun bulutlarına sıçrayabi­ len sanatçıları, hakikatin evde kullanılmak üzere konteynerler içerisinde ithal edilebileceğine ikna olmuş düşünürleri ve kom­ şunun arazisinde herhangi bir şey yapabilmeyi "uluslararası mücadele" olarak görmeye başlayan aktivistleri düşünmek ye­ ter. Kısacası, bir diyalektik olarak işlev gören enternasyonalizm vardır, bir de hiç böyle bir şeye yeltenmeyen ("hep-aynıcılık"12 diye adlandırmak istediğim), daha katı, ruhani bir enternasyo­ nalizm vardır. Burada esasen bu ikinci türle ilgileniyorum. Dolayısıyla, modem enternasyonalizmin karanlık, deforme yönünün özü budur. Travmatik bir yenilgi onu olduğundan daha katı, daha fetişleştirilmiş bir öğretiye dönüştürdü. Ama sonrasında, yenilgi bittiği anda, dünya tarihinin Birinci Dün­ ya Savaşı'nı takip eden on yıl içerisindeki koşullan, bu görmüş geçirmiş fikirleri yavaşlatmadı. Bilakis, bu dönem Marksizmin Stalinizme ve anti-Stalinizme bölündüğü dönemdi. tlki Enter­ nasyonalizmi, kaçınılmaz olarak daha da teokratik bir çerçeve­ de, Sovyet Büyük Rusya devletinin hizmetine koşmak amacıy­ la gaspederken, ikincisi buna ve Devrim'e karşı diğer ihanetle­ re ya (bazı Batılı Marksistlerin yaptığı gibi) mesafeli ve karam­ sar bir tutumla, ya da uluslararası fikrin daha da idealleştiril­ mesiyle yanıt verdi. Devrim dalgası sadece geri çekilmekle kal­ madı; fantastik milliyetçi parodilerin, kitlesel destek gören kar­ şı-devrimlerin altında kaldı. Dolayısıyla, belli bir bilinç düze­ yinde 19 14, 1945'e kadar sürmüştü. Ve uzun vadeli etkilerinin -belli ki- bugüne kadar kaybolduğunu söyleyemeyiz. Yalnız­ ca l 789'unkilerle kıyaslanabilecek ölçüde uluslararası sonuçlar doğuracak başarılı bir Birinci Dünya veya ikinci Dünya devrimi bu denli güçlü ve fosilleşmiş bir yapıyı ortadan kaldırabilirdi. 12 All-the-sarneisrn 62

-

ç.n.

Enternasyonalizm ve Sınıf 24 Kasım 1912 Pazar günü, öğleden sonra, kutsal Basel Kated­

rali'nin bütün çanlan aynı anda çalmıştı. Bir zamanlar Basel'in, özgürlükleri ve zengin topraklanyla gurur duyan rahip Prens­ lerinin seslerinin yankılandığı eski kemerler altında çalan ve sonralan putkıranlann yarattığı kargaşaya ve Erasmus'un şe­ hirden kaçıp Freiburg'a sığınmasına da tanıklık eden bu çan­ lar, temiz kalpli bütün insanlar arasındaki kardeşliğin onuru­ na çalmaktaydı. Artık, sonbaharın bu son demlerinde, günde­ mindeki tek önergeyi -"uluslararası durumu ve savaşa karşı ey­ lem üzerine anlaşmayı"- görüşmek üzere bir araya gelen Enter­ nasyonal Sosyalist Kongresi'ni selamlamak için çahyorlardı. 13

Önerge, kısa süre içerisinde, 1914 yılının gerçekleri tarafından reddedilecekti. Fakat Humbert-Droz'un o dönemdeki bu ve da­ ha birçok olaya ilişkin anlatısı, bizlere enternasyonalizmin işçi sınıfı kitlelerinin büyük bir çoğunluğunun gözünde hala canlı bir inanç olduğunu hatırlatıyor. Merhum Neil Williamson, Britanya'nın Parçalanması ( The Break-up of Britain) adlı kitabıma dair eleştirisinde, aynı nok­ taya değinmişti.14 Beni, temelde yatan gerçek eğilimlerin orta­ ya çıkışını temsilen 1914'e çok fazla, yalnızca üç yıl sonra ger­ çekleşen Rus Devrimi'ne, bunun davayı yaymaya yönelik o ilk inancı tetikleyişine ve dünya genelinde uyandırdığı geniş des­ teğe ise çok az vurgu yapmakla suçlamıştı. 1 9 1 7'nin yarattığı tepkide, hala "entelektüellerin ve parti kadrolarının çok öte­ sine ulaşan evrensel bir bilinci" görmek mümkündü. "Bunlar, imkansız bir düzene dair hayaller, yanılsamalar değil, (aksine) sosyalist bir toplumun inşasına yönelik elle tutulur, uygun ya13 Jules Humben-Droz, L'Origine de l'Inıemational Communiste: de Zimmerwald a Moscou, Neuchatel, 1968, s. 7 (yazarın çevirisi). 14 lntemational, 4. cilt, 2. sayı (Londra, Kış 1977). Neil Williamson'un Ekim 1978'de bir kaza sonucu ölümü lskoçya ulusal ve komünist hareketleri açısın­ dan trajik bir kayıptı. Bana karşı dillendirdiği son sitemlerden birinde (görüş­ lerimin birçoğuyla hemfikir olmasa da) yeterince tutarlı bir putkıran olmadı­ ğımı düşündüğünü belirtmişti. Geçmişe dönüp bakarak onu onurlandırmaya çalıştığımı düşünüyorum. 63

pı taşlarıydı." Bu yapı taşlarının gerçekliği kendi ülkemizin ta­ rihinde de görünür bir hal almıştı. 191 7'den sonra lskoçya sa­ vaşa karşı şiddetli bir tepkiye sahne olmuştu ve bu isyankar ruh hali 1920'lere kadar sürmüştü. "'Kontes Markiewicz (Paskalya Ayaklanması'nın kadın kahramanlarından biri) 1919 yılında Glasgow'daki 1 Mayıs töreninde konuşma yaptığında, onu din­ lemeye 1 50.000 işçi gelmişti, fakat bu düzeydeki bir halk sefer­ berliği aslında bugünün ölçütlerine göre inanılmaz boyutlarda olan sahici bir siyasi kültürü yansıtıyordu. Gerçekten de Ku­ rucu Meclislere ilişkin tartışmalara, kendi kaderini belirleme hakkına yönelik ilkeli bir desteğe, emperyalist savaşa ve milita­ rizme karşı muhalefete, savaşın hemen ardından gelen dönem­ de sıklıkla rastlanmaktaydı. "15 Bunun ardından ise, Williamson'un vardığı sonuca göre, bu tepe noktasına kıyasla, l 920'lerde ve l 930'larda lskoç prole­ taryasının işçi Partisi'nin reformizmine teslim olmasında gö­ rülen bir "gerileme" yaşanmıştı. Gelgelelim, Williamson, "Na­ im'in teorik evreninde kendine yer bulamayan ihtimal, işçi sı­ nıfının bu tarz temel bir bilinci yeniden kazanabileceği ihtima­ lidir", der. Buna göre, 1914'ü esas dönüm noktası olarak ele al­ ma hatasını, milliyetçiliğin gücünün abartılması ve bunun so­ nucunda da sosyalizmin gelişimine dair genel bir kötümserlik takip eder. Halbuki 191 Tye bakılsa umut yeniden yeşerecek ve hiç yitirilmeyecektir. ihanet ve gerileme yaşanmış olabilir; ama prensipte hainlerden intikam alınabilir ve kaybedilen zaman telafi edilebilir. Williamson, l 9 l 4'ü aşırı vurgulamamı eleştirmekte haklıy­ dı. Ama bu vurgu polemik amaçlıydı ve aslında solun geniş ke­ simlerinin genelde hiç de eleştirel olmayan bir biçimde sürek­ li olarak 1 9 1 7'ye odaklandığını düşünüyor olmamdan türe­ mişti. Hatta böylesi bir odaklanma birkaç siyasi nesil boyunca "devrimci" olmakla neredeyse eş anlamlı kabul edildi. William15 Özellikle bkz. Walter Kendall, The Revolutionary Movement in Britain, 1900192 1 , Londra, 1968, 7. Bölüm, 'Clydeside in Wartime'; vejohn Maclean, in the Rapids of Revolution: Essays, Articles and Letters, 1902-23, (derleyen ve sunan) Nan Milton, Londra, 1978. 64

son'un bu "devrimci" duruşu yeniden ortaya koymasının -her zamanki gibi- etkili bir netliğe sahip olması ve enternasyona­ lizmin işlevini kendince vurgulaması bakımından değeri vardı. Birinci Enternasyonal devresinden -en azından- Üçüncü Enternasyonal'in Sovyet devlet iktidannın bir aygıtına dönüş­ tüğü ana kadar, Avrupa'nın işçi sınıfları arasında daha evren­ selci bir perspektifin yaygın olduğu şüphesiz doğrudur. Daha­ sı, buna eşlik eden kültür ve eğitimli özgüven, örneğin bugü­ nün Britanya lşçi Partisi standartlarıyla kıyaslandığında, ger­ çekten de dikkat çekiciydi. Fakat bu unsurlar, kuşkusuz, iş­ çi sınıfının gelişiminin özel koşullannı -genel hatlarıyla, ye­ ni oluşan proletaryanın kendisini doğuran toplumlara yönelik şiddetli bir yabancılaşmayı, hatta düşmanlığı tecrübe ettiği sa­ hayı- yansıtmaktaydı. Enternasyonalizm, nihai olarak milliyet­ çiliğe bağlı olsa da, 19. yüzyılın ilk yansında milliyetçiliği önce­ leyen bir öğretiydi.16 Bir ideoloji olarak yanşa önde başlamıştı ve çağdaş işçi sınıfının yükselişini önceleyen Aydınlanmış en­ telektüeller ve zanaatkarlar arasında güçlü fakat dar temellere sahipti. Dolayısıyla, işçilerin etkin bir biçimde gayrimilli bir fel­ sefenin mensubu olduklan ve kendi çikarlannı ulusal devletin korumasını beklemeyip kendilerinin koruduklan uzun bir ge­ çiş dönemi sözkonusuydu. Proletaryanın ulusallaşması, kaçınılmaz olmasına karşın, uzun sürdü. Bu süreç, güçlü etno-kültürel farklılıklann ve hızlı sanayileşmenin sebep olduğu sefaletin bulunduğu lskoçya ve­ ya Katalonya gibi çevre 1 7 bölgelerde, diğer yerlere kıyasla da­ ha da uzun sürdü ve 1917 ve sonrasının vahşi ayaklanmalanna imkan tanıdı. 1914- 191 7 ikilemi işte bu uzun vadeli perspek­ tiften değerlendirilmeyi hak eder. lkinci Enternasyonal'in çö­ küşüne "toplumsal üretim ilişkileri"nin gerçek evriminden ay­ n düşünülemeyecek temel süreçler neden olmuştu. Bu olguda hem trajediyi hem gerçek kazanımlan görmek mümkün olabi1 6 Bu noktaya dikkatimi çektiği ve enternasyonalizm üzerine ileride yayımlana­ cak olan çalışmasını birçok kez benimle tartıştığı için Fred Halliday'e müteşek­ kirim.

1 7 Peripheral - ç.n. 65

lirdi: Ancak bu ilişkilerin aldığı ulusal biçim kaçınılmazdı ve evrenselci ideolojinin erişebildiğinin çok ötesinde, derin bir ki­ şilik ve kültür düzeyinde işlemekteydi. Bu yüzden, l 9 l 4'ü her şeyden önce büyük bir ihanet olarak algılayan yorum, materya­ list değil, mahşeri bir yorumdur. Bu anlamda, yani entemasyonalist dünya görüşünün dayat­ tığı mutlak (ve dolayısıyla mitik) anlamda, ihanet ya da geri­ lemeden sözedilemezdi. Elbette, mit terk edildiği anda, onun şimdiye kadarki doğruluğunu kanıtlayacak büyük bir canlanış veya rövanş beklemenin gereği yoktur. Aynı şekilde, tarihi di­ ğer açıdan değil de bu mitin ışığında yorumlamada ısrarcı ol­ manın da gereği yoktur. Ne var ki, ta en başından miti kurtarmak için büyük ve anla­ şılır çabalara girişilmişti. En meşhuru ve en etkilisi, Lenin'inki­ dir. Fakat Rosa Luxembourg ve daha birçokları, bilinçli önder­ lik ve irade faktörüne aynı vahim vurguyu yapmak suretiyle ay­ nı çabaya girişmişti. Çöküş esasen ihanet olacağından, bu an­ cak bazı insanların farklı davranmasıyla engellenebilirdi. Her­ man Gorter'in Emperyalizm, Dünya Savaşı ve Sosyal Demokrasi (Der Imperialismus, der Welthrieg und die Sozialdemohratie) ad­ lı eserinde, bunun bütün açıklığıyla ortaya konduğu bir bölüm vardır. Gorter, "Proletarya nasıl olur da kendi çıkarlarını tama­ mıyla inkar edebilir?" diye sorar ve ekler: "Bunun nedenine ba­ kacak olursak, ilk bulgumuz proletaryanın burjuvazi karşısın­ da tek bir uluslararası varlık olarak nasıl müdahalede buluna­ cağını henüz bilmediği olacaktır. ikinci bulgumuz ise, proletar­ yanın büyük, uzun vadeli hedefler uğruna nasıl mücadele ede­ ceğini henüz bilmediği olacaktır. Proletarya ne yapması gerek­ tiğini bilmiyordu."18 Ve sayfalarca böyle devam eder. Peki, ne­ den bilmiyordu? Çünkü yanlış, kendi çıkarını düşünen lider­ ler kontrolü ele almış ve "işçileri, reformcuların hazırladığı hoş planlarla, ulusal sigorta ve vergilendirme önerileriyle, seçim ya­ sasıyla ve liberallerin yardımıyla elde edecekleri emeklilik ma­ aşlarıyla meşgul ederek" onlar arasındaki milliyetçi eğilimle18 H. Gorter, Der Imperialismus, 1915, İngilizce çevirisi Pannehoeh and Gorter's Marxism, (der.) D. A. Smart, Londra, 1978 içinde. İngilizce baskıdan alıntılandı. 66

rin gelişmesini teşvik etmişlerdi. O halde ne yapılmalıydı? Ger­ çek enternasyonalizm ilkesine geri dönerek, bir sonraki sefere bilmeleri sağlanmalıydı. Bir başka deyişle, "proletaryadan ön­ ce hareket eden, Avrupa ve Amerika ülkelerinden geçerek ekin eken bir dahi"nin bulunduğu o kurucu ana geri dönülmeliydi. O anda, "onlara Marx'ın beyninin eseri olan ve geleceğe giden yolu parlak meşaleler gibi aydınlatan adresleri gönderen tek bir programa ve onlara önderlik edecek tek bir yürütme erkine sa­ hiplerdi" . Williamson'un eleştirisinde (Gorter'den altmış iki yıl sonra) , aynı vurgu, sınıf bilincinin hiçbir şekilde kaçınılmaz olmayan "dramatik gerileyişi"nin "bilinçli faillerin mücadelesi sonucun­ da gerçekleştiği" iddiası olarak ortaya çıkar. Elbette aynı tür­ den bilinçli faillerin insanları enternasyonalist dünya görüşü­ nün daha "temel bilinci"ne yeniden yönlendireceğini söyleme­ ye gerek yok. Bu "temel bilinç" 1 9 terimi ilginçtir. Enternasyo­ nalizmi gelecekte yavaşça inşa edilebilecek bir yapı olarak de­ ğil, geçmişte sahip olduğumuz, milliyetçilikten daha doğal ve dolayısıyla hep kurtarılmayı bekleyen bir perspektif olarak var­ sayar. Bu, entemasyonalist kavramların milliyetçiliği önceledi­ ğini ileri sürmenin bir hayli ötesindedir: Aydınlanma'nın ro­ mantik-ulusal dönemden ve bu dönemin kitlesel popüler kül­ türünden önce gerçekleştiği doğru olsa da, önceliği, tabir caiz­ se, varoluşsaldır: Metafiziksel olarak temeldir ve selamete çık­ ması daima mümkündür, yeter ki. . . Enternasyonalizmin toplumsal-sınıf temeline ilişkin nasıl bir alternatif hikaye anlatılabilir? Aslında bu hikaye ortodoks ver­ siyonun satırları arasında halihazırda yazılmıştır. Bu evrensel­ leştirici bilinç, belli bir dönem için ve belli geçici şartlar altında bir kitlesel seferberlik tarzı sunabiliyor olsa dahi, ideolojik ba­ kımdan yalnızca entelektüeller için vazgeçilmezdir. Entelektü­ ellerin devrimci değişimin modem çağıyla baş edebilmek ama­ cıyla, çoğunlukla modemite öncesi malzemelerle icat ettikleri ve etkisini yitirdiğinde de tekrar kurtarmak zorunda kaldıkları bir şeydir. Bu, birtakım entemasyonalistlerin genelde milliyet19 Elementary consciousness - ç.n. 67

çi entelektüelleri tasvir etmek için başvurduğu o acıklı resim­ de olduğu gibi, sözkonusu entelektüellerin yalnızca "kendi çı­ karları doğrultusunda" hareket eden dar kafalı egoistler oldu­ ğu anlamına gelmez. Hayır, "kendi çıkarları" gerçekten de gi­ derek ahlaki ve yüreklendirici bir hal alan evrenselciliğin kah­ ramanca savunusuyla örtüşmüştü. Gerçekten de sahici bir ihti­ şamı olan bir gelenek, büyük ve eşsiz değerler tehdit altınday­ dı. Fakat başka değerler de vardı. Nitekim evrenselci değerler, melekler tarafından değil, insanlardan oluşan sosyal gruplarca, özgün (sınırları belli) bir öğretinin kaçınılmaz olarak kusurlu, giderek katılaşan ve iki arada bir derede kalan bir şekilde yeni­ den vurgulanması biçiminde savunulmaktaydı. Bu korkulu çaba enternasyonalizmi bir yenilgi felsefesi olma­ ya yönlendirmişti. Lenin, Gorter ve geriye kalanların teşhisle­ ri savaşın felaketleri içinde kök saldıkça ve Rusya'daki olaylar­ dan ötürü kısa bir süreliğine de olsa meşru göründükçe, belir­ gin bir şekilde, kapalı ve kendi kendini pekiştiren bir hal aldı­ lar. Bir önceki yüzyılın açık, geniş inançları -geleceğin yollarını aydınlatan meşaleler- artık kemikleşerek dogmatik kısır dön­ gülere dönüşmüştü. Yeni, adeta bir silahı andıran inanç siste­ minin, kısmen de olsa, proletaryanın ulusallaşması olgusunun bütün boyutlarını "bilememe" , anlayamamadan kaynaklandığı söylenebilirdi. Gerçek şu ki, Gorter'in epistemolojik dramı yal­ nızca entelektüeller arasında yaşanmıştı. Bilememenin yarala­ dığı ve musallat olduğu, bilinçli faillerin kendisiydi. Sonrasın­ da da bu ideoloji, sözkonusu gerçeklikleri anlamamanın olduk­ ça sistematik bir biçimine dönüşmek zorunda kalmıştı. Bu, ar­ tık, gerçeklikleri, sonsuza dek genişletilebilen, neredeyse şeyta­ ni bir "revizyonistler" ("reformistler" veya daha da basiti, "ha­ inler") kategorisi aracılığıyla, kabul edilebilir, ideal dünyanın dışına süren bir ideolojiydi. Bu, birçok tanıdık psikolojik ikilemi doğurmaktadır. Yurt çapındaki yenilgileri hareketin uzak diyarlardaki zaferleriyle amansızca aynı terazide tartan o entemasyonalist tarikat men­ subunu kim tanımaz ki? Onun ulusal proletaryası hep bir düş kırıklığı, bir yüz karasıdır. Fakat tamamıyla yok sayamayacağı 68

için, abartılı bir uzak görüşlülükle durumu daha yenilir yutu­ lur bir hale sokmak zorundadır. Devrim daima bir başka yerde daha iyi bir biçimde ortaya çıkmıştır. İnsanlığın Kurtuluşu için, uzaklardaki köylü halklar, (sözde) "kalkınmış" işçilerden daha fazla uğraşmaktadırlar. Bu düşünme tarzını pek az kişi mantık­ sal sonucuna vardırır: yurtta ulusal nihilizm, geriye kalan her yerde (ve giderek artan bir psikolojik kopuklukla aşağı yukan aynı oranda) romantizm. Bu uçlan ve bunların solcu duygular üzerindeki tesirini herkes bilir. Ne yazık ki, enternasyonalizm bu hürmetkar biçimiyle böy­ lesi bir şizofreniyi tetiklemektedir. Hep-aynıcılık olarak, bu, bulunduğum yerdeki (tıraşsız yerli olarak) Ben yerine, Devri­ min bulunduğu yerdeki (Aberdeen veya Neusiedl Gölü'nde­ ki tıraşsız yerli değil, Uluslararası Devrimin Öznesi olarak) Ben'in, Devrimi daha güçlü bir şekilde destekleyebileceği fikri­ ne çıkartılan daimi bir davettir. Yurdun anlaşılmaz, kurşun gibi ağır olumsallığından kaçan Ben (Devrimci Özne) -kendini gö­ rünür kılmayı yeğlediği herhangi bir yerde- zorunluluğu, ya­ ni tarihin ve dolayısıyla kendimin anlamını keşfederim. Karan­ lık etrafımı sararken Akıl bir başka yerde muzafferdir. Haliyle bu yabancı zaferlerle (Devrimci Özne olarak) kurduğum son­ suz "dayanışma" bağı sayesinde (tıraşsız yerli olarak) bir baş­ kasının hayatını yaşamam oldukça kolaydır. Malta palamudu­ nun köpekbalığıyla kurduğu bu "dayanışma" sayesinde, enter­ nasyonalizmin bir ayağı hala Hegel'in mezanndadır. Entemasyonalistlerin salınımlarını da öğretinin bu Dünya Tini tarafı -bir yenilgi mistisizmi- açıklar. Ortaçağ tikelciliğiy­ le doldurulmuş bütün hareketlerin (buna kısaca bütün hare­ ketler de diyebiliriz) bütünüyle reddedilmesi gerektiği konu­ sunda (elbette diğer şartlar eşitken) bu denli net olan entemas­ yonalistler bir anda şu veya bu ayaklanmanın kurtuluşa dair birtakım özellikler barındırdığını keşfederler. Ne var ki, "Dün­ ya Tinine layık" sertifikası gönülsüzce verilemez. Bir kez veril­ diği anda, bu onur belgeleri mutlakıyete uzanır. Bu yüzden fi­ ilen siyahtan beyaza doğru bir sıçrayışa mecbur kalınır. Geç­ tiğimiz haftanın geçmişe saplanmış, barbarizmi geri getirme69

ye çalışan Ruritanyalı devrimcileri, bir hafta sonra hak etmedi­ ği zulme maruz kalmış bir halkın asil kahramanlarıdır. Geçti­ ğimiz hafta kendilerine hiç merhamet gösterilmezken, bu hafta her türlü kusurdan anndırılırlar ve bütün etnik sivrilikleri bir­ den "anlaşılır" olur. Hakikat bundan daha sade olsa gerektir. Onların (ve diğer bütün ulusal hareketlerin) bu iki karakteri aynı anda bünyele­ rinde barındırmış olmaları ve barındırmayı sürdürdükleri kuv­ vetle muhtemeldir. Gelgelelim, Enternasyonalizmin bir ca­ mı koyu gri, diğeri tozpembe gören kullanışsız gözlükleri bu tarz eleştirel, süreğen bir muhakemeye olanak tanımaz. Ki­ şi, bu gözlükleri taktığı anda, yalnızca sendeleyerek ilerleyebi­ lir ve odaklandığı cama göre bir o yana, bir bu yana savrulur: Bu, diyalektiğin bir sarhoşun gözündeki sokak gösterisi versi­ yonudur. Bu ikilemden kaçmayı mümkün kılan tek mantıklı çıkış yo­ lunu anarşizm sunar. Anarşizm ilkesi, devlet biçimlerinin ta­ mamını insanlık dışı bir lanet olarak gördüğünden, milliyetçi­ lik anlamsızlaşır. Marksistler ise bu yüce çıkış yoluna asla gi­ remezler, çünkü kusurları her ne olursa olsun, meseleye siyasi açıdan bakarlar ve devrimin en azından bir süreliğine bir dev­ let biçimi almak zorunda kalacağını kabul ederler. Böylece dev­ let sorunu (ister ulusal, ister başka türlü olsun) önem arz etme­ ye ve ıstırap çektirmeye devam eder. 1914'ün üzerinden yanın yüzyıl geçtikten sonra dahi, Marksizm ve Milliyetçi l i h teki20 de­ nemelerde olduğu gibi, tartışmayı sürdürmek zorunda kalır­ lar. Hersh Mendel'in Bir Yahudi Devrimcinin Anılan'nda21 yaz­ dığı gibi, "yalnızca anarşist düşünce temiz kalır" , çünkü hiç­ bir iktisadi kalkınma teorisini temel almaz. "Saf insanlık ah­ lakı" bu düşüncenin tek temelidir ve yalnızca bu saflığa ina­ narak hakiki sosyal devrimin çağına girmekte olduğumuzdan emin olabiliriz. Bu dönüm noktasının, sosyal demokratları, savaşı, lkin­ ci ve Üçüncü Entemasyonalleri aşan daha derin bir tarihi var'

20 Marxismus und Nationalismus, Hamburg, 1978. 21 Memoirs of a]ewish Revolutionary, Londra, 1 989. 70

dır. Bu tarihin kaynağı, muhtemelen "proleter enternasyona­ lizm" akıntısını doğuran daha büyük nehire uzanmaktadır. Ba­ tılı entelektüeller, kültürel öncüllerinin tanımı gereği, kendile­ rini hep evrenselciliğin failleri olarak görme eğilimindedirler. Hıristiyanlık ve Musevilik, Antikite'nin yeniden icat edilen me­ sajı ve sonunda Aydınlanma'yla birlikte nihai dünyevileşme bütün bunlar onlann kullandığı dilin gramerini oluşturur. Öte yandan, kapitalizmin gerçek yükselişi, bu dilin sürekli olarak lehçelere bölünmesinden ibaretti. Milliyetçi Babil, bu dilin bü­ tün derin yapılarını tehdit etmiş, çarpıtmıştı. Modem entelek­ tüeller, kültürel yeniden üretimin, kendi varlıkları içerisinde bu çelişkiyle mücadele etmek zorunda kalmış olan yaşayan ak­ törleridir. Bu büyük ikilemin, gerek Hıristiyan veya liberal dü­ şünürleri gerekse sosyalistleri etkilemiş olmasına rağmen, en çok sosyalistleri etkileyebilecek olmasının bariz bir nedeni var­ dı. Ne de olsa, onlar, Marx'ın evrensel proletarya mefhumu va­ sıtasıyla, kurtuluşun en açık formülünü nereye gitseler bera­ berlerinde taşıyorlardı. Bu mefhumun başarısızlığının tarihsel materyalizmin ve sos­ yalizmin aksinin kanıtlanması veya reddedilmesi anlamına ge­ leceğine olan (hatalı) inançları yüzünden, panik içerisinde en­ ternasyonalizm savunusuna yöneldiler. Böylece, her tür ileri­ ci düşüncenin önemli bir parçası olan şey, bir mutlak değer, emir ve tabunun değiştirilemez bir karışım1 olarak yüceltil­ miş oldu. Siyaseten ifade edilirse, bu, Lenin'in "küresel ölçek­ te güçlü bir şekilde merkezileştirilmiş, yan askeri disiplini ve katı ideolojik birliğiyle bir dünya partisi"nin önderlik edeceği­ ni düşündüğü,22 revizyonizmin şeytanlarıyla mücadele etme­ nin ve l 9 l 4'ün tekrarlanmasını engellemenin tek yolu olarak gördüğü dünya devrimi teorisinden başka bir şey değildi. T eo­ rik olarak ise, birbiriyle yakından ilintili iki tür histerik körlü­ ğe yol açmaktaydı. Birinci körlük, düşmanın, yani milliyetçili­ ğin dünyasını anlamaY1, onun muğlaklığını ve çelişkilerini da22 Femando Claudin, The Communist Movemrnt: From Comintem to Cominform, lngilizce çev., Londra, 1975, s. 91. [Türkçesi: Komintem'den Kominform'a, çev. Yavuz Alogan, Belge Yayınlan, lstanbul, 2003] 71

ha iyi kavramayı reddetmeyi içeriyordu. Şeytanların, doğala­ rı gereği, herhangi bir muğlaklığa sahip olamamaları gibi, çe­ lişkilerden de coşkuyla arınmış olmaları beklenirdi. Diğer kör­ lük ise, "liderler"in, "bilinçli failler"in, ideolojik olarak yöneti­ len "parti kadroları"nın ve benzerlerinin gerçekte, madden, ne anlama geldiğini algılamaya karşı bir isteksizlikti. Gramsci'ye varana kadar entelektüellere dair maddi bir teorinin başlangıç noktalarından dahi sözetmek neredeyse imkansızdı (bunu ge­ liştirmek 1950'lere kadar mümkün olmayacaktı). Entelektüel­ ler çok fazla yükün altındaydı. Eğer sosyalizmin barbarizm kar­ şısındaki şansı yalnızca onların narin omuzlarına yüklenmiş ol­ saydı, gerçekten de melek olmamaları beklenemezdi.

Lenin ve Kendi Kaderini Tayin Edememe Çağdaş enternasyonalizmin çarpıklıklarına giden yolu, 20. yüzyılın başlangıcından 1915'e kadar geçen yıllarda, Lenin dö­ şemişti. Yukarıda, konuya dair kutsal metinlere dönüştürülen canlı polemiklerden birinden, Uluslann Kendi Kaderlerini Ta­ yin Hahhı'ndan (19 14) alıntı yaptım. Fakat önemli bir kısmı dı­ şarıda bıraktım. Lenin şöyle demişti: "Diğer şartlar eşitken,23 sınıf bilincine kavuşmuş proletarya daima daha büyük devle­ ti temsil edecektir" , Ortaçağ'dan kalma tikelciliğe karşı savaşa­ caktır vesaire. Argümanın yapısı tamamıyla "sınıfın diğer bü­ tün tarihsel kategoriler karşısındaki mutlak üstünlüğü" fikrini temel alır.24 Devlet ne kadar büyük ve iktisaden gelişmiş olur­ sa, sınıf mücadelesinin de o ölçüde önem kazanacağı aşikardır. Gelgelelim -Lenin ve diğer Orta ve Doğu Avrupalı sosyalistle­ rin birçoğunun çok iyi bildiği üzere- bahsi geçen "diğer şart­ lar", konuyu ilgilendiren anlamda, nadiren "eşir''tirler. 191 7'ye kadarki yirmi yıl içerisinde sosyalist düşüncenin evrimi, bütü­ nüyle, gerek Çarlık ile Habsburglar karşısında gerekse Batı'nın 23 Other things being equal - ç.n. 24 Georges Haupt, 'Les marxistes face a la question nationale: l'histoire du prob­ leme', Les Marxistes et la question nationale, 1 848-1914, Paris, 1974, Michael Löwy ve Claude Weill ile birlikte, s. 12. 72

daha yeni sömürge imparatorluklarında yükselen milliyet mü­ cadelelerinin zemininde gerçekleşmişti. Bütün dünyada insanlar, coşkuyla kendi tikelciliklerini or­ taya koyuyorlardı. lşin iyi tarafı, emperyal tiranlıkları tahtla­ rından etmeye yardımcı olmalarıydı. Ama aynı zamanda, ulu­ su sınıfın üstüne koyuyorlardı ki bu hiç de iyi değildi. Birinci ve lkinci Enternasyonal hareketlerinin ortodoks entemasyona­ lizmiyle yetişenlerin gözünde bu, acı, içinden çıkılmaz bir iki­ lemdi. Planlanandan farklı olarak sürüyor olmalarına karşın bu devrimci hareketleri yok saymak veya uygun bulmamak sözko­ nusu değildi. Üstelik devrimi mümkün kılacak ölçüde ortalığı karıştırabilirlerdi. Yine de bu ayaklanmaların hakim ideolojisi, liderlikleri ve kısa vadeli etkilerinin birçoğu Marksistlerin ka­ bul edemeyecekleri türdendi. Lenin, bu ikilemden kurtulmanın, o zamandan beri bu ko­ nudaki görüşlere ışık tutan dahiyane bir yolunu buldu. Buna, genelde, bütün ulusların mutlak surette sahip olduğu kendi ka­ derlerini tayin etme (self-determinasyon) hakkına dair Leninist ilke olarak değinilir. Halbuki bu ifadenin kendisi, tesadüf ese­ ri ve ikincil önemde olmayan bir biçimde, muğlak ve yanıltı­ cıdır. Hatta muğlaklığa yol açan unsurların sözkonusu pozis­ yonun özüne dair olduğunu söyleyebiliriz. Kabaca söylersek, ortodoks görüş, ulusal hareketleri aynı anda hem desteklemiş hem de desteklememiş olacağı uygun bir yönteme ihtiyaç duy­ maktaydı. Seçeneklerini kalıcı olarak açık tutmasına yarayacak kıvrak ve gösterişli bir pozisyonsuzluğa muhtaçtı. Lenin bunu sağlamıştı. Leninist, "Halklar elbette kendi kaderlerini tayin etme konu­ sunda mutlak, devredilemez bir hakka sahiptir", diye buyurur. Fakat halkların bu jest karşısında teşekkürlerini sunmalarına fırsat vermeden (gününe göre, ya memnuniyetle, ya da gergin bir biçimde) şunu ekler: "Elbette, mevcut vakada bu hakkın sa­ vunulmasını doğru bulmuyoruz." Bir şekerin gözünün önünde sallanıp sonra da geri çekilmesinin yarattığı çocuksu hoşnut­ suzlukla baş edebilen halk, "neden olmasın" , diye düşünür. Ne var ki, ileride, bu devredilemez hakkın fiilen verilmesi veya ta73

nınmasında mevcut koşullann daima yaşamsal bir rolü olduğu belli olur. "Devredilemez" , "dile getirilemez" olarak düşünü­ lebilir. Hakkın kullanımına ilişkin tam yetkinin verilmesi için patentlenmiş bir ilerici Ulusal Kurtuluş Mücadelesi bulunması gerekir. Bu izin alınmaksızın, ne yazık ki, en fazla, daha büyük uluslararası mücadele karşısında körü körüne tikelciliğinde ıs­ rar eden dar görüşlü, burjuva ve gericiliğe meyleden bir milli­ yetçilik vakası olunabilir. Dolayısıyla, genel ilke, bütün milliyetçi mücadele ve hare­ ketlerin kötü olduğunu, ancak özel ve pragmatik olarak tanım­ lanabilen şartlar altında bazılannın -sadece bir süreliğine ve ni­ telikleri iyice belirlenmiş bir şekilde- iyi olabileceğini söyler. Bu şartlar genelde yeterince ağır ve büyük emperyalist zulüm durumlarında gerçekleşir. Yalnızca çekilen ızdırabın bir kota­ yı yeterince doldurması, bir ulusal mücadeleyi meşru kılabilir. Böylesi bir zulüm sürdüğü sürece, baskı altındaki halkın sınıf bilinci ve sağlıklı bir enternasyonalizm uyannca "normal" ge­ lişimi mümkün değildir. "Bu zulümden mümkün olan en kı­ sa zamanda kurtul" , diye çıkışır Leninist ve heyecanla ellerini ovuşturarak, "ki gerçek devrime başlayabilelim", der. Yalnızca minimum ve ihtiyati bir süre boyunca "ilerici" olunabilir. Bu sürenin ardından izin geri alınır. Artık ödev, (yeni oluşmuş) ulusal elite karşı koymak ve "bütün ulusların birleşmesi"ne doğru ilerlemektir. 1914 yılında, Lenin, bunun evlenme ve boşanmadan farksız olduğunu söylemişti. "Kendi kaderini tayin etme (self-determi­ nasyon), yani aynlma özgürlüğünü destekleyenleri aynlıkçılığı özendirmekle suçlamak, boşanma özgürlüğünü savunanlan ai­ le bağlannı yok etmeyi teşvik etmekle suçlamak kadar aptalca ve riyakar bir suçlamadır. "25 Herkesin kendi evlilik bağını orta­ dan kaldırma konusunda mutlak ve devredilemez bir hakkı var­ dır. Ancak, diğer şartlar eşitken, makul bir şekilde kurgulanmış bir dünyada, bu hak ne kadar az kullanılırsa o kadar iyidir. Ev25 The Righı of Nations ıo Self-deıerminaıion, 1 9 14, Collecıed. Works, 20. cilt. [Türkçesi: Uluslann Kaderlerini Kendilerinin Tayin Hakkı, çev. Ferit Burak Ay­ dar, Agora Kitaplığı, lstanbul, 2012) 74

lilik kaide olmayı sürdürmekte ve bu tür istisnalara imkan ta­ nındığı ölçüde, korunmakta ve hatta güçlenmektedir. Katılma­ ma hakkına sahibiz; ama sadece en kısa sürede (ki Lenin bunun çok yakın bir gelecek olduğuna inanıyordu) temelli katılmak için. Uluslararası devrim bizi özgür, kalıcı ve sağlıklı birliklerin bulunduğu daha iyi bir devreye taşıdıkça, ne mutlu ki bu geçi­ ci ayrılma ve ego-olumlama devri kısa zamanda sona erecektir. Diğer şartlar nadiren "eşit" olduğundan -ne de olsa, denge­ sizlik, kapitalist gelişmenin koşuludur- Lenin ya da diğerleri­ nin yetmiş yıl önce hayal edebildiklerinden çok daha fazla is­ tisna bulunduğunu söyleyebiliriz. Dünya istisnalarla dolu. Her geçen gün, daha da fazlası tehdit ediliyor. Erle Hobsbawm, ya­ kınlardaki bir Leninizm savunusunda, Marksistlerin, sürekli olarak, ilerici (veya "bir süreliğine ilerici" , "çok da fena değil" , "kurtarıcı yönleri olan") ulusal hareketler "kategorisini geniş­ letmek" zorunda kaldıklarını teslim etmişti. Gerçekten de ka­ tegori, "20. yüzyıl ulusal hareketlerinin büyük çoğunluğu"nu -hatta açıkça silahlı emperyalist şovenizm türlerinin çatışması olarak kabul edilen Nazi saldırganlığı karşısındaki Fransız ve lngiliz tepkisi gibi doğası gereği uygunsuz olan adayları bile­ kapsayacak kadar genişledi.26 Özetle, entemasyonalist pozisyon, birkaç milliyetçiliği misa­ fir odasına davet etmeyi uygun kılacak pragmatik nedenler ara­ makla işe koyuldu ve dışarıda kalmış olanlar var mı diye telaş­ la etrafına bakınır duruma geldi. Elbette, sürgün Hırvat hare­ keti gibi, asla içeri alınmayan, kurtarılamayacak derecede kö­ tü çocuklar da vardır. 27 Bu esnada, Balkanlaşma var kuvvetiyle ilerliyor. Hobsbawm, adeta somurtarak, "Birleşmiş Milletler'in yakında Saksonya-Coburg-Gotha ve Schwarzburg-Sondersha­ usen'in 20. yüzyıl sonlarındaki muadillerini bile içerebilece­ ği" sonucuna varır. Baba jack o kadar sık ve o kadar faydasızca köpürdü ki insan hala devam edebilmesine şaşırıyor. Aslında kendisini ayakta tutan önemli bir hakikat var. Gerçekte, savu26 E. J. Hobsbawm, 'Some Reflections on The Break-up of Britain', New Left Revi­ ew, 105. sayı, Eylül-Ekim 1977. 27 Bu, 1979-1980 kışında yazılmıştı. 75

nulan ilke, bütün bu istisna, anomali ve taviz çığından hiç ya­ ra almadan kurtulmuştur. Üstelik bir daha asla bu çığın altında kalmayacak. Hobsbawm bunu belirtmese de proleter enternas­ yonalizmin ve sınıf mücadelesinin üstünlüğünün Çarlık ve Ha­ bsburglar altında olduğu kadar, bağımsızlığını yeni kazanmış Coburg-Gotha'da da tutkuyla savunulacağı neredeyse kesindir. Tabii bu maddi gerçekliğe değil, söyleme dair bir hakikattir. Bu hakikat, ulusal ya da sınıfsal mücadelelere dair bir gizemi de­ ğil, yalnızca Lenin'in maharetle yeniden tasarladığı enternasyo­ nalizmin tuhaf mantığını yansıtır. 1 9 1 4 sonrasındaki enternasyonalizmin kutsanmış bir ilke etrafında kurulmuş kapalı, kendi kendini pekiştiren doğasına yukarıda değinmiştim. Dünyevileşmenin bu şekilde gerileme­ si, sözkonusu genelleme veya yasanın, koruma amaçlı olarak, gerçeklikle doğrudan temasının hissettirmeden engellenmesiy­ le meydana gelir. Ama bu da yasanın, aksinin kanıtlanamıyor olmasından daha fazlasına gerek duyduğuna işaret eder. Yasa­ yı destekleyen sözde şeytani kategoriler her bir istisnayı bir tür kanıta dönüştürür; aksi yönde kanıta değil. Bir ilkenin gerçek­ likle açık bir ilişki içerisinde kalması ve yeterli sayıda istisna veya olumsuz örneğin ortaya çıkması durumunda, sözkonusu ilke ortadan kalkar (ya da basitçe unutulur) . Ama ilke kutsallık mertebesine tercüme edildiği anda, istisnalar sadece günahkar­ lığın yeni örnekleri olurlar. Günah ne kadar büyükse, hakikat de o kadar kıymetli olur. Her bir Balkanlaşma trajedisiyle, ilke bütün tazeliğiyle yeniden vurgulanır: Bu tür trajediler yalnızca uluslararası sınıf mücadelesiyle engellenebilir - yeter ki reviz­ yonistler ve dar görüşlü milliyetçiler bu kez durdurulabilsin.

Enternasyonalizmin Canavarlar Kitabı Eğer enternasyonalistler sadece işlerin aniden düzeleceği umu­ duyla mücadeleye devam eden, kayıp bir ideal dünyanın yiğit savunucuları olsalardı, felsefeleri daha sempatik, fakat daha az önemli olacaktı. Ama hakikat bundan ibaret değildir. Kavram­ sal bir kör noktadan, yani enternasyonalizm ile milliyetçiliğin 76

tuhaf bir biçimde birbirlerinin özdeşi ikiz ideolojiler oldukla­ rını algılama isteksizliğinden dolayı bunun farkına varılmıyor olabilir. Halbuki ikisi de tek ve genel bir modem düşünce dün­ yasının parçalandır. Sosyalistlerin hep başvurdukları geleneksel imgeye göre, milliyetçilik o düşünce dünyasının Bay Hyde'ıdır. 28 Milliyetçi­ lik, modemitenin ld'i, bizim dirilmiş, çılgına dönmüş arkaiz­ mimiz, Marx'ın 1843'te teşhir ettiği baştan çıkarıcı fakat tehli­ keli orman kaçkınıdır. Marx onları "Özgürlük tarihimizi tari­ hin ötesinde, ilkel Cermen ormanlarında arayan Cermenoman­ yaklar" olarak tarif etmiş ve "Bırakın da şu kadim Cermen or­ manlarını huzur içerisinde terk edip" kusursuz devrime, (pro­ letarya sayesinde) "Cermenin kurtuluşunun insanın kurtuluşu olduğu", olayların o saf toplumsal hareketine odaklanalım, de­ mişti.29 Halbuki ne Almanya'da ne başka bir yerde ormanlar­ dan kurtulmak o kadar kolay olmadı. Ne de milliyetçilerin bu gerçeği unutması kolay oldu. Peki, Dr. jekyll ne alemde? Burada esasen, başkalarının nadi­ ren sorduğu bu soruyla ilgileniyorum. Bizlerin, yani "soldaki­ ler"in onun tarafında olduğu varsayılır. Tuhaflıklarını görmez­ den geliriz. Yalnızca korkunç sinirsel tiklerin sekteye uğratabil­ diği kusursuz bir dindarlık içerisinde ebediyen gerginliğe mah­ kOm, garip bir Protestan figürdür o. Azıcık orman kokusu, işa­ ret parmağını hiddetle sallamasına yeter. Halini ve koku duyu­ sunu muhafaza etmek için günde iki kere banyo yapsa da dün­ ya hiç tatmin edici değildir. Bunun sebebinin içinde bir yerler­ de, belli belirsiz farkında olduğu, tatmin edici olmayan bir şey olduğunu hissetmeden edemez insan. Ve genelde de o şey oradadır. Çoğu Dr. Jekyll'ın içinde bir Hyde vardır, tıpkı Bay Hyde'ların büyük çoğunluğunun için28 Naim, lskoç yazar Roben Louis Stevenson'un ( 1850-1894) klasik eseri Dr. ]ekyll ve Bay Hyde'ın Tuhaf Hikılyesi'ne (çev. Kaya Genç, lletişim Yayınlan, ls­ tanbul, 2014) gönderme yapıyor - ç.n.

29 Marx ve Engels, Collecıed Worhs, 3. cilt, Crilique of Hegel's Philosophy of Right ın 'Giriş' kısmından, s. 1 77-187. [Türkçesi: Seçme Yapıtlar 3, çev. Arif Gelen, M. Kabagil, Kenan Somer, V. Erdoğdu, ô. Ünalan, Mihri Belli ve Sevim '

Belli, Sol Yayınlan, Ankara, 2000] 77

de bir jekyll olduğu gibi. Bunun gösterdiği tek şey, farklı kat­ larında ikamet ettikleri modem dünya görüşünün temelinde yatan karşılıklı bağımlılıktır. En kudurmuş şovenist bile bir tür "entemasyonalist"tir. Bu olgu, nasyonalizminin "izm"inde kaydedilmiştir. Milliyetçilik, şovenistin kendi ormanlarını uluslararası tanınmışlığın, kabul görmüşlüğün ve gerçekliğin genel düzlemine taşıması ya da en azından taşıma çabasıdır. Milliyetçilik, o düzleme ulaşmak için daha büyük bir boyundu­ ruktan kurtulma kavgası verme pahasına büyük ana akıma ka­ tılmak anlamına gelir. Entemasyonalistler ise, aynı şekilde ka­ çınılmaz olarak, bu dünyanın gerçekliğinde daima şu veya bu ormanın ağaçlarıdırlar. Bu nokta, aygıtın nasıl işlediğini görmek açısından çok önemlidir. Hobsbawm'ın geleceğin Saksonya-Coburg-Gotha'sı hakkında söylemeyi unuttuğu bir şey daha vardır. Tabiatıyla, yeni mini-devlet içerisinde, etnik milliyetçi savların tipik cep­ hanesini kullanarak eski dukalığın haklarının restorasyonu­ nu talep edecek olan Gothalı bir ayrılıkçılık olacaktır. Fakat bu provokasyon, Coburg'da, özellikle Saksonya-Coburg-Gotha Komünist Partisi'nin, Saksonya-Coburg-Gotha (Marksist-Leni­ nist) Komünist Partisi'nin, IV. Enternasyonal'in Saksonya-Co­ burg-Gotha Birimi'nin ve benzerlerinin (genellikle Coburglu olan) liderleri ve düşünürleri tarafından öfkeyle reddedilecek­ tir. Coburg başkentinin sert büyükşehir atmosferinde, bütün bu entemasyonalist reddiyeler doğal karşılanacaktır; fakat Got­ halıların gözünde hakikatin öteki yüzü daha görünür olacaktır - sonuçta, bunlar, kendi statükolarını ve (Gothalıların özlem­ lerini bastırmaya devam etmeyi de içeren) tikel çıkarlarını meş­ ru göstermeye çalışan Coburglulardır. Coburg, Gotha'dan daha büyüktür. Bu sıkıcı coğrafi ve de­ mografik olgudan derin manevi sonuçlar doğar. Ne de olsa, modem "büyükşehir"in tanımının yaşamsal bir parçası da en­ telektüellerin burada öbekleniyor ve işliyor olmalarıdır. Dola­ yısıyla, entemasyonalist vaizler şu ya da bu bölgenin veya azın­ lığın hedeflerinin kesinkes genel harekete veya uluslararası sı­ nıf mücadelesine veya sadece devrime tabi kılınması gerektiği 78

emrini verdiklerinde, bu tür eğilimlerin takip edilebileceği tek yerin, normal olarak, kütüphaneleriyle, kolejleriyle, siyasi top­ lantılarıyla, hareketli gazeteciliğin yankı odalarıyla, kafeleriyle, salonlarıyla ve benzerleriyle büyükşehir olduğuna şüphe yok­ tur. Başkent, bu anlamda, alçakgönüllü yerlileri evrenselci ba­ sınca dönüştüren bir aygıttır. Başkent, kişinin artık şuralı ya da buralı (Coburglu, Fransız, ABD'li) olmadığı, Üstinsan ve Zeit­ geist'la doğrudan ilişiği olan, Olimposlularla temas kurarak ya­ n ilahlaşan bir Özel Ajan olduğu yönündeki kati yargıyı besler. Yukarılardan bakıldığında, Ortaçağ'dan kalma tikelcilik va­ dileri arasından yükselen sis perdesinin ardında, Tarihin bü­ yük hareketi ve önemi ayırt edilebilirmiş gibi görünür. Aşağı­ dan bakıldığında ise, tek görünen, ne yazık ki, bilindik numa­ ralarıyla, olup bitenden habersiz şovenist Büyük Güç takımı­ dır. Tikelci bataklıklardan bakıldığında, enternasyonalizm ola­ rak ilan edilen şeylerin %90'ı örtülü, yan örtülü, bazen de apa­ çık büyükşehirli çıkarcılık ve saldırganlıktır. "Büyükşehir" kül­ türü, merkeziyet ve sorumluluk mefhumlarını aşılayarak işlev gören bir kültürdür. Bu mefhumlar ise, örneğin biri "Bir Ame­ rikan olarak değil, bir sosyalist olarak konuşuyorum" dediğin­ de öne çıkan varsayımlardır. Aksi mümkün olabilir miydi? Devrimci Günahtan bu ya­ na modem tarihin tamamı kendi doğasını bu diyalektik içeri­ sinde tekrarlıyor. Süreci Fransız ve lngilizler başlatmıştı. Dün­ yanın geriye kalanına yalnızca kendi emperyalist iktidarları­ nı değil, aynı zamanda (sırasıyla) devrimi ve sınai ilerlemeyi ihraç ettiklerine ikna olmuşlardı. Paris'i ve Londra'yı merkez alan tikel halklar, kendilerini medeniyetin misyonerleri ola­ rak algılamaktan geri duramıyorlardı; kendi halindeki yerli do­ ğaları uluslararasılığa yükselmişti. Ama gerçekte (ve ne mutlu ki, uzun vadede) kimse yerli doğasını kaybedemez: Bu, tarih­ sel materyalizmin merkezi önemde ama gözden kaçırılan haki­ katidir. Elbette gırtlağına Fransız ya da lngiliz çizmesi dayan­ mış herkes, bu hakikati, teoride olmasa da pratikte kavramıştı. Tabiatıyla, enternasyonalistler emperyalizmi reddederler. Fakat sorun şu ki, 1914 sonrası ortodoksi kendini sistematik 79

bir biçimde Büyük Güç fahişeliğine uygun hale getiren, fazla­ sıyla büyükşehirli bir forma sabitlenmiş durumdadır. Bunun en berbat örneği, Stalin'in ve "Tek Ülkede Sosyalizm"in zaferi­ nin ardından enternasyonalist öğretinin Sovyet devletince sa­ hiplenilmesiydi. O andan itibaren - o dönemden kalan bir Sov­ yet belgesinin sözleriyle: "Enternasyonalizmin temel anlamı, her Marksist-Leninist partinin, özellikle de iktidarda olmaları halinde, hareketin bütününe karşı sorumluluğunun bilincinde olması gerektiğidir. Sosyalizme giden özgül, 'bütünüyle ulusal' yollar tasarlamak ve sosyalist inşanın ortak yasalarını inkar et­ mek, davaya zarar verebilir. "30 "Hareketin bütünü'' , "ortak yasalar" , "dava" - tamamı, ya­ bandan olmasa da, Sosyalizmin Anavatanının başkentinden bakıldığında rahatlıkla ayırt edilebilen şeyler. Üçüncü Enter­ nasyonal, gerçekten var olan bir Büyük Gücün yöneten sını­ fının aygıtı olmuştu. Ama enternasyonalizmin büyükşehir ya­ nılsamasının işlemesi için böyle gerçek bir büyükşehre de ge­ rek yoktur. Paris'i, Moskova'sı, Pekin'i olmayan enternasyona­ listler görevlerini sürdürebilmek adına yanlarında bir nevi ma­ nevi büyükşehir taşırlar. Yabancılaşmış evrenselciliğin bu tor­ tusu -(sosyalist) insanlığın kalıntısı- hala gözü kara özgülcü­ leri ve milliyetçileri aforoz etmeye yetmektedir. Ne de olsa, in­ sanlığın kurtuluşunu müjdeleyen devrim, merkeziyetin ve so­ rumluluğun ete kemiğe bürünmüş halidir; tikelciliğin orman­ larından kaçmak için atılan, Marx'ın (kendi deyimiyle) "nihai salto"sudur.31 Nihai saltonun nerede ve kim tarafından atılaca­ ğını bilmesek de, mesela Gallilerin, Baskların veya Gothalılann kendi acayip, özgül, küçük devrimleriyle sosyalizme giden yol­ da öncülük edemeyeceklerinden peşinen emin olabiliriz. Troçkistler ve diğerlerinin, enternasyonalist öğretilerin Mos­ kova ve Pekin tarafından sahiplenilmiş olmasından küçümse­ yerek bahsetme huylan vardır. Onların aklındaki resimde, şo­ venist hain revizyonistlerden veya büyük devlet bürokratlarınIO

I' . N . Fc