Komintern Belgelerinde Türkiye [3 ed.]
 9786057707628

Citation preview

Doğu Perinçek •

KOMINTERN BELGELERiNDE TURKIYE •

••

• KAYNAK

YAYINLARI

----





KAYNAK

YAYINLARI

----

Doğu Perinçek

KOMİNTERN BELGELERİNDE TÜRKİYE

Kaynak Yayınlan No: 971 Yayıncı Sertifika No: 42150 ISBN: 978-605-7707-62-8 Geliştirilmiş 3. Basım: Nisan 2020 Genel Yayın Yönetmeni

Tunca Arslan Editör

Tunca Arslan Sayfa ve Kapak Tasanm

Fatma Yalçın

Baskı ve Cilt

Murat Yalçınkaya - Assum Basım ve Mücellit Maltepe Mah. Davutpaşa Cad. Güven İş Merkezi B/Blok 315 Zeytinburnu/İst. Tel: 0212 613 00 01 Sertifika No: 42010

IC> Bu kitabın

yayın haklan Görev Kitap ve Yayıncılık Ticaret Limited Şirketi'nindir.

Eserin bütün hakları saklıdır. Yayınevinden yazılı izin alınmadan kısmen veya tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.



GÖREV KİTAP VE YAYINCILIK TİCARET LİMİTED ŞİRKETi Kuloğlu Mh. Gazeteci Erol Demek Sk. Erman Han No: 5 /10 Beyoğlu 34433, İstanbul

KAYNAK www.kaynakyayinlari.com • [email protected] YAYINLARI Tel: 021 2 252 21 56-99 Faks: 021 2 249 28 92

Doğu Perinçek •

KOMINTERN BELGELERiNDE TURKIYE •

••



İÇİNDEKİLER

Geliştirilmiş 3. Basıma Önsöz

13

I.BÖLÜM DOGU SORUNU, KURTULUŞ SAVAŞI VE LOZAN

29

Mustafa Suphi'nin Konuşması

31

Aykuni / "Türkiye Ermenileri, Taşnaklann Uzağı Göremeyen ve Maceracı Politikalarının Kurbanı"

32

Komünist Enternasyonal'in Balkan ve Tuna Ülkeleri Proletaryasına, Bulgaristan, Romanya, Sırbistan ve Türkiye Komünist Partilerine Mesajı

35

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi / İran, Ermenistan ve Türkiye'nin Ezilen Halk Kitlelerine

41

Ermenistan Komünist Partisi / "Müslümanlara Yönelik Kırım Politikası, Ekonomik Amaçların Dışında Esas Olarak Siyasi Amaç Taşıyor"

46

İsmail Hakkı Paşa / Milliyetler ve Sömürgeler Meselesi Üzerine Konuşma

48

Doğu Milletleri Kurultayı / Enver Paşa'nın Bildirisi Üzerine Karar

50

Mihayl Pavloviç / Türk Komünistlerinin Ölümü

52

A.R. / Yunan-Türk Savaşı

56

Mihayl Pavloviç / Türkiye'de Komünist Hareket

62

Süleyman Nuri / Doğu Meselesi Üzerine Tartışma

71

Heinz Neumann / Ankara Antlaşması'nın Etkisi

73

Arthur Rosenberg / Doğu Üzerine Bezirganlık

78

Karl Radek / Cemal Paşa'nın Öldürülmesi

82

Heinz Neumann / Doğu'da Bozulan Denge

86

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi / Türkiye Halkına Barış, Avrupa Emperyalizmine Savaş

90

Cai Ho Shen / Milliyetçi Türk Partisinin Zaferini Kutlama

93

A. Bolgar / Yakındoğu'da Bunalım

95

M. N . Roy / Türk Zaferi ve Doğu

98

Karl Radek/ Petrol Işığında Boğazlar Sorunu

103

Lozan Konferansı

111

Ravesteyn / Doğu Sorunu Üzerine Tartışma

113

Komünist Enternasyonal 4. Dünya Kongresi Kararı / "Doğu Meselesi Üzerine Tezler "

147

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi Raporu

149

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi / Türkiye Komünist Partisi

150

Al-Palieux / Türkiye Üzerine Emperyalist Pazarlık

151

Komünist Balkan Federasyonu Yürütme Komitesi / Balkan Ülkelerinin İşçi ve Köylülerine

154

Komünist Enternasyonal Üye Kontrol Komisyonu Raporu

159

Orhan [Sadrettin Celal) / Türkiye Komünist Partisi Üzerine Konuşma

160

Komünist Enternasyonal 4. Kongresi Kararı / Türkiye'nin Komünistlerine ve Emekçi K itlelerine!

165

Komünist Enternasyonal 4. Kongresi Versay Barış Antlaşması Üzerine Karar

167

Orhan [Sadrettin Celal) / Doğu Meselesi Üzerine Tartışma

168

Roy / Doğu Sorunu Üzerine Tartışma

172

Webb / Doğu Sorunu Üzerine Tartışma

181

Kari Radek / Doğu Sorunu Üzerine Tartışma

185

Kari Radek / Lozan Konferansı

193

Dr. H . Stürner / Mezopotamya Petrolleri

197

Orhan [Sadrettin Celal] / Kemalizmin Yeni Yönelişi

206

H. Kabakciyev / Balkanlar'da Durum

210

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi / Dünyanın Bütün Devrimci İşçi ve Köylülerine Çağrı

215

M. N. Roy / Lozan Konferansı

218

L. Karahan / Türk Kadınının Kurtuluşu Mücadelesi İçin Mustafa Kemal'e Selamlama

224

A. Lozovski / Lozan ve Ruhr

225

Türkiyeli Komünistlere Açılan Dava

228

Arthur Rosenberg / Lozan'daki Yeni Konferans

229

1. Amter /

233

Lozan Buhranı ve Petrol Kavgası

Hristo Kabakciev / İstanbul'dan Mektup

236

Eric Verney / İstanbul'da Komünist Sanıkların Davası Aklanmayla Sonuçlandı

240

Henri Saulmier / Türkiye'de Yeni Tutu klamalar

242

Henri Paulmier / Türkiye'de Temmuz Olaylan

243

S. Brike / Lozan Konferansı

245

Komünist Enternasyonal Köylü Konseyi / Doğu Ülkelerinin ve Sömürgelerin Köylülerine Çağrı

264

il. BÖLfiM KEMALİST DEVRİM VE KARŞIDEVRİMCİ AKIM

269

Versay Sisteminin Lozan'da Tasfiyesi

271

G. Astakhov / Yeni Türkiye'de Tutuculara Karşı Liberaller

272

Şefik Hüsnü Değmer / Demokratik Devrimin Yeni Evresi

275

R. A. / Emperyalizm ve Yeni Türkiye

283

P. Kitaigorodsky / Türkiye'de Karşıdevrim Başkaldırıyor

284

G. Astakhov / Yabancı Emperyalizm ve Türkiye'de Karşıdevrimci Hareket

286

M. N. Roy / Halifeliğin Kaldırılması

288

A. / Halifeliğin Kaldırılması ve İngiliz Emperyalizmi

293

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi / Türkiye Komünist Partisi

296

Manuilski / Milliyetler ve Sömürgeler Meselesi Üzerine Rapor

298

Faruk [Ali Cevdet] / Milli Mesele ve Sömürgeler Üzerine Konuşma

300

Fevziye / Komünist Enternasyonal Kadınlar Kongresi'nde Konuşma

306

L. Geller / Sömürge ve Yarısömürge Ülkelerde İşçi Hareketi

307

Kürdistan'daki Ayaklanmanın Anlamı

309

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi / Kürdistan'da Ayaklanma-Doğu Raporu

311

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi / Türkiye'de Hükümet Değişimi

316

Woitinski / Çin'de Devrimci Hareketin Eğilimleri ve Guomindang Partisi

318

S. Brike / Türkiye'deki Ayaklanma ve Hükümet Bunalımı

319

Ad./ Kürdistan'daki Ayaklanma

323

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi / Türkiye'de Karşıdevrimci Ayaklanma

326

Irandost / Ortadoğu'daki İngiliz Politikasının Yeni Rotası

332

B. Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] / Yeni Türkiye'de Komünist Soruşturması

336

Irandost / Sovyetler Birliği İle Türkiye Arasındaki Antlaşma

339

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi / Doğu'daki Devrimci Hareketin Meseleleri

342

P. Kitaigorodsky / Türkiye'de İşçi Hareketi

344

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi / Doğu Ülkelerindeki Devrimci Hareketler-Türkiye

356

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi / Doğu Ülkeleri Konusunda Rapor

359

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi / Kadınlar Sekreterliği Doğu Ülkeleri Konusunda Rapor

360

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi / Doğu Ülkelerinde Devrimci Hareketler-Türkiye

362

B. Ferdi [Şefik Hüsnü] / Türkiye İle İngiltere Arasındaki Çatışma

365

J. B. / Irak'taki Gelişme

371

K. Just / İsmet Paşa Kabinesinin Bir Yılı

373

B. Ferdi [Şefik Hüsnü] / Türkiye'nin Ekonomik ve Mali Durumu

376

B. Ferdi [Şefik Hüsnü] / Türkiye'de Yabancı Sermaye Yatırımları

382

Irandost / Türkiye İle İran Arasındaki Antlaşma

387

Irandost / İngiltere İle Türkiye Arasındaki Musul Anlaşması

390

S. Iranski / Türkiye'de Gerici Bir Darbe Denemesi

394

B. Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] / İzmir Suikastını Hazırlayan Sebepler ve Suikastın Sonuçları

398

Irandost/ Milletler Cemiyeti ve Doğu

410

B. Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] / Türk Milliyetçiliğinde Devrimci Dalganın Geri Çekilmesi

414

B. Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] / Türkiye'de Siyasi Mücadeleler

421

B . Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] / Türkiye'de İşçi Hareketi

427

B. Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] / Arabistan'daki Siyasal ve Toplumsal Hareket

431

B. Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] / Türkiye'de Komünist Hareket

437

B. Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] / Türkiye'de Komünist Hareket ve Emekçilerin Durumu

442

Ferdi Yoldaş [Şefik Hüsnü Değmer] / Uluslararası Durum ve Komintern'in Görevleri Üzerine -1

446

Ferdi Yoldaş [Şefik Hüsnü Değmer] Uluslararası Durum ve Komintern'in Görevleri Üzerine -2

447

P. K . / Türkiye

452

B. Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] / Türkiye Köylüsü ve Kemalist Devrim

454

B. Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] / Çin Meselesi

468

B. Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] / Kemalizm Kapitalist Gelişme Yolunda

475

B. Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] / Çin Devrimi Kemalist Yolu İzleyemez

488

J. Kitaigorodsky / Türkiye'de İşçi Sınıfının Durumu

496

Kızıl Sendikalar Enternasyonali Yürütme Kurulu / Türkiye'deki Sınıf Sendikalarını Koruyalım!

504

Ali Rıza / Kemalistlerin Türkiye İşçi Hareketine Uyguladığı Terör

506

Türkiye'de "Komünist Tertip"

509

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi / Komintern'in Görevleri ve Uluslararası Durum

513

Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu Raporu / Ortadoğu-Türkiye

515

Rothstein / "Sömürgelerde Devrimci Hareketin Sorunları"

520

Fahri [Baytar Ali Cevdet] / Sovyetler Birliği'nin ve SBKP'nin Durumu ve Meseleleri üzerine

521

Omura / Sömürgelerde Devrimci Hareket Meselesi

522

Fahri [Ali Cevdet] / Sömürgeler Meselesi Üzerine Tartışma

523

Komünist Enternasyonal Programı'nda Türk Devrimi

528

P. Hasanoğlu / Türkiye'de Durum: Komünistler Üzerindeki Terör Artıyor

530

S. Bedri / Türkiye'de Kadınların Uyanışı

533

111.BÖLÜM EMPERYALİZM VE BÖLÜCÜ AYAKLANMALAR

535

B. Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] / Doğu Milliyetçiliği Emperyalizm Önünde Diz Çöküyor

537

Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] / 25 Türk Komünistinin Hayatı Tehlikede

548

P. Chattopadhyaya / Sovyetler Birliği'ne Karşı İngiliz Savaş Üssü Olarak Irak

550

M. L. / Kürdistan'daki Olaylar Üzerine

554

M. L. / İngiliz Emperyalistlerinin Kürt Sorununa Müdahalesi

557

S. Gastow/ Türkiye'de Siyasi Durum Üzerine Kemalizmin İkiye Bölünmesi

559

B. Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] / Türkiye'de Muhalefetçilik Oyununun Perde Arkası

564

B. Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] / Türk Burjuvazisi İçindeki Siyasi Mücadeleler

567

Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] / Türkiye'de 1 Ağustos

570

B. Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] / İkinci Emperyalist Balkan Konferansı ve Perde Arkası

572

TKP Geçici Merkez Komitesi / Türkiye'deki Komünist Mahkiimlann Açlık Grevi

575

Süleyman/ Türkiye'de Hapisteki Komünistlerin Yiğitçe Sürdürdüğü Açlık Grevi

577

Hapisteki Siyasilerin Açlık Grevi

581

Fahri [Ali Cevdet] / Siyasi Durum ve Komünist Partisi'nin Görevleri

582

B. Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] / Kemalistlerin Yeni Soruşturma Dalgası

589

S. Mustafa /Asuri ''Ayaklanması" ve İngiliz ve Fransız Emperyalistlerinin Oyunları

591

B.F. [Şefik Hüsnü Değmer] / Kemalist Diktatörlüğün Çizmesi Altında (Zindandaki 200 Komünisti Kapsam Dışı Bırakan Af)

598

Ferdi Yoldaş [Şefik Hüsnü Değmer] / Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi 13. Genel Toplantısı'nda Konuşma

601

Romanya, Yugoslavya, Bulgaristan, Yunanistan ve Türkiye Komünist Partileri Balkan Paktı Üzerine Açıklama

606

Rundschau / İstanbul'da Açılan Dava

611

Pravda / Türkiye'nin Güvenliği ve Boğazlar Rejimi

613

Litvinov /Montrö Konferansı'nın Açılışında Konuşma

615

Journal De Moscou /Boğazlar Konferansı'nın Yeniden Toplanması Konusunda Sovyetler Birliği'nin Tutumu

618

Gabriel Peri /Montrö Konferansı

620

Litvinov /Montrö Konferansı'nın Kapanışında Konuşma

624

İzvestiya /Boğazlar Anlaşması Üzerine

627

Rasim Davaz [ İsmail Bilen] /Yeni Bir Kürt Ayaklanması

629

Rasim Davaz [İsmail Bilen] / Faşist Almanya'nın Türkiye'de Yayılması

633

i. Erdem /Türk Halkı Cumhuriyetin Bağımsızlığının Bekçisidir

647

M. Akın /Nazi Ajanları İşbaşında

650

Cumhuriyetçi Türkiye ve Faşist Almanya

653

İSİM DİZİNİ

659

KAVRAM DİZİNİ

665

GELİŞTİRİLMİŞ 3. BASIMA ÖNSÖZ

Bu kitapta yer alan yazı, konuşma ve belgeler, Komünist Enternasyonal ya­ yın organlarının Almancaları taranarak bulundu. Almanca kaynaklarda yer almayan dört yazının başlığına ise Komünist Enternasyonal'in Fransızca ya­ yımlanan organlarına gönderme yapan başka yayımlarda rastladık. Onları da derlemeye aldık. Bunlar yanında Mehmet Perinçek'in Rusya arşivlerinde bula­ rak Rusçadan çevirip yayımladığı Komintern belgelerini de elinizdeki kitapta bulacaksınız. Komintern'in Yayın Organlan

Belgelerin derlendiği kaynaklar şunlardır: - Protokolle der Kommunistischen Internationale; 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7. Welt­ kongresse (Komünist Enternasyonal Tutanakları, 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7. Dünya Kongreleri). Die Kommunistische lnternationale (Komünist Enternasyonal) Komintern'in aylık yayın organı. INPREKORR -Internationale Presse-Korrespondenz- (Enternasyonal Basın Haberleri), Komintern tarafından haftada birkaç kez yayımlanan bülten. - La Correspondence Internationale (Enternasyonal Basın Haberleri der­ gisinin Fransızcası).

- Rundschau (Görünüm), Komintern'in yayın organı. - Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi bünyesindeki Marksizm-Leninizm Enstitüsü Merkez Parti Arşivi olan Rusya Toplumsal Siya­ sal Tarih Devlet Arşivi'nde (RGASPİ) bulunan Rusça belgeler. - Komintern'in yayımladığı çeşitli rapor, karar, tutanak ve belgeler. Frankfurt Goethe Üniversitesi Kütüphanesi'nde ve Almanya'nın ancak bir­ kaç önemli kütüphanesinde tamamı bulunan ve on binlerce sayfa tutan Al­ manca yayın ve belgeleri, Türkiye'ye ilişkin tek bir satır bulabilmek için sayfa sayfa çevirerek dikkatli bir gözle taradık. Bu belgelerden bazıları, 1970'li yıllar­ da Aydınlık ve Halkın Sesi dergilerinde yayımlandı. Rus Devlet Arşivlerindeki Komintern belgelerini ise, Mehmet Perinçek'in ki­ taplarından aldık. Eski Basımlar

Komintern'in yayınlarında yer alan Türkiye üzerine bütün yazı ve alıntıları bir dizi kitapta derleme işine 1977 yılında giriştik. Diziyi, o zaman altı kitap olarak tasarlamıştık. İlk dört kitap Aydınlık Yayınları tarafından okuyucuya sunuldu: 1. Boğazlar Meselesi Lozan ve Montrö, Mart 1977. 2. Kürt Milli Meselesi, Mart 1977. 3. Şefik Hüsnü, Komintem Organlarındaki Yazı ve Konuşmalar, Ağustos 1977. 4. Türkiye Komünist ve İşçi Hareketi, Mart 1979. Araya 12 Eylül 1980 rejimi girince, 5. kitabı yayımlama görevi, 1985 yılın­ da Kaynak Yayınları'na düştü: 5. Komintern Belgelerinde Türkiye Kurtuluş Savaşı, Ekim 1985. Dizide 6. sırada yayımlayacağımızı ilan ettiğimiz Kemalist İktidar (19231938) başlıklı kitabın metni ise, 12 Eylül koşullarında kaybolmuştu. Bu nedenle yazıları Almanca ve Fransızca asıllarını bularak yeniden çevirdik. Oçüncü Geliştirilmiş Basım

Elinizde bulunan Üçüncü Geliştirilmiş Basımda bütün belgeleri, yeni bul­ duklarımızı da ekleyerek tek bir kitapta topladık. Belgeleri tarih sırasına göre yayımlıyoruz. Konulara göre araştırma yapacak olanlara yardımcı olmak için kitabın arka­ sına bir kavram ve isim dizini ekledik.

Komünist Enternasyonal ve TKP

Komünist Enternasyonal, 1919 yılı Mart ayında Lenin'in önderliğinde kurul­ du, 1943 yılında kendisini dağıtma kararı alıncaya kadar 24 yıl faaliyette bu­ lundu. Bu faaliyete Türkiye'nin komünist örgütlenmeleri de katıldı. Komünist Enternasyonal Kongrelerine katılan Türkiye delegelerini Komintern Tutanakla­ rını inceleyerek saptadık. 1. Dünya Kongresi Komintern'in 1. Dünya Kongresi, 2-19 Mart 1919 tarihleri arasında Moskova'da toplandı. Bu Kongre'ye Türk Komünist Teşkilatlarını temsilen Mustafa Suphi katıldı. Ancak, Türkiye Komünist Partisi henüz örgütlenmemiş olduğundan Mustafa Suphi'nin yalnızca söz hakkı vardı. Mustafa Suphi'nin kongrede yap­ tığı konuşmanın metni, Komintern Tutanaklarının Almanca basımlarında bu­ lunmuyor; ancak Rusça basımda yer aldığını çeşitli kaynaklardaki alıntılardan öğreniyoruz. 1 Burada o alıntılara yer veriyoruz:

"Burada, Moskova'da, bütün dünyanın geleceğini değiştirecek olan Üçüncü Enternasyonal'in Büyük Kongresi'nde konuşmak, ezilen Türk köylüsü ve işçi sınıfı adına konuşmak, kurtuluş, hürriyet, eşitlik ve kardeşlik için konuşmak, emperyalist canavarlardan çekmediği kalma­ yan Türkiye halkı adına konuşmak en büyük bir kıvanç, en büyük bir saadettir. "2 "Doğu'da devrim, yalnız Doğu'yu Avrupa emperyalizminden kurtarmak için değil, Rus devrimini desteklemek için de gereklidir. 113 "Dünya ihtilalinin gelecekteki seyrinde Türk proletaryası şerefli bir mev­ ki işgal edecektir. "4 2. Dünya Kongresi Komintern'in 2. Dünya Kongresi, 19 Temmuz-7 Ağustos 1920 tarihleri arasın­ da Petrograd'da toplandı. Türkiye Komünistleri bu kongrede karar oyuna sahip

2 3 4

Mustafa Suphi'nin yaptığı konuşmanın Komintern Tutanaklan'nda yer aldığı anlaşılıyor. Ancak bu tutanaklar Rusça yayımlanmış. Almanca tutanaklarda oy hakkı na sahip olmayan delegelerin konuşmalarının çevrilmediğini tahmin ediyoruz. George S. Harris, Türkiye'de Komünizmin Kaynaklan adlı kitabında Komünist Enternasyonal'ın 1. Kongresi'ne ait Rusça tutanaklardan M. Suphi'nin konuşmasının bir cümlesini aktarmaktadır, s.76. TKP'nin Doğuşu, Kuruluşu ve Gelişme Yollan, broşür, 1969. George S. Harris, Türkiye'de Komünizmin Kaynaklan, çev. Enis Yedek, Boğaziçi Yayınlan, İstanbul, 1979, s.76. Y. N. Rozaliyev, Mustafa Suphi, Kavgası ve Düşünceleri, İnfo·Türk Ajansı (broşür), Brüksel, 1974, s.6.

üç delegeyle temsil ediliyordu. Bu delegelerin adları şöyleydi: " İsmail Hakkı Paşa" takma adıyla konuşan Hilmioğlu İsmail Hakkı "Slanitzki" ya da "Sla­ wutski" takma adıyla anılan bir delege (gerçek adı bilinmiyor) ve Nihat.5 Bu kongrede Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi'ne (EKKI / KEYK) Türkiyeli bir komünist de seçilmiştir. Komintern belgelerinde adı "Schatz­ kin" ya da "Shatskin" diye geçen bu kimsenin gerçek adı belli değildir.6 Hilmioğlu İsmail Hakkı, 2. Dünya Kongresi'nin 28 Temmuz 1920 tarih­ li 5. oturumunda Sömürgeler Sorunu üzerine konuştu. Türkiyeli delege­ ler, Komintern'in çeşitli komisyonlarında görev aldılar. İsmail Hakkı Tarım Komisyonu'nda, Slanitski ise Milli Sorun ve Sömürgeler Komisyonu'nda çalıştı. 3. Dünya Kongresi

Komintern'in 3. Dünya Kongresi, 22 Haziran-12 Temmuz 1921 tarihleri ara­ sında Moskova'da toplandı. Bir sonraki kongreye katılacak delege sayıları her kongrede belirleniyordu. 2. Kongre'de Türkiye'nin delege sayısı dörde çı­ karılmıştı. Ancak, 3. Dünya Kongresi'ne Türkiye'den üç delege katıldığı an­ laşılıyor. Bu delegeler Şefik Hüsnü, Süleyman Nuri ve Sadrettin Celal'dir.7 4. Dünya Kongresi

Komintern'in 4. Dünya Kongresi 5 Kasım-5 Aralık 1922 tarihleri arasında önce Petrograd'da toplandı, sonra Moskova'da devam etti. Bu tarihte Türkiye'de biri İstanbul, diğeri de Ankara'da olmak üzere iki Ko­ münist Partisi vardı ve Komintern her iki partinin de delege göndermesini karar­ laştırmıştı. Ankara'daki partinin (Türk Halk İştirakiyyun Fırkası), Komintern'e gönderdiği altı delegenin ancak dördü kongreye katıldı. Bunlar, Salih Hacıoğlu, 8, Nizamettin Nazif (Tepedelenlioğlu), Z. Nuşiveran ve İsmail Hüsrev Tökin'di.9 İstanbul'daki partinin (Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası) delegeleri de, Ve­ dat Nedim (Tör), Sadrettin Celal (Antel) ve Sakallı Celal'di. Türkiye delegasyonunun sekreterliğine "Orhan" takma adıyla kongreye ka­ tılan Sadrettin Celal seçildi. Sadrettin Celal, 23 Kasım 1922 tarihli 20. oturum­ da "Doğu Sorunu" üzerine bir konuşma yaptı. Sadrettin Celal, Komintern'in 5

6 7

8 9

Mete Tunçay'ın aktardığına göre, 2. Kongre'ye katılan Türkiyeli delegeler arasında Malatyalı Hüseyin Hüsnü'nün de bulunduğunu Şevket Süreyya Aydemir belirtmektedir ("Nihat" veya "Slavutski", Hüseyin Hüsnü olabilir). Bkz. Mete Tunçay, Türkiye'de Sol Akımlar 1908-1925 c.1, ı. basım, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, s.109, not ı27. Kongre Tutanakları. Fethi Tevetoğlu, Kongre'ye yalnızca Şefik Hüsnü ve Sadrettin Celal'in katıldıklarını yazmak­ tadır (Bkz. Fethi Tevetoğlu, Türkiye'de Sosyalist ve Komünist Faaliyetler 1910-1960, Ayyıldız Matbaası, Ankara, 1967, s.91). Ancak belgelerden, Süleyman Nuri'nin de Kongre'ye katıldığı anlaşılıyor. Mete Tunçay, Salih adlı delegenin Salih Hacıoğlu değil de Salih Zeki ya da başka bir Salih olduğunu iddia etmektedir. Bkz. Mete Tunçay, age, s.138, not 188. Mete Tunçay, age, s.139, not 188.

Mısır'daki durumu incelemek üzere kurduğu komisyonda da yer aldı. Türkiye delegelerinden Salih ise "Doğu Meselesi Üzerine Tezleri Kontrol Komisyonu"na seçildi. Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi'nin 12-23 Haziran tarihli geniş­ letilmiş toplantısına, Türkiye'den "Gafurow" takma adıyla bir üye katıldı. 5. Dünya Kongresi Komintern'in 5. Dünya Kongresi, 17 Haziran-8 Temmuz 1924 tarihleri arasın­ da Moskova'da toplandı. Türkiye'den katılan delegelerin sayısı bu kongrede beşe yükseldi. Bu dele­ gelerin adlarına, Komintern belgelerinde çeşitli komisyonlara seçilenler ara­ sında rastlıyoruz. Tutanaklarda Türkiyeli delegeler çeşitli takma adlarla anıl­ maktadır. Belgelerde "Faruk", "Fesuk" ve "Fahri" takma adlarıyla geçen Baytar Ali Cevdet, Propaganda, Bulgar ve Sömürge Komisyonlarına seçildi ve "Milli Sorun" üzerine bir konuşma yaptı. ''Aziz" takma adıyla kongreye katılan Hüsa­ mettin Özdoğu, Köylü Komisyonu'na, "Chalnin" diye tutanaklara yazılan, "Ha­ lim" takma adını kullanan Hasan Ali Ediz Sömürge Sorunu Komisyonu'na, "Ce­ vat" adlı delege Köylü Komisyonu'na ve İtalyan Komisyonu'na seçildiler. 10 Türkiye delegeleri arasında Şefik Hüsnü de bulunuyordu. Şefik Hüsnü, Komintern'in Uluslararası Kontrol Komisyonu'na seçildi. Belgelerde, Şefik Hüsnü "Medschid" (Mecid) diye anılıyor. Komintern yayın organlarından Desi­ at Let Kominterna'da aynı üye "Şefik" olarak belirtiliyor. Şefik Hüsnü, Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi'nin 17 Şubat-15 Mart 1926 tarihleri arasında yapılan plenumuna (genişletilmiş toplantı) katıldı ve başkanlık divanında yer aldı. Kasım-Aralık genişletilmiş toplantısında ise Çin Komisyonu'na seçildi ve Yürütme Komitesi Raporu tartışmalarına katıldı. Şefik Hüsnü, Komintern ya­ yınlarında "Ferdi", "B. Ferdi", "Ferdi Yoldaş", "B. F.", "F." diye anılmaktadır. Komünist Kadınlar 3. Enternasyonal Konferansı

Komünist Kadınlar Konferansı, 11-19 Temmuz 1924 tarihleri arasında top­ landı. Konferansa, Türkiye komünistlerinden Fevziye katıldı. Fevziye, Clara Zetkin'in başkan olduğu başkanlık divanına üye seçildi ve Sosyal Eğitim Ko­ misyonunda yer aldı. 6. Dünya Kongresi

Komintern'in 6. Dünya Kongresi, 17 Temmuz-1 Eylül 1928 tarihleri arasında Moskova'da toplandı. 10

1970'li yıllarda Türkiye İşçi Köylü Partisi'ne, bugünkü adıyla Vatan Partisi'ne üye olan Türkiye Komünist Partisi'nin eski genel sekreterlerinden Emin Sekün, Almanya'da yaptığımız görüş­ mede, "Aziz" takma adının Hüsamettin Özdoğu'ya ve "Halim" takma adının Hasan Ali Ediz'e ait olduğunu belirtmişti.

Bu kongreye Türkiye'den Şefik Hüsnü ("Ferdi" takma adıyla) ve Ali Cev­ det ("Fahri" takma adıyla) katıldılar. Ali Cevdet, Program ve Zenci Sorunu Komisyonlarına seçildi. Şefik Hüsnü ise, Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi'ne (KEYK) seçildin ve Batı Avrupa Bürosu Başkanı oldu. Daha sonra KEYK Başkanlığında ve Komintern Sekreterliği'nde bulunacak olan Dimitrov, o tarihte KEYK'in yedek üyeleri arasındaydı. KEYK'e seçilenler arasında Stalin, Thaelmann, Gottwald, Kolarov, Manuilski, Molotov, Pieck, Clara Zetkin gibi za­ manın Komünist önderleri ve 59 kişi daha bulunuyordu. Ali Cevdet, Sömürge Sorunu üzerine tartışmalarda ve Sovyetler Birliği ve SBKP'de durum konusunda Yakındoğu Delegasyonu adına konuştu. 7. Dünya Kongresi

Komintern'in son Dünya Kongresi olan 7. Kongre, 25 Temmuz-20 Ağustos 1935 tarihleri arasında Moskova'da toplandı. Şefik Hüsnü, kongrenin Başkan­ lık Divanı'na seçildi ve 15 Ağustos 1935 tarihli akşam oturumunu yönetti. Şefik Hüsnü, kongrede iki konuşma yaptı. Bu kongrede seçilen Komünist Enternas­ yonal Yürütme Komitesi (KEYK)'nde yer almayan Şefik Hüsnü, Komünist Enter­ nasyonal Kontrol Komisyonu'nda görev aldı. Şefik Hüsnü

Türkiye Komünist Partisi'ne 1918 yılından 1959'a kadar 40 yıl önderlik yapan Şefik Hüsnü Değmer, 1887 yılında Selanik'te doğdu. Ortaöğrenimini Selanik'te tamamladıktan sonra, Paris Sorbonne Üniversitesi Fen ve Tıp Fakültelerini bi­ tirdi. Paris'te tanıştığı Polonyalı Leokadya Sterniaka ile daha sonra Varşova'da evlendi. Şefik Hüsnü'nün kızı Meryem, İkinci Dünya Savaşı sırasında Varşova Ayaklanması'nda Naziler tarafından şehit edildi. Şefik Hüsnü, bir ömür boyu emek davası için mücadele eden bir örgütçü olarak Komünist Enternasyonal belgelerinde en çok anılan Türk'tür. Şefik Hüsnü'nün hayatı, Türkiye Komünist Hareketinin tarihiyle iç içe geçmiştir. Şefik Hüsnü, daha Paris'teyken devrimci akımlarla temasa geçti, Genç Türk devrimcileriyle bağ kurdu. Birinci Dünya Savaşında Türkiye'ye dönen Şefik Hüsnü Çanakkale cephesinde askeri hekim olarak görev aldı. Savaştan sonra Şefik Hüsnü, özellikle İmalatı Harbiye işçileri arasında kök salan Türkiye İşçi Derneği'ni değerlendirerek, işçi sınıfının birliğini sağlamaya çalıştı ve İstan­ bul komünistlerini örgütledi. 20 Eylül 1919'da daha önce Almanya'da yayıma başlayan Kurtuluş dergisi yeniden faaliyete geçmişti. Şefik Hüsnü, dergide bir11

Almanca EKKI diye kısaltılan Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi' ni bu kitapta Türkçe başharfleriyle KEYK diye kısaltıyoruz.

çok makale yazdı. İstanbul grubunu Berlin'de Türkiye İ şçi ve Çiftçi Fırkası'nı (Tİ ÇSF) kurmuş bulunan komünistlerle birleştirdi. Böylece 23 Eylül ı9ı9'da Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası kuruldu. Şefik Hüsnü, partinin genel sekreterliğine seçildi. Mustafa Suphi ve yoldaşlarının ölümünden sonra Şefik Hüsnü, Türkiye Komünist Hareketini toparlama çabalarına hız verdi. ı92ı Hazi­ ran'ında Aydınlzk'ı çıkardı. Şefik Hüsnü, Milli Kurtuluş Savaşı'nı var gücüyle destekledi. Birçok komü­ nisti Anadolu'ya gönderdi. Anadolu'ya silah taşıyan takacıların önderi Baba Mehmet ve Kuvvayı Milliye çetelerini örgütleyen Parti Pehlivan, ı969 yılında Türkiye İşçi Köylü Partisi'ne (Bugünkü Vatan Partisi) üye olan Modelci Kerim (Kerim Soyka) ve Hikmet Kıvılcımlı başta olmak üzere birçok komünist İstiklal Savaşında görev yaptılar. Şefik Hüsnü, İstanbul'da işgalcilere ve Padişah'a kar­ şı işçi sınıfının mücadelesini örgütlemeye çalıştı. Birçok grevin yürütülmesini sağladı. İ kinci Enternasyonalci Sosyal Demokrat Fırka ve İştirakçi Hilmi'nin Türkiye Sosyalist Fırkası'na karşı mücadele etti. Şefik Hüsnü önderliğindeki Türkiye Komünist Partisi, ı922'de Komünist Enternasyonal'in Balkan Federasyonu'yla bağ kurdu. TKP, Komintern kongre­ lerine delege yolladı. Kurtuluş Savaşı'ndan sonra Şefik Hüsnü, Kemalist Devrimi destekledi. İşçi ve köylülerin, milli devrimin kazançlarını korumaları için çalıştı. Şefik Hüsnü, ı Mayıs ı923'te Aydınlık'ta yayımlanan bir bildiriden dolayı tutuklandı, kısa sü­ rede serbest bırakıldı. Şefik Hüsnü, Cumhuriyet döneminde Aydınlık'ı yayım­ lamaya devam etti. TİÇSF'yi canlandırmaya çalıştı. Birçok işçi örgütü kurdu. Grevleri örgütledi. ı Mayıs ı92S'te birçok komünist Takrir-i Sükun Kanunu'na dayanılarak tutuklandı. Şefik Hüsnü, tutuklanmadan az önce yurtdışına çık­ mıştı, bu yüzden gıyabında yargılandı ve ıs yıl hapse mahkum edildi. Şefik Hüsnü, yurtdışına çıkmadan az önce 6 Şubat ı92S'te toplanan kong­ reyle TKP'yi yeniden örgütlemeye, Türkiye çapındaki faaliyeti birleştirmeye girişti. Sapmalara karşı mücadele etti ve ı926 yılında Viyana'da TKP Merkez Komitesi'yle birlikte bir konferans topladı. Şefik Hüsnü'nün çizgisindeki ı926 Programı, o konferansta kabul edildi. Şefik Hüsnü, sapmalara karşı mücadele­ yi bizzat yürütmek için ı927 yılında geldiği Türkiye'de tutuklandı. ı928'de tah­ liye oldu ve yurtdışına çıktı. ı939 yılına kadar Komintern'de çalıştı. Şefik Hüsnü yurtdışındayken, ı7 Şubat-ıs Mart ı926 tarihlerinde toplanan Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi Genel Toplantısı'na dışarıdan ka­ tılmış ve başkanlık divanına seçilmişti. ı7 Temmuz-ı Eylül ı928 tarihlerinde toplanan Komintern 6. Dünya Kongresi'nde Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi asil üyeliğine seçildi. Bu görevi 193S yılına kadar sürdürdü. Komünist Enternasyonal Yürütme Komi-

tesi, Komintern'in en yüksek organıydı ve Stalin dahil dönemin seçkin devrim­ cilerinden oluşuyordu. Şefik Hüsnü bir süre Komintern'in Batı Avrupa Bürosu Başkanlığını da yürüttü. Hitler faşizmi döneminde Şefik Hüsnü Berlin'de bulunuyordu. Nazilerin komünistleri hedef alan Reichstag'a (Alman Meclisi) sabotaj tertibi sırasında, Dimitrov ile birlikte Şefik Hüsnü de tutuklandı. Altı ay sonra tahliye edildi. Ser­ best kaldıktan sonra bir banka kasasında bulunan Komünist Enternasyonal arşivini Nazilerden kaçırmayı başardı. 1935'te Komintern'in 7. Kongresi'nde 42 kişilik başkanlık divanına seçildi. 15 Ağustos 1935 günlü akşam oturumuna başkanlık etti. Kongrede iki konuşma yaptı. Şefik Hüsnü bu kongrede Kontrol Komisyonu'na seçildi. Ağustos 1939'da Türkiye'ye döndü. Yeniden askere alındı. 1941 yılında terhis oldu. Şefik Hüsnü, Komintern'in 7. Kongresi siyasetleri ışığında Alman faşizmi­ ne karşı mücadeleyi esas aldı. Alman taraftarlarının Türkiye'de iktidara yön vermesini önlemek için çalıştı. 1943 yılında "Faşizme ve Vurgunculuğa Karşı Savaş Cephesi" şiarını attı. Türkiye'nin Hitler'e karşı demokrasi cephesinde mücadele etmesini savundu. Şefik Hüsnü, faşist kampın yenilmesinden sonra gelişen durumda, 20 Hazi­ ran 1946'da Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi'ni (TSEKP) kurdu. Parti, işçi sınıfı ve emekçi yığınlar içinde hızla örgütlendi. Şefik Hüsnü, burjuva sos­ yalizmini temsil eden Esat Adil'e ve Hüsamettin Özdoğu gibi parti tasfiyecile­ rine karşı mücadele etti. Emekçinin Sesi adlı bir günlük gazetenin hazırlıkları içindeyken, 19 Aralık 1946'da birçok parti üyesiyle birlikte tutuklandı. Parti ka­ patıldı. Şefik Hüsnü beş yıl hapse mahkum oldu. 1950 yılında hapisten çıkan Şefik Hüsnü, 1951-52 tevkifatında yeniden tutuklandı ve beş yıl hapse mahkum oldu. Daha sonra Manisa'ya sürgüne gönderildi. Türkiye Komünist Partisi'nin önderi Şefik Hüsnü, 7 Nisan 1959'da 72 yaşındayken hayata gözlerini kapadı. Dört Kuşak

Türkiye'de sosyalist hareketin tarihi ve önde gelen temsilcileri konusunda bugüne kadar çeşitli çalışmalar yapıldı. Hikmet Kıvılcımlı, 1970 yılında yayımladığı Devrim Zorlaması, Demokratik Zortlama adlı kitabının iki ayrı yerinde bu tarihi dört kuşakla özetlemişti: En Eski Sosyalistler: Şefik Hüsnü Değmer ve Hikmet Kıvılcımlı. Eski Sosyalistler: Nazım Hikmet ve Reşat Fuat Baraner. Yeni Sosyalistler: Mehmet Ali Aybar ve Mihri Belli.

En Yeni Sosyalistler: Doğu Perinçek ve Vahap Erdoğdu.12 Prof. Dr. Sina Akşin'in yönetiminde çıkan beş ciltlik Türki.ye Tarihi nde de sosyalist hareketin etkin önderleri olarak şu isimlerin görüş ve eylemleri ince­ lenmiştir: Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli, Mehmet Ali Aybar, Doğan Avcıoğlu ve Doğu Perinçek.13 '

Tarihsel Koşullar

Yayımladığımız Komintern belgeleri, iki dünya savaşı arasındaki dönemle ilgilidir. Yaşanan çağ "Emperyalizm, milli kurtuluş savaşları ve proleter devrim­ leri. çağı" olarak tanımlanmıştır. Komünist Enternasyonal'in kurulduğu yıllarda, Türkiye, kurtuluş savaşı veriyordu. İngiliz emperyalizmi, dünya imparatorluğunu genişletme ve sonra da koruma çabası içindeydi. Bu amaçla milli kurtuluş mü­ cadelelerini baskı ve tertiplerle ezmeye çalışıyordu. Bununla birlikte Önasya'da İngiliz ve Fransız emperyalistleri arasındaki çelişmeler de keskinleşmekteydi. Amerikan emperyalistleri ise, bölgeye henüz ilk adımlarını atıyorlardı. Bu koşul­ larda Türkiye yanında Arap ülkeleri ve halkları ile Hindistan ve Afganistan'ın, emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı mücadelesi yükseliyordu. O zaman sosya­ list bir ülke olan Sovyetler Birliği, emperyalizme karşı mücadele eden ülkelerin güçlü bir dayanağı ve sağlam cephe gerisiydi. Türk Devrimi ve Sovyet Devrimi birbirlerini destekleyerek başarıya ulaştılar ve zeminlerini pekiştirmek için da­ yanışma halindeydiler. Emperyalistler, Sovyetler Devrimini ve Kemalist Devrimi zayıflatmak ve ellerinden gelirse yıkmak peşindeydiler. Dünyanın her yerinde Komünist örgütlenmeler, emperyalist devletlerin Sovyetler Birliği'ni kuşatma siyasetine karşı çıkıyor, Türkiye'nin kurtuluş sava­ şını ve çağdaşlaşmasını destekliyor, başta İngiltere olmak üzere emperyalizme karşı bütün Ezilen Milletlerin birliğini savunuyorlardı. Böl-yönet siyaseti, İ ngiltere'nin o dönem Ö nasya'da çok sık başvurduğu bir uygulamaydı. Londra ve Paris yönetimleri, ellerinde tuttukları sömürge alanları­ nı kukla devletlere bölmüşlerdi. Bu ülkeler ve halklar arasında milli çelişmeleri ya da aşiret ve mezhep vb. çatışmalarını kışkırtıyorlardı. Buna karşılık komünist partiler, Ezilen Ülkeler arasında dayanışmayı ve işbirliğini savunmaktaydılar. Koınintem ve Bölücü İsyanlar

Komintern belgelerinde milli sorun daima "dünya proletarya devriminin çı­ karları" açısından ele alınmaktadır. Belgelerde, yedi iklimdeki milli sorunlar ı2 13

Hikmet Kıvılcımlı, Devrim Zorlaması-Demokratik Zortlama, Tarihsel Maddecilik Yayınları, lstanbul, ı970, s.39 ve s.43-46. Türkiye Tarihi-Bugünkü Türkiye 1980-1995, c.5, Yayın Yönetmeni Sina Akşin, Cem Yayınları, İstanbul, Mart 1997, s.248-260.

ve bu arada Kürt sorunu hiçbir zaman kendi başlarına birer sorun olarak görül­ müyor. Milli soruna ilişkin siyasetler, o yıllardaki milletlerarası saflaşmalara ve tek tek ülkelerin iç gelişmelerine göre belirleniyor. Komünist Enternasyonal, milli sorunun somut çözümünü somut tahlil temeline oturtmaktadır. Ancak temel bir tavır vardır: Milli sorun, öncelikle emperyalizme karşı mücadelenin parçasıdır; ikincil olarak da ortaçağ ilişkilerinden kurtulma mücadelesiyle iç içedir. Emperyalizm ve devrimler çağında milli sorunun özü, emperyalizmden bağımsızlık ve köylünün özgürleşmesi olarak saptanmıştır. Komünist Enter­ nasyonal belgelerini iyi anlayabilmek için, Stalin'in o dönemde milli sorunu ele alan, Proletarya Devrimi Çağında Milli Mesele14 ve Milli Demokratik Dev­ rim15 adlı kitapları incelenmelidir. Yine Lenin Stalin Mao'nun Türkiye Yazılan16 başlıklı kitabımız, o dönemin devrim önderlerinin tahlil ve siyasetlerini içeren bütün yazılarını derlemiş ve değerlendirmiştir. Komünist Enternasyonal 'in Kürt sorununa ilişkin siyasetleri, dönemin iki devrim ülkesi olan Sovyetler Birliği'ni ve genç Türkiye Cumhuriyeti'ni hedef alan emperyalist politikayı etkisiz kılmak ve ezilen dünya ülkelerinin ezenlere karşı mücadelesini desteklemek ekseninde üretilmişti. Osmanlı devletini parçalamak için yapılan Birinci Dünya Savaşı sonunda, bugün Irak ve Suriye'nin bulunduğu bölge, İngiltere ve Fransa tarafından sö­ mürgeleştirilmişti. Osmanlı topraklarının ve Kürt milliyetinin üzerinde yaşa­ dığı toprakların paylaşılması planı, emperyalist Sevr Antlaşması'yla belgelen­ mişti. Türkiye, Milli Kurtuluş Savaşı'yla bağımsızlığını kazandı. Lozan Antlaş­ ması bu zaferin ürünüydü. Lozan'da İngiliz emperyalizmine karşı verilen mü­ cadelenin en önemli konularından biri, Irak'ta Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Musul oldu. Lozan'da konu bir çözüme bağlanamadı. Komünist Enternasyonal belgelerinde bir "İngiliz manevrası" olarak değerlendirilen Şeyh Sait İsyanı bu koşullarda oldu. İngiltere, feodal unsurların önderliğindeki isyan sayesinde Musul üzerindeki isteklerini Türkiye'ye kabul ettireceğini hesaplıyordu. Ko­ mintern belgeleri, Şeyh Sait İsyanı'nın emperyalizme yarayan karakterini açık­ ça ortaya koymaktadır. Aslında bu isyandan İngiltere'nin bekledikleri, yalnız Türkiye'ye boyun eğdirmek değildi. İngiliz emperyalizmi, belgelere göre, Doğu Anadolu'da kukla bir Kürt devletini Sovyetler Birliği'ne karşı bir üs olarak kul­ lanma planları içindeydi. Şeyh Sait İ syanı, dinsel karakterde olmakla birlikte bazı milli talepler de ileri sürüyordu. Oysa ayaklanma, Kürtlerin Irak'ta emperyalizme karşı yürüt14 15 16

J. V. Stalin, Proletarya Devrimi Çağında Milli Mesele, çev. Şule Perinçek, 2. basım, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1992. J. V. Stalin, Milli Demokratik Devrim, çev. Şule Perinçek, genişletilmiş 2. basım, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1992. Doğu Perinçek, Lenin, Stalin, Mao'nun Türkiye Yazılan, 1. basım, Aydınlık Yayınları, İstanbul, 1977.

tüğü mücadeleye de zarar veriyordu. Şeyh Sait İsyanı, Irak Kürtleri üzerindeki İngiliz sömürgeci hakimiyetinin genişleyerek Türkiye'nin Güneydoğu bölgesini kapsamasına hizmet ediyordu. Bunlar, Komintern'in saptamalarıydı. Türkiye'de ise Şeyh Sait İsyanı'ndan yararlanmaya çalışan güçler, yıkılan padişahlık yandaşları, komprador burjuvazi ile toprak ağalarının temsilcileri ve Cumhuriyet Devrimine karşı kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası oldu. Komintern'in 1930 ve 1937'deki Kürt ayaklanmaları konusundaki tavrı da, emperyalizme ve ortaçağ zulmüne karşı mücadele cephesinden belirlenmiştir. Yazılar bunu yansıtıyor. Toplam olarak bakarsak, Komintern ve Türkiye komünistleri, 1925-1937 dö­ nemindeki Kürt isyanlarının gerici niteliğini çok kesin ifadelerle saptıyor ve is­ yanlara karşı Atatürk'ün devrimci yönetiminin etkin uygulamalarını, kendi uy­ gulamalarıymış gibi destekliyordu. Bu isyanlar, emperyalizmi değil, devrimci bir cumhuriyeti ve bir başka ezilen milleti hedef almıştı; emperyalizmin çıkar­ larına hizmet etmişti. Hiçbir milliyet, emperyalizmden medet uman bu tür ha­ reketlerle özgürleşemezdi. Komünist Enternasyonal'in değerlendirmesi buydu. Komintern belgelerinde, çağımızda milli sorununun ancak işçi sınıfı önder­ liğinde ve köylülüğün katılımıyla köklü bir çözüme ulaşabileceği belirtiliyor. Belgelerde, Irak' ta burjuvazinin ve toprak sahiplerinin emperyalizmle uzlaşma siyaseti izlediği tahlil ediliyor ve emekçi sınıflara milli bağımsızlık mücadele­ sine sahip çıkma çağrıları yapılıyor. "Asuri 'Ayaklanması' ve İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin Oyunları" başlıklı yazıda, milli soruna ilişkin doğru tavır şöyle açıklanıyor: "Parti, kitlelerin milli kurtuluş mücadelesinin başına geçmekle emper­ yalizme karşı milli kurtuluş için ve toplumsal sömürüye karşı mücade­ lede tek gerçek önder olduğunu ispat edecek ve emekçi kitleleri, milli azınlıklara tam anlamıyla eşitlik ve özgürlük sağlayacak tek şey olan de­ mokratik işçi ve köylü hükümetinin kurulmasına seferber edebilecektir." Türkiye'nin ve diğer ezilen dünya ülkelerinin deneyimleri, milli sorunu­ nun köklü çözümünün emperyalizmi ve feodalizmi tasfiye edecek bir devrimle mümkün olduğunu ortaya koymuştur. Bu konuyu, Türkiye somutunda, Kema­ list Devrim-7 / Toprak Ağalığı ve Kürt Meselesi17 başlıklı kitapta inceledik. Osmanlı devletinin paylaşılması, Birinci Dünya Savaşı'nın en önemli nede­ niydi. Bugün de dünya rekabetinin odağı, Orta Asya ve Ö nasya'dır. Kürt soru­ nunun, bir dünya sorunu haline geldiği bugünkü koşullarda, Komünist Enter­ nasyonal belgeleri, hem sorunun köklerine hem de emperyalist çarpıtmalara ışık tutan değerdedir. 17

Doğu Perinçek, Kemalist Devrim-7 / Toprak Ağalığı ve Kürt Meselesi, Kaynak Yayınları, lstanbul, 2010.

Komünist Enternasyonal Dersleri

Bilindiği gibi Komünist Enternasyonal "3. Enternasyonal" diye de anıldı. Böylece 1. ve 2. Enternasyonal bağlantısıyla Marx ve Engels'e uzanan ideolojik ve sınıfsal köklere vurgu yapılmış oluyordu. Bu bağlantılar, hem devrimci bir mirastı hem de 19. Yüzyılın Avrupa Merkezli teorisinin ayak bağlarını oluşturu­ yordu. İlk iki Enternasyonal'in temelinde Avrupa devrimi projesi vardı. O zaman dünya devrimci hareketinin odağı gelişmiş kapitalizmin vatanı olan Avrupa'ydı. 1830, 1848 ve 1871'deki devrim dalgaları, kapitalizmin ve işçi hareketinin en ge­ lişmiş olduğu Batı Avrupa ülkelerinde yükselmişti. Ancak 20. yüzyılın eşiğinde dünya yeni bir döneme girdi. Kapitalizm 19. yüz­ yıl sonlarına doğru emperyalist karakter kazandı. Gelişmiş Avrupa kapitalizmi, Asya, Afrika ve Latin Amerika'nın geniş alanlarını tahakküm altına alarak dün­ yayı iki karşıt kampa böldü. Ezen emperyalist dünya, kendi ülkelerindeki işçi sınıfını sömürüden pay vererek sisteme bağladı ve kendi çelişmelerini ezilen dünyaya ihraç etti. Böylece kapitalizmin çevresinde yer alan Asya, Afrika ve La­ tin Amerika'yı devrimci süreçlerin içine itti. Bu koşullarda dünya devrim odağı, Asya'ya, başka deyişle Doğu'ya kaydı. Lenin, bu durumda " İlerici Asya gerici Avrupa" saptamasında bulundu. 19. yüzyılda büyük devrimci kabarışlara sah­ ne olan Avrupa kıtasının işçi sınıfı, 20. yüzyılda dünya devriminin öncülüğünü ezilen dünyanın emekçilerine bıraktı. 1917 Ekim Devrimi, dünya devriminin Batı Avrupa'dan Doğu'ya kayışını harita üzerinde çok açık belirlemiştir. Daha sonra gerçekleşen Çin, Kore, Vietnam ve Küba devrimleri, Asya yönündeki sü­ recin devamını işaretlediler. İşte Komintern, devrimin Avrupa'dan Doğu'ya kayış sürecinin Lenin tarafın­ dan daha ilk kongrede açıkça saptandığı, fakat devrimci teoriye bütün boyut­ larıyla derinlemesine yansıtılamadığı bir dönemde faaliyette bulundu. Gerçi Marx'ın "Bütün ülkelerin işçileri birleşin" sloganının yerini "Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşin" sloganı almıştı; fakat Marx döneminde haklı olarak Avrupa merkezli olan devrim teorisinin dünyalılaşması zaman aldı. Komintern'in "3. Enternasyonal" olarak kurulması bile, bu Avrupa-merkezli bakış açısından kopulamadığını yansıtır. Gelişmiş kapitalist ülkelerde başla­ yacak proletarya devriminin bir kıta devrimine dönüşeceğini düşünen Marx, Enternasyonali Avrupa devriminin örgütlenme modeli olarak görmüştü. Oysa emperyalizm çağında durum değişmişti. Artık Avrupa'da kıta devrimi gerçekçi değildi. Devrim, emperyalizmin zayıf halkasında gerçekleşecekti. O zayıf hal­ ka, ezilen dünyadaydı ve tek ülkede devrim olanaklı hale gelmişti. Birbiri ardı sıra gelen Rus, Türk, İran, Çin, Meksika, Kore, Doğu Avrupa, Hindiçini ve Küba devrimleri bunu kanıtladı.

Komintern, Stalin'in önderliğinde "Tek ülkede devrimin olanaklı olduğu" tezini kabul etmekle birlikte, bu tezin ezilen dünyaya dair boyutunu yeterince anlayamadı. 19. yüzyıl Marksizmi, Lenin'in yaratıcı ve yenileştirici katkılarına rağmen, Komintern saflarında yaşamaya devam etti. Çünkü teori, Avrupa-mer­ kezli devrim modelinin izlerinden henüz bütünüyle arındırılmış değildi. Teori, pratiği izleyen bir geçiş dönemi yaşıyordu. Bu geçiş sürecinin bulanıklığında, sanayileşmeyi ileriliğin ölçütü olarak gören ekonomist kavrayışlar devam edi­ yordu. Oysa emperyalizm çağında devrim odağında, artık ekonomik ilerilik de­ ğil, emperyalizmle çelişmenin keskinliği vardı. Öte yandan sosyalizmin kuruluşu döneminde geri dönüş tehlikesini görme­ yen anlayışlar da Avrupa-merkezli devrim modelinden besleniyordu. Gelişmiş sanayi ülkelerinde gerçekleşecek sosyalist devrimlerde geri dönüşün zemini zayıf olacaktı. Oysa devrim, gelişmiş kapitalist ülkelerde değil, artık ezilen dünyada idi. Ezilen dünyanın ekonomik geriliği, kapitalizme geri dönüş için zemin oluşturuyordu. Devrimde, Avrupa Çağından Asya Çağına geçiş, Komintern'de geçiş dönem­ lerine özge bulanıklıklara, duraksamalara yol açtı. Çeşitli ülkelerin komünist hareketleri için üretilen program, strateji ve taktiklerde Avrupa-merkezli dev­ rim teorisinin tortuları görülüyordu. 1 Eylül 1928 tarihli Komünist Enternasyonal Programı'nı dikkatle inceledi­ ğimiz zaman, bu programın esas olarak hala gelişmiş sanayi ülkeleri için ya­ pıldığını görürüz.18 Bütün partileri tek bir merkezden yönetmek, o koşullarda Avrupa'dan yönetmek anlamına geliyordu. Çünkü Moskova'da üretilen Komin­ tern teorisi, Avrupalı olmaktan kurtulamamıştı. Elbette, her ülke devrimi, dünya devriminin bir parçasıdır. Ama dünya dev­ rimi, hangi dünyanın devrimidir. Gelişmiş kapitalist ülkelerin temsil ettiği dün­ yanın mı, yoksa Ezilen Dünyanın mı? Bu sorunun yanıtı henüz berrak ve kararlı olarak verilmemişti. Komünist Enternasyonal, Doğu Devrimine ne kadar önem verirse versin, hala Avrupa Merkezli devrimin teorik ayak bağlarıyla çelmeleni­ yordu. Örneğin Çin Devrimine yapılan müdahaleler ve Türk Devrimine bakış­ larda hep bu prangayı saptıyoruz. Devrimin Doğuya kalmasıyla ilgili sorunların ötesinde, her ülke devriminin kendine özgü koşullarını yeterince anlamayan teorik prangalar vardı. "Enter­ nasyonal" kavramı, Avrupa damgalı tek tip devrim anlayışını besliyordu. Oysa yeni çağda Enternasyonal, artık ülkelere tepeden devrim program ve stratejisi dayatmak değil, ülkelerin devrimci mücadeleleriyle dayanışma anlamına geli­ yordu. Tek tek ülke devrimlerinin program, strateji ve siyasetlerini belirleyen 18

Komünist Enternasyonal Programı, Aydınlık Yayınları, İstanbul, 1977.

koşullar, ancak ülkenin emperyalizme karşı mücadele pratiğinde saptanabilir­ di. Komintern'in merkezi olan Moskova, Türkiye, Çin veya Hindistan veya Gü­ ney Amerika pratiklerinin başında olamazdı. Hayata uygun program, strateji ve taktikler, ancak o ülkelerin partisi tarafından geliştirilebilirdi. Kominternin varlığı, dayatmacı anlayışları besledi ve en sonunda bu nedenle Komintern'den vazgeçildi. Türkiye'nin emek devrimcileri, ülke pratiğinde program ve siyaset üretmek yerine, Komintern dayatmalarına bağlandıkları ölçüde hatalar yaptılar. Türki­ ye Komünist Hareketinin program, strateji ve siyasetlerinde 19. yüzyıl teorisi­ nin ağır baskısını ve izlerini görüyoruz. Kemalist Devrimi anlamada ciddi ha­ talar yapıldı. Vatan Partisi, bu hatalardan kurtulduğu ölçüde doğru program ve siyaset geliştirdi. 1970'lerde bu anlayışımızı "Kafamızı kendi omuzlarımızın üzerinde taşımak" diye ifade ettik. Komünist Enternasyonalin teorik mirası, özellikle 1960'lardan sonra çok ağır hataları ve hatta karşıdevrimci eğilimleri besledi. Sovyetler Birliği 1950'le­ rin ortalarından sonra kapitalizme geri dönüş sürecine girince "sosyal-em­ peryalist" bir karakter kazandı ve çeşitli ülkeler üzerindeki denetimini ve müdahalesini "Proleter enternasyonalizmi" perdesi altında yürüttü. Sovyetler Birliği'nin kapitalizme geri dönüşüyle birlikte "Dünya proletaryasının öncüsü" olarak nitelediği karşıdevrimci kimlik bütün çıplaklığıyla ortaya döküldü. Türkiye emekçilerinin Öncü Partisi (1968'den 2020 tarihine kadar, Türkiye İ htilalci İşçi Köylü Partisi, Türkiye İşçi Köylü Partisi, Sosyalist Parti, İşçi Partisi, Vatan Partisi) daha 1960'lann sonlarından başlayarak Avrupa-merkezli ideolo­ jiden koptuğu için, 21. yüzyılın Asya eksenli teori ve siyasetlerini geliştiren bir çizgi izledi. Mao Zedung'un sosyalizmin kuruluşunda sınıf mücadelesi teori­ sine daha sıkı sarılmamızı da, Avrupa-merkezli Komintern tecrübesini doğru değerlendirmemize borçluyuz. Bugün artık "dünya proletaryasının öncüsü" olma iddiasında bir parti ve "dünya devriminin önderi" olmak iddiasında bir ülke yok. Bu, kuşkusuz tarih­ sel bir kazançtır. Bu görüşlerimizi en son 2017 yılı sonunda Beijing'te toplanan Dünya Siyasal Partiler Diyaloğu toplantısına yazılı olarak verdik. Komintern'in hatasını saptamakla birlikte, bugün insanlığın enternasyona­ lizme ihtiyacı, her zamankinden daha yakıcıdır. Türkiye, bugün Karadeniz ve Doğu Akdeniz'den Hürmüz Boğazı'na kadar uzanan bir mevzide insanlığın ön cephesinde savaşmaktadır. Astana Süreci ve Asya Açılımı, ülkemizin tıpkı Kur­ tuluş Savaşı yıllarında olduğu gibi bir kez daha enternasyonal cephede öncü konumlara yerleştiğini gösteriyor. 1920-1939 yılları arasında Komintern belgelerinde yayımlanmış Türkiye üzerine yazılan, bir dönemin tecrübesini değerlendimek amacıyla yayımladık.

Avrasya sürecinin daha da berraklaştığı koşullarda bu dersin çıkartılması daha büyük önem kazanmıştır. Bugün enternasyonal dayanışma, program, strateji ve siyaset ihracı anlamına gelmiyor. Bugün Enternasyonalizm, emperyalizme karşı olan mücadelelerle dayanışma diye özetleyebileceğimiz devrimci bir içe­ rikle günceldir. Önemle vurguluyoruz: Biz Türkiye devrimcileri, kendi ülkemizin gerçeğini başka ülkelerin devrimcilerine göre daha doğru kavrayacak bir birikime sahi­ biz. Bu, her zaman böyleydi. İttihat Terakki ve Atatürk Devrimcileri, ülkemizin mücadele süreçlerini Komintern'e göre daha doğru tahlil ettiler. Çünkü ayakla­ rı Türkiye toprağındaydı. Bununla birlikte ülkemizle ilgili dünya ölçeğindeki düşünce birikimini öğrenmek, teorik gelişmemize katkıda bulunmuştur. Ko­ mintern, her şeye rağmen bir devrimci tecrübe birikimidir ve çeşitli ülkelerin devrimci hareketlerinin deneyimlerini o birikimin içinde buluyoruz. Arkada kalan 20. yüzyılda hem kapitalizm dünyalılaştı hem de devrimci mücadele dünyalılaştı. Kapitalizm, insanlığın sorunlarım çözmek bir yana, çelişmeleri keskinleştirdi. Artık emperyalizmi tarihe gömecek devrimci süreç­ lerin içindeyiz. Ancak elbette dünya devrimi bir çırpıda ve toptan gerçekleş­ meyecek. Dünya devrimi, 1830 ve 1840'lardaki Avrupa devrimci yükselişinin doruğundaki 1871 Paris Komünü sonrasında Asya Çağına girdi. 1905 Rus Dev­ rimi, 1908 Genç Türk Devrimi, 1907-1909 İran Devrimi, 1910 Meksika Devrimi, 1911 Çin Demokratik Devrimi, 1917 Ekim Devrimi, 1920 Atatürk önderliğindeki Türk Milli Demokratik Devrimi, 1927-1949 Mao önderliğinde Çin Milli Demokra­ tik Devrimi, Kore Devrimi, Hindiçin devrimleri, Küba Devrimi ve diğer devrimci konaklardan geçen Dünya Devrimi, ABD'nin başında bulunduğu Atlantik sis­ temine ağır darbeler indirmiştir ve Asya'dan yükselen Yeni Kamucu Uygarlığın haberini vermektedir. Diğer Önemli Kaynaklar

Komintern'in Kurtuluş Savaşımıza bakış açısını yansıtan tahlil ve inceleme­ ler, kuşkusuz yalnız bu kitapta yer alanlarla sınırlı değildir. Bu konuda araştır­ ma yapmak isteyenler şu kaynaklara da başvurabilirler: • Doğu Perinçek, Lenin, Stalin, Mao'nun Türkiye Yazıları, Geliştirilmiş 4. ba­ sım, Kaynak Yayınları, İstanbul, Ağustos 2014. • Doğu Perinçek, Asya Çağının Öncüleri-21. Yüzyılda Lenin, Atatürk ve Mao, 3. basım, Kaynak Yayınları, İstanbul, Ekim 2019. • J. V. Stalin, Proletarya Devrimi Çağında Milli Mesele, çev. Şule Perinçek, 2. basım, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1992. • J. V. Stalin, Milli Demokratik Devrim, çev. Şule Perinçek, Genişletilmiş 2. basım, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1992.

• Mehmet Perinçek, Atatürk'ün Sovyetlerle Görüşmeleri, 4. basım, Kaynak Yayınları, İstanbul, Kasım 2014. • Mehmet Perinçek, Sovyet Devlet Kaynaklarında Kürt İsyanlan, 2. basım, Kaynak Yayınları, İstanbul, Kasım 2011. • Mehmet Perinçek, Türk-Rus Diplomasisinden Gizli Sayfalar, 3. basım, Kay­ nak Yayınları, İ stanbul, Kasım 2016. • Mehmet Perinçek, Rus Devlet Arşivlerinden 150 Belgede Ermeni Meselesi, Kırmızı Kedi Yayınları, İstanbul, 2016. • Birinci Doğu Halklan Kurultayı - Baka 1920 (Belgeler) çev. Veysel Yıldız, Kaynak Yayınları, 1990. İ • Yavuz Aslan, Mustafa Kemal-M. Frunze Görüşmeleri, Kaynak Yayınları, s­ tanbul, Mart 2002. • Yavuz Aslan, Birinci Doğu Halklan Kurultayı, Kaynak Yayınları, İstanbul, Ekim 2007. • Leonid-Friedrich, Ankara 1922, İki Komintern Gözlemcisinin Kurtuluş Sava­ şı Değerlendirmeleri, çev. Gizem Gürtürk, Kaynak Yayınları, İstanbul, Haziran 1985. • S. i. Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Hatıralan, çev. Hasan Ali Ediz, Burçak Yayınevi, İstanbul, 1967. • Frunze'nin Türkiye Anılan, çev. Ahmet Ekeş, Cem Yayınevi, İstanbul, 1978.

Çevirmenler

Komünist Enternasyonal'in Türkiye'ye ilişkin Belgelerini Almancadan Fat­ ma Artunkal, Şule Perinçek, Işık Soner ve Doğu Perinçek çevirdiler. Rus arşivle­ rinde bulunan belgeler ise, Mehmet Bora Perinçek tarafından Türkçeye kazan­ dırıldı. Fransızcadan yapılan üç yazının çevirisini ise Metin Cengiz'e borçluyuz. Özenli çalışmaları nedeniyle çevirileri yapan arkadaşlarıma teşekkür ederim. Sadık Can Perinçek, bütün belgeleri kavram birliği ve üslup açısından göz­ den geçirdi ve İngilizce asıllarıyla karşılaştırdı. Tunca Arslan, yetenekli emeğiy­ le bu kitabın ortaya çıkmasına çok değerli katkılarda bulundu. Almanya kütüp­ hanelerinde kaynak taraması yapan Ali Mercan ve Kaan Karagöz arkadaşlarıma da teşekkür ederim. Komünist Enternasyonal, Türk Devrimiyle dayanışmanın ötesinde, devrimi­ mizin önemli bir tanığıdır. Bu nedenle Komintem Belgelerinde Türkiye kitabı, yalnız emek devrimcileri için değil, aynı zamanda Türk Devrimini inceleyen ve merak edenler için değerli bilgiler ve tartışılacak tahliller içermektedir. Doğu Perinçek, Gayrettepe, 14 Ağustos 2019

I. BÖLÜM DOGU SORUNU, KURTULUŞ SAVAŞI VE LOZAN 1919 - 1923

MUSTAFA SUPHİ'NİN KONUŞMASI Mart 1919

"Burada, Moskova'da, bütün dünyanın geleceğini değiştirecek olan Üçüncü Enternasyonal'in Büyük Kongresi'nde konuşmak, ezilen Türk köylüsü ve işçi sınıfı adına konuşmak, kurtuluş, hürriyet, eşitlik ve kardeşlik için konuşmak, emperyalist canavarlardan çekmediği kalma­ yan Türkiye halkı adına konuşmak en büyük bir kıvanç, en büyük bir saadettir. "19 "Doğu'da devrim, yalnız Doğu'yu Avrupa emperyalizminden kurtarmak için değil, Rus devrimini desteklemek için de gereklidir. " 20 "Dünya ihtilalinin gelecekteki seyrinde Türk proletaryası şerefli bir mev­ ki işgal edecektir. "21

19 20 21

TKP'nin Doğuşu, Kuruluşu ve Gelişme Yollan, broşür, 1969. George S. Harris, Tilrkiye'de Komünizmin Kaynaklan, s.76. Y. N. Rozaliyev, Mustafa Suphi, Kavgası ve Düşünceleri, İ nfo·Türk Ajansı (broşür), Brüksel, ı974, s.6.

Aykuni "TÜRKİYE ERMENİLERİ, TAŞNAKLARIN UZAGI GÖREMEYEN VE MACERACI POLİTİKALARININ KURBAN1"22 Mart 1919

( ... ) Ortaya çıkmış olan büyük tehlike şudur: Burjuva milliyetçisi partiler, milletlerin kendi kaderini tayin hakkını kullanarak yıkıcı politikalarını daha da güçlendiriyorlar, karanlık milli ihtiraslarını şişiriyorlar ve milletlerin kendi kaderini tayin hakkı bahanesiyle bütün ülkeyi milli çatışmaların arenası haline getiriyorlar. ( . . ) Karşıdevrimin sinsi politikası, özellikle Ermeni-Tatar nüfusun birlikte yaşa­ dıkları yerlerde çok ağır şartlar doğurmuştur. Bir taraftan Ermeni burjuvazisi­ nin partisi Taşnaksutyun, diğer taraftan Müslüman beylerin partisi Musavat, katliam çağrıları yapmaktadır. Bu şeytanların kışkırttığı Ermeniler Müslüman­ ları, Müslümanlar ise Ermenileri kesmektedir. Kardeş, kardeşe kırdırılmakta­ dır. (... ) Bu fitne fesat siyaseti, emekçi kitlelere acı bir şekilde yansıdı. Uyanan Müs­ lüman köylüler ve devrimci saflara yaklaşan Ermeni emekçi kitleleri, fikirlerini değiştirdiler ve kendilerini dost gösteren şeytanların elinde kör bir silah haline geldiler. .

22

III. Enternasyonal Delegesi, Ermenistan Komünist Partisi Merkez Komitesi Üyesi Aykuni'nin III. Enternasyonal'in 2-6 Mart ı919 tarihlerinde toplanan Birinci Kurucu Kongresi'ne sunduğu rapor. RGASPI fond 488, liste 1, dosya 10, yaprak 12, 12 arkası, 13-28.

Şeytanlar ise çıkarlarını aralarında uzlaşmaz iki kampta uygun bir şekilde bölüşerek iki ayrı salonda oturdular ve kendilerine ziyafet çektiler. Şaraplarla dolu kadehlerini tokuştururken, Ermeni ve Müslüman kitlelerin kanlarını iç­ tiler, vücutlarını kemirdiler. Şaraptan ve kandan sarhoş olup şeytani gülüm­ semeleriyle aynı zamanda ayrı ayrı yerlerde bir ağızdan haykırdılar: "Böl ve yönet!" (...) Türkiye Ermenileri, Taşnakların uzağı göremeyen ve maceracı politikaları sonucunda 300.000 ila 500.000 arasında kurban verdi. Taşnaklar, ne uğruna Ermenistan'ın Ermenilerden temizlenmesine yol açtı. Ermenilerin bedenen soysuzlaşmış partisi, Ermenistan'ın "özgür" maden ocakla­ rını ve zenginliklerini özgür Ermeni burjuvazisinin malı haline getirmenin haya­ lini kurdu. Ermeni emekçileri olmadan bir Ermenistan. Bu, Ermeni burjuvazisini, Taşnakları ve Ermeni sever İngiliz ve Amerikan emperyalistlerini hiçbir şekilde kaygılandırmadı. Ermeni burjuvazisinin sermayesi, Avrupa devletlerinin hi­ mayesinde oldukça güçlenmişti. Ermeni kapitalistlerin fiziksel varlığı, her şart altında tehlikede değildi. Ermeni burjuvazisi ne kadar korunduysa, ne kadar ceplerini doldurduysa, Taşnaksutyun o kadar Ermeni emekçi kitlelerinin kanını emdi. ( ...) Bugün Ermenistan'ı İngiliz komutanlığı aracılığıyla ve İngiliz generallerin kırbacıyla para babası Pogos Nubar Paşa, ünlü İngiliz uşağı ve sigara fabrika­ törü Enfiancants yönetiyor. Şüphe yok ki, parıldayan İngiliz altınları, dalkavukların gözünü kör ediyor. Ancak İngiliz emperyalistleri, Ermeni emekçilerin son lokmasını da elinden almaktan geri kalmıyor ve Ermeni halkını açlığa ve hastalıklara terk ediyor. Bunu son gelen haberler ve hatta milliyetçilerin kendi kaynakları doğruluyor. Ermenistan halklarının on binlercesi, açlıktan ve hastalıktan ölüyor. Ermenistan'da çocuklar, köpeklerin önlerindeki her yanı kemirilmiş kemik­ leri çalıyor. Terk edilmiş cesetler, sokaklarda çürüyor. Ne toplayan var ne gömen. "İnsancıl İngilizler", "şanlı müttefiklerimiz" ise duymazlıktan, görmezlik­ ten geliyor. (.. . ) 1) Avrupa devletlerinin sırtlanlarının "himayesi", Ermenistan halklarının utanç verici köleliğine dönüşmüştür. Emperyalist yağmacıların içişlerine karışması sonucunda Ermenistan, nü­ fusunu kesin olarak kaybediyor. On binlerce gömülmemiş ceset, şehirlerin ve köylerin sokaklarında çürüyor. Köpekler, açlıktan ve hastalıktan ölenlerin ce­ setleriyle besleniyor. Ermenistan'ın açlık çeken çocukları ise köpeklerin önle­ rinden kemirilmiş kemikleri çalıyor. Milyonlarca kişi, umutsuz ve güçsüz bir şekilde açlıktan ölümü bekliyor.

2) Ermenistan'ın küresel emperyalizm tarafından kanı emilmiş emekçi sı­ nıfları, Ermenistan'ın içişlerine her türlü emperyalist müdahaleyi kesin olarak protesto ediyor. ( ...) Ermenistan Komünist Partisi, İngiliz-Amerikan eniklerine ölüm kalım sava­ şı ilan ediyor. Wilson ile Lloyd George'un Milliyetler Cemiyeti'ne boyun eğen ve Bern Konferansı'nda onlarla paralel kararlar alan sarı enternasyonalin Ermeni "sos­ yalistleri", Ermeni proletaryasını ve köylüsünü hiçbir şekilde temsil edemez. Bern'in "Ermeni sosyalistleri", utanmadan elini suçsuz yüz binlerce Ermeni emekçisinin kanına bulamış sosyal-hainlere dahildir. Bern'in "Ermeni sosyalistleri", İngiliz-Amerikan emperyalistlerinin sadık paralı askerleridir. (. . ) 3) "Ermenistan Cumhuriyeti", Ermenistan halklarının gerçekten kendi ka­ derini tayin hakkının küstah bir kopyası ve çarpıtılmış halidir. Ermenistan "hükümeti", yağmacıların, şantajcıların ve cellatların şakşakçı takımıdır. "Ermenistan'ın bakanları", Ermeni halkının döküntüleri, İngiliz-Amerikan emperyalizminin sadık uşakları, insan etiyle beslenen çakallardır. Ermenistan Komünist Partisi, bu itleri yeryüzünden silmeye halkları adına ant içmiştir. .

Zinovyev KOMÜNİST ENTERNASYONAL'İN BALKAN VE TUNA ÜLKELERİ PROLETARYASINA, BULGARİSTAN, ROMANYA, SIRBİSTAN VE TÜRKİYE KOMÜNİST PARTİLERİNE MESAJl23 S Mart 1920 Komünist Enternasyonal, Balkan ülkelerindeki komünist hareketi sevinçle selamlar. Bulgaristan Komünist Partisi'nin Sobranye24 seçimlerinde kazandığı parlak zafer, işçilerin son günlerde tüm Bulgaristan'ı saran ve çoğu kez askeri birliklerle kanlı çatışmalara yol açan kitle grevleri ve gösterileri, Romanya'da bir yıldır süregelen iktisadi ve siyasi ayaklanmalar dalgası, Bükreş proletaryasının 1918 Aralık ayında giriştiği ve onlarca işçinin vurularak ölmesiyle son bulan eylemler, Sırbistan Sosyal-Demokrat İşçi Partisi'nin Üçüncü Enternasyonal'e resmen katılması; işte bütün bu olaylar Balkan proletaryasının Rusya prole­ taryasının izinden gitme ve kendi diktatörlüğünü kurma isteğini ve devrimci yönelişini açıkça gözler önüne seriyor. Rus Beyaz Muhafızlarının kesin yenilgiye uğratılması, Kolçak'ın25 tutsak edilmesi, Judeniç'in26 ordusunun tamamen yok edilmesi, Denikin'in27 yenilgi23

24 25

26

27

Grigori Yevseyeviç Zinovyev, ''.An das Proletariat der Balkan- und Donaulander, an die Kommunistischen Parteien Bulgariens, Rumaniens, Serbiens und der Türkei", 5. Marz ı920, Die Kommunistische Intemationale, sayı 9, 1920, s.181-187. Grigori Yevseyeviç Zinovyev (18831936) Bolşevik Partisi'nin önderlerinden. 1920'1erde Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nde etkili olmuş, daha sonra Stalin döneminde idam edilmiştir. (YN) Rusça "meclis" anlamına gelmektedir. (YN) Aleksandr Vasilyeviç Kolçak (1874-1920) 1919-20'deki Rusya'daki içsavaşta kurulan karşıdev­ rimci hükümetin başkanı, Rus deniz subayı. Karşıdevrimci hükümetin devrilmesinden sonra Bolşevikler tarafından öldürülmüştür. (YN) Nikolay Nikolayeviç Yudeniç (1862-1933) İçsavaş sırasında kuzeybatıdaki karşıdevrimci Beyaz Ordu'nun komutanı. Kızıl Ordu tarafından yenilgiye uğratılınca 1920'de ordusunu dağıtıp kaçtığı Fransa'da yaşamını yitirdi. (YN) Anton lvanoviç Denikin (1872-1947) Beyaz Ordu'nun güney cephesindeki komutanı Rus

si, Rus-Ukrayna Kızıl Ordusunun Dinyester Nehri'ne28 yaklaşması, Almanya'da devrimci hareketin yükselmesi ve kapitalist devletlerin saflarında gittikçe daha çok kendini duyuran parçalanma; işte bütün bunlar, Balkan Yarımadası'ndaki proleter komünist hareketin yeni bir ivmeyle gelişmesine hizmet ediyor. Zafer komünistlerin olmalıdır. Bu düşünceyi Balkan ülkelerinin sadece pro­ letaryasının bilincine değil, aynı zamanda emekçi köylülüğünün de bilincine derinlemesine yerleştirmeliyiz. Bunun için, Balkan ve Tuna ülkelerinin ko­ münist partileri ve örgütler, işçilerin, köylülerin kurtuluşuna karşı olanların bizim programımız hakkında yaymaya çalıştıkları tüm yanlış fikirleri silmeli­ dirler. Ö ncelikle de güya Balkan ülkeleri iktisadi bakımdan geri oldukları için proletarya devriminin dışında kalacaklardır şeklindeki o pek sevilen iddiayı çürütmek gerekir. Balkanlar'ın komünist partileri ve örgütleri bu malum iddi­ anın karşısına, savaş sırasında ve savaştan sonra Balkan ülkelerinde gelişen iktisadi-siyasi koşulların tahlilini çıkarmalıdırlar. Çünkü bu koşullar, Balkan ve Tuna ülkelerinin emekçi kitlelerinin içinde bulundukları güç durumdan kurtulmak için proletarya devriminden başka çıkar yolları olmadığını kesin bir açıklıkla kanıtlamaktadır. Rusya proletaryasının üç devrim yılı boyunca ağır ve kanlı deneylerin süz­ gecinden geçirerek oluşturduğu program ve mücadele yöntemleri, tüm ülkeler­ deki, bu arada Balkan ve Tuna ülkelerindeki proletarya kitlelerinin çıkarlarına uygundur. Balkan ve Tuna ülkeleri coğrafi ve iktisadi konumları dolayısıyla çoktan­ dır emperyalist devletlerin çıkar alanları içine çekilmiş bulunuyorlar. Kapi­ talist Çarlık Rusyası'nın Akdeniz'e inme tutkusu, emperyalist Avusturya ve Almanya'nın Ege Denizi kıyılarına, Anadolu ve Mezopotamya'ya yayılma tut­ kuları, İngiltere, Fransa ve İtalya'nın Akdeniz'de, Mısır'da, Mezopotamya'da üstünlüğü kapmak için çekişmeleri; işte bütün bunlar, güneye, Ortadoğu'ya ve Uzakdoğu'ya giden yolların düğüm noktasını oluşturan Balkan Yarımadası'nda çakışmakta ve iç içe girmektedir. Balkanlar'da üstünlüğü ele geçirmek için haydutların verdiği kanlı mücade­ le on yıllarca sürmüştür. Ne zaman ki haydutlar artık bitkin düşüp savaşmak­ tan vazgeçtiler, o zaman da onların Balkan ülkelerindeki ajanları ve uşakları durumuna gelmiş olan hakim sınıflar bu savaşı kendi aralarında sürdürme­ ye başladılar. Son "büyük" emperyalist savaş Balkanlar'da patlak vermiştir. Bu savaşın perde öncesini ise 1912-1913 Balkan Harbi oluşturuyordu. Balkan

28

general. Kızıl Ordu karşısındaki yenilgi ve geri çekilişlerin ardından komutanlığı bırakarak Fransa'ya, daha sonra da 1945'te hayata veda ettiği ABD'ye yerleşti. (YN) Günümüzde Ukrayna ve Moldova'da akan, Karadeniz'e dökülen 1.352 km uzunlukta ırmak. (YN)

Harbi, taraflardan herhangi birinin kesin zaferiyle sonuçlanmadığı için, em­ peryalist büyük devletlerin Balkan Yarımadası'nda kimin hakim olacağı, Asya ve Akdeniz'e giden büyük yollara kimin hükmedeceği sorununu kesin çözüme bağlamak için 1914 Savaşı'na girmelerine yol açmıştı. Emperyalist efendiler Balkan devletlerini birbirlerine karşı savaşa sokabil­ mek için bu ülkelerin burjuvazilerinin toprak fethetme hırsından yararlanmış­ lar ve "Büyük Bulgaristan", "Büyük Sırbistan", "Büyük Romanya" gibi hayaller­ le akıllarını çelmişlerdir. Emperyalistler, değişik milliyetleri birbirlerine karşı kışkırtmış, silahlanmaları için onlara para vermiş, zenginlik kaynakları olan madenlerine, limanlarına ve hammaddelerine haciz koyarak onları fiilen kendi sömürgeleri durumuna getirmişlerdir. Savaş, İtilaf Devletleri'nin zaferiyle son buldu. Romanya, Sırbistan ve Yu­ nanistan savaştan önce sahip oldukları toprakların üç-dört katından da fazla, muazzam ölçüde toprak kazandılar. Bulgaristan'ın bir kısmı haydut komşuları tarafından bölüşüldü. Türkiye'yi bekleyen şey tamamen parçalanma, Türkiye halkını bekleyen ise, Yahudi kavminin kaderi, yani kendi toprağı olmayan bir halka dönüşmektir. Savaştan muzaffer çıkan ülkelere gelince, onlar İtilaf Devletleri 'nin kendile­ rine sağladığı desteğin bedelini iktisadi ve siyasi bağımsızlıklarının fiilen yok edilmesiyle ödüyorlar. Savaşı yürütebilmek için almak zorunda kaldıkları mil­ yarların dışında, Türkiye ve Avusturya-Macaristan'ın borçlarından kendilerine düşen pay nedeniyle devlet borçları daha da büyümüştür. İngiliz, Amerikan ve Fransız borsacıları paralarını ve hisse senetlerini garantiye alabilmek için Ver­ say ve Saint-Germain antlaşmalarıyla Romanya'nın ve Sırbistan'ın demiryolu ve gümrük işlerini denetleme ve bunlara müdahale etme hakkını elde etmişler­ dir. Paris Yüksek Konseyi bir yandan Sırp askeri kliğine, Rumen toprak sahiple­ ri sınıfına ve Romanya'nın yoz bürokrasisine milyonlarca yabancıyı -Bulgarları, Arnavutları, Macarları, Almanları, Ukraynalıları ve Rusları- neredeyse çiğ çiğ yemesi için bırakırken öte yandan da her türlü iktisadi ve siyasi ayrıcalık elde etmek amacıyla beş "büyük devlete" milli azınlıkları, gerektiğinde Sırbistan, Romanya ve Yunanistan üzerinde bir baskı aracı olarak kullanma hakkını ta­ nımıştır. Aslına bakılırsa, muzaffer ülkelerdeki halk kitlelerinin de iktisadi ve siyasi durumu, yenik ülkelerdeki kadar kötüdür. Ellerinde ne varsa savaş için har­ camış, tüm iktisadi olanaklarını yitirmiş ve sanayi ile tarımı mahvetmiş olan Balkan ve Tuna ülkelerinin kapitalist hükümetleri halk kitlelerini sefalete it­ miş, ölüme terk etmişler; bir yandan işçi ücretlerini düşürmüş diğer yandan da besin maddelerinin ve mamul malların fiyatlarını fahiş derecede yükselt­ mişlerdir.

İşte bütün bunlar, ister istemez, halkın en alt tabakalarının direnmesine yol açtı ve ayaklanmalar başgösterdi. Topraklarını ve halklarını, hiç direnmeksi­ zin yabancı boyunduruğuna terk etmiş olan yenik Balkan devletlerinin ülke­ de en zalimce baskı yöntemleriyle "huzur ve nizam" sağlama umutlan boşa çıktı. Aynı şekilde Romanya, Yunanistan ve Sırbistan savaşta sundukları hiz­ metler karşılığında müttefiklerinden yardım almayı boşuna hayal edip durdu­ lar. Çünkü İngiliz ve Fransız kapitalistleri daha kendi ülkelerindeki çöküntüye bir çare bulmaktan acizdirler; kendi ülkelerindeki sanayi ve ulaşımı yeniden kuramamışlardır ve dolayısıyla Balkan ülkelerine herhangi bir yardımda bu­ lunmaları mümkün değildir. Tam tersine, bu ülkelere gelecekte daha da fazla bir hammadde kaynağı ve gereksiz mallar pazarı gözüyle bakacaklardır. İster "düşman"ları ister "müttefik"leri olsun, Balkan devletlerini soyup soğana çe­ virmeye daha da acımasızca devam edeceklerdir. Nitekim Amerikan sermayesiyle İngiliz-Amerikan sermayesinin Romanya'nın petrol bölgelerini kapmak için sürdürdükleri mücadele, İtilaf Devletleri'nin Balkanlar burjuvazisine, kazandığı zaferin meyvelerini toplamasına izin ver­ meye hiç de niyetleri olmadığını kanıtlamaktadır. İzledikleri talan siyaseti yüzünden Balkan ülkelerini gelecekte bugünkün­ den de kötü şeyler bekliyor. Milletlerin Avusturya-Macaristan'ın yenilgisinden ve Bulgaristan ile Türkiye'nin parçalanmasından sonra ortaya çıkan yeni dağı­ lımı, Balkan Yarımadası'nda milliyetler meselesini savaş öncesine göre daha da karıştıracaktır. Yabancı milliyetlerden çok daha fazla sayıda unsur muzaffer devletlerin hakimiyeti altına girmiştir. İzlenen milli baskı siyasetinin, doymak bilmeyen militarizm siyasetinin kurtuluş için çok daha büyük bir istek uyan­ dırması doğaldır. Dolayısıyla kurtuluş mücadelesi daha da büyük boyutlara ulaşacaktır. Bürokrat-toprak sahibi Sırp oligarşisinin hakimiyetine karşı Makedonyalı Bulgarlar, Arnavutlar, Karadağlılar, Hırvatlar ve Boşnaklar ayaklanıyor. Ru­ men oligarşisine karşı mücadele edenler ise sadece mülkleri Romanyalı top­ rak sahipleri tarafından talan edilen Eski ve Yeni Dobruca'daki Bulgar ve Türk çiftçilerinden ibaret olmayacak, bu mücadeleye Transilvanya'daki Macarlar ve Almanlar, Bukovina'daki29 Ruslar ve Ukraynalılar da katılacaktır. Yunan ticaret burjuvazisinin, vurguncu ve tefecilerin hakimiyetine karşı da hem Epir bölge­ sindekP0 Arnavutlar hem de Trakya'nın Türk ve Bulgar çiftçileri mücadeleye girişecektir. 29

30

Karpat Dağlannın kuzeydoğusu ile bitişikteki vadiyi kapsayan bölge. Saint-Gennain Antlaşması'yla 19ı9'da Romanya'nın kontrolüne verilen bölge, ı947'de Sovyet Ukraynası ve Romanya arasında paylaştırılmıştır. (YN) Yunanistan'ın kuzeybatı, Amavutluk'un güneyinde yer alan bölge. (YN)

Balkan ve Tuna halklarını bugün yeni bir amansız milliyetçi ajitasyon, milli kışkırtma ve milli-burjuva savaşlar dönemi tehdit ediyor. Ancak proletarya, zafer kazanarak yeni bir felaketi önleyebilir ve emekçi işçi ve köylü kitlelerini ekonomik ve milli baskıdan kurtarabilir. Ancak proletarya diktatörlüğünün za­ feri, tüm halk kitlelerini Federatif Sosyalist Balkanlar (ya da Balkanlar ve Tuna) Sovyetleri Cumhuriyeti'nde birleştirebilir ve onları hem kendi burjuvazilerinin hem de yabancı burjuvazilerin feodal-kapitalist sömürüsünden, ayrıca sömür­ ge boyunduruğundan ve milli didişmelerden kurtarabilir. Bu koşullar yüzün­ den komünist partisinin Balkan Yarımadası'nda oynayacağı rol, milliyetler me­ selesinin söz konusu olmadığı bir türden bir nüfusa sahip kapitalist ülkelerde oynayacağı rolden çok daha büyük olacaktır. İ şte, Balkanlar'daki komünist partileri tüm çabalarını komünizmin Balkan Yarımadası'ndaki bu büyük tarihi rolünü gerçekleştirmeye yöneltmelidirler. Bugün içinde bulunduğumuz sosyalist devrime hazırlık döneminde Balkan komünist partileri, kendi ülkelerinde yürüttükleri çalışmanın yanı sıra Balkan partilerinin birbirleriyle bağlarını güçlendirmeye ve eylem birliği sağlamaya en büyük özeni göstermelidirler. Macaristan Sosyalist Cumhuriyeti'nin tecrübesi, Balkan partileri arasında en sıkı birlik sağlanmaksızın zafer kazanmanın ola­ naksız olduğunu açık seçik göstermelidir. Macaristan Sosyalist Cumhuriyeti, Rumen, Güney Slav ve Çekoslovak işçilerinin desteğini alacak yerde, buralar­ daki beyaz hükümetlerin süngüsüyle karşılaştığı için yıkılmıştı. Yine, Sovyet cumhuriyetlerinin tecrübelerinden çıkan ve Balkan ve Tuna ül­ kelerinin komünist partilerinin akıllarından hiç çıkarmamaları gereken ikinci ders ise işçi kitlelerinin dışında geniş emekçi köylü tabakalarını, yoksul ve orta köylüleri komünist harekete kazanmanın zorunlu olduğudur. Romanya'da, Bulgaristan'da, Sırbistan'da, Yunanistan'da, Türkiye'de, yani kısacası bütün Balkan ülkelerinde Sovyet iktidarının zafer kazanmasını ve sağlamlaştırılması­ nı belirleyecek olan şey, komünistlerin köylü kitleleri arasında komünist parti­ sinin etkisini ne derece yayabildikleri olacaktır. Balkan Yarımadası'nda prole­ taryanın zaferini, Rumen köylülerinin, Besarabyalı31 ve Bukovinah köylülerin toprak sahiplerine karşı duydukları derin sınıf kini, Bosna ve Hırvat köylüle­ rinin, Habsburglardan32 farksız olan Türk toprak sahiplerine besledikleri nef­ ret, Bulgaristan'ın, Makedonya'nın ve Trakya'nın yoksul köylülerinin komünist partiye kazanılması belirleyecektir. 31 32

Ukrayna, Moldova ve Ukrayna'nın arasında bulunan bir bölge. Osmanlı Devleti'nden sonra sırasıyla Çarlık Rusyası, Romanya, SSCB ve Moldova'nın egemenliğine girmiştir. (YN) Orta Avrupa'da 10. yüzyıldan 20. yüzyıl başlarına kadar hüküm sürmüş olan Alman hanedanı. (YN)

Balkan Yarımadası'nda devrimin yaklaştığını haber veren pek çok belirti var. Ama Balkanlar'da ve Tuna ülkelerinde proletaryanın iktidarı sadece ele geçirmesi yetmez, iktidarı elinde tutmasını da bilmelidir. Bütün ileri ülkelerde­ ki proleter komünist mücadelenin tecrübelerini iyi öğrenmeli, Rusya'daki işçi ve köylü devriminin tecrübesini aklından çıkarmamalıdır. Bu devrimin zafer kazanmasının nedeni, sadece Rusya'daki özel tarihi, coğrafi ve siyasi koşullar değil, bunun yanı sıra Rusya Komünist Partisi 'nin güçlü örgütlenmesi ve çarlı­ ğa karşı on yıllarca hiç durmaksızın devrimci mücadele yürütmüş olan örgütlü Rus proletaryasının yüksek bilinç düzeyi ve sahip olduğu siyasi eğitimdir. Rus­ ya proletaryası, ancak zaferi ve bu zaferi korumak için gerekli azami önkoşulla­ rı hazırladıktan sonra iktidarı ele aldı. Balkan Yarımadası'nda ise bu, ancak her Balkan ülkesindeki komünist partileri gerçekten proletaryanın örgütlü iradesi­ ni temsil ettiği zaman ve tüm Balkanlar ve Tuna ülkelerindeki komünist parti­ leri tek bir devrimci birleşik cephe oluşturdukları zaman mümkün olacaktır. Yaşasın komünist Balkan partileri! Yaşasın dünya devrimi!

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi İRAN, ERMENİSTAN VE TÜRKİYE'NİN EZİLEN HALK KİTLELERİNE33 Temmuz - Ağustos 1920

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi, 1 Eylül'de Bakı1'da İ ran, Erme­ nistan ve Türkiye'nin köylü ve işçilerinin bir kongresini topluyor. Komünist Enternasyonal nedir? Komünist Enternasyonal, Rusya'daki, Po­ lonya, Almanya, Fransa, İ ngiltere ve Amerika'daki milyonlarca devrimci işçinin örgütüdür. Bu işçiler savaşın gümbürtüsüyle uyanmış, açlığın baskısı altında, artık zenginler için değil, kendileri için çalışmak; bundan böyle silahlarını kendi kardeşlerine, ezilen ve horlanan kardeş halklara karşı değil, kendi öz savunmaları için sömürücülere karşı kullanmak amacıyla ayaklanmışlardır. Bu emekçi kitleler, güçlerinin ancak birleşmekte ve kuvvetlerini toparlamakta yattığını, zaferlerinin tek güvencesinin bu olduğunu anlamışlardır. İşte geçen yıl Komünist Enternasyonal 'i kurarak bunun için mutlaka gerekli olan örgütü yarattılar. Bu örgüt bir buçuk yıllık hayatı içinde kapitalist hükümetlerin bütün baskı ve takiplerine karşın, bütün dünyanın işçileriyle devrimci köylülerinin kurtuluş mücadelesinin özü haline gelmiştir. 33

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi. ''An die unterdrückten Volksmassen Persiens, Arıneniens und der Türkei'', Die Kommunistische Intemationale, sayı 12, 1920, s.327-331. Komite, 1 Eylül 1920 Baku Doğu Halkları Kongresi öncesinde yaptığı Temmuz-Ağustos 1920 toplantısında bu bildiriyi yayımlıyor.

Komünist Enternasyonal neden İran, Ermenistan, Türkiye köylü ve işçileri­ nin bir kongresini topluyor? Onlara ne verebilir? Onlardan ne isteyebilir? Avru­ pa ve Amerika'nın mücadele eden işçi ve köylüleri, size sesleniyoruz; çünkü siz de onlar gibi dünya sermayesinin boyunduruğu altında inliyorsunuz; çünkü siz de onlar gibi dünya sömürücülerine karşı mücadele etmek zorundasınız; çünkü İran, Türkiye ve Ermenistan köylü ve işçilerinin Avrupa ve Amerika'nın büyük proletarya ordusuyla birleşmesi bu cepheyi güçlendirecek, sermayenin ölümünü hızlandıracak ve böylece bütün dünyanın işçi ve köylülerinin kurtu­ luş yolunu açacaktır. İranlı köylü ve işçiler! Tahran'daki Kaçar HükümetP4 ve onun uşağı olan yerel hanlar, sizleri yüzyıllardır soymuş, sömürmüşlerdir. Tahran Hükümetinin uşakları, şeriat yasasına göre ortak mülk olan toprağı hep kendi mülkiyetlerine geçirmişlerdir. Toprağı istedikleri gibi satıyorlar. Size keyfi vergi yüklüyorlar. Ülkeyi, kötü yönetimleriyle iliğine kadar sömürüp bitirdikten sonra bu kez de geçen yıl 2 milyon sterlin karşılığında İngiliz kapitalistlerine sattılar. İngiliz­ lerin İran'da sizi eskisinden de fazla ezecek bir ordu kurmasını istiyorlar. Bu ordu, hanlar ve Tahran Hükümeti için vergi toplayabilsin diye Güney İran'daki zengin petrol kaynaklarını İngiliz kapitalistlerine peşkeş çektiler ve ülkenin ta­ lan edilmesine yardımcı oldular. Mezopotamyalı köylüler! İngilizler ülkenizin bağımsız olduğunu ilan etti ama 80 bin İngiliz askeri hala topraklarınızda duruyor. Sizleri soyup yağmalı­ yor, öldürüyor, kadınlarınızın ırzına geçiyor. Anadolu köylüleri! İngiliz, Fransız, İtalyan hükümetleri İstanbul'u top ate­ şine tutuyorlar. Sultanı tutsak kıldılar. Onu, su katılmamış Türkiye toprağının parçalanmasına razı olması için zorluyorlar. Altı yıllık savaşta yoksullaşmış, dilenciliğe mahkum edilmiş olan Türkiye halkını daha iyi sömürebilmek için Sultanı ülkenin maliyesini yabancı kapitalistlere teslim etmeye zorluyorlar. Zonguldak kömür ocaklarını ve limanları işgal ettiler. Ülkenize askerlerini çı­ karıyor, tarlalarınızı çiğniyorlar. Barışsever Türkiye köylüsüne kendi yabancı yasalarını dayatıyorlar. Sizi yük hayvanlarına çevirerek bütün yükleri sırtını­ za vurmak istiyorlar. Beylerin bir bölüğü kendini yabancı kapitalistlere sattı. Başka bir bölüğü ise sizleri silah başına çağırıyor, sizi yabancı istilacılara karşı örgütlüyor. Ama onlar da sizlerin kendi ülkenizin hükümetinin başına geçme­ nize, asalakların Sultandan armağan diye aldığı toprak ve tarlalara sahip çık­ manıza, ekip biçmenize izin vermiyor. Ve yarın, yabancı kapitalistler efendileri­ nize daha elverişli barış koşulları tanıdığında bugünkü önderleriniz sizi yaban­ cı efendilerin de yardımıyla zincire vurur; tıpkı büyük toprak sahipleri ile eski memurların yabancı orduların bulunduğu bölgelerde şimdiden yaptığı gibi! 34

İ ran'da 1796-1925 yılları arasında hüküm sürmüş bir hanedan. (YN)

Ermenistanlı köylü ve işçiler! Yıllar boyunca Kürtlerin Ermenileri kestiğin­ den dem vurup sizi Sultana karşı mücadeleye kışkırtan ve bu mücadeleden her gün yeni karlar elde eden yabancı sermayenin çevirdiği dolapların kurbanı ol­ dunuz. Savaş sırasında bunlar size bağımsızlık vaat etmekle kalmadı; tüccarla­ rınızı, öğretmenlerinizi, papazlarınızı Türk köylüsünün topraklarını istemeleri için kışkırttı. Böylece Ermeni ve Türk halkı arasında bir mücadeledir sürecek, onlar da bu mücadeleden sürekli kar sağlayacaklardır. Çünkü sizler ile Türkler arasında huzursuzluk hüküm sürdükçe İngiliz, Fransız ve Amerikan kapitalist­ leri Türkleri bir Ermeni ayaklanmasıyla tehdit ederek gemleyebilir, Ermenileri ise Kürt kıyımı tehlikesiyle korkutabilirler. Suriye ve Arabistan köylüleri! İngilizler, Fransızlar sizlere bağımsızlık vaat ettiler. Bugün ise orduları ülkenizi işgal altında tutuyor. Yasalarınızı İngilizler ve Fransızlar yapıyor. Ve siz, Türk sultanından ve İstanbul Hükümetinden ken­ dinizi kurtaran siz, şimdi de Paris ve Londra hükümetlerinin kölesisiniz. Sulta­ nın hükümeti ile bunların arasındaki tek fark, daha güçlü olmaları ve sizi daha iyi sömürebilmeleridir. Siz de bunu gayet iyi görüyorsunuz. İranlı köylüler ve işçiler hain Tahran Hükümetine karşı ayaklandı. Mezopotamya'da köylüler İngiliz işgal kuvvetle­ rine karşı isyan halindedir. İngiliz gazeteleri işgal birliklerinin Bağdat'ta halk kitlelerine karşı çarpışırken verdiği kayıpları yazıyor. Anadolu köylüleri! Yabancı istilacılara karşı mücadele etmek üzere Kemal Paşa'nın bayrağı altına çağrılıyorsunuz. Ama biz sizin kendi halk ve köylü par­ tinizi kurma çabasında olduğunuzu da biliyoruz. İşte bu parti, paşalar sömü­ rücü İtilaf Devletleri'yle barış yapsalar bile mücadele etme yeteneğine sahip olacak tek partidir. Suriye'de huzursuzluk bir türlü sona ermiyor ve siz Ermeni köylüleri, siz de İtilaf Devletleri kapitalistlerinden kurtuluş beklemenin anlamsızlığını gittikçe daha iyi anlıyorsunuz. O İtilaf Devletleri ki bin türlü vaatte bulunduğu halde sizi pençesinin altında daha iyi tutabilmek için açlıktan ölüme terk etmiştir. İtilaf Devletleri'nin uşağı burjuva Taşnak Hükümetinizin bile, barış ve yardım dilemek için Rusya İşçi-Köylü Hükümetine avuç açmak zorunda kaldığını git­ tikçe daha iyi görüyorsunuz. İşte sizin kendi çıkarlarınızı kavramaya başladığı­ nızı gördüğümüz için değerli deneyimler kazanmış Avrupa işçilerinin temsilcisi olarak mücadelenize yardım etmek üzere sizlere sesleniyoruz. Diyoruz ki Avru­ pa ve Amerikan kapitalistlerinin sizleri silahlarının gücüyle ezebildiği günler artık geride kalmıştır. Avrupa'nın her yerinde işçiler ayağa kalkıyor, kapitalist­ lere karşı silahlanıyor ve onlara karşı kanlı kavgalar veriyorlar. Gerçi işçiler henüz zafere ulaşmadılar ama kapitalistler de artık halkı di­ ledikleri gibi ezebilecek durumda değildir. Rus Devrimi tam iki buçuk yıldır

kendini yedi düvele karşı kahramanca savunuyor. Fransız, İngiliz ve Amerikan kapitalistleri Rus işçilerini her yola başvurarak, silah zoruyla, açlık tehdidiy­ le yenmeye, onların boynuna ilmik geçirmeye, onları kendilerine köle etmeye çalıştılar. Başaramadılar. Rus işçi ve köylüleri kendi hükümetlerini kararlılıkla savundular. İngilizlerin, Fransızların kurduğu orduları geri püskürten bir Kızıl Ordu kurdular. Yakındoğu'nun köylü ve işçileri! Ancak örgütlenir, silahlanırsanız, kızıllar­ la, Rusya'nın işçi-köylü ordusuyla birleşirseniz Fransız, İngiliz, Amerikan ka­ pitalistlerine karşı direnebilirsiniz. Fransız, İngiliz, Amerikan kapitalistlerinin üstesinden gelebilir, sizleri ezenlerden kurtulabilir, dünyadaki işçi cumhuriye­ tiyle serbestçe ittifak yapıp kendi çıkarlarınızı kollayabilirsiniz. Ancak o zaman ülkenizin zenginlikleri sizin olur. Ancak o zaman emeğin ürünleri hem sizin çıkarlarınıza hem de dünyadaki bütün emekçilerin çıkarlarına uygun olarak hakça değişilir, ancak o zaman birbirimizle yardımlaşabiliriz. İ şte bütün bu so­ runları da sizinle kongrede görüşmek istiyoruz. Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi, İngiliz, Fransız, Amerikalı, Al­ man ve İtalyan işçilerinin temsilcisi olarak Bakii'ya gelecek ve ortak düşmana karşı mücadelede Avrupa proletaryasının çabalarıyla sizinkilerin nasıl birleşti­ rilebileceği sorununu sizinle orada tartışacaktır. Sizler de 1 Eylül 'de Bakıl'ya olabildiğince çok sayıda gelebilmek için hiçbir fedakarlıktan kaçınmayın. Kutsal yerlere erişmek amacıyla az mı çöller aştınız. Şimdi de birbirinizle buluşmak için kendinizi kölelik zincirinden nasıl kurtara­ bileceğinizi, özgür ve eşit insanlar olarak yaşamak için nasıl kardeşçe birleşe­ bileceğinizi tartışmak amacıyla aşın bu çölleri, dağları, ırmakları. Ö ncelikle Yakındoğu'nun işçi ve köylülerine sesleniyoruz. Ama daha uzaklarda yaşayan ezilen halk kitlelerini, Hindistan'ın temsilcilerini, Sovyet Rusya'yla ittifak içinde özgürce gelişen Müslüman halkın temsilcilerini de de­ legeler arasında selamlamaktan büyük bir sevinç duyacağız. 1 Eylül'de Bakii'da, binlerce İranlı, Türk, Ermeni köylüsü ile işçisi Yakındo­ ğu halklarının kurtuluşu uğruna barış içinde toplansın. Kongreniz hem Avrupa ve Amerika'daki hem de kendi ülkelerinizdeki düş­ manlarınıza, kölelik çağının artık gerilerde kaldığını, sizlerin artık ayaklandı­ ğınızı, zaferin sizin olacağını bildirsin. Bu kongre, tüm dünya işçilerine sizlerin kendi çıkarlarınız uğruna bizzat mücadeleye atıldığınızı, her türlü sömürüye karşı ölüm kalım savaşını başlat­ mış olan büyük devrimci orduya şimdi sizin de katıldığınızı bildirsin. Bu kongre, tüm dünya işçilerine, sizlerin kendi haklarınızı savunduğunuzu, şimdi her türlü haksızlığa, yağmaya karşı savaşan güçlü devrimci orduya sizin de katıldığınızı bildirsin.

Kongreniz tüm dünyada boyunduruk altında yaşayan milyonlarca insana güç ve inanç versin. Onlara kendi güçlerine güvenmeyi aşılasın, nihai zafer ve nihai kurtuluş gününü daha da yaklaştırsın. Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi Başkan: G. Zinovyev Sekreter: K. Radek Britanya Sosyalist Partisi adına: W. Maclaine, Tom Quelch Britanya İşyeri Temsilcileri Komitesi adına: Jack Tanner, G. T. Murphy Fransız Heyeti adına: A. Rosmer, C. Deliniers, J. Sadoul İtalyan Heyeti adına: Bombacci, A. Graziadei Amerikan Komünist İ şçi Partisi adına: A. Bilan Amerikan Komünist Partisi adına: L. Fraina, A. Stocklitzki İspanyol İşçi Federasyonu adına: Angel Pestana Rusya Komünist Partisi Merkez Komitesi adına: N. Buharin, V. Vorovski, A. Balabanov, G. Klinger Rusya Sendikalar Birliği Merkez Konseyi adına: A. Lozovski Polonya Komünist Partisi adına: J. Marchlevski (Karski) Bulgar Komünist Partisi ve Komünist Balkan Federasyonu adına: N. Schablin Alman-Avusturya Komünist Partisi adına: Reisler. Macaristan Komünist Partisi adına: Rakosi, Rudnyanazky Hollanda Komünist Partisi adına: D. Wijnkoop.

Ermenistan Komünist Partisi "MÜSLÜMANLARA YÖNELİK KIRIM POLİTİKASI, EKONOMİK AMAÇLARIN DIŞINDA ESAS OLARAK SİYASI AMAÇ TAŞIYOR" 35 19 Temmuz 17 Ağustos 1920 -

(... ) Burjuva-milliyetçi devletlerin örgütleri, Ermeni ve Müslüman emekçi kitlelerinin oturdukları bütün bölgeleri harabeye çeviren bitmek bilmez milli savaşları birlikte yürüttüler. Zangezur, Karabağ, Akulis, Agbaba, Zangibasar, Taşnaksutyun'un ve onun Azerbaycan'daki akrabası Musavat Partisi'nin kanlı emperyalist politikalarının şahididir. Ermenistan burjuvazisinin kutsal emeli olan "denizden denize bağımsız ve birleşik Ermenistan"ı bugün Ermenistan'ın karşıdevrimci hükümeti, ondan nefret eden Müslüman köy ve kasabalarından ülkeyi temizleyerek pratiğe ge­ çirmektedir. ( ) " Özgür ve bağımsız Ermenistan", Taşnakların elinde işçi ve köylülerden "bağımsız" ve vurguncular, savaş ağaları, teröristler, toprak ağaları ile Denikin subayları içinse "özgür" bir ülkeye dönüştü. (. . ) Ö nceleri işçi ve köylüleri Azerbaycan saldırısı tehdidiyle korkutan hükü­ met, kitlelerin yapılmakta olan savaşın emperyalist karakterini anlamasının ...

.

35

Ennenistan Komünist Partisi'nin III. Entemasyonal'in ı9 Ternrnuz-17 Ağustos ı920 tarihlerinde toplanan 2. Kongresi'ne sunduğu rapordan. RGASPİ fond 64, liste ı, dosya 137, yaprak 13-ı5.

ardından Amerikan unundan36 faydalanarak köylüleri açlıktan ölmekle tehdit etti. Elde edilen bütün unlar, vurguncuların ve köy ağalarının elinde toplandı. Elindeki ufacık toprak parçasıyla ekmeksiz, dara düşen orta köylülük, un ih­ tiyacını ağalardan giderdi. Onlara buna karşılık toprağının kullanım hakkını vermek zorunda kaldı. Ermenistan'da toprak sorunu, hükümetin Müslüman köylülerin elinden zorla alarak verdiği hükümet ve parlamento üyelerinden meydana gelen top­ rak ağaları sınıfının suni bir şekilde oluşmasıyla şiddetlenmektedir. Ülke için­ de Müslümanlara yönelik kırım politikası, ekonomik amaçların, yani hükümet ve parlamento üyelerinin zenginleşmesi dışında, esas olarak siyasi amaç taşı­ yor: Müslümanlardan temizlenen bölgelere hükümet, onlardan Ermeni-Kazak sınıfı yaratmak için Türkiye Ermenisi göçmenleri yerleştiriyor. Böylece onların yardımıyla köklü, fakir düşmüş, takibata uğrayan, devrimci köylülerle savaş­ mayı hedefliyor. Türkiye Ermenileri, neredeyse Erivan'ın bütün ticaretini elinde toplamış durumda. Hükümet, tamamen onlara bağımlı. ( ...)

36

Amerika tarafından Taşnaklara yapılan un yardımı kastedilmektedir.

İsmail Hakkı Paşa MİLLİYETLER VE SÖMÜRGELER MESELESİ ÜZERİNE KONUŞMA37 28 Temmuz 1920

Lenin yoldaşın tezleri üzerine, özellikle de İslamcılığı ele alan bölümü hak­ kında konuşmak istiyorum. Bu mesele özellikle büyük bir ilgi gerektirmekte­ dir. Türk sultanlarının Suriye ve Mezopotamya'yı fethettikleri günlerden, İslam dünyasının kutsal yerlerine giden yolu ellerine geçirdikleri günlerden bu yana Türk iktidar sahipleri, Doğu'nun, Afrika'nın ve diğer ülkelerin Müslüman olan bütün halklarını birleştirmeye çalışmışlardır. Kutsal yerler ve özellikle de de­ miryolları sultanların eline geçtikten, Müslümanlığın kalbinin attığı yer elleri­ ne geçtikten sonra Türk sultanları, her yerde ve her şekilde Panislamizm vaazı verip durmuşlar, Doğu'da ve Afrika'da yaşayan bütün halk topluluklarını, bü­ tün Müslüman ülkeleri Türkiye etrafında birleştirmek istemişlerdir. Ne var ki, 1908 yılında patlak veren devrimle iktidar Jön Türklerin eline geç­ ti. İktidarı ele geçiren liberal burjuvazi, bütün bu halk topluluklarını birleştir­ mek için yeni yollar aramaya başladı. O sıralarda Rusya'da Tatarlar, Türkistan­ lılar, Başkırtlar, Kafkas Türkleri ve daha pek çok başka halk, Çarlığın kamçısı 37

Bu konuşma, 28 Temmuz 1920'de Komünist Enternasyonal 2. Dünya Kongresi, 5. Oturum'unda İsmail Hakkı Paşa (Türkiye) tarafından yapılmıştır (YN). "Protokolle des Zweiten Weltkongress der Komunistischen lnternational" (Bkz. Komünist Enternasyonal 2. Dünya Kongresi Tutanağı, s.187-188). "FünfteSitzungdes II. KongressesderKommunistischen Internationale am 28. Juli 1920".

altında inliyordu. İşte bu dönemde, Panislamizm düşüncesinin karşısına çıka­ rılan Pantürkizm buralara nüfuz etti. Panislamizm, değişik diller konuşan de­ ğişik halk topluluklarını birleştiremiyordu. Daha sonraları Jön Türklerin sahip çıktığı Pantürkizm düşüncesi ise Kazan'dan Türkistan'a ve Kafkasya'ya kadar bütün Türk halklarını, Türkiye'nin tümüyle ve İran'ın bir bölümüyle kaynaştır­ mayı amaçlıyordu. Pantürkistlerin hedefi, işte bu muazzam genişlikteki bölge­ yi birleştirmekti. Ama bütün bu hayaller, kağıt üzerinde kalmaya mahkumdu. Rusya Devrimi ve Avrupalı emperyalistlerin Türkiye'yi aralarında paylaş­ malarından sonra İngiliz ve Fransız kapitalistlerinin ikiyüzlülüğü Türkiye hal­ kının gözünde açığa çıktığı zaman, Türkiye'de yeni bir hareket, bir özgürlük hareketi başladı. Bugün demokratik partilerin38 önderliğinde yürütülen Ana­ dolu hareketi, İtilaf Devletlerinin39 Türkiye'yi amansızca sömürme çabalarına verilen en iyi cevaptır. Özellikle İstanbul'un işgali ateşi körüklemiş ve hareket daha da büyük bir hızla gelişmiştir. İtilaf Devletlerine düşman olan ve içleri emperyalizme karşı asırların kiniyle dolu bütün güçleri etrafında toplayan Anadolu'daki devrimci devlet, şimdi Avrupa emperyalizmine karşı mücadeleye hazırlanıyor. Emekçi Türkiye, İtilaf Devletleri'nin kendisini bir daha köleleştir­ mesine izin vermeyecektir. Emekçi Türkiye'nin en iyi dostu olan Rusya Devrimi sayesinde Türkiye halkı, çok yakın bir gelecekte tam özgürlüğüne kavuşacak ve bütün ülkelerin emekçileriyle birlikte bütün dünyadaki emperyalistlere karşı mücadeleye girişecektir.

38 39

Müdafaai Hukuk cemiyetleri kastediliyor. (YN) Birinci Dünya Savaşı'nda lngiltere, Fransa ve Rus Çarlığının oluşturduğu ittifak " itilaf Devletleri" (Anlaşma Devletleri) olarak anılıyordu. İttifak Devletleri ise Almanya, Avusturya· Macaristan ve İtalya'dan oluşmaktaydı. Savaş başladıktan sonra İtalya i tilaf Devletlerine ka· tıldı. Osmanlı Devleti ve Bulgaristan ise İttifak Devletleri cephesindeydi. Savaş sonrasında itilaf Devletleri, "Müttefikler" diye anıldı. Komintem yayın organlarında İngiltere, Fransa ve İtalya'nın oluşturduğu ittifaktan "Müttefikler" veya " i ttifak Devletleri" diye söz ediliyor. i kinci Dünya Savaşı'ndaki cepheleşmeyle karıştırılmaması için biz bu kitapta, İngiltere-Fransa· ltalya'nın oluşturduğu ittifakı, i tilaf Devletleri diye çevirdik. (YN)

Doğu Milletleri Kurultayı ENVER PAŞA'NIN BİLDİRİSİ ÜZERİNE KARAR40 15 Ağustos 1920

Enver Paşa'nın Türk ulusal hareketi üzerine bildirisini dinledikten sonra, Şark Milletleri Kurultayı aşağıdaki karar tasarısını benimsemiştir: 1. Kurultay, Doğu halklarını ezen ve sömüren ve dünya emekçilerini köle­ lik altında tutan dünya emperyalizmine, en başta da İngiliz ve Fransız emperyalist haydutlarına karşı mücadele eden bütün Türk savaşçılarına duyduğu yakınlığı ifade eder. Komünist Enternasyonal'in il. Kongresi gibi Şark Milletleri 1. Kurultayı da Doğu'nun ezilen halklarını yabancı emperyalizmin boyunduruğundan kurtarmaya çalışan milli devrimci hareketleri desteklediğini bildirir. 2. Ancak Kurultay şunu da saptar ki Türkiye'deki milli devrimci hareket yalnızca yabancı sömürücülere karşı yönelmiş olup, bu hareketin başa­ rısı Türk köylü ve işçilerinin her türlü baskı ve sömürüden kurtulması 40

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi 15 Ağustos 1920'de Bakıl Şark Milletleri Kurultayı'nı topladı. Bu Kurultay, Ekim Devrimi'yle kurulan Sovyetler Birliği ile Doğu'nun ezi­ len milletleri arasındaki ittifakı kurumlaştınyordu. Kurultay'a katılan 1.891 delegenin 1.273'ü çeşitli ülkelerin komünist partilerinin üyesiydiler. Rusya'daki Türkiyeli komünistlerin önde­ ri Mustafa Suphi, Kurultay'ın Başkanlık Divanı'nda yer almaktaydı. (YN) Bkz. Bakıl Şark Milletleri Kurultayı Başkanlık Divanı, "KongreB der Völker des Ostens: Deklaration Enver Paschas." Russische Korrespondenz, sayı 17/18, c.II, yıl l, Kasım 1920, s. 959-962.

anlamına gelmeyecektir. Bu hareketin başarı kazanmasıyla Türk emekçi sınıfları için en büyük önem taşıyan toprak sorunu ve vergi sorunu gibi sorunlar çözülmüş ve Doğu'nun kurtuluşu yolundaki başlıca engel olan ulusal anlaşmazlıklar ortadan kaldırılmış olmayacaktır. 3. Kurultay, hareketin önderlerinin özel bir dikkatle kollanmasını zorunlu görür: Bu önderler4ı geçmişte Türk köylü ve işçilerini emperyalist grup­ lardan birinin çıkarı uğruna savaşa sürmüş ve böylelikle küçük bir zen­ ginler grubunun ve yüksek dereceli subayların çıkarları için Türkiye'nin emekçi kitlelerini çifte bir yıkıma sürüklemişlerdir. Kurultay, şimdi bu önderleri emekçi halka hizmet etmeye ve eski yanlışlarını düzeltmeye hazır olduklarını uygulamada kanıtlamaya çağırır. Kurultay, Türkiye'nin ve bütün Doğu'nun emekçi kitlelerini Türk milli dev­ rimci hareketini desteklemeye çağırırken, Türkiye'nin köylü ve işçilerini kendi bağımsız örgütleri içinde birleşmeye, kurtuluş davasını sonuna kadar götür­ meye hazır olmaya ve yabancı emperyalistlerin zengin köylüler, bürokratlar ve generallerle (paşalar, derebeyleri vb.) kurdukları ilişkiler ve onların üstündeki etkilerinden yararlanmalarına izin vermemeyi salık vermektedir. Ancak o za­ man Türkiye'nin emekçi halkı kendilerini bütün ezen ve sömürenlerden kurta­ racak ve ancak o zaman toprak, fabrikalar, madenler ve ülkenin genel olarak bütün zenginlikleri emekçilere ve yalnız emekçilere yararlı olacaktır.



İttihat ve Terakki Fırkası önderleri kastediliyor. Kararın başında belirtildiği gibi bu karar, Enver Paşa'nın Türk milli hareketi üzerine bildirisini dinledikten sonra alınmıştır. Gerek Mustafa Suphi gerekse Anadolu'da başlayan hareketin temsilcileri olarak Kurultay'a katılanlar, Enver Paşa'ya karşı mücadele vermişlerdi. Enver Paşa, bu nedenle bildirisini kendisi okuyamamıştı. (YN)

Mihayl Pavloviç TÜRK KOMÜNİSTLERİNİN ÖLÜMÜ42 Nisan 1921 Türkiye Komünist Partisi Yurtdışı Bürosu üyesi Cevat Yoldaştan43, Suphi Yoldaş ile arkadaşlarının şehit düştüğünü haber veren bir mektup aldım. İnan­ mak istemediğimiz korkunç söylentiler ne yazık ki doğru çıktı. Türkiye burju­ vazisinin kiraladığı cellatlar ve gözü dönmüş bağnaz bir güruh yoldaşlarımızı taşlayarak, eziyet ederek, ölesiye işkence ederek katletti. Cevat yoldaş, bu inanılmaz olay üzerine, Türkiye'de iktidarda olan sınıfların işlediği bu yeni suç konusunda şunları yazıyor: "Baku, 2 Nisan 1921 Aziz Yoldaşım Pavloviç 28 Ocak'ta Trabzon civarında vahşice denize atılmış olan Suphi Yoldaş ile Türkiye Komünist Fırkası'nın Merkez Komitesi azalarından dört kişi ve diğer 12 komünist yoldaş hakkında sizinle ciddi görüşmek istiyorum. Kaybolan yoldaşlarımız hakkında epey zaman malumat alamadık. Fakat sonra onların Trabzon burjuvazisi tarafından tutulmuş cellatlar tarafın­ dan öldürüldükleri anlaşıldı. 42 43

Mihayl Pavloviç, "Der Tod der türkischen Kommunisten", Die Kommunistische İntemationale, sayı 17, 1921, s.554-558. Ahmet Cevat (Emre) Türk siyasetçi. Batum'da halı tüccarlığı yapan Ahmet Cevat Emre, burada komünizmle tanışmış ve TKP'ye katılmıştır. Daha sonra Çanakkale milletvekilliği yapmıştır. (YN)

Ta Erzurum'dan itibaren bizim yoldaşlarımız aleyhinde nümayişler başlamıştı. Halka diyorlar ki, 'Rusya'dan gelmiş olan komünistler Bol­ şeviklerdir. Onlar mağazaları kapamak için geldiler, kimsenin almak ve satmak salahiyeti olmayacaktır. Sonra taharriyata başlanacak, herkesin eşyası ve parası müsadere olunacaktır. Komünistler dinsizdir. Allah'a inananları hapse atacaklardır. Din, ticaret ve hususi mülkiyet Bolşevik­ ler tarafından men edilmiştir.' Nümayişçiler arasında burjuvazi tarafından parayla elde edilmiş ve polis teşkilatı tarafından komünistler aleyhinde tevcih edilmiş cahil şahsiyet­ ler çoktu. Bunlar, bizim yoldaşlara hücum ederek taşlamışlar ve parça parça etmeye kalkışmışlardır. Yolda bizim yoldaşlara kimse ekmek ve atları için yem satmıyor. Hükümet ise Bolşevikleri himaye rolünü takın­ maya çalıştığım göstermek istiyordu. Komünistleri müdafaa için hükü­ metin tedbir aldığı yalandı. Bizim mevsuk membalardan aldığımız ha­ berlere göre polisler ahaliyi dükkanlarını kapamaya teşvik ettikleri gibi, müdafaasız kalmış olan yoldaşlarımızı taşlamak için halkı tahrik etmiş­ lerdir. Bu gibi hücumlara yoldaşlarımız dört yahut beş şehir ve kasaba­ da maruz kalmışlardır. Fakat bu yoldaşlar en vahşi hücuma Trabzon'da uğramışlardır. Bunlar Trabzon'a gelir gelmez ahali bağırıp çağırmış ve tahrikler altında limana sevk edilmişlerdir. Burada onların üzerinde bulunan birkaç tabancayı aldılar ve sonra cebren bir motora koyarak denize açıldılar. Bu motorun arkasından ikinci bir motor daha sahilden ayrıldı. Bu motorda silahlı adamlar vardı. Bizim arkadaşları bağladılar ve süngüleyip denize attılar. Ertesi günü her iki motor sahildeydi. Ve bunların tayfası herkese Türk komünistlerinin denizin dibine gittikle­ rini anlatıyordu. Rusya Şuralar Cumhuriyeti mümessili yoldaşlarımızı istikbal etmek istemiş, fakat vali buna mani olarak mümessilin evin­ den çıkmamasını emretmiş, aksi halde halk tarafından parçalanacağını bildirmiştir. Rus mümessilinin bu vakayı Moskova ve Ankara'ya haber vermesi ve bizim yoldaşların cellatların elinden alınmasına çalışması lazımdı. Fakat yazık ki o sırada Trabzon'daki Rus mümessili cesur bir adam değildi. Trabzon'da bunun Milli Müdafaa Cemiyeti Riyaset Divanı tarafından yapıldığı söyleniyor. Burada (Rusya'da) ise bu meseleye dair henüz bir karar alınmamıştır. Fakat artık susmak da imkan haricinde­ dir. En iyi ve cesur arkadaşlarımızdan 16 yahut 17'sini kaybettik. Bizimle hemfikir olup o cellatların tecziyesini istemelisiniz. Trabzon'a gelecek her komünistin öldürülmesine karar verilmiştir. Anadolu burjuvazisi barbarca yaptığı cinayetlerden mesul olmadığını gördüğünden, komü-

nistleri şiddetle takibe devam ediyor. Cellatlar tarafından öldürülmüş olan bizim en değerli yoldaşlarımızı müdafaa etmeyi üzerinize alacağı­ nızı ümit ederim. Komünist selamlar ve hürmetler. Türk Komünist Fırkası Merkez Komitesi Harici Büro Azası Ahmed Cevad"44 Bu mektuba ekleyebileceğim tek şey, içeriğinin değerli yoldaşlarımızın şehit edilmesi hakkında aldığım diğer haberlere tamamen uymasıdır. Suphi Yoldaş, tutarlı bir Marksist ve işçilerin Türkiye'sinin en önde gelen devrimcilerinden biriydi. Komünist Manifesto, Marx 'zn Biyografisi, Komüniz­ min Alfabesi, Buharin'in SSCB'nin Programı 'nın vb. Türkçeye kazandırılmasına o önayak olmuştur. Suphi Yoldaş, üstün yazarlık ve hitabet yeteneği olan bir insandı; aynı zamanda büyük bir örgütçüydü. Suphi Yoldaş kendini yurdunda çetin sınavların beklediğini biliyordu. Fakat bu, onu ve yiğit arkadaşlarını yol­ larından alıkoyamamıştır. Bize ulaşan haberlere göre, Suphi Yoldaş ve dava arkadaşları Türkiye'ye geldiklerinde, Türkiye milliyetçilerinin komünistlere duyduğu nefret adeta bir histeri nöbeti derecesindeydi. Bunun nedeni, tam da o tarihlerde Yunan cep­ hesinde patlak veren Ahmet Paşa İsyanının45 Bolşevik şiarlar altında yürütül­ mesiydi. İ ddianameye göre Ahmet, üzerinde Komünist Enternasyonal amblemi (zincirlerini parçalayan emekçiler) bulunan bir dergiyi46 askerleri arasında yay­ mıştır. Çeşitli haberlere göre bu ayaklanma, Komünist Partisi'ne düşman un­ surların henüz yeni doğmuş olan hareketi daha başlangıçta boğmak amacıyla yaptığı bir provokasyondur. Ahmet'in ordusunun çekirdeğini 5 bin kişi oluştu­ ruyordu. Askerlerin ve genç subayların hepsi de Ahmet'ten yana çıkmışlardı. İşte şimdi Türkiye'deki kapitalistler, vurguncular, paşalar ve beyler zafer çığlıkları atıyorlar: Ahmet'in isyanı bastırılmıştır. Suphi ve yanındaki dava ar­ kadaşları katledilmiştir. Türkiye gibi aydın güçlerin, hele işçi ve köylülerin, davasına sadık cesur insanların az olduğu bir ülkede halkın davası için savaşanların, Suphi ve 17 yoldaşı gibi savaşçıların yok olması komünist hareket için ağır bir kayıptır. Ama işçi ve köylü kitlesinin ayağa kalkacağı günler yakındır. Türkiye'de de ar­ tık doğmakta olan yeni hayata katılmaya başlayan bu işçi-köylü kitlesi, tüm 44 45 46

Mektubun orijinali için bkz. Yeni Dünya, sayı 1, s.78. Çerkes Ethem kastediliyor. Burada Anzavur Ahmet' le karıştırılmış. (YN) Çerkes Ethem'in Eskişehir'de yayımladığı Yeni Dünya dergisi. (YN)

dünyayı, özellikle de Türkiye'yi boyunduruğu altında inleten iktisadi kölelik zincirlerini elinde balyozla parçalamayı amaçlayan kahramanların etrafında şimdilik küçük gruplar halinde toplanmaktadır. Komünist ideale bağlılıklarını kanlarıyla yazan sadık ve unutulmaz yoldaş­ larımızın anısı ölümsüzdür. Yoldaşlarımızın sağlığında onlara kara çalmaya çalışan, ölümlerinden sonra ise mezarlarını taşa tutanlara lanet olsun. Enter­ nasyonal Komünist Partisi, özellikle de Azerbaycan, Rus ve Türkiye Komünist Partileri, Suphi Yoldaş'ı hiçbir zaman unutmayacaktır. Bakfi'da, yani ilk Doğu Halkları Kongresi'nin toplandığı ve Suphi'nin şehit olmadan önce Azeri ve Rus yoldaşlarını son kez selamladığı bu şehirde, onun ve öldürülen diğer yoldaşla­ rın anısına pek yakında bir anıt dikileceğini umuyorum. Eski bir Doğu efsanesine göre kutsal bir kişinin ölümü bütün insanlığı gü­ nahlarından arındırır, onları çektikleri acılardan ve ölümden kurtarır. Biz böyle masallara inanmıyoruz. Halk kitlelerini yüzyıllardır çektikleri acılardan, zin­ cirlerinden kurtaracak olan tek şey, kendilerini ezenlere karşı verecekleri kanlı ve uzun bir mücadeledir. Savaş alanında bakim sınıfların kin ve gazabına kur­ ban giden Suphi Yoldaş'ın ölümü de binlerce yeni intikamcı doğursun! Bu ilk ve değerli Türk komünistinin izinden giden ve ölümü ölümle yenerek yeni bir dünya kuracak olan binlerce korkusuz savaşçı yetişsin! Öyle bir yeni dünya ki orada paşalara ve beylere yer yoktur. Orada kitlenin bağnazlığını kendi hain ve çıkarcı emelleri için kullanan yobazların, ikiyüzlülerin ve soyguncuların elinde zavallı bir oyuncak haline gelen bilinçsiz ve cahil bir halk kitlesi olmayacaktır. Not: Biraz önce aldığımız haberlere göre Suphi Yoldaş'ın eşi motordan Trabzon'a getirilmiş ve kendisinden bir hafta boyunca haber almak müm­ kün olmuştur. Ancak şimdi hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolmuştur ve Suphi'nin yoldaşları ve arkadaşları hayatından endişe etmektedirler. İşkencey­ le öldürülen yoldaşımızın eşinin akıbetini öğrenmek ve onu cellatların pençe­ sinden kurtarmak için gerekli bütün tedbirlerin alınacağını umarım. Gelen son haberlere göre, Suphi ve beraberindeki yoldaşların gaddarca katlinden iki hafta sonra Nadir Agaha Yoldaş da aynı akıbete uğramıştır. Bu yoldaş, Sovyet Rusya'dan Anadolu'ya dönmekteydi ve tıpkı Suphi gibi denizde boğduruldu. Anlaşılan bu vahşi adalet, artık Türkiye burjuvazisinin komünistlere uygu­ ladığı bir sistem ve bir mücadele yöntemi haline gelmiştir.

A.R. YUNAN-TÜRK SAVAŞI47 14 ıs Haziran 1921 -

Anadolu'da Yunanlar ile Türkler arasındaki savaş yeniden alevlendi. Gerçi Batı proletaryasının dikkati Orta ve Güney Avrupa'daki içsavaş üzerinde yo­ ğunlaşmış bulunuyor, ama Yunanlar ile Türklerin arasındaki savaş da öyle ikinci dereceden bir savaş sayılmamalıdır. Çünkü bu savaş, İtilaf Devletleri 'nin Sovyet Rusya'ya karşı yürüttüğü inatçı mücadelenin bir uzantısıdır. Bolşeviklerin mücadele yöntemine karşı Sosyal Demokrasinin en çok baş­ vurduğu savlardan biri de Bolşeviklerin yarıfeodal "devrimci" Kemal Paşa'yla ittifak yaptıkları, böylece emperyalist "Bonapartçılar" olduklarını kanıtladıkla­ rı ve artık kendilerine proleter hükümeti demeye hakları olmadığıdır. Rus pro­ letaryasının bu "iyi niyetli" dostları, dünyanın tek işçi hükümetinin kapitalist dünyaya karşı mücadelesiyle Rus devletinin İtilaf Devletleri emperyalizmine karşı mücadelesi arasındaki farkı göremiyorlar. İtilaf Devletleri'nin devrimi ezmek için gösterdikleri çeşitli çabalara, karşıdevrimci paralı askerlere, başta Polonya olmak üzere satılmış sınır devletlerine karşı üç yıl süren savaş, sınıf­ sal bir nitelik taşıyordu. Bu sınıf mücadelesinde Sovyet hükümeti, sınıf yol­ daşlarıyla, Avrupa ve Amerika'nın proleter kitleleriyle ittifaktan da yararlandı. 47

A. R., "Griechisch-Türkisch Krieg", Kommunismus (Komintem'in Güneydoğu Avrupa ülkeleri için yayın organı), c.13, 14-15 Haziran 1921. s. 447-452. A. R. imzası büyük olasılıkla Arthur Rosenberg. (YN)

Proletaryanın bilinci, komünist ajitasyon sayesinde o denli gelişmişti ki İtilaf Devletleri kendi işçi ve köylülerinin eline Sovyet iktidarına karşı kullanmak üzere silah veremez olmuşlardı. Arhangelsk macerası48 ve Odessa'da49 Fransız tayfalarının ayaklanması, İtilaf Devletleri 'ne Batı proletaryasının duygularının ne denli güçlü olduğunu gösterdi. İşte bu yüzden İtilaf Devletleri, kendileri için bu denli önemli olan bir savaşta ancak satılmış uşaklar kullanabildiler. Onların bu dışlanmış müdahalesi yenilgiyi başından beri içinde taşıyordu. Asya'da ise durum daha başkadır. Orada yeterince bilinçlendirilmiş kitle­ ler yoktur; yüz milyonlarca köleleştirilmiş ve sömürülen insanı uyandıracak ajitasyon henüz başlamamıştır. Buna karşılık Ankara'nın burjuva devrimci hükümetiyle ittifak olanağı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bu hükümet de emperyalizme karşı mücadele ediyor. Birkaç ay önce, bu ittifakın gerekli­ liği her iki tarafça da anlaşıldığında Gürcistan (ve Ermenistan), Sovyet Rus­ ya ile Türkiye'yi birbirinden ayırmaktaydı. İtilaf Devletleri bu ülkeleri Sovyet Rusya'ya, Bakıl petrolüne, Kuban50 tahılına ve Donets kömür havzasına51 yö­ neltecekleri bir saldırının üssü olarak görüyorlardı. Ama bu ülkeler aynı za­ manda Türkiye için de bir tehditti. Bu devletlere dayanan İtilaf orduları, Sevr Antlaşması'nın52 uygulanmasıyla Ermenistan'ı Türkiye toprakları zararına ge­ nişletip İtilaf Devletleri emperyalizminin Ö nasya'daki güçlü bir kalesi haline getirebilirlerdi. Ayrıca Ankara Hükümeti'nin demokratik bir nitelik taşıması ve İstanbul saltanatına göre büyük bir ilerlemeyi temsil etmesi de bir olgu olarak göz önünde bulundurulursa Sovyet Rusya'nın Kemal'le ittifak yapmasının ne denli doğal olduğu ortaya çıkar. Bunun yanı sıra, Kemal komünist ajitasyona büyük bir özgürlük tanımıştır. Son zamanlarda bu bir ölçüde kısıtlanmış ol­ makla birlikte, Doğu'daki kitlelerin bilinçlendirilmesi için yine de büyük bir fırsat demektir. 48

49 50 51 52

İngilizlerin komutasındaki 5.000 askerlik bir ABD birliğinin içsavaşta Kızıl Ordu'ya karşı sa­ vaşmak üzere gerçekleştirdiği "Kutup Ayısı Seferi" kastedilmektedir. Birlikler Rusya'nın ku­ zey kıyılarında yer alan Arhangelsk'e çıkarına yapmıştır. İ tilaf Devletleri'nin ortaklaşa planla­ dığı sefer, Eylül 1918'den Temmuz 1919'a kadar sürmüş, başarısızlıkla sonuçlanmıştır. (YN) Güneybatı Ukrayna'da Karadeniz kıyısında yer alan bir liman. (YN) Rusya'nın güneybatısında Kafkas Dağları'ndan Azak Denizi ve Karadeniz'e uzanan geniş böl­ ge. (YN) Günümüz Ukrayna'sında yer alan, kömür rezervleriyle ünlü geniş maden ve sanayi havzası. (YN) Türkler tarafından bugüne değin onaylanmayan Sevr Antlaşrnası'nın en önemli noktaları şunlardır: Türkiye'nin Anadolu dışındaki tüm eski topraklarından vazgeçmesi. Yani Türkiye, Suriye' den, Filistin, Mısır, Arabistan ve Mezopotarnya'dan Fransızlar ile İngilizlerin yararına; Trakya, İzmir ve dolaylarından da Yunanların yararına vazgeçecektir. İstanbul kentinin, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının İtilaf Devletleri tarafından sürekli işgali. Antlaşmanın uygulanmasını güvence altına almak için de Türkiye'nin bu bölgeler üzerindeki egemenlik haklarının çeşitli İtilaf Devletleri komisyonları yoluyla (Çanakkale Komisyonu vb.) kaldırılması.

İtilaf Devletleri, Müslüman dünyasında bala önder rol oynayan Türkiye'nin Sovyet Rusya'yla ittifak yapmasının kendilerinin Doğu'daki egemenliği açı­ sından nasıl bir tehlike oluşturduğunu kavradılar. İtilaf Devletleri, bir yandan eski düşmanlarına karşı barış antlaşmalarının tam olarak ve kayıtsız şartsız uygulanmasında diretirken, öte yandan Sevr Antlaşması'nı değiştirme yolun­ da pazarlıklara giriştiler; hatta kendi müttefikleri olan Yunanistan'ın zararına bazı önerilerde bile bulundular (İstanbul 'un koşullu olarak boşaltılması, İzmir üzerinde Türk egemenliği gibi). Üstelik Sevr Antlaşması, Kemal Hükümeti'yle yapılmamıştır ve Kemalistlerin varlık nedeni bu Antlaşmayı başından beri red­ detmeleridir. Londra Konferansı53, Türk Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey54 yönetimindeki Türk heyetinin hükümete bilgi vermek üzere Ankara'ya dönmesiyle kapandı. Türk heyeti, yol üzerinde Paris'e uğrayarak Fransa'yla bir anlaşma yaptı. Bu anlaşmaya göre Türkler, Fransızların işgali altındaki Kilikya'ya saldırılarını durduracaklardı. Durum böyleyken, Londra Konferansı'nda tarafların bütün önerilerine inat­ la karşı çıkan ve Kemal Hükümeti'nin cevabını beklemeyen Yunanlar, ortada doğrudan bir neden olmadığı halde, silaha sarıldılar. Geçen yıl Venizelos'un55 yönetimindeki işgal hareketi sonucunda İzmir'in 100 kilometre kadar doğusu­ na uzanılması, ayrıca Ege kıyılarının İstanbul'a değin Yunan ordusunun elinde olması sayesinde İzmir'in güvenliği yeterince sağlanmıştı. Uzun ve dağlık bir cepheye dağılmış olan, sürekli savaşmaktan yorgun düşmüş Yunan ordusunun (100-130 bin asker dolaylarında) büyük bir savaş gücü olamazdı. Üstelik İtilaf Devletleri, Yunan-Türk Savaşı'nda "tarafsızlık"larını ilan ettiler. Bu da Yunan­ ların şimdilik doğrudan doğruya İtilaf Devletleri tarafından desteklenme umu­ dunu ortadan kaldırdı. Bu savaş, İtilaf Devletleri tarafından başlatılan savaşlardan ancak biri .ola­ rak görülmelidir. Londra Konferansı toplanırken bir yandan da Moskova'da Rusya-Türkiye ittifakının açıklanmasıyla ve sağlamlaştırılmasıyla sonuçlanan görüşmeler yapılıyordu. Böylece Londra Konferansı'nın nedeni, yani İtilaf 53

54

55

Londra Konferansı (21 Şubat-12 Mart 1921) Kurtuluş Savaşı sırasında TBMM Hükümeti ile İtilaf Devletleri arasında yapılan ilk barış görüşmesi. Sevr Antlaşması'nın uygulanamaması, İtilaf Devletleri'ni bu antlaşmanın yumuşatılmış halini TBMM'ye kabul ettirme stratejisine yönelt­ ti. Bu stratejinin sonucu olan Londra Konferansı sonuçsuz kalmıştır. (YN) Bekir Sami Bey (Kunduh) (1867-1933) 1. TBMM Hükümeti'nin Dışişleri Bakanı. Londra Konferansı'nda itilaf Devletleri'yle ülkenin bütünlüğü ve tam bağımsızlığını zedeleyecek ant­ laşmalara imza atması sonucunda Mustafa Kemal'in isteği üzerine görevinden çekilmiştir. (YN) Elefterios Venizelos (1864-1936) Yunan başbakan ve devlet adamı. Modern Yunanistan'ın en önemli siyasetçilerinden olan Venizelos, 1910-ı933 yılları arasında farklı zamanlarda 14 yıl başbakanlık yapmıştır. (YN)

Devletleri'nin ödünlerine karşılık Kemal'in de Rusya ile ittifaktan vazgeçmesi ve böylece yeni bir Kafkas cephesinin açılması olanağı da ortadan kalkmaktay­ dı. Nitekim Rusya-Türkiye anlaşmasının kesin biçimini almasından sonra bu tür umutların hepsi suya düştü. Buna karşılık sürgünden dönen Yunanistan Kralı56 ve Gunaris Hükümeti, İtilaf Devletleri'ne karşı iyi niyetlerini kanıtlamak ve savaş sırasında takındıkları Alman dostu tutumu unutturmak için her türlü maceraya hazırdılar. Üstelik Konstantin'in yapacağı başarılı bir seferin iç siya­ sette Venizelosçular ile Konstantinciler arasında bir köprü kuracağını da dü­ şünüyorlardı. Venizelosçular ile Konstantinciler arasındaki çatışmanın coğrafi temelleri de vardır. Yeni Yunanistan (Trakya ve Ege) ile İstanbul Venizelosçu, Eski Yunanistan ise Konstantincidir. Yunan kamuoyunun böyle bölünmesine yol açan şey, eski Başbakan'ın Yunan halkını dokuz yıldır savaşa zorlayan ve Yunanistan zaferler kazandığı halde halkın büyük bölümünü pasifleştiren em­ peryalist siyasetidir. Yunanistan'daki değişiklikte, Yunanistan'ın genç sosyalist (komünist) partisinin militarizme karşı yaptığı propagandanın payı az değildir. Kral Konstantin'in ülkeye geri çağrılması bir çıkış yolu bulmak için boş yere çırpınan burjuva pasifizminin sonucudur. Ama şimdi de Konstantin, ülkedeki iki düşman kampı kendini İtilaf Devletleri emperyalizminin hizmetine sunarak birleştirmeye çalışıyor! Yunan saldırısının başka bir nedeni olarak, Yunanların Anadolu cephesindeki Türk kuvvetlerini olduğundan zayıf gördüklerini söyle­ yebiliriz. Yunanlar, Türklerin yedek kuvvetlerinin uzaklardaki Ermenistan'da bulunduğunu sanıyorlar. Orduların oradan cepheye gelmesi yolsuz izsiz Anadolu'da haftalar, hatta aylar alır. Bu durumdan da anlaşılacağı gibi, İtilaf Devletleri'nin "tarafsızlık" bildi­ risi, yüksek politika oyunundan başka bir şey değildir. Bu davranışın nedeni, Türklerin, yani Müslümanların düşmanlarını açıkça destekleyerek İngilizlerin Hindistan, İran, Mezopotamya ve Arabistan'daki güç durumunu büsbütün güç­ leştirmemek, öte yandan da Suriye ve Bağdat Demiryolu'nun anahtarı olan ve Kemalistlerle yapılan anlaşmaya göre Fransa'ya geçen Kilikya iline yeni Türk saldırılarını önlemek kaygısıydı. Bu "tarafsızlığın" gerçekte ne menem bir şey olduğunu savaş başlamadan az önce İtilaf Devletleri tarafından Yunanistan'a kredi açılması ve ne kadar yalanlarsa yalanlasın, İngiltere'nin Yunanistan'a silah vermesi gösteriyor. Aynca şu durumda "tarafsız" bir devlet için oldukça garip kaçmıyor mu: Savaş başlayana, yani İngiltere tarafsızlığını ilan edene ka­ dar Yunan 11. Tümeni, İngiliz kumandası altında bulunuyordu, şimdi de İ ngiliz 56

1. Konstantin (1868-1923) 1913'te çıktığı tahttan, Alman yanlısı tutumu sebebiyle 1917'de Yunan muhalifler ve İtilaf Devletleri tarafından indirilmiş, 1920'de Venizelos'un devrilmesiy­ le sürgünden geri çağrılmıştır. Türk karşıtı politikaları devam ettirerek Türk-Yunan Savaşına önderlik etmiştir. Bunun sonucunda 1922'de tahttan el çektirilmiş ve idam talebiyle yargılan­ mıştır. Yurtdışına kaçtığı için infazdan kurtuldu. (YN)

ordusunun İzmit cephesini üs olarak kullanmaktadır. Yani zafer durumunda Yunanlar, İtilaf Devletleri'nin acil desteğini elde edebilecektir. Yunan saldırısının hedefi olarak İstanbul-Konya demiryolunun (Bağdat Demiryolu'nun ilk kesimi) Eskişehir ile Afyonkarahisar arasındaki bölümü saptanmıştı. Yunanlar iki kanattan saldırdılar. Üs olarak Bursa'yı kullanan sol kanat demiryolunun düğüm noktası olan Eskişehir üzerinden Ankara'ya doğ­ ru yürüdü; sağ kanat ise İzmir-Afyon demiryolu boyunca ilerleyerek Menderes Vadisi'ne girdi. Direniş zayıf olduğu için Yunanlar, saldırı hattından aşağı yu­ karı 100 km uzaktaki Eskişehir ve Afyon'a Mart ayı sonunda varabildiler. Milliyetçi Yunan basınının sevinci sonsuzdu. Varılan aşamanın saldırının sadece ilk bölümü olduğu, saldırının süreceği ilan edildi. İtilaf Devletleri'nin çiçeği burnundaki tarafsızlığı da sallanmaya başlamıştı. Fransızlar, Yunanis­ tan konusundaki coşkulu tutumlarıyla gerçek tasarılarını açığa vurdular. O so­ ğukkanlı İngilizler bile ateşli rüyalar görmeye başladı. Times gazetesinin İstan­ bul muhabiri, oradaki İ ngiliz çevrelerinin görüşünü aktararak Kemal Paşa'nın merkezi olan Ankara'ya (Eskişehir'e 300 km. uzaklıkta) dişe dokunur bir güç­ lükle karşılaşılmaksızın 10 gün içinde girilebileceğini bildiriyordu. Gerçekten de Türkler için askeri durum kötüleşebilirdi. Yunanların dayan­ mış olduğu demiryolu hattı Kemal ordusunun kuzey ve güney bölümleri arasın­ daki tek ulaşım olanağıydı. Yunanlar eğer doğuya doğru 30-40 km daha ilerle­ yerek demiryolunu Kemalistlerin elinden alabilirlerse çok önemli bir ikinci üs elde etmiş olacaklardı. Bu üs hem Yunanlara hem de İtilaf Devletleri'ne demir­ yoluyla İzmir ve İstanbul'dan büyük kitleler taşıyarak Anadolu'da geniş çaplı bir saldırı düzenleme olanağı verecekti. Ama bu başarılamadı. Türk ordusunun, Yunanların sandığı gibi Kafkasya'da değil de burunlarının dibindeki Ankara'da toplanmış olan esas güçleri, Yunan saldırısı sırasında demiryoluyla Eskişehir yakınlarına getirildi ve Eskişehir'in Yunanlar tarafından alınmasından hemen sonra bu güçler karşı saldırıya geç­ tiler. Bir haftadır dağlık ve çetin bir yörede çarpışarak llerleyen ve tuttuğu hat üzerinde birazcık soluk almak isteyen yorgun Yunanlar, bu taze ve sayıca üs­ tün Türk kuvvetleriyle başa çıkamadılar. İ ki gün süren çarpışmalardan sonra Yunanlar panik içinde geri çekilmeye başladı. Saldırı sırasında iki Yunan ka­ nadı birbirine oldukça uzak olduğu için o ana kadar Simav ve Kütahya'da bulu­ nan Türk birlikleri bu kez yandan saldırıya geçti. Yunanların kuzey kanadının böylece parçalanması, güney kanadının durumunu da etkileyecektir ve genel bir Yunan geri çekilmesi beklenebilir. Üstelik Türkler, Kilikya'dan çektikleri kuvvetlerle güneyde önemli bir destek yaratmışlardır. Şimdi sorun, birdenbi­ re yeniden tarafsızlaşan ve bu işle hiçbir ilgileri bulunmadığını söyleyen İtilaf Devletleri'nin yardımı olmaksızın Yunanların, Türkleri saldırı öncesindeki Na-

zilli-Uşak-Bursa-İzmit cephesinde durdurup durduramayacağıdır. Aksi halde Türkler, İzmir, Bursa ve İstanbul'a doğru ilerleyeceklerdir. Ortadoğu'da durum son derece keskinleşmiş bulunuyor. Güçlerinin bilincinde olan Kemalistler, İti­ laf Devletleri emperyalizmine karşı mücadeleyi sürdürecektir. Öte yandan Yu­ nan kitleler de komünistlerin anlattığı şu gerçeği kavrayacaktır: "Barışçı" Kral da, tıpkı Cumhuriyetçi Venizelos gibi, Yunanların kanını akıtarak "milletin iyiliğini", yani kendi çıkarını sağlamaya çalışıyor. Sonuç olarak Konstantin'in savaş macerası, Yunanistan Devriminin gelişmesine hizmet edecektir.

Mihayl Pavloviç TÜRKİYE'DE KOMÜNİST HAREKET57 1921

Toprak Meselesi

Türkiye her şeyden önce bir tarım ülkesidir. Halkın ezici çoğunluğu köylüdür. Her ne kadar bazı bölgelerde, örneğin Kürdistan'da eski feodal düzenin kalıntıları varsa da genellikle toprak hukuki bakımdan, miri arazi ve vakıf toprakları olarak devlete aittir ve fiilen büyük toprak sahipleri tarafından kul­ lanılmaktadır. Özel büyük toprak mülkiyetinin olmamasına ve boş miri top­ rakların bulunmasına rağmen Türkiye köylülerinin önemli bir bölümünün, yüzde 30'dan fazlasının toprağı yoktur ve bunlar ortakçı, ırgat, şehirlerde işçi ya da gündelikçi olarak çalışmak zorundadırlar. Yoksullaşmanın had safhaya varması yüzünden köylüler topraklarını tefecilere terk etmek zorunda kalmak­ ta, dahası, hiçbir üretim aracına sahip olmadıklarından topraklarını işleyeme­ yip kadere terk etmektedirler. Türkiye köylülerinin yoksullaşmasının esas ne­ deni aşırı derecede ağır olan vergi yüküdür. Bu vergi yüzyıllardır toprak kirası olarak en acımasız ve yıkıcı bir biçimde köylülerden toplanmaktadır. 57

Mihayl Pavloviç (Baku), "Die kommunistische Bewegung in der Türkei'', Die Kommunistische lntemationale, sayı 17, 1921, s.269-277.

Eşraf, paşalar, beyler, jandarmalar, vergi tahsildarları, tahıl tüccarları, fa­ izci ve tefeciler Türkiye köylüsünü tamamen mahvetmişler ve köylü için hayatı öylesine çekilmez bir hale getirmişlerdir ki köylülük bugünkü durumdan bü­ yük bir hoşnutsuzluk duymakta ve bir kurtuluş yolu bulmak için yanıp tutuş­ maktadır. Türkiye Burjuvazisi

Avrupa'nın hiçbir ülkesinde büyük ticaret burjuvazisi ile orta ve küçük bur­ juvaziler arasındaki çıkar çatışması Türkiye'de olduğu kadar keskin değildir. Emperyalist savaştan hemen önce ortaya çıkan ve güçlenen Türkiye büyük ticaret burjuvazisi esas olarak Rumlardan, Ermenilerden ve Levantenlerden58 oluşmaktadır. Bu burjuvazi, Avrupalı banker ve fabrikatörlerin ajanıdır ve o fabrikatörlerin karlarına ortak olduğu için de Türkiye'nin bağımsızlığını koru­ mak gibi bir meselesi yoktur. Büyük ticaret burjuvazisi, uluslararası sermaye­ nin ajanı olarak kendi çıkarlarının Türkiye parçalansa da bir zarar görmeye­ ceğini bildiğinden, Türkiye'nin İngiliz-Fransız sömürgesi mi yoksa Amerikan sömürgesi mi olacağına pek aldırmamakta ve bir an önce barışın yapılmasını istemektedir. Bu büyük burjuvazi, talancı Avrupa sermayesine uşaklıkta öylesi­ ne ileri gitmiştir ki Sevr Antlaşması'nı, daha doğrusu İtilaf Devletleri'nin bütün taleplerini desteklemektedir. Türkiye'nin büyük burjuvazisi, bir kısım büyük bürokratla birlikte "Hürriyet ve İtilaf" Partisi etrafında toplanmıştır ve sırf Avrupa ve Amerikan burjuvazi­ leriyle arayı bozmamak için İstanbul'u, İzmir'i, Adana'yı ve Yafa'yı59 teslime hazırdır. Avrupa ve Amerikan burjuvazileri Türkiye'yi daima ucuz hammadde satın alıp kendi ürünlerini de tatlı karlarla satabilecekleri bir pazar olarak gör­ müşlerdir. Türkiye'nin orta ve küçük ticaret burjuvazisi ise uluslararası sermayenin Türkiye'yi sömürgeleştirme çabalarına karşı tamamen farklı bir tavır almakta­ dır. Türkiye'nin orta ve küçük burjuvazisi, son 15 yıl içinde ortaya çıkmış ve esas olarak Dünya Savaşı sırasında gelişip güçlenerek Avrupa, Rum ve Ermeni burjuvazisinin rekabetini alt etmiştir. Bu burjuvazi "Türkiye'nin etnografik sı­ nırları içinde bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü" koruma mücadelesinde Türkiye halkının önderidir. Bu orta ve küçük burjuvazinin temsilcileri, eğer Türkiye parçalanırsa, ele geçirmiş oldukları iktisadi mevzileri uluslararası ser­ mayenin saldırısı karşısında terk etmek zorunda kalacaklarını ve kendi yerle­ rine uluslararası sanayi ve ticaretin temsilcisi olan Rumların, Ermenilerin ve 58 59

Levanten, liman şehirlerinde yabancılara aracılık yapan gayrimüslim tüccarlara verilen ad­ dır. (YN) Tarihi bir liman kenti olan Yafa, günümüzde lsrail'in bir parçasıdır. (YN)

Levantenlerin vb. geçeceğini gayet iyi biliyorlar. Türk orta ve küçük burjuvazisi için Türkiye'nin bağımsızlığı uğruna mücadele aynı zamanda kendi varlığını koruma mücadelesidir Bugün bu orta ve küçük burjuvazi, İtilaf Devletleri tarafından destekle­ nen Türk büyük burjuvazisinin can düşmanıdır. Orta ve küçük burjuvazi, Türkiye'nin bütün emekçi köylülerini ve hatta şehirlerdeki işçi kitlelerini, yani Avrupa'dan alınan ucuz sanayi malları yüzünden mahva sürüklenen küçük zanaatkarlar ile şimdi İstanbul, Bursa, İzmir, Adana, Samsun vb.de sayıları hiç de küçümsenemeyecek ölçüde artan sanayi işçilerini kendi etrafında toplama­ ya çalışıyor. Şu gerçeği kabul etmek gerekir ki Türkiye'nin emekçi işçi ve köylü kitleleri­ nin ezici çoğunluğu Anadolu'daki milli ayaklanma hareketinin fikri önderi ve tek gücü olan bu orta ve küçük burjuvaziyi yürekten izliyor. Türkiye Komünist Partisi

Bu durumda Türkiye Komünist Partisi'ne son derece güç ve karmaşık bir görev düşmektedir. Bir yandan Türkiye Komünist Partisi, İtilaf Devletleri'ne karşı mücadele söz konusu olduğu sürece, milli kurtuluş hareketini ve onun önderi olan orta ve küçük burjuvaziyi en enerjik biçimde desteklemek zorun­ dadır; çünkü Türkiye'de soyguncu Avrupa sermayesinin hakimiyeti altında geçen her gün halkın sefaletini artırmakta, üretici çalışmalarından kopartılan zanaatkarlar ile köylülerin yoksullaşma sürecini hızlandırmakta ve bahtsız ül­ kenin İtilaf Devletleri'nce örgütlenen karşıdevrimci çetelere ve yabancı ordula­ ra karşı sürdürdüğü savaşın ateşten çemberinden kendini kurtarmasını büsbü­ tün olanaksız kılmaktadır. Ne var ki, Türkiye komünistleri İtilaf Devletleri 'ne karşı mücadelede orta ve küçük burjuvaziyi desteklerken öte yandan da burjuvaziden bağımsız ola­ rak emekçi işçi ve köylü kitlelerinin kendi ayrı örgütlerini inşa etmeli, inanç­ lı işçilerden ve savaşçılardan oluşan kararlı kadroları kendi bayrağı altında toplamalı ve böylece Türkiye'nin emekçi kitlelerinin çıkarlarını Komünist Enternasyonal'in bayrağı altında savunan bağımsız bir parti olarak kendi var­ lığını güvence altına almalıdır. Bu görevi gerçekleştirmek için bir grup Türkiyeli komünist çalışmalarım sürdürüyor. Grubu yönetenler, Doğu Halkları Propaganda ve Ajitasyon Dairesi

Başkanlığı üyesi Suphi Yoldaş60, İsmail Hakkı Yoldaş61 ve diğer yoldaşlardır. Bu grup canla başla çalışmaktadır. Baku'da Yeni Dünya adını taşıyan ve bütün Türkiye'ye dağıtılan haftalık bir dergi çıkartıyorlar. Bu grup ayrıca, birçok bro­ şürü Türkçeye çevirmiş, bazı yeni broşürler de çıkarmıştır. Bu broşürler arasın­ da şunlar vardır: - Komünist Manifesto, Kari Marx, - Lenin'in Hayatı, - SSCB Anayasası, - Komünizmin Alfabesi, Buharin ve Preobrajenskiy, - Bolşevik Komünistlerin Programı, Buharin, - Emek ve Sermaye, - Bolşevizm Nedir, - Sovyet İktidarı Nedir, - Rusya Komünist Partisi Programı, - Türkiye Komünist Partisi Programı, - Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü Üzerine Tezler, Lenin. Sadece bu broşür adlarını saymak bile Suphi ve İsmail Hakkı grubunun ni­ teliği hakkında bir fikir veriyor ve bu grubun Komünist Enternasyonal safların­ da yer aldığını gösteriyor. Ancak bu grubun faaliyeti Türkiye'de büyük engeller­ le karşılaşmaktadır. En gelişmiş sanayi bölgelerindeki Türk işçileri bile kendi çıkarlarının bilincine varmadıkları ve karşılarına çıkan çeşitli partilerin gerçek niteliğini kavrayamadıkları için, Türkiye işçi ve köylü kitleleri, aslında kuzu postu giymiş kurttan başka bir şey olmayan her türden zorba ve sahtekarın tu­ zağına kolayca düşmektedirler. Yeşil Elma

İttihat ve Terakki Partisi hem Türkiye'de hem de Doğu'nun her tarafında ortaya çıkan güçlü komünist hareketi kendi parti amaçları için kullanmak ve kendi iktidarını sağlama almak amacıyla Türkiye Komünist Partisi'nin adını ve örgüt tüzüğünü gasp ettiği gibi, bir de Ankara'da Komünist Partisi Merkez Ko­ mitesi kurdu. Böylece " İttihat ve Terakki" grubu, sadece sözde komünist bir parti kurmak­ la kalmayıp aynı zamanda Suphi'nin ve İsmail Hakkı'nın grubuyla ilişkisi olan 60



Mustafa Suphi (1883-1921) Yurtdışında, Sovyet Rusya'da kurulan ve kuruluş kongresini 10 Eylül 1920'de Bakıl'da yapan Türkiye Komünist Partisi'nin kurucusu ve ilk genel başkanı. Komünist Entemasyonal'in Eylül 1920'de düzenlediği 1. Doğu Halkları Kurultayı'na katılmış­ tır. Trabzon açıklarında motorla seyahat ederken saldırıya uğrayarak öldürülmüştür. (YN) İsmail Hakkı (Kayserili) Türk komünist siyasetçi. Türkiye Komünist Partisi'nin Merkez Komitesi üyeliğini yapmıştır. (YN)

komünistlere de baskı yapmaya başladı. Bu sözde komünist partinin programı­ nın gerçek niteliği ise "Yeşil Elma" sloganı altında Pantürkizm ve Panislamizm propagandasından başka bir şey değildir. Bu programın babası, " İttihat ve Terakki" Partisi'nin temsilcisi ve Dünya Sa­ vaşı sırasında Gıda Bakanı'nın yardımcısı olan Kara Ali Bey'dir.62 Yeni Gün ga­ zetesi, Kara Ali Bey'e Türkiye'nin Kari Marx'ı demekte ve bu yakıştırmayı şöyle açıklamaktadır: "Kari Marx dünya tarihini nasıl ele almışsa Ali İ hsan Bey de Türkiye ta­ rihini işte öyle ele almıştır. Kari Marx'ın dünya tarihini incelerken taktığı gözlüklerin aynısını, Ali İhsan Bey, Türkiye tarihini incelemede ve araş­ tırmada kullanmıştır. Marx, tarihi inceleyerek insanlığın geleceğini önceden bildirmişti. Ali İ hsan Bey de Osmanlı tarihini inceleyerek Anadolu'nun kaderini ve ge­ leceğini keşfetmek istedi." Bütün bunlardan sonra gazete, Ali İhsan Bey'in programını şöyle niteliyor: "Bu program hazırlanırken Rusya'da Bolşevizm olmadığı halde progra­ mın komünist niteliği taşıdığını söyleyebiliriz. Ali İhsan Bey ve yoldaş­ larının yaptığı iş, ülkenin tarihini incelemek oldu. Bu incelemelerinin sonunda tüm ülkeyi her türlü sefaletten ancak böyle bir programın kur­ taracağını gördüler. Ali İhsan Bey, sermayenin ve ekonominin üzerinde büyük bir dikkatle durdu. Ali İhsan Bey, komünizmin bütün dünyada nihai zafer kazanacağına inananlardan değildir. Ama bunun aksine inandığı da kesinlikle söylenemez. Daha doğrusu, Ali İhsan Bey, mese­ lenin bu şekilde ele alınmasını boş bir teorik uğraş olarak görmektedir. Ali İ hsan Bey, meselenin bu yanıyla boşu boşuna ilgilenmiyor ve buna özel bir önem de vermiyor. Buna karşılık kendisi Anadolu için, bugünün koşullarına uygun bir siyasi ve idari program hazırlamakla meşguldür. Ali İhsan Bey'in görüşüne göre, büyük ticarete ve sermayenin yoğunlaş­ masına hiçbir biçimde izin verilmemelidir. Ama Ali İhsan Bey, özel ser­ mayeye karşı savaş da ilan etmemektedir. Özel sermayeyi, millileştirme yoluyla yavaş yavaş tasfiye etmek istemektedir." Dolayısıyla bu programın en muazzam üstünlüğü, onun hiçbir şeyin taklidi olmaması oluyor.

62

Kör Ali Bey olacak. (YN)

" İttihat ve Terakki" Partisi tarafından Ankara'da kurulan komünist partinin gerçek niteliğine de yine bu Ankara Komünist Partisi'nin yöneticilerinden biri olan, İzmir Mebusu Mahmut Esat'ın [Bozkurt] 63, 20 Ekim 1920 tarihli Yeni Gün gazetesine yazdığı bir makale ışık tutuyor! Yazar, bu makalede şöyle görüşler geliştirmektedir: "Bağrını çeşitli felaketlerin ve belaların deldiği bahtsız ülkemiz, şimdi de kuzeyden gelen korkunç bir kasırganın, Bolşevizmin tehdidi altın­ dadır. Biz bu olayı, siyasi, iktisadi ve kısmen de toplumsal açıdan ince­ lemeliyiz. Peki, bu incelemeyi yaparken yaklaşımımız hangi noktadan ve hangi ideal temelinde olacaktır? Biz bu yaklaşımın kendi ülkemizin çıkarları açısından ve kendi milli idealimiz temelinde olması gerektiğine inanıyoruz. Gerçi daima böyle denir ve biz de bunları söyledik. Düşüncelerimizi daha da açalım. İçimizden bazılarının görüşünün tersi­ ne ben, komünizmin Rusya'daki biçiminin kabulüne kesinlikle ve mut­ lak surette karşıyım. Bundan kastım, Rus milli komünizmi, yani daha açık deyimle Bolşevizmdir. Hiç kuşkusuz, insan çağdaş uygarlığın koşul­ larına uymak zorundadır. Bu hayati bir zorunluluktur. Dolayısıyla, mo­ dern komünizmden de daha radikal bir akım varsa, gerektiğinde biz onu kabul edebiliriz. Ama biz, bu akımların millet tarafından kendisi için, kendi hayat koşullarına uygun olarak hazırlanmış biçimlerini kabul ede­ meyiz. Çünkü Türkiye, Rusya olmadığı gibi, Türkler de Rus değildir. Yeryüzünde Türkiye kadar yabancı modelleri taklit yüzünden çekmiş, sefalete ve talihsizliğe uğramış bir başka millet daha yoktur. Başka bir milleti yutmak isteyen her millet kendi toplumsal ve siyasi ku­ rumlarını ve kendi kültürünün genel çizgilerini ona zorla kabul ettirmeye çalışır. Burada başarıyı belirleyen yutulmak istenen milletin göstereceği direniş gücü ve iç sağlamlığı olacaktır. Ö rneğin, Kuzey Afrika'daki çeşitli kabile ve ırklar ile Suriye'deki bazı halk toplulukları üzerinde egemenlik kurabilen Arap kültürü, yüksek bir kültüre, şanlı bir tarihe ve bağımsız bir ruha sahip olan Türk milletini yutamadı. Ama Batı modellerini körü körüne taklit etmek Osmanlı İmparatorluğu'nun bünyesinde son derece olumsuz bir etki yaptı. Ö rneğin, iyi niyetli reformlarıyla devrimci Fran­ sa bize muazzam zarar vermiştir; çünkü bu reformlar ülkemizin ruhuna uygun değildir. 63

Mahmut Esat (Bozkurt) (1892-ı943) Kemalist Devrim'in önde gelen düşünürü ve devlet adamı. iktisat ve Adalet Bakanlığı yapmış ve Türk Devrimi, uluslararası hukuk ve işçi hakları üzerine birçok kitap yazmıştır. Toplu Eserleri Kaynak Yayınları tarafından dört cilt halinde yayımlan­ dı. (YN)

Tıpkı Rusların Kari Marx'ın öğretisindeki bazı ilkeleri, hatta genel nite­ likte olanların bile bir kısmını bir kenara bırakmak zorunda kalmaları gibi, biz de kendi topraklarımıza Bolşevizmi getirip ekemeyiz. Çünkü o, Rusya'nın ve Rus milliyetinin koşullarına ve ihtiyaçlarına uygun olarak geliştirilmiş bir şeydir. Aynı şekilde Almanlar da din konusunda böyle bir taklit tehlikesiyle karşı karşıya gelmişlerdi. Ta ki Luther Protestan­ lığı geliştirene, yani İncil'in ilkelerine dokunmadan, ona Alman milleti için en uygun ve en iyi biçimi verene kadar. Bugün Luther'in ülkesinde din, Almanların milli birliğine hizmet eden bir silahtır ve milleti kay­ naştırmaktadır. Bizim devletimizin kuruluş dönemlerinde de İ slam şe­ riatının tüm inceliklerini hakkıyla bilen devlet adamlarımız, meselenin bu yanını ihmal etmemişlerdir. Ulu Celaleddini Rumi'nin kutsal fikirleri, Osmanlı Devleti 'nin kuruluşundan önce ortaya çıkmış olmakla birlikte, sonraları ne yazık ki yaygınlık kazanamamıştır. Bence Türk komünizmi, Türk milletinin mutluluğuna, refahına ve iktida­ rının güçlenmesine hizmet eden bir araçtır. Milli Kolektivizm, Türk milletini birleştirecek yoldur. Marx, kendi felsefesini geliştirirken bütün dünyayı göz önüne almış ama milliyetçiliğin varlığını da inkar etmemiştir. Zaten inkar etmesi mümkün değildi. Çünkü milliyetçiliğin varlığını inkar etmek demek, doğal bir ol­ gunun varlığını inkar etmek demektir. Komünizm, bütün dünyanın tek bir millete dönüştürülmesi anlamına gelmez. Nasıl her bir halkın içinde yaşadığı yörenin niteliğinin, doğanın coğrafi koşullarının, halkların psikolojisi, düşünce tarzı ve tarihi hayat koşullarının birbirinden değişik ve çeşitli olduğunu kabul etmek zorun­ daysak, milliyetlerin de değişik ve çok çeşitli olduklarını aynı şekilde kabul etmek gerekir. Bence, Türk komünizmi, Türk milletinin mutlulu­ ğuna ve güçlenmesine hizmet eden bir araçtır. Milli Kolektivizm, Türk milletinin gelecekteki birliğine giden yoldur. Milli Kolektivizm, bir çeşit siper, Kızıl Elma'ya giden yoldur. Ruslar da kolektivizmi Rusya için böyle kavramışlardı. Rus komünistleri işte bu yönde çalışmaktadırlar; hatta onlar biraz daha ileri gitmişlerdir. Bugün kolektivizm bir zorunluluktur. Yarın ise bu zo­ runluluk, toplumun hayat koşullarına uygun olarak başka bir biçim ala­ bilir. Kolektivizm günümüzün bir programıdır ve bu programın yarın dü­ zeltilmesi, değiştirilmesi ya da kısaltılması mümkündür. Milliyetçilik ise

değişmez. Milliyetçiliği inkar etmek ölümle eş anlamlıdır. Kolektivizmin, istenilen yararı sağlayabilmesi için, mutlaka ve kaçınılmaz olarak milli bir renk alması gerekir. Türk, daima milli bir ideale, milli bir özgüvene sahip olmalıdır. Bu yüzden tüm programların bu ideale hizmet etmesi ve ona bağımlı olması gerekir. Günümüzün en önemli iktisadi etkeninin re­ kabet ve ayakta kalma mücadelesi olduğunu, gereğince ve layık olduğu biçimde kavramak zorundayız. Komünizm, Türkler için bir ideal değil, bir araçtır. Türklerin ideali ise Türk milletinin birliği, yani Altın Elma'dır. Milli birlik, insanın biricik ve en değerli idealidir. Nitekim Bolşevikler de bunun aksini iddia etmiyorlar, tam tersine bu görüşü gayet bilinçli bir şekilde savunmaktadırlar. Esasen başka türlü olması da beklenemezdi. Türk milli düşüncesi, her nedense bazılarının sandığı gibi İslam karşıtı değildir. Tam tersine bu düşünce, Türkler için olduğu kadar, tüm Müslü­ man milletler için de olumlu ve yararlıdır. Bu düşünce yüzyılımızın bir zorunluluğudur; üstelik temeli olan ve bilimsel bir zorunluluktur. Çünkü Türklerin birliği Müslümanların büyük bir bölümünün birliği anlamına gelir. Tüm İslam aleminin bu birliği desteklemesi ve alkışlaması gerekir. Eğer Türklerin birliği bir rüyadan ibaret kalırsa Panislamizmin akıbeti de o ölçüde kötü olur. Türklerin birliğinden bizim anladığımız tahtın ve hükümdarın tek olma­ sı değildir. Biz, bugüne kadar Avrupa'da var olan ve sonunda emperya­ lizme götüren siyasi milli birlik görüşüne tamamen karşıyız. Bizim istediğimiz, Türklerin toplumsal ve kültürel birliğidir. Biz, tüm Türk alemi için dil birliği, edebiyat, eğitim birliği ve kolektif sistemlerin birliğini istiyoruz. Kızı Elma yeryüzünde gerçekleşmelidir. Daha 19. yüzyılda İnsan Hakları Bildirisi'nin milli bölümünü ve milli ilkelerini ön plana çıkaran İtalyan Mazzini 'nin64 haklı ilkesi, 20. yüzyılda işte böyle zafer kazanacaktır. Biz, altın dağların ardından doğacak güneşi bekliyoruz; gecelerin karan­ lığını sadece o dağıtacaktır. Tarih ve hayat tekerrürden ibarettir." 64

Giuseppe Mazzini (1805-1872) İtalyan devrim önderi. İtalya'nın birliği için mücadele eden ha­ reketin önderlerinden. Ödün vermeyen Cumhuriyetçi yönüyle öne çıkmıştır. (YN)

İşte "Yeşil Elma" başlığı altında sunulan programın özü budur. Devrimci bir eğilim gösteren halk kitlelerine hoş gözükmek için programın başlığı kah ''Altın Elma" kah "Kızıl Elma" olarak değiştirilmektedir. Son zamanlarda çeşitli isimlerin ardına gizlenen "İttihat ve Terakki" Partisi, bu programla ve Yeşil Elma ilkelerini ortaya atan Ankara Komünist Partisi'ni kurmakla, Türkiye toplumundaki eski önder durumunu yeniden elde etmeyi umuyor. Bunun için de Jön Türk partisinin çok eski idealleri olan Pantürkizmi ve Panislamizmi gerçekleştirmede komünizmden bir araç ve bir köprü olarak yararlanmaya çalışıyor. Bu partinin önderleri Avrupa emperyalizmine ne kadar saldırırsa saldırsın, bu parti için komünizm kendi emperyalist emellerini gizle­ mek için bir kılıftan başka bir şey değildir. Halk kitlelerinin gözünde İttihat ve Terakki üyelerinin itibarını yükseltmek için Yeni Gün gazetesi, bir yandan, tabii kendi anladığı biçimde, komünizm propagandası yapmakta, öte yandan da Talat Paşa'nın Komünist Enternasyo­ nal çevrelerindeki etkisinden dem vurmaktadır. Yeni Gün'e bakılırsa Komünist Enternasyonal, kendi Doğu siyasetini yönetmeyi Talat Paşa ile Enver Paşa'ya bırakmış. Komünist Enternasyonal, hiç kuşkusuz Yeşil Elma programını savunan partiyi desteklemeyecektir. Komünist Enternasyonal, kendi üyesi olarak sa­ dece Türkiye Komünist Partisi'ni görür. Türkiye Komünist Partisi, Komünist Enternasyonal'in ana ilkelerini hem sözleriyle hem de davranışlarıyla uygula­ maktadır; Doğu ülkelerinin ikinci kongresine kabul edilmiştir ve Panislamizm ve Pantürkizm de dahil olmak üzere bütün gerici ve burjuva milliyetçi akımları mahkum etmektedir.

Süleyman Nuri DOGU MESELESİ ÜZERİNE TARTIŞMA65 12 Temmuz 1921

Yoldaşlar, Türkiye Komünist Partisi adına Kongreye, Anadolu'daki çalışma­ lar ve milli hareket hakkında bilgi vermek istiyorum. Türkiye'nin bağımsızlık hareketi Doğu için büyük önem taşımaktadır. Dünya Savaşına kadar Türkiye, Doğu'nun diğer ülkeleri gibi, emperyalizmin boyunduruğu altında bulunuyor­ du. Türkiye halkı, işçi ve köylüleri, kendilerini ezen paşalar tarafından ken­ di iradeleri dışında, zorla bu emperyalist savaşa sokuldular. Savaş sırasında Türkiye gençliğinin, subay ve erlerinin büyük bir kısmı esir düşerek Rusya, Almanya ve diğer ülkelerin esir kamplarına atıldılar. Oralarda bu savaşın ne demek olduğunu ve neden çıkarıldığını öğrendiler ve Türkiye'ye dönerlerken sosyalist ve komünist hareketin ruhunu da beraberlerinde getirdiler. Savaştan sonra, paşaların Versay Barış Antlaşması'nı imzalamaları üzerine Anadolu'nun işçi ve köylüleri bağımsızlıklarını silah yoluyla kazanmak için ayaklandılar. Bu bağımsızlık hareketinin başına yine Kemal Paşa ve diğerleri gibi paşalar geçti. 65

Süleyman Nuri'nin Komünist Entemasyonal'in 3. Kongresi'nde yaptığı konuşma, "Die dreiundzwanzigste Sitzung/ı2 Juli ı921/l Uhr mittags/Die Orientfrage", Protokoll des 111. Kongress der Kommunistischen Intemationale (Moskau 22 Juni bis 12 Juli 1921), Verlag der Kommunistischen Intemationale/Carl Hoyın Nachf. Louis Cahnbley, Hamburg, 1921, s.998999.

Kemal Paşa'nın rolü ve eğilimi, eski Türk rejiminin rolü ve eğiliminden farklı değildi. Ankara Hükümeti bir yandan İtilaf Devletleri'ne karşı silahlı bir ba­ ğımsızlık savaşı yürütmekte, öte yandan ise her türlü komünist hareketi bastır­ maya çalışmaktadır. Başta Suphi Yoldaş olmak üzere yoldaşlarımızın öldürül­ mesi ve pek çok diğer yoldaşımızın tutuklanması, Kemal 'in komünistlere karşı amansız bir mücadele yürüttüğünü göstermektedir. Kemal'in bizzat örgütlediği Parti, komünistleri kovuşturmak ve komüniz­ min her türlü etkisini yok etmek için, provokasyon amacıyla kurulmuştur. Ko­ münist İ şçi Partimizin adı geçen partiyle hiçbir ortak yanı yoktur. Ama Anadolu köylü ve işçileri milli bağımsızlık hareketi devam ettiği sürece hem kendile­ rinin hem de biz komünistlerin bu hareketi desteklemek zorunda olduğunun bilincindedirler. Çünkü İtilaf Devletleri ve emperyalistlerin imha edilmesi her türlü köleliği ortadan kaldıracak olan dünya devriminin temeli ve başlangıcı­ dır. İşte bu yüzden Anadolu işçileri ve köylüleri, İtilaf Devletleri 'ni hedef aldığı sürece bu mücadeleyi destekleyeceklerdir. Ama eğer Kemal Paşa bu bağım­ sızlık mücadelesini yarıda kesmeye ve uzlaşmaya cüret edecek olursa, işte o zaman Anadolu işçi ve köylüleri yekvücut ayaklanarak Kemal'i devirecek ve onun cesedini çiğneyerek tüm Doğu'yla birlikte bağımsızlıkları için mücade­ le edecekleri cephenin saflarına geçeceklerdir. 1. Kongre'sini66 Azerbaycan'ın Bakıl şehrinde yapmış olan Komünist Partimiz, bütün kovuşturmalara rağmen Türkiye'deki ajitasyon faaliyetlerini sürdürmekte ve dünya devriminin Üçüncü Enternasyonal'in bayrağı altında zafer kazanarak tüm dünyanın ezilen halkla­ rını ve işçi sınıfını kurtaracağına inanmaktadır.

66

Türkiye Komünist Fırkası'nın 10 Eylül 1920 tarihinde Bakii'da toplanan kongresi.

Heinz Neumann ANKARA ANTLAŞMASI1NIN ETKİSİ67 10 Kasım 1921

Briand68 24 Ekim'de danışmanı Franklin Boullion ile Kemal'in Dışişleri Ba­ kanı Yusuf Kemal [Tengirşek] 69 arasında özel bir antlaşma imzalandığını doğ­ ruladı. Fransız basını bu olayı bir başarı olarak kutladı. İngiliz basını ilkin yumuşak ama hemen ciddileşen bir dille bu anlaşmayı kınadı. Temps gazete­ si, önceleri, sanki söz konusu olan şey yalnızca tutsakların değiş tokuşunda önemsiz bir iki ekonomik antlaşma konusunda alınan insancıl kararlarmış gibi davrandı. Oysa antlaşmanın siyasal, askeri ve ekonomik alanda derin yankılar uyandıracak düzenlemeler içerdiğini bugün bizzat Fransız hükümeti bile red­ detmiyor. Antlaşmanın hemen her maddesi İngiltere'nin çıkarlarına dokunmaktadır. Ama açıklanmayan maddeler daha da büyük önem taşıyor. Fransa'ya yakın Times gazetesine göre Fransa, Yakındoğu sorunlarıyla ilgili olarak önümüz­ deki günlerde toplanacak konferansta Türkiye'nin Ege ve Trakya'daki emel67 68

69

Heinz Neumann (Berlin), "Die Wirkung des Angora-Abkommens", Intemationale Presse­ Korrespondenz, sayı 2ı, ıo Kasım 192ı, s.186-187. Aristide Briand (1862-1932) 11 defa başbakanlık yapmış Fransız devlet adamı. 1906-1932 yılları arasında 26 kez çeşitli bakanlık görevlerinde bulunmuştur. Ankara İtilafnamesi (Anlaşması) yapıldığında Fransa başbakanıdır. (YN) Yusuf Kemal Tengirşenk (ı878-ı969) Dışişleri Bakanlığı ve Adalet bakanlığı yapmış Türk dev­ let adamı. (YN)

lerini savunmaya söz verdi. İngiliz emperyalizmine en ağır darbeyi Bağdat Demiryolu'na ilişkin madde indirdi. Bu maddeye göre Toroslar'dan Dicle'ye, Mezopotamya sınırındaki Nusaybin'den Cezire'ye kadar olan bölüm Fransız denetimi altına giriyor. Türkler bu demiryolu üzerinden birliklerini ve savaş malzemelerini nakletme hakkına sahip olacak. Fransız birliklerinin Kilikya'nın bir bölümünden çekilmesi ve Suriye konusunda varılan anlaşmayla birlikte bu madde, milliyetçi Türklerin Mezopotamya'yı doğrudan tehdit edebilmesi de­ mektir. Fransa'nın bu hamlesiyle Emir Faysal'ın70 krallığının bir kanadı açıkta kalıyor. Faysal, İngiltere'nin bir aracı, Faysal'ın güvenliği ise Mezopotamya'daki İngiliz egemenliğinin önkoşuludur. Ö teden beri Kemal Paşa'nın hedeflerinden biri İngiltere'nin adamı Emir Faysal'ı, " İslama ihanet eden bu adamı" kovmak ve parlak bir geleceği olan bu ülkeyi yeniden Türk imparatorluğuna katmaktı. Şimdi Fransa'nın sağladığı destek sayesinde bu niyet, gerçek bir saldırıya yol açabilir. ChurchilF1, bugüne değin Faysal'ı Suriye'deki Fransız emperyalizmini hu­ zursuz etmek için kullanmıştı. Şimdi de Briand, Kemal'i destekleyerek öcünü alıyor. Emir Faysal'a karşı Paşa'nın öne sürülmesinin ardında, Fransız burju­ vazisi ile İngiliz burjuvazisi arasındaki amansız rekabet gizlidir. İkisi arasın­ da var olan had safhadaki bu çelişme Ankara Antlaşması'yla Yakındoğu'dan Ortadoğu'ya, İstanbul ve Anadolu'dan Mezopotamya'ya yayılmaktadır. Anadolu sorunu gündeme geldi. İstanbul ve Boğazlar İngiltere açısından tehlikede. İngiltere, Türkiye'ye hakim olmanın, Kafkasya'daki petrol kaynak­ larını ele geçirmenin, Güney Rusya'yı ele geçirmenin anahtarı olan halifeli­ ği, Kemal'in güçlenmesi ve ilerlemesiyle birlikte elinden kaçırma tehlikesiyle karşı karşıya. Ama özellikle Mezopotamya'nın tehlikeye düşmesi İ ngiltere'yi can evinden vurmaktadır. Burada söz konusu olan, Mısır'ı Hindistan'a bağla­ yan ve dört yıllık Dünya Savaşı sonucu zor bela elde edilen kara parçası Hint Kalesi'nin önündeki sipersiz alandır. Ama burada her şeyden önce söz konusu olan Musul 'daki verimli petrol yataklarıdır. Bu yataklar ki hem donanmanın hem de sanayinin ihtiyacını karşılayacak üssü, herhangi bir savaşı başarıyla yürütmenin önkoşulunu oluşturuyorlar. İngiliz siyaseti, Amerika'yla savaş­ ma olasılığını hesaplamaktadır. İngiltere'nin en büyük petrol şirketlerinden 70

71

1. Faysal (Emir Faysal) (ı885-ı933) ı921-1933 yıllan arasında Irak Kralı olan Arap devlet adamı. Birinci Dünya Savaşı srrasında ve sonrasında Arap milliyetçiliğinin önemli kişilerinden biri olmuştur. (YN) Winston Churchill (1874-1965) 1940-1945 ve 1951-1955 yıllan arasında Başbakanlık yapmış Britanyalı devlet adamı. Ankara Anlaşması sırasında Sömürgeler Bakanı olan Churchill, Osmanlı'dan kopan halkların devletleşmesinde önemli bir rol üstlenmiştir. Aynca Birinci Dünya Savaşı sırasında deniz bakanlığı yapmış, Çanakkale'deki yenilginin sorumlusu olarak görülmüştür. (YN)

''Anglo-Persian Oil Company" ve "Royal Dutch", Mezopotamya'dan çıkar um­ maktadırlar. Bu şirketlerin önemli paydaşlarından biri de hükümettir. İşte Fransa, San Remo Antlaşması'na72 karşın, İ ngiltere'nin işlerine çomak sokmaktadır. Kendi başına İngiltere'ye karşı çıkamayacak kadar zayıf olan Fransız burjuvazisi, İngiliz petrol şirketlerine karşı en iyi müttefiki, bu şirket­ lerin can düşmanı "Standard Oil"de bulacağını çok iyi bilmektedir. Bu şirket bugün Amerikan emperyalizmini yönetiyor. Temps gazetesi, İngiliz basınının Ankara Antlaşması'na yönelttiği öfke dolu suçlamaları acımasız bir alaycılık­ la yanıtlıyor. Bu gazeteye göre Fransa, İngilizlerin petrol tekeline karşı serbest rekabeti, "açık kapı" siyasetini savunuyormuş. İngiltere de bu siyaseti onayla­ malıymış. ''Amerika'nın duyduğu güvensizliği gidermenin en iyi yolu budur". İngiltere ile Fransa arasındaki bu yeni çatışma Washington Konferan­ sı73 açısından büyük önem taşımaktadır. Bu çatışma, İngiltere'nin sırtından Amerika'yı güçlendirmekte, gerginliği artırmaktadır. Çin'deki "açık kapı" si­ yaseti nasıl Japonya'ya bir darbe indirdiyse Mezopotamya'daki de İngiltere'ye indirmektedir. İngiliz emperyalistleri çok zor durumda. İ ngiliz basını Fransa'ya ateş püskü­ rüyor. Curzon'un74 durumu sarsılmış. Curzon, yitirdiği itibarını, ilk elde, Paris hükümetine sert notalar göndererek yeniden kazanmaya çalışıyor. Curzon, St. Aulaire Kontu aracılığıyla Paris'e, Ankara Antlaşması'nın "ittifak ruhuna aykırı olduğunu" bildiren bir nota çekti. Notasında Lord Curzon şunlardan yakınıyor: 1. Azınlıkların korunmasında yetersizlik, 2. Fransız birliklerinin geri çekilmesi, 3. Fransız-Türk demiryolu anlaşması, 4. Fransa yararına ekonomik ayrıcalıklar, 5. Gizli bir antlaşmanın varlığı.

72

73

74

San Remo Konferansı Nisan 1920'de galip itilaf Devletleri tarafından toplanan konferans. Konferans'ta Ortadoğu paylaşılmış; lngiltere Filistin ve Irak'ın mandalığını, Fransa ise Suriye ve Lübnan'ın mandalığını üstlenmiştir. Musul petrollerinin de tartışıldığı Konferans'ta Fransa, Türk Petrol Şirketi'nden yüzde 25 pay karşılığında Musul bölgesine dair haklarından vazgeçmiştir. Musul meselesi, Türkiye'nin 25 yıl boyunca Musul petrol gelirlerinden yüzde 10 pay alması karşılığında, ancak 1926'da bölgenin lngiliz mandasındaki Irak Krallığı'na katıl­ masıyla çözümlenmiştir. (YN) Washington Konferansı 1921-1922 arasında denizdeki silahlanma yarışını sınırlamak için top­ lanmış konferans. Konferans sonucunda Amerika, Japonya, Fransa, ltalya ve Büyük Britanya, deniz kuvvetlerini sınırlayan bir antlaşmaya imza atmışlardır. (YN) Lord Curzon (1859-1925) Hindistan Genel Valiliği ve Dışişleri Bakanlığı yapmış lngiliz dev­ let adamı. Dünya Savaşı'nın ardından 1919'da başladığı dışişleri bakanlığı görevi sırasında Büyük Britanya'nın dış politikasında oldukça etkili olmuştur. (YN)

Bu gizli antlaşma da, öteki 4 madde gibi, İngiltere-Fransa-İtalya arasında imzalanan Londra Antlaşması'na75 aykırıdır. Bu notanın dili öyle sert ki Faris basını metni yayınlamaya cesaret edememektedir. İngiltere Dışişleri Bakanlığı'nın yayın organı Daily Chronicle bu notayı yo­ rumlayan yazısında Ankara Antlaşması'na ve tümüyle Fransa'nın Doğu siyase­ tine sert bir dille saldırıyor. Makalede şöyle deniyor: "Ya müttefikiz ya da deği­ liz. Ankara Antlaşması'na bakılırsa müttefik falan değiliz." 1 Ağustos 1914'ten bu yana İngiltere ile Fransa arasında duyulmayan bu tür sözlere bakarak bugünkü bunalımın derinliğini ölçmek olasıdır. Frankfurt'un işgali, Faris Konferansı, Londra Konferansı, barışı sağlamak için alınacak ön­ lemler sorunu ve Yukarı Silezya pazarlığı76 gibi olaylar nedeniyle bir türlü kes­ kinleşemeyen İngiliz-Fransız çelişmesi, nihayet yeniden patlak veriyor; hem de 1898'de neredeyse savaşa yol açan Kodok (Faşoda) Olayı'ndan77 beri görülme­ miş bir şiddette. Bugün roller değişmiştir. O zamanlar Lord Selbourne'u güçlü kılan kozlar, bugün Briand'ın elindedir. Yine de bugün İtilaf Devletleri'nin açıkça parçalanacağı akla yakın gelmi­ yor. İngiliz emperyalizmi o denli yalıtılmış, İ ngiltere'nin Amerika'daki şansı o denli az, İrlanda'dan Mısır'a, Mısır'dan Hindistan'a dek onu kıstıran kıskaç o denli sıkı ki İngiltere dişlerini gıcırdata gıcırdata da olsa zayıf Fransa'ya bo­ yun eğmek zorunda. İ ngiltere ve Fransa Batı Asya'da, Amerika ile Japonya'nın Doğu Asya'daki varlığına benzer bir uzlaşmaya gitmek üzereler. Nasıl Doğu'da emperyalist pazarlığın bedelini ödemek Sovyet Rusya'nın müttefiki ezilen Çin'e ve Uzakdoğu Cumhuriyeti'ne78 düştüyse Ankara Antlaşması'nın da bede­ lini ödeyecek bir kurban vardır. Bu kez de Almanya kanını akıtmak zorunda kalacaktır. İngiltere'nin Doğu'da uğradığı her yenilgi, Alman ekonomisinden

75

76

77

78

Londra Antlaşması (26 Nisan 1915) Fransa, Britanya, Rusya ve o sırada tarafsız olan İtalya arasında imzalanan gizli antlaşma. Antlaşma İtalya'ya savaşa girmesi karşılığında ltalya­ Avusturya-Macaristan sınırındaki bir kısım bölgeler vaat edilmiştir. (YN) Lehlerin ve Almanların yaşadığı Yukarı Silezya bölgesinin egemenliğinin belirlenmesi pazar­ lığıdır. Versay Antlaşması'yla plebisit yapılması kararı alınmış, 20 Mart 1921'de gerçekleştiri­ len plebisit sonucu bölge Weimar Almanyası ve Polonya arasında paylaştırılmıştır. Bölgede iki topluluk arasındaki sorunlar sona ermemiş, bölge ayaklanmalar ve çatışmalara sahne olmuştur. (YN) Faşoda Olayı ı8 Eylül 1898'de zirveye çıkan Mısır Sudanı'ndaki Faşoda kentinde Büyük Britanya ve Fransa arasında çıkan bunalım. Afrika'daki sömürge yarışının önemli yansıma­ larından biri olan Olay, iki ülkenin sömürge topraklarını birleştirmek için Faşoda kentine göz dikmesiyle ortaya çıkmıştır. İ ki donanma Faşoda'da karşı karşıya gelmiş, diplomatik kriz ancak Fransa'nın geri adını atmasıyla çözülmüştür. (YN) Uzakdoğu Cumhuriyeti, Doğu Sibirya'da 1920'de kurulan ve Sovyetler'e katıldığı 1922'ye ka­ dar yaşamını sürdüren devlet. Japon işgalindeki Rusya'nın Pasifik kıyısındaki toprakları ile Sovyet yönetimi arasında tampon olması için kurulmuştur. (YN)

tıpkı bezirgan Shylock79 gibi birbirinden yağlı parçalar kesen Fransa'nın bıçağı önündeki bir engeli daha ortadan kaldırmaktadır. Aynı zamanda Sovyet Rusya'ya yönelen saldırganlık da belirginleşiyor. Mezopotamya petrolü varsa Kafkas petrolü de vardır. Paul Burzon, L'Europe Nouvelle'de şöyle yazıyor: "Aslında Ankara Antlaşması Sovyet boyunduruğundan sonsuza dek kur­ tulma özlemi çeken Kafkas cumhuriyetlerine güçlü bir manevi destek olmuyor mu? İngiliz basını bunu görebilmelidir." Bu konu, emperyalist Washington Konferansı'nın başlıca konularından bi­ ridir. İtilaf Devletleri arasındaki bağların gevşetilmesinde de sıklaştırılmasında da bedeli ödeyen her zaman için Avrupa'nın ve sömürgelerin ezilen halkları olmuştur. Öte yandan bu kapitalist çıkar birliğinin artık hızla çöküşe doğru git­ mesi dünya proletarya devrimi açısından ancak sevinçle karşılanabilir.

79

Shylock, Shakespeare'in Venedik Taciri adlı yapıtındaki açgözlü ve acımasız tefecidir. (YN)

Arthur Rosenberg DOGU ÜZERİNE BEZİRGANLIK80 23 Mart 1922

Kapitalist diplomasi, Dünya Savaşı'nın bitimiyle birlikte hiç değilse 100 yıldır uğraştığı bir sorundan kurtulmayı umuyordu. Bu sorun, siyasetin "has­ ta adamı" Türkiye'nin yazgısı üzerinde çatışma olarak pratiğe yansıyan Doğu Sorunuydu. İtilaf Devletleri, Dünya Savaşı sırasında bu sorunu hasta adamın parçalanması, büyük kapitalist yağmacı devletlerin de, tıpkı bezirgan Shylock gibi, kendilerine yağlı birer parça koparması yoluyla çözmeyi tasarlamışlardı. İtilaf Devletleri ile Türkiye arasında Sevr'de imzalanan sözde barış antlaşması, işte bu amaçla hazırlanmıştı. Ama nasıl Versay Antlaşması Orta Avrupa'ya huzur getiremediyse Sevr'deki yağmacı barış da Türkiye sorununu çözemedi. İlkin bezirganlar paylarına dü­ şecek parçanın büyüklüğü konusunda bir türlü anlaşamadılar; ikincisi, hasta adam kendinden pek beklenmeyen bir yaşama gücü gösterdi. Büyük bir öfkeyle silkindi ve kendisine saldıranları zor duruma soktu. Gerçi İngilizler İstanbul 'u işgal etmeyi başardılar, ama Anadolu'nun içlerinde yeni bir Türk hükümeti 80

Arthur Rosenberg (Berlin), "Der Schacher um den Orient", Intemationale Presse­ Korrespondenz, sayı 34, 23 Mart 1922, s.272-273. Arthur Rosenberg (1889-1943), 1918'den sonra, önce Almanya Bağımsız Sosyal-Demokrat Partisi'ne, sonra da Almanya Komünist Partisi'ne girdi. Reichstag'a milletvekili seçildi. Nazilerin iktidara gelmesi üzerine yurtdışına göç etti. Marksizmden vazgeçti. (YN)

doğdu. Başında Kemal Paşa'nın bulunduğu bu Ankara Hükümeti, Türkiye hal­ kının Batılı kapitalist sömürücülere karşı direnişini örgütlemeyi başardı. Ke­ mal, bu çabasında Sovyet Rusya'dan destek aldı. Ama bunun dışında, Ankara diplomasisi İtilaf Devletleri arasındaki çelişmelerden ustaca yararlanmasını bildi. Fransa kazanıldı, İngiltere dışlandı ve işte bugün Kemal Paşa hedefine ulaşmak üzere. Önümüzdeki günlerde Paris'te toplanacak olan Doğu Konferansı, son bir yıllık gelişmeyi bir sonuca bağlamayı amaçlıyor. İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Bay Poincare'yle8ı masaya oturuyor. Bunların yanına figüran olarak bir de İtalyan Schanzer82 katılıyor ve işte böylece Doğu'da barışın yenilenmesi bek­ leniyor. Kemal Paşa'yla yaptıkları antlaşma Fransızların cebinde zaten hazır. Hani Fransız sermayesine Türk topraklarında geniş ayrıcalıklar tanıyan şu ünlü anlaşma. Bunun karşılığında Fransızlar Türklere, Kilikya bölgesiyle bu bölge­ nin doğusunda kalan bazı yerleri bıraktılar. Fransa'nıİı bu armağanı ne de bü­ yük bir cömertliktir! Fransız hükümeti zaten hiçbir biçimde kendine ait olma­ yan bir şeyi bağışlamış olmuyor mu? Kilikya, Milletler Cemiyeti'nin Fransa'ya verdiği görev üzerine bu devlet tarafından yönetilen bir manda bölgesiydi. Şim­ di Fransa bu görevi kötüye kullandı diye İ ngiltere önemli bir ahlaki tepki göste­ risinde bulunuyor, Kilikya'daki Hıristiyan Ermeniler yeniden Türk egemenliği altına girdikleri için feryat figan ağlıyor. Ama İngiliz basını ne zaman ahlaki bir tepki göstermişse bunun ardında mutlaka bir çıkar sorunu yatmıştır. Bu kez de öyle. Gerçekten de İngiltere, Türklerin Mezopotamya kapılarına dayanmasıyla birlikte, zengin petrol yatakları bulunan bu değerli ülke üzerindeki egemenli­ ğinin tehlikeye düşeceğinden korkmaktadır. Çünkü Mezopotamya'da yaşayan Müslümanlar, İngiliz sermayesi tarafından sömürülüp posalarının çıkarılması­ na karşı çıkmakta ve Kemal Paşa tarafından kurtarılmayı ummaktadırlar. Nasıl Türkiye Fransız sermayesinin himayesine girdiyse Yunanları da İn­ giliz sermayesi korumaktadır. Ama bilindiği gibi geçen yıl Yunan saldırısı İç Anadolu'da tam bir bozguna uğradı. Kemal Paşa'nın ordusu üstünlüğünü ka­ nıtladı ve Yunanlar batı kıyılarına püskürtüldü. Yunan köylü ve işçileri, Atina ve Londra bankerlerinin çıkarları uğruna kanlarını daha fazla akıtmaya istek­ li değiller. Yunanistan'daki iktidar sahipleri acınacak bir şaşkınlık içindedir. Atina'da hükümet bunalımı sürekli bir hal almıştır. Doğal olarak Fransız hü81

82

Raymond Poincare (1860-1934) başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapmış Fransız siyasetçi. Başbakanlığı döneminde savaşa giden süreci yöneten Poincare, Birinci Dünya Savaşı'nda Fransa'nın cumhurbaşkanlığını yapmıştır. Savaştan sonra Versay Antlaşması'na da yansıyan Almanya'nın suçluluk tezini savunan Poincare, 1920'de cumhurbaşkanlığı süresi dolduktan sonra antlaşmalar döneminde başbakanlık ve dışişleri bakanlığı görevlerini yürütmüştür. (YN) Carlo Schanzer (1865-1953) 1922'den itibaren dışişleri bakanlığı yapmış İtalyan siyasetçi. (YN)

kümeti, Yunanistan'ın askeri ve siyasal bakımdan zayıflamasını fırsat bilip İngiltere'ye Yunan beslemelerini terk etmesi ve Doğu'da "barışı" yeniden kur­ ması için baskı yapıyor. Bugün Paris'te ele alınan en önemli somut çatışma noktalarından ilki, Edirne ve Boğazlar sorununa sıkı sıkıya bağlı olan İstanbul 'un yazgısı sorunu, ikincisi de İ zmir'in geleceğidir. Daha önce de değinildiği gibi, İstanbul bugün aslında bir İngiliz sömürgesidir ve İngiliz kapitalistleri bu mevkii olabildiğin· ce uzun süre ellerinde tutmak istiyorlar. Çünkü İstanbul, Karadeniz'in anah­ tarıdır. Ayrıca Rusya'nın güney kapısının da anahtarıdır ve İ ngiliz sermayesi, İ stanbul 'a sahip olmanın sağladığı siyasal ve ekonomik olanaklardan yararlan· mayı sürdürebilmek için her şeyi verecektir. Bu konuda İ ngilizler "deniz yolları· nın serbestliği" sloganına sarılıyor; yani Çanakkale ve İstanbul Boğazlarından serbest geçişin güvence altına alınmasında diretiyor. İngiliz kapitalistlerine göre bu serbest geçişi sağlamanın en iyi yolu, İstanbul'da İ ngiliz askeri varlı· ğının bulunmasıdır. Bugün İ stanbul'da sultan ve onun atadığı göstermelik bir hükümet var. Ankara'daki gerçek hükümet, Paris Konferansı'na kendi Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey'i [Tengirşek] gönderdi. Onun yanında İstanbul'daki kukla hükümetin sözde Dışişleri Bakanı İzzet Paşa83 da Paris'te boy göster­ miştir. İstanbul beyleri, kendi açılarından bugünkü koşullar altında mümkün olan en akıllıca şeyi yapıyorlar: Ankara'nın görüşünü nesnel olarak tamamen desteklemek. Türkler, İstanbul'un ve ona komşu olan Trakya bölgesinin, şimdi Yunanların yuvalandığı önemli bir kent olan Edirne'yle birlikte geri verilmesi­ ni talep ediyorlar. Türkler bu isteklerini kabul ettirebilirlerse İstanbul kentinin yanı sıra Avrupa'da geniş ve askeri açıdan çok önemli bir köprübaşı elde etmiş olacaklardır. Bugünkü koşullarda bu, Türkleri destekleyen Fransa için bir üs­ tünlük demektir. İngilizlerin, Fransız-Türk saldırısını püskürtmek için neden her şeylerini ortaya koydukları şimdi daha iyi anlaşılıyor. İzmir'e gelince, Türkler aynı şekilde Anadolu'nun bu en büyük liman kenti­ nin de Yunanlar tarafından boşaltılmasını talep ediyorlar. Ama İngiliz kapita­ listleri Anadolu ticareti üzerindeki etkilerini tamamen yitirmemek için İzmir'i kendi ellerinde tutmak istiyor. Bu iş için de kulağa hoş gelen bir bahane bul­ muşlar: İzmir ve dolaylarında yaşayan Hıristiyan halkın Türklerin tecavüzüne uğramaması için güvence sağlamak. Onlara göre bu güvence, İzmir bölgesinde İngiliz işadamlarına hareket serbestisi tanıyan bir yönetim sisteminin kurul­ masıyla sağlanabilir. 83

Ahmet izzet Paşa (Furgaç) (1864-1937) sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamı. 25 günlük sadrazamlığı sırasında Mondros Mütarekesi imzalanmıştır. 1921'de Dışişleri Bakanı olmuş, 1922'deki Paris Barış Konferansı'na İstanbul Hükümeti'nin temsilcisi olarak katılmıştır. (YN)

Hem Yunanların askeri başarısızlıkları hem de bütün kozların Fransızların eline geçmesine yol açan genel dünya durumu nedeniyle, İngilizlerin Paris'teki pazarlık gücü pek parlak değil. Bütün bu talihsizliklerin üstüne tüy dikercesi­ ne, daha birkaç gün önce İngiliz hükümeti kendi saflarından diplomasi tarihin­ de eşi görülmemiş bir darbe yedi. Hindistan Müslümanları Türklerin yazgısıyla olağanüstü ilgileniyorlar. Katolikler için Papa neyse, Müslümanlar için de sul­ tan odur. Sultanın dünyevi iktidarının yeniden kurulması ve güçlendirilmesi 50 milyon Hint Müslüman için olağanüstü önem taşıyan bir şiardır. Bu durum­ da dinsel talep, yabancı kapitalist sömürücülere karşı duyulan genel nefretle birleşiyor. Çünkü Hindistanlı Müslümanlar, Hindistan'ı ezen İngiliz hükümeti­ nin aynı zamanda Türk taleplerine karşı çıktığını da biliyor. Bugün artık Hin­ distan'daki bunalım doruk noktasına yaklaşmakta, oradaki İngiliz iktidar sa­ hiplerinin durumu gittikçe daha çok tehlikeye düşmektedir. Bu yüzden Hindis­ tan Kral Naibi Lord Riding, ümitsizce bir çıkış yapmaya karar verdi. Londra'ya bir telgraf çekerek İstanbul ve izmir'in Türkiye'ye geri verilmesini Hindistan adına talep etti. Londra'daki Hindistan Bakanı Montagu84 da Hindistan'da bir ayaklanma olmasından korktuğu için, Lloyd George'a bile önceden haber ver­ meden, bu telgrafı basına açıkladı. Özellikle Hindistan işlerinden sorumlu olan İngiliz siyaset adamları Hindistan'daki devrimi ancak böyle tüm dünya kamu­ oyu önünde açıkça Müslümanların istemlerini destekleyip Hint Müslümanları tarafsızlaştırarak geciktirebileceklerini sanıyorlardı. Lloyd George, Bakan Montagu'nün kendisine oynadığı bu oyuna çok öf­ kelendi. Montagu hemen kovuldu. Ama bu, yarayı sarmadı. Şimdi Poincare, Paris'te Lord Curzon'un karşısına oturduğunda, İngiliz'in omuzundaki yükü çok iyi biliyor. Lord, Türk taleplerine karşı çıkarsa konferans salonuna Hindistan'ın gölgesi düşecektir. Kapitalist diplomatlar, yeşil örtülü masa etra­ fında görüşüp yeni yeni anlaşmalar üretiyorlar; ama Doğu'nun ezilen halkları­ nın Hindistan'dan Mısır'a, Suriye'den Mezopotamya'ya yükselen ayaklanması, bu cicili bicili anlaşmaları paramparça edecektir.

84

Edwin Samuel Montagu (1879-1924) ı917'den itibaren Hindistan Bakanlığı yapmış Britanyalı siyasetçi. Başbakan Lloyd George'un Türkiye'ye dair siyasetlerine katılmadığı için 1922'de is­ tifa etmek durumunda kalmıştır. (YN)

Kari Radek CEMAL PAŞ�NIN ÖLDÜRÜLMESİ85 8 Ağustos 1922

Jön Türk Devrimi'nin ve Jön Türk hükümetinin başı Talat Paşa bir Ameri­ kan86 milliyetçisinin eliyle öldürüldü. Onu, muhtemelen aynı şekilde Taşnak­ lar tarafından öldürülen Bağdat Genel Valisi, Jön Türk Partisi'nin önde gelen isimlerinden Cemal Paşa izledi. Eski kuşak yavaş yavaş sahneden siliniyor. Bu eski kuşak, eski egemenlik sınıfların ayrıcalıklarından ve siyasal yöntemlerin­ den vazgeçmeksizin, Avrupa emperyalizmine karşı direnmeye ve Türkiye'nin bağımsızlığını kurtarmaya çalışmıştı. Şimdi Jön Türk Partisi'nin en genç ön85

86

Kari Radek (Moskova), "Die Erınordung Dschemal Pascha", Internationale Presse­ Korrespondenz, sayı 156, 8 Ağustos 1922, s.995-996. Kari Radek (1885-1939),gençliğinde Polonya'daki muhalefet hareketine katıldı. 1917'de Rusya'ya gitti. SBKP (B) Merkez Komitesi üyeliğine ve Komintern Sekreterliği'ne kadar yüksel­ di. Brest-Litovsk barışı konusunda Lenin'in siyasetine karşı tavır aldı. Buharin ve Piyatakov'la birlikte açıkça "savaşa devam" demeksizin "savaşa ve barışa hayır" gibi bulanık tezler savun­ du. Radek, başında Troçki'nin bulunduğu ve Lenin'in "emperyalist kışkırtıcılığın aleti" ola­ rak tanımladığı "sol komünistler" grubunda yer aldı. Bir ülkede sosyalizmin kurulabileceği görüşünü benimsemeyen Radek, daha sonra Lenin'in önerdiği Yeni İktisadi Politika'ya (NEP) da karşı çıktı ve yerli ve yabancı özel sermayeye daha geniş imtiyazlar verilmesini savundu. 2 Aralık 1927'deki SBKP (B) 15. Kongresi'nde partiden atıldı. Radek, daha sonra özeleştiri yaparak 1929'da tekrar Bolşevik Parti'ye katıldı. Ancak "Troçki­ Buharin karşıdevrimci çetesinin saflarında gizli faaliyetler sürdürdüğü" gerekçesiyle yargı· landı ve 1939'da idam edildi. "Ermeni" olacak. (YN)

deri Enver Paşa, anlamsız bir maceraya atılmaktadır. Bu macera onu, sadece ayaklanan Müslüman dünyasının biricik dürüst dostu olan Sovyet Rusya'ya de­ ğil, aynı zamanda Türkiye halkına da boyunduruk altındaki bütün Müslüman halklara da ihanete sürüklemektedir. 1908 Jön Türk Devrimi'nin özü neydi? Bu devrim, büyük bir kitleyi hare­ kete geçirmesine karşın, bir kitle ayaklanması niteliği taşımıyordu. Jön Türk Devrimi, Türk toprak sahibi sınıfının etkin ve zinde unsurlarının Türkiye'nin parçalanmasına karşı koyma denemesinden başka bir şey değildi. Bu parça­ lanmaya İngiliz emperyalizmi ile Rus emperyalizmi arasında imzalanan Reval Antlaşması'yla87 karar verilmişti. Abdülhamit yönetimi sadece Türkiye'deki halk kitlelerine karşı cephe al­ makla kalmıyor, kendi iktidarının temelini oluşturan sınıflara dahi yabancı­ laşmış bulunuyordu. Eskiden düşman olan İngiliz emperyalizmi ile Çarlık Rusyası'nın Türkiye'nin parçalanması konusunda birleşmeleri üzerine, subay­ ların, bürokrasinin ve din adamlarının en zinde unsurları Abdülhamit hüküme­ tini devirdiler. Onların iyiliğini isteyen çağdaş Avrupalı yazarlar, bu yaptıkları­ nın çok iyi bir şey olduğunu fakat yetersiz kaldığını kanıtladılar. Ayaklanmaya Türk köylüsünü de çekmek gerektiğini, zaferin ancak bu şekilde sağlamlaşa­ cağını söylediler. Ancak bu öneri pek geçerli sayılmazdı; çünkü herhangi bir egemen sınıfın, kitlelerin aşağıdan zorlaması olmadan, anavatanın kurtuluşu uğruna kendi ayrıcalıklarından vazgeçtiğini tarih bugüne kadar yazmamıştır. Öte yandan, genç devrimci Türkiye'nin içinde bulunduğu dünyanın o günkü siyasal durumu da bu öneriyi uygulamayı olanaksız kılmaktaydı. 1911 yılı sava­ şı, Balkan devletlerinin Türkiye'ye saldırısı, henüz Türkiye halkının yaşamsal çıkarlarını tehdit etmiyordu. Bulgarlar açısından Balkan Savaşı, tarihsel ba­ kımdan haklı bir savaştı; çünkü Türk toprak sahiplerinin Sırp ve Bulgar köylü­ süne karşı yürüttüğü yayılmacı siyaseti tasfiye ederek Sırp ve Bulgar halkının milli birlik yolunu açmıştı. Jön Türkler, bu savaşta Türk köylüsünün çıkarlarına sadece zarar veren toprak sahiplerinin ayrıcalıkları uğruna mücadele ettiler. Türk köylüsü, bir avuç paşa, Bulgar ve Sırp köylüsünün sırtından keyifli bir ya­ şam sürebilsin diye kendini feda etmek zorunda kaldı. Avrupalı emperyalist leş kargalarına karşı bağımsızlığı koruma hazırlıkları, ordu için yüzlerce milyon harcandığı için vergileri her geçen gün daha çok artırma zorunluluğu gibi olgu­ lar, Türk köylüsünün iç reformlar için mücadelesinin gelişmesini olanaksız kı­ lıyordu. Jön Türk Partisi, gücünü doğmakta olan sınıftan değil, eski kokuşmuş 87

Reva! Görüşmeleri (Haziran 1908), Osmanlı'nın "hasta adam" ilan edilerek paylaşılması me­ selesinin konuşulduğu, İngiltere ile Rusya arasında yapılan görüşmeler. Estonya'nın başkenti Tallinn'de gerçekleştirilen görüşmeler, 2. Meşrutiyet'in ilanına yol açan etkenlerden biri ola­ rak gösterilmektedir. (YN)

feodal-bürokrat tabakadan alıyordu. Halkın kanının iliğine kadar emilmesine yol açan eski yozlaşmadan bile kendini arındıramamıştı. Dünya Savaşı fırtınası esmeye başlayıp da Türkiye, Avusturya-Almanya blo­ kunun safında savaşa katılma kararını vermek zorunda kaldığında, bu savaşın eski Türkiye için bir ölüm kalım savaşı olacağı açıktı. Bu duygu, Türk köylü kitlelerine olağanüstü bir güç aşıladı. Dört yıl boyunca bu köylü kitlesi, Dün­ ya Savaşı'na katılan halklardan hiçbirinin çekmediği eziyeti çekmiştir. Türki­ ye'deki egemen sınıf, Jön Türk Partisi, bütün gücünü ülkenin bağımsızlığını savunmak için seferber etti, talihsiz Ermeni halkını tamamen yok etme kararını vermekten bile kaçınmadı. Hiç kuşkusuz, bu korkunç önlemlerin alınmasın­ da yerel bürokrasinin soyguncu emelleri de büyük bir rol oynamıştır. Ama Jön Türk Partisi önderleri Talat ve Enver Paşaların, davranışlarının devlet için zo­ runlu olduğu düşüncesinden hareket ettiklerine de hiç kuşku yoktur. Avrupalı emperyalist devletler, Ermenileri, Türk cephesini havaya uçuracak bir dina­ mit olarak kullanıyorlardı. Savaşan Türkiye'nin önderleri, bütün keskinliğiyle ortaya çıkan bir soruyla karşı karşıyaydılar: Yaşamak ya da ölmek. Ve İngiliz lordları ile Çarlık Rusyası'nın, talihsiz Ermenilerin akan kanlarındaki sorum­ luluk payı hiç de küçümsenemez. Eğer şimdi Ermeni halkının çektiği korkunç eziyetleri Jön Türk Partisi'nin önderleri başlarıyla ödüyorlarsa bu, Taşnakların -Ermeni milliyetçiliğinin partisi- kendi halklarına karşı canice bir rol oynadık­ larını gösterir. Çünkü bu halktan arta kalanları İtilaf Devletleri kurtaramaz; an­ cak ve ancak Ermenilere lafta değil gerçekte de hayat hakkı tanıyan Türkiye'yle yapılacak bir barış kurtarabilir. Türkiye'nin yenilgiye uğraması üzerine halk kitleleri Jön Türk Partisi'nden yüz çevirdi. Türkiye bu savaşa zorla sokulmuş olduğu halde bu Partiyi savaşa katılmanın suçlusu olarak mahkum ettiler. Bu partiyi, kendi kirli işlerini "ana­ vatanı kurtarma" bayrağı arkasına gizleyen memurların yolsuzlukları dolayı­ sıyla suçladılar. İtilaf Devletleri'ne karşı Türk savunmasını örgütlemeyi üzerine alan Mustafa Kemal Paşa, yeni bir bayrak açmak zorunda kaldı. Jön Türklerin en iyi unsurları faaliyetlerini durdurmadılar. İçlerinden bazıları dış ülkeler ara­ sında Sovyet Rusya'yla ilişki kurmaya çalıştı. Bu konuda Talat Paşa'nın da hak­ kını yememek gerekir. Talat Paşa, Sovyet Rusya'nın en büyük tehdide uğradığı bir sırada bu ülkenin önemini kavramıştır. Talat, 1919 Eylül ayındaki Denikin saldırısı sırasında dış ülkelerde bulunan Sovyet temsilcileriyle görüştü ve Rus­ Türk yakınlaşmasının propagandasını yaptı. Enver Paşa bütün tehlikelere kar­ şın Sovyet Rusya'ya gelmeye çalıştı. Kemal 'le arasındaki rekabet ve hırsı onu bir hain yapmıştır. Enver Paşa, tam da Yunanistan'la savaşılırken Türkiye'de ayaklanmaya girişmenin, sonuç olarak halka daha yakın, daha devrimci bir hükümetin kurulmasına değil, İtilaf Devletleri'nin zaferi kazanmasına yol aça­ cağını kavrayamıyordu. Lafta kabul ettiği devrim davasını ne denli ciddiye al-

dığını daha sonra düzenlediği Basmacı Ayaklanması88 gösteriyor. Enver Paşa, dünya devriminin başladığını, boyunduruk altındaki Müslüman halkların Av­ rupa proletaryasına ve onun öncüsü olan Sovyet Rusya'ya dayanmak zorunda olduklarını lafta söylüyordu. Ama bu devrim, Orta Asya'daki Müslümanlardan da özveri istediğinde ve hem müdahale hem de kuşatmalar yüzünden çok çek­ miş olan Müslüman halkta bu özveri isteğine karşı bir hoşnutsuzluk belirdiğin­ de ve bu hoşnutsuzluk Basmacı çeteleri tarafından kullanıldığında, Enver Paşa bu çetelerin safına geçti. Böylece silahını hem Sovyet iktidarına hem de Müs­ lüman halkların kurtuluşuna çevirmiş oldu. Soğukkanlı düşünebilen ve keskin bir zekası. olan Cemal Paşa, Enver'in bu siyasetini mahkıim etti. Ankara Hü­ kümeti de bu siyaseti mahkum etti. Ama bu siyaseti sadece sözlerle mahkum etmek yetmez. Ankara Hükümeti Türkiye'nin ancak ve ancak proletarya devri­ miyle ittifak yaparak kurtulabileceğini kavramalıdır. Bu, Batı Avrupa emperya­ listleriyle yapılabilecek bir barış antlaşmasıyla da çelişmez; tabii eğer bu barış Türkiye için elverişli bir barış olacaksa. Ama bu da Türkiye'nin her türlü.geçiş istemlerinde ancak Sovyet Rusya'yla ittifak yaparak gerçek kurtuluşunu sağla­ yabileceğini hatırlamasını gerektirir. Bunun için Türkiye, bölgesinde yaşayan Türk olmayan halklarla barış yaparak emperyalist entrikaların kaynağını ku­ rutmasını bilmelidir. Bunun için bütün güçlerini zorlayarak halk kitlelerinin düzeyini yükseltmesi gerekiyor. Ankara hükümetinin Türkiye komünistleri­ nin kongre toplamasına izin vermesini selamlıyoruz. Türkiye Komünist Partisi proleter bir parti değildir. Bu parti, çıkarlarını savunmak amacıyla köylülüğün güçlerini ve geçmişle bağlarını koparmış aydınları etrafında toplamaya çalı­ şan bir partidir. Türkiye köylüleri ile aydınlar şu anda bir ayaklanmada yarar görmüyorlar. Bugünkü koşullar altında partinin görevi milli kurtuluş hareke­ tini desteklemek ve bu hareketi halkın çıkarlarını savunmaya yöneltmektir. Türkiye'de savaş bir gün mutlaka sona erecektir. Ama Türkiye, savaşın yıkımı­ nı ancak köylülüğün çıkarları ülkenin egemen çıkarına dönüştüğü zaman alt edebilecektir. Bunu, İstanbul saraylarının fareleri anlayamaz. Ama konumunu kaybetmiş Türk subaylarının ve aydınların en iyi unsurları artık anlıyor: Eski Türkiye öldü. Yeni Türkiye ise ya halkın Türkiyesi olur ya da asla gençleşmez. Dileriz, uzun yıllar süren bağımsızlık mücadelesi uğruna dökülen kanların içinden gerçekten genç bir Türkiye doğsun! Türkiye ya halkın Türkiyesi olur ya da asla var olamaz. Sanırız bunu, bir demiryolu işçisinin oğlu olan Talat Paşa da soylu bir aileden gelen Cemal Paşa da anlamışlardı. Kahraman Türk asker­ lerinin Yunan cephesinde çektiği bütün acıları paylaşan Türkler ise bu gerçeği daha da çabuk kavramalıdır. 88

Basmacı Ayaklanması (1917-1926), Sovyet Rusya'ya karşı Orta Asya'da Türkistan'ın bağımsızlı­ ğı adına düzenlenen ayaklanma. İslamcılar ile sıradan eşkıyanın tabanını oluşturduğıı ayak­ lanma, 1920'lerin başında geniş bir coğrafyaya yayılarak Sovyet yönetimini tehdit etmişse de ı926 yılında bastırılmıştır. (YN)

Heinz Neurnann DOGU'DA BOZULAN DENGE89 21 Eylül 1922 Barışsever Milletler Cemiyeti, Cenevre'de silahsızlanma üzerine fikir yürü­ tedursun, Kemal Paşa, ordularını görevini tamamladığı Yunan cephesinden Boğazlar'ın Asya kıyısına çekti bile. Türk orduları ile İstanbul arasında yalnızca İngiliz birliklerinin koruduğu dar bir bölge ve İngiliz savaş gemilerinin bekle­ diği dar bir deniz parçası vardır. Anadolu'da artık tek bir Yunan askeri bile yok. Kemal Paşa'nın egemenliği Kürdistan dağlarından Akdeniz'in sularına erişiyor. Böylece Doğu savaşının Türk-Yunan savaşı sayfası kapandı. Ama bu aşa­ manın sona ermesiyle çatışma çözülmüş olmuyor. İstanbul'u, Boğazlar'ı ve Önasya'yı ele geçirme çatışması daha yeni başlamaktadır. Türkler, hiç de İzmir'in kurtuluşuyla ve Yunanların Anadolu'dan atılmasıyla yetinmeye niyet­ li görünmüyorlar. İstanbul'u istiyorlar, Trakya'nın Meriç Nehri'ne kadar gelen bölümünü istiyorlar; kısacası Türkiye'nin Avrupalı bir Balkan devleti olarak yeniden kurulmasını istiyorlar. Bu istekler, İngiltere'yi 1918 yılından bu yana savaşmak zorunda kaldığı en büyük güçlükle yeniden karşı karşıya getirmiştir. İngiliz İmparatorluğu için söz konusu olan şeyin ne olduğu herkesçe bilinmektedir. Belirleyici olan İstanbul sorunu değildir; burada sorun, Doğu'daki denge, yani dünya siyasetindeki dengedir. İngiltere Marmara Denizi'nin Boğazlarından kovulduğu zaman sade­ ce Asya üzerindeki egemenliğini değil, Avrupa'daki mevzilerini de yitirecektir. 89

Heinz Neumann (Berlin), "Das zerstörte Gleichgewicht im Orient", Intemationale Presse­ Korrespondenz, sayı ı84, yıl 2, 21 Eylül 1922, s.1219-ı220.

John Bull90, Hindistan'la bağı koptuğunda, Akdeniz üzerindeki denetimini yi­ tirdiğinde, Güney Rusya'ya kapısı kapandığında kötürümden farksız olur. İn­ giliz burjuvazisi, istanbul'a ve Ön Asya'ya sahip olsa bile iflasın eşiğindedir. Avrupa'daki pazarları çökmüş, Avrupa dışındaki pazarları daralmıştır. Yaşama gücü ise son derece güçlü rakiplerinin tehdidi altındadır. Birleşik Devletler'in üstünlüğü durmadan artıyor. Fransız emperyalizmi her cephede ön plana çı­ kıyor. Sömürgeler hoşnutsuz ve güvenilemez bir durumda. Dünyanın en eski kapitalizmi olan İngiliz kapitalizmi, varlığını ya silah gücüyle savunacağı ya da şerefle ondan vazgeçeceği anın yaklaştığını görmektedir. Alman gazeteleri ikide bir savaş tazminatı bunalımının Avrupa'da yol açtığı sefaletten kaçmak için, İngiltere'nin Avrupa dışındaki mülkünün görkemine sığınacağını yazıyor. Hatta İngiliz siyasetinin Avrupa kıtasını kendi kaderiyle baş başa bırakacağından bile söz edilmekte. Amma da gülünç bir hayal! Kemal Paşa'nın zaferi, emperyalizm çağında "çatışmaların bir bölgeye hapsolup kala­ mayacağını", dünyanın başka bir bölgesine kaçıp saklanmanın mümkün olma­ dığını bütün açıklığıyla göstermiştir. İngiliz-Fransız çatışması dün Ruhr Hav­ zası9ı yüzünden patlak verme derecesine geldiyse, bugün İstanbul yüzünden ortaya çıkmaktadır; yarın ise Sovyet Rusya yüzünden alevlenecektir. Kapitalist dünyanın temelleri sarsılırken tek tek bölgelerde denge sağlanamaz. İngiltere, İstanbul'u ne pahasına olursa olsun savunacaktır. Doğu savaşının sürüp sürmeyeceği ya da bir süre için durdurulup durdurulamayacağı büyük ölçüde Türklere ve öncelikle de Fransa'ya bağlıdır. Türklerin tek başlarına, Fransa'nın desteğini almadan, İstanbul'a saldırma­ ya cesaret etmeleri pek beklenemez. Creusot toplarıyla92 Yunan ordularını ye­ nebildiler, ama İngiliz açık deniz filosunun gemi topları karşısında Fransızla­ rın Türklere verdiği 7,5 çaplı toplar bile işe yaramaz. İngiliz dretnotlarına karşı belli bir başarı umuduyla mücadeleye girişebilmek için Fransız emperyalizmi­ nin denizaltılarına ve uçaklarına gereksinim vardır. Fransa bugün İngiltere ile bir ölüm kalım mücadelesine girişecek durumda mı, buna istekli mi? Fransız emperyalizminin durumu buna elverebilir. Ama ne Poincare ne de Fransız kapitalistleri bugün İstanbul uğruna bir savaşa girmeye isteklidirler. Emperyalist çelişmeler bugün her zamankinden daha keskin; sa­ vaş etkenleri günden güne gelişiyor, ama henüz olgunlaşmamış. Emperyalist devletlerin uzlaşmalar yoluyla bir denge kurma çabaları her geçen gün daha 90 91 92

"John Bull" deyimiyle İngiltere kastediliyor. (YN) Ruhr Havzası, Batı Almanya'da yer alan bir bölge. Almanya ve dünyanın en önde gelen sanayi havzalarından biridir. (YN) Creusot topları, Avrupa'nın en önemli mühimmat üretim merkezlerinden biri olan Fransa'daki Le Creusot kentinden adını alan toplar. Bu toplar 19. yüzyılın sonlarından itibaren kullanıl­ maya başlanmıştır. (YN)

çaresiz, daha umutsuz bir durum gösteriyor, ama şimdilik bu çabalardan vaz­ geçilmiş değil. İngiltere ve Fransa, Doğu Sorunu üzerine pazarlık yapıyorlar. İngiltere savunmada, Fransa ise başarılı bir saldırganın bütün üstünlüklerine sahip ve bundan acımasızca yararlanıyor. İngilizler, Anadolu'da elleri kolları bağlı dururken Fransız ağır sanayii, Alman büyük sermayesiyle birleşmeyi gerçek­ leştiriyor. Lloyd George'un Doğu Sorununda kararlı bir adım atılması isteği­ ni Poincare, tazminat kavgasında kararlı bir adım atarak cevaplıyor. Fransa, İngiltere'nin elverişsiz durumunu daha da kötüleştirmek için elinden geleni yapmaktadır. Türkler, tarafsız bölgeye doğru ilerleyerek İngiltere'nin elinden Boğazlar'ı koparıp alacak bir tehdit oluştururken Fransa bir çırpıda birliklerini geri çekmiştir. Bu davranış hem Kemal Paşa'ya bir çağrı hem de İngiltere'ye yönelen bir tehdittir. İtalya, Doğu sorununda tamamen Fransız siyasetine ka­ tılmaktadır. İ ngiltere yalnız kalmıştır. Avustralya dışındaki bütün İngiliz sö­ mürgeleri bile, Londra hilkümetinin İstanbul'a destek birlikleri gönderilmesi isteğini geri çevirmiştir. İşte bu durumda Fransa, savaşa başvurmaksızın büyük ödünler koparabilir. Boğazlar'ı şu ya da bu biçimde geçici olarak İngiltere'ye bırakarak Avrupa'da­ ki planlarını gerçekleştirmek üzere kendine hareket serbestisi sağlayabilir. Poincare, Ren Nehri bölgesinde kendisine tanınacak üstünlük karşılığında bu­ güne değin fiilen desteklemiş olduğu Türkleri feda edebilir. İngiltere'nin öner­ diği Doğu konferansı toplanabilirse bu tür bir uzlaşmaya varılması mümkün­ dür. O zaman İngiltere, "uluslararası denetimin" temsilcisi olarak İstanbul'u elinde tutabilir. Paramparça edilmiş Yunanistan, alsa alsa, teselli ödülü olarak Kıbrıs'ı alır. Türklere ise Anadolu, Doğu Trakya'nın bir kesimi ve Avrupa yaka­ sında kısa bir kıyı şeridiyle yetinmek düşer. Fransız basını işte bu yolu öneriyor, İngiliz gazeteleri de bunu akla uygun buluyor. Artık sıra Doğu bunalımının üçüncü perdesine gelmiştir. Uzlaşma bu­ nalımın kaynağını kurutmaz; tam tersine hemen yeni çatışma merkezleri doğu­ rur. Avrupa'ya yerleşse bile Türkiye, İstanbul üzerinde tam egemenlik istemek­ ten hiçbir biçimde vazgeçmeyecektir. Neuilly Barış Antlaşması'yla93 parçalanan Bulgaristan, Türkiye'nin Balkanlar'daki doğal müttefikidir. Bir Türk-Bulgar bloku, küçük ittifak için sürekli bir tehlikedir. Sırbistan ve Romanya, bu yenilmişler blokunu geri püskürtmek için Yunanistan'a da daya­ nacaktır. Bu ise yeni ve sürekli bir Balkan Savaşı tehlikesi demektir ve tıpkı 1912 ve 1913'te olduğu gibi bu kez de savaş, Balkanlar'la sınırlı kalmayacaktır. 93

Neuilly Antlaşması (27 Kasım 1919), Bulgaristan ile İtilaf Devletleri arasında Birinci Dünya Savaşı neticesinde imzalanan antlaşma. Ordusu ve hfilcimiyeti altındaki nüfusa yönelik bir· çok yaptırımın yanında Bulgaristan, Yugoslavya ve Yunanistan'a toprak vermek zorunda hı· rakılmış, ülkenin Ege Denizi'yle bağlantısı kesilmiştir. (YN)

Fransa, İ ngilizlerden ağır ödünler koparıyor. Buna karşılık Türkleri ortada bırakıyor. Böylece Türkiye ya kendi varlığından vazgeçmek ya da her iki emper­ yalist haydutla birden savaşmak sorusuyla karşı karşıya kalıyor. Türkiye, inti­ har etmek zorunda kalmayacak kadar güçlüdür ve İngiliz katilleri ile Fransız hainlerine karşı kendini savunmak için dünyanın kapitalist olmayan tek büyük devletine, Sovyet Rusya'ya dayanmak zorunda kalacaktır. Sovyet Rusya, son notalarıyla İstanbul ve Doğu üzerine verilecek karara etkin bir biçimde müdahale etme niyetinde olduğunu gösterdi. Kemal Paşa, Sovyet hükümetinin çağrılmadığı hiçbir barış konferansına katılmayacağını bildirdi. İngiltere'nin boğazladığı, Fransızların da terk ettiği Türkiye, Sovyet Rusya'nın safına itiliyor. Böylece Kemal Paşa'nın İngiltere'yle mücadelede hem Fransız emperyalizminin himayesinde hem de proleter Rusya'yla müttefik ol­ ması biçimindeki çelişme de çözülmektedir. Sovyet Rusya'nın Doğu'daki ve dünya siyasetindeki gücü bu yeni gelişmeyle artıyor. Bu durum, komünistlerin tüm ezilen sömürge halklarını destekleme siyasetlerinin bir kanıtıdır.

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi TÜRKİYE HALKINA BARIŞ, AVRUPA EMPERYALİZMİNE SAVAŞ94 27 Eylül 1922

İşçiler! Yakındoğu çok büyük tarihi önem taşıyan gelişmelere sahne oluyor. Galip İtilaf Devletleri kapitalistleri, Türkiye halkını ölüme mahkum etti. Türkiye'yi parçaladılar. Türkiye'nin çevresini kendi gücüne dayanarak varlığını sürdürme yeteneğinden yoksun bir dizi devletle sardılar. Bu devletler, İtilaf Devletleri kö­ pekleri olmaya ve her zaman Türkiye halkına karşı kışkırtılmaya mahkumdur. Türkiye'nin başkenti İstanbul, İtilaf Devletleri'nin savaş kampı haline geldi; İngiliz ve Fransız savaş gemilerindeki topların namluları İstanbul'a çevrilmiş­ tir. Türkiye'nin, tepeden tırnağa silahlı İtilaf Devletleri'ne kendini savunmadan sonsuza dek teslim olması istendi. Ne var ki Sovyet Rusya'nın mücadele eden ve zafer kazanan Kızıl Ordu'sundan cesaret alan Türkiye halkı, birbiri ardı sıra savaşlardan bitkin düşmüş olduğu halde, silaha sarıldı ve üç yıl süren müca­ dele sonunda canını kurtarmasını bildi. İ ngiltere'nin donattığı Yunan ordula­ rını kaçmaya zorladı. İstanbul ve Çanakkale Boğazı dışında bütün Anadolu'yu 94

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi, "Friede dem türkischen Volke, Krieg dem europliischen lmperialismus!", Internationale Presse-Korrespondenz, özel sayı, sayı 189, 27 Eylül 1922, s.1251.

yabancı ordulardan temizledi. Türk ordularının zaferi, zalimlerin de gücünün sınırlı olduğunu, halklar bir kez özgürlük için ayağa kalktılar mı Versay'da ba­ rış antlaşmaları adı altında kendilerine vurulan bütün kölelik zincirlerini pa­ ramparça edeceklerini bir kez daha kanıtlamıştır. Ne var ki İngiliz uşağı Yunanistan'ın yenilgisi henüz İtilaf Devletleri emper­ yalizminin nihai yenilgisi demek değildir. İstanbul ve Çanakkale Boğazı bala İtilaf Devletleri'nin elindedir. Bu durum, İtilaf Devletleri'nin Türkiye'yi hem kendi başkentlerinden tehdit etme isteğinden vazgeçemediklerini hem de Ça­ nakkale Boğazı'm ellerinde tutarak Sovyet Rusya'ya karşı savaş gemilerini bu­ radan Karadeniz'e geçirmek istediklerini gösteriyor. İşçiler! İngiliz emperyalizmi, Türkler kendi öz başkentlerini ve kendi öz kıyılarını ele geçirmeye cesaret ettikleri takdirde denizlerde özgürlük adına yeni bir savaş tehdidinde bulunacak kadar küstah. İngiliz ve Avustralyalı işçilerin Gelibolu 'da kitleler halinde ölmelerinden bu yana çok az bir zaman geçti. Bu işçiler İngiliz emperyalizmi Türkiye ve Rusya'ya bakim olabilsin diye kanlarım akıtmışlar­ dı. Buna hiç aldırmayan İngiliz emperyalizmi, dünyayı yeni bir savaşla tehdit etmeye bir kez daha cüret ediyor. Tehditlerini gerçekleştirmeyi başarırsa sade­ ce İngiliz ve Türk askerlerinin değil, daha başka halkların da kam akacaktır. Fransa, rekabet nedeniyle İngiltere'nin Doğu'daki durumunu zayıflatmak ve Doğu'da baskı yaparak İngiltere'nin elinden Alman halkını sömürme özgürlü­ ğünü kapmak amacıyla son yıllarda Türklere yardım etti. Fakat karar anı gelip çattığında, yani Türkiye elini Boğaz kıyılarına uzattığında Fransa, İngiltere'nin yanında olacaktır. Çünkü Fransız emperyalizmi, Almanya'yı sömürmede İngi­ liz yardımım yitirmekten korkuyor. Fransa, İngiltere'ye karşı gösterilerde bulu­ nabilir, ama İ ngiliz emperyalizmiyle ipleri asla koparamaz. Demek ki Fransız işçileri de İtilaf Devletleri'nin ortak egemenliği için yeniden savaşmak zorunda kalacaklar. Fakat savaşa katılacak olanlar yalnızca bu halklar değildir; İtilaf Devletleri Sırpları ve Rumenleri de savaşa sürükleyecek, İtalyanları ve Yunan­ ları savaşa yeniden katılmaya zorlayacaktır. Bir kez Balkanlar'da tutuşan yan­ gın oradan yayılacak ve Avrupa'yı yeniden tek bir savaş alanına döndürecektir. Türklerin boyun eğmesiyle bunun önüne geçilse bile bu, Yakındoğu'da yeni bir savaşın yalnızca ertelenmesi demek olur. Türkiye, İtilaf Devletleri'nin sırtına sapladığı hançerle yaşayamaz ve Rusya, kendi buğday ve kömür bölgeleri İngi­ liz donanmasının etki alam içinde kaldığı sürece güvenlikte olamaz. İ şçiler! Türk hükümeti, işçilerin ve köylülerin hükümeti değildir; subayların bir kesiminin hükümetidir, aydınların hükümetidir, hiç kuşkusuz bizim amaçla­ rımızla uyuşmayan bir hükümettir. Bu yüzden Türkiye işçi sınıfı, Türkiye eko-

nomik açıdan kalkındığı ölçüde bu hükümete karşı mücadele etmek zorunda kalacaktır. Ama Türkiye işçileri, kendileri ile bu hükümet arasındaki ilişkiler ne olursa olsun, Türkiye'nin mücadelesinin, yoksul bir köylü halkın uluslararası sermayenin köleleştirme çabalarına karşı verdiği bir mücadele olduğunu anla­ dılar. Uluslararası proletarya, Türk hükümetiyle ilişkisi bir yana, sırf kendi öz çıkarları gereği İtilaf Devletleri emperyalizminin yeniden Türklere karşı silaha sarılmasını, İngiliz dünya egemenliğinin çıkarları uğruna Avrupa proletaryası­ nın yeniden kanını dökmesini bütün gücüyle engellemek zorundadır. İşçiler! Özellikle siz İ ngiltere, Fransa, İtalya, Sırbistan ve Romanya işçileri! Sizin gö­ reviniz, Türkiye'ye karşı atılacak herhangi bir askeri adıma karşı var gücünüz­ le ve ısrarla mücadele etmektir. Sizin göreviniz, İtilaf Devletleri'nin Boğazlar'ı kendisine açması için Türkiye'yi zorlayarak yeni savaşlar hazırlamalarını en­ gellemek yönünde tüm gücünüzü ortaya koymaktır. Yakındoğu'da sonuca bağ­ lanan sorunlar sadece Karadeniz kıyılarında yaşayan halklar için değil, aynı zamanda Avrupa proletaryası için de birer ölüm kalım sorunudur. Kahrolsun İtilaf Devletleri emperyalizmi! Türkiye halkına özgürlük ve barış! Kahrolsun yeni emperyalist savaşlar! Kahrolsun diplomasi bezirganları!

Cai Ho Shen MİLLİYETÇİ TÜRK PARTİSİNİN ZAFERİNİ KUTLAMA95 27 Eylül 1922

Yüzyıllardan beri uluslararası emperyalizmin ezdiği büyük ve eski devletler arasında Çin ve Türkiye kadar acı çekeni olmamıştır. Türkiye sorunu ve Çin soru­ nu, bir yerde Yakındoğu ve Uzakdoğu sorunu olarak da görülebilir. Bu iki bölge, bir yandan zalim ve gözü doymaz uluslararası emperyalizmin savaş ve soygun alanları haline gelmiştir; öte yandan insanlığın üçte birinden fazlasını oluştu­ ran ezilen halkların en çok acı çektikleri ve en çok şehit verdikleri yerlerdir. 1914'ten önce emperyalist büyük güçlerin Türkiye'ye verdiği zararlar Çin'dekine çok benziyordu. Askeri saldırılar, ülkenin paylaşılması, zorla taz­ minat alma, kamu maliyesinin denetimi, yargı ayrıcalığı, bölünmenin ve iç karışıklıkların kışkırtılması gibi ... Ayrıca birçok yerde canavarlıklara ve em­ peryalizmin manevi ilahı Hıristiyanlığın baskısına direnmek için ayaklanan Müslümanlara "vahşi ve yabancı düşmanı halklar" diye iftira edilen bir hava yarattılar. Bu şartlarda Türkiye, 1914'ten 1918'e kadar kanlı emperyalist Dünya Savaşı'nın içine düştü. Savaş bittiğinde Türkiye, emperyalist İtilaf Devletleri tarafından parçalandı. 95

Cai Ho Shen, "Felicitations a l'occasion de la victoire du Parti Nationaliste Turc", Xiangdao, sayı 3, c.l, 27 Eylül 1922, s.20-22; Helene Carrere D'Encausse & Stuart Schram, Le Marxisme et L'Asie 1853-1964, Armand Colin, Paris, 1965, s.293-294.

1920 Ağustos'unda İtilaf Devletleri, Türkiye'ye zalim Sevr Antlaşması'nı da­ yattılar. Bu antlaşmayla Türkiye topraklarının üçte ikisini ve nüfusunun yarı­ sını kaybediyordu. Bu şartlarda dört yıllık kanlı bir savaş yaşayan ve dayanamayacak durumda bulunan halk kitleleri büyük bir direnişe girişti. Büyük bir devrimci ruhu olan büyük insan Kemal Paşa, milliyetçi partisini, yeni bir hükümet ve yeni bir milli ordu kurduğu Ankara'dan yönetti. Böyle bir bozgun, yıkım ve parçalanma koşullarında Mustafa Kemal'in milliyetçi partisi uluslararası emperyalizmi yenmek için hangi güce ve takti­ ğe dayanmış olabilirdi? Birincisi, ezilen bir milletin halk kitlelerine dayandı. İkincisi, büyük eski siyasal partilerin emperyalist dostu dış politikasını değiş­ tirdi. Bu siyaset, kaplandan korunmak için kurda güvenme veya kurttan ko­ runmak için kaplana sığınma biçimindeydi. Dünyanın bütün ezilen halklarının iyi dostu olan Sovyetler'le korku duymadan ve kararlı olarak anlaştı. 1917'de Sovyetler'in ortaya çıkışıyla dünyanın bütün ezilen halkları korkunç bir şey­ tandan (eski Çarlık Rusyası) kurtulmakla kalmadı, aynı zamanda özellikle gü­ ven veren koruyucu bir yıldıza kavuştu. Bunun sonucunda dünyanın ezilen halklarının kaderi değişti. Bu konuda Uzakdoğu'nun ezilen halkları ne düşünmeli? Özellikle ulus· lararası emperyalizmin görülmedik baskı ve düşmanlığı altında bulunan ve 30 yıldır bu güçlerle yalnız başına mücadele eden ve Türk milliyetçi partisiyle aynı koşullarda bulunan Guomindang96 ne düşünmelidir? 400 milyon ezilen kardeşim, bunu gördünüz mü? Bizim gibi uluslararası emperyalizmin baskısını yaşayan Türk halkı onu çoktan yendi. Milliyetçi parti­ si Türk halkını görkemli zaferlere götürdü. Onlara hayranlık duyuyor ve büyük deneylerini örnek almak istiyoruz. Devrimci partimizi Sovyet Rusya'yla anlaş­ maya ikna etmek ve Çin'deki uluslararası emperyalizmin baskısını yıkmak için ayağa kalkalım! Kör ve sağır olmak istemiyoruz. Bugün bütün Yakındoğu'da ezilen halklar gümbür gümbür ve coşkulu bir biçimde Türkiye'nin zaferini kutluyorlar. Biz de uluslararası emperyalizmin ezdiği 400 milyonluk kardeşler olarak sıcak yakın­ lığımızı ve dileklerimizi belirtmemiz ve şöyle seslenmemiz gerekir: Yaşasın ezilen Türk halkının zaferi! Yaşasın ezilen dünya halklarının Sovyet Rusya ile işbirliği! Yaşasın ezilen dünya halklarının kurtuluşu! 96

Guomindang, Çin Milliyetçi Partisi'dir. 1912'de Çin Milli Devrimine önderlik eden Sun Yat-sen tarafından kurulmuştur. 1920'lerin başında Sovyetler'den de destek gören Guomindang, Sun Yat-sen'in 1925'te ölümünün ardından 1928'de Çan Kayşek önderliğinde Çin'i birleştirmiştir. Uzun yıllar süren içsavaş halinin ardından ı949'da Mao Zedung önderliğindeki Çin Komünist Partisi'ne yenilen Guomindang, Çan Kayşek'in liderliğinde Tayvan'a kaçmıştır. (YN)

A. Bolgar YAKINDOGU'DA BUNALIM97 3 Ekim 1922

Doğrusu, geçen yıl tanık olduğumuz dünya siyaseti uygulamalarından son­ ra Yakındoğu'daki büyük çatışma yine işe yaramaz bir uzlaşmayla bağlanır ve geçici bir çözüm çırpıştırılıp bunalım dindirilirse hiç şaşmayız. Gerçi birtakım çevrelerin, özellikle de İtalyanların, böyle bir çözümü diğer bütün sonuçlara yeğlediğini gösteren belirtiler vardır, ama bu derece önemli bir bunalımın üstü örtülerek uzun süre ertelenip ertelenemeyeceği de su götürür. Çünkü burada söz konusu olan coğrafi açıdan sınırları kesinlikle belli, yerel bir bunalım değil, Avrupa'nın bu en kokuşmuş noktasında başlayan dünya çapında bir çöküştür. Dünya siyasal bunalımı, bu kadar geniş çaplı bir ekonomik bunalımla el ele yürümese bile olağanüstü önem taşır. Ne de olsa burada söz konusu olan, Fransa'nın yavaş yavaş bütün cephelerde başarıyla karşı çıktığı geleneksel İn­ giliz üstünlüğünün, yani İngiliz emperyalizminin kısa bir süre içinde birbirinin peşi sıra uğradığı yenilgilerdir. İngiltere ve Fransa arasındaki uzlaşmaz çelişme genel dünya bunalımının bir sürü belirtisinden sadece biri olmakla birlikte, bu bunalımın patlak vermesine yol açabilecek bütün unsurları içinde taşımakta­ dır. Çünkü bu çelişmenin içinde -coğrafi zorunluluklar ve tarihi gelenekler bir 97

A. Bolgar, Die Krise im Nahen üsten", lnternationale Presse-Korrespondenz, sayı 193, 3 Ekim 1922 ,s.1281-1282. "

yana- Dünya Savaşı'nı doğuran, fakat bu savaşın hiçbir biçimde çözemediği ya da yarım yamalak çözdüğü pek çok şey yeniden ortaya çıkmaktadır. Üstelik samimiyetsiz bir ittifakla sahte bir barış antlaşması da bütün bunlara tüy dik­ mektedir. Olaylar zincirinin bir halkası da bundan böyle İngilizler ile Türkler arasında açık çatışma aşamasına dönüşmekte olan Yunan-Türk savaşıdır. Bü­ tün bunlar sorunu daha geniş boyutlara ulaştırıyor. Bu sorun, neredeyse em­ peryalist siyasetin en açık, en çarpıcı örneği olmuştur ve hem geçmiş dünya savaşını anlama hem de dünya çapında yeşeren yeni çatışmanın tohumlarını kavrama açısından özel bir önem taşır. Türk-Yunan savaşı, bugünkü dünya siyasetinin merkezi bir sorunudur; çün­ kü aşağıda belirtilen son derece önemli sorunlara sımsıkı bağlıdır: 1. İtilaf Devletleri'nin var olması ya da yok olması, 2. Barış antlaşmalarının dokunulmazlığı ya da yeniden ele alınması, 3. Balkanlar ve Yakındoğu'yla ilgili sorunların hepsinin yeniden ortaya atılması. Birinci sorun konusunda önce Yunan yenilgisinin bir sonucu olarak İngiltere'nin diplomatik üstünlüğünü ve dünyadaki öteki güçlü devletler ara­ sındaki yerini tehdit eden tehlikeye işaret edildi: "Her kim Türklerin isteklerini desteklemişse o ya İtilaf Devletleri'nden şüphe ediyordur ya da onları yıkmak isteğindedir. Hindistan, Mezo­ potamya ve Mısır'daki sorumluluğu yüzünden İngiltere'nin karşılaş­ tığı tehlike herhangi bir başka devletinkinden fazladır. Bütün çabalar, Yakın�oğu'da bir barışın sağlanmasına yöneltilmelidir. Ama bu, Ege Rumlarının güvenliğini garanti altına alan bir barış olmalıdır." Bu sözler, Daily Chronicle gazetesinde yer alıyor. İngiliz resmi makamları sık sık şunu tekrarlıyorlar: Boğazlar'ın serbestliği sağlanmalıdır ve İstanbul her koşul altında korunmalıdır; çünkü " İngiltere için savaşın en büyük kazançla­ rından biri, dominyonlarının desteğiyle sağladığı 'Boğazlar'ın serbestliğidir'. İ ngiltere, bu kazancı tehlikeye atacak herhangi bir siyaseti asla onaylayamaz. Çünkü bu, İngiliz silahlarının Türkiye'ye karşı kazandığı savaşı yitirmesi de­ mek olur". Demek ki aslında barış antlaşmalarının hiç de bağnaz bir taraftan olmayan İngiltere'nin Sevr Antlaşması'nı olağanüstü bir kararlılıkla savunmasının ken­ dince bir nedeni vardır. İngiltere bu antlaşmayı, başka antlaşmaların uygulan­ masını neredeyse sapık bir inatla istediği halde, Sevr Antlaşması'nı seve seve gözden çıkaran Fransa'ya karşı da savunuyor.

Balkan ülkeleri, Yakındoğu'da kaynayan bunalım kazanıyla herkesten çok ilgilidir. Yeni patlak veren Yunan devrimi ve niteliği konusunda haberler çok yetersiz ve bu devrimin herhangi bir biçimde komşu devletlere sıçrama olasılığı şu an için çok zayıf da olsa Türklerin zaferi ve Yunanların yenilgisinin bir sonu­ cu olarak Bulgaristan'ın güçlenmesi, bunların Romanya ve Yugoslavya üzerin­ deki etkileri Balkanlar'daki bunalımı geçici bir çözümle dinmeyecek biçimde keskinleştiren son derece önemli etkenlerdir. Ama ilkinde olduğu gibi yine Balkanlar'da başlaması olası bir ikinci dünya savaşının ne anlama geldiğini artık milliyetçi kamp da anlamaktadır. Bu, De­ utsche Allgemeine Zeitung gazetesinin bir makalesinde açıkça ortaya çıkıyor. Yazıda şöyle deniyor: "Bugüne kadar 'galip devletlerin' dışında kaldığı toplumsal huzursuzluk ve devrimler tehlikesi, ikinci bir büyük savaşta onların üstünde sadece bir bulut gibi dolaşmakla kalmayacaktır. Böyle bir durumda, kapitalist devletlerde toplumsal devrimi gerilerde kalmış bir şey olarak değil de önümüzde duran bir olay olarak görenler haklı çıkabilir." Bu durum karşısında burjuva diplomasisinin eski oyunları tamamen iflas ediyor. Konferanslar siyaseti çözümü hızlandıramayacaktır. Hele öngörülen uluslararası toplantılarda, şu anda Rusya ve Bulgaristan'a karşı planlandığı gibi, rahatsız edici unsurlar saf dışı bırakılırsa bu hiç olanaklı olmayacaktır. Bunalımın şu an için durulmasına karşın durum son derece gergindir ve bu durum karşısında ne denli zekice uzlaşma eğilimleri ortaya çıkarsa çıksın olay­ ların diyalektik akışı savaş tehlikesinin karşısına, hatta bizzat savaşa karşı, proletaryanın devrimci güçlerini başarıyla çıkaracaktır.

M. N. Roy TÜRK ZAFERİ VE DOGU98 14 Ekim 1922

"Büyük Yunanistan" rüyası bitti. Kral Konstantin "sadık tebaasının isteğine uyarak ve candan sevdiği Yunanistan'ın iyiliği için" büyük bir lütuf göstererek tahttan ikinci kez feragat etti. Venizelos, hükümetin dizginlerini resmen ele al­ madı da, perde arkasından ipleri ustalıkla oynatıyor. İşgüzar bir şekilde Manş Denizi'nin99 her iki tarafındaki dışişleri bakanlıklarını sırayla ziyaret ederek her seferinde onlara yeni gizemli önerilerde bulunuyor. Kurnaz Giritli, kendisi için ya da "Büyük Yunanistan" rüyasıqı ayakta tutabilmek için gerekli askeri des­ teği sağlama almadan Yunanistan'ı kurtarma görevini yüklenmek istemiyor. Can düşmanı Konstantin'in ikinci defa devrildiği günün hemen ilk saatlerinde 98

99

M. N. Roy, "Der türkische Sieg und der üsten", Intemationale Presse-Korrespondenz, sayı 199, yıl 2, 14 Ekim 1922, s.1333-1334. Maksanhendrah Nat Roy (1890-1953?), Hintli gazeteci ve 3. Entemasyonal'in 2. Kongresi'nde Hint Komünist gruplarının temsilcisi. M. N. Roy, bu Kongre sırasında Milletler ve Sömürgeler Komisyonu'nda savunduğu milli burjuvazinin ön­ derlik edebileceği yolundaki görüşleri[ni], daha sonra, Çin'de ÇKP nezdinde Komintern dele­ gesi olarak bulunduğunda da sürdürdü. Komintern'in toprak ağalarının topraklarına kısmen el konulması yolundaki görüşlerini Guomindang'a ifşa ederek ÇKP-Guomindang ittifakının bozulmasını da hızlandıran Roy, Çin'den dönüşünde Komintem'de Hint burjuvazisinin dev­ rimci olduğunu savundu. Menşevik olduğu ve Hindistan'da komünist partisinin kurulmasını baltaladığı gerekçesiyle Aralık 1929'da Komintern'den çıkarıldı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Hindistan'da İngiliz taraflısı bir hizbi yönetti. (YN) Manş Denizi, İngiltere'nin güneyi ile Fransa'nın kuzeyini ayıran dar bir deniz. (YN)

Atina'ya gelmemesinin tek nedeni, Downing Street'in100 kayıtsız şartsız deste­ ğini henüz sağlayamamış olmasıdır. Türk ordularının zaferi öylesine derin bir etki yarattı ki İngiliz hükümeti bugün Yunan halkının Türkleri Avrupa'dan sü­ rüp atmak için vereceği "bu nihai savaşın" başına geçme görevini Venizelos'a yüklemeden önce iyice düşünüp taşınmak zorundadır. Çünkü bu, İngiliz em­ peryalizminin kaygı duymadan, kolaylıkla yüklenemeyeceği çok ciddi askeri sonuçlara da yol açabilir. Ne var ki şanslı Venizelos, rakibi Kral'ın aksine her iki kampta da düşmanlara101 sahiptir; hem Quai d'Orsay'ın102 himayesi altındadır hem de Sör Basil Zaharoff'un103 aracılığıyla Lloyd George-Churchill kliğinin gü­ venilir adamıdır. Böylece Venizelos, kendini Fransa'ya bir türlü sevdiremeyen Konstantin'e oranla çok daha elverişli koşullar altında dolaplarını çevirebilir. Konstantin, Fransız yardımının tamamen Yunan emperyalizmine karşı se­ ferber olmasını önlemek için tahtına veda etmek zorunda kaldı. Krallık bayrağı altındaki bir "Büyük Yunanistan" sadece İngiltere'nin desteğine güvenebilir­ di; oysa Venizelos'un yönettiği bir "Büyük Yunanistan", Manş Denizi'nin her iki tarafındaki iki rakibi kendi safına çekebilecekti. Venizelos bugünlerde işte bu oyunları oynuyor ve Müttefiklerin 23 Eylül tarihli ortak notası, 104 Venizelos diplomasisinin hiç olmazsa kısmi bir zafer kazandığını gösteriyor. Fransız ve İngiliz mali sermayesi arasındaki rekabet, Türkiye'nin arkasında beliren Sovyet Rusya umacısı karşısında bir ölçüde azalmışa benzer. Kemalist orduların arka­ sındaki bu görünmez güç, milliyetçi Türkiye'nin yeni koruyucusu rolünü oy­ nayarak Yakındoğu'yu kendi tekeli altına almak isteyen Fransız sermayesinin yüreğini daraltmış gibidir. İstanbul'un İngiltere yerine Sovyetler'e bir korunak olması olasılığı Fransa için asla hoş bir şey değildir. Bu durum, Fransa'nın ka­ rarsız tutumunu ve Franklin Boullion'un Kemal'e, Fransa hükümetinin onunla hangi noktaya kadar birlikte gidebileceğini açıklamak amacıyla Ankara'ya yap­ tığı ani ziyareti açıklamaktadır. Yunan ordusunun morali tamamen bozulmuştur ve Boğazlar'ın Asya ya­ kasındaki İngiliz birlikleri Türk hücumunu durduramayacak kadar zayıftır. Demek ki İstanbul yolu Ankara ordularına aslında tamamen açıktı. Buna kar100 101 102 103

104

İngiltere Başbakanlığı kastediliyor. Downing Street, Londra'daki Başbakanlık makamının bu­ lunduğu caddeyi ifade etmektedir. (YN) "Dostlara" olacak. (YN) Fransa Dışişleri Bakanlığı kastediliyor. Quai d'Orsay, Paris'te Fransa Dışişleri Bakanlığı'nın bulunduğu caddeyi ifade etmektedir. (YN) Sör Basil Zaharoff (1849-1936), Yunan uluslararası silah tüccarı ve banker. Asıl adı Basileios Zacharias olan tüccar, dünyanın en zengin insanları arasında gösterilmektedir- Birinci Dünya Savaşı'nda İtilaf Devletleri'nin yüksek düzey görevliliğini yürütmüş, bu hizmetlerine karşılık Fransa'dan Onur Madalyası, İngiltere'den ise sör ve şövalyelik unvanı almıştır. (YN) Paris'te Fransa, İngiltere ve İtalya'nın gerçekleştirdiği toplantıdan 23 Eylül günü Çanakkale Krizi'nin çözülmesi için Türkiye'ye bir barış antlaşması imzalanması teklifi gönderilmesi ka­ rarı çıkmıştır. Çanakkale Krizi, Türkiye'nin tarafsız bölgeye ilerlemesi sonucu İngiltere'yle Çanakkale'de savaşın eşiğine geldiği krize verilen isimdir. (YN)

şın Mustafa Kemal, dur emri vererek düşmanlarıyla pazarlığa hazır olduğunu bildirmek zorunda kaldı. Mustafa Kemal, bu siyasetin askeri açıdan intihar demek olduğunu, çünkü düşmana güçlerini toparlayabilmesi için zaman ka­ zandırdığını bilecek kadar askerdi. İki hafta önce olanaklı olan şey bugün ola­ naksız hale gelmiştir. Kemal'in birlikleri artık Boğazlar'a saldırarak İstanbul'u alamazlar. Türk Başkomutanlığı buna neden izin verdi? Neden zaferin son meyvelerini elinden kaçırdı? Yakındoğu satranç tahtasındaki taşların Paris ve Londra'da­ ki gizemli eller tarafından oynatıldığını bilen bir kimse bu soruyu kolaylıkla cevaplandırabilir. Kemal, kurtuluşun eşiğinde duran Türkiye köylülüğünün devrimci toplumsal güçlerine bağlı olduğu sürece zaferden zafere koştu, ama her türlü devrimci ruh ve uzak görüşlülükten yoksun askeri bir diktatör olarak boynunu, İngiliz emperyalizmine karşı dolaplar çeviren Fransız emperyalizmi­ nin boyunduruğuna gönüllü olarak uzattı. Böylece, Türkiye köylülerinin kanı ve canı pahasına kazanılan zafer, pratikte yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadır. Yakındoğu'daki bu çatışmanın kesin sonucu ne olursa olsun, Doğu halkları ve özellikle Hindistan üzerindeki siyasal ve manevi etkisi çok büyük olmuştur. Siyasal rekabetin ağlarına takılan Kemal, askeri açıdan şimdiden koruyamaz olduğu üstün durumunu bile terk etmeye zorlanabilir. Tabii, dostluğu ve des­ teği bankerler ve para babalarının keyfine kalmış Batı Avrupa diplomasisiyle bütün bağları kararlı bir biçimde koparıp atma cesaretine sahipse, o zaman başka. Ama galip İtilaf Devletleri'nin kutsadığı, Londra'nın da kayıtsız şartsız desteklediği "Büyük Yunanistan"ın bugün artık tarihe karışmış olması sadece Anadolu'nun değil Trakya'nın bir bölümünün de gelecekte yeniden Türk ol­ ması ve Avrupa emperyalizminin onu sonsuz köleliğe mahkum etme hakkına karşı bir Doğu milletinin başarıyla direnme yeteneğini kanıtlaması; işte sırf bu olgular bile kölelik altındaki tüm halklar için önemli bir cesaret kaynağı oluş­ turmaya yeter. Ö rneğin, Hint Müslümanlarının bu deneye bakarak halifeliği korumak için bugüne değin gösterdikleri çabaların saçmalığını görmeleri akla uygundur. Türklerin İtilaf Devletleri'ni Milletler Cemiyeti'nin de onayladığı bir barış antlaşmasının bir bölümünü iptal etmeye zorlayabilmesi, hiç kuşkusuz, Arap Müslümanlarını Sir Bercy Jones'un diktatörlük mandasına karşı çıkmaya yüreklendirecektir. İran'daki İ ngiliz etkisi çoktan tarihe karışmıştır. Mısır, yerli burjuvazinin temsilcilerinin ihaneti nedeniyle sürekli isyan halindedir. Türk zaferinin manevi etkisi genel olarak işte budur. Ama bundan çok daha derin etkiler de beklenmelidir. Bu etkiler, Doğu ülkelerinin devrimci, milliyetçi unsurlarının görüşlerinde köklü bir değişikliğe yol açabilir, hatta ezilen halk­ ların öfkesinin toplumsal niteliğini bile değiştirebilir.

Bilindiği gibi, milliyetçi Türkiye Sovyet Rusya ve Fransa'nın desteğini sağ­ lamış, buna karşılık İ ngiltere ise Yunanistan'a arka çıkmıştır. İngilizlerin di­ renmesine karşın Sevr Barış Antlaşması'nı çiğnemeye kadar varan Fransa'nın tutumu Doğu burjuvazisi üzerinde iyi bir izlenim bıraktı. Böylece, dünya savaşı deneyiyle oldukça sarsılmış olan şu eski düşünce yeniden canlandı: Azılı em­ peryalist hükümetlerin baskısına karşı demokratik ulusların dostluğu sağlan­ malıdır. Bu düşüncenin uğursuz sonuçları ise çok iyi bilinmektedir. Bu düşün­ ce, eski emperyalisti yerinden atmaya çalışan yeni bir emperyalistin girişine zemin hazırlar. Türkiye, işte kendi diplomatlarının ve askeri kliklerinin de yerlerini sağ­ lamlaştırmak umuduyla körükledikleri ve emperyalist intikam hırsına halkın kurban edilmesiyle son bulan bu emperyalist rekabetin egemenliği altında par­ çalanmıştır. Türkiye, bu canice siyaset sonucu millet olarak parçalandı ve bu parçalanma tehdidine karşı halkın isyanı bugünkü milli hareketin doğmasına yol açtı. Yeni kurulan Ankara'daki milli hükümetin kendisini yok olmanın eşiğine getiren İtilaf Devletleri 'ne karşı mücadele ettiği sırada ona yardım elini uzatan biricik devlet devrimci Rusya oldu. Ama Fransa'nın, Türkiye'de, İngiliz rakibi­ ne arkadan saldırma olanağını keşfetmeden çok önce manda bölgelerini kendi isteğiyle boşaltması olumlu bir etki yarattı. Bununla birlikte Franklin Boullion tarafından imzalanan Ankara Antlaşması'nın gerçek içeriği sokaktaki adam­ dan tamamen gizlendi. Türk aydınları ve militaristleri hep Fransız dostuydu. Militaristler Prusya Junkerleriyle ortak iş çevirmenin daha yararlı olacağını gö­ rene dek bu böyle sürdü. İngiliz liberalizminin arkasında yatan ticari çıkarların geleneksel Türk düş­ manı siyaseti Fransız mali sermayesinin Türkiye'ye nüfuz etmesine yol açtı. Os­ manlı borçlarının en az yüzde 70'ini Fransız bankaları devraldı. Manda bölgele­ rini işgalden vazgeçme karşılığında elde edilen bu muazzam tutar, Fransa için hiç de kötü bir pazarlık değildi; üstelik işgal, Fransa'nın zaten kötü durumda olan bütçesi için ağır bir yüktü. Sonra büyük demiryolu ve maden ayrıcalıkları bütün Türkiye'nin Fransız mali sermayesinin iktidarı altına girmesi için iyi bir başlangıç oluşturuyordu. Böylece Fransız-Türk anlaşması, Sevr Antlaşması'nı imzalayan öteki galip devletlerin çıkarlarının söz konusu olduğu noktalarda, Sevr Antlaşması'nın ölüm fermanı oldu. Aynı zamanda, zaferin bütün meyve­ lerini yalnızca Fransa'nın kucağına atan yeni bir çığır da açtı. Ankara Hükümeti, Paris'in pek hayırsever bir yanı olmayan dostluğunu üç nedenden kabul etti: Birincisi, askeri zorunluluklar nedeniyle; ikincisi, İngiltere'yi yıldıracak diplomatik bir atılım yüzünden; üçüncüsü de, esas ola­ rak, devrimci sonuçları Türkiye egemen sınıfını özellikle korkutan Rus yakın­ laşmasına karşı bir panzehir olarak.

Bugünkü bunalım yine de durumun açıklığa kavuşmasına yol açtı. Fransız dostluğunun yüzeyselliği açığa çıktı. Türk önderleri, Fransız koruyucularının oynamalarını istediği gerçek rolü hala göremedilerse gözlerinin önünde perde var demektir. Fransızlara göre Türkiye, Manş Denizi'nin iki yakasındaki emper­ yalist hükümetler arasında oynanan oyunda yalnızca bir satranç taşı olmalıdır. İngiltere, Fransız militarizminin isteklerine uyarak Fransa'ya tüm dünyanın ekonomik sömürüsünde önemli bir pay bırakırsa bu iki emperyalist devlet ara­ sındaki çelişmenin keskinliği önemli ölçüde azalır. Bunun sonucunda Türkle­ re hissedilir bir biçimde dur denecektir. Türkler, mutlak bir zaferin getireceği başarılardan vazgeçmeye mecbur bırakılacaktır. Franklin Boullion'un Kemal 'e, Ankara Millet Meclisi'ne iletmesi dileğiyle getirdiği mesajın gerçek içeriği bu­ dur. Daha sonra Meclis, zafer güvence altında olduğu sürece pazarlıklara razı olacağı yolunda bir açıklama yapmak zorunda kaldı. Bu mesaj dikkate alınma­ sa ve Türkler Parisli dostlarının dayatmasına karşı çıkacak cesarete sahip olsa­ lardı, karşılarında İtilaf Devletleri'nin Avrupa siyasetinde parlak iflas örnekleri vermiş olan birleşik direnişini bulacaklardı. Doğu'nun ezilen halklarının içindeki devrimci unsurlar bu olaylardan mut­ laka önemli dersler çıkaracaktır. Onlar, emperyalizmin belli bir ülkenin sınır­ larıyla, belli milletlerle sınırlı olmadığını, tam tersine emperyalizmin dünya çapında bir ekonomik olgu olduğunu anlamakla büyük yarar sağlayacaklardır. Boğazlar'ın korunmasında İtilaf Devletleri 'nin yanında yer aldığını ve barbar Türklere karşı Hıristiyan azınlıkların korunması gibi kutsal bir görevi yük­ lenmek istediğini açıklayan Amerika, genel tabloyu tamamlıyor. Gerçi çeşitli emperyalist devletler ganimetin paylaşılması konusunda rekabet halindeler ama iş yağmanın kendisine geldi mi hepsi tek bir ruh, tek bir yürektir. Örneğin Fransa'nın Türk milliyetçilerini kayıtsız şartsız desteklemesi hem Fransız hem de İngiliz siyasetinin temelini oluşturan emperyalist hakların çiğnenmesi an­ lamına gelirdi. Doğu halkları bu acı derslerden ve düş kırıklıklarından şunu öğrenecektir: Bu çapulcular topluluğunun tek bir bireyi bile Doğu halklarının ulusal kurtu­ luşuna iyi gözle bakmaz. Ancak birleşik emperyalist güruha karşı toplumsal devrim bayrağını açan Avrupa proletaryası ve onun öncüsü ezilen halkların kurtuluşunun gerçek dostu olabilir. Çünkü her ikisinin de mutluluğu emper­ yalizmin yıkılmasına bağlıdır. Milliyetçiliğin zengin önderleri emperyalizm olgusuna karşı mücadele etmez, onların mücadelesi hep sadece başkalarının emperyalizmine karşıdır. Türk zaferi, ancak Türkiye halkı kendi önderlerini entrikacı diplomatlarla oynaşmaktan vazgeçmeye ve devrimci Rusya'nın dostluğuna cesaretle dayan­ manın zorunlu olduğunu görmeye zorladığı zaman tam bir zafer haline gele­ cektir. Aynı şey Türk deneyiminden pek çok şey öğrenecek olan bütün öteki Doğu halkları için de geçerlidir.

Kari Radek PETROL IŞIGINDA BOGAZLAR SORUNU105 17 Ekim 1922 1

"Milyonların hayatını ve barışı tehdit eden, savaş kışkırtıcısı bir söz olan, 'Boğazlar'ın açılması' tapıncının ardında yatan anlam nedir? Bu, Karadeniz'e savaş gemileri gönderme, öncelikle de İngiliz savaş gemileri gönderme hakkının talep edilmesinden başka bir anlam taşımıyor. Bu­ günkü koşullarda bu talep için sadece iki neden vardır: Birincisi Sovyet Rusya ile savaş korkusu, ikincisi ise petrolün yol açtığı huzursuzluk." İngiliz liberalizminin önde gelen yayın organı Nation gazetesinde yayımla­ nan haftanın özetinde Boğazlar için mücadelenin anlamı bu sözlerle en açık bir şekilde ortaya konuyor. Yukarıda sözü edilen nedenlerden birincisi hak­ kında fazla bir şey söylemeye gerek yok. İngiliz hükümeti, Sovyet Rusya'nın İngiltere'yle savaş istemediğinin, tam tersine barış ve ekonomik bakımdan en güçlü Avrupa devleti olan İngiltere'yle ekonomik ilişkileri güçlendirmek is­ tediğinin bilincindedir. Yani İngiltere -Milletler Cemiyeti'nin bayrağı altında da olsa- Boğazlar'ı elde tutmayı zorunlu görüyorsa bu, İ ngiliz hükümetinin 105

Kari Radek, "Die Dardanellenfrage in Naphthabeleuchtung", Intemationale Presse­ Korrespondenz, sayı 2oı, yıl 2, 17 Ekim 1922, s.1353-1355.

Rusya'yla barış içinde bir arada yaşamaya karar vermediğini ve savaş duru­ munda gemilerini Karadeniz'e gönderme olanağını korumak istediğini gösterir. Petrolün yol açtığı huzursuzluk olan ikinci nedene gelince, sorunun bu yanı da en az diğeri kadar önemlidir. Petrol sorunu, belki de şu anda Sovyet Rusya'yla savaş olasılığından çok daha büyük bir rol oynamaktadır. Buna karşın, bu so­ run üzerinde çok az durulmuştur. Petrol, açık tartışmaların ışığını sevmez. Bu soruna Chicago Tribune muhabiriyle yaptığı görüşmede ilk kez Kemal Paşa değinmiştir. Muhabir, Kemal Paşa'ya şunu sormuştu: "Ekselans, uluslararası siyasette petrol sorununun önemini bilen her­ kes, İ ngiltere'nin büyük petrol kaynaklarına girişi güvence altına almak zorunda olduğunu, aksi takdirde büyük devlet olarak varlığının sona ereceğini anlar. Bu yüzden Mezopotamya'daki petrol kaynakları sorunu­ nun, İstanbul sorunundan, hatta belki Boğazlar sorunundan bile daha büyük bir önem taşıdığını düşünüyorum. İngiltere'nin Mezopotamya'da­ ki petrol kaynaklarına girişi güvence altına almak çabaları konusunda Türk milli hükümetinin tutumunu açıklamak ister misiniz?" Gazeteciler, soru sordukları kimseye, konuşmak istediği konuda soru yö­ neltmeye dikkat ederler. Bu yüzden Kemal Paşa şöyle cevap verdi: " ... Burada söz konusu olan bölgeler Misakı Milli sınırları içinde yer alan Musul vilayetinde bulunmaktadır. (Yani Ankara Hükümeti Musul 'daki İngiliz mandasını tanımıyor, tam tersine Musul 'u Türk bölgesi sayıyor­ K.R.) Bu bölge halkının çoğunluğunu Türkler oluşturmaktadır. Bu bölge­ nin petrol kaynaklarını işletmek için ille de orayı işgal etmek gerektiğini düşünmüyorum. Amerika'nın ülkemizde siyasal bir hedefi olmadığı için kimse Türk petrolünün Amerika tarafından işletilmesine bir şey demez. İngiltere'nin de aynı tutumu benimsemesi kendi açısından çok daha mantıklı olurdu." Muhabir sormaya devam etti: "Yani İngiltere, Mezopotamya'daki Kürt bölgelerinden çekilmeye karar verse bile oralarda petrol çıkarma olanağını koruyabilecek midir?" Kemal Paşa'nın cevabı Şöyle oldu: "İngiltere orada diğer halklarla aynı haklara sahip olur." Daily News gazetesinin İstanbul muhabiri General Morris ise Kemal Paşa'nın

hiç sözünü etmediği konulara işaret etmektedir. General Morris, Fransız bükü-

meti adına Franklin Boullion tarafından Ankara Hükümeti'yle imzalanan ant­ laşmada Türkiye'ye karşı kendisini desteklediği takdirde Türkiye'nin Fransa'ya Musul petrol imtiyazlarını vaat ettiğini ve bu konuda pazarlıkların devam etti­ ğini belirtiyor. Amerikan gazeteleri, savaş öncesinden beri Türkiye'de ekono­ mik faaliyetini geliştirmeye çalışan Amerikan Chester grubunun şimdi petrol konusunda Ankara ile pazarlıkta bulunduğunu bildiriyorlar. İşte şimdi petrol, Boğazlar sorununu aydınlatmaya başlamaktadır. Bugüne kadar kamuoyundan gizlenen birçok şey şimdi aydınlanmıştır. Pasifist Lloyd George bile, kafasının içini işte bu petrol aydınlattığı içindir ki 16 Eylül'de sila­ ha sarılmıştı.

il Musul petrol kaynakları sorununun çok uzun bir tarihi vardır. Burada, an­ cak Yakındoğu sorununun ilerideki evrelerinin anlaşılması için gerekli olan en önemli bilgileri ele alacağız. 1916 yılında İngiltere ve Fransa, Musul 'da Fransa'nın belirleyici nüfuzu­ nu güvence altına alan bir antlaşma imzaladılar. Ateşkesin imzalanmasından sonra İngiliz hükümetiyle çok sıkı ilişkisi olan "Royal Dutch-Shell" tröstünün Başkanı Bay Detering "barış antlaşmasına göre Fransa'nın payına düşecek pet­ rol işletmelerinde Fransız hükümetine yardımda bulunmaya hazır" olduğunu bildirerek Clemenceau'yaı06 başvurdu. Bu pazarlıklar çok uzun sürdü. Nihayet 15 Nisan 1920 tarihinde San Remo'da Fransa ve İngiltere her iki ülkenin Kuzey Afrika'daki İngiliz sömürgelerinde, Romanya'da ve Mezopotamya'daki petrol ilişkilerinin düzenlenmesi hakkında bir antlaşma imzaladılar. Mezopotamya konusunda antlaşmada şöyle deniyor: "Verimli olduğu takdirde, İngiliz hükümeti Mezopotamya'daki petrol üre­ timinin yüzde 25'ini zamanın geçerli piyasa fiyatı üzerinden Fransa'ya vermeyi kabul eder. Buna karşılık Mezopotamya petrol sanayiinin ge­ liştirilmesi için bir özel şirketin çalışması halinde İngiliz hükümeti bu şirket paylarının yüzde 25'ini Fransız hükümetine bırakmakla yükümlü­ dür. Bu pay hakkının fiyatı şirketin diğer paydaşlarının ödediği fiyattan daha yüksek olamaz. Bu şirket devamlı olarak İngiliz yönetimi altında bulunacaktır. 106

Georges Clemenceau (1841-1929), Fransız başbakan, devlet adamı ve gazeteci. Fransız siyasi tarihinin en önemli isimlerinden biri olan Clemenceau, 1917-1920 yılları arasında başbakanlık yapmıştır. İtilaf Devletleri'nin savaşı kazanmasında ve Versay Antlaşması'nın içeriğinin oluş­ turulmasında önemli bir rol oynamıştır. (YN)

İngiliz hükümeti, petrol borularıyla İran'dan Karadeniz'e taşınacak pet­ rol miktarının yüzde 25'inin İngiliz-İran şirketi tarafından Fransız hü­ kümetine tazmin edilmesini öngören antlaşmayı destekler. Bu borular Fransa'nın mandası altındaki bölgelerden geçebilir. Petrol borusunun döşenmesine Fransa yardımcı olur. Petrol fiyatları konusunda Fransız hükümeti ile İngiliz-İ ran şirketi arasında özel bir anlaşma yapılacaktır. Bu durumda Fransız hükümeti kendi nüfuz bölgesinde, eğer istenirse, iki özel petrol boru hattı ve demiryolu kurulmasına izin verir. Bu petrol hattı ve demiryolu, Mezopotamya ve İran'da petrol kaynakları işletme­ sinin kurulması, çalışması ve petrolün Akdeniz'deki bir limana veya li­ manlara iletilmesi için gereklidir. Liman veya limanlar her iki hüküme­ tin karşılıklı anlaşmasıyla belirlenir. Böyle bir petrol boru hattı veya demiryolu, Fransız nüfuz alanlarından geçtiği takdirde Fransa, bölgesinden geçirilen petrol üzerinden hiçbir gümrük ve harç almamayı kabul eder. Ancak toprak sahiplerine kullanı­ lan arazi için tazminat ödenecektir. Fransa aynı biçimde varış limanında depo, demiryolu vb. için gerekli araziyi sağlamayı üstlenir. Bu yolla ihraç edilecek petrol, her türlü ihra­ cat ve transit gümrüğünden bağışıktır. Petrol kuyularının kurulması için gerekli malzeme de aynı biçimde, hiçbir ithalat gümrüğüne tabi değildir. Adı geçen petrol şirketi, Basra Körfezi 'ne bir petrol boru hattı ve demir­ yolu döşemek isterse, İngiliz hükümeti yukarıda sayılan şartları aynen gerçekleştirmeyi kabul eder." Nasıl oldu da Fransa, Musul'daki haklarından vazgeçti ve oradaki üretimin sadece yüzde 25'ini hem de ürün şeklinde değil de yalnızca piyasa fiyatına al­ mayı kabul etti? Kendi lehine olan bu antlaşmayı haklı göstermek için İ ngiliz hükümeti savaş öncesinde, 1914 yılında Alman kapitalistleriyle ve Türk hükü­ metiyle imzaladığı bir antlaşmaya dayanmaktadır. Bu antlaşmaya göre petrol üretiminin yüzde SO'si İngiltere'ye, yüzde 25'i Türk hükümetine ve yüzde 25'i ilgili Alman kapitalistlerine kalıyordu. Şimdi İngiltere, Mezopotamya üzerinde manda sahibi olduğu gerekçesiyle, eski yüzde 50'den başka bir de Türkiye'ye düşen payı almaya hak kazanıyor ve Fransa'ya da Alman payı olan yüzde 25'i bırakıyordu. "Antlaşma kutsaldır". Neden 1914'teki antlaşma kutsal oluyor da 1916'daki­ antlaşma olmuyor? Bu konuda resmi belgelerde hiçbir şey yok ama bu antlaş­ ma yapıldıktan sonra meydana gelen olaylar bunun nedenini ortaya koymak-

tadır. Birincisi, İngiltere'nin Suriye'deki vekili Emir Faysal, Fransızlara büyük zorluklar çıkardı. İngiltere ise Faysal'ın oyunuyla ilgisi olmadığını söyledi. İkincisi, İngiltere Fransa'ya Osmanlı borçları konusunda destek vaat etti. Buna karşılık Fransa da petrol sorununda ödünler verdi. Fransız kamuoyunun bu antlaşma üzerine gösterdiği tepkiyi, Delaisie'nin mükemmel kitabııo7 ve Pierre L'Espagnol de la Tramerye'nin La Lutte Mondiale Pour Le Petroleıos (Dünya Pet­ rol Mücadelesi) adlı kitabı ortaya koymaktadır. Burada sadece Revue de Paris dergisinin Ağustos sayısında yayınlanan bir Fransız politikacısının yakınmala­ rını yayınlıyoruz: "Fransız kamuoyu Sevr Antlaşması'nın yalnızca, Amerika'yı bertaraf et­ tikten sonra, eskiden Almanya'nın olan ve şimdi Fransız mülkiyetine ge­ çen Türk petrolü üzerinde İngiltere'nin denetimini sağlamak için yapıl­ dığının bilincindedir. Fransız kamuoyu, Fransız hükümetinin esrarengiz ve garip San Remo Antlaşması'nı imzalamakla siyasal bağımsızlığından vazgeçtiğini ve sadece Mezopotamya kaynaklarını değil, sömürgelerde ve diğer ülkelerde elde edebileceğimiz her şeyi de İngiltere'ye terk et­ tiğimizin bilincindedir... Savaşa kadar Fransa, bir Fransız karteli aracı­ lığıyla Standard Oil Şirketinden aldığı yılda 400 bin ton petrolü harcı­ yordu. Bugün Fransa'nın bir milyon ton petrole ihtiyacı vardır. Askeri ve sivil havacılık ve karayolu ulaşımının gelişmesi sonucu talebin gittikçe arttığı petrol ithali dolayısıyla her yıl 2 milyar zarara giriyoruz ... Siyasal bağımsızlığın petrole serbestçe ulaşabilmenin bir sonucu olduğu görü­ şünü savunursak, doğal olarak San Remo Antlaşması'yla, Fransa açısın­ dan Methuen Antlaşması'nınıo9 aynı şey oldukları sonucuna varmamız gerekir. (Methuen Antlaşması, Portekiz'i gerçekte bir İngiliz sömürgesi haline getirmişti.) Fransa'nın gelecekte, petrolü elinde bulunduran bü­ yük devletlerin arzusuna karşı tek başına bir savaş yürütmek zorunda kalacağını düşünelim. O zaman, uçaklar, tanklar, zırhlı trenlerle tepe­ den tırnağa donatılmış güçlü ordusu ne işe yarar ki? Sessiz bir petrol ablukası bir hafta içinde ya da daha da önce uçakları ve tankları felce uğratmaya, ulaşım araçlarından yoksun kalan piyadenin hareketini dur­ durmaya yetecektir."

107 108 109

Francis Delaisie, Le Petrole, Le Producteur, Paris, Ağustos 1920. Pierre L'Espagnol de la Traınerye, La Lutte Mondiale Pour Le Petrole, Editions de la Vie Universitaire, Paris, 1921. Methuen Antlaşması (1703), Porto şarabı ile İngiliz pamuğunun karşılıklı değişimini öngören antlaşma. Bu antlaşmayla iki ürün için karşılıklı olarak gümrük vergileri önemli oranda dü­ şürülmüştür. İngiliz pamuğu bu antlaşmayla Portekiz'de özel bir muamele görmüştür. (YN)

Fransız politikacı, "Peki, bu hatalarla dolu acı geçmişi silmek mümkün de­ ğil mi?" diye soruyor. Ve işte Ağustos ayında Fransız yurtseverleri petrollerinin az olmasından ya­ kınırken bugün Fransa geçmişin hatalarını Türkiye halkının ordusunun süngü­ leriyle düzeltmek çabasındadır.

111

Şimdi sorun, Fransa'nın bunu yaparken Amerikan petrol tröstü Standard Oil'le anlaşıp anlaşmayacağı ya da en azından Standard Oil'in, Fransa'nın Mu­ sul sorununa getirdiği çözüm karşısında nasıl bir tutum takınacağıdır. San Remo Antlaşması, Wilson'un110 iktidardan düşmesinden sonra Amerika'nın Avrupa siyasetinden çekildiği bir zamanda imzalandı. Amerikan hükümeti, San Remo Antlaşması'nı haber alır almaz hemen bu anlaşmaya kar­ şı kararlı bir mücadeleye girişti. Amerikan Dışişleri Bakanlığı 17 Mayıs'ta, yani San Remo Antlaşması'nın imzalanmasından üç hafta sonra, Amerikan senato­ suna İ ngiltere'nin siyasetini ve Milletler Cemiyeti mandasını şiddetle protesto eden bir yazıyla başvurdu. Petrol bulunan bütün ülkelerde "açık kapı" siyaseti talep etti. İngiliz ve Amerikan hükümetleri arasında ancak küçük bir kısmı ya­ yınlanan bir nota alışverişi başladı. İ ngiltere, 1914 antlaşmasını kutsal ilan edi­ yor ve Amerika'nın Filistin'de petrol işletme hakkını elde ettiği benzer bir an­ laşma yaptığına ve İ ngiltere'nin de bunu anlaşmazlık konusu etmediğine işaret ediyordu. Amerika buna 21 taleple karşılık verdi. Bu talepler arasında manda­ cının bir ülkede kazandığının yarısını Amerika'nın işletebileceği, her durum­ da Amerika'nın "üçüncü bir taraf"ın aldığından daha az alamayacağı da yer almaktadır. Yani bunu Mezopotamya diline çevirirsek şu anlama gelir: Ameri­ ka, Mezopotamya petrolünün yüzde 50'si İngiltere'ye, yüzde 25'i Amerika'ya ve yüzde 25'i de Fransa'ya düşecek biçimde paylaşılmasını istemektedir. Washington, Cenova ve Lahey Konferansları sırasında bir yanda Standard Oil ve DutchShell şirketleri arasında ve öte yandan da petrol şirketlerinin ip­ lerini oynattığı hükümetler arasında pazarlıklar hiç durmadan yürütüldü. İn­ giltere tavizler verdi. Uluslararası Petrol Kurultayı'nda İngiltere temsilcisi John Cadman, Keynes'in çıkarttığı Reconstruction in Europe (Avrupa'nın Yeniden İ nşası) dergisinin dördüncü sayısında (6 Haziran tarihli Manchester Guardian eki) masum bir kuzucuk edasıyla şunları yazmaktadır: 110

Woodrow Wilson (1856-1924), 1913-1921 yılları arasında görev yapmış 28. Amerikan Başkanı. Birinci Dünya Savaşı boyunca ülkesine liderlik eden Wilson, Milletler Cemiyeti'nin de başlıca mimarları arasındadır. (YN)

"Amerikalılara şöyle dedim: San Remo Antlaşması, Fransa'yla olası an­ laşmazlıkların önlenmesi amacıyla, Almanya ve Romanya petrolleriyle ilgilenenlerle ilişkilerimiz temelinde, İngiliz ve Fransız petrol grupları­ nın Rusya, Mezopotamya ve İngiliz sömürgelerindeki işbirliğini kolay­ laştırmak amacıyla imzalanmıştır. Bu antlaşma Amerika, İtalya ve her­ hangi bir başka ülkenin aleyhinde olmadığı gibi, Amerika'mn ne şim­ diki haklarına ne de gelecekteki haklarına ilişmektedir. Amerikalılara Mezopotamya'da imtiyaz alamamalarının nedeninin, aldığımız bir karar gereğince hiç kimseye bu gibi imtiyazlar verilmemesinde yattığını, çün­ kü, ister İngiliz ister başka bir devlet tebaasına ait olsun, bütün petrol işletmelerini o bölgede Arap devleti kurulana ve ülkenin kendi güçleri gelişene kadar elimizde tutmaya karar verdiğimizi bildirdim. " John Cadman bülbül gibi şakıyor, ama Standard Oil'ın kurtları ona herhalde şunu sormuşlardır: "Peki, Mezopotamya petrolünü neden bölüştünüz?" O gün­ den beri petrol tröstlerinin pazarlıkları hiç durmadan devam etti. Lahey'deki pazarlıklar sırasında Fransızlar Standard Oil ile Royal Dutch arasında bir den­ ge rolü oynamak üzere Belçikalılarla birlikte özel bir petrol şirketi kurdular. Şimdi Kemal Paşa, bu terazinin bir kefesine kılıcım attı. Bu da tabii, terazinin dengesini bozdu. Petrol tröstlerinin perde arkasında büyük bir olasılıkla yeni bir mücadele alevlenmektedir. Herkes kapabileceği kadarını kapmaya çalışı­ yor. Şimdi geriye, bütün bu olanların Boğazlar etrafında dönen mücadeleyle ne ilgisi olduğu sorusu kalmaktadır. ıv

Reconstruction in Europe dergisinin sözü edilen sayısında, adı belli olma­ yan bir yazar "Petrol Sorununun Siyasal Yönü" başlıklı makalesinde İngiliz ve Amerikan petrol tröstlerinin uzlaşma çabalarının tarihçesini anlattıktan sonra şunları yazıyor:

"Bir petrol barışı yapılmıştır ve San Remo Antlaşması da mezara gömül­ müştür. Ama resmi olmayan bu barış, ne yazık ki Amerika ile İtilaf Dev­ letleri arasında resmi bir antlaşma biçimini henüz alamamıştır. Bunu gerçekleştirmek herhalde mümkündü. Fransa ve İngiltere, petrol üzerin­ deki ticari egemenliğinin savaşa hazırlıkta belirleyici etken olmadığını artık fark etmelidirler. Fransa, Romanya petrollerine sahip olsa bile, eğer savaş durumunda Romanya ve Boğazlar üzerinde askeri üstünlüğe ve deniz üstünlüğüne sahip değilse bu petrollerden hiçbir yarar sağlaya­ maz. İngiltere, Basra Körfezi'ni ve ulaşım yollarını elinde tutmazsa İngi­ liz-İran Petrol Şirketi'nden hiçbir yarar elde edemez. Askeri egemenliği

ve deniz egemenliğini sağlayan petrol değildir. Tam tersine, askeri ege­ menliğe ve deniz egemenliğine sahip olmak petrolü sağlar." Burada çelişkili bir durum söz konusudur; çünkü askeri üstünlük ve deniz­ de üstünlük; filonun motorları, motorlu taşıtlar ve uçaklar için benzini gerekti­ rir, ama bu çelişme aynı zamanda şu derin gerçeği de içermektedir: Romanya ve Mezopotamya petrolünü ele geçirdikten sonra İngiltere ve Fransa'nın Boğazlar'ı işgal etmeye gereksinimleri vardır. Romanya petrolü için bu açıktır, çünkü Ro­ manya petrolü Boğazlar'dan nakledilir. Mezopotamya petrolüne gelince, gerçi petrol boruları Suriye üzerinden geçecektir ama savaş durumunda İtilaf Dev­ letleri İstanbul'u dretnotlarıyla111 tehdit olanağına sahip değillerse, Türk hü­ kümeti de petrol naklini durdurma olanağına sahip olacaktır. İşte bu yüzden, Boğazlar üzerinde egemenlik, İngiliz ve Fransız emperyalizminin sürekli bir is­ teğidir ve eğer İngiltere Amerikalıları tatmin ederse Amerika da Boğazlar'ın İti­ laf Devletleri 'nin elinde bulunmasını destekler. Bu, Yakındoğu sorununun ger­ ginleşmesinden sonra İngiltere'nin neden hemen Amerika'ya başvurduğunu ve Dışişleri Bakanı Bay Hughes'un112 İngiliz temsilcileriyle görüştükten sonra Boğazlar üzerinde fiili bir denetim olması gerektiğini neden açıkladığını ortaya koyar. Musul petrolünün bölüşülmesinde bir uzlaşma sağlandıktan sonra İn· giltere, Amerika ve Fransa'nın petrol tekelleri, Boğazlar'ın İtilaf Devletleri'nin elinde tutulmadığı için var güçleriyle mücadele edeceklerdir; ama bugün, yani henüz petrolün bölüşülmesi için çatışmalar sürerken, Türkiye'nin şu ya da bu parçasını birbirlerine vaat etmekle meşguller. Fransa ile Amerika, İngiliz petrol kaynaklarını yağmalamak istiyorlardı. Dolayısıyla Musul'un Türk birlikleri ta­ rafından işgali ve İngiltere'yi savaş tehdidi altında tutan Boğazlar buhranının uzaması onların yararınadır. Ama aralarında bir anlaşma sağladıkları takdirde derhal Türkiye'ye karşı ortak bir cephe oluşturacaklardır. Türkiye, petrol tröstleri arasındaki çelişmelerden yararlanmakla doğru hareket etmektedir. Fakat şunu da aklından çıkarmamalıdır: Petrol kralları arasındaki mücadeleye kurban gitmemesi için tek güvence, kendi gücüne ve bugün petrol krallarının çatışmasının hedefini oluşturan halkların gücüne güvenmesidir. Kafkasya petrolü de İtilaf Devletleri'nin Sovyet iktidarına karşı verdikleri mücadelede büyük bir rol oynamaktadır. Önümüzdeki günlerde bu soruna ilişkin bir rapor vereceğiz. Uluslararası sermayenin petrol cephesinin karşısına, bu uluslararası sermaye boyunduruğuna karşı ellerindeki tek savun­ ma aracı petrol olan halkların oluşturduğu cephe çıkartılmalıdır. ı11 112

Dretnot, lngiliz savaş gemisi. 1906'da suya inen bu tip gemiler, dünyada etkisi yaklaşık 35 yıl sürecek olan türbinlerle çalışan tam donanımlı savaş gemisi dönemini açmıştır. (YN) Charles Evans Hughes (1862-1948), dışişleri bakanlığı yapmış Amerikalı hukuk ve devlet ada­ mı. 1921-1925 yılları arasında yürüttüğü dışişleri bakanlığı görevinin ardından 1930-1941 yılla­ rı arasında ABD Yüksek Mahkemesi başkanlığı da yapmıştır. (YN)

Kari Radek LOZAN KONFERANSP13 4 Kasım 1922

İtilaf Devletleri hiç kuşkusuz coğrafya alanında büyük ilerleme kaydetti. 23 Eylül'de Türkiye'ye notalarını verdikleri zaman, Rusya'nın bir Karadeniz devleti olduğunu henüz bilmiyorlardı. Oysa dün, İtalya, İngiltere ve Fransa hü­ kümetleri adına Rusya'ya verilen notada Rusya'nın Karadeniz'de yer alması ko­ nusunda daha anlayışlı davranmışlardır. Çiçerin yoldaşı, 114 bu başarılı, eğitici çalışmasından dolayı kutlarız. Ortadoğu Konferansı'na115 davet edilmesi Sovyet Rusya için kuşkusuz bir zaferdir. Sovyet Rusya, sakin fakat enerjik tutumuy­ la İtilaf Devletleri'nin dikkatini dünyada kendisinin de var olduğu sorununa çekmeyi başarmıştır. Fakat bu davet aynı zamanda İtilaf Devletleri 'nin karar­ sızlığını ve diplomatlarının durumun sonuçlarını henüz göremediklerini de kanıtlamaktadır. İtilaf Devletleri önce Sovyet Rusya'yı tanımazlıktan geldiler. İngiltere, suçu Fransa'nın üzerine atarken Fransa da İngiltere'nin üstüne yıkıyordu. Daha 113 114

115

Kari Radek, "Die Konferenz in Lausanne", Intemationale Presse-Korrespondenz, sayı 211, yıl 2, 4 Kasım 1922, s.1457-ı458. Georgy Vasilyeviç Çiçerin (1872-1936), Sovyet devlet adamı ve diplomat. 1918-1928 yıllarında Dışişleri Halk Komiseri olan Çiçerin, bu süreçte Sovyet dış politikasını belirleyen isim olmuş­ tur. (YN) Lozan Konferansı kastediliyor. (YN)

sonra Konferans'ın iki bölüme ayrılması ve Sovyetler Birliği'ni sadece Boğazlar sorununun ele alındığı bölüme çağrılması görüşü ortaya atıldı. Ancak Boğaz­ lar sorunu, genel olarak Ortadoğu sorununun bütününden ayrı tutulamaya­ cağından, İtilaf Devletleri tek bir konferansın toplanması konusunda açıkça inat ederek Sovyet Rusya'yı davet etti. Sovyet Rusya delegeleri, konferansın sadece Boğazlar sorununun görüşüldüğü bölümüne katılabileceklerdi. Ne var ki Boğazlar'la ilgili sorunlar sadece kıyılarının tahkim edilip edilemeye­ ceği ve Boğazlar'ın kimin elinde olacağı değildir. Boğazlar sorunu daha çok, Türkiye'nin Trakya'da ordu bulundurma hakkına sahip olup olamayacağına ve ordunun büyüklüğünün sınırlı olup olamayacağına bağlıdır. Son tahlilde çö­ züm, Türkiye'nin kendi egemenliğini koruma aracı olarak bir hava ve denizaltı filosu bulundurma hakkına sahip olup olamayacağına bağlıdır. Bu sorunlar asla birbirlerinden ayrı tutulamaz ve bu yüzden Sovyet Rusya'nın Boğazlar so­ runu üzerinde yapılan görüşmelere davet edilmesi, onun bütün bu yukarıda sayılan sorunlarla ilgili görüşmelere de çağrılması anlamına gelecektir. Sovyet Rusya bu sorunlarla, örneğin en az Japonya kadar ilgilidir. Bu çağrı, aşağıdaki noktalarda da yanlış anlamalara yol açmıştır: İtilaf Dev­ letleri bizi "Boğazlar sorunu üzerine alınacak karara katılmak için" Lozan'a çağırdılar. Bu ne demektir? Lozan'da Ortadoğu sorununun konuşulacağı bir tartışma kulübü mü açılacak ya da Ortadoğu sorunu orada mı halledilecek? Eğer orada sadece tartışılmakla kalınmayıp karar da verilecekse Sovyet Rusya delegeleri Lozan Konferansı'nda tartışmaya değil, kararların alınmasına katı­ lacaklardır. İtilaf Devletleri coğrafya öğrenmede hatırı sayılır yeteneklerini kanıtladılar. Doğrusu konferansa kadar geçecek zaman içinde, aynı şekilde, mantık öğren­ mede de ilerleme kaydedeceklerini ve dolayısıyla Sovyetler Birliği'nin sırf tar­ tışmaktan hoşlandığı için değil, özellikle kararlara katılmak için bu konferansa gelmek istediğini kavrayacaklarını umarız. Hele İtilaf Devletleri, Boğazlar so­ rununun savaşa katılmamış olan ve öncelikle de Karadeniz'de kıyısı olan dev­ letlerle özel görüşmeler gerektirdiğini teslim ettiklerine göre, İngilizlerin o pek övündükleri sağduyuları onlara insanın kendi çıkarları söz konusu olduğun­ da, bunları sadece tartışmak yerine, bu çıkarlara ilişkin sorunların bir karara bağlanmasına da katılmak isteyeceğini hatırlatacaktır. Ayrıca, bu sağduyunun yalnızca İngiltere'de değil, geç de olsa Sovyetler Birliği'nin yokluğunda onun çıkarlarının pazarlık konusu yapılamayacağını kabul eden Fransa'da da ege­ men olacağını umarız.

Ravesteyn DOGU SORUNU ÜZERİNE TARTIŞMA116 5 Kasım 5 Aralık 1922 -

Yoldaşlar, Mudanya Konferansı'nın sürdüğü sıralarda New York'tan bir telg­ raf geldi. Bu telgrafta, Birleşik Devletler'in İstanbul Elçiliğini yapmış olan Bay Morgenthau'nun117, Amerikan Banka Müdürleri Birliği'nin New York'ta verdiği bir ziyafette, İngiltere'nin Yakındoğu bunalımında yaptığı çıkışla ilgili sözleri yer alıyordu. Morgenthau, İngiltere'yi tutumundan dolayı kutlayıp göklere çı­ kartarak son iki hafta içinde uygarlığı İngiltere'nin kurtardığını açıklamış ve sözlerine devamla, ancak perde arkasını bilen birinin İngiltere'nin yine nasıl parlak bir iş başardığını görebileceğini söylemiştir. Sözün kısası, Amerikan banka sermayesi çevrelerinin bu temsilcisi, İngiltere'nin bir kez daha uygarlığı kurtardığını, deyim yerindeyse, bir kez daha peygamber rolü oynadığını açıkla­ mıştır. 6 Ekim'de, yani hemen hemen aynı günlerde ise o sırada sadece eski bir bakan ve İngiliz Avam Kamarası'nda Unionistlerin118 lideri olan Bay Banar Law, Times gazetesine yazdığı bir mektupta, hükümetin Yakındoğu sorunundaki tu­ tumunu esas olarak desteklediğini açıklıyordu. Bay Banar Law şöyle diyordu: 116

117 118

Ravesteyn (Hollanda), "Die Orientfrage", 19. Oturum, 22 Kasım 1922, Protokol/ der Kommunistischen Intemationale, 4. Weltkongress, Verlag der Kommunistischen lnternationale, Hamburg, s.560-590. Henry Morgenthau (1856-1946), Amerikan avukat, işadamı ve diplomat. Birinci Dünya Savaşı sırasında, 1913-1916 yılları arasında ABD'nin Osmanlı elçiliği görevini yürütmüştür. (YN) Unionistler, 1886'da ortaya çıkan İngiliz liberalleri. Amaçları, Büyük Britanya ile İ rlanda ara­ sında birliğin korunmasıydı. 1912'de muhafazakarlarla birleştiler.

"Türklere böylesine kesin bir ihtar çekilmeseydi, bunlar kazandıkları zaferle iyice işi azıtır, İstanbul'a ve Trakya'ya bile girmeye çalışırlardı. Eğer İstanbul ve Balkanlar'da büyük çaplı bir kıyımın önü alınmışsa, bu sadece İngiltere'nin değil bütün insanlığın çıkarınadır." Bay Sonar Law, Fransız emperyalizmini bile tehdit etti. Versay Antlaşması'na göre Alman halkını iliğine kadar sömürerek toplanması tasarlanan muazzam paraları cebe indirmede Fransızları bundan böyle destekleyemeyeceğini ileri sürdü. Lloyd George'un sadık çalışma arkadaşı ve yardımcısı olan, koalisyon hükümetinin yaptığı her işte sorumluluk payı taşıyan Sonar Law, burada da, Amerikan para babalarının temsilcisi Morgenthau ile Lloyd George'un tekrar tekrar ileri sürdükleri ne varsa aynen yineledi: İngiltere mücadele etmektedir ve son haftalar boyunca sadece kendi çıkarları için değil, tüm insanlık uğruna mücadele etmiştir. Yoldaşlar, sahtekarlığın boyutlarını görmek için şu en son Yakındoğu buh­ ranından birkaç görünüm yakalamak yeter de artar bile. Tam sekiz yıl süren bir dünya savaşı tecrübesinden ve dünyanın içine yuvarlandığı kargaşadan sonra, Lloyd George gibi panayır çığırtkanı, ikiyüzlü püriten düzenbaz devlet adamları, Sonar Law gibi dar kafalı İngiliz orta sınıfının su katılmamış temsil­ cileri, İngiltere'nin Avrupa'yı yeniden korkunç bir kitle kıyımının eşiğine geti­ ren tutumunu ve İngiliz hükümetinin işlediği cinayetleri, hala hak ve düzen uğruna, kültür ve uygarlık uğruna verilen bir mücadeleymiş gibi göstermeye cüret etmektedirler. Bu baylara yön veren Anglosakson püriten sahtekarlığın gelmiş geçmiş bütün sahtekarlıklar içinde en burjuvaca, en çirkin ve en iğrenç sahtekarlık olduğunu bilmemek olacak şey değildir. Yoldaşlar, sizin gazeteniz olan İzvestiya, gerçeği söyleyen proleter yayın or­ ganlarımızdan biri, Cenova Konferansı sırasında bakın ne yazmıştı: " İngiltere hem Shakespeare'in hem de Lloyd George'un ülkesidir. Birin­ cisi bir güldürü ustasıydı, ikincisi de öyle. Birincisi dünya çapında ünlü tarihi dramların yaratıcısıydı, ikincisi de bu işe özendi. Birincisi bir hiç uğruna kuru gürültü kopartırdı, ikincisi de. Birincisi, 'olmak ya da ol­ mamak' sorusunu ortaya attı, ikincisi şimdi aynı soruyla karşı karşıya. İkisi arasındaki tek fark şu: 'Birincisi tarihteki yerini dehası sayesinde, barışçı yoldan kazandı, ikincisi ise bu yeri şiddet yoluyla zapt etti."' Proletaryanın gazetesi, daha derin bir anlamda da haklıydı. Shakespeare ve Shakespeare'deki ruh ile bir Banar Law'da, bir Lloyd George'da kendini gös­ teren bugünkü burjuva sahtekarlığı birbiriyle karşılaştırıldığında, Rönesans'ın yükselmekte olan burjuva kültürünün, daha ufukta proletarya kültürünün

ışıkları yokken, Batı Avrupa'da ulaştığı en yüksek biçimle, aynı burjuva kültü­ rünün çöken emperyalizm çağında düştüğü alçak nokta arasındaki derin fark ortaya çıkar. Bu, tıpkı, heybetli doruklardan kokuşmuş bir bataklığa düşmeye benzer. Yoldaşlar, emperyalizmin kültür yıkıcılığına belki de tarihteki en isa­ betli örnek Doğu sorunudur. Bir yüzyıldan beri Doğu sorunu eski Türk İmparatorluğu'nun geleceği sorunudur. Aynı zamanda bu sorun, Güney Avru­ pa ile Asya arasındaki geçişi oluşturan ülkelerle halkların durumlarının ne ola­ cağı sorunudur. Çağdaş emperyalizmin ortaya çıkmasıyla birlikte bu ülkelerin durumu da, doğal olarak, birinci dereceden bir emperyalist sorun, emperyalist sürtüşmelerin odak ve düğüm noktası haline geldi. Yoldaşlar, izninizle tarihi geçmişi kısaca özetlemek ve böylece tüm dünya proletaryasını, özellikle de Rusya proletaryasını son derece yakından ilgilendi­ ren bu büyük Yakındoğu sorununa tarih açısından ışık tutmak istiyorum. Yüz yıl önce, 19. yüzyılın başlarında Napolyon şu iddiayı ortaya atarken he­ nüz belli ölçülerde haklıydı: " İstanbul'a hakim olan, dünyaya da hakim olur"; yani o zamanki emperyalizm öncesi, kapitalist dünyaya. Bu, kaba hatlarıyla doğruydu çünkü o zamanlar İstanbul stratejik açıdan Hindistan yoluna da hakimdi. 18. yüzyıl baştan aşağı, Fransız ve İngiliz merkantilist kapitalizmlerinin, Amerika ve Hindistan ticaretine kimin hakim olacağı konusundaki boğuşma­ larıyla doludur. Yedi Yıl Savaşlarında bu mücadele, İngiliz sermayesi lehine sonuçlanmışa benziyordu. Ne var ki, Amerikan sömürgelerindeki ayaklanma, İngilizlerin hakimiyetini yeniden sarstı. Böylece, büyük, belirleyici mücadele ancak 1793 yılında, İ ngiltere'nin Fransız burjuva devrimine karşı ve denizler üzerinde mutlak hakimiyet için mücadele etmesiyle başladı. Bu mücadele, bü­ yük burjuva devrimi boyunca sürmüştür. Napolyon, savaşçı yoldan Batı ve Orta Avrupa'nın tümünü ele geçiren 18. yüzyıl Fransız ticaret sermayesinin ücretli askerlerinin komutanından başka bir şey değildi. Moskova Seferi, bu dünya çapında görkemli tarihsel dramın sadece son hamlesiydi; henüz genç olan Çar­ lık despotizmini Napolyon'un dünya üzerindeki emellerinin hizmetine sokma­ yı amaçlayan bir hamle. Hemen hatırlatayım; yoldaşlar, geçtiğimiz günlerde bu olayların 110. yıldönümünü yaşadık. Moskova, 15 ve 16 Eylül'de yanıyordu. Napolyon ordusu ise 19 Ekim'de geri çekilmeye başlamıştı. Napolyon, Mosko­ va üzerinden İstanbul'u ele geçirmek ve bir Doğu kenti olan İ stanbul yoluyla İngiltere'ye ön Hindistan'da, yani gerçek Doğu'da, öldürücü darbeyi indirmek istiyordu. Tüm Yakındoğu bu korkunç oyunda sadece bir piyondu. Napolyon oyunu kaybetti, bunu hepimiz biliyoruz. Dünya fatihinin bu muazzam planla­ rı, İskender'den bu yana bir insan beyninin üretmiş olduğu bu en büyük plan,

Rusya'nın uçsuz bucaksızlığına, henüz genç Rusya'nın gücüne çarpıp parça­ landı. Yüzyıllar süren boğuşmadan İngiltere galip çıkmıştı. İngiliz ticaret serma­ yesi, dünyanın bütün okyanuslarında zafer kazanmıştı ve artık daha yüksek bir aşamaya, modern sanayi kapitalizmi aşamasına doğru gelişmesini rahatça sürdürebilirdi. Böylece dünyada bir eşi daha bulunmayan büyüklükteki impa­ ratorluğun, beş kıtayı kapsayan, Kuzey Kutbu'ndan Güney Kutbu'na uzanan İ ngiliz dünya imparatorluğunun temelleri atılmış, bunun için elverişli koşullar hazırlanmış oluyordu. Okyanuslar imparatorluğu gerçekten doğmuştu. Yoldaşlar! İnsana sonsuz uzakmış gibi gelen o günlerde geçerli olan şu söz bugün artık geçerli değildir: " İ stanbul'a hakim olan, dünyaya hakim olur." Ka­ pitalist dünya daha da büyümüş, dünya siyasetinin sorunları da tıpkı modern kapitalizm gibi boy atmış, yaygınlaşmıştır. Bundan 100 yıl önce Uzakdoğu he­ nüz dünya siyasetinin odak noktasında değildi. Afrika'nın büyük bölümü ise bilinmiyordu bile. Yine de 19. yüzyılda Doğu sorununun geçirmiş olduğu aşa­ malara bir göz atmamız iyi olacaktır. Aşağı yukarı 100 yıl kadar önce, 1822 yılında, Ege Denizi çevresinde yaşayan Yunanların ayaklanmasıyla yeni bir aşamaya gelindi. Bu ayaklanma, Osmanlı İ mparatorluğu'nun 18. yüzyılda başlayan, 19. yüzyılda ise açık ve tehlikeli bir durum alan çöküşünün bir göstergesiydi. Aynı dönemde Çarlık despotizmi güç­ lenmekte, gölgesi kara bir bulut gibi Yakındoğu üzerine her geçen gün daha fazla düşmektedir. 18. yüzyılda Çarlık henüz yarı-Avrupalı bir devletti. Avrupa ile ilgili konular­ da katkısı yok denecek kadar az ya da hiç yoktu;, zaten 17. yüzyılın büyük Batılı kapitalist devletleri de Rusya'yı kendileriyle eşit görmezlerdi. Ancak tarihin di­ yalektiği, Rusya'yı Avrupa ve dünya ile ilgili bütün sorunların içine çekmiştir. Ö rneğin, Napolyon'un Moskova Seferi dünya çapında bir tarihi olaydı, özellikle de Moskova'nın Paris Seferi'ne yol açması nedeniyle. O güne değin Doğu Avru­ pa istilacılarıyla hiç karşılaşmamış olan Kuzey Denizi ülkeleri, Fransız ticaret sermayesini alt eden ve böylece İngiliz sermayesine hizmette bulunan Ural ve Kafkas Dağlarının oğullarını ilk kez gördüler. Rusya 1812'den sonra bir dünya devleti olmanın ötesinde, en büyük devlet­ lerden biri, hatta İngiltere'den sonra en büyük devlet haline gelmişti. Ve 1815'ten itibaren Doğu sorunu, aynı zamanda bir Rus sorunu oldu. İki açıdan: Rusya için açılmak, Akdeniz'e doğru yayılmak sorunu tıpkı 1. Petro dö­ neminde Baltık Denizi'nden bir "pencere", bir "kapı" kazanmanın olduğu gibi, dış siyasetin belirleyici bir sorunuydu. Batı'nın büyük devletleri için ise bu so­ run, yani Rusya'nın Bizans'ın ve Sultanların mirasını uzun süre elde tutup tuta­ mayacağı sorunu, Ayasofya'nın yeniden Grek-Rus kilisesinin ana kiliselerinden

biri olup olmayacağı, sözün kısası, Rusya'nın bir Akdeniz devleti haline gelip gelmeyeceği sorunu, en önemli siyasal sorun oldu. Rusya, Yunanların ayaklan­ masını ve kurtuluş mücadelesini, Sultan'ın meşru otoritesine karşı gelmelerine aldırış etmeksizin ve o günün Avrupa'sında "liberal", yani devrimci bilinen ki­ şilerce onaylanmasına rağmen destekledi. Bu ayaklanma, Doğu sorununun 19. yüzyılda ulaşacağı yeni aşamaların, hatta Dünya Savaşı'ndan önce gelen em­ peryalist aşamanın tohumlarını içinde barındırıyordu. Neden? Çünkü bu ayak­ lanmayla Rusya, gerçekte, Akdeniz devleti olmaya oynuyordu. Rusya'nın bu istemi, hatta Boğazlar'dan serbest geçiş istemi, dünya tarihi açısından İngiliz İmparatorluğu'yla çatışmayı içermektedir. Çünkü İngiliz İmparatorluğu, daha 19. yüzyılın başlarında, Akdeniz'i Hindistan'a giden ve stratejik işgal altında tuttuğu bir su yoluna çevirmeye girişmişti. Bu çatışma, 19. yüzyılda, Kırım Savaşı'ndan sonra bir daha patlak vermedi. Siyasal olaylar bu çatışmayı su yüzüne çıkartmadı. Özellikle de 19. yüzyılın son çeyreğinde Berlin Kongresi'nden sonra Prusya-Almanya'nın Türkler üzerinde hızla etki kazanması sonucunda bu çatışma iyice geri plana itildi. Ne var ki, Alman etkeni bu muazzam devletlerarası oyundan elendiği anda, Rus-İngiliz çelişkisi yeniden bütün şiddetiyle ortaya çıkacaktır. Nitekim Dünya Savaşı'nda Alman emperyalizmi yenilince İngiliz emperya­ lizminin çıkarlarıyla Rus çıkarları arasındaki çelişki yeniden, kendiliğinden su yüzüne çıktı. Çarlık, tıpkı 1812'de Fransızları alt edebilmek için İngilizlerin sa­ fında savaştığı gibi, bu savaşta da, İstanbul'u ele geçirme umuduyla İngilizle­ rin yanında yer almıştı. Ama şimdi Rusya'nın çıkarı, Boğazlar'ın gerçek özgür­ lüğünden yanadır ve bu çıkar proleter Rusya'nın çıkarıdır. Proleter Rusya'nın çıkarının Boğazlar'ın özgürlüğünden yana olması aynı zamanda dünya prole­ taryasının çıkarlarının da bir ifadesidir. Çünkü Boğazlar'ın özgürlüğü demek, dünyanın bu ulaşım noktasına İngiliz emperyalizminin hükmedememesi de­ rnektir. Ve bugünün proleter Rusyası'nın çıkarları, bu açıdan sadece Karadeniz kıyısı halklarının çıkarlarıyla değil, Batı ülkeleri proletaryasının çıkarlarıyla da uyuşmaktadır. Yoldaşlar, bu rekabet oyunlarının, yani 1822'den bu yana Batı Avru­ palı diplomatlarla siyaset adamları için gittikçe büyüyen bir dert, halklar için ise bir tehlike kaynağı haline gelen bu Doğu sorununun kökü, Osmanlı İ rnparatorluğu'nun tarihi bir olgu olarak 19. yüzyıl başlarında çökmeye başla­ ması ve artık yaşayamayacak duruma düşmesinde yatıyor. Bu çöküşün aşamalarını yeniden kısaca gözden geçirmekte yarar var. Os­ manlı İmparatorluğu, 19. yüzyılın daha başında bile, artık gerçek bir birlik oluşturmuyordu. Eyaletlerdeki büyük paşalar, bağımsız beylere dönüşmüştü.

Yunanistan'ın kopmasından sonra bir reform dönemi başladı: Reşit Paşa, İ m­ paratorluğu yeniden örgütledi. Reşit Paşa'nın, Ali ve Fuat Paşaların yönetimi altında güçlü bir bürokrasi yaratıldı. Bu bürokrasi, eyaletlerdeki beylere hakim olabilmek için genç kapitalizmin sunduğu yeni araçları, özellikle de telgrafı kullanıyordu. Artık eyalet valileri bağımsız beyler değil, Babıali'nin genellikle aşağı tabakalardan gelen bendeleriydi. Bu sistem, sonunda tek dayanağı Saray asalaklarının casusluğu ve denetimi olan Abdülhamit istibdadını doğurdu. Bu sistem 1909 yılında çöktü. istibdadı yeniden daha yüksek bir biçimde olanaklı kılan bürokrasi ise bu istibdadın kurbanı oldu. Bürokrasi ancak Türk Devrimi diye adlandırılan eylem sırasında istibdadı ortadan kaldırabildi. Burjuva tarih­ çilerinden Brailsford bu dönemi özlü bir deyişle "iflas eden anarşizm" olarak tanımlar. Ama Avrupa kapitalizmi, bu iflas etmiş anarşizmden de pekala sağ­ lam ve dolgun kazançlar sağlamayı bilmiştir. Yoldaşlar, eşsiz öncü savaşçı ve kuramcımız Rosa Luxemburg, en büyük ve en mükemmel teorik yapıtında sermayenin birikim sürecinin tamamlanabilme­ si için, tahrip edebileceği kapitalist olmayan bir çevrenin varlığının gerektiğini, başka bir deyişle, bu sürecin yıkacağı daha eski, kapitalizm öncesi üretim bi­ çimleri olmaksızın bu sürecin tamamlanmayacağını kanıtlamıştır. Bu tür teorik kanıtlamaları bir yana bıraksak bile, sonuncu aşaması da da­ hil tüm aşamalarıyla kapitalist birikimin, kapitalist olmayan bir çevre olmak­ sızın gerçekleşmediği ve gerçekleşemeyeceği tarihi olarak da su götürmez bir olgudur. Rosa Luxemburg'un kitabında sunduğu parlak örneklerin yanı sıra, Osmanlı İmparatorluğu da tüm tarihiyle bunun en açık örneklerinden biridir. Rosa Luxemburg aynı zamanda, tüm tarihi aşamalarıyla birikimin açık şiddet uygulaması olmaksızın kavranamayacağını ve tarihi olarak gerçekleşemeyece­ ğini de kanıtlamıştır. Kapitalizmin 15. yüzyıldan 20. yüzyıla değin uyguladığı sömürge siyaseti -bu konu üzerinde fazla söz söylemeye gerek yok- tepeden tır­ nağa şiddet uygulamalarından oluşmuştur. Şiddet sayısız biçimlerde uygula­ nır. Bunların başında doğal ekonomiyi ve her türlü kapitalist ekonomi biçimini yok etmek gelir. Bu iş için sermaye, çeşitli yollara başvurur; sürekli artan vergi baskısı her yerde bu çarelerden biri, hem de en önemlilerinden biri olmuştur. Tıpkı İngiliz Hindistan'ı, Hollanda Hindistan'ı, Kuzey Afrika'daki Fransız kolo­ nileri ve bütün öteki yeni sömürge olmuş ülkeler gibi, Türk İmparatorluğu da bu gelişmeden geçmiştir. Yoldaşlar, az önce sözünü ettiğim ünlü radikal İngiliz yazarı Brailsford, eşsiz yapıtı Makedonya'da bundan yıllar önce Marksistlerle aynı sonuca varıyor. Abdülhamit yönetimi altındaki Türkiye'de devrimci Slav milliyetlerinin verdiği mücadeleyi anlattığı bu yapıtta Brailsford, şunları yaz­ maktadır:

"Kırım Savaşı'ndan sonra Avrupa'nın etkisi, Türklere sözüm ona bir kül­ türü zorla kabul ettirebildiği ölçüde, zafiyet ve çöküşü hızlandırmıştır. " Ve şunları ekliyor: "Kapitülasyonların etkisi belki de daha önemli olmuştur. Bu kapitülasyon­ lar, sözde kültür devletleri uyruklarına devlet içinde devlet yaratıyordu." Yoldaşlar, kapitülasyonların tarihsel kökeni, Osmanlı egemenliğinin gücü ve Batılı yabancı kapitalist tüccarların güçsüzlüğü olduğu halde, tarihseli ge­ lişmeler sonucu bunlar Doğu'nun, özellikle de Türkiye'nin zayıflamasının ana nedenlerinden biri olmuştur. Yoldaşlar, yabancı kapitalistlerin Türkiye'deki hukuki ve ekonomik durum­ ları, sermayenin sömürülecek, haraca bağlanıp sırtına her türlü angarya yük­ lenebilecek unsurlar olarak gördüğü güçsüz ve zayıf Doğu halklarıyla ilişkisini aynen yansıtıyordu. Bu yabancı kapitalistlerin durumu, tıpkı burjuva devrimi öncesi eski monarşilerdeki soyluların ayrıcalıklı konumlarına benzemekteydi. Bu soylular da hiçbir biçimde vergi ödemez, halkı ezme hakkı da içinde olmak üzere her türlü ayrıcalığı ellerinde tutarlardı. Aradaki tek fark, Türkiye'deki ve Doğu'nun öteki ülkelerindeki modern kapitalist soyluların, o ülkeye yabancı unsurlardan oluşmasıydı. İşte Batı Avrupa kapitalizmi proletarya devrimini kan ve ateşle boğmayı başarabilseydi, savaştan sonra Rusya'da da aynen bunu uygulamaya koyulacaktı. Kısacası kapitülasyonlar, Doğu'nun onu sadece sö­ mürmekle kalmayıp aynı zamanda aşağılayan yabancı kapitalizmin egemenliği altına girmesinin çekirdeğidir. Yoldaşlar, Avrupa sermayesinin paralı askerlerini köylü kitlelerinin yardı­ mıyla alt eden bugünün yeni Türkiyesi doğal olarak, barış görüşmelerinde ka­ pitülasyonların kaldırılmasını talep edecektir. Bu, vazgeçilemez bir koşuldur. Yoldaşlar, bu birkaç tarihi gözlem bile kapitülasyonların kaldırılması so­ rununun Türkiye ve bütün diğer Doğu halkları için ne kadar temel bir sorun olduğunu gösteriyor. Kapitülasyonlar sürdükçe Avrupa kapitalizmi önünde alçalma da sürer. Osmanlı İ mparatorluğu'nun çöküşünün yol açtığı sonuçlar, ancak Balkan yarımadasının coğrafi, etnik ve tarihsel koşulları göz önüne alındığı zaman değerlendirilebilir. Bunlar önemlidir; çünkü bunların incelenmesinden gele­ cek için önemli bir sonuç, yani Balkan Yarımadası'nın hem eski çağlarda hem de yakın tarihte Anadolu'yla bir bütün oluşturmasının rastlantı olmadığı so­ nucu çıkar. Başka araştırmacıların yanı sıra büyük Sırp coğrafyacısı Cvijic'in de kanıtladığı gibi, Balkan yarımadasının tarihte karşılaştığı bütün sorunla­ rın özünde bu yarımadanın kendine özgü coğrafi niteliği yatmaktadır. Güney Avrupa'nın öteki iki yarımadasında esas olarak tek bir milliyet ve tek bir kültü­ rün oluşmasına karşılık, Balkan yarımadasında hiçbir zaman bu olmadı.

Yarımada'da yaşayan halklar ve milliyetler için ise bu durum, son derece güçlü bir ayrılık kaynağı olmuştur. Buna karşılık Ege Denizi, tıpkı eski Hellas döneminde olduğu gibi bugün de ayrılığın değil, birliğin kaynağıdır. Balkan Yarımadası'nda görülen etnik koşulların, beşeri coğrafya ve kültür koşulları­ nın bu akıllara durgunluk verici çeşitliliği oradaki coğrafi durumun dolaysız bir sonucudur. Jovan Cvijic gibi coğrafyacılar, en az dört ayrı kültür ve altı ayrı dilden söz ediyorlar. İşte, büyük ustalarımız Marx ve Engels'in Kırım Savaşı ko­ nulu ünlü incelemelerinde Rusya için de kanıtladıkları gibi, son çözümlemede halkların yazgılarını belirleyici rol oynayan bu coğrafi olgular temelinde, daha Balkan Savaşlarından çok önce şu sonuca varılmıştı: Balkan sorununun tatmin edici tek çözümü, Balkanlar'ın ve Önasya'nın, ama özellikle de Balkanlar'ın birliğinde aranmalıdır. Balkanlar'ın sosyalistleri, daha Balkan Savaşlarından önce programlarını işte bu görüş üzerinde inşa ettiler. Bu birliği engellemek için var gücüyle alçakça ikiyüzlü siyasetler uygulayan, her zaman için Çarlık Rusyası olmuştur. Öbür emperyalist büyük devletler de ondan geri kalmamış­ lardır. 19. yüzyılın son yıllarıyla 20. yüzyılın başında Balkanlar'da durum ney­ di? Örneğin Brailsford, daha 1903 yılında şu saptamayı yapıyor: "Yeryüzünün başka hiçbir yerinde milli düşünce, Makedonya'da olduğu kadar büyük yıkıma yol açmamış ve öylesine ölçüsüzce çılgınlığa varan bir gelişme göstermemiş­ tir." Öte yandan, Brailsford, Makedonya'nın Büyük Bulgaristan'ın pençesine düşmesinden ve bu Bulgaristan'ın da Rusya'nın güçlü bir müttefiki olmasın­ dan korktuğu için Makedonya'ya özgürlük vermekten kaçınan İngiltere'nin, 1877'de işlediği cinayetleri de mahkum etmekteydi. Milliyetler arasındaki sa­ vaşın, 19. yüzyıl sonlarından bu yana gittikçe daha korkunç boyutlara ulaştığı Makedonya'da, halkın hangi Balkan devletine bağlanacağı sorunu çözülecek gibi değildi. Bunu bir olgu olarak saptamalıyız. Makedonya'nın o korkunç ayaklanma yıllarında görülen dehşet verici olayların, işlenen sayısız cinayetin, iğrenç saldırıların hepsi de Türk Devrimi'nden önceki kapitalist hükümetlerin kanlı hesap defterine yazılıdır. Şu kanlı çağımızın deneylerinden sonra bile tüylerimizi ürperten bu vahşet, tıpkı Dünya Savaşı'nda, devrimlerde ve şimdi de Türk-Yunan Savaşı'nda akıtılan kanlar gibi, aynı şekilde, kapitalizmin hesa­ bına yazılmıştır. Hepsi de aynı korkunç cinayetler zincirinin birer halkasıdır. Gene, Brailsford, 1903 yılında, büyük devletlerin oynadığı bu uğursuz rolün yanı sıra yıkıcı, kırıcı başka bir etkenin varlığına daha parmak basmıştı. Bu etken, Hıristiyan papazların gücüdür ve günümüzde de hala ölümcül etkisini pervasızca sürdürmektedir. Brailsford, bu papazları yerinde gidip görmüş ve iyice tanımıştı. Piskoposların sıradan köylüler üzerindeki sınır tanımaz gücü­ nü gördükten sonra -bu papazlara boşuna "despot" denmiyordu- şunları yazdı: "Bu adamlar hoşgörüsüzlüğün bezirganlığını yapıyorlar; propaganda bunların

geçim kaynağıdır. Bugün Doğu'da haç, savaş simgesi haline gelmiştir. Öyle ki, Ortodoks Hıristiyanlık hakkında olumlu herhangi bir şey söylemek çok güçleş· miştir." Brailsford, bu Ortodoks din adamlarında insancıl duygulardan iz bile kalmadığını yazıyor. Rum kilisesinin nasıl gırtlağına kadar vahşete battığını tüm ayrıntılarıyla gözler önüne seriyordu. İsa'nın çeşitli hizmetkarları, dindaş olmanın da ötesinde üstelik aynı kiliseye bağlı oldukları halde birbirleriyle ölesiye boğuşuyor, müminleri durmadan cinayete, katliama kışkırtıyorlardı. Bunlar aynı kiliseye bağlıydılar, çünkü bilindiği gibi Bulgar kilisesiyle Rum· Ortodoks kilisesi arasında sadece yönetim farkı vardır. Sözün kısası, bu adam­ lar, sürekli olarak cinayet kışkırtıcılığı yapıyordu. Onları buna yönelten neden­ ler ise, iki tüccarı gırtlak gırtlağa getirecek nedenler ne kadar soylu ise, işte ancak o kadar soylu idi. Bugünkü durumu değerlendirdiğimizde ve Fener'deki Rum din adamlarının son Türk-Yunan çatışmasında oynadıkları iğrenç ve al­ çakça rolü göz önüne aldığımızda, yukarıda sözünü ettiğimiz tarihi olgunun ta­ şıdığı büyük önemi görürüz. Ortaçağdan bu yana Yakındoğu Ortodoks kilisesi, hiçbir dini ya da ulvi amaç gütmeyen, tek işi zavallı, ezik köylü halkın cahilli­ ğini, yoksulluğunun, boş inançlarını ve korkusunu sömürmek olan, tamamen dünyevi bir iktidar organı olmuştur. Yoldaşlar, Osmanlı İmparatorluğu için emperyalist savaş çağı, daha doğru­ su emperyalizmin yol açtığı savaşlar çağı, 1911 yılında İtalya'nın Trablusgarp macerasıyla resmen açılmış oldu. Emperyalizmin o güne kadar böylesine küs­ tahça davrandığı görülmemişti demek, abartı olmaz. Emperyalistler, 1908'de Bosna-Hersek'in Avusturya'ya ilhakı konusunda hiç olmazsa bahaneler uy­ durmaya çalışmışlardı. İtalyanların saldırısı konusunda ise, yırtıcı hayvanın avından aldığı zevk dışında hiçbir geçerli özür yoktur. Olayın ayrıntılarını ha­ tırlarsanız aslında hala yoksul bir ülke olan İtalya'nın bazı büyük bankalar ta­ rafından bu çapulculuğa zorlandığını, bu bankaların küstahça bir pervasızlık içinde kirli işlerini ortaya serdiklerini de görürsünüz. İtalya savaşa girdi, çünkü Banco di Roma onun savaşa girmesini istiyordu. Bu çapulculuk seferi, emper­ yalizmin utanmazlığını bütün çıplaklığıyla gösteren, okul kitaplarına girecek bir örnektir. Sizlerin de bildiğiniz gibi İtalyan-Türk Savaşı yerel olarak kaldı, genel bir savaşa yol açmadı. Bunun nedenlerinden biri de İtalya'nın akıllıca davranarak "doğal" yayılma alanı Arnavutluk'a dokunmamasıdır. Dokunsaydı büyük bir olasılıkla, "müttefiki" Tuna Monarşisiyle doğrudan doğruya kapışmak zorunda kalacaktı. Sonuç olarak, İtalyan-Türk Savaşı'nı, 1912 yılında Lozan'da yapılan barıştan da anlaşılacağı gibi büyük soyguncu devletlerin Yakındoğu sorununu çözüm­ süz bırakma isteklerinin bir belirtisi olarak görebiliriz. Bu sorunun çözümü de-

mek, dünyayı ateşe vermek demekti. Aynca İtalyan-Türk Savaşı, Balkanlar'da büyük emperyalist çatışmaların ikinci kez patlak vermesine doğrudan bir neden olmuŞtur. Çünkü dört Balkan devleti, bu savaş nedeniyle istemlerini Babıali'ye ortak olarak sunma fırsatını ele geçirdiler. Dolayısıyla İtalyan-Türk Savaşı, daha sonraları sahneye konarak dünyayı alevler içinde kıyamet gününe çevirecek olan o korkunç oyunun açılış müziğidir. Bu savaş, yeni Türkiye'nin gücünü ve zaaflarını ilk kez açık seçik ortaya koyması bakımından da önem­ lidir. Türkiye, Abdülhamit'in uzaklaştırıldığı 1908 Devrimi'nden sonra, büyük çabalarla uğursuz geçmişinin pençesinden kurtulmaya çalışıyordu. Ama Türk-İ talyan Savaşı'nın en büyük önemi, uyanmakta olan İslam dün­ yasına şiddetli bir darbe indirmesinde yatmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, İtalyan-Türk Savaşı, dünya çapında tarihi önem taşır. İslam dünyası ilk kez bu uğursuz 1911 yılında içinde yeni bir gücün canlandığının bilincine varmıştır. 1911 yılı, aynı zamanda Fas buhranının da başgösterdiği yıldır. Batı'daki Herkül Tapınağı'nın sütunlarından, Uzak Çin'deki San Irmak'ın denize döküldüğü kı­ yılara kadar bütün Müslüman saflarında bir kıpırtı duyuldu. Bu neden böyle olmuştu? Doğal olarak buna yol açan karmaşık olaylar için­ den yalnızca birkaçını burada sıralayabiliriz. Ne var ki, bu olaylar kör gözlü emperyalizmin kendini boğacak güçleri kendi elleriyle yarattığına ilişkin yeni bir kanıttır. Başlıca olaylardan biri, Trablusgarp serüveninin başlangıcıydı. Bu serüveni o sıralarda Fransa hükümetinde dizginleri elde tutan Fransız sömür­ geci emperyalistlerinin kışkırtmış olduğu su götürmez. Çünkü Fransız emper­ yalistleri, çölde yaşayan ve bağımsız sayılabilecek halk üzerinde Türk etkisinin yeniden kurulmasından ya da yayılmasından korkuyorlardı. Trablusgarp ve Fizan, Türklerin yayılması için elverişli hareket noktalarıydı. Fransız emper­ yalistleri, Trablusgarp ve Akdeniz sahiliyle Sudan, kısaca Orta Afrika arasında bir halka oluşturan Tibesti için özellikle kaygılanmaktaydılar. Kısa süre önce Jön Türkler, Tibesti'deki egemenliklerini sağlamlaştırmışlardı. Jön Türkler'in çabası İstanbul'un eski etkisini kara kıtanın yüreğinde yeniden canlandırmak­ tı. Oralarda İslam dini hala yeni taraftarlar bulan, insanları kazanan bir dindi. Fransa ile İngiltere 1899'da yaptıkları hir anlaşmayla Trablusgarp ülkesini çölle sınırlı tutmaya, çölün güneyinde yer alan, nüfusu bol ve ekili-biçili alanlara geçişini engellemeye çalışmışlardı. Fransızlar, 1911'den beri oradaki bağımsız İslam devletleri üzerinde hakimiyet kurmaya uğraşıyorlardı. Daha 1910'da Wa­ dai Sultanı tarafından ciddi bir yenilgiye uğratıldılar. Tibesti'nin, Borku'nun vahşi savaşçı kabileleri, bir de düzenli Türk askeri birliklerinin desteğini ka­ zanırlarsa Wadai 'yi ele geçirmek büsbütün olanaksızlaşacaktı. Fransız sömür­ ge politikacıları, Jön Türkler'in siyasetinde kendileri için muazzam bir tehlike görüyorlardı. Jön Türkler'in bu siyaseti, Fransızların Afrika kıtasının tüm ku-

zeybatısı boyunca kurmaya çalıştıkları büyük sömürge yönetiminin sağlam­ laştırılmasını zorlaştıracağı için de onları can evinden vurmaktaydı. Fransızlar bu uğurda 1911 yılında Almanya ile savaşı, yani bir dünya savaşını bile göze almışlardı. İşte o günlerde Fransa'nın Türkiye'ye karşı tutumunu belirleyen bu olgulardı. Ayağı Afrika kıtasına bastığı sürece Türkiye kendileri için tehlikeliydi ve Fransız Dışişleri'nin Quai d'Orsay'daki sömürge politikacıları, Jön Türkler'i alt edebilmek için İtalyan köylüleriyle işçilerini topun ağzına sürdüler. Sonuç olarak İtalyan saldırısı, İ slam duygularını alabildiğine uyandırdı. Çünkü bu saldırı tam da Türkiye'nin siyasal etkisini yaygınlaştırma çabaları­ na, daha doğrusu Türkiye'nin 1880'lerde İngilizlerin Mısır'ı işgali ve Sudan'la Ekvador eyaletinin elden çıkması nedeniyle yitirmiş olduğu etkiyi yeniden canlandırma çabalarına set çekiyordu. İtalyan saldırısı sonucunda, Mısır'da, Tunus'ta, Fransız yönetimi altındaki tüm Kuzey Afrika'da, yani Müslüman hal­ kın gavur egemenliğini dayanılmaz bir yük gibi duyduğu her yerde, o günkü kapitalist gazetelerin deyimiyle " İslam yobazlığı" bütün gücüyle parladı. Hatta bunun üzerine Revue du Monde Musulman dergisinin yayımcısı, Fransız Pro­ fesör Le Chatelier gibi seçkin İslam uzmanları, İslam dünyasının, ekonomi de dahil, her alanda birleşmesinin Avrupa için doğuracağı kötü sonuçlara dikkati çekerek Fransa'yı uyarmak zorunda kaldılar. Yani İtalyan saldırısıyla birlikte, Panislamizm ilk kez birinci derecede önemli siyasal etken olarak ortaya çık­ mış oldu. Aslında, Panislamizmin Akdeniz'i çevreleyen öteki İslam ülkelerinde daha derin yankılar uyandırmaması İtalyan-Türk Savaşı'nın oldukça kısa sür­ mesine bağlıdır. Yoksa örneğin o tarihlerde ve bugün de hala tamamen bağım­ sız kalan tek Afrika ülkesi Habeşistan119 -1896'da yine hüsranla biten bir İtalyan macerası yüzünden koptuğu- denizle yeniden birleşme fırsatını bulurdu. Yoldaşlar! Türk-İtalyan Savaşı'nın hemen peşinden, müttefikler arası savaş denen Balkan Savaşı geldi. Savaş savaşı doğurur. Emperyalizmin şiddeti, yeni ve daha beter şiddete yol açtı. Başlıca rakipler olan Sırpların, Bulgarların ve Yunanların geçici olarak ba­ rışması Çarlığın himayesiyle olanaklı olmuştur. Ama bu savaş da, Balkan so­ rununu çözüme bir adım olsun yaklaştırmadı. Tam tersine, çelişkileri daha da keskinleştirdi, ulusal burjuvazilerin nefretini daha da kamçıladı; milliyetçi­ liğin azgınlaşmasına, sonuç olarak da, Balkan halklarının artık iyice Avrupa emperyalizminin kucağına düşmesine, dizginleri finans-kapitale kaptırmasına yol açtı. Bu açıdan Balkan Savaşı, yarattığı sorunları dev aynasında tekrarla­ yan Dünya Savaşı'nın öncüsüdür. Bu sorunların her biri için bunu o zaman da kanıtlamak mümkündü. 119

Bugünkü Etiyopya. (YN)

Söz konusu güçlüklerin en açık bir örneği, Ege Adalarının geleceği sorunuy­ du. 1770 yılı savaşında, Çeşme'de Türk donanmasının Rus donanması tarafın­ dan yakılmasından bu yana Ege Adalarının stratejik ve siyasal önemi, bütün Avrupa hükümetlerince biliniyordu. Ö rneğin, Anadolu kara parçasının uzan­ tısı olan adaların en batısında yer alan Stampalia Adası, çoktandır İngiliz De­ niz Kuvvetleri'nce elverişli bir deniz üssü olarak bilinmekteydi. Stampalia'nın doğusunda kalan adalar, coğrafi bakımdan Anadolu'nun bir parçası oldukları için, Yunanlaştırılamazdı. Balkanlar'ın öteki bölgeleri için olduğu gibi, bu adalar için de tek çözüm olarak buraların olabildiğince geniş bir özerkliğe kavuşturulması ve bir fe­ derasyonda birleştirilmesi öngörülüyordu. Osmanlı İmparatorluğu'nun hem Asya'daki hem de Avrupa'daki toprakları için bu çözüm söz konusuydu. 1912 Savaşı, hayattan kopuk, teorik kalan Jön Türkler'e de, Osmanlı İmparatorluğu gibi içinde bunca değişik milliyet, birbirine yabancı bunca kültür barındıran, gelişme düzeyleri bunca farklı olan bir ülkenin, ancak eli kanlı Abdülhamit'in­ kine benzer merkeziyetçi bir mutlakıyet rejimiyle yönetilebileceğini öğretmiş oldu. Gel gelelim, Jön Türkler'in merkeziyetçiliği sürdürme çabaları başarısızlı­ ğa uğradı. Bu çabalar başarısız kalmaya mahkumdu. Jön Türkler'in parlamen­ toculuğu bir karikatürden öte bir şey değildi. Örneğin Kürtlerle Arnavutların aynı imparatorluk �çinde, hala ilkel kabile hayatı yaşadığı bir ülkede Jön Türk parlamentoculuğu tamamen anlamsız kalıyordu. Daha 1903 yılının devrimci Makedonya komitesi bile, barış içinde bir kültürel gelişmenin tek yolu olarak, İmparatorluğun çeşitli bölümlerine özerklik tanınması ve federasyon fikrini sa­ vunmuştu. Hayattan kopuk doktrin adamları olan Jön Türkler bunu akıl edememişler­ se, onları mazur göstermek için her reform denemesinin Avrupa sermayesinin sömürüsüne çarpıp parçalandığını söyleyebiliriz. Avrupa sermayesi, Osmanlı borçlarını toplamayı ertelediği oranda daha çok miktarlar emen bir tulumba keşfetmişti. Düyunu Umumiye İdaresi, Osmanlı devleti içinde adeta bağım­ sız bir devlet durumundaydı. Daha 1911 yılında Düyunu Umumiye'nin elde ettiği gelir 5 milyon Türk Lirasının üstünde, yani yaklaşık 5,5 milyon sterlin tutarındaydı. Türk devletinin o günkü bütçesinde gelirler 26 milyon, giderler ise 33 milyon lira tutuyordu. Aradaki açık, doğal olarak yeni yeni borçlar al­ mayı gerektirmekteydi. Düyunu Umumiye İ daresi, halkı en çok ezen vergilerin önemli bölümünü elinde tutmaktaydı. Ö rneğin yoksul Türk köylüleri, daha o zaman, aşar, koyun vergisi, tuz vergisi vb. olarak Avrupa finans kapitaline her yıl büyük tutarlar ödemek zorundaydılar. Tek başına aşarın toprak gelirinin en az yüzde 12,5'ini tuttuğu düşünülürse, borcun sırf bu parçasını ödeyebilmek

için her Türk köylüsü, demek ki, bütün bir ay boyunca ya da daha uzun süre tarlasını bedavaya işlemiş oluyordu. Jön Türkler iktidara geldiklerinde, mali­ yeyi umutsuz bir keşmekeş içinde buldular. Bunun hemen ardından da Tuna Monarşisi 'nin saldırısı ve iki yıl sonra gelen İtalyan saldırısı büyük askeri har­ camaları zorunlu kıldı. Dolayısıyla Jön Türkler, yeni yeni ağır vergiler koymak zorunda kaldılar. Ama yine de gelirlerle giderleri dengelemek olanaksızdı. Za­ ten bu dengeyi sağlamalarına izin de verilmezdi. Haraç daha da artmalıydı. Finans-kapital çevreleri, yeni yeni borçlar vererek daha da büyük karlar elde etmeliydiler. Balkan Savaşı, hiç değilse, bu amaca hizmet etmiştir. Osmanlı devleti, savaşa katılan devletlere karşı, 1 milyar 600 milyon franktan fazla yeni borç altına girdi. Her şeye rağmen Jön Türkler, Balkan Savaşı sırasında, doğru uygulandığı takdirde, savaşa devrimci bir nitelik kazandırabilecek önlemler al­ mak zorunda kaldılar. Osmanlı devletinin savaş başlar başlamaz sonbaharda uğradığı ilk büyük yenilgilerden sonra, barış görüşmeleri başladığı ve ateşkes yapıldığında, iktidar yeniden Abdülhamit uşaklarının elinde bulunuyordu ve bunlar, Avrupa diplomasisi tarafından korunan galip devletler ne isterse yeri­ ne getirmeye hazırdı. Tam o sırada Jön Türkler, Enver'in önderliğinde 23 Ocak 1913'te bir darbe yaptılar, iktidarı yeniden ele geçirdiler ve görüşmeleri kestiler. Bu hükümet darbesi, içinde, hiç değilse Avrupa emperyalizmine karşı bir ayak­ lanma olanağını barındırıyordu. Enver ve arkadaşlarının başkaldırısı, Hıristi­ yan Avrupa sermayesinin uyguladığı vahşi şiddet siyasetine karşı tüm İslam dünyasında uyanan büyük öfkenin açık bir göstergesiydi. Daha o zamanlar bu İslam dünyasının her köşesinden Türkiye'yi Avrupa'dan silmek isteyen siya­ sete karşı protestolar yükselmişti. Örneğin, Luknov'da toplanan İngiliz-Hint Müslümanlar Kongresi, İngiliz hükümetinin siyasetini kınadı. Tehdit altındaki Türkiye'ye duyulan sevgi, Mısır'da da gittikçe büyüyüp daha belirgin biçimler­ de dile getirilmeye başlandı. O tarihlerde Avrupa basını da yavaş yavaş uyan­ maya ve Jön Türkler milli savunmanın merkezini Anadolu'ya kaydırıp, Avrupa mali sermayesini boş vererek kendi ellerinde para adına ne varsa, hepsini teh­ dit altındaki anayurtlarını savunma yolunda seferber ederlerse bunun Avrupa yüksek mali sermayesi için ne denli tehlikeli olacağını kavramaya başlamıştı. Yoldaşlar! Günümüzün Türkiyesi için de bu, kulaklara küpe olacak bir ders değil midir? Ne yazık ki Türkiye, yeniden borç ödemeye başlamıştır. İlkönce 1921 Nisan'ında Fransa'ya yeni bir kısmi ödeme yapıldı. İkinci bir ödeme ise, 17 Temmuz 1922'de yapıldı. Anlaşılan Düyunu Umumiye'deki sayın bay maliye­ cilerin niyeti hem borç taksitlerinin yeniden düzenli olarak ödenmesini hem de genç Türkiye'nin ölüm-kalım savaşı verdiği yıllarda ödenemeyen taksitlerin Av­ rupalı alacaklılara kuruşu kuruşuna tazmin edilmesini sağlamaktır. Avrupalı ve emperyalist Shylocklar alacaklarından vazgeçmiyorlar. Hele Fransız alacak-

lıları Türkiye'ye karşı olağanüstü dostça tutum takınarak Türkiye'nin kendile­ rine ödenmemiş borç taksitlerini tazmin edeceğini umuyor. Aynı umudu Rusya için besleyemiyorlar ama! Yoldaşlar! Türkiye, kendini bu borç köleliğinden, tıpkı Rusya'nın yaptığı gibi, çekip kurtarmadıkça Avrupa emperyalizminin boyunduruğundan hiçbir zaman gerçek anlamda kurtulamaz. Bunu tekrarlamaya bile gerek yok. Eğer Ankara hükümeti bu isteme kulaklarını tıkayacak olursa, Türkiye'nin köylü kitleleri ve proletaryası, en keskin biçimde mücadele ederek bu istemi kabul ettirmeye çalışmalıdırlar. Bu köylülerle işçiler tam sekiz yıl boyunca kanlarını, şimdi yeniden bin bir sıkıntı çekip didinerek Avrupa sermayesine yağlı karlar sağlamak için akıtmadılar. Yoldaşlar! Daha önce belirtmiştik: 1912-13 Balkan Savaşı, Türkiye'nin hem gücünü hem de zayıf yanlarını ortaya çıkarmıştı. O gün için Jön Türkler' in zayıf yanı, özellikle emperyalizme karşı devrimci yollara başvurmaktan, örneğin Düyunu Umumiye'nin iktidarına son vermekten duy­ dukları korkuydu. Jön Türkler'in gücü ise, o gün de parlak bir biçimde görül­ düğü gibi, askeri alanda yatıyordu. Evet, durumları, 1878 yılında olduğundan bile daha iyiydi. Bulgarların gücü Çatalca hattında kırılmış, bunun ardından da müttefikler birbirlerinin gırtlağına sarıldığında, Doğu Trakya ile Edirne'yi yeniden ele geçirmek Türkler için bir çocuk oyuncağı olmuştu. Hıristiyan Bal­ kan devletleri kendilerini sarhoşluğa kaptırdıkları için, Türkleri Avrupa'dan bir türlü kovamadılar. Bunun daha derin tarihi ve coğrafi nedeni ise, İ stanbul'un bir ayrım noktası değil, birleşme noktası olmasında, hem Batı'ya hem de Doğu'ya ellerini uzatabilmesinde, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının ise Pin­ dus120 gibi geçit vermez dağlar değil, tam tersine birleştirici bir ulaşım yolu ol­ masında yatmaktadır. İşte Dünya Savaşı'nın doğrudan girişi niteliğindeki Bal­ kan boğuşmasının sonu, bu açıdan da bugün yaşadıklarımıza örnek olacak bir ibret dersidir. Bugün de karşılaştırılamayacak kadar üstün güçlerle aynı şey denenmiş ve yine aynı başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Birlik ve beraberlik içinde başlayan Balkan Savaşı'nın, sonunda kanlı bir kardeş kavgasına dönüşmesi de aynı şekilde tipik ve tarihi bakımdan öğreticidir. 20. yüzyılın ilk yıllarında Türk istibdadına karşı milliyetlerin mücadelesini en yoğun bir biçimde destekleyen­ ler Bulgar hakim sınıfları oldu. Bulgar yöneticileri, milli taleplerini etnografik sınırların dışına taşırdılar. Oysa etnografik sınırlar Bulgar etkisinin milli sını­ rıydı. İşte bu Bulgar yöneticileri, kazandıkları zaferle öteki galiplerin de iktidar hırsını kamçılamış, iştahlarını kabartmış oldular. Milli hasımlarını ezme konu­ sunda en acımasızca davrananlar Bulgarlardı, şimdiyse Bulgaristan'ın burnu 120

Pindos Dağları, Yunanistan anakarasının belkemiğini oluşturan dağ sırası. Arnavutluk'tan başlayarak Peloponnesos Yarımadası'nın kuzeyine kadar, kuzeybatı-güneydoğu doğrultu­ sunda uzanır. (YN)

fena halde sürtülmüştü, öyle sürtülmüştü ki, bu alçalma, içinde yeni bir sava­ şın tohumunu barındırıyordu. Tam iki yıl süren ölesiye boğazlaşmadan sonra, 1913 yazında, Bükreş'te yapılan Barış (28 Temmuz), büyük devletler daha işe karışamadan Bulgaristan'a dikte edildiğinde, ortaya çıkan gerçek şuydu: Za­ fer, sadece ve sadece Avrupa emperyalizminindi. Avrupa'nın 1870'ten bu yana tanık olduğu en korkunç kitle kıyımı tam bir yıl ortalığı kasıp kavurmuş, ama dünyayı Balkan sorununun kalıcı bir çözümüne tek adım olsun yaklaştırma­ mıştı. Bükreş Barışı, ayrıca, ittifak ortağı büyük devletlerin her birini de öyle bir duruma düşürmüştü ki, yine büyük bir hoşnutsuzluk ve aynı karanlık sonuç­ ların ortaya çıkması kaçınılmazdı. Hele Bulgaristan'ın düştüğü durum, tıpatıp 1871'de Alsas-Loren ayrıldıktan sonra Fransa'nın içinde bulunduğu duruma benziyordu. Bundan böyle burjuva sınıfları içinde hakim etken, ister istemez Bulgaristan'ın öç alması olacaktı. Bu korkunç öç alma duygusu, üç ittifak orta­ ğının ilişkisinde yeni yeni sürtüşmelere kaynaklık edecekti. Bu sürtüşmelerden biri, Arnavutların bağımsızlıklarını kazanması ve o gün bu gündür de Sırplarla çatışmasıyla ortaya çıktı. Eğer 1 Ağustos 1914'te çok daha büyük felaket patlak vermiş olmasa ittifak ortaklarının bütün bu çatışmalarından kısa sürede yeni bir Balkan savaşı doğacaktı. Buna kesin gözüyle bakabiliriz. Ve şimdi, dünya­ yı alevlere boğan yangının başlangıcından tam sekiz yıl sonra, yani Yarımada savaşın tüm korkunçluklarını 1914-1918 arasında yeniden yaşadıktan sonra, durum, aslında 1913'tekinden hiç de farklı değildir. Yine savaş gündemdedir. İngiltere Başbakanı Asquith'in buyruğuyla Avrupa'dan, Avrupa cennetinden, ebediyen kovulması gereken Türkler geri dönmüştür. Balkanlar'daki milli reka­ bet hala aynı derecede kanlı ve korkunçtur. Bulgaristan yine ezik ve yenik, Av­ rupa kapitalizminin kölesi durumunda. Ve öteki Balkan ülkelerinin durumuna da bir baktığımızda, 1913'le arada tek bir fark görüyoruz: Bugün bu ülkelerin durumu, 1913'tekinden çok daha kötü ve umutsuzdur. Yunanistan, burjuvazisi tarafından sürüklendiği Türklerle savaştan sonra, bugün ikinci kez uçurumun kenarına gelmiş bulunuyor. Radek yoldaş, daha geçenlerde ülkenin içinde bulunduğu mali ve ekono­ mik durumu anlatırken bugünkü sefaleti gözler önüne serdi. Ama tarihsel bakımdan durumu kavramak istiyorsak Yunanistan'ın bugünkü ve Balkan Savaşı'ndan önceki durumunu, emperyalist savaşlar çağı başlamadan önce ülkede, yavaş da olsa sürdürülen inşa faaliyetiyle karşılaştırmamız gerekir. 1890 yılında ülkeye 570 milyon frank ödünç verilmesi kabul edilmiş, bunun 413 milyonu gerçekten ödenmişti. Bu küçük ve yoksul ülkede adam başına dü­ şen borç yükü, altın olarak ödenmek üzere 260 franktı. 1893 yılında bu borcun faizi, altın olarak, yılda 58 milyonu bulmuştu. Devletin toplam gelirleri bu mik­ tarın çok altında olduğundan, iflas kaçınılmazdı. Yeni bir savaş, Yunanistan'ın

1897'de Türkiye'ye açtığı talihsiz savaş, ülkeyi yeni yüklerin altına soktu. Bu yoksul ülkenin zor bela boynundan çıkarıp attığı mali kement ilmeğini, ulus­ lararası mali sermaye böylece yeniden takmak ve daha da sıkı çekmek fırsatını buldu. Hem milli borçların ödenmesi hem de Türkiye'ye karşı savaş tazmina­ tının karşılanması amacıyla vergilerin toplanması ve kullanımını denetlemek üzere uluslararası bir mali komisyon kurularak tam yetkiyle donatıldı. Böylece Yunan halkı, yeniden gırtlağına kadar borç köleliğine batırılıyordu. Bu açıdan ne Türkiye halkından ne de Doğu'nun öteki halklarından bir farkı yoktu. Tabii, uluslararası sermayenin mali komisyonu derhal yeni yeni borçlar vermenin yo­ lunu bularak yüksek finans çevrelerine hatırı sayılır karlar sağladı. Çeşitli te­ kellerin gelirleriyle en önemli vergi gelirleri bu komisyonun emrine veriliyordu. Yunanistan, her yıl 40 milyona yakın altın frankı bu borçların faizini ve amor­ tismanını ödemeye harcıyordu. Zavallı halk tuz, petrol, kibrit ve başka tekeller aracılığıyla para ödemekteydi. Bu acımasız mali sistem yüzünden uluslararası sermayeye, Balkan Savaşı yılında yoksul ülkeden öylesine para sızdırmıştı ki, ulusal borç 824 milyon franga düştü. Ekonomik durumun düzelmesi, burjuva­ zinin zenginleşmesi sonucunda devletin gelirleriyle giderlerini dengelemek mümkün olmuştu. Tabii bütün bunlar ancak son derece ağır bir vergi sistemi sayesinde gerçek­ leşebildi. Vergilerin ağırlığı yüzünden şehirlerde hayat pahalılığı tüm tüketi­ ciler, özellikle de işçiler için dayanılmaz boyutlara ulaşmıştı. Dolayısıyla ülke nüfusu hala çok seyrek olduğu halde, dış göçler gittikçe artıyor, bu durum da köylük yörelerde ve tarımda ilerlemeyi engelliyordu. Ama Yunanistan canını dişine takıp Balkan Savaşı arifesinde ülkeyi uluslararası mali komisyonun de­ netiminden kurtarmayı başardı, yeniden iyi kötü kendi kendini yönetir duruma geldi. Ne var ki, Balkan Savaşları, zar zor kurulabilmiş olan bu dengeyi anında altüst etti. 1904 yılında kara ve deniz kuvvetlerinin, toplam 20 milyon 250 bin franga ihtiyacı vardı. 1912-13 yılında ise savaşın da etkisiyle bu miktar tam 450 milyona çıkmıştı. 1914 yılı için öngörülen kara ve deniz kuvvetleri bütçesi 130 milyondu. Ülke, dönüşü olmayan bir biçimde emperyalist yayılma yolunu tut­ muş, Avrupa emperyalizminin hizmetine girmişti. Balkan Savaşları sonucunda fethettiği yerlerle 56 bin kilometrekarelik fazla toprak kazanmış, nüfusu 2 mil­ yon artmıştı. Ama eski ve yeni Yunanistan'ın sırtına binen yükler bunlardan kat kat fazlaydı. Yeni eyaletler, özellikle de kendisini besleyen doğal konumun­ dan koparılmış, savaşın ve bozuk ekonominin etkisiyle bir yıkıntı haline gelmiş olan ikinci büyük liman kenti Selanik, son derece kötü bir durumdaydı. Sözün kısası, Balkan Savaşları, pek çok bakımdan Yunanistan'ı 20. yüzyılın başların­ da olduğundan daha acı bir duruma düşürdü. O günden bu yana, Dünya Savaşı ve Türklerle savaş da bunun üstüne binmiş, süreci daha da ileri götürmüştür.

Yunanistan, bu talihsiz ülke, bugün kurumuş, çöle dönmüş ekonomisiyle ümit­ siz mali durumu, yüksek borç yükü, Anadolu'dan, Trakya'dan kaçıp gelmiş sırtı çıplak mültecileriyle, bağımsızlık savaşı öncesi içinde bulunduğu durumdan çok daha kötü bir duruma düşmüştür. İşte, emperyalizmin ve emperyalist savaşların, 1912-1913 galiplerinden biri için doğurduğu sonuçlar. Türkiye halkını da Yunanistan halkını da, Batılı em­ peryalistlerle bunların ülke içindeki uşaklarına karşı güçlü bir ayaklanmadan başka hiçbir şey kurtaramaz. Her şeyden önce, mali sermayenin yoksul ülkenin sırtına yüklediği çekilmez yüklerin kaldırıp atılması, yani Yunan kamu borçla­ rıyla Osmanlı Düyunu Umumiye'sinin iptali zorunludur. Kendine "Sırp ve Hırvat Krallığı" adını takan Sırp Krallığı'nın durumu, top­ raklan ne denli genişlemiş olursa olsun, Yunanistan'dan zerrece daha iyi de­ ğildir. Hatta belki daha bile kötüdür. Çünkü aynen Yunanistan'da da görülen ekonomik yıkıntının yanı sıra (Sırbistan şimdilerde bir de Amerikan sermaye­ sine borçlandı), Sırp-Hırvat Krallığı'nda üstelik azgın bir milliyetler arası si­ yasal boğuşma sürmekte. Sırp devleti, işçilerle de Hırvatlarla da ancak terör uygulayarak ve anayasayı çiğneyerek başa çıkabilmekte. Bu talihsiz ülke tam sekiz yıl boyunca tarihin değirmen taşlan arasında öğütülüp durdu, ama an­ laşılan bütün çektikleri boşa gitti. Cinayet üstüne cinayet işlendi, ülke yakılıp yıkıldı ve komünist işçilerin mücadele gücünün ve cesaretinin artması dışında, hemen hemen hiçbir şey düzelmedi diyebiliriz. Burjuva gözlemciler de Sırp­ Hırvat devletini bir arada tutan bağların gayet gevşek olduğu ve Belgrad'daki kör gözlü yöneticiler daha zaman varken merkeziyetçiliğe son verip milliyetlere geniş bir özerklik tanımazlarsa bu devletin er veya geç yıkılıp gideceği konu­ sunda görüş birliği içindedirler. Yoldaşlar! Dünya Savaşı arifesindeki durumla günümüz arasında daha pek çok benzerlik vardır. O zamanlar, 1911 yılında ilk hamleyi yaparak Yakındoğu'da günümüze dek süregelen kanlı kıyımı başlatanlar İtalyan emper­ yalistleri olmuştu. Bugün ise İtalyan emperyalizmi, güya savaşı kazananların arasında olmakla birlikte, hem bitkin düştüğü hem de İtalya'da devriminin gücü büyüdüğü için öylesine güçsüz durumdadır ki Yakındoğu meselesine bir daha burnunu sokacak hali yoktur. Gerçi İtalya hala Oniki Adalan işgal altında tutmaktadır, dolayısıyla Balkanlar'a ve Yakındoğu'ya müdahalesi bir tehlike olarak söz konusudur. Ama Anadolu'daki istemlerinden vazgeçmiş görünüyor. Hatta İtalyan devlet adamları barış şarkıları okuyorlar. Bir Facta, bir Nitti çıkıp, başkalarının emperyalizmini lanetleyebiliyor. Kendilerine gelince; onlar tabii pek masum kuzucuklardır. Ne var ki, bu arada savaş öncesi emperyalizminin yıkıntıları içinden yepyeni, silahlı bir güç, tehditkar bir biçimde başını kaldır­ mıştır: Faşizm. Faşizm, milliyetçiliği tıpkı Balkanlar'da olduğu gibi, çılgınlık

derecesinde azdırmaktadır. Şimdi İtalya'nın kaderini elinde tutan gücü faşist­ ler oluşturuyor. Bay Mussolini şimdiden bildirdi: İtalya'yı ele geçirir geçirmez yayılmayı başlatacağız! Yayılma! Peki nereye? Bugün İtalyan milliyetçilerinin kendi denizleri olarak gördükleri Adriyatik'in öte kıyısından başka neresi var. Ozan d'Annunzio'nun macerası da, dünya savaşının olayları da bu tür bir yayıl­ manın nereye götüreceğini pek güzel göstermiştir. Bu yayılma, Sırplarla çatış­ madan başka bir yere götürmez. Yarımada yeniden alev alev yanar; Arnavut�ar, Sırplara karşı İtalyan yayılmacılarıyla birleşir vb. Yoldaşlar, İtalya'da faşizmin güçlenmesi, emperyalist fikirlerin yeni biçim­ ler alarak bu canlanışı, sadece İtalya için değil, tüm Balkanlar, dolayısıyla da Yakındoğu devleti Türkiye ile de ilgilidir. Uluslararası proletaryanın görevi, elinden gelen her yardımı yaparak İtalyan yoldaşlarımızın bu yeni tehlikenin dişlerini sökmesini sağlamaktır. Yoldaşlar, 1911-1922'lerin o zorlu boğuşmasına katılıp da bu savaşlardan daha güçlü, deyim yerindeyse, yeniden canlanmış olarak çıkan tek Balkan ül­ kesi, tek Yakındoğu devleti Türkiye'dir. Türkiye bir Müslüman devletidir. Başına gelen bütün o korkunç olaylardan sonra, önce İ talyan-Türk Savaşı'nın, sonra Balkan, sonra Dünya Savaşlarının, en son da Yunan-Türk Savaşı'nın yol açtığı bütün o büyük kayıplardan sonra Türkiye'nin yeniden ayağa kalkması, doğrusu Batı Avrupa'da bir çeşit mucize izlenimi uyandırdı. Anadolu köylüleri bu on bir yıl içinde askeri alanda gerçekten inanılmaz ba­ şarılar kazanmışlardır. Dediğimiz gibi, burjuva Avrupalının gözünde bu, ancak bir mucize olabilir. Daha geçenlerde Handelsblatat dergisinde Hollandalı bir uzman, bu konuda şunları yazmıştı: "Türkleri en yakından tanıyanlar ve en koyu Türk dostları için bile şa­ şırtıcı olan bu beklenmedik değişme akla şu soruyu getiriyor: Görünüşe göre son nefesini vermekte olan, ölüme mahkum Türkiye, dört yıl süren Dünya Savaşı sırasında maddi ve manevi gücünü son damlasına kadar tüketmiş olduğu, üstelik bu savaşta hiç de öyle özel bir yetenek ya da başka nitelikler ortaya koymadığı halde, nasıl olur da böyle birdenbire bütün dünyayı şaşkına çevirir. Sonu gelmiş gibi duran bu ülke, bugün, üstelik yapayalnız kaldığı bir anda, en yüksek düzeyde bir örgütlenme yeteneği ve doludizgin bir coşku sergiliyor." Türklerin son aylarda kazandığı zaferlerin Avrupa'daki etkisini yansıtması bakımından bu yargı tipiktir. Yazar sözlerini şöyle sürdürüyor: "Sıradan Türk paşaları ile siyasetçileri, Asya halklarının ruh halini Batı'nın bütün büyük devletlerinin, Downing Street ya da başka yerler­ deki bakanlıklarında kurulu bütün Müslümanlık işleri şubelerinden çok

daha iyi kavramışlar. Londra'da yapılan hesaplarda Kemal ve milliyetçi hareketinin sıfırı tükettiği Anadolu yaylasının ortasına itildiği yalnızlı­ ğın er ya da geç tüm hareketi iflasa sürükleyeceği, iki kere iki dört eder­ cesine kanıtlanmıştı. Anadolu'nun daha Dünya Savaşı sırasında fazla kan kaybından öldüğü, sözcüğün tam anlamıyla bir dullar ve yetimler ülkesine döndüğü söyleniyordu. Toprakların işlenemediği, tohumluk, tarım makinesi ve işgücü sıkıntısı çekildiği ileri sürülmekteydi. Eninde sonunda ülkenin sabrı taşacak, milliyetçi önderlere karşı ayaklanmalar patlak verecekti. İşte Londra'da söylenenler buydu. Gerçi Anadolu'nun bir dullar ve yetimler ülkesi olduğu konusunda haklıydılar. Tam dört yıl boyunca milyonlarca insanın fedakarlığıyla durmaksızın savaşabilmesi, demirden yumruğuyla İngiltere'nin maşasını denize atabilecek ölçüde güçlü darbeler indirebilmesi ise milli davaya duyduğu inanç sayesinde mümkün olabilmiştir. Bekleyelim-görelim tutumu yetmez. Kendimizi Avrupalı olma zirvesin­ den ya da karanlığından kurtarıp İslam düşüncesinin içine girebilme­ liyiz. Bunun gerekçesi bilgimizi artırmak falan değildir. En basitinden sağlıklı bir bencillik ve gelecek kaygısı bizi buna zorluyor. Yoksa günün birinde gözlerimizi açtığımızda Asya'nın muazzam kapılarının şaşkın bakışlarımız karşısında ebediyyen kapandığını görürüz." Yoldaşlar, işte Türklerin zaferlerinin azıcık ileri görüşlü gözlemciler üzerin­ de yaptığı etki budur. Tüm İslam aleminde uyandırdığı yankı ise bundan da bü­ yüktür. Herkül sütunlarından Büyük Okyanus'taki adalara kadar müezzinler, Anadolulu askere ve kahraman Gazi Kemal'e övgüler düzdü. Sırf Fas'ın büyük vezirine kulak vermek yeter. Avrupalı devlet yöneticileriyle bağları olan bu zat, Cenevre'de kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle konuşmuş: "Türklerin zaferi bizi de çok sevindirm.iş, bu zafer Fas'ta büyük coşkuy­ la karşılanmıştır. Her ne kadar ülkemizle Türkiye arasında özel ilişkiler yoksa da kalbimiz onlarla birliktedir. Fransa'nın Doğu'da Türk çıkarları­ nı dikkate alması son derece yerindedir. Bundan dolayı herkes Fransa'ya şükran duymalıdır." Bugün için Fransız hakimiyeti altında bulunan bu uçsuz bucaksız İslam aleminde, her ırktan, her dilden, sarı, beyaz, kara, esmer derili milyonlarca Müslümanın yaşadığı bu dünyada kendini kabul ettirebilmenin tek yolu, hiç olmazsa Müslüman hakim sınıflara uygun ölçüde kolaylık göstermek ve onlara yaranmaktır. Nitekim Fransız hakim sınıfları da bu bakımdan hiç boş durmuyorlar. Ta­ bii kendi egemenliklerine zarar getirmemek koşuluyla. Asimilasyon siyase-

ti, mümkün olan en büyük ölçüde uygulanıyor. Fransa, bilindiği gibi Türk İmparatorluğu'ndan da ganimetini almıştır. Suriye'ye postu sermiş durumda. Gerçi burada, diplomasi deyimiyle, eski "haklara" sahipti, ama bundan böyle bir daha buralara yerleşebileceğine pek umudu kalmamıştı. Yoldaşlar, Bay Poincare'nin militarist ve emperyalist Fransa'sının son Doğu buhranında oynadığı yatıştırıcı rolü açıklamak için, dünyanın genel siyasal durumundan kaynaklanan (üstelik doğrudan doğruya ekonomik ve mali ne· denler de buna eklenmektedir; ileride bunlardan söz edeceğiz) geçerli neden­ ler bulmak o kadar zor değildir. Buna karşılık, Türklerin ayaklanmasından bu yana İngiltere'nin Bay Lloyd George yönetiminde oynadığı rolü açıklamak çok güç. Hatta ilk bakışta bunu anlamanın olanaksız olduğunu söylemek geliyor insanın içinden. Bay Lloyd George'un Türklere ve İ slam alemine karşı takındığı tutum, İngiliz İmparatorluğu'nun gerçek çıkarlarıyla uyuşmuyor. İngiltere'nin emperyalist büyük basım, Türklerin geçen Eylül'de tüm dünyaya kendini ka­ bul ettiren gücünün böyle yeniden canlanmasına pek basit bir açıklama yolu buldu. Bu açıklama, bir çeşit tılsım, Binbir Gece Masallarına layık bir buluştur. Buluşu: "Moskova'nın parmağı". 6 Ekim tarihli Times şunları yazıyor: "Şu uğursuz Konstantinopol şehrinin etrafında garip bir biçimde birbi­ rine karışmış tarihi güçler ağlarını örüyor. Ön planda Türkler var. Arka planlarda ise, Rusya'nın yönettiği bir güç, yabancı ve fesat dolu bir güç var. Bu gücün güttüğü emellerle Türklerin milli özlemlerinin ortak hiçbir yanı yoktur ve bu emeller İtilaf Devletleri 'nin uğrunda savaşa girdiği her şeyle de kesinlikle çelişmektedir." Gazete şöyle devam ediyor: "Kemalistler, Bolşeviklere çeşitli açık ya da gizli anlaşma ve sözleşmeler­ le bağlanmıştır. Yunanistan'la savaş nedeniyle Batı'dan koptukları uzun dönem, onlara Bolşeviklerle birleşme dışında bir seçenek bırakmadı. Bolşevikler bol para ve cephanelikle Kemalistlerin yardımına koştular ve siyasetlerinin bütün sırlarına sızdılar. Sovyet Moskova'nın yardımıyla Türkiye yeniden hayata kavuştu. Ama Sovyetler'in amacı, Türkiye'yi ya­ şatmak değil, Batı kültürüne en zayıf olduğu noktada, yani Balkanlar'da yeniden saldırarak yeni yeni huzursuzluklar çıkarmak, böylece de bitkin Avrupa'da devrimci eylemi yeniden başlatabilmektir!" Yazının devamı şöyle: "Bolşevikler, Güneydoğu Avrupa'nın huzursuzluk içindeki ülkelerine sı­ zabilmek için Türklerin milli çabalarından yararlanmaya çalışıyorlar."

The Times gazetesi, Bolşevizmin bugün Balkan ülkelerine yerleşmek için sahip olduğu olanaklara dikkati çekiyor ve Bolşeviklerin bu amaçlarını gerçek­ leştirmeden engellemenin müttefiklere düşen görev olduğunu söylüyor. Bay Lloyd George'un muhakeme tarzı da buna benzer bir şey olmalı. Buna karşı­ lık, kapitalist basının birazcık daha ileriyi görebilen başka bir bölümü ise, Bay Lloyd George'u gerçek kimliğiyle, yani savaş kışkırtıcısı olarak gösteriyor. Li­ beral haftalık gazete The Nation 'ın inceleme yazarı, eğer Ekim ayının ilk gün­ lerinde barış bozulmamışsa bunu ılımlı bir generalin, General Harrington'un ortaya çıkmasına borçlu olduklarını kanıtladı. Bu yazar, Lloyd George'u, Wins­ ton Churchill'i ve Lord Birkenhead'i savaş kışkırtıcısı olarak niteliyor. New Sta­ tesman dergisi de, hükümetin, içinde Lloyd George ve Churchill'in de yer aldığı savaş yanlısı kanadını mahkum ediyor. Bunlar, Türkleri sözüm ona tarafsız böl­ geden silah zoruyla çıkarmaya kendi başlarına karar almışlardı. Ama Lloyd George kabinesinin son Doğu buhranında izlediği siyasetin iç yüzünü en çarpıcı biçimde gözler önüne seren, The Observer gazetesi yazarı Garwin olmuştur. Bay Lloyd George'un eski bir hayranı ve hık deyicisi olan Gar­ win şunları yazdı:

"Şu katı gerçeği kabul etmek zorundayız. İ ngiliz hükümeti, Doğu'daki büyük savaşı dört yıl geçtikten sonra dönüşü olmayan bir biçimde ve perişanca yitirmiştir. Diplomatik Sevr porseleni tuzla buz oldu. Sonuç olarak hükümet, Doğu'da ne Gladstone gibi Rusya'ya ne de Beaconsfield gibi Türkiye'ye dayanmasını bilmiştir. Bakanların becerebildikleri tek şey, eski siyasal çizgilerin bütün hatalarını birleştirmek olmuştur. Yağ­ murdan kaçarken doluya tutuluyoruz. Pireye kızıp yorgan yakmaktan vazgeçmenin zamanı geldi de geçiyor. Türkiye ile Rusya'nın aynı anda damarına basacak yerde, Fransa ile italya'yı itecek, üstelik bütün İslam dünyasını karşımıza alarak imparatorluğumuzun temellerini kendi elle­ rimizle sarsacak yerde, artık şu kör siyasetler ve hatalarla dolu trajedi ki­ tabını kapayalım. Sadece bu siyasete yön veren ruhu ve yöntemleri terk etmek yetmez; asıl yapmamız gereken bugüne değin gittiğimiz yoldan vazgeçmektir. Çünkü bu yolda ilerlemeye devam edersek çok geçmeden imparatorluk bugüne dek görülmemiş boyutlarda ölümcül tehlikelerle karşı karşıya gelecektir." Bazı aklıselim sahibi burjuva politikacıları da Bay Lloyd George'un Türkiye'ye karşı izlediği siyasetin İngiliz dünya imparatorluğu açısından nere­ deyse çılgınca, hatta deyim yerindeyse, caniyane bir siyaset olduğu sonucuna varmışlardır. Gerçekten de nesnel olgulara bakıldığında bu sonuca varılır.

Lloyd George'un Türk düşmanı ve Yunan yanlısı tutumunu açıklamak için son derece basit bazı maddi nedenler sayabiliriz. Nitekim Rosenberg yoldaş, Inprekorr'da çıkan bir yazısında bunları sıraladı. Bay Lloyd George, uzun süre­ dir büyük mali çevrelerin oluşturduğu belli bir klik içinde yer almaktadır. Bu çevrelerin Yunan işadamlarıyla yakın ilişkileri vardır. Hiç kuşkusuz bu Yahudi­ Yunan para babaları Lloyd George üzerinde çok büyük etki yaptı. Bu plütokra­ tik türden etkiye nitekim başkaları da, örneğin ünlü Katolik yazar Chesterton da dikkat çekiyor. Lloyd George'u ideolojik etkilerin de yönlendirdiği kuşku­ suzdur. Bu adam, dar kafalı yobaz Hıristiyanlık anlayışı yüzünden, ister Yunan ister Bizanslı olsun, her Hıristiyanı seçkin bir yaratık olarak görmekte, Türklere ise tanrının belaları gözüyle bakmaktadır. Ne var ki, Lloyd George siyasetinin İngiliz İmparatorluğu'nu Yakındoğu'da berbat bir yenilgiye sürüklemiş olduğu su götürmez bir gerçektir. Bu yenilgi, daha Mudanya Konferansı sırasında, Türklerin Trakya'ya geri dönmesi ve dola­ yısıyla Boğazlar'ın tamamıyla Türkiye'nin egemenliği altına girmesiyle de açık­ ça ortaya çıkmıştı. Hollanda'nın büyük gazetelerinden biri, 11 Ekim tarihinde Konferans sonuçları ana hatlarıyla belli olduğunda şunları yazmıştı: " İngilizlerin elinde kalan tek şey, Boğazlar'ın özgürlüğünü güvence al­ tına almak amacıyla şimdilik Çanakkale'de kalabilmeleridir. Tabii bu­ rada Boğazlar'ın özgürlüğünden ne anlaşıldığı sorusu önem kazanıyor. Misakı Milli hükümlerinin dördüncüsü şöyle: İstanbul şehrinin, yani Halifenin ikamet yerinin ve Marmara Denizi'nin her türlü saldırıya karşı güvence altına alınması. Bu ilke göz ardı edilerek İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının ticarete ve bütün ülkelerin gemilerine tamamıyla açılması isteniyor. Bu, Türklerin görüşünün karşısına Boğazlar'ın serbest bıra­ kılması görüşünü çıkarmaktır ve kuşkusuz her iki kıyı da Türklere geri verildikten sonra İ ngiliz savaş gemilerinin Boğazlar'a diledikleri gibi gi­ rip çıkabilecekleri anlamına gelmemektedir. Lloyd George'un bu özgür­ lükten ne anladığı ise, büyük bir ciddiyet içinde yaptığı şu açıklamadan anlaşılmakta: 'Bundan böyle Boğazlar'ın savaş anında kapatılması gibi bir durumla karşılaşılmamalıdır; nitekim bu yüzden 1914 yılında Rusya, Karadeniz'de yalnız kalmış, müttefiklerin donanması Rusya'da birleşe­ memiş, ayrıca Romanya da düşman tarafından Karadeniz'e kadar işgal edilmişti. Yani Lloyd George şunu istiyor: Bundan böyle hiçbir İngiliz savaş gemisi top ateşine tutulmasın ve hiçbir İngiliz savaş gemisini he­ def alan mayın salıverilmesin. Bu, olmayacak bir duadır. Belki Milletler Cemiyeti, Boğazlar'ı çevreleyen yörenin askerden arındırılmasını denet-

leyebilir. Ama iş savaşa dönüştüğü anda, hem Rusya hem de Türkiye el ele vererek Boğazlar'dan geçecek düşmana karşı, o yörede istihkam bu­ lunsun ya da bulunmasın, önlemler alacaklardır. İstihkam inşası zor bir iş değildir. Mayın döşemek de göz açıp kapayıncaya kadar biter ve savaş durumunda da Boğazlar yeniden kapatılır. Tek nedeni de müttefiklerin kendi elleriyle Türklerin Boğazlar'ın iki yakasında yerleşmelerine izin vermeleridir. Sonuç olarak, İngiliz İmparatorluğu'nun uğruna savaşma­ yı göze aldığı o Boğazlar'ın özgürlüğü hikayesi de hiçbir pratik değeri olmayan biçimsel bir çözümden ibarettir." İşte burada tarafsız kapitalist bir ağızdan, Bay Lloyd George'un Eylül ayın­ da nasıl çoktan yitirdiği bir mevzi uğruna mücadeleye kalkıştığını açık ve se­ çik olarak duyuyoruz. Yeni Türkiye'nin Mustafa Kemal tarafından bir kez daha İzmir'de dile getirilen programı, Mudanya Konferansı'yla önemli ölçüde ger­ çekleştirilmiş oluyor. İstenen şuydu: Küçük Asya, Meriç'e kadar Trakya ve İs­ tanbul şehri bizim olmalı. Çanakkale Boğazı'ndan serbest geçiş konusunda her türlü güvenceyi vermeye hazırız ve burasını tahkim etmeyeceğimize söz veri­ yoruz. Yalnız İstanbul 'u ani bir durumdan korumak amacıyla Marmara Denizi kıyısında savunma önlemleri almak hakkımızdır; büyük devletler de buna izin vermelidir. Görüldüğü gibi, tam da büyük Hollanda gazetesinin yazdıkları doğrulanı­ yor: Türkiye bir kez Boğazlar'ın her iki yakasına da tamamıyla sahip olduğun­ da, Boğazlar'dan serbest geçiş hiçbir pratik değeri olmayan biçimsel bir çözüm olarak kalır. Hatta Milletler Cemiyeti bu serbestliği güvence altına alsa ve Tür­ kiye de bu Cemiyet'in üyesi olsa bile, bu çözüm sadece barış zamanında bir anlam taşır. Balkanlar'da barış olup olmayacağı sorusu ise, bir yandan Avrupa emperyalizmine öte yandan da Balkan halklarının bu emperyalizmin ve ülke içindeki yardakçılarının boyunduruğundan kurtularak birleşmelerine bağlıdır. Kemal, söz konusu görüşmede, barış için şu koşulları da ileri sürmüştür: 1. Kapitülasyonların kaldırılması. Kemal, haklı olarak, bunları Türkiye'nin bağımsızlığına bir müdahale olarak görmektedir; 2. Yunan donanmasının teslim olması. Aksi takdirde bu donanma Anadolu kıyılarını tehdit edebilir; 3. Yunanların yol açtığı zararların ödenmesi. Bu istemlerin önemi üzerinde burada uzun boylu durmaya gerek yok. An­ cak bir noktayı gözlerimiz arıyor: Düyunu Umumiye'nin kaldırılması istemi. Eğer Türkiye halkı gerçekten özgür olmak istiyorsa bu istemi kabul ettirmelidir. Kemal, görüşme sırasında, bugünkü Türkiye'yi eskisine oranla çok daha güçlü kılan önemli bir etkene de dikkat çekmiştir. Türkiye bugün bir milli bil-

tünlük gösteriyor. İ mparatorluk zamanında olduğu gibi Arabistan topraklarını içermiyor. Arap topraklarına sahip olmak, Hamid'in istibdat yönetimine epey zorluk çıkarmış, Türk askeri buralarda jandarmalık yapmak zorunda kalmış­ tı. Dolayısıyla yeni Türkiye, eskiden olduğu gibi gücünün büyük bölümünü milliyetlerin soluk tüketici boğuşmalarına ayırmak durumunda değildir. Eya­ letler bugün için Türkiye devletinden kopmuş, Batı emperyalizminin pençe­ sine düşmüşlerdir. Suriye, şimdilik Fransız egemenliği altında, güya Milletler Cemiyeti'nin mandası olan Filistin ve Mezopotamya da İngiliz egemenliği al­ tındadırlar. Doğrusunu söylemek gerekirse, emperyalizm, özelikle de İngiliz emperyalizmi için bu yeni topraklar pek iç açıcı sonuçlar doğurmamıştır. Filistin ve Mezopotamya mandasının öyküsü, uzun, acılı bir öyküdür. Bura­ larda durum hala son derece belirsizdir. Filistin'deki egemen güç olan Yahudiler de Araplar da eşit derecede hoş­ nutsuz. Bu ülkenin son yıllardaki karmakarışık tarihinde ana hatlarıyla bile girmeye gerek kalmadan şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: İngiliz yönetimi, yeni Filistin'de milliyetler arasında az da olsa barışçı bir işbirliği dahi sağlayama­ mıştır. Ü lke şimdi bir tür temsilci heyet seçiminin arifesinde. Ne var ki, Araplar bu seçimleri boykot kararı aldılar. İleride etraflı olarak ele alacağımız Panisla­ mizm hareketi, Filistin'de büyüme yönünde gelişiyor. Irak'ta ise durum büsbütün karışık ve İngiliz emperyalizmi için daha da el­ verişsiz. Burada kalıcı bir işgal, büyük parasal kaynak gerektireceği için, bugün kapitalist ülkelerin hepsinde burjuvazinin buhranının ana sorunu olan gider­ lerin kısılması çabasıyla çelişecektir. Savaşın doğurduğu bir sonuç olarak Mezopotamya'nın işgaliyle İngiliz İ m­ paratorluğu, Brailsford'un daha savaş sırasında yayımlanan A League of Nati­ ons 121 adlı kitabında uyardığı duruma düşmüştür. Brailsford şöyle diyordu: "Mezopotamya'yı işgal, İngiltere için hem stratejik hem de siyasal ba­ kımlardan bir zaaf olacaktır." Irak ve Arap Yarımadası'nın İngiliz etkisindeki diğer bölümleri için İngil­ tere, artık bir tür özyönetim modelini yeğliyor. Evet, İngiliz egemenliği altında böyle bir özyönetim, bizzat İngiltere için bir zorunluluk haline gelmiştir. Ne var ki, özyönetim ister istemez, nefret duyulan İngiliz egemenliğini yok etme çabalarına yol açmaktadır. Nitekim Mısır'da böyle olmuştur. Son haberlere göre Ekim ayının ilk yarısında Bağdat'ta İngiltere Yüksek Ko­ miseri Sir Percy Cox ile Irak Başbakanı arasında bir tür ittifak anlaşması imza­ lanmıştır. Anlaşma, İngiltere'nin Irak üzerinde manda sahibi olduğunu saptı121

Henry Noel Brailsford, A League of Nations, The Macrnillan Company, New York, 1917.

yor. Anlaşmaya Irak'ı uzun vadede özyönetime kavuşturma yolunda atılan ilk önemli adım gözüyle bakılmaktadır. İ ngiltere, Irak'ın Milletler Cemiyeti'ne kabulünü güvence altına almayı üst­ leniyor. Kabul durumunda İngiliz mandası kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Ayrıca, İngiliz hükümetinin Irak sınırlarını düzenleme konusunda her şeyi deneyeceği haberleri de gelmektedir. Söylendiğine göre, İngiliz hükümeti, söz konusu anlaşma parlamentoda onaylandıktan, yasaya uygun istikrarlı bir hü­ kümet kurulduktan ve sınırlar da belirlendikten sonra, Irak hükümetinin Mil­ letler Cemiyeti'ne girmek için başvurmasını beklemektedir. Yoldaşlar, işte İngiliz emperyalizminin ikiyüzlü siyasetini burada bütün açıklığıyla görmekteyiz. İ ngiltere, tıpkı Faysal'ın sözde bağımsız krallığı ör­ neğinde görüldüğü gibi burada da kendine müttefik sözde bağımsız bir Arap devleti yaratmak istemektedir. Hatta bu müttefikin Milletler Cemiyeti'ne üye olmasına bile izin vardır. Gelgelelim Müslüman bir devlet olan ve hatta şimdi bağımsız sıfatıyla anılan Mısır'a büyük devletlerin bir aracı olan bu Cemiyet'e girme izni verilmiyor. Şu anda İngiltere'nin muazzam Arap Yarımadası'nda­ ki egemenliğini her yoldan sürdürme çabasında olduğu göze çarpmaktadır: İngiltere'nin hizmetinde çalışan ve adı Bayan Rosita Forbes olan ünlü bir ha­ nım gezgin, bu günlerde gizli görevlerle Arap çöllerine doğru hareket etmiştir. Herhalde kendisine bedevi liderlerini para ve armağan karşılığında yeniden İngiltere'ye bağlama görevi verildi. Gerçekten de önümüzdeki yıllarda Arap Yarımadası'nın kaybedilmesi İngiltere'nin Hindistan'la olan bağlantısının kop­ masına yol açacaktır. Eğer önümüzdeki yıllarda Arap kabileleri ve genel olarak Araplar, hep birlikte İ ngiliz vesayetinden çıkmaya kalkışırlarsa, işte o zaman İngiltere'nin tam 200 yılda inşa etmiş olduğu tüm stratejik köprü çöküp gider. İşte şimdi Yakındoğu'da böylesi muazzam bir kazanç tehlikede. Hatta nere­ deyse şunu bile söylemek mümkün: Dünya tarihinin Yakındoğu'da ne yönde gelişeceği Arapların önümüzdeki aylarda ve yıllarda tutacakları yola bağlıdır. Yoldaşlar, İngiltere bu ülkelerdeki egemenliğini ayakta tutabilmek için elin­ deki bütün olanakları deniyor, gereğinde hileye, gereğinde de şiddete başvu­ ruyor. Dünya proletaryasının ve Doğu halklarının çıkarları, bu egemenliğin çöker­ tilmesi noktasında birleşmektedir. İ ngiliz İ mparatorluğu'nun köprü bağlantısında Irak'ın en zayıf ve en elve­ rişsiz halkayı oluşturduğunu söyleyebiliriz. Irak, stratejik açıdan Filistin ya da Mısır'a oranla çok daha elverişsiz bir konuma sahiptir. Ü lke nüfusunun büyük çoğunluğunu İngiliz boyunduruğunu kolay kolay kabullenmeyecek göçebeler oluşturmaktadır. Ü lkenin başıboş çöllerle kendi arasında bir sınır çekmesi ola­ naksızdır. Başıboş bedevi kabileleriyle iş yapabilmek, ancak yoz yöntemlerle mümkündür.

Yoldaşlar, İ ngiliz emperyalizminin Yakındoğu'da içine düştüğü zor durumu anlamak için tüm Yakındoğu bölgelerinde kurmuş olduğu stratejik mevziler çerçevesindeki durumuna bakmak yeter. Çünkü, Belucistanı22 sınırlarından Akdeniz'e kadar uzanan tüm bu Yakındoğu dünyası, İngiliz emperyalizmi açı­ sından Hindistan kalesini koruyan uçsuz bucaksız bir düzlükten başka bir şey değildir. Bu düzlük su dolu bir kanalla kesilmekte olup, kanalın görevi, impa­ ratorluğun borusunun öttüğü iki büyük su alanı, yani Akdeniz'le Hint Okyanu­ su arasındaki serbest bağlantıyı sağlamaktır. İngiltere bu iki denizin efendisi olarak kalmak zorundadır. Çok değil daha 1918-19 yıllarında İngiliz emperyalizmi bütün bu muazzam alanda saldırı halindeydi. Dünya Savaşı'nın son aşamasında tüm bu engin cephede, Orta Asya'dan Karadeniz'e uzanan binlerce millik cephede kendini gösteren İngiliz saldırı­ sı hakkında daha iyi bir fikir edinmek için bir İ ngiliz subayının yazdığı kitabı okumak yararlı olur. Bu zat, bu konuda biraz uluorta bir gevezelikle birtakım bilgileri ortaya dökmüştür. Yoldaşlar, sözünü ettiğim kitap, Yüzbaşı L. V. S. Blacker'in yazdığı On Secret Patrol in High Asia123 adlı kitaptır. Bu son derece ilginç yapıtın önsözünü yazan ünlü İngiliz emperyalist siya­ set adamı ve strateji uzmanı Sir George Younghusband, az sayıda İngiliz, Hintli ve Müslüman birliklerin 10 bin kadar Bolşeviği öldürdüklerini ve bu birliklerin İngiliz önderliğinde Asya'nın binlerce kilometre içlerine kadar Allah korkusu­ nu ve Hintli asker korkusunu yaydıklarını anlatıyor. Dünya tarihinin şu olgusu, bu uzmanların pervasızca ortaya serdiklerinden daha açık bir biçimde anlatılamaz: 1918 yılında Dünya Savaşı, Pamir Yaylası ile Çin Türkistanı'ndan Karadeniz'e kadar uzanan muazzam alanda, ister istemez proleter Rusya ile İngiliz emperyalizmi arasında bir boğuşmaya dönüşmüştür. Bu iki can düşmanı, tam da proletarya cumhuriyetinin doğduğu ve İngiliz İmparatorluğu'nun da iktidarının doruğunda olduğu bir sırada, işte bu uçsuz bucaksız, binlerce mil boyunca uzanan dağlarda ve kuş uçmaz kervan geçmez çöllerde birbirleriyle kapıştılar. O günden bu yana İ ngiliz İmparatorluğu hızla doruktan düşmeye başlamış, proletarya cumhuriyetinin iktidarı ise hızla yükselmiştir. Ve şimdi, aradan dört yıl geçtikten sonra, o mağrur İngiliz dünya imparator­ luğu, korktuğu ve hor gördüğü yeni proletarya iktidarıyla eşit koşullarda pazar­ lık yapmak zorunda kalmıştır. Kendisi için aynı derecede kötü başka bir olay, ezdiğini sandığı bir İslam devleti karşısında da yelkenleri suya indirmek zorunda kalmasıdır. 122 123

Belucistan, bugün Pakistan'da yer alan bir bölge. Bölge, Pakistan'ın en batısında yer almak­ tadır. (YN) L. V. S. Blacker, On Secret Patrol in High Asia, ı. basım, John Murray, Londra, 1922. (YN)

Yoldaşlar! Bu olay, eşsiz İngiliz oyun yazarı Shakespeare'in kral dramların­ da, özellikle de V. Henry oyununda son derece güçlü bir biçimde sergilediği talihin dönmesi olayına ne kadar da benziyor. Ama belki de en önemlisi şudur: Yüzbaşı Blacker, kendine verilen pis görevi İngiliz Hindistan'ından gelen Müslümanların, İngiliz yönetimindeki Pencaplı­ ların124 yerine getirdiğini söyleyerek övünüyor. Hatta eğer Londra isteseydi, bu insanların genç Kızıl Ordu'yu yerle bir edip kızıl cumhuriyetin de köküne kibrit suyu ekebileceklerini yazıyor. Bu iddianın askeri bakımdan ne derece doğru olduğunu değerlendirmeyi uzmanlara bırakalım. Ama bizim bildiğimiz bir şey var ki, o da bugün İngiliz subaylarının ve İngiliz militarizminin artık geçmişte ve büyük savaş sırasın­ da olduğu gibi İngiliz Hindistan'ındaki Müslümanlara söz geçiremedikleridir. Hindistan'daki Müslümanların İngiltere'ye karşı duyguları, bizzat İngiltere'nin izlediği siyaset yüzünden öyle bir duruma gelmiştir ki bu insanları artık Sov­ yetler Birliği'ne karşı kullanmak olası değildir. Ya da olsa olsa çok küçük bir bölümünü kullanmak olanaklı olacaktır. Bizlere düşen görev ise, yoldaşlar, bundan böyle hiçbir Müslüman askerin proletarya özgürlüğüne karşı paralı as­ ker olarak kullanılmaya izin vermemesini sağlamaktır. Böylece yeniden Yakındoğu olaylarının dünya proletaryasının mücadelesi açısından, Komünist Enternasyonalizm açısından, kapitalizmin çöküşü açısın­ dan taşıdığı öneme gelmiş bulunuyoruz. Bu olaylar, her gün biraz daha gelişen şu büyük boğuşmanın yeni bir aşa­ masını oluşturmakta. Bu boğuşma içinde Doğu dünyası, özellikle de onun en mücadeleci kesimi olan İslam dünyası, Avrupa kapitalizminin egemenliğine karşı başkaldırmaktadır. Bu başkaldırı, dünya tarihi açısından öylesine büyük önem taşıyor ki, Pro­ leter Enternasyonali şimdi her zamankinden de büyük bir dikkatle bu olguya eğilmeli ve onu var gücüyle desteklemelidir. Çünkü bütünüyle Doğu dünyası­ nın bağımsızlığı, tüm Asya'nın bağımsızlığı, sırf Asya ve ônasya nüfusunun büyük bölümünü oluşturmakla kalmayıp, şimdiden Zambezi Nehri 'ne kadar ilerlemiş oldukları kara kıtada da gittikçe büyüyen bir güç olan Müslüman halkların bağımsızlığı, aslında Batı emperyalizminin, özellikle de İngiliz em­ peryalizminin sonu anlamına gelir. Asya halklarını siyasal hegemonya altına almaksızın, Müslüman halklarla Hindu ve Çin halklarını, Uzakdoğu'nun öteki halklarını sömürmeksizin emperı24

Pencaplılar, çok büyük bir kısmı Pakistan'da, bir kısmı ise Hindistan'da olan Pencap bölge­ sinde yaşayan halka verilen isim. 1849'da Sihler'i mağlup eden İngilizler buranın kontrolünü eline geçirmiştir. Pakistan'daki Pencaplılar büyük ölçüde Müslümanken Hindistan'dakiler ise Sih ve Hindu dinlerine mensuptur. (YN)

yalizmin varlığını sürdürmesi olanaksızdır. Neden? Çünkü Müslüman halkların ve Doğu'nun öteki halklarının kurtuluşu, aynı zamanda bunların Avrupa ser­ mayesine haraç ödeme zorunluluğunun da sona ermesi demektir ki bu haraç­ lar olmadan sermaye birikimi devam edemez. Birikimin duraklaması ise, sermayeyi can evinden yaralar. Sermayenin hayat daman kesilmiş olur. Son iki yılın gelişmeleri bize bunu bir kez daha gösterdi. Yakındoğu'yla tüm Doğu'yu saran ve buraları tam siyasal bağımsızlığa ka­ vuşturacak olan hareket, yani devrim durdurulamaz. Müslüman halklar için bu hareketin hedefi sadece siyasal değil, aynı zaman­ da ekonomik bağımsızlıktır. İşte Batı kapitalizmini çökertecek olan da budur. Birkaç on yıldır İslam dünyasını aynı şekilde güçlü bir başka hareket daha sarmış bulunuyor. Bu hareket, geçici de olsa, milli ayrılıkları ve ırk ayrılıklarını silmekte, geri plana itmektedir. Bu, Panislamizm hareketidir. Son yılların İslam tarihçilerinden biri olan Stoddard, ııs daha Dünya Savaşı'ndan önceki olayların Müslüman halklarda dayanışma duygusunu uyandırdığına ve Avrupalılara karşı duyulan nefreti güçlendirdiğine dikkat çe­ kiyor. Etkili bir Müslüman siyaset adamı, büyük savaştan hemen önce Revue du Monde Musulman 'da şunları yazmıştı: "Şu son on yılın olaylan ve Müslüman dünyasının başına gelenler, Müs­ lümanların yüreğinde o güne dek tanımadıkları bir yakınlık duygusu uyandırmıştır. Bugün bütün Müslümanların yüreği kendilerini ezen her­ kese karşı nefretle çarpıyor." Stoddard, Batı'ya karşı duyulan bu nefretin sadece gazeteciler ve siyaset adamlarıyla sınırlı kalmayıp, bütün sınıflarca paylaşıldığını vurgulamakta­ dır. Avrupalıların siyasal egemenliğinden nefret etmek için her sınıfın kendi­ ne özgü nedenleri vardır. Hepsine özgü olan ise, nefret duymalarıdır ve işte bu nefret, belli koşullarda başka duygulan da bastırabilecek bir ortak duygu oluşturuyor. Büyük Müslüman kitleleri, Dünya Savaşı'nı, Batı'nın hırsı ve kibir­ liliği yüzünden hak etmiş olduğu bir ceza olarak selamladılar. Tanin gazetesi 24 Ekim 1914 tarihli sayısında şöyle yazıyordu: "Kendi ülkelerindeki ya da başka ülkelerdeki bozuklukları gözleri gör­ mez, ama en küçük bir aksaklık çıktığında bizim içişlerimize hemen bu­ runlarını sokarlar. Gün geçmez ki haklarımızdan birini ya da egemen­ liğimizin bir kenarını kemirmiş olmasınlar. Titreyen etimizi canlı canlı kestiler, koca koca parçalar koparıp çıkardılar. Bizim elimizden gelen tek 125

Lothrop Stoddard (1883-1950), Amerikalı tarihçi ve bilimadamı. İslam üzerine yazılar ve ki­ taplar yazmış, İ slamı özellikle Batı medeniyetine zıtlığıyla ele almıştır. İslam karşıtı bir söyle· mi olduğu da söylenmektedir. (YN)

şey ise, yüreğimizdeki isyan duygusunu zorla bastırarak yumruklarımızı çaresizlik içinde sıkmak, yüreğimiz yanarken suskunluk içinde başımız eğik beddua etmekti: 'Ah birbirlerine bir girseler, birbirlerini yeseler.' İ şte, oldu. Şimdi Türk'ün dilediği gibi birbirlerini yiyorlar." Demek ki, ileriyi gören pek çok Müslüman için Dünya Savaşı sevindirici bir olaydı. Ve Bay Stoddard 'ın iddiasına göre, eğer büyük savaşın hemen ardından ge­ niş çaplı bir İslam ayaklanma hareketi gelmemişse bunun tek nedeni, İslam dünyasının en etkili önderlerinin böyle bir ayaklanma için zamanın henüz olgunlaşmadığını düşünmeleri, ayrıca Jön Türkler'in savaşan emperyalist ta­ raflardan birinin yanında yer almasını mahkum etmeleridir. Panislamizmin gerçek fikir önderleri, yani büyük İslam örgütlerinin, özellikle de Sünusilerin126 başını çeken kişiler, o sıralarda zamanı elverişsiz buluyorlardı. Ayrıca maddi bakımdan da hazırlıklı değildiler. Henüz gerekli anlaşmaları yapamamışlardı. Ayrıca ve en önemlisi de, Halifenin kutsal cihat çağrısı pek açıkça "Made in Germany" damgasını taşıyordu. Bu ileri görüşlü Müslümanların savaşan bir emperyalist için kendilerini Dünya Savaşı'na atmaya hiç de niyetleri yoktu. İngiliz ve Fransız hegemonyası altındaki ülkelerin dört bir yanında patlak ve­ ren ayaklanmalar ise, kendiliğinden ayaklanmalardı ve bu büyük önderlerin desteği sonucunda ortaya çıkmış değildi. Bu önderler durumu doğru değerlen­ diriyordu. Çünkü savaş sırasında ve sonrasında cereyan eden her olay, Panis­ lamizm hareketini büyük ölçüde güçlendirecek nitelikteydi. Her şeyden önce, kapitalist devletlerin savaştan hiçbir şey öğrenmemiş oldukları ortaya çıkmıştı. Savaş sırasında izlemiş oldukları böl ve yönet siyasetini çeşitli gizli anlaşma­ larla nasıl sürdürdüklerini bilmeyen kalmadı. Ve barış gündeme geldiğinde ... Ama burada sözü yine Bay Stoddard'a bırakalım. Gerçekten de devrimcilikle yakından uzaktan ilgisi olmayan Bay Stoddard, Versay Barış Antlaşması'nın Müslüman halklar üzerindeki etkisini bize anlatsın. Bay Stoddard, Avrupalı emperyalist devletlerin eylemlerinin, İslam dünyasını daha da fazla bölen gizli anlaşmaların Müslüman halklar arasında öfke uyandırdığını, adalet duygula­ rım bugüne dek görülmemiş ölçüde zedelediğini yazıyor. Bu halklar arasında coşkulu bir kararlılık rüzgarı esti; bu rüzgar şiddetli bir fırtınanın öncüsünden başka bir şey değildi. İslam tarihçisine göre hala yükselmekte olan bu coşkulu kararlılık dalgası, büyük fırtınanın öncüsü olan bu büyük dalga, 1919 yılından bu yana sürekli olarak yükselmiştir. 126

Sünusiler, Kuzey Afrika'da etkin olan İslami bir tarikat olan Sünusiye tarikatının mensupları­ na verilen ad. (YN)

Bay Stoddard'a göre Yakındoğu'daki Müslüman halkların 1918 yıllarındaki ayaklanmalarının görünüşte esas olarak ulusal bir karakter taşıması bizi ya­ nıltmamalıdır. Çünkü İslam milliyetçiliği ile Panislamizm çok ayn şeyler ol­ makla birlikte, eninde sonunda İslam dünyasını Avrupa'nın her türlü siyasal denetiminden tam anlamıyla kurtarma çabasında birleşirler. İslamiyet, kapitalist dünyayı bir anlamda birleştirecek kapasitededir. Çün­ kü bütün Müslümanları birleştiren bağ sadece dini bağ değildir. İslamiyet, bir dinin de ötesinde, dört başı mamur bir toplumsal sistem, kendine özgü bir fel­ sefesi, kültürü, sanatı olan bir uygarlıktır. Rakip Hıristiyanlık kültürüyle yüz­ yıllar süren boğuşması onu kişilik sahibi kılmış, ona organik bir bütün niteli­ ğini kazandırmıştır. Bir İngiliz İslam uzmanı olan Sör Morison'un127 bu sözleri, daha savaştan önce Profesör Le Chatelier gibi titiz bir İ slam bilgininin düşüncelerini de yan­ sıtıyordu. Ayrıca çok ünlü, belki de en ünlü İslam uzmanı olan Vambery de İtalya'nın Trablusgarp'a saldırmasının hemen ardından şunları yazmıştı: "Batı'nın eski dünya üzerindeki iktidar ve otoritesinin arttığı oranda, Asya nüfusunun çeşitli bölümleri arasındaki birlik ve ortak çıkar bağları da güçlenecek, Avrupa'ya karşı duyulan koyu nefret derinleşecektir." Bay Stoddard ise, Dünya Savaşı'nın genel olarak Doğu, özel olarak da İslam dünyası üzerindeki etkilerini şöyle anlatıyor: "Savaş, Avrupa'nın Doğu'daki itibarım sarsmış, Doğuluların gözlerini aça­ rak Batı'nın zaaflarını görmelerini sağlamıştır. Doğu için bu savaş engin bir eğitim olmuştur. Bir tek şu olayı alalım. Milyonlarca Doğulu ve zenci, Asya ile Afrika'nın balta girmemiş ormanlarından koparılarak, savaşta asker ve işçi olarak beyaz adamın hizmetine sokulmuştu. Gerçi bu yar­ dımcı birliklerin büyük çoğunluğu sömürgelerdeki savaş harekatlarında kullanılmıştı, ama yine de bir milyon kadarı Avrupa'ya getirildi. Bu in­ sanlar burada beyaz adamı öldürdüler, beyaz kadınların ırzına geçtiler, beyazların sahip olduğu nimetleri tattılar, beyaz adamın zayıf yanlarını öğrendiler ve ülkelerine döndüklerinde bütün bunları bir bir anlattılar. Bugün Asya ve Afrika, Avrupa'yı şimdiye kadar tanımadıkları biçimde tanıyorlar ve bu bilgilerini kullanacaklarından hiç kuşkumuz olmasın. Günümüzdeki durum şudur: Derin düşmanlıkların parçaladığı, çılgınlık­ ları yüzünden hasta düşmüş bir Batı karşısında eskiyle yeninin çatıştığı bir Doğu vardır. Bu iki dünya arasındaki ilişkilerde henüz böylesine çok sayıda önceden hesaplanamaz olasılık saklı olmamıştı." 127

Theodore Morison (1863-1936), Britanyalı eğitimci ve akademisyen. Hindistan Konseyi üyeliğ i yapmış ve Hindistan'daki İslam olgusu üzerine çalışmalarıyla öne çıkmıştır. (YN)

Bu burjuva İslam gözlemcisi, en ünlü İslam bilginleriyle şu ortak sonuca varıyor: Batı kapitalizmi ile aşağı yukarı 19. yüzyılın başlarında Arabistan'dan kaynaklanan bir rönesansı yaşayan, yani yüzyıldır rönesans çağında bulunan İslam dünyası arasındaki ilişki; başka bir deyişle bitkin düşmüş aşırı yorgun· luk ve derin yaralar yüzünden sarsılmış, derinlemesine çatlaklarla zedeli, üste­ lik bağrında düşmanını, yani devrimci proletaryayı barındıran kapitalist dünya ile 18. yüzyıl da içine düşmüş olduğu çöküntüden her alanda, dini, kültürel, si­ yasal, ekonomik alanlarda kurtulmakta olan bir İslam dünyası arasındaki iliş­ ki bugün tıpkı Haçlı Seferleri zamanında olduğu kadar gergindir. O tarihlerde Türklerin 11. yüzyılda Hıristiyan dünyasına girmeleriyle, Doğu ile Batı arasında yüzyıl süren bir savaş başlamıştı. Ortaçağın bu yüzyıl süren boğuşmasından Batı, zaferle ve güçlenerek çık­ mıştı. Oysa bu savaşın dünya kültüründe derin, hatta onulmaz yaralar açtığı bilinen bir gerçektir. Şimdi ise bu ilişki tersine dönmüş durumda. Batı'nın yozlaşmış ve çöken kapitalizmi karşısında Doğu'nun ve İslamın genç ve gittikçe güçlenen dünyası tehdit edici biçimde ayağa kalkıyor. Emperyalizm tarafından onlarca yıldır aşa­ ğılanan, ezilen, sömürülen sayısız milyonlar, bu hareket ve sömürünün ağırlığı oranında emperyalizme öfke duyuyorlar. Ve bu Batı'nın gücü ve büyüklüğü çok daha azdır; düşmanıyla, yani dev­ rimci işçi sınıfıyla, aynı çatı altında yaşamaktadır. Eğer sosyalist hainler çöken sistemin elinden tutmasalardı, devrimci işçi sınıfı bu Batı'nın işini çoktan bi­ tirmişti. Ama yine de savaştan önceki yıllara göre durum muazzam farklıdır. 1914 yılından önce Çarlık, Doğu'nun özgürlüğüne ve Müslüman halkların öz­ gürlüğüne Batılı emperyalistler kadar düşmandı. Ama artık Çarlık yok edilmiş, onun yerine proleter Rusya geçmiştir. Proleter Rusya, Doğu halklarının kendi kaderlerini tayin hakkının ve özgürlüğünün gerçek dostudur. 1914'ten önce Almanya, görünüşte Müslüman halkların dostuydu. Gerçek­ te ise, o da öbürlerinden farksız azgınlıkta ve amansız bir düşmandı. Bugün Almanya, emperyalist bir devlet olarak ortadan silinmiş, müttefiki olan Tuna Monarşisi yok edilmiştir. 1914'ten önce İtalya, İslam devletlerinin bağımsızlığı­ nın düşmanlarından biriydi; İtalyan emperyalizmi, savaştan öylesine güçsüz çıkmıştır ki, Balkanlar'daki ve Anadolu'daki bütün istemlerinden vazgeçmek zorunda kalmıştır. Sadece Libya'da sözüm ona egemenliğini sürdürmektedir. Libya'daki bu sözde egemenlik de yıkılmaya mahkumdur. İtalyan proletaryası, 1920'den bu yana attığı geri adımlardan sonra ileriye doğru tek bir adım atmaya görsün, İtalyan emperyalistlerinin Libya'yı ellerinde tutma hevesleri de kur­ saklarında kalacaktır. Demek ki İslam dünyasının altı büyük düşmanından geriye ikisi kalıyor. Bir de daha küçük bir düşman olan Hollanda kapitalizmini sayabiliriz. Hollanda

kapitalizmi, savaş sırasında karnını tıka basa doyurmuş olup şimdi de İngiliz savaş filosunun peşinden yardımcı gemi gibi gitmektedir. Demek ki, altı düş­ man yerine sadece iki düşman: İ ngiliz ve Fransız emperyalizmleri var. Bu iki büyük arasında Fransız emperyalizmi, İslam dünyasına karşı daha uysal, hatta daha akılcı denilebilecek bir tutum içindedir. Ama savaşın hemen ertesinde durum henüz böyle değildi. Cellat Gouraud'nun128 yönetimindeki Fransız bir­ liklerinin Yakındoğu'da uyguladıkları vahşet henüz belleklerden silinmiş de­ ğildir. Bay Stoddard, 1921 sonlarında yazdığı kitabında, Yakındoğu'daki duru­ mun ciddiliğini anlattıktan sonra şöyle diyor: "Son zamanların en umut verici işareti, İngiliz .hükümetinin uyanarak durumun gittikçe büyüyen vahametini kavramış ve buna bağlı olarak tutumunu değiştirmeye başlamış olmasıdır. Ö te yandan, Yakındoğu'daki en karanlık işaret ise, Fransa'nın ısrarlı uzlaşmaz tutumudur. Anlaşı­ lan, eski geleneklerinden bir türlü kopamayan Fransız siyaseti, gerçeğe gözünü kapamakta ısrar ediyor. İşler patlama noktasına geldiğinde -ki Fransa tutumunu değiştirmedikçe bu patlama kaçınılmazdır- karanlık günün birinde 20-30 kadar Fransız müfrezesi çölün derinliklerinden yükselen Arap öfkesinin elinde boğulacak ve yeni bir Adua'da129 yok edi­ lecektir. Doğu konusunda az çok bilgi sahibi olan herkesin üzülerek var­ dığı yargı, işte budur. Fransız siyaseti kendi eliyle ektiklerini biçecektir." İşte, daha pek kısa süre önce Suriye'deki durumun Fransız işgali açısından ne denli tehlikeli gözüktüğünü bu uzman yazar bize anlatıyor. Yazar, Arap Be­ devi dünyasının estireceği kasırganın Fransız birliklerinin üzerinde toplanan bulutlarını görmüş, bu kasırganın Fransız birliklerini bir çırpıda silip süpüre­ ceğini belirtmişti. O günden bu yana Fransızların İslam siyaseti değişmiştir. Hangi etkiler sonucu? Fransız emperyalizminin içinde bulunduğu genel du­ rumdan kaynaklanan ve yukarıda birkaçına değinmiş olduğumuz nedenlerin dışında, bazı kapitalist çıkarların, özellikle de petrol sermayesinin çıkarlarının bunda bir rol oynadığını söyleyebiliriz. Aslında bu konu, başlı başına derin bir konudur, burada sadece değinmekle yetineceğim. Daha da önemli olan Bay Stoddard'ın, örneğin 1921 yılında besleyebildiği umudun, yani İngiltere'nin İsı28

129

Henri Gouraud (ı867-ı946), Fransız general. Birinci Dünya Savaşı'nın önde gelen Fransız ge­ nerallerinden olan Gouraud, Batı Cephesi ve Çanakkale Kara Savaşı'nda kumandanlık yap­ mıştır. Seddülbahir'de yaralanarak sağ kolunu kaybetmesinin ardından Batı Cephesi'nde 4. Ordu'nun kumandanlığına atanmıştır. (YN) Adua Muharebesi (1896), Habeşistan'da (Etiyopya) bulunan Adua kentinde İtalya ile Habeşistan İmparatorluğu arasındaki muharebe. Savaşta ilk defa bir Avrupa ordusu bir Afrika ordusu tarafından yenilgiye uğratılmış, İtalyan ordusu yurtiçi ve yurtdışı kamuoyunda ciddi bir itibar kaybına uğramıştır. (YN)

lam siyasetinin değişebileceği umudunun, tamamıyla suya düşmüş olmasıdır. Lord Milner'in130 Mısır'daki yatıştırma çabaları da işe yaramamıştır. Kısa süre önce Mısır'da bulunan bütün gözlemciler, Mısırlı kitlelerin İngiliz kapitalizmi­ ne ve İ ngiltere'nin kendi süngüsü altında kurdurduğu sözde Anayasa yöneti­ mine karşı açık bir ayaklanma içinde olduğunu bildiriyorlar. Mezopotamya'ya gelince, burada da durumun İngiltere için ne denli tehlikeli olduğunu gelen son haberlerden anlamak mümkün. Arabistan'ın kenar bölgelerindeki, Filis­ tin, Sina Yarımadası, Irak ve Umman'daki İngiliz egemenliğinin, Avrupa'nın hiç mi hiç tanımadığı bir etkene bağlı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu etken, özgür Arabistan'daki bedevi şeyhlerinin tutumudur. Sözün kısası, Avru­ pa siyaseti çerçevesinde Alman tazminatı nedeniyle son zamanlarda çıkarları çatışan Batılı emperyalist devletlerin, Doğu siyaseti çerçevesinde de birbirleri­ ne tamamen ters düştüklerini, birbirleriyle ilişkilerinin, dostluğunun tam zıddı olduğunu söyleyebiliriz. Oysa Panislamizm, örneğin Sünusilerin önderi türünde, milyonlarca Müs­ lüman üzerindeki etkisi gittikçe artan siyaset adamlarına sahiptir. Bu siyaset adamları, hala İslamın karşısına dikilen bu iki büyük düşman arasındaki sür­ tüşmelerden yararlanmasını mutlaka bileceklerdir. İslam dünyasının bu fikir önderleri acele etmiyorlar, uygun zamanı kolluyorlar. Uygun zaman gelince de şu ya da bu düşmana gerekli darbeleri indireceklerdir. Bundan kimsenin kuş­ kusu olmasın. İslam dünyasının siyasal kurtuluşu uğruna verilen bu dünya çapındaki mücadelede devrimci proletaryaya düşen görev, bu mücadeleye tüm dikkati ile eğilmek ve moral desteği sağlamaktır. Bütün dünyada proletaryanın tek bir düşmanı vardır, o da emperyalizmdir. Ama bu emperyalizm tek bir bütün oluş­ turmadığı gibi, karşısındaki hasım da sadece proletarya değildir. Proletaryanın ve Doğu halklarının, özellikle de Müslüman halkların en güçlü düşmanı İn­ giliz İmparatorluğu'dur. Bu İ mparatorluğun dünyayı saran emperyalizmi, aynı zamanda Hint dünyası üzerindeki egemenliğine, ayrıca Akdeniz ve Hint Ok­ yanusu'ndaki deniz egemenliğine dayanmaktadır. İngiliz emperyalizmini des­ tekleyen bu köprüyü yıkmak Müslüman halkların elindedir. Bu köprüyü yıkın, bu emperyalizmin de yıkıldığını göreceksiniz ve bu yıkılış tüm İslam ve Doğu dünyasında öyle büyük bir yankı uyandıracaktır ki Fransız emperyalizmi de bu darbeden canını kurtaramayacaktır. Demek ki, İslam dünyasının, özellikle de Yakındoğu ülkelerinin Avrupa'nın her türlü siyasal hegemonyasından kurtul­ ması, yalnızca oradaki halkların, Doğu'nun henüz kapitalizmin pençesine düş130

Alfred Milner (1854-1925), Britanyalı siyasetçi ve devlet adamı. Birinci Dünya Savaşı sonunda sömürgeler bakanlığı yapmış, özellikle Güney Afrika'nın sömürgeleştirilmesinde önemli bir rol oynamıştır. (YN)

rnemiş olan yörelerindeki köylüler ile işçilerin yararına değil, aynı zamanda Batı Avrupa proletaryasının, dünya proletaryasının da büyük ölçüde yararına­ dır. Bu kurtuluşun sonucunda, Batı emperyalizminin yıkılması kaçınılmaz ola­ cak; emperyalistlerin canavarca barış antlaşmaları silinip gidecek; Avrupa'da devrim egemen olacak, Batı Avrupa, Sovyet Cumhuriyetleriyle Orta Avrupa ve Doğu Avrupa devletleri birleşecek; Balkan milliyetleri kurtularak büyük bir öz­ gür Balkan Cumhuriyetleri Federasyonu'nu oluşturacaklardır. Dolayısıyla uluslararası proletarya, İslam halklarının ekonomik, mali ve siyasal bakımlardan emperyalist devletlerin egemenliğinden, etkisinden tam olarak kurtulma yolundaki siyasal çabalarını selamlar. Bu çabalar İslam dün­ yasında ücret köleliğini ve üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti kaldırma­ ya yönelik olmasa bile, Avrupa sermayesinin egemenliğinin köklerini sarstığı için, uluslararası proletarya bunları destekler.

Komünist Enternasyonal 4. Dünya Kongresi Kararı "DOGU MESELESİ ÜZERİNE TEZLER" 131 5 Kasım - 5 Aralık 1922

( ... ) iV. Doğu'da işçi Hareketi

Doğu'daki genç işçi hareketi, yerli kapitalizmin son zamanlardaki geliş­ mesinin bir ürünüdür. Bugüne kadar buralardaki işçi sınıfı, en ileri unsurları da dahil olmak üzere, henüz bir geçiş aşamasında, loncalar halindeki küçük zanaattan büyük fabrikalara geçiş aşamasında bulunmaktaydı. Burjuva-milli­ yetçi aydınlar işçi sınıfının devrimci hareketini emperyalizme karşı mücade­ leye çektikçe, onun yeni yeni filizlenen sendikal örgütlerini ve eylemlerini de, başlangıçta, yönettiler. Proletarya, bu tür eylemlerde, başlangıçta burjuva de­ mokrasisinin "genel milli" çıkarlarının sınırları dışına çıkmıyordu. (Çin ve Hin­ distan'daki emperyalist bürokrasi ve yönetime karşı grevlere bakınız) Burjuva milliyetçiliğinin temsilcilerinin Sovyet Rusya'nın siyasal otoritesinden manen yararlanarak ve işçilerin sınıf içgüdüsüyle uyum sağlayarak kendi burjuva13ı

Protokoll des 4. Kongresses der Kommunistische Internationale (Petrograd-Moskova), "Leitsatze zur Orientfrage" (Komünist Enternasyonal'in 4. Dünya Kongresi'nde kararlaştırıl­ dı, 5 Kasım-5 Aralık 1922). Bkz. Komünist Enternasyonal 4. Dünya Kongresi Tutanağı, Verlag der Kommunistischen Internationale, Hamburg, 1923, s.1038-1041.

demokratik çabalarını "sosyalist" ve "komünist" bir kılığa soktuklarında ve böylece yeşermekte olan ilk proleter örgütlenmeleri bir sınıf örgütünün önün­ deki acil görevlerden, bazen kendileri bile ne yaptıklarını fark etmeksizin sap­ tırdıklarına sık sık rastlanmaktadır. Nitekim daha Komünist Enternasyonal'in 2. Kongresi'nde bile buna dikkat çekilmişti. (Ö rneğin Türkiye'de Pantürkizmi komünizm boyasıyla boyayan Yeşil Ordu Partisi132 ya da Çin'de Guomindang'ın bazı temsilcilerinin savunduğu "devlet sosyalizmi" gibi). ( ... ) V. Doğu'daki Komünist Partilerin Genel Görevleri

( . .. ) Yarısömürge ülkelerde (Çin, İran) ya da devlet bağımsızlığı için mücadele eden ülkelerde (Türkiye) burjuva milliyetçiliğinin bir emperyalist devletle ya da birbirleriyle çatışan birkaç emperyalist devletle uzlaşması tehlikesi sömürge­ lerde olduğundan çok daha büyüktür. Bunun nedeni emperyalistler arasında­ ki rekabetin daha büyük olmasıdır. Bu türden anlaşmaların her biri, iktidarın yerli bakim sınıflar ile emperyalizm arasında hiç de eşit olmayan bir biçimde bölünmesi anlamına gelir ve ülkeyi biçimsel bir bağımsızlık kisvesi altında yine dünya emperyalizmine hizmet eden eski yarısömürge tampon devlet olma durumunda bırakır. İşçi sınıfı, emperyalizme karşı, devrimci kurtuluş müca­ delesinde soluk almak için kısmi ve geçici ödünler verilebileceğini ve bunun gerekli olduğunu kabul etmekle birlikte, yerli hakim sınıfların kendi sınıf ayrı­ calıklarını korumak için emperyalizmle iktidarı bölüşme yolunda girişecekleri gizli ya da açık her çabaya kesinlikle karşı çıkacak ve asla uzlaşmayacaktır. Proleter Sovyet Cumhuriyeti ile sıkı ittifak kurma talebi, emperyalizme karşı birleşik cephenin mihenk taşıdır. (... )

132

Yeşil Ordu Cemiyeti, 1920 yılında kurulan siyasi bir cemiyet. Adnan Adıvar ve Yunus Nadi gibi kurucuları olan cemiyet, İslami düşünceler ile Bolşevikliği uzlaştırmaya çalışmışur. (YN)

KOMÜNİST ENTERNASYONAL YÜRÜTME KOMİTESİ RAPORU133 9 Kasım 1922

( .) Ayrıca bu yıl içinde Türkiye'de, Çin'de ve Mısır'da, az çok güçlü parti çe­ kirdekleri kurduk. Hiç kuşkusuz bu konuda hayallere kapılmak yanlış olur; bunlar henüz çok küçük çekirdeklerdir. Ama yine de ileri doğru atılmış birer adımdırlar ve biz oradaki yoldaşlara iki alanda çalışma yapmaları için yardım­ cı olmalıyız: Birincisi, proletarya hareketinin çekirdeğini genişletmeleri için, ikincisi de tüm kurtuluş hareketinin öncüsü olarak burjuvaziye karşı çıkmaları için. (.) ..

. .

133

Bericht des Exekutivkomitees, 2. oturum, 9 Kasım 1922, Komünist Enternasyonal 4. Dünya Kongresi Tutanağı (Protokolle des 4. Weltkongress der Komunistischen International), Verlag der Kommunistischen lnternationale, Hamburg, ı923, s.52.

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi TÜRKİYE KOMÜNİST PARTİSİ134 9 Kasım 1922

Türkiye'deki milli devrim bir olgu olarak karşımızda duruyor. Anadolu'nun genç burjuvazisi, şimdi ilkbaharını yaşamaktadır. Sultanlığın kaldırılması, din işlerinin devlet işlerinden ayrılması ve kadının özgürlük kazanması yolunda atılan adımlar, Türk burjuvazisinin devrimci girişimlerinden bazılarıdır, Anadolu'da proletarya zayıftır. İstanbul'daki ve diğer birkaç büyük merkez­ deki proletarya, sayısız küçük işletmeye dağılmıştır. Türkiye'de temel bir işçi yasası yoktur. Bu nedenle, Türkiye Komünist Partisi'nin ilk görevi, bu hakların kazanılması olmalıdır. İstanbul'da Komünist Partisi ancak birkaç yüz kişiyi bir­ leştirebilmektedir. Kendine özgü bir yayın organı vardır ve şu sırada sendikacı­ lık alanında çok önemli faaliyetler geliştirmektedir. Komünist Partisi şu sırada Ankara'da bir komünist grubun yargılanmasını yürüten burjuvazinin baskısı ile karşılaşmaktadır.

134

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi Raporu. "Bericht des Exekutivkommites", 2. Oturum, 9 Kasım 1922, Komünist Enternasyonal 4. Dünya Kongresi Tutanağı, Verlag der Kommunistischen Intemationale, Hamburg, 1923, s.37.

Al-Palieux TÜRKİYE ÜZERİNE EMPERYALİST PAZARLIK135 14 Kasım 1922

Yabancı sermaye, daha emperyalist savaş başlamadan önce, kollarını Os­ manlı İmparatorluğu'nun içlerine kadar uzattı. 1903 yılına kadar Türkiye yal­ nızca İngiltere ve Fransa'nın himayesi altındaydı. Ama Türkiye'de barış içinde yaşayan İngiliz ve Fransız paylarının içine Alman sermayesinin Bağdat yoluyla çomak sokmasından sonra mali sermayenin rekabeti alevlendi. il. Wilhelm, ko­ ruyucu unvanını rakiplerinin elinden oldukça başarılı bir biçimde koparıp aldı. Türkiye'nin 1903-1914 yılları arasında yaptığı 12 dış borçlanmadan en büyük 4'ü Almanya iledir. Aşağıdaki cetvel, Alman sermayesinin Türkiye'ye yatırılan İngiliz sermaye­ sini ne büyük bir hızla aştığını ve bu sermayenin, halifelik ülkesinde yayılmış Fransız sermayesini nasıl adım adım geriletmeye başladığını gösteriyor. Bütün Türk işletmelerineı36, yatırım yaptılar. Fransa İngiltere Almanya 135 136

Sermaye (frank)

Oran (o/o)

902.893.000 230.458.000 552.653.000

53,55 13,66 33,77

Al-Palieux, "lmperialistische Handel um die Türkei" (22 Kasım Korrespondenz, sayı 2ıs, yıl 2, Kasım 1922, s.1554-1555. Bkz. Komintern Doğu Şubesi'nin 1. numaralı bildirisi.

ı922), lntemationale Presse­

Alman sermayesi 11 yıl içinde bankalar ve demiryolları gibi bazı önemli "ku­ manda mevkilerini" ele geçirmesini bildi. Savaş arifesinde Fransa, İ ngiltere ve Almanya'nın "etki ve denetim alanında" bulunan demiryolu uzunluğu şöyleydi:

Fransa Britanya Almanya

Uzunluk (km)

Sermaye (frank)

2.077 610 2.565

550.238.000 114.693.000 466.078.000

1863 yılında kurulan Osmanlı Bankası, savaşa kadar geçen yıllar boyunca Türkiye'de çalışır durumda olan tek mali kuruluştu. Bu banka, tüm ülke düze­ yine yayılmış şubeleri sayesinde Fransız- İngiliz etkisinin güçlü bir yöneticisi olmuştu. Ama Almanya, İ ngiliz ve Fransızların bu ileri karakolunda da hatırı sayılır bir gedik açtı. Türk hükümeti, emperyalist savaş döneminde Alman sermayesi dışın­ da kalan tüm yabancı sermayeye el koydu. Alman sermayesi, tüm Osmanlı İmparatorluğu'nu tekeli altına aldı, tek hakim haline geldi. Ama yenilgiden ve 1918 Ateşkes Anlaşması'nın imzalanmasından sonra, Alman "istimlakçileri" ga­ lip İtilaf Devletleri tarafından "istimlake" uğradılar. İngiltere, Fransa ve kısmen de İtalya, zaferleri sayesinde Türkiye'yi köleleştirmek ve onu sınırsız sömürü hırslarına kurban etmek için bütün olanakları kazanmışlardı. Ama bu anda, Boğazlar'ın ufuklarında, savaştan sonra Almanya'nın yerini alan Amerika be­ lirdi. Amerikan sermayesi daha savaş sırasında Türkiye'de mali şebeke ağını örmeye başlamıştı. Amerikan işadamları güçlü rakiplerinin yokluğunu fırsat sayıp tüm ülkeye sağlamca yerleşmesini bildiler. Amerikan petrolü Lazistan'a (Rize) ve neredeyse Batum'a kadar giriyor. Bütün Anadolu'yu Amerikan şekeri, Amerikan makineleri, kimyasal maddeleri, manüfaktürü, hazır giysileri, çuval­ ları vb. kaplıyor. Amerikalılar özellikle temel üsleri haline getirdikleri Samsun limanına iyice yerleştiler. 1913 yılında Rusya, Karadeniz kıyısındaki bu limandan 213.515,60 kuruş değerinde 475.308,50 varil petrol ithal etti. Romanya ise, Samsun üzerinden 862.790 kuruşluk petrol ithal etti. 1913 yılında Amerika'nın ithalatı hemen he­ men sıfırdı. Ama daha 1919-1921 yılları arasında Amerikan petrolü Anadolu pa­ zarında tek satıcı hakkına. sahip olarak egemen oldu. İki Amerikan destroyeri Samsun limanında sürekli nöbet bekliyor. Ama Türk eti yiyen bütün emperyalist köpekbalıkları arasında Fransız bor­ sası, yukarıdaki sayılarda da görüldüğü gibi hala birinci sıradadır. Fransa, Türkiye'ye aşağı yukarı 3 milyar Frank yatırdı. Bu, Türkiye'ye yatırılan tüm ya­ bancı sermayenin yüzde 60,31'ini oluşturmaktadır. Taş kömürü ocaklarında,

Osmanlı Bankası'nda, demiryollarında, tramvaylarda, limanlarda, bakır ma­ denlerinde, yani her yerde Fransız sermayesi başrolü oynuyor. Bazı işletme­ lerde tekel durumuna geliyor. Fransa'nın bu yüzde 60,31'inin zaferi, Kemal'in birliklerini İ stanbul'a sevk etti. Ama Fransız borsasının sevinci kursağında kalmaktadır. Çünkü Amerikan sermayesi sistemli bir biçimde Anadolu'nun petrol yataklarına yaklaşmakta, ülkenin başlıca ulaştırma üslerine yerleşmekte ve hegemonyayı elinden kopa­ rıp almak amacıyla Fransa'yla şiddetli bir rekabet yürütmektedir. Fransa, bütün Türk limanları, demiryolları ve Türkiye'nin zenginliklerinin sömürülmesi konusundaki ayrıcalıkları her ne pahasına olursa olsun elinde tutmaya çalışıyor. Amerika, petrol depolarını Erzurum'a taşıyor ve demiryolla­ rını eline geçirmek için şimdiden planlar hazırlıyor. Doymak bilmeyen gözle­ rini Mezopotamya ve Musul üzerinde gezdiren Amerikan Yankisi'nde kendine yeni bir rakip gören İngiltere, çıldırtıcı, neredeyse ölümcül bir humma nöbe­ ti geçirmeye başlıyor. İtalya ayrıcalık anlaşmaları yapıyor ve kendine önemli avantajlar sağlıyor. Türkiye üzerindeki emperyalist pazarlıklar her geçen gün artmaktadır.

Komünist Balkan Federasyonu Yürütme Komitesi BALKAN ÜLKELERİNİN İŞÇİ VE KÖYLÜLERİNE137 17 Kasım 1922

İşçiler, köylüler! Yunanistan ile Türkiye arasında barış henüz gerçekleşmedi, akan kanlar henüz kurumadı, Anadolu'da ateşe verilen kentlerin, köylerin dumanları hala tütmekte. Ama yine de Balkanlar üzerinde yeni bir savaşın kanlı hayaleti dolaş­ maya başlamıştır. Emperyalist İtilaf Devletleri, birbirleriyle mücadelelerinde Balkan devletlerini araç olarak kullandılar. Şimdi de çıkarları gerektirirse, bu devletleri Türkiye halkının milli kurtuluş mücadelesini bastırmak, Türkiye'yi ekonomik ve siyasal boyunduruk zincirinde tutmak, Boğazlar'ı ele geçirerek Yakındoğu'daki durumlarını güçlendirmek için böyle davranmak zorundalar. Son olaylar ve Lozan Konferansı, İtilaf Devletleri'nin fetihçi siyasetine, özel­ likle de İ ngiltere ve Fransa'nın Türkiye ve Balkan devletlerine karşı siyasetine açıklık getirmektedir. Yunan halkı, kendisine hükmedenlerin ölümcül maceracı siyasetinin kar­ şılığını, binlerce kurban vererek, malt ve ekonomik açıdan tam bir iflasla öde­ di. Tıpkı Bulgar burjuvazisinin 1913 ve 1918 yılında, Sırp burjuvazisinin 1915 yılında ve Rumen burjuvazisinin 1916 yılındaki çöküşü gibi Yunan burjuvazi137

Exekutivkomitee der Kommunistischen Balkanföderation (Sofya, 2 Aralık 1922), "Manifest der Kommunistischen Balkanföderation. An die Arbeiter und Bauern der Balkanlander!", Internationa/e Presse-Korrespondenz, sayı 8, yıl 3, 11 Ocak 1923 s.61-62. ,

sinin milliyetçi, yağmacı siyaseti de çöktü. Balkan devletlerindeki burjuvazi ve hanedanlar, bütün Balkan halklarını birbiri ardından kanlı felaketlere ve korkunç bir yoksulluğa sürüklediler. Bu halkların hepsi ekonomik bakımdan perişan oldu ve büyük kapitalist devletlerin boyunduruğu altına girdi. Milli­ yetçi burjuvazilerin geçici başarılarını İtilaf Devletleri'ne ekonomik ve siyasal yönden tam bir bağımlılıkla ödeyen ve haklarını gasp eden zorba bir yönetime boyun eğmek zorunda kalan Yugoslav ve Rumen halkları bu bakımdan bir is­ tisna oluşturmuyor. Yunanistan'ın durumu, burjuvazi ve hanedanların Balkan halklarını milli kurtuluş ve birliğe götürmediğini, tam tersine savaşa, sefalete ve ölüme sürük­ lediğini yeniden kanıtlamaktadır. Aynı zamanda bu, sosyalist Balkan Federal Cumhuriyeti siyasetini bir kez daha doğrulamaktadır. Yıllardır bu siyaseti izle­ yen Balkan komünist partileri, bugün işçileri ve köylüleri, Balkan ülkelerinin bütün halkını bu bayrak altında birleşmeye çağırmaktadır. Yunanistan'ın yenilgisi ve Türk milli ordularının İstanbul'a doğru ilerle­ mesi Balkanlar'daki durumu değiştirdi. Yunanistan'ın yenilgisi aynı zamanda İngiltere'nin yenilgisi oldu. İngiltere savaşta Yunanistan'ı destekledi ve onu, Anadolu'yu istila siyasetinin ileri karakolu olarak kullandı. Türkiye'nin başa­ rısı, İtilaf Devletleri'nden, özellikle de İngiliz emperyalizminin boyunduruğun­ dan kurtulma mücadelesi veren Türkiye halkının başarısıdır. Türkiye ve büyük emperyalist devletler arasındaki bu mücadelede Balkan halklarının ekonomik, siyasal ve milli çıkarları, emperyalist soyguncuların yayılmacı emellerinin kar­ şısında ve Türkiye halkının yanındadır. Başta İngiltere ve Fransa olmak üzere büyük emperyalist devletler Türkiye'den ne istiyor? Onu boyunduruk altında tutmak, kesin olarak sömür­ geleştirmek ve aralarında paylaşmak istiyorlar. Kısa bir süre öncesine kadar Türkiye'ye uyguladıkları siyasetlerde birbirleriyle mücadele eden İngiltere ve Fransa, bugün Türkiye halkının elde silah istilacıları kovaladığı ve milli bağım­ sızlığını tam olarak kazanmak istediği bir anda görüş birliğine vararak Türklere karşı birleşiyorlar. Amaçları, ortak güçlerle Türkiye'nin istila edilmesini ve bo­ yunduruk altına alınmasını sağlamaktır. İ ngiltere, Küçük Asya'ya aslında Hindistan üzerindeki sömürgeci egemenli­ ğini güvence altına almak amacıyla hükmetmek istiyor. Ama bugün biraz daha fazlasını da istemektedir: İstanbul ve Boğazlar'a el atarak Karadeniz'i bir İngi­ liz savaş denizine dönüştürmek. İngiltere'nin büyük çabalar sarf ederek talep ettiği "Boğazlar'ın serbestliği"nin altında yatan gerçek niyet budur. İngiliz emperyalizminin, esasen bütün İtilaf Devletleri emperyalizminin Anadolu'ya, Boğazlar'a ve Karadeniz'e yerleşmesi Balkan halkları için ve Ka­ radeniz kıyısında yaşayan diğer halkların özgürlüğü ve bağımsızlığı için büyük bir tehlike oluşturacaktır. Üstelik bu, emperyalist İngiltere'nin Rusya halkının

yüce cumhuriyetine karşı, devrimci Rusya'ya karşı vereceği mücadele için daha büyük yeni bir üsse kavuşması demek olur. Büyük emperyalist devletlerin Yakındoğu halklarına ve Balkan halklarına karşı güttüğü istilc�cı emellere Lozan Konferansı'nda olsun, geçenlerde top­ lanan Cenevre Konferansı'nda olsun karşı çıkan tek devlet Sovyet Rusya'dır. Böylece Rusya Cumhuriyeti, emperyalist boyunduruktan kurtulma mücadelesi veren Yakındoğu'nun ezilen ve boyunduruk altındaki tüm halklarını da, Bal­ kan halkalarını da koruyor. Balkan ülkelerinin burjuvazisi ve hanedanları, Balkan hükümetleri bu­ gün hala eskiden olduğu gibi büyük kapitalist devletlerin elinde iradesiz birer oyuncaktır. Bunlar, Türkiye halkı ile İngiliz-Fransız istilacıları arasındaki bü­ yük tarihsel mücadelede İngiltere'nin ve Fransa'nın tarafını tuttular. Böylece Balkan halklarının yaşamsal çıkarlarına, bu halkların milli bağımsızlığına bir kez daha ihanet ettiler. Bugün de Balkan hükümetleri, Balkan halklarının do­ ğal müttefiki olan Türkiye halkı ile anlaşmak ve yüce Rusya Cumhuriyeti'nin desteğini sağlamak yerine, İngiliz ve Fransızların özendirmesiyle yeni bir savaş ve hanedanlar birliği kuruyorlar. Bu birliğin amacı, Balkan halklarını Türkiye ve Rusya'ya karşı yeni bir savaşa sürüklemektir. Son olaylarda Trakya'ya sahip olma sorunu ön plana çıktı. Bulgar burju­ vazisi Ege Denizi'ne açılan bir kapı ile Trakya'nın özerkliğini istiyor. Ama bu özerklik lafazanlığı altında milliyetçi istila siyasetini uyguluyor. Trakya'yı ilhak etmeyi amaçlıyor. Trakya'yı silah zoruyla kendi elinde tutmak isteyen milliyetçi Yunan burjuvazisi de aynı istila siyasetini gütmektedir. Bu halklar, milli kurtuluş ve özerklik mücadelelerinde tamamen haklıdır ve bütün Balkan halkları tarafından desteklenmelidir. Trakya halkları, ancak milli kurtuluş mücadeleleri komşu Balkan ülkelerinin burjuvazisinin etkisin­ den kurtulur ve Trakya'da bir Sovyet Cumhuriyeti, Balkanlar'da ise federal bir Sovyet Cumhuriyeti'nin kurulmasına yönelirse tam bağımsızlıklarına kavuşa­ bilirler. Sırp burjuvazisinin, başka milliyetten halkların yaşadığı Yugoslav ve özel­ likle Makedonya eyaletlerinde uyguladığı hakları gasp etme, milliyetsizleştirme ve ·terör yönetimi, halklar arasında büyük hoşnutsuzluk yaratarak bağımsızlık ve özerklik için milli bir hareketin doğmasına yol açıyor. Bulgar burjuvazisi, Makedonya'daki milletlerin bağımsızlık ve özerklik hareketinden hem ülke içindeki gerici siyaseti hem de milliyetçi istilacı dış siyaseti için yararlanmak is­ tiyor. 1912 yılında Makedonya'yı istila etmek ve parçalamak amacıyla Sırp bur­ juvazisiyle bir birlik kuran Bulgar burjuvazisi, bugün özerklik maskesi altın­ da Makedonya'ya karşı aynı istilacı emelleri güdüyor. Makedonya'da yaşayan milletlerin bağımsızlık ve özerklik mücadelesi haklı bir mücadeledir ve Balkan

halklarının en yaşamsal çıkarı bu mücadeleyi desteklemeyi gerektirir. Ama bu mücadele ancak, Bulgaristan, Yunanistan ve Yugoslavya'nın istilacı emellerine hizmet etmekten vazgeçip Makedonya'da bir Sovyet Cumhuriyeti kurulmasına yöneldiği zaman Makedonya'daki milliyetlerin kurtuluşuna yol açar. Romanya'da Boyarlar ve burjuvazi, sömürülen kitlelerin ve ezilen halkla­ rın üzerinde kurdukları acımasız diktatörlükle egemenliklerini sürdürüyor. Balkanlar'da ortaya çıkan son bunalım sırasında Yugoslavya gibi Romanya da yeniden İtilaf Devletleri emperyalizminin, özellikle de İngiltere'nin oyunca­ ğı oldu. Türkiye'nin bağımsızlığını kazanma çabalarına karşı çıktı ve Sovyet Rusya'ya karşı düşmanca bir siyaset izleyerek kışkırtıcılık yaptı. Dünyayı yeni bir savaşın tehdit ettiği günümüzde sosyal yurtseverler, prole­ taryanın özgürlük mücadelesinin bu ünlü hainleri, tıpkı Avrupa'daki kardeşleri gibi burjuvaziye hizmet sunuyorlar. Sosyal yurtseverler, Lahey'deki Uluslararası Barış Kongresi'nde burjuvaziy­ le işbirliği yaptıklarını doğrulamış ve burjuvaziye karşı birleşik cepheyi reddet­ mişlerdir. Sosyal yurtseverler, Rus proletaryasının temsilcilerince sunulan, bütün işçi örgütlerinin temsilcilerinden oluşan özel bir komisyon kurma önerisine karşı çıktılar. Bu komisyon, yeni bir savaş tehlikesine karşı emekçi kitlelerin ortak eylemini örgütleyecek, hazırlayacak, yönetecek ve böylece Balkan halklarını ve tüm çalışan insanları tehdit eden kanlı bir facia olasılığını yok edecektir. Bütün Balkan devletlerinin işçileri ve köylüleri, emperyalist devletler­ le onların maşası olan Balkan ülkeleri burjuvazisi ve hanedanlarının Balkan halklarını Türkiye'ye ve Rusya'ya karşı yeni bir savaşa sürükleme çabalarına kararlılıkla karşı çıkmalıdır. Çalışan halk kitleleri sermayenin saldırısına ve Balkanlar'daki gericiliğe karşı, milliyetçiliğe, monarşiye ve emperyalizme karşı birleşmelidir. Ancak böyle bir mücadelenin sonunda burjuvazinin kendilerine taktığı boyunduruğu silkip atacak ve Balkan halklarını yeni savaşlara, sarsın­ tılara ve sefalete sürükleyen yerli kapitalizmin zincirlerini parçalayacaklardır. Balkan halkları, toplumsal ve milli kurtuluşlarına ancak işçi ve köylülerin ikti­ darı ele geçirmesiyle, ancak devrimin zaferiyle kavuşabilirler. İşçiler, köylüler! Balkan ülkelerinin tüm ezilen halkları, yağmalanan halkları! Komünist Partisi'nin bayrağı altında birleşerek burjuvazinin sömürü, istila, toplumsal ve milli baskı siyasetine karşı cesaretle mücadele edin. Komünist Partisi 'nin bayrağı altında toplanın. Komünist Balkan Federasyonu, Balkan halklarının bağımsızlığına ve hayatına kasteden ve İtilaf Devletleri emperyaliz­ minden etkilenen Balkan burjuvazisinin savaş ve hanedanlar birliğinin karşı­ sına, bütün Balkan ülkelerinin çalışan halk kitlesinin güçlü birliğini çıkartıyor.

Türkiye ile barış! Türkiye halkının Avrupa emperyalizmine karşı milli ba­ ğımsızlık mücadelesiyle dayanışma! Yakındoğu ve Balkanlar'daki ezilen halkların biricik savunucusu Rusya Sosyalist Federal Sovyet Cumhuriyeti ile barış ve ittifak! İşçi ve köylülerin iktidarı ele geçirmesi için onların Federal Sosyalist Balkan Sovyet Cumhuriyeti'nde birleşmesi için mücadelede ileri!

KOMÜNİST ENTERNASYONAL ÜYE KONTROL KOMİSYONU RAPORU138 17 Kasım 1922

Türkiye'de bugün İstanbul Partisi ve Ankara Partisi olmak üzere iki parti bulunmaktadır. Ankara'daki partinin 300 üyesi vardır. Kongre'ye iki delege çağırılmıştı, altı delege geldi. Bunlardan ikisine oy kullanma hakkı tanınmış, ikisine konuk kartı verilmiş, geri kalan ikisi ise kongreye kabul edilmemiştir. İstanbul'daki Parti'nin üye sayısını bilmiyoruz. Oradan da iki delege çağırıl­ mıştı, üç delege geldi. Bunlardan ikisine oy kullanma hakkı tanındı, üçüncü­ süne ise söz hakkı verildi.

138

Bu rapor, Komünist Enternasyonal 4. Dünya Kongresi'nin 13. Oturumu'nda sunulmuştur. (YN) Bkz. Eberlein (Almanya), "Bericht der Mandatsprüfungskommission. Diskussion zur Frage der Offensive des Kapitals. Protest gegen die Verhaftung der polnischen Abgeordneten", 17 Kasım 1922, Komünist Enternasyonal 4. Dünya Kongresi Tutanağı, Verlag der Kommunistischen Internationale, Hamburg, ı923, s.366.

Orhan [Sadrettin Celal] TÜRKİYE KOMÜNİST PARTİSİ ÜZERİNE KONUŞMA139 20 Kasım 1922

BAŞKAN: Yoldaşlar, Lozovski yoldaşın kapanış konuşmasını yarına erteli­ yoruz. Başkanlık Divanı, bu akşam sözü son derece acil ve önemli bir bildirisi olan Türkiyeli bir yoldaşa vermeyi kararlaştırdı. ORHAN: Yoldaşlar, hepiniz gazetelerde Anadolu'da komünistlerin kitle ha­ linde tutuklandığını ve istanbul'daki Türkiye İşçi Sendikası'nın kapatıldığını bildiren haberleri okumuşsunuzdur. Bu baskıları ve Kemalizmin bu yeni yö­ nelişinin anlamını doğru kavramamız için, Kongre'ye Ankara ve İstanbul Ko­ münist Partisi'nin faaliyeti ve milliyetçi hükümetin siyaseti konusunda bilgi vermeyi gerekli gördüm. Türkiye Komünist Partisi'nin kuruluşu, işçilerle köylülerin verdiği kurtu­ luş mücadelesinin başına geçmeyi başaran burjuva milliyetçi hükümetin tam da bu emekçi kitlelerin en hayati çıkarlarının karşısına dikildiği bir döneme rastlar. İşte bu yüzden, Türkiye Komünist Partisi daha kurulduğu anda iki düş­ manla karşı karşıyaydı: Emperyalizm ve milliyetçi burjuvazi. Parti, en büyük 139

Bu konuşma, Komünist Enternasyonal 4. Dünya Kongresi'nin 17. Oturumu'nda yapılmıştır. "Orhan", Sadrettin Celal'in takma adıdır. Kendisi, Kongre'de Türkiye Komünist Partisi heye­ tinin sekreteriydi. (YN) Orhan (Türkiye), "Diskussion zur Gewerkschaftsfrage. Über die Kp. der Türkei.", 20 Kasım 1992, Komünist Enternasyonal 4. Dünya Kongresi Tutanağı, Verlag der Kommunistischen lnternationale, Hamburg, 1923, s.526-532.

düşman olan emperyalizme karşı mücadelenin daha önemli olduğuna inan­ dığından, hükümeti emperyalizme karşı mücadele ettiği sürece desteklemeye karar verdi. Öte yandan da, işçiler ve köylüler için demokratik reformlar talep etmeye ve onları örgütlemeye devam etti. Bu tutum, 2. Kongre'nin milli mesele ve sömürgeler meselesi hakkında almış olduğu kararlara uygundur. Parti, ku­ rulduğu günden bugüne, bu siyasetinde değişiklik yapmamıştır. Bunun kanıtı olarak size, partinin orduya, işçilere, köylülere yaptığı ve onları nihai zafere kadar mücadeleyi sürdürmeye çağıran bildirisini göstermek isterim. Ayrıca, Parti, Yunan ordusuna ve emekçi kitlelerine de bir bildiri yayınlamış ve onları ayaklanmaya ve Yunan burjuvazisinin ve İngiliz emperyalizminin çıkarları için dövüşen orduyu parçalamaya çağırmıştır. Parti, geçtiğimiz günlerde yeni bir bildiri daha yayınladı ve İstanbul halkını gericiliğe ve emperyalizme karşı birleşik bir cephe oluşturmaya, Sultan'ın kaç­ masını engellemeye ve onu yüce halk mahkemesinin önüne çıkarmaya çağırdı. Bağımsızlık hareketinin bağrından doğmuş olan ve Misakı Milli'yi savu­ narak, emperyalizme karşı mücadele propagandası yaparak tüm Doğu'nun desteğini sağlayan Büyük Millet Meclisi Hükümeti, son üç yıllık faaliyetiyle bu sözlerinin bir aldatmacadan başka bir şey olmadığını kanıtladı. Bu bakımdan özellikle şu olaylar çok öğreticidir: 1. Hükümetin, Sovyet hükümetiyle il� ilişki kurduğu günlerde Moskova'ya gönderdiği temsilciler, ülkede büyük bir komünist partisi olduğunu, bu par­ tinin özellikle köylüleri etrafında topladığını ve hatta bazı yerlerde köylü Sovyetler'i bile kurulduğunu iddia etmişlerdi. 2. Hükümet, Sovyet Rusya'nın gözünü boyamak amacıyla, ilk zamanların­ da "Yeşil Ordu" adı altında, tamamen burjuva unsurlardan oluşan sözüm ona Bolşevik bir parti kurdu. 3. İlk Sovyet heyetinin Ankara'ya gelmesinden sonra hükümet, bu Yeşil Ordu'dan arta kalan yüksek memur ve aydınlarla resmi bir komünist partisi kurdu. 4. Öte yandan, Londra Konferansı'na gitmekte olan heyet, emperyalist hü­ kümetlerin gözüne girmek için her geçtiği başkentte kısa süre önce yirmi kadar komünistin öldürüldüğünü -ki aralarında en seçkin yoldaşlarımız olan Suphi ve Ethem Nejat da vardır- zindanlardaki diğer komünistlerin de öldürüleceğini ve bu ülkeye Bolşevik belasının giremeyeceğini ilan edip durdu. 5. Fransızlarla 1921 yılında imzalanan Antlaşma da, hükümetin Doğu'dan uzaklaştığı ve Misakı Milli zararına ödünler verdiğini kanıtlamaktadır. 6. Son olarak, Komünist Partisi'ne ve Türkiye İşçi Sendikası'na yönelen sal­ dırıların Lozan Konferansı'nın toplanmasıyla aynı tarihe rastladığını görüyoruz. Ankara hükümetinin içteki siyasetine gelince, bu siyaset, programında de­ mokratik reformlara yer veren grup ya da partilerin bağımsız çalışmasını engel-

lemek, her türlü muhalefeti güç toplayıp sağlamlaşmasına fırsat vermeden yok etmek ve halkı birtakım şatafatlı sözlerle aldatmaktan ibarettir. Bu siyaseti şu olgularla somutlayabiliriz: ı. Hükümet, Büyük Millet Meclisi içinde oluşan ve geniş çaplı bir reform programını savunan "Halk zümresi"ni bastırmıştır. Hükümet, anayasanın hazırlanması sırasında önerilen meslek seçim siste­ mini reddetmiştir. Hükümet, Büyük Millet Meclisi 'ndeki muhalefet gruplarını bastırmak amacıy­ la bir "Dayanışma Grubu" kurmuş ve geniş halk kitleleri üzerindeki hakimiyetini sağlama almak için de Anadolu'nun her yerinde tamamen burjuvaziden, toprak ağalarından ve diğer vurgunculardan oluşan gruplar yaratmıştır. Hükümet, verdiği onca söze rağmen emekçi kitleler yararına hiçbir reform yapmamıştır, tam tersine var gücüyle sendika ve işçi derneklerinin kurulmasına engel olmakta, köylüleri dayanılmayacak kadar ağır vergiler altında inlemektedir. Partinin Kitlelerle İlişkisi

Partinin attığı sloganlar, sömürülen işçi-köylü kitleleri arasında güçlü bir yankı buldu. Bunlardan sınıf bilinci en yüksek olanlar partiye girdi. Hükümet sürekli olarak partiye baskı yaptığı halde, işçiler ve köylüler partiye gittikçe daha sıkı sarıldılar. Parti, kısa zamanda önemli başarılar kazandı. Faaliyetinin ikinci dönemini oluşturan 1922 Mart'ından Ekim ayına kadar geçen süre bo­ yunca Parti, propaganda ve eğitim alanında, ayrıca kızıl sendikaların örgütlen­ mesi ve komünist gençliğin örgütlenmesinde değerli çalışmalar yaptı. Partinin kitleler üzerindeki büyük etkisinin farkına varan hükümet, onun faaliyetini durdurma zorunluluğunu duydu. İstanbul

Sizlere, işçi hareketi konusunda İstanbul 'daki komünist grubun etkisi ko­ nusunda da bir şeyler anlatmak istiyorum. Geçtiğimiz günlerde İstanbul 'daki Türkiye İşçi Sendikası, komünizm propagandası yaptığı bahanesiyle kapatıldı. Oradaki çalışma, her yerdekinden daha zordur. Yoldaşlar! Bugün gerici Tür­ kiye hükümeti ve emperyalizmle, komünizmin bu amansız düşmanıyla müca­ dele eden yoldaşlarımızın içinde bulunduğu güç ve trajik koşulları size uzun boylu anlatmama gerek yok. Ama bütün zorluklara ve bütün teröre rağmen iki yıla yakın süredir gizli çalışan İstanbul'daki komünist grup, kitleler üze­ rinde önemli bir etki sağlamayı başarmıştır. Bu grup, fabrikalarda, atölyeler­ de ve emekçilerin bulunduğu hemen her yerde hücreler kurdu, legal ve illegal broşürler, gazete, bildiri, çağrı yayınladı, komünist örgütlerden düzenli olarak sağladığı sayısız basın bildirisi dağıttı.

İstanbul komünist grubunun kazandığı başarıların hepsini bu akşama sığ­ dırmam olanaksızdır. Ama yine de, sizlere bir fikir vermek için şunu söyleye­ yim ki, İstanbul komünist grubu geçtiğimiz Temmuz ayında İstanbul'un belli başlı işçi örgütlerini sermayenin genel saldırısına karşı proletaryanın birleşik cephesini kurmak amacıyla bir araya getirmeyi başarmıştır. Ne var ki, o güne kadar sınıf bilinci en yüksek işçi örgütü olarak bildiğimiz "Beynelmilel Amele İttihadı", bu birleşik cephe girişimini baltaladı. Bu yol­ daşlar, işçi sınıfının henüz hazır olmadığını ve her şeyden önce eğitilmesi ge­ rektiğini söylediler. Buna karşılık biz de, aslında birliği istemeyenlerin baştaki yöneticiler olduğunu, ama birliğin eylem yoluyla ve eylem içinde gerçekleşece­ ğini savunduk. Ayrıca şunu da belirttik: "Eğer biz bugün bu birliği gerçekleş­ tiremezsek, yarın burjuvazi birbirinden kopuk olan bütün işçi örgütlerini yok edecektir." Hayat bizi doğrulamıştır. Bugün bunun sonuçlarını görüyoruz. Hükümetin Yeni Yönelişi, Uzun Vadeli Gelişme Yönü

Kemalizmin yeni yönelişi konusunda özetle şunları söyleyebiliriz: Türkiye'nin milliyetçi burjuvazisi, Londra Konferansı'nda emperyalizme karşı nefret dolu olduğu halde, Türkiye emekçi kitlelerinin sömürülmesine katılma olanağı belirir belirmez, eski aşırı savaş siyasetini terk etmeye başlamıştır ve artık bir ödün ve ihanet siyaseti benimsemektedir. Milliyetçi burjuvazi, Londra Konferansı'ndan bu yana artık devrimci değildir. Ve şimdi de Ankara hüküme­ ti, hem kendi varlığını sürdürmek hem de temsilcisi olduğu büyük burjuvazi­ nin çıkarlarını korumak için ihtiyaç duyduğu barış koşullarını elde edebilmek için, Lozan Konferansı'nda emekçi kitleler zararına Misakı Milli'den ödün ver­ meye hazırlanıyor. Gördüğünüz gibi, Ankara hükümeti, sermayenin proletaryaya ve komünist­ lere yönelttiği genel saldırıya katılmıştır. Kongre'nin açılış toplantısında Clara Zetkin yoldaş, İtalya, Polonya, Romanya, Yunanistan, Letonya ve başka yer­ lerde komünistlere yapılan baskıları mahkum ederken, Mustafa Kemal hükü­ metinin Türkiye Komünist Partisi'ne uyguladığı vahşice baskıyı anlatan telgraf elimize geçmiş bulunuyordu. Bu baskıya "vahşice" demekte haklıyız. Çünkü polisler, tutuklulara ustura bıçakları ve sivri demirlerle insanlık dışı işkenceler yapmışlardır. Mustafa Kemal hükümeti, kitle tutuklamaları sırasında tutuklanan yoldaş­ ları Sovyet Rusya hesabına casusluk yapmakla, yani vatana ihanetle suçluyor. Son gelen haberlere göre tutuklamalar sürmektedir. Tutuklananların sayısı 200'ü aşmıştır, İstanbul'da Türkiye İşçi Sendikası kapatılmıştır ve komünist­ ler kovuşturma altındadır. Bugüne kadar hiçbir ülkede, olağan koşullarda, bu çapta bir tutuklamaya girişilmedi. Ama artık gerçek dostlarını ve düşmanlarını

tanımasını öğrenen işçilerle köylüler, bütün bu baskılara ve teröre rağmen par­ tilerine daha sıkı sarılıyorlar. Bunu şu olgularla kanıtlayabiliriz: 1. Ankara cephane fabrikasında çalışan komünist işçiler tutuklandığında, komünist olmayan işçiler tutuklama nedenini sordular. Kendilerine tutuk­ lananların komünist olduğu cevabı verilince de şöyle dediler: "Mademki siz işçilerin çıkarlarını savunanları tutukluyorsunuz, o halde bizi de tutuklayın. Bugüne kadar biz komünist değildik, ama şimdi olduk." 2. Bu keyfi tutuklamayı protesto eden ve işçileri Komünist Partisi etrafında birleşmeye çağıran komünist bir işçinin bu çağrısı, oradaki işçilerin büyük ço­ ğunluğu tarafından desteklendi. Sonunda çatışma çıktı ve olay yerine koşan subaylar ortalığı güçlükle yatıştırabildi. 3. Köylüler ise, köylü örgütlerindeki tutuklamalara karşı oldukça ciddi bir biçimde direndi. İstanbul'da komünistler, diktatörlüğe ve emperyalizmle burjuvazinin el ele vererek uyguladığı teröre rağmen mücadele mevzilerini terk etmediler. 4. Yoldaşlar! Size anlattıklarımdan da anlaşılacağı gibi, Türkiye ve İstan­ bul Komünist Partisi, Komünist Enternasyonal'in talimatlarına uygun olarak milli kurtuluş hareketini her zaman desteklemiştir. Komünist Partileri, genel durumu göz önüne aldılar, çabalarını proletaryanın örgütlenmesi ve bilinçlen­ dirilmesi üzerinde yoğunlaştırdılar ve geniş halk kitleleri yararına demokra­ tik reformlar talep ettiler. Ama milliyetçi burjuva hükümet, partinin bütün bu iyi niyetli ve olumlu tutumuna rağmen ona baskı yapmaktan hiç vazgeçmedi. Şimdi de bu hükümetin, devrimci ve komünist ne varsa yok etmeye kararlı ol­ duğunu görüyoruz. Aslında hükümetin, tam da emperyalist güçler Türkiye'yi her bakımdan kö­ leleştirmek için birleşmişken ve kendisinin emekçi kitlelerle dünya proletar­ yasının desteğine en çok ihtiyacı varken, böyle körü körüne antikomünizme sarılması gerçekten gariptir. Ama bu yaptıkları cevapsız kalmayacaktır. Müca­ dele ettiği üç yıl boyunca kendisini desteklemiş olan emekçi kitleler ve dünya proletaryası buna tepki gösterecek ve aptallığını ve işlediği büyük suçu gözüne sokacaklardır. Yoldaşlar! Türkiye heyeti olarak Komünist Enternasyonal 4. Kongresi'ne emperyalizmin ve milli ihanet hükümetinin diktatörlüğü altında inleyen Tür­ kiye emekçi halkı ile zindanlarda cesaretle büyük kurtuluş gününü bekleyen tutuklu yoldaşlara hitaben, dünya proletaryası adına aşağıdaki açık mektubun gönderilmesini öneriyoruz: 140

140

Türkiye Heyetinin önerisi aynen kabul edildi. Karar metni ayrı başlıkla bundan sonraki say­ fada yer alıyor. (YN)

Komünist Enternasyonal 4. Kongresi Kararı TÜRKİYE1NİN KOMÜNİSTLERİNE VE EMEKÇİ KİTLELERİNE! 22 Kasım 1922

Büyük Proleter Devriminin beşinci yıldönümüne rastlayan Üçüncü Enter­ nasyonal 4. Kongresi, Türkiye'nin işçi ve köylü sınıfına, Batı emperyalizmine karşı kahramanca bağımsızlık mücadelesi vererek kazandığı zafer dolayısıyla en iyi dileklerini yollar. Türkiyeli yoldaşlar! Sizler, bütün köleleştirilmiş Doğu'ya ve sömürge ülkele­ re devrimci bir bağımsızlık hareketinin canlı örneğini verdiniz. Ama son olaylar, sizin eşsiz fedakarlığınız sayesinde kazanılan bu zaferin meyvelerini milliyetçi burjuva hükümetin gasp etmek istediğini gösteriyor. An­ kara'daki milliyetçi hükümet, Türkiye büyük burjuvazisinin yararına elde ede­ ceği bazı ödünler karşılığında emperyalistlerle anlaşmaya hazırdır. Bu yeni siyasetini uygulamaya başlayan hükümet, ilk iş olarak partiyi da­ ğıttı, bütün Parti örgütlerine baskı yaptı, kitle halinde tutuklamalara girişti, tutuklu yoldaşlara vahşice davrandı ve son olarak da İstanbul'daki Türkiye İşçi Sendikası'nı kapattı. Türkiye Komünist Partisi, emekçi kitlelerin emperyalizme karşı mücadelesinde milliyetçi burjuva hükümeti daima desteklemiştir. Hatta Türkiye Komünist Partisi, ortak düşman karşısında kendi programından ve ide­ alinden geçici olarak fedakarlık yapmaya bile hazır olduğunu göstermiştir Dolayısıyla hükümetin Komünist Partisi'ne karşı tutumu ancak şöyle açık­ lanabilir: Hükümet, yardımımızı sağlamak için vaat etmiş olduğu reformların

gerçekleşmesini talep edecek işçi ve köylü sınıfının bilinçli temsilcilerini yolu­ nun üzerinden kaldırmak istemekte ve Lozan Konferansı'nda gerçek bir bur­ juva hükümeti olarak boy göstermeye heveslenmektedir. Türkiye'nin burjuva hükümeti, size ve sizin temsilcilerinize karşı suç işlemeye cüret ediyor. Onların işlediği bu suçlar, Rusya proletaryası başta olmak üzere bütün dünya prole­ taryasının en şiddetli tepkisini çekecektir. O Rusya proletaryası ki, bütün em­ peryalist ve kapitalist devletlerin Türkiye'nin emekçi halkını boğazlamak için birleştiği en zor günlerde bile, hiçbir maddi fedakarlıktan kaçınmamıştır. İşte, milliyetçi hükümet emperyalizmle anlaşmaya hazırlandığı içindir ki, sizin gerçek temsilcilerinizi yok etmek ve sizi dışarıdaki dostlarınızdan kopar­ mak istiyor. Komünist Enternasyonal 'in 4. Kongresi, bu vahşi davranışı şiddetle protes­ to eder ve emperyalizmin jandarması rolünü oynamayacak, emperyalizme ve gericiliğe karşı mücadeleyi sürdürecek ve Türkiye'nin emekçi kitlelerinin ya­ rarına demokratik reformlar gerçekleştirecek olan her hükümeti ya da siyasi partiyi desteklemeye hazır olduğunu bildirmeyi görev sayar. Tutuklu yoldaşlar! Tüm dünya proletaryasının kurmayı ve savunucusu olan Komünist Enternasyonal, sizin şahsınızda Türkiye emekçi kitlelerinin sınıf bi­ linci en yüksek olan ve en fedakar temsilcilerini en sıcak duygularla selamlar. Yoldaşlar, zindanların karanlığı devrimin güneşini asla karartamamıştır; bunu unutmayın. Yoldaşlar, devrimin zaferinin arifesinde hakim sınıfların artan vahşeti, as­ lında onların aczini ifade eder; bunu unutmayın. Biz, kapitalizmin kendi iç çe­ lişmelerinin yükü altında çöktüğü ve emperyalist çelişmelerin doruğa ulaştığı anda uluslararası burjuvazinin, yeni komünist toplumun öncü savaşçılarına ve yaratıcılarına saldırısını iki kat artırdığını saptıyoruz. Ama hiçbir beyaz terör, önüne geçilmesine imkan olmayan nihai zafere inananları yıldıramamıştır. Ve zindana atılan, katledilen her yoldaşın yerini, sömürülen proleter kitlelerinden gelen yüzlerce yenisi almaktadır ve onlar kur­ tuluş mücadelesini daha da büyük bir güçle sürdürmektedir. Yoldaşlar! Üçüncü Enternasyonal, sizleri cellatlarınızın elinden çekip almak için elinden geleni yapmayı kendine görev bilir. Yaşasın dünya devrimi! Yaşasın Türkiye'nin fedakar komünistleri! Yaşasın Komünist Enternasyonal! Yaşasın Sovyet Rusya!

Komünist Enternasyonal 4. Kongresi VERSAY BARIŞ ANTLAŞMASI ÜZERİNE KARAR141 22 Kasım 1922

( ) Devrimcileşen Doğu'nun öncüsü Türkiye, Barış Antlaşması'nın silah zoruy­ la uygulanmasına başarıyla karşı koydu: Lozan Konferansı'nda bu barış hari­ kasının önemli bir bölümü törenle gömülüyor. ( ) ...

...

141

Protokoll des 4. Kongresses der Kommunistischen lntemationale. "Die Orientfrage'', 19. Oturum, 22 Kasım ı992, Verlag der Kommunistischen Intemationale, Hamburg, s.560-590.

Orhan [Sadrettin Celal] DOGU MESELESİ ÜZERİNE TARTIŞMA142 23 Kasım 1922

Yoldaşlar, Komünist Enternasyonal, sömürge halklarının verdiği bağımsız­ lık mücadelesinin dünya devrimi için son derece önemli olduğu görüşünü be­ nimsedi. Batı'nın komünist partilerinin, Doğu ve sömürgeler meselesine neden gereken önemi vermediklerini bu yüzden bir türlü anlayamıyoruz. Bunun en çarpıcı kanıtı, üzülerek belirtelim ki, İtalyan Komünist Partisi'nin, eylem programına sömürgelerdeki komünist partilerin görevleri konusunda hala özel bir bölüm koymamış olmasıdır. Ne yazık �i, Doğu meselesinin tartışılmasında 4. Kongre'nin de 3. Kongre'nin örneğini izlediğini görüyoruz. Yoldaşlarımızın eleştirilerine tamamen katıl­ maktayız. Emperyalizme karşı birleşik cephe, bizce, emperyalizme karşı mücadele için en ileri sınıfların, emekçi kitlelerin asgari taleplerinin karşılanması teme­ linde oluşturduğu bir tür koalisyondur. Sermayenin saldırısına karşı İkinci ve İkibuçukuncu Enternasyonal'in iha­ net siyasetini açığa çıkararak kitleleri kazanmayı amaçlayan proletaryanın 142

Bu konuşma, Komünist Enternasyonal 4. Dünya Kongresi'nin 20. Oturumu'nda yapıl­ mıştır (YN). Orhan [Sadrettin Celal] (Türkiye) , "Orientfrage. Protest gegen den Terror in Südafrika.", 23 Kasım ı922, Komünist Enternasyonal 4. Dünya Kongresi Tutanağı, Verlag der Kommunistischen lnternationale, Hamburg, 1923 s.623-626. ,

birleşik cephesi, nasıl işçilerin asgari talepleri temelinde (sekiz saatlik işgü­ nü, ücretler, sendika kurma hakkı vb.) kurulmuşsa, aynı şekilde emperyalizme karşı birleşik cephenin de hedefi, emperyalizmin güçlerini dağıtmak, kitleleri kazanmak ve emperyalistlerle uzlaşmaya çalışan hakim sınıfların dış siyasetini açığa çıkarmaktır. Kitlelere emperyalizme karşı birleşik cephenin zaferinin gereğini kavrat­ mak için, bu taktiği kitlelerin toprak reformu, idari reform, vergi reformu, se­ çim reformu vb. taleplerini içerecek biçimde somutlaştırmak gerekir. Artık İkinci ve İkibuçukuncu Enternasyonaller de, sözle bile olsa, Batı ve Doğu emperyalizmine karşı çıkmak zorunda kaldıklarına göre, Avrupa'nın oportünist partilerine, bizim, Doğu'nun ve sömürge halklarının bağımsızlığı temelinde bir emperyalizme karşı birleşik cephe önermemiz gerekir. Dolayısıyla İngiltere İşçi Partisi'ne, hükümete şu konularda baskı yapması­ nı önermeliyiz: - Lozan Konferansı'nda Misakı Milli'ye uygun bir barış antlaşmasının imza­ lanması, - İstanbul'dan ve tüm Trakya'dan askerlerin derhal geri çekilmesi, - Boğazlar meselesinin, Rus-Türk Antlaşması'nın öngördüğü gibi, Karadeniz kıyı devletlerinin de katılmasıyla çözümü, - Bu mesele konusunda işçi gazetelerinde makaleler yazılmasına olanak ta­ nınması, - Suriye, Mezopotamya ve Filistin'den askerlerin geri çekilmesi. Tüm sömür­ gelerin ve yarısömürgelerin milli bağımsızlığının tanınması. Bizim önerimiz, en kısa zamanda hem bütün Doğu ülkeleri delegelerinin hem de Fransa ve İngiltere delegelerinin katılacağı bir kongre toplanmasıdır. Bu, Doğu'daki milli hareketin ve işçi hareketinin çıkarına olduğu kadar, bütün çalışan halkların işgalci kapitalist hükümetlerin boyunduruğundan kurtulma­ sına ve birleşik bir mücadele cephesinin örgütlenmesine de yararlı olacaktır. Emperyalizme karşı mücadele yürüten bütün devrimci örgütler bu kongreye çağrılmalıdır. Türkiye halkının dünya emperyalizmine karşı kazandığı son zaferler, Asya'nın ve Afrika'nın en uzak ülkelerinde, hatta Koşinşin'de143 bile coşkun yan­ kılar uyandırdı. Müslüman bir ülke olmayan Koşinşin'deki sevinç gösterilerine burjuva basınında özel bir yer verilmiştir. Bütün bu olgulardan hareketle, Türkiye Komünist Partisi'nin toplayacağı bütün ezilen halklar kongresinin dünya devrimi açısından birinci derecede önem taşıyacağını belirtiriz. 143

Koşinşin, Hindiçini'de bir ülke adıdır. (YN)

Sömürgelere ve yansömürgelere sahip ülkelerin partileri, özellikle de Fran­ sız ve İngiliz partileri, her türlü devrimci bağımsızlık hareketini desteklemeli ve sömürgelerindeki komünist partilerine, bunlar sanki kendi şubeleriymiş gibi, her bakımdan destek olmalıdırlar. Bu nokta üzerinde önemle duruyoruz; çünkü emperyalist ülkelerin komünist partileri bugüne kadar, milli özgürlük hareketine ve komünist partilerine karşı görevlerini, her ne hikmetse, ihmal etmişlerdir. Talebimiz, 4. Kongre'nin bütün şubelerine 21 şartın 8. maddesini144 uygulama görevini vermesi ve onları, emperyalistlerin siyasetini teşhire yara­ yacak bütün belge ve yayınları Doğu'nun komünist partilerine düzenli bir şe­ kilde göndermeleri için teşvik etmesidir. Aynca şubelerin Doğu'nun komünist partilerine, özel olarak işgal birliklerini parçalamak ve devrimcileştirmek ama­ cıyla hazırlanmış çeşitli broşür, gazete, bildiri, duyuru vb. de göndermelerini istiyoruz. Bu yayınlan dağıtma görevini, söz konusu ülkelerdeki komünist partileri üsteleneceklerdir. Üretici güçlerin içinde bulunduğu gelişme düzeyinden dolayı işçi sınıfının, nihai amaçlarını proletarya diktatörlüğü biçiminde derhal gerçekleştirmesinin mümkün olmadığı bu ülkelerdeki (hatta sanayileşmesi çok daha köklü olan ve proletaryanın sınıf bilincinin son yıllarda oldukça geliştiği Türkiye'de bile durum budur) genç komünist partileri için en önemli mesele, ilk elde partinin çatısını sağlamlaştırarak onu her türlü oportünist ve bireyci unsurdan temizle­ mek, proletaryayı iktisadi ve siyasi bakımlardan bilinçlendirip örgütlemek, işçi hareketini aralıksız ve sistemli bir çalışmayla sendikalarda merkezileştirmektir. Bu genç komünist partilerin kesin zaferlerinin ön koşulu, yarıproleter ve köylü kitlelerin üzerinde kuracakları etkidir. İşte bu yüzden, bu ülkelerin komü­ nist partileri, geçiş döneminde geniş emekçi kitlelerini birleştirecek ve hakim sınıfların durumunu bütün halkın gözünde zayıflatacak şiarlar atmalıdırlar. Doğu ülkelerindeki genç komünist partilerin başlıca görevleri kısaca şun­ lardır: - Milli kurtuluş hareketlerini her yoldan desteklemek. Bütün güçleri emper­ yalizme karşı birleşik cephede birleştirmek. Hakim sınıfın bu milli kurtuluş ha­ reketini baltalamaması için uyanık olmak. - Geniş emekçi kitlelerinin yararına daha demokratik talepler ileri sürmek. Bu taktik, bütün emekçi sınıfların sempatisini kazandıracak ve komünist parti­ sini halkın büyük partisi yapacaktır. 144

Bu 21 şart, dünya komünist partilerinin Komünist Enternasyonal'e üye olmaları için yerine getirmeleri gereken şartlardır. Bunlar, Komünist Enternasyonal'in 2. Dünya Kongresi'nde ka­ rarlaştırıldı. Söz konusu 8. madde, emperyalist ülkelerdeki komünist partileri, ezilen millet­ lerin kurtuluş mücadelelerini açık ve somut bir biçimde desteklemekle yükümlü kılmaktadır. (YN)

Ne var ki, partinin tüm faaliyeti bağımsızlık hareketini desteklemek ve re­ form talep etmekten ibaret kalırsa, o parti komünist partisi olmaktan çıkar. Partinin esas görevlerinden biri, işçi sınıfını bilinçlendirmek ve örgütlemek, sağlam bir çatı kurmak ve bu çatıyı sınamaktır. Parti, ancak bu şekilde, mil­ liyetçi ve sosyal hain önderlere rağmen proletaryayı ve yarı proleter kitleleri nihai zafere ulaştırabilir. (Alkışlar)

Roy DOGU SORUNU ÜZERİNE TARTIŞMA145 23 Kasım 1922

Yoldaşlar! Aslında, Kongre'de Doğu sorununu döne döne tartışmamız ge­ rekirdi. Bu sorunu sermayenin saldırısı ile iç içe tartışmamız gerekirdi; çünkü sermayenin saldırısından söz ettiğimizde, bu saldırının bugün dayandığı ya da gelecekte dayanabileceği kaynakları göz ardı edemeyiz. Ne var ki bu yapılma­ mıştır. Ve nihayet bu meseleye sıra geldiğinde de tartışmaya ayrılan zaman öyle kısıtlanmıştır ki bu kısacık sürede sorunu az çok anlaşılabilir bir biçimde bile ele almak olanaksızdır. Dolayısıyla Doğu ülkelerindeki durumu size kapsamlı ve ayrıntılı bir biçimde anlatabileceğimi pek sanmıyorum. Oysa bana kalırsa, Batı ülkelerindeki hareketin nihai zafere ulaştırılması açısından Doğu ülkele­ rindeki durum oldukça önemlidir. Ama yine de bana tanınan sürenin kısalığı­ na karşın, elimden geleni yapacağım. Komünist Enternasyonal'in 2. Kongresi'nde sömürge ve yarısömürge ülke­ lerdeki milli kurtuluş mücadelesine ilişkin temel ilkeler saptanmıştı. Bu temel ilkeler, ekonomik bakımdan ileri ülkelerdeki proletarya devrimi ve proletar­ ya hareketi ile geri halkların milli mücadelesi arasındaki ilişkiyi belirlemek 145

Roy (Hindistan ) , "Die Orientfrage", 20. Oturum, 23Kasım 1922, Protokoll derKommunistischen Internationale, 4. Weltkongress, Verlag der Kommunistischen Intemationale, Hamburg, 5 Kasım-5 Aralık 1922, s.590-598.

amacıyla saptanmıştı. Ama 1920 yıllarında, yani Komünist Enternasyonal 'in 2. Kongresi sırasında sahip olduğunuz deneyim henüz daha kapsamlı ilkeler saptamaya yeterli değildi. O günden bu yana, son iki yıl içinde sömürge ve ya­ rısömürge ülkelerdeki hareket, uzun bir gelişme dönemi geçirmiştir. Yapılması gerekli pek çok şey yapılmamış olduğu, özellikle de Komünist Enternasyonal ve Batı ülkelerinin komünist partileri bu hareketleri geliştirmek için onlarla daha yakın bağlar kurmayı aksattıkları halde, biz bugün sömürge ve yarısömürge ülkelerdeki hareketlerden daha fazla bilgi, deney ve anlayışla söz edebilecek durumdayız. Komünist Enternasyonal'in 2. Kongresi'nde kabul edilen tezlere göre sömür­ ge ve yarısömürge ülkelerdeki milli hareket nesnel olarak ve dayandığı temel açısından devrimci bir savaştır; bu niteliği ile de dünya devrim mücadelesinin bir parçasını oluşturmaktadır. Dolayısıyla Batı ülkelerinin, özellikle de emper­ yalist ülkelerin komünist partilerinin, bu hareketleri desteklemek için ellerin­ den geleni yapmaları kararlaştırılmıştı. Ama biz o zamanlar 2. Kongre'nin bu kararını, bu yönergesini nasıl hayata geçireceğimizi bilemiyorduk. Çünkü o günlerde "sömürge ve yarısömürge" gibi kapsamlı bir deyimin, çok çeşitli böl­ ge ve halkları içine aldığını bilenlerin sayısı pek azdı. Bu bölge ve halkların ise, toplumsal gelişme düzeyleri çok çeşitli, içinde bulundukları siyasal ve ekono­ mik gerilik birbirinden farklıydı ... O zamanlar biz, bu ülkelerin hepsi siyasal, ekonomik ve toplumsal bakımdan geri olduklarına göre, tümünü aynı sepete atabileceğimizi ve bu sorunu da yine bir sorun olarak çözebileceğimizi sanıyor­ duk. Bu yanlış bir görüştü. Bugün artık Doğu ülkelerinin ne siyasal ne ekono­ mik ne de toplumsal bakımdan bağdaşık bir birimmiş gibi ele alınamayacağını hepimiz biliyoruz. Bu yüzden Doğu sorunu, Komünist Enternasyonal için -tabii eğer Komünist Enternasyonal onu ciddiye almak isterse- Batı'daki mücadele­ den daha karmaşık bir sorundur. Batı ülkelerindeki hareketin toplumsal niteli­ ği, mücadele açısından aynıdır. Oysa Doğu'da durum farklıdır. Doğu ülkelerini üçe ayırabiliriz. İlkin, kapitalizmin oldukça yüksek bir ge­ lişme düzeyine ulaştığı ülkeleri görüyoruz. Bu ülkelerde sanayi, sadece büyük sermaye merkezlerinden ithal edilen sermayeler sayesinde gelişmiş değildir; bunun yanında yerli bir kapitalizm de yeşermiştir. Bu kapitalizm, sınıf bilin­ ci gelişmiş bir burjuvazi ile bunun karşıtı olan bir proletaryanın oluşmasına yol açmıştır. Aynı şekilde, bu proletarya da kendi sınıf bilincini geliştirmek­ te ve yavaş yavaş siyasal aşamaya yönelen ekonomik mücadeleler vermekte­ dir. İkinci olarak, kapitalist gelişmenin başladığı, ama henüz geri bir düzeyde bulunduğu, toplumun belkemiğini ise hala feodalizmin oluşturduğu ülkeleri sayabiliriz. Üçüncü olarak ise, ilkel ilişkilerin egemen olduğu, feodal ataerkil düzenin topluma damgasını vurduğu ülkeler vardır. Peki, o zaman "sömürge ve

yarısömüge" başlığında toplanan ve böylesine çeşitli gruplara ayrılan bu ülke­ lerde devrimci hareketi geliştirme için genel bir program çizmek ya da genel bir taktikle yol göstermek nasıl olanaklı olacaktır? Bugün önümüzde 2. Kongre ta­ rafından saptanmış olan bu temel ilkeleri derinlemesine geliştirme görevi du­ ruyor. Bugün karşımızdaki somut sorun, bu ülkelerdeki hareketin gelişmesine yardımcı olmak için ne yapmamız gerektiğidir. Çünkü, yukarıda saydığım fark­ lılıklara karşın, bu ülkelerin her birinde devrimci bir hareketle karşı karşıyayız. Ne var ki, bu ülkelerin toplumsal yapısı farklılıklar gösterdiği için devrimci ha­ reketin doğası da farklıdır. Toplumsal nitelik farklı olduğu oranda hareketlerin programı da farklı olmalı, ona göre farklı taktikler uygulanmalıdır. Kongremize katılan bütün Doğu heyetleri, bu gerçeği göz önünde tutmuş ve Komünist Enternasyonal'in Doğu Şubesi'yle ortak olarak bazı tezler hazır­ lamışlardır. Bu tezler Kongre'ye sunuldu. Söz konusu tezlerde Doğu'daki genel durum saptanıyor ve hareketin 2. Kongre'den bu yana gösterdiği gelişme anla­ tılıyor. Ayrıca, bu ülkelerdeki hareketin gelişmesini sağlayacak olan yöntemler de sıralanıyor. 2. Kongre sırasında, yani emperyalist savaştan hemen sonra, sömürge halk­ larında genel bir ayaklanma durunıu saptadık. Bu ayaklanmalar, savaşın getir­ diği yoğun ekonomik sömürünün bir sonucuydu. Bu büyük devrimci ayaklanma durumu bütün dünyanın ilgisini uyandırdı. 1919 yılında hem Mısır halkının hem de Kore halkının birden ayaklandığını görüyoruz. Bu iki uç noktanın arasında kalan ülkelerde ise, derece derece yo­ ğunluk ve yaygınlıkta devrimci ayaklanmalar oldu. Ama o tarihlerdeki bu hare­ ketler, büyük kendiliğinden ayaklanmalar olmanın ötesine geçmedi. O günden bu yana toplumsal ekonomik temelin gelişmesi oranında bu hareketleri oluş­ turan çeşitli unsur ve toplumsal etkenler de berraklaşmıştır. Sonuç olarak, iki yıl önce bu hareketlere etkin bir biçimde katılmış olan unsurların giderek uzak­ laştığını, hatta hareketi terk ettiğini saptıyoruz. Örneğin kapitalizmin daha ge­ lişmiş olduğu ülkelerde burjuvazinin en üst tabakası, yani ülkede bir şeylere sahip olan, daha büyük bir sermaye yatırımı yapmış ve bir sanayi kurmuş olan kesimi, bugün emperyalizmin himayesi altında bulunmayı kendisi için daha yararlı görmektedir. Çünkü savaşın sonuna doğru büyük toplumsal ayaklan­ malar baş gösterip devrimci bir fırtınaya dönüştüğünde bunun yol açabileceği sonuçlar sadece yabancı emperyalistleri değil, yerli burjuvaziyi de korkutmuş­ tur. Söz konusu ülkelerin hiçbirinde burjuvazi, yabancı emperyalizmin yerini doldurmayı umacak ve emperyalizmin yıkılışından sonra "düzeni ve huzuru" koruyacak kadar gelişmiş değildir. Aslında şimdi onlar, yabancı egemenliğini yıkacak devrimci ayaklanmanın ardından bir anarşi, kargaşa ve içsavaş döne-

minin gelmesinden korkuyorlar. Böyle bir dönem, onların çıkarlarına da zarar verecektir. Başka bir deyişle, burjuvazinin sanayiyi geliştirebilmek için yabancı emperyalizmin bu ülkelerin çoğuna getirmiş olduğu düzene ve huzura gerek­ sinimi vardır. İşte bu düzen ve huzurun tehlikeye düşmesi, kargaşa ve devrim­ ci ayaklanmalar olasılığının belirmesi karşısında yerli burjuvazi emperyalist efendilerle uzlaşmayı daha uygun sayıyor. Doğal olarak bu durum bazı ülkelerdeki hareketleri geriletmişse de bu ge­ çici uzlaşma hareketlerin temellerini zayıflatamaz. Emperyalizm, bu ülkelerde iktidarı elde tutabilmek için yerel destek bulmak, bir toplumsal temele dayan­ mak, o toplumun şu ya da bu sınıfının desteğini sağlamak zorundadır. Bugün emperyalizm artık eski sömürü yöntemlerini terk etmeyi uygun görüyor, yerli burjuvaziye ya da yerli burjuvazinin belli bir kesimine çeşitli siyasal ve eko­ nomik ödünler veriyor. Bu ödünler, yerli burjuvaziyi şimdilik yumuşatmakla birlikte, önünde yeni ufuklar da açmıştır. Bu ödünler sonucunda yerli burju­ vazi, ekonomik gelişmenin tadını almış, ortaya kapitalist bir rekabet çıkmıştır. Çünkü sömürge ülkelerde sanayi bir kez gelişmeye başladı mı, emperyalist ser­ mayenin tekelci konumunun temelleri de sarsılmaya başlar. Dolayısıyla yerli burjuvazi ile emperyalist burjuvazi arasındaki bugünkü uz­ laşma kalıcı olamaz. Bu uzlaşma, gelecek çatışmaların tohumlarını bağrında taşıyor. Toplumdaki yönetici unsurları tefeci sermaye ve ticaret sermayesiyle feodal bürokrasi ve feodal militarizmin oluşturduğu ve milli harekete bunların önder­ lik ettiği ikinci tür ülkelerde de bu emperyalist uzlaşma siyaseti uygulanmış­ tır. Ne var ki, buralarda bu siyaset, öteki ülkelerde görüldüğü oranda istenen sonuçları verememiştir. Bunun nedeni, feodal bürokrasi ile yerli burjuvazinin çıkarlarını uyuşturmak kadar kolay olmamasıdır. İşte bundan dolayıdır ki geç­ tiğimiz yılda Türkiye'deki mücadelenin, Türkiye'deki milliyetçi mücadelenin, sömürgelerdeki bütün mücadelelerden üstün olduğunu gördük. Ama Türkiye'deki son olaylar, aynı zamanda bu durumun zayıf yanlarını da gözler önüne seriyor. Hepimiz biliyoruz ki bir halkın toplumsal ekonomi­ si feodal ataerkil sisteme bağlı kaldığı sürece oradaki milli mücadele, siyasal anlamda millet olma duygusunu geliştirmeye yetmez. Toplumun önderliğini üstlenecek bir burjuvazi bulunmadığı sürece, bütün devrimci olanaklarıyla bir ulusal mücadele oluşamaz. Bu ülkelerin hepsinde milli mücadele, burjuvazi­ nin gelişmesine paralel olarak derinleşmiştir. Sömürge ülkeler burjuvazisinin emperyalist burjÜvaziyle sürekli olarak uzlaşmasının tehlikelerini bilsek bile, yukarıdaki saptamayla sömürgelerdeki burjuva milliyetçi hareketleri nesnel olarak devrimci olduğunu ve bu nedenle de desteklenmesi gerektiğini her za­ man için ilke olarak savunmalıyız. Ama bunun yanı sıra, bu nesnel gücü kayıt-

sız şartsız kabul etmenin doğru olmadığını ve özel tarihsel nedenlerin de göz önünde bulundurulması gerektiğini aklımızdan çıkarmamalıyız. Burjuvazi, dö­ nemini doldurmuş geri toplum biçimlerine karşı ayaklandığı zaman devrimci bir etken olur. Yani, mücadele özünde feodal düzene yöneliyor ve burjuvazi bu mücadelede halka önderlik ediyorsa, durum böyledir. O zaman burjuvazi, devrimin öncüsü durumundadır. Gel gelelim Doğu ülkelerinin yeni burjuvazisinin ya da bu burjuvazinin ço­ ğunluğunun böyle bir durumu olduğu söylenemez. Bu ülkelerde mücadeleye burjuvazi önderlik etmektedir, ama mücadele feodalizme karşı değildir. Bura­ larda söz konusu olan zayıf, gelişmemiş ve ezilmiş bir burjuvazi ile güçlü ve ge­ lişmiş bir burjuvazi arasındaki mücadeledir. Bu bir sınıf mücadelesi olmayıp, bir tür rekabet mücadelesidir; dolayısıyla uzlaşmanın unsurlarını da içinde barındırmaktadır. Dolayısıyla sömürgelerdeki milliyetçi mücadele, milli gelişme için devrim­ ci hareket, yalnızca burjuva ideolojisinden esinlenen ve yalnızca burjuvazinin önderliğindeki bir harekete dayandırılamaz. Bugün bu ülkelerdeki bütün bu yönetici unsurların, yani daha ileri ülkelerde liberal burjuvazi, ikinci grup ül­ kelerde ise feodal askeri zümrelerin emperyalist yönetimle ve emperyalist ka­ pitalizmle yavaş yavaş uzlaşma yolları aradığını görüyoruz. Bu olgu akla şöyle bir soru getiriyor: Acaba bu mücadeleye başka bir top­ lumsal unsurun sahip çıkması ve önderliği bugüne değin mücadeleyi yönetmiş olan ellerden çekip alması olası mıdır? Kapitalizmin yeterince gelişmiş olduğu ülkelerde böyle bir toplumsal un­ surun belirmeye başladığını görüyoruz. Bu ülkelerde bir proletarya sınıfı oluş­ maktadır. Kapitalizm, köylülüğü sıkıştırdığı her yerde büyük bir yoksul ve top­ raksız tarım işçisi kitlesinin ortaya çıkmasına yol açıyor. İşte bu kitlelerin yavaş yavaş mücadelenin içine çekilmesi sonucunda mücadele artık salt ekonomik nitelikte olmaktan çıkıp, her geçen gün daha fazla siyasal bir özellik kazanı­ yor. Henüz feodalizm ile feodal askeri kliğin, yönetimi elde tuttukları ülkelerde de aynı şekilde gittikçe büyüyen bir köylü hareketinin geliştiğini görüyoruz. Emperyalist sermaye ile yerli toprak sahiplerinin ve feodal sınıfın çıkarlarının özdeş olduğu her çatışmada, her mücadelede görülüyor. Halk kitlesi ayaklan· dığında, milli hareket devrimci boyutlara ulaştığında, bu durum sadece em­ peryalist sermayeyi ve yabancı efendileri tehdit etmekle kalmamakta, yerli üst sınıfların da yabancı sömürücülere yanaşmasına yol açmaktadır. Sömürge ülkelerde ikili bir mücadelenin sürdüğüne tanık oluyoruz. Bu mü­ cadele, hem yabancı emperyalizme hem de yabancı emperyalizmi dolaylı ya da dolaysız güçlendiren ve destekleyen yerli üst sınıflara karşı sürdürülmektedir. Araştırmak zorunda olduğumuz sorunun özü de işte budur: Çıkarları em­ peryalizmin çıkarlarıyla çelişen ya da ekonomik gelişmeleri emperyalist ege-

menlik yüzünden engellenen yerli burjuvazi ve yerli üst sınıfların mücadeleye atılmalarını sağlamak için anlan nasıl yüreklendirmeli ve desteklemeliyiz? Bu etkenlerin nesnel devrimci öneminden yararlanma yolları bulmak zorunda­ yız. Öte yandan bu unsurların etkinliğini yalnızca buraya kadar sürdürmenin doğru olduğunu, daha ileri gitmelerine izin vermemek gerektiğini de hiçbir za­ man aklımızdan çıkarmamalıyız. Bu unsurların belli bir sınıra geldikten sonra devrimi durdurmaya çalışacaklarını bilelim. Bu güne dek hemen hemen her ülkede buna benzer deneyler yaşadık. Bütün Doğu ülkelerindeki hareketin son yıllar içindeki durumunu incelemek, yapacağımız programın maddelerini ge­ liştirmemize yardımcı olurdu, ama ne yazık ki buna zaman yoktur. Çoğunuzun bu ülkelerdeki hareketin gelişmesi hakkında oldukça iyi bilgi sahibi olduğuna inanıyorum. Bildiğiniz gibi Mısır'daki ve Hindistan'daki hareket, burjuvazinin korkaklığı ve yalpalayan tutumu yüzünden duralamıştır. Oysa buralarda geniş köylü ve işçi kitlesini kucaklayan büyük bir devrimci hareket vardı. Bu hareket, emperyalizmi ciddi bir biçimde tehdit ettiği halde emperyalizme ağır bir darbe indirememiştir. Bunun çok basit bir nedeni vardır: Hareketin önderliği burju­ vazinin elindeydi! Burjuvazinin iki gruba ayrıldığını görüyoruz. Sanayi bakımından gelişmiş olan ve emperyalist sermayeye bağlı büyük sanayi ve ticaret çıkarlarına sahip üst tabaka, kendi büyümesine yönelen tehlikeyi görerek emperyalizmin safı­ na geçmiştir. Böylece, zaten zayıf bir toplumsal zemini olan devrimci milliyetçi hareketin önüne dikilen somut engellerden biri haline gelmiştir. Bu burjuvazi, büyük devrimci hareketin başına geçerek onu yürütecek cesarete ve kararlılığa sahip değildi. Bu unsurlar tarafından ihanet edilerek saptırılan hareket, işte bugünkü bunalıma düşmüştür. Ö te yandan Türkiye mücadelesinde gördüğümüz örnek var. Bu mücadele halen sürmektedir. Türkiye halkının kazandığı önemli zaferin, bugün hareketin başında olan feodal askeri klik yüzünden, akılcı sonuçlara götürülemediğini hepiniz biliyorsunuz. Türkiye halkının nihai kurtuluşu, Türk milletinin siya­ sal ve ekonomik bakımdan bütünüyle kurtulması, sırf küçük bir feodal askeri kliğin çıkarları korunsun diye tehlikeye atılmıştır ve atılacaktır. Çünkü bu klik, kendisini bir grup emperyaliste satmayı çıkarlarına uygun gördü; bir emperya­ list gruba karşı ötekiyle birleşmeyi, çıkarlarına en uygun görmektedir. Bu tu­ tumları belki gruplarını daha da genişletebilir ve Mustafa Kemal Paşa'yı, esas olarak İngiliz emperyalizminin aleti olan Sultanın yerine tahta çıkartabilir ama Türkiye'nin milli sorununun çözümüne kesinlikle hizmet etmez. Bundan daha iki-üç ay önce, dünyadaki bütün devrimci unsurlar Mustafa Kemal Paşa'nın zaferlerini coşkuyla selamlarken, bugün Kemal, işçilerle köylülerin devrimci gücü sayesinde kurtulmuş olan özgür Türkiye'de, bu işçilerle köylülerin iyiliği

için çalışan herkesi zalimce kovuşturuyor. İ şte bu olgu, bu tür ülkelerin birinde ya da ötekinde burjuvazi ile feodal askeri kliğin milliyetçi devrimci mücadele­ nin önderliğini üstlenebileceğini, ama bir noktadan sonra bu insanların hare­ kete mutlaka ihanet ederek karşıdevrimci bir güce dönüşeceklerini kanıtlıyor. Nesnel olarak daha devrimci olan öteki toplumsal unsuru siyasal bakımdan eğiterek bunların yerini alabilecek düzeye getiremediğimiz sürece milliyetçi mücadelenin nihai zafer kazanması bugün için biraz zordur. İki yıl öncesin­ de bu sorunu bu açıklıkla göremiyorduk. Ama yine de nesnel olarak böyle bir eğilim vardı. Bugün Doğu ülkelerinin hemen hemen hepsinde komünist par­ tileri, siyasal kitle partileri vardır. Söz konusu ülkelerin çoğunda bu partilere Batılı anlamda bir komünist partisi denemeyeceğini biliyoruz. Ama bu parti­ lerin varlığı oradaki toplumsal etkenlerin halk kitlelerinin, işçilerle köylülerin taleplerini, çıkar ve özlemlerini dile getirecek, yansıtacak siyasal partileri zo­ runlu kıldığını kanıtlamaktadır. Bunlardan beklenen, yalnızca yerli burjuvazi­ nin ekonomik gelişmesi ve siyasal bakımdan güçlenmesi için mücadele eden milliyetçiliğin yerine geçmeleri, burjuva siyasal partileri olmamalarıdır. Doğu ülkelerindeki komünist partilerin varlığı ve bunların tarihsel rolü, soruna baş­ ka bir açıdan baktığımızda daha da önem kazanıyor. Bilindiği gibi sömürge ve yarısömürge ülkelerde burjuvazi, mücadele sahnesine biraz geç, 150 yıl kadar geç çıkma gibi bir talihsizliğe uğramıştır. Dolayısıyla kurtarıcı rolü oynamaya hiçbir biçimde hazır değildir. Çünkü o, ancak belli bir noktaya kadar gidebilir, hem bu noktadan öteye geçmeyi zaten kendi de istemez. Ve milyonlarca halkın milli kurtuluş özlemi çektiği, ilerleyebilmek için kendisini hem ekonomik hem de siyasal olarak emperyalizmden kurtarmak zorunda olduğu bu ülkelerde, burjuvazinin önderlik ettiği bir milliyetçi devrimci hareket, yukarıdaki neden­ lerden ötürü başarı kazanamaz. İşte bu komünist partileri de bugün için birer hücreden öte varlık göster­ meseler bile, bu bakımdan zorunludurlar. Bu partiler, büyük bir rol oynaya­ caklardır; çünkü burjuvazi milli devrim mücadelesine ihanet ederek onu terk ettiğinde bu mücadeledeki önderliği devralmakla görevlidirler. Bu partiler, emperyalizmden kurtuluş mücadelesini sürdürecektir. Sömürge halklarının, ezilen milliyetlerin tam siyasal ve ekonomik bağımsızlık kazanması ancak bu partilerin sayesinde olanaklı olacaktır. Tarih, bu partilere bu görevi veriyor. Bu partiler, işçilere ve köylülere, yani nesnel olarak en devrimci unsurlara dayandıkları için bu görevin üstesinden gelme olanağına toplumsal açıdan da sahiptirler. İşçilerin ve köylülerin emper­ yalizmle hiçbir ortak çıkarları olamaz, ayrıca bu ülkeler kapitalist-emperyalist boyunduruk altında kaldığı sürece işçilerle köylülerin toplumsal durumlarının ve ekonomik koşullarının düzelmesi olanaksızdır.

İşte bu nedenlerden dolayı, bu ülkelerdeki devrim mücadelesi, ancak ve an­ cak işçilerle köylülerin önderliği altında, yani işçilerle köylüleri temsil eden bir siyasal partinin önderliği altında nihai zafer kazanabilir. Yoldaşlar, bu ülkelerde komünist partilerin örgütlenmesi zorunluluğu, önü­ müze bu komünist partilerin program ve taktikleri sorununu getiriyor. Komü­ nist Enternasyonal'in program sorununu tartışırken Doğu ülkelerinde bir prog­ ram geliştirmenin Enternasyonal için son derece karmaşık bir görev olduğunu ciddi bir biçimde değerlendirmek gerekir. Bu noktaya burada dikkati çekmek istiyorum. Komünist Enternasyonal'deki yoldaşlarımız bu sorunları inceleme­ ye bugüne değin çok az zaman ayırmış oldukları için -bunu ne yazık ki itiraf etmek zorundayız- sorun daha da karmaşıklaşmaktadır. Doğu ülkelerindeki komünist partileri tarafından kabul edilebilecek bir program hazırlayıp taktikler geliştirmemizden önce Enternasyonal'in çeşitli şubelerinin bu sorunlara biraz daha fazla eğilmesi ve daha büyük bir titizlikle bunları incelemesi gerekir. Bu çalışmaları boşa gitmeyecektir çünkü kendi ül­ kelerindeki burjuvazinin iktidarı da bugün için sömürge ülkelerdeki duruma sıkıca bağlıdır. Emperyalizm, bugün, sömürge ülkelerde sanayiyi geliştirme yo­ luyla kendini kurtarmaya çalışıyor. Savaş sırasında emperyalizm, özellikle de İngiliz emperyalizmi, geri sömürge ülkelerinin sanayileriyle ekonomilerindeki tekelci tutumunu birazcık gevşetmeyi uygun görmüştü. Sonuç olarak, örneğin Hindistan gibi tam 150 yıldan fazla bir süredir İngiliz sanayisinin yedek tarım deposu ve hammadde kaynağı olmuş bir ülkede savaş sırasında sanayinin az çok gelişmesine izin verildi. Avrupa'da kapitalist dengenin sarsılması, emper­ yalizmi yeni pazarlar aramaya zorlamaktadır. Böylece dünya kapitalizminin dengesi yeniden kurulacaktır. Emperyalizm, bu pazarları sömürge ülkelerde bulmayı umuyor, bu amaçla Hindistan ve Çin gibi ülkelerde sanayiyi geliştiri­ yor. Bu sorunu bu yoldan çözmeye çalışıyor. İşte emperyalizm, Avrupa proletar­ yasına karşı saldırısını bu sömürge ülkeler kaynağından yaralanarak ölümcül bir zaferle noktalamayı ummaktadır. Bu eğilimi hiçbir zaman gözden uzak tut­ mamalıyız. Gerçi bu noktada şöyle bir görüş öne sürülebilir: Hayır, bu olamaz, çünkü emperyalizmin çıkarları sömürge ülkelerin ekonomik bakımdan geri kalmasını gerektirir, zira böylece egemen ülkelerde üretilen mallar bu geri ül­ kelere satılabilecektir. Güzel. Ne var ki, bu, çok mekanik bir bakış tarzıdır. Sırf Çinlilerin etek boyunu üç-beş santim uzatmakla dünya tekstil üretimini iki ka­ tına çıkarabilirsiniz. Sanayiyi geliştirerek 400 milyon Çinlinin hayat düzeyini yükseltmek ve böylece dünya tekstil üretimini iki katına çıkartmak olanaklıdır. Demek ki, Çin'de sanayinin gelişmesi, kapitalist ana ülkelerde üretimin düş­ mesine yol açacak diye bir şey yok. Bu ülkelerin sanayilerini geliştirmeleri için

kendi üretemedikleri makinelere vb. gereksinimleri vardır. Dolayısıyla sömür­ ge pazarları belki bazı mal türleri açısından daralır ama makineler açısından genişler. Ayrıca, İngiltere ve öteki ülkelerin bugüne dek Orta ve Batı Avrupa'da pa­ zarlanan ürünleri içinde yeni alıcılar araması zorunludur. Bu yeni alıcılar ise, ancak sömürge ülkelerinin tüketim gücü artırılarak bulunabilir. Gördüğünüz gibi, kapitalizmin geniş boyutlu saldırısında emperyalist sermayenin sömürge ve yarısömürge ülkelerdeki yerli sermaye ile birleşmesi önemli bir rol oynuyor. Avrupa ülkelerinde kapitalizmin saldırısıyla başa çıka­ bilmek için mücadele güçlerimizi sömürge ve yan sömürge ülkelerdeki hareket­ le uyum haline getirmemiz gerekmektedir. Son iki yıl içinde kendi gücümüzle bu ülkelerdeki burjuva milliyetçi par­ tilerin gücü arasında uyum sağlama deneylerimiz bize böyle bir birleşmenin her zaman için pratik olmadığını öğretti. Bu ülkelerde kendi partilerimizin bu­ lunması gerekiyor, bu zorunludur ve bu partiler aracılığıyla burjuva-devrimci partilerden en geniş biçimde yararlanmamız olanaklı olacaktır. Bu, bizi, emperyalizme karşı birleşik cephe sorununa götürüyor. Sömürge ve yan sömürge ülkelerde emperyalizme karşı birleşik cepheyi, Batı ülkeleri işçilerinin birleşik cephesiyle omuz omuza örgütlemek zorundayız. Emperya­ lizme karşı bu birleşik cephenin hedefi, var olan bütün devrimci güçleri örgüt­ leyerek emperyalizme karşı büyük bir birleşik cephe kurmak olmalıdır. Son iki yılın deneyinin de gösterdiği gibi, bu cephenin örgütlenmesi burjuva partile­ rinin önderliğinde gerçekleştirilemez. Dolayısıyla bu cephenin yönetimini ve örgütlenmesini kendi elimize alabilmek için bu ülkelerdeki partilerimizi geliş­ tirmek zorundayız. Batı ülkelerinde proletaryanın birleşik cephe kampanyası da hareketin önderliğini korkak ve yalpalayan burjuvaziden kurtaracak, kitle­ lerin daha etkin bir biçimde öncü rolü oynamalarını sağlayacaktır. Böylece ha­ reketin temeli toplumun en devrimci unsuruna dayanarak nihai zafer güvence altına alınabilecektir.

Webb DOGU SORUNU ÜZERİNE TARTIŞMA146 23 Kasım 1922

Yoldaşlar, bu önemli soruna, yani Doğu sorununa ilişkin olarak 21 mad­ deden söz ettiğim için yeniden Radek yoldaşın eleştirilerine hedef olacağımı bile bile, Komünist Enternasyonal'in 2. Kongresi'nde kabul edilmiş olan bu 21 maddeye, daha doğrusu bunlardan sekizincisine, bir kez daha dikkatleri çekmek istiyorum. Lenin yoldaş, bu kongrede yaptığı konuşmada Komünist Enternasyonal'e bağlı partileri bu kongreye katıldıkları ya da delege yolla­ dıklarında, hiçbir karara, bu karar Komünist Enternasyonal'in ilkeleriyle ve tüzükleriyle temellendirilmiş olsa bile, doğurabileceği sonuçları tam olarak kavramaksızın oy vermemeleri konusunda uyarmıştı. Söz konusu 21 maddenin Kongre tarafından kabul edilmesiyle aynı sırada milli sorun ve sömürgeler so­ rununa ilişkin tezler de kabul edilmişti. O günden bu yana uluslararası işçi ha­ reketinde büyük gelişmeler olmuştur. Ve dünyadaki bütün komünist partilerin Komünist Enternasyonal'in 2. Kongresi tarafından kabul edilen milli sorun ve 146

Webb (Büyük Britanya), "Orientfrage. Protest gegen den Terror in Südafrika.", 20. Oturum, 23 Kasım 1922, Protokoll der Kornrnunistischen Internationale, 4. Weltkongress, Verlag der Kornmunistischen Intemationale, Hamburg, 1923, s.610-612.

sömürgeler sorununa ilişkin bu tezleri doğuracağı sonuçları kavramadıklarını rahatlıkla ileri sürebiliriz. Kanımca ne Radek yoldaş ne de Komünist Enternas­ yonal 'deki başka bir yoldaş buna karşı çıkabilir. Söz konusu 21 maddenin sekizincisi aynen şöyle: "Burjuvazisi sömürge sahibi olan ve başka milletleri ezen ülkelerdeki partiler, sömürgeler sorununda ve ezilen milletler sorununda özellikle belirgin ve açık tavır almak zorundadırlar. Komünist Enternasyonal'e katılmak isteyen her parti, kendi ülkesinin emperyalistlerinin sömür­ gelerde tezgahladığı 'oyunları' açığa çıkarmakla, sömürgelerdeki her özgürlük hareketini lafla değil eylemle desteklemekle, kendi ülkesinin emperyalistlerinin bu sömürgelerden kovulmasını talep etmekle, kendi ülkesinin işçilerinin yüreğinde sömürgelerin emekçi halkına karşı ve ezi­ len milletlere karşı gerçekten kardeşçe duygular uyandırmakla ve kendi ülkesinin askeri birlikleri arasında sömürge halklarına yönelen her türlü baskıya karşı sistemli bir ajitasyon çalışması yürütmekle yükümlüdür." İşte Komünist Enternasyonal'in 2. Kongresinin kararı buydu. O günden bu yana Mısır'da, İran'da, Mezopotamya'da ve Türkiye'de milli devrimci hareketin yükselişine tanık olduk. Ve her şeye rağmen en olgun komünist partilerin bile, yani küçük partiler ya da bir komünist partisi olma yolunda gelişen devrimci gruplar bir yana, Komünist Enternasyonal üyesi en gelişmiş komünist partile­ rin bile, milli hareketlere karşı yukarıda saydığımız görevlerin bilincinde olma­ dığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Lenin yoldaş daha 2. Kongre'den önce milli sorun ve sömürgeler sorunu­ na ilişkin tezlerin taslağında, Komünist Enternasyonal'in dikkatini bir yandan gelişmiş kapitalist ülkelerdeki ileri devrimci hareketlerin gruplaşmasına, öte yandan da Rusya'nın çevresindeki devrimci milliyetçi güçlerin gruplaşmasına çekmişti. Bu geçici taslakta Lenin yoldaş şu saptamayı yapmaktadır: Bu dev­ rimci milliyetçi hareketlerle ve sömürgelerle birleşmenin zorunluluğunu sade­ ce programda kabul etmek yeterli değildir. Bunu sadece ilan etmekle iş bitmez, bu konuda bir siyaset geliştirmek zorunludur. Bu siyaseti belirleyecek olan şey, söz konusu ülkelerdeki burjuva demokratik özgürlük hareketinin içinde bulunduğu gelişme aşamasıdır. �vet, burada temsilcisi olarak konuştuğum Partinin sömürgeler sorununa ve milli hareketlere karşı aldığı tutumdan ötürü eleştirilmiş olduğu doğrudur. İngiliz dünya imparatorluğunun sınırları içinde İrlanda'da, Mısır'da, Afrika'nın başka bölümlerinde, Hindistan'da ve ayrıca İmparatorluğu oluşturan öteki sömürgelerde de özgürlük hareketleriyle karşı karşıya bulunuyoruz.

"İ hmal günahı"mızın baş nedeni, Partimizin henüz pek küçük ve pek genç olması, dolayısıyla milli hareketler sorununa gereğince eğilene kadar sayısız iç zorluğu alt etmek zorunda kalmasıdır. Rus Devrimi 'nden önce yazdığı bir kitapta Troçki yoldaş, il. Enternasyonal 'in en güçlü şubesi olan Almanya Sosyal-Demokrat Partisi'ni eleştirmiş ve Alman sosyal demokrasisinin sosyal emperyalizme dönüştüğünü söylemişti. İşte tıpkı sosyal demokrasinin belirgin özelliği olan sosyalist emper­ yalizm gibi, bir komünist emperyalizm yaratmak isteyen, yani Komünist Enternasyonal'i bir komünist emperyalizmi enternasyonaline dönüştürmeye ça­ lışan bütün unsurları Komünist Enternasyonal'den uzak tutmak için elimizden geleni yapmak zorunda olduğumuzu bugün özellikle vurgulamak istiyorum. İngilizce konuşulan dünyanın tanınmış Fortnightly Review dergisinin son sayılarından birinde son derece anlamlı bir yazı yer almaktadır. Bu yazı, ka­ pitalist sınıfın, yani burjuvazinin, söz konusu devrimci milli hareketlerin öne­ mini kavradığını ve bu güçleri kendi yardımcı kuweti haline getirmeye çalışan Komünist Enternasyonal'in çabalarına bir misilleme olarak, bu hareketleri Sovyet Rusya'ya karşı kullanmaya çalıştığını göstermektedir. Yine aynı dergi­ nin Türkiye'deki milli devrimci hareketi konu edinen ve "Kemal-İnsan ve Hare­ ket" başlığını taşıyan bir yazısında ise şunlar yazıyor: "Hiç kuşku yok ki Kemalistlerin saf ulusal hedefler peşinde koşmalarına karşılık Bolşevikler Batı uygarlığına en zayıf noktasından saldırmak ve bitkin Avrupa'da bu yeni sarsıntılar sonucu devrimci hareketin yeniden patlak vermesini sağlamak amacıyla Türklerin ulusal özlemlerinden ya­ rarlanmaktadırlar." Bundan sonra dergi, Sovyet hükümeti ile Ankara hükümeti arasındaki iliş­ kileri ele alıyor ve yazı şöyle devam ediyor: ''Ama önem bakımından hiç de küçümsenemeyecek bir İngiliz bağlantısı da vardır." Burada dergi, Büyük Britanya Komünist Partisi yönetiminin açıklamasın­ dan İstanbul'un Türkiye halkına kayıtsız şartsız geri verilmesini talep eden bö­ lümü aktardıktan sonra bununla ilgili olarak şunları yazmaktadır: " İngiltere'nin Çanakkale'den çekilmeyi reddederek, yardım gelene ka­ dar, bin Kemalist süvarinin karşısına Lancashire'lı otuz piyadeyi çıkar­ makla tam iki hafta boyunca Avrupa uygarlığını koruduğunu söyleyen Amerikan Bankerler Birliği yerden göğe haklıdır. "

Sonuç olarak dergide İngiltere'nin ve İtilaf Devletleri'nin İstanbul'u Türk milliyetçisi Kemal Paşa'ya belki geri verebileceği ama daha önce Kemal Paşa'nın Sovyet Rusya'nın bir piyonu olmadığını dünyaya kanıtlaması gerektiği yazılı. Kapitalizmin Fortnightly Review gibi yetkili bir dergisinde böyle bir açıklama­ nın yer alması, burjuvazinin devrimci milli hareketlerin kendisini hedef alacak bir devrimci proletarya hareketine dönüşmesiyle doğacak tehlikelerin bilincin­ de olduğunu kanıtlamaktadır. İşte bu nedenle, tezlerde Roy yoldaşın değindi­ ği noktalar son derece önem kazanmaktadır. Roy yoldaş, bu gibi ülkelerdeki proleter unsurları toparlama ve onları burjuva özgürlük hareketlerinden ayrı olarak örgütlemenin zorunluluğunu vurgulamıştı. Sadece sömürge ülkelerdeki devrimci proleter unsurlar için değil, bu hareketleri ezmeye yönelik önlemlerin kaynaklandığı ülkelerdeki komünist partileri için de bu, önem taşımaktadır. Bu kadar önemli bir sorunla ilgili tartışmanın devamını izlemek üzere bu kadar az sayıda delegenin gelmiş olması beni şaşırttı. Divan Başkanı'nın bu sa­ bah söylediklerinin aksine, Doğu sorunu gibi önemli meseleleri böyle aceleye getirmek yerine, Kongre'nin Aralık ayında birkaç gün fazla çalışmasının daha iyi olacağı görüşündeyim. Son olarak Versay Barış Antlaşması'na bugüne değin indirilen en ağır dar­ benin (merak etmeyin, Versay Barış Antlaşması'nın tartışılacağı gün Komünist Enternasyonal'in bütün önemli üyeleri bu salonu dolduracaklardır), dediğim gibi bu Antlaşma'ya bugüne değin indirilen belirleyici darbenin, devrimci Türkiye hareketinin zaferi olduğunu söylemek istiyorum. Bu zafer, Sevr Barış Antlaşması'nı paramparça etmiştir. İşte sorun bu nedenle son derece büyük önem taşımaktadır. 4. Kongre'ye benim anlatmak istediğim de budur.

Karl Radek DOGU SORUNU ÜZERİNE TARTIŞMA147 23 Kasım 1922

Yoldaşlar, Doğu'daki hareketlere karşı tavrımız meselesinde 2. Kongre'den bu yana aldığımız yolu gözden geçirmek zorundayız. Hatırlarsanız, Komünist Enternasyonal'in 2. Kongre'sinde Doğu'daki hareketin büyük devrimci önem taşıdığı ve Komünist Enternasyonal'in bu hareketi desteklemek zorunda oldu­ ğu tezini ortaya attığımızda bu tavır sadece bu talimattan niçin korkması ge­ rektiğini bilen kapitalist dünyada değil, aynı zamanda İkinci ve İkibuçukuncu Enternasyonal partileri arasında da şaşkınlık yaratmıştı. Bunu görmek için Crispien ve Hilferding'in Halle'de, bizim Hive mollalarına herhangi bir sanayi proletaryasından, bağımsız Alman sosyal demokrasisinin partisi gibi bir par­ tiden bile daha fazla önem verdiğimizi anlatıp durduklarını hatırlamak yeter. Yoldaşlar, tarih bizim ne kadar haklı, Hive mollalarından Batı Avrupalılara özgü kendini beğenmişlik içinde söz eden bu bayların ise ne kadar haksız oldu­ ğunu göstermiştir. Bakıl'daki Şark Kurultayı'ndan sonra "Türklerle" ittifak kur­ duğumuz için bazılarının bize nasıl sövüp saydığını hatırlarsınız. Peki ya pra­ tik, ya tarih ne göstermiştir? Hilferding'in bütün protestolarına karşın Versay Antlaşması varlığını hala sürdürüyor ve Hilferdingler İtilaf Devletleri'ne uşak147

Kari Radek (Moskova), "Orientfrage. Protest gegen den Terror in Südafrika", 20. Oturum, 23 Kasım 1922, Protokoll der Kommunistischen Internationale, 4. Weltkongress, Verlag der Kommunistischen Internationale, Hamburg, 1923, s.627-634.

lık etmek üzere hükümete katılmaya hazırdırlar. Hilferdingler tarihin, elinden yakınmadan başka bir şey gelmeyen zavallı yaratıklarıdır. Türkiye'deki devrimci hareket ise, desteklemeye söz verdiğimiz Türkiye halk kitlelerinin mücadelesi ise, Sevr Anlaşması'nı yırtıp attı. İkinci ve İ kibuçukun­ cu Enternasyonal'in kapitalizm karşısında tümüyle bir hiç olmasına karşılık Türkiye'nin bu mücadelesi, Batı Avrupa'nın dengesini baştan ayağa sarstı. Ve böylece Doğu'daki bu hareketlerin devrimci hareketler mi olduğu, bunların ka­ pitalizmin gücünü sarsma açısından gerçekten büyük önem mi taşıdığı, yoksa Sovyet Rusya'nın Komünist Enternasyonal'i de kattığı bir dış siyaset oyunu mu oldukları sorusu yanıtlanmış oldu. Doğu sorununun önemi artık körler için bile böylesine parlak bir biçimde açıklığa kavuştuktan sonra bu baylar, bu kez yeni bir hava tutturdular. Bu kez koroya başlama işaretini veren kişi, 2. Kongremizin başkanlarından biri olan, komünistliği tükenmiş Paul Levi'dir. Artık Doğu halklarının ve Doğu devrimi­ nin önemsiz olduğu söylenmiyor. Şimdi söylenen şu: Bak işte, Kemal Paşa'nın zaferi Poincare'nin bir zaferidir. Ve Sovyet Rusya, Kemal Paşa'yı desteklemekle Poincare'yi desteklemiş oldu. Ve Paul Levi şöyle diyor: Dernek bu hallere de dü­ şecektik! Levi'nin bu çıkışı, bizzat kendisinin ne hallere düştüğünü, ayrıca ulus­ lararası sosyal demokrasinin de nasıl iyiden iyiye çürüdüğünü, Alrnanya'nın iç siyaseti hakkında yazmış olduğu bütün makalelerden çok daha iyi bir biçimde ortaya koymaktadır. Sosyal demokrasi, dünyayı etkileyen her büyük tarihi ge­ lişmede çeşitli güçlerin rolü olduğunu, uluslararası emperyalizmin birbiriyle çekişme halindeki çeşitli kliklerinin de Doğu halklarının devrimci mücadele­ sini sömürdüğünü, kullandığını ama bunun ne bu devrimci mücadelenin ni­ teliğini değiştireceğini, ne de dünya proletaryasının omuzundan Doğu'daki devrimci eğilimleri destekleme yükümlülüğünü kaldıracağını anlamıyor. Zaten tam da bu nedenle, yani kapitalist güçler Doğu halklarını kapitalizmin aleti ha­ line getirmek istedikleri içindir ki uluslararası işçi sınıfı elinden geleni yapmak ve Doğu halklarının dünya kapitalizmine karşı Avrupa ve dünya işçi hareketiy­ le birleşmesi için onlara yardım etmek zorundadır. İşte İkinci ve İkibuçukuncu Enternasyonalin zavallı bezirganlarının bir türlü anlayamadıkları da budur. Bay Levi .ve benzerleri bugün, "Evet, Türkiye'nin zaferi Fransa'nın zaferidir" demekle iki hafta erken kehanette bulunmuş oldular. Çünkü Lozan Konferansı, uyanmakta olan Doğu'nun karşısına dünya ka­ pitalizminin birleşik cephesinin nasıl dikileceğini açıkça gösterecektir. Fran­ sa, Doğu'da, Almanya'nın savaştan önceki rolünü oynamak istiyor. Fransa, İngiltere'nin karşısına oldukça büyük bir Türk bölgesi çıkarmak istiyor; ama bunu, bu Türk bölgesine bağımsızlık vermek için değil, tam tersine bu bölgeyi Fransız yayılmacılığının bir aracı haline getirmek için istiyor. İşte bu yüzden

Fransız hükümeti, Türkiye'ye Yunanistan'ı yenmesi için yardım ettikten son­ ra onu terk edecektir. Fransa, kapitülasyonlar sorununda olsun, Türkiye'nin mali denetim altına sokulması sorununda olsun, İngiliz emperyalizmiyle aynı tutumu alacaktır. O zaman kimin haklı olduğu ortaya çıkacaktır. Bütün bu kar­ maşıklığa rağmen özünde devrimci bir hareket olduğu için Doğu'daki hareketin desteklenmesi gerektiğini savunan devrimci güçler, Komünist Enternasyonal, Sovyet Rusya mı haklıdır; yoksa korkudan şaşırıp önünü arkasını göremeyen­ ler mi? Yoldaşlar, şimdi burada hem Türkiye delegelerinin hem de Türkiyeli yoldaş­ ların raporlarında yer alan ikinci soruna değinmek istiyorum. Bizim tezimiz şuydu: Sömürülen Doğu, uluslararası sermayeye karşı kendini savunmalıdır ve savunacaktır. İşte sömürülen Doğu'yu desteklememizin nedeni de budur. Gel gelelim Doğu halklarının başında, bırakın komünistleri, büyük bir çoğun­ lukla burjuva devrimcileri bile bulunmuyor. Bugün hala Doğu halklarının ba­ şında bulunanlar, can çekişmekte olan feodal kliklerin bu ülkelerdeki subay tabakasını ve bürokrasiyi oluşturan temsilcileridir. Demek ki, Doğu halklarını desteklememizle birlikte, ortaya bu yönetici unsurlarla ilişkimizin ne olacağı sorunu da çıkmaktadır. Bu sorun, Türkiye'deki komünistlerin kavuşturulma­ sıyla ve Çin'de Vu Peyfu'nun grevcilere karşı geçtiğimiz haftalarda yürüttüğü mücadeleyle pratikte ortaya çıktı bile. Biz komünistler bu sorunlarla ilgili tu­ tumumuzu her türlü diplomasiden uzak, berrak bir biçimde açıklayabiliriz. Uyanan Doğu'yu destekleyeceğimiz konusunda söz verdiğimiz zaman Doğu'da meydana gelecek sınıf mücadelelerini bir an için bile olsun unutmadık. Marx, 1847 yılında "Komünist Manifesto"da Alman işçilerini devrimci tavır aldığı sü­ rece burjuvaziyi desteklemeye çağırmakla kalmamış, Polonya'daki devrimci unsurları da Polonyalı büyük toprak sahipleriyle soyluluğun köylü sorununda devrimci bir tutum takınan kesimini desteklemeye çağırmıştı. Bu ne demek­ tir? Marx, burjuvazinin burjuvazi, Polonyalı soylunun da Polonya soylusu ka­ lacağını çok iyi biliyordu. Genç işçi hareketinin kendine yabancı ve düşman olan bu sınıflara karşı bir sınıf mücadelesi vermek zorunda kalacağını da çok iyi biliyordu. Ama Marx, o tarihi anda, bu sınıfların işçi sınıfı tarafından des­ teklenmesinin, hem de var olan sınıf çelişmelerine rağmen desteklenmesinin, doğrudan doğruya bu sınıf mücadelesinin çıkarları açısından, onun gelecek­ teki gelişmesinin çıkarları açısından yararlı olacağını kavramıştı. Yoldaşlar, Türkiye'de komünistlerin kovuşturulması daha yeni yeni gelişmeye başlayan sınıf mücadelesinin parçasıdır. Bu sınıf mücadelesi sadece işçi sınıfı, genç burjuvazi ve bürokrasi arasında değil, aynı zamanda egemen kesimlerin kendi içinde de gelişmektedir. Komünistlerin kavuşturulmasından öncelikle İçişleri Bakanı Rauf Bey [Or­ bay] ile Refet [Bele] Paşa'nın sorumlu oldukları bir sır değildir. Her ikisi de İtilaf

Devletleriyle uzlaşmadan yanadırlar, Padişah'a ise karşıdırlar. Padişah'ın dev­ rilmesinin Türkiye'de bir mücadeleye yol açtığı da bir sır değildir ve sorun şim­ di şudur: Hakim sınıflar içindeki devrimci unsurlar gericilere boyun eğecek mi eğmeyecek mi? Boyun eğerlerse Kemal Paşa'nın rolü bitmiş demektir; o zaman Türkiye üzerinde yeni bir bezirganlık başlayacak ve Türkiye halkı bahşiş karşı­ lığında satılacaktır. Boyun eğmezlerse, o zaman yobazların saldırısına, gerici paşaların saldırısına, yoz unsurların saldırısına kitle direnişiyle karşı koymayı denemek zorunda kalacaklardır. Hangi tarafın kazanacağını bilmiyoruz. Ama Türkiyeli komünistlere şu öğüdü verdiğimiz için bir an bile pişman değiliz: Par­ ti olarak örgütlendikten sonra ilk göreviniz Türkiye'deki milli kurtuluş hareke­ tini desteklemek olmalıdır. Burada söz konusu olan Türkiye halkının gelece­ ğidir, Türkiye halkı, yolundaki engelleri ortadan kaldıracak mı, yoksa dünya sermayesinin kölesi mi olacak sorusudur. Paşalar Türkiye halkını satarlarsa, kapitülasyonların, mali denetimin vb. tüm yükü Türkiye köylüsüne yüklenirse, Türkiye köylüsü kendi çıkarları için mücadele etmiş olanların komünistler ve genç işçi sınıfı olduğunu anlayacak, Komünist Partisi etrafında toplanacaktır. Ve kavuşturuldukları şu anda dahi biz Türk komünistlerine şöyle sesleniyo­ ruz: Bu ana bakarak yakın geleceği unutmayın! Türkiye'nin büyük uluslararası devrimci önem taşıyan bağımsızlığını savunma görevi henüz sona e�miş değil­ dir. Size saldıranlara karşı kendinizi savunun, kılıca kılıç çekin, ama tarihsel olarak henüz kurtuluş mücadelesine sıra gelmediğini, Türkiye'nin yeni yeni billurlaşan devrimci unsurlarıyla daha uzun bir süre birlikte yürümek zorunda olduğunuzu da bilin. Gelelim Çin'deki duruma! Olayların nasıl geliştiğini hatırlayın yoldaşlar! Vu Peyfu, Çan Zolin'e karşı mücadeleye giriştiğinde arkasında Yangse hattıyla cephanelikleri vardı, ama Japonlar tarafından satın alınmış insanların elinde­ ki Kuzey demiryollarına hakim değildi. Bunun üzerine Vu Peyfu ne yaptı? Vu Peyfu, Çin'deki genç komünist partisinden yardım istedi, parti de ona devrimci mücadele veren birlikleri için, mücadele boyunca demiryollarını tutan komi­ serler yolladı. Çin'de Japon emperyalizmine karşı mücadele eden bir kimse, Çin'in devrimci gelişmesi için mücadele ediyor demektir. Komünistler bu ger­ çeği kavrayarak işçi sınıfı içinde bağımsızlık duygularını güçlendirdiler. Daha · sonra işçiler, taleplerini Vu Peyfu'ya bildirdiler ve bunların bir bölümünü de kabul ettirdiler. Bu destek sayesinde devrimci burjuva güçlerin tarihi görevleri­ ni yerine getirmeleriyle birlikte yoldaşlarımız Kuzey Çin'in işçi kitleleri arasın­ da tutunmayı başardı. İkinci ve İkibuçukuncu Enternasyonaller bize ikide bir "Ahmaklar, görmüyor musunuz, Enver Paşalar, Vu Peyfular size tekrar tekrar ihanet ediyor!" dediklerinde, biz onlara şu cevabı veririz: İkinci ve İkibuçukun­ cu Enternasyonalin saygıdeğer bayları, küçük burjuvazi var olduğu sürece -ki

siz de onlardansınız- sermaye ve işçi sınıfı arasında yalpalayıp duracaktır. Ken­ dine sosyalist diyen sizler de işçi sınıfına binlerce kez ihanet ettiniz, ama biz buna rağmen her ihanetinizden sonra yeniden size geliyor, sizi, o var gücünüz­ le karşı çıktığınız birleşik cepheye kazanmaya çalışıyoruz. Tarihin cilvesine ba­ kın ki siz bu cepheye katılmak zorunda kalacaksınız. İsteseniz de istemeseniz de, bize ihanet etseniz de, bir kez daha bizimle birlikte yürüyecek ve davamıza hizmet edeceksiniz. Almanya'daki olaylan hatırlayın! Lüttwitze'yi iktidara getiren Alman sosyal demokrasisi, Kapp darbesi sırasında komünist işçilerle omuz omuza mücadele etmek zorunda kalmadı mı? Gerçi daha sonra onlara yeniden ihanet etti, ama zorunlu olarak bizimle birlikte yürüttüğü bu mücadele, yine de işçi sınıfına bir hizmetti; çünkü bir Kapp hükümetinin şimdikinden daha kötü bir hükümet olacağı açıktır. Doğu'da ise ihanetler ve yalpalamalar çok daha fazla olanaklı­ dır. Çünkü buralarda hükümetlerin başını çeken, küçük burjuvazi bile değil, can çekişmekte olan feodal bir kesimdir. Bu kesim kendini binlerce kez malt sermayenin şu ya da bu kesimine satmaya çalışacak, binlerce kez ülkenin dev­ rimci çıkarlarına ihanet etme yolları arayacaktır. Ama tarihin garip cilvesi: O da mücadeleye mecburdur. Mücadele etmek zorundadır; çünkü emperyalizmle sonsuza kadar uzlaşması olası değildir. Tabii paşalar, kendilerine iyi bir ha­ yat sağlamak için uzlaşabilirler, ama yarın bu uzlaşmanın bedelini ödemek için Anadolu köylüsünü soyup soğana çevirdiklerinde tarihin Türk köylüsünü boşuna 12 yıl savaştırmadığını göreceklerdir. Bugünün köylüsü artık savaştan önceki köylü değildir! Sosyal devrimcilerin Sovyet Rusya'dan hiç de dostça söz etmeyen yayın organlarından biri, İstanbul kaynaklı bir haber bastı. Haberde Kemal Paşa'nın zaferlerinin etkisi anlatılıyor ve şöyle deniyor: On binlerce, yüz binlerce insanın bir araya geldiği sokaklarda iki haykırış yankılanıyordu: "Yaşasın Kemal Paşa! Yaşasın Sovyet Rusya!" Kitleler, kendilerine Fransızla­ rın da yardım ettiğini pekala biliyordu, ama Fransa için hiçbir ses yükselmedi; çünkü kitleler, Fransa'nın diplomatik nedenlerle kah Türkiye'den yana, kah Türkiye'ye karşı bir siyaset izlediğini, oysa Sovyet Rusya'nın Çarlık ile Türki­ ye arasında yüz yıldır süren mücadeleye rağmen, emperyalist Çarlık siyasetini terk ederek Türkiye halkıyla kardeşçe bir ilişki kurmak istediğini içgüdüleriyle kavramışlardı. İşte bu gerçek, Türkiye halkının bilincinde derinlemesine yer etmiştir ve onu zafer yoluna götürecektir. İşte bu nedenle sadece Sovyet Rusya açısından değil, Komünist Enternas­ yonal açısından da şöyle diyoruz: Bizi korkutmaya kalkmayın! Biz kartlarımızı şu ya da bu kliğin geçici siyasetine değil, Batı Avrupa'nın işçi sınıfını dünya sermayesine karşı Doğu'nun uyanan kitleleriyle birleştiren büyük tarihsel akı­ ma oynuyoruz!

Yoldaşlar! Şimdi de raporlar hakkında birkaç söz söylemek ve Doğu'daki partilerimizin durumu ve çalışmalarıyla ilgili olarak burada anlatılanların üze­ rinde durmak istiyorum. Sözlerime başlarken her zaman olduğu gibi şunu vurgulayacağım: Yol­ daşlar, dünyayı tozpembe görmeyin, güçlerinizi abartmayın. Çinli yoldaşımız kalkıp "Tüm Çin'de sağlam kökler saldık" dediğinde ona şu yanıtı vermek zorundayım: Saygıdeğer yoldaş! İnsanın bir işe başlarken kendini o işi yürü­ tecek kadar güçlü hissetmesi iyi bir şeydir. Ama olguları olduğu gibi görmek zorundayız. Çin partimiz, Çin'in iki bölgesinde birbirinden nispeten bağımsız biçimde gelişmektedir. Kanton'da ve Şanghay'da çalışan yoldaşlarımız işçi kit­ leleriyle birleşmede yaya kaldılar. Bir yıl boyunca onlarla boğuşmak zorunda kaldık; çünkü pek çoğunun düşüncesi şuydu: İyi bir komünist, nasıl olur da grev gibi basit olaylara karışabilir. Oradaki yoldaşlarımızın pek çoğu odalarına kapanarak, tıpkı bir zamanlar Konfüçyüs'ü inceledikleri gibi, şimdi de Marx'ı ve Engels'i incelediler. Daha birkaç ay öncesine kadar durum buydu. Güney Çin'de Sun Yat-sen'in düşmesiyle zaten bir darbe yemiş olan devrim davası, na­ sıl olur da birden bire etkili bir güç olarak karşımıza çıkabilir? Partinizin esasen zayıf olduğu ve sadece demiryolu işçilerine dayandığı kuzeyde, nasıl olur da büyük bir güç olabilirsiniz? Thalheimer yoldaş, Lenin'in şu sözlerini aktarmış­ tı: "Zaferden önce zaferle övünmeyin. " Bu, çok iyi bir sözdür ve eski Çin bilge­ lerinin sözleri gibi öğrenilmeye ve kavranılmaya değer. Çinli yoldaşların önündeki ilk görev, Çin hareketinin olanaklarım tartmak­ tır. Yoldaşlar, bugün Çin'de gündemde olan ne sosyalizmin ilanıdır ne de Sov­ yet Cumhuriyetlerinin ... Bunu anlamalısınız. Ne yazık ki, Çin'de bugün milli birlik ve milli cumhuriyet sorunu bile henüz tarihsel olarak gündeme gelmiş değildir. Çin'de yaşananlar bize 18. yüzyıl Avrupası'nı, Almanyası'm hatırlatı­ yor. Bu çağda kapitalizm henüz o kadar zayıftı ki tek bir birleşik milli merkez oluşturamamıştı. "Dutsunlar, askeri valiler" dediğinizde, "Sun Yat-sen buraya, Vu Peyfu oraya" diye bağırdığınızda, bu ne anlama gelir? Bunun anlamı kapita­ lizmin birden fazla merkez etrafında gelişmeye başladığıdır. 300 milyon nüfus­ lu bir halk; demiryollan yok; bu durumda başka ne beklenebilirdi ki? Ve sizin genç komünis� inancınızın tüm ateşiyle savunmanız gereken geniş ufkumuza rağmen, bugünkü görevimiz, işçi sınıfı içinde oluşmakta olan somut güçleri şu iki amaç etrafında birleştirmek olmalıdır: 1. Genç işçi sınıfını örgütlemek, 2. Avrupa ve Asya emperyalizmine karşı mücadeleyi örgütlemek için burjuvazi içindeki nesnel devrimci unsurlarla bu sınıf arasında akıllıca bir ilişki kurmak. Bu görevleri kavramaya daha yeni yeni başlıyoruz. Ve bu nedenle, yoldaşlar, güçlenebilmemiz için orada somut bir eylem programı yaratmamız gerektiği­ ni unutmamalıyız. Ve nasıl Komünist Enternasyonal Batı'nm komünist par-

tilerine: "Kitlelere!" diye sesleniyorsa size de söyleyeceğimiz ilk şey budur: "Konfüçyüs'e yaraşır ilim yuvalarınızdan dışarı, kitlelerin içine!" Sadece işçi kitlelerinin içine değil, aynı zamanda bütün bu olaylarla sarsılan köylü kitle­ lerinin de içine! Japonya ve Hindistan'a geçiyorum. Her iki ülkede de güçlerin konumu bir­ birine benzemektedir. Hem Japonya'da hem de Hindistan'da artık güçlü bir işçi sınıfı vardır; her iki ülkeyi de büyük bir toplumsal bunalım kasıp kavurmakta­ dır, burjuvazinin ve toprak aristokrasisinin çeşitli kesimleri birbirleriyle iktidar mücadelesi içindedir ve her iki ülkede de henüz bir komünist kitle hareketi olmamıştır. Bunlar olgulardır. Katamaya yoldaşın derlediği Japonya'da durum konulu bildirileri, Komünist Enternasyonal dergisinin son sayısında çıktı. Bu bildirilere bir göz atalım. Çok ilginçler. Çeşitli işçi grupları tarafından legal olarak yayınlanan bu bildirilerinde Tolstoyculuktan sendikalizme, komünizm­ den en basit sosyal reformculuğa kadar her çeşit renk ve konu bulabilirsiniz. Sadece, bu cümbüşte en cılız sesin komünizmin sesi olduğunu da belirtmek zorundayım. Niçin? Bugüne değin Japon işçilerinin ruh hali konusunda hiçbir şey bilmi­ yorduk. Japon işçileri bugün, İngiliz Chartistlerinkine148 benzer bir dönemden geçmektedirler. Ayrıca onların önündeki somut görevlerle kendi aramızda bir köprü kurmayı da beceremedik. Bu görev, işçi sınıfını Japonya'da önce demok­ rasiyi kurmak için sınıf mücadelesine girecek bir güç olarak örgütleme görevi­ dir. Bence Japonya'daki gelişme İngiltere'dekinin basit bir tekrarı olmayacaktır. Aradan tam yüz yıl geçmiştir ve Japonya'daki gelişmenin çok daha hızlı ola­ cağı açıktır. Tüm tarih daha yoğunlaşmış olarak yaşanacak, bunun sonucunda da, bugün Japonya'da gündemde bulunan bu burjuva devriminde bile Sovyet­ ler, iktidar organları olarak değil de işçi sınıfını birleştiren organlar olarak or­ taya çıkacaktır. Ama şimdi bize sendikalar kurmak ve işçi sınıfının önündeki görevleri somutlayacak aklı başında bir program hazırlamak düşüyor. Bugün önde gelen görev, işçi sınıfını örgütlü bir kitle olarak mücadeleye sevk etmektir. Hindistan'da bir düşünce merkezimiz var. Doğrusu Roy yoldaşın geçen yıl başardığı işin çok büyük bir iş olduğunu burada belirtmek zorundayım. Roy yoldaş, Hindistan'ın sorunlarını Marksist açıdan incelemiş ve düşüncelerini bi­ rinci sınıf bir yapıt olan kitabında dile getirmiştir; ayrıca şimdi gazetesinde de yazıyor. Doğu'nun hiçbir komünist partisinde bağımsız zihinsel çalışmalar ya­ pılmadı, dolayısıyla Komünist Enternasyonal bu çalışmayı var gücüyle destek­ lemelidir. Ama Hindistan'daki büyük sendika hareketinin yanında, grevlerin 148

İngiltere işçi sınıfı içinde 19. yüzyıl ortasında ortaya çıkan büyük siyasi ve toplumsal hareke­ tin temsilcileri. Adını, 1838'deki "The People's Charte"dan alan "Chartism" hareketinin ana istemi, eşit ve ve gizli genel seçim hakkıydı. (YN)

bu parlayışının yanında biz devede kulak kalıyoruz. İngiliz işgali altında onla­ rın bize tanımak zorunda kaldığı haklardan yaralanmasını bilemedik. Ray yol­ daşın kabul edilmesi, orada legal olanakların varlığını göstermektedir. Pratik bir işçi partisi olarak ilk adımları atmayı bile beceremedik. Ve bütün bunların anlamı "bir arpa boyu yol gitmişiz"dir. Eğer burada yoldaşlar kendi çalışmala­ rına kimsenin ilgi göstermediğinden yakınırlarsa onlara şunu söylemek iste­ rim: Bir partiyi ilginç kılan eylemleridir. Kongre'de yirmi kez İran'daki işçilerin çokluğundan söz edilirse bunları öğrenmek için kongrelere gerek olmadığını herhangi bir coğrafya kitabından da öğrenilebileceğini söylemek isterim. Yoldaşlar, bu Kongrede Doğu şubemizin ve sizlerin çalışmalarınıza pratik bir nitelik kazandırabileceğimizi ve bundan sonraki kongrede artık örgütsel ba­ şarılarımızdan söz edebileceğimizi umuyorum. Bu gerçekleşirse Enternasyonal sorununun büyük önemini sadece hisset­ miş olmanın ötesinde, bu sorunun taşıdığı büyük öneme yakışır bir çalışma yapmanın da bilincini kazanacaktır. Yoldaşlar, bugünkü dünya durumu, 2. Kongre sırasındakinden farklıdır. 2. Kongre'de Doğu'daki çizgimiz, derhal büyük devrimci ayaklanmalar yönün­ deydi. Gerçi bu açık seçik söylenmiyordu, ama Doğulu delegelerin hepsinde böyle bir duygu uyanmıştı. Bugünkü dünya durumu, devrimin şimdi dünyanın her yerinde bir güç toplama dönemine girmesi olgusu, Doğu ülkelerindeki du­ rumu da etkilemiştir. Dolayısıyla, gelecekte Doğu ülkelerinde devrimci bir rol oynamak istiyorsak bugün çalışmalarımızı esas olarak örgütsel ve siyasal faali­ yet üzerinde yoğunlaştırmalıyız. Kuşkusuz, Doğu'daki devrimler patlak vermek için, bu ülkelerdeki yoldaşlarımızın her birinin "devrim" sözcüğünün Komü­ nist Enternasyonal 'in tezlerini okuyup ezberlemek değil de, kitle içinde dev­ rimci pratik çalışma yapmak anlamına geldiğini kavramasını beklemeyecektir. Ve işte bugün zayıf ve örgütsüz durumda bulunduğumuz Türkiye'de olduğu gibi Doğu'da büyük olaylar gelişirse bu bizim dışımızda bir gelişme olur ve biz bu olayları devrimci açıdan etkileyemeyiz. Bu nedenle bu Kongre'nin Doğu so­ runundaki sloganı şu olmalıdır: Doğu'nun çileli kitlelerine gidin, onları eği­ tin, Doğu'da Komünist Enternasyonal'in sağlam üslerini yaratın, önümüzdeki mücadele için g�niş kitleleri kavrayacak pratik çalışma yapın. Bundan sonra, işçileri etrafımızda topladıktan sonra, köylülere ve zanaatkarlara gitmeli, gele­ cekteki halk partisinin önderleri olmalısınız.

Karl Radek LOZAN KONFERANSl149 30 Kasım 1922

Müttefiklerin planına göre Lozan Konferansı iki bölümden oluşmalıdır: Birinci bölümde Müttefik Devletlerin Türkiye ile barış koşulları saptanmalı; ikincisinde ise Boğazlar sorunu ele alınmalıdır. İngiltere'nin İngiliz gemilerinin ve birliklerinin Boğazlar'dan uzaklaştırılıp Türkiye'ye Boğazlar'ın her iki yaka­ sını tahkim etme hakkının tanınmasına razı olup olmayacağını sorduğumuz anda, bunun tamamen yapay bir ayrım olduğunu görürüz. Bu ayırım, Sovyet Rusya heyetinin de, Türkiye'nin devlet borçları, kapitülasyonlar ve Türkiye'nin silahlanma hakkı konusundaki görüşmelere katılacağı korkusundan ileri gel­ mektedir. Çünkü Sovyet Rusya'nın bu sorunların görüşülmesine katılması, sa­ dece Türkiye'ye Sovyetler'e dayanma olanağını sağlamakla kalmayacak, aynı zamanda bütün dünyanın önünde şunu da kanıtlayacaktır: Kapitalist devletler elbirliğiyle Türkiye'yi köleleştirmeye çalışırken sadece ve sadece işçi ve köylü­ lerin Rusyası, dünya proletaryasının temsilcisi olarak, köleleştirilen Türk hal­ kını savunmaktadır. Türk topları ve süngüleri, İngiltere'nin maşası Yunanların cephesini yar­ dıktan sonra, Türk ordusunun Yunanları geri püskürtüp Boğazlar'a yaklaşma­ sı üzerine, Türkiye, İngiliz emperyalizmine karşı mücadelede Fransa'nın tam 149

Kari Radek, "Die Konferenz in Lausanne", Intemationale Presse-Korrespondenz, sayı 227, yıl 2, 30 Kasım ı922, s.1645-1646.

desteğini sağlayacağını ummuştu. Ama Türkiye, daha Mudanya Konferansı'nda bunun bir hayal olduğunu kavradı. Gerçi Fransızlar, Lloyd George'un tehdit olarak kullandığı, Doğu'da yeni bir savaşa karşıydılar. Ama İstanbul'un geri verilmesine ve Boğazlar'ın tahliyesine de en az İ ngilizler kadar karşıydılar. Fransızların görüşlerindeki tek fark, Boğazlar'ı Çanakkale'de savunmak yeri­ ne, Avrupa yakasına üslenmek istemelerindeydi. Fransızların amacı, o anda bir askeri çatışmayı önlemek ve Türkiye'ye diplomatik baskı yapabilmek için zaman kazanmaktı. Dolayısıyla Fransa, Türkiye üzerine baskı yapabilmek için, hiç değilse Ortadoğu'da durum ciddiyetini koruduğu sürece, Boğazlar'ın ve İstanbul 'un müttefiklerin elinde kalmasını -en az İngilizler kadar- istiyordu. Çünkü Fransa, Türkiye'den ancak çok zor durumda kalırsa verebileceği türden tavizler isteyeceği için, böyle bir baskı aracına gerek vardı. Fransa, Türkiye'nin baş alacaklısı durumundadır. Bu yüzden Fransız ser­ mayesi, Türkiye üzerindeki mali denetiminden vazgeçmek şöyle dursun, Türk devlet borçlarının ödenmesini sağlama bağlamak için Türkiye'den gelir vaat eden birtakım tavizler isteyecektir. Türkiye'den ayrıcalıklar istemede Fransız kapitalistleri İngilizlerden geri kalmayacaklardır. Onlar da Türk hukukunu ta­ nımak istemeyeceklerdir. Bu konuda bütün kapitalist dünya, tam bir dayanış­ ma içindedir. Hatta Danimarka ve Norveç bile açıklamalar yaparak Türkiye'yi kendileriyle eşit görmeye niyetli olmadıklarını belirtiyor ve iş adamları için, Türk halkının kendi toprakları üzerindeki egemenlik hakkını yok edecek nite­ likte ayrıcalıklar istiyorlar. Peki o zaman, İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin Türkiye siyasetleri arasında nasıl bir fark vardır? Fransa'nın Türkiye siyaseti, savaş öncesindeki Alman siyasetinin devamı­ dır. Bu siyaset, İngiltere'ye karşı Türkiye'nin güçlenmesini istemekte ve görü­ nüşte onun bağımsızlığını savunmakta, ama aslında Türkiye'yi kendi sömür­ gesi, kendi kapitalist yayılmacılığının bir alanı yapmak istemektedir. İngiltere ise esas olarak, Türkiye'nin paylaşılması ve daha da zayıflatılması siyasetini güdüyor. Lloyd George'un devrilmesinden sonra da İngiliz siyasetinde pek bir şey değişmemiştir. Değişen tek şey, İngiltere'nin Yunan ordusunun çökü­ şünden sonra zaten elde edemeyeceği birtakım şeylerden vazgeçmek zorunda kalmasıdır. Nitekim Banar Law'un ve Lord Curzon'un tehditlerinin yanı sıra, Türk Sultanı'nırı: bir İngiliz mayın gemisi ile İstanbul'dan Malta'ya götürülme­ si de bunun böyle olduğunu kanıtlıyor. Kemal Paşa'yı ve Milli Mücadeleyi, iki yıl önce İngiliz generallerinden aldığı emirle mahkum eden bu taçlı haini, bi­ lindiği gibi Ankara hükümeti tahtından indirmiştir. Ayrıca, Sultanın, İslamın başı olarak sahip olduğu haklar ve halife unvanı da elinden alınmış ve onun yerine 16. yüzyıldan beri halifeliği elinde tutan Osmanlı hanedanının başka bir üyesi getirilmiştir. Savaş sırasında İngiltere, Mekke ve Medine'yi ele geçirdi.

Bugün bu kutsal yerler, biçimsel olarak Arabistan Kralı Hüseyin'in hakimiyeti altında görünse bile, gerçekte İngiltere'nin hakimiyeti altındadırlar. İşte Türk Sultanının kaçırılması Müslüman dünyasında karışıklık yaratmak ve Ankara hükümetiyle Kemal Paşa'ya karşı, İslamın savunucusu olarak duyulan güveni sarsmak amacıyla İngiliz emperyalizminin Türk milli hükümetine karşı sultanı halife olarak çıkartacağı anlamına gelmektedir. Gerçekten de İngiliz hükümeti­ nin Hindistan Dairesi, yani Müslüman dünyasının bütün mezheplerine sızarak Türkiye'nin yeniden doğuşuna karşı, din temelinde çevirmediği dolap kalma­ yan bu Müslüman düşmanı merkez, şimdiden Hindistan'da geniş ölçüde dinsel entrikalara girişmiş bulunuyor. İngiliz hükümeti, Fransa'dan gelebilecek her türlü beklenmedik girişime karşı kendini güvence altına aldı. Son derece açık ve sert bir dille Fransa'ya eğer Ortadoğu sorununda İngiltere'ye karşı bir siyaset yürütmeye kalkarsa İngiltere'nin de Osmanlı borçları meselesinde ona karşı bir siyaset izleyeceği­ ni bildirdi. Bunun üzerine, İ ngiltere'nin baskısı sonucunda Fransız basının­ da Türkiye aleyhine bir dönüş oldu. Hatta Fransız hükümetinin kendi içinde, çeşitli eğilimler arasında bir mücadele başladı. Örneğin Cumhurbaşkanı Mil­ lerand, Fransa'nın Almanya karşısındaki çıkarlarının korunmasına öncelik vermeyi savunurken, Poincare de hem Fransa'nın Almanya karşısındaki çıkar­ larını korumayı hem de Türkiye'deki hareket özgürlüğünü belli ölçülerde sür­ dürmeyi istiyordu. Ne var ki, Poincare siyasetinin sadece Türk dostu görünü­ münü sürdüren Temps gazetesi-tarafından savunulması, buna karşılık basının büyük çoğunluğunda Osmanlı borçları sorunuyla Ren bölgesinin Türkiye'den daha önemli olduğunu savunan yazıların çıkması, Millerand'ın tutumunun üs­ tün geldiğini göstermektedir. Yani, Fransa bir-iki Türk dostu jest dışında, bü­ tün esas sorunlarda İngiltere'nin dümen suyunda gidecek ve sadece görünüşte Türk dostu bir siyaset izleyecektir. Ülkeyi İtilaf Devletleri 'ne kölelikten kurtarmak için var gücüyle çalışan ve İtilafDevletleri'nin bütün tehditlerine rağmen İstanbul'un yönetimini kendi eli­ ne almaya çabalayan Türk hükümeti, Lozan'da çok zor bir durumda kalacaktır. Bu hükümet, Türkiye'nin milli çıkarlarını savunabilmek için, Türk halk kitlele­ rine kendisinin sadece Türk halkı üzerindeki yabancı sermaye sömürüsünün yerine kendi sömürüsünü yerleştirmeye çalışan küçük bir yüksek tabakanın çıkarlarını temsil etmediğini kanıtlamak zorundadır. Biz, Türkiye'de komünist­ lere uygulanan baskıları sırf kendimiz de komünist olduğumuz ve sınıf yoldaş­ larımızı ve Enternasyonal'deki yoldaşlarımızı savunmakla görevli olduğumuz için değil, aynı zamanda Ortadoğu'da Avrupa emperyalizmine karşı kurtuluş hareketinin merkezlerinden biri olan Türkiye'nin milli kurtuluş davası açısın­ dan da bir suç olarak görüyoruz. Türkiye'de iktidarı elinde tutanların Komünist

Partisi'ne saldırmaları elbette kendi açılarından çeşitli biçimlerde açıklana­ bilir. Onlar, Türk köylü kitlelerinin savaşa bitmiş gözüyle baktıklarını, bir an önce terhis olmayı ve durumlarının düzelmesini özlediklerini bilmektedirler. Türkiye'deki iktidar sahipleri, köylü kitlelerinin sola kaymasından ve komünist işçilerin böyle bir hareketin merkezi haline gelmesinden korkuyorlar. Ne var ki böyle bir sola kayma, savaştan ve halk kitlelerinin çektiği büyük acılardan sonra kaçınılmazdır ve eğer Türkiye'deki iktidar bu hareketin kendisine yönel­ mesini istemiyorsa işçi ve köylü kitlelerinin durumunu düzeltmek için kollarını sıvamalıdır. Türkiye'nin abluka altında bulunduğu, İtilaf Devletleri'nin ülkeyi işgal ettiği bütün o çetin günler boyunca yurt savunmasının en ön safında yer alan komünistlerin tutuklanması, halk kitlelerinde Türk hükümetini kendile­ rine karşı da mücadele etmek niyetinde olduğu kanısını uyandıracaktır. Tıpkı 1847 Mart'ında Almanya'daki genç komünist hareketin burjuvazinin milli de­ mokratik hareketini desteklemeyi ya da örneğin Polonya'daki devrimci unsur­ ların köylü reformunu savunan toprak sahiplerini desteklemesini öğütlediği gibi, bugün Komünist Enternasyonal de, Türk komünistlerinin Türkiye'deki yabancı emperyalizme karşı bir hareket olan milli mücadeleyi desteklemesini salık vermektedir. Ama Komünist Enternasyonal bu tutumunu ancak komü­ nistler üzerindeki baskıların son bulması koşuluyla, yani Türk hükümeti dünya emperyalizmine karşı verdiği mücadelede halk kitlelerine dayanmak zorunda olduğunu kavradığı takdirde sürdürebilir. İngilizlerin himaye ettiği Sultan ve etrafındaki satılmış İstanbullu yüksek memurlardan oluşan köhne klik, Kemal Paşa'ya karşı bütün gerici güçleri seferber edecektir. Eğer Kemal Paşa, komü­ nistlere karşı baskı siyasetini değiştirmezse, kendi iktidarının mezarını kazmış olur; çünkü Türk ordusu köylülerden kuruludur. Sovyet Rusya, Türkiye'yi, hükümetinin kara gözleri için desteklemedi ve bugün de bu yüzden desteklemiyor. Sovyet Rusya'nın Türkiye'yi destekleme­ sinin nedeni, Türkiye'nin zaferini Doğu'nun devrimcileşmesi için bir katkı ve dolayısıyla dünya proletaryasını ve Rus Devrimi'ni güçlendiren çok önemli bir etken olarak görmesidir. Bu yüzden Sovyet Rusya, Lozan'da Türkiye'nin hak­ lı istemlerini destekleyecektir. İşte tüm kapitalist basınla ağız birliği ederek Rusya'nın bu tutumunu değiştirmesini uman İkinci ve İki Buçukuncu Enter­ nasyonal ahmakları, bu tutumun temelde, Türk hükümetinin diplomatik ve siyasal alandaki şu ya da bu ters davranışından tamamen bağımsız olduğunu bir türlü kavrayamıyorlar. Biz, Türk hükümetinin bu ters eğilimlerine, bunlar Türkiye halkına zarar verdiği için açıkça karşı çıkarız. Fakat Sovyet Rusya, aynı zamanda, Türkiye'nin siyasetindeki bütün tersliklerin ve zikzakların da ötesin­ de, sanayi proletaryasının dünya sermaye cephesine karşı verdiği mücadelede Doğu halklarıyla bir arada yürüyeceği büyük tarihi yolu da görebilmektedir.

Dr. H. Stürner MEZOPOTAMYA PETROLLERi1so Aralık 1922 RUS DELEGASYONU Doğu Raporu A. Petrol Kaynaklarının Coğrafi ve İdari Dağılım Açısından Durumları

Kaynak grupları aşağıdaki gibi farklılıklar göstermektedir: 1) Musul vilayetindeki kaynaklar: a) Kuzey grubu: (Musul vilayeti yakınları) ile Zap Suyu ve Dicle nehirleri üzerindeki kaynaklar; b) Doğu grubu: Dicle nehri ile İran sınırı arasında yer alan kaynaklar (Ker­ kük sancağı ve Süleymaniye) il) Bağdat vilayetinde yer alan kaynaklar

150

Bu rapor, Komintern'e (Komünist Enternasyonal) Dr. H. Stümer tarafından sunulmuş olup eski adı Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi bünyesindeki Marksizm-Leninizm Enstitüsü Merkez Parti Arşivi olan Rusya Toplumsal Siyasal Tarih Devlet Arşivi'nde (RGASPİ) fond 544, liste 3, dosya 77a, yaprak 64-74 numaralarıyla altındadır. Raporun aslı Fransızcadır. Bkz. Mehmet Perinçek, Türk-Rus Diplomasisinden Gizli Sayfalar, Kaynak Yayınları, İstanbul, Kasım 2016. (YN)

I) Kuzey Grubu: Genel olarak, Musul vilayetinin petrol sahasının kuzey sınırını oluşturduğu ve bu vilayete 32 km uzaklıktaki Hammam Ali mevkiinde çok önemli petrol ya­ taklarının bulunduğu söylenmektedir. Ancak, bu yatakların Musul vilayetinin ötelerine de yayılmış olabileceğine dair düşündürücü nedenlerin yanında Pet­ roleum dergisi (1910) söz konusu vilayete kuzey yönünde 8 saatlik yürüyüş me­ safesinde çok zengin bir petrol yatağı olduğundan söz etmektedir Kuzey grubu yatakları içinde en önemlileri şu şekilde sıralanabilir: 1) Hammam Ali, Musul'a 32 km uzaklıkta, Dicle üzerinde, 2) Abjak ve Nemrut, Hammam Ali'nin doğusunda, Dicle ve Zap çatalında, 3) Gayara, Musul vilayeti kaynaklan içinde en önemli olanıdır. Çok ünlü Ga­ yara "petrol alanı" Musul vilayetinin 65 km güneyinde başlayarak, Dicle nehri­ nin doğu yakasından güneye doğru oldukça geniş bir alana yayılır. Gayara petrol havzası aynı zamanda, Dicle'nin Cebel Hamrin dağlık bölgesi­ ni yarıp geçtiği El Fatha kaynaklan arasında yer almaktadır. Cebel Hamrin sıradağları arasındaki bu yatağın, doğuda İran sınırlan içeri­ sinde yer alan Koucht-i Fouh ve batıda Dicle'nin ötelerinde, jeolojik açıdan bu sıradağların devamını oluşturan bölgeye yayılmış olabileceğini varsaymak da yerinde olacaktır. 4) El Hadra: Hammam Ali mevkiinin 80 km güneybatısında yer alan kapalı alandaki kaynaklar. Doğu Grubu:

Bir yandan Dicle nehri ve kollan (Zap Suyu ve diğerleri) ile diğer yandan Türk-(Irak)-İ ran sınırıyla çevrili, Kerkük ve Süleymaniye sancaklarına ait (ki idari yönden Musul vilayetine bağlıdırlar) alanda yer alan Kerkük, Baba Go­ urgour, Touz Khourmatli, Guil, Kifri, Chemchema, Tchiassourk ve Saad petrol yatakları bu grubu oluşturmaktadır. Öte. yandan, yine Dicle nehriyle İran sınırı arasında yer alan Mandali, De­ rondieh ve El Haim petrol yatakları ise Bağdat vilayeti petrol yatakları arasında değerlendirilmektedir. Tchiassourk petrol yatakları, siyasal ve mali açıdan özel bir durum arz eder. Musul vilayeti dahilinde yer alan tüm doğu grubu içerisinde en önem­ li petrol yatağı, Kerkük petrol havzası olup, aynı adı taşıyan sancak merkezi­ nin yakınlarında yer alır. Ünlü Baba Gourgour { "petrol babası") gazı da yine bu grupta yer almaktadır. Chemchema (Kerkük yataklarından daha doğuda),

Touz Khourmatli (ki çok önemlidir, petrol Karasu'ya bağlı Aksu nehri boyunca oldukça geniş bir havzaya yayılıdır) ve Bağdat'ın kuzeyine 150 km uzaklıkta (ama yine Musul vilayeti içerisinde), Khanikia ve İran sınırına yakın Kifri ya­ takları da yine Kerkük sancağı içerisinde sayılmaktadır. Guil yatakları ise andı­ ğımız yataklar kadar çok bilinir bir petrol yatağı değildir. Bağdat Vilayetinin Doğusunda Yer Alan Petrol Yataklan:

Bağdat vilayeti içerisinde bulunan ve Bağdat- İran ticaret yolunun geçtiği, Kerkük sancağıyla Mezopotamya sınırı köşesinde yer alan Tchiassourk petrol yatağı, jeolojik açıdan İran topraklarında bulunan ve 11Anglo-Persian Oil Co.11 tarafından işletilen büyük Kasr-ı Şirin petrol yatağına dahildir. Söz konusu şirket, Tchiassourk petrolleri üzerinde de imtiyaz haklarına sahipti. Ancak bu bölge yarım asırdır süren İran-Türk sınır anlaşmazlığı ardından nihai olarak Türk toprakları arasında yer alınca ''Anglo-Persian Co. 11, Tchiassourk'da, Türk toprakları (Mezopotamya) üzerinde de hemen özel imtiyazlar elde etmeyi ve tüm Mezopotamya üzerinde etkisini sürdürmeyi başardı ve böylece Tchiasso­ urk üzerinde sağlanan haklarla (şirket hisselerinin yüzde SO'sine sahip olmuş­ lardır) imtiyazlı bir duruma kavuşan İngiliz şirketi "Turkish Petroleum Co. 11 ku­ ruluşu sırasında kendisini kolayca kabul ettirmiş oldu. Çok geniş bir alana yayılan, büyük bir öneme sahip Mendeli yatakları, Kha­ nikine ve İran sınırına çok yakın Mendeli şehirleri arasında yer almaktadır. Bağdat vilayetinin doğu kesimi içerisinde değerlendirilen Darondieh ve El Haim yatakları ise göreceli olarak çok da önemli yataklar sayılmazlar. Fırat Üzerindeki Petrol Yataklan (Bağdat Vilayetinin Batısı):

Bu sınıf, en başta Hit gibi çok bilinen bir bölgeyi kapsamakta olup, Hit pet­ rol yatakları belki de tüm Mezopotamya ve İran bölgesinin en zengin yatakla­ rını oluşturmaktadır ve bu yataklar tam bir doğal kaynak biçimdedir. Hit böl­ gesi aynı zamanda asfalt, fosfor, tuz vb. mineraller açısından da çok zengin bir bölgedir. Nasarieh, Ramadi ve Nafati petrol yatakları da yine Fırat üzerinde yer almakla birlikte önem bakımından daha düşük düzeyde yataklardır. B. İmtiyazlar (Hali Hazırdaki Finans Grupları):

Eski Osmanlı vilayetlerindeki, günümüz İngiliz mandası altındaki Irak üzerindeki petrol çıkarma çalışmasını sınırlandırmak amacıyla bu bölgedeki imtiyazları, 1) Alman, 2) İngiliz, 3) Amerikan imtiyazları olarak üç ana başlık altında toplayabiliriz.

1) Alman İmtiyazlan:

Almanya, her ne kadar günümüzde Ortadoğu'dan tümüyle dışlanmış olsa da Mezopotamya üzerindeki Alman imtiyazlarının izleri bizi iki nedenle ilgi­ lendirmektedir: 1) "Bagdadbahn"151 adlı Alman grubunun maden hakları "Tur­ kish Petroleum Co." sermayesinin bir kısmını oluşturmakta olup, 2) Anadolu Demiryolu Şirketi her ne kadar Alman "Deutsche Bank" grubu tarafından oluş­ turulmuş olsa da, hukuken bir Osmanlı şirketi olup, İsviçre bu şirketin hisse çoğunluğuna sahiptir. Böylece, şirket inşa ettiği demiryolu boyunca maden yataklarını işletme imtiyazına sahip olduğundan petrol savaşına da müdahil olabilecek durumdadır. 5 Mart 1903 tarihinde Osmanlı hükümeti ile "Bağdat Demiryolları Osmanlı Emperyal Şirketi" arasında akdedilen imtiyaz anlaşmasının 22. maddesi; "im­ tiyaz sahibi döşediği demiryolunun iki tarafında, 20 km uzaklığa kadar bula­ cağı her türlü madeni, ilgili kanun ve düzenlemelere uymak koşuluyla işletme hakkına sahiptir, ancak bu durum kendisine bir ayrıcalık ya da tekel durumu yaratmaz" demektedir. "Bagdadbahn", bu imtiyazı elde ettikten sonra 1905 yılında petrol sondaj­ ları yapmak üzere Mezopotamya'ya bir heyet göndermiştir. Ancak, bu heyetin hazırlamış olduğu rapor saklı tutulmuş ve söz konusu imtiyaz çerçevesinde herhangi bir girişimde bulunulmamıştır. Öte yandan "Bagdadbahn" grubuna yukarıda sözünü ettiğimiz maden ve petrol arama imtiyazı bu gruba tanınan tek imtiyaz değil gibidir. Öyle görülüyor ki, gruba resmen tanınan bu imtiyazın yanı sıra "Deutsche Bank" aynı amaçla padişah ödeneği nezdinde özel imtiyaz sahibi olma yönünde girişimlerde bu­ lunmuş, her ne kadar içeriği hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olamasak da, yu­ karıda andığımıza benzer ya da onun paralelinde bazı imtiyazlar elde etmiştir. Bu konudaki bilgilerimiz belki şu şekilde özetlenebilir: Financiere "Bagdadbahn"ın 3 Temmuz 1904 tarihinde padişah ödeneği nez­ dinde kendilerine demiryolu boyunca 40 yıl süreyle bir petrol imtiyazı opsi­ yonu tanınması yolunda girişimlerde bulunduğundan söz etmektedir, ancak söz konusu şirket bu opsiyondan bir yıl içinde yararlanmayacak olursa imti­ yaz kadük olacaktır. 1907 yılında, İngiliz parlamentosunda Türk hükümetinin "Deutsche Bank" Alman grubuna Temmuz 1904 tarihinde bir petrol imtiyazı tanıyıp tanımadığına ilişkin olarak İngiliz hükümetinin haberdar olup olma­ dığı hakkında verilen gensoruya karşılık Sir Edward Grey hükümeti adına bu konuda herhangi bir bilgisi olmadığını belirtmiştir. öte yandan, Osmanlı par­ lamentosunda "Turkish Petroleum"un kuruluşu konusunda söz alan Cavit Bey, 151

Bağdat demiryolu. (YN)

padişah ödeneğinin sahip olduğu hakları 'Deutsche Bank'a devrettiğini, an­ cak bu grubun bu haklardan yararlanamadığını dile getirmiştir." (Petroleum 1914/15, 10, 1516; W. Schweer, Die Türkisch-Persischen Erdölvorkommen) "Bagdadbahn"ın resmi anlaşma dışında elde etmiş olduğu imtiyazlar, öyle görünüyor ki, hukuken pek de sağlam olmayan temeller üzerine inşa edil­ miştir ya da böyle bir imtiyaz zaten mevcut değildir. Ama ne var ki demiryolu güzergahına bağlı bir imtiyaz vardır ve Osmanlı hükümeti tarafından da onay­ lanmış bulunmaktadır. Ö te yandan, padişah ödeneği Jöntürk Devrimi ardından Maliye Bakanı ta­ rafından imtiyazlar tahsisi için yetkin otorite olarak kabul edilmiş olan bakan, Alman grubuna padişah ödeneği ile olan pazarlığı sonucu tanınmış olan petrol imtiyazlarını kesin olarak onaylamadan önce çatışma halindeki Alman ve İn­ giliz çıkarları arasındaki uyuşmazlığı çözme çabalarının sonuçlanmasını bek­ lemiştir. Söz konusu kesin onaylama "Turkish Petroleum Co. "nun kuruluşuna karşı, Alman-İngiliz çıkar çatışmasının bir sonuca kavuşmasına bağlı olarak Dünya Savaşı nedeniyle engellenince "Anatolische Eisenbahngesellschaft"152 hisselerinin yasal dayanağı sadece yukarıda sözünü ettiğimiz anlaşmanın 22. maddesinden ibaret olmuş, bu madde çerçevesinde verilen imtiyaz dışında her hangi başka bir imtiyaz söz konusu olmamıştır. II) Alman-İngiliz Petrol İşbirliği (Turkish Petroleum Company):

İ ngiliz ve Alman çıkarlarını sınırlayıcı ya da bir biçimde birleştirip iki ülke arasında işbirliği sağlayıcı geniş çaplı girişimler ve ciddi politik pazarlıklar so­ nunda 23 Ekim 1912 tarihinde "Deutsche Bank" ve İngiliz grupları arasında bir anlaşma akdedilmiştir. (İngiliz kaynakları; Financial News, 27.6.1914, no 9177, ancak, bu konuda belirli bir Alman kaynağına ulaşamadığımızı da belirtmek durumundayız) Söz konusu gazete bu konuda şunları yazmaktadır: "23 Ekim 1912 tarihli sözleşmeyle, Deutsche Bank, onun vekilleri veya

varisleri için teminat olarak, herhangi bir yasal yükümlülük taşımaksı­ zın Deutsche Bank'ın, adı geçen demiryollarının devredilmesinden do­ layı veya padişah ödeneğiyle ya da diğer departmanlarla veya kişilerle akdedilen sözleşmeden dolayı meydana gelen Anatolian Railway Co. ve Bagdad Railway Co.'daki (veya bunların herhangi birisini ya da daha fazlasını) tüm hak ve çıkartan Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa ve As­ ya'daki mineral petrolün madencilik, üretim ve rafine işlemlerine ilişkin ısı

Anadolu Demiryolu Şirketi. (YN)

olarak teminat olarak bulundurmayı veya bulundurulmasını sağlamayı ve Deutsche Bank'ın, Anatolian Railway Co. veya Baghdad Railway Co (veya bunların herhangi birisinin veya daha fazlasının) mülkiyet veya kontrolü dahilinde bulunan Osmanlı İmparatorluğu'ndaki mineral pet­ role ilişkin tüm bilgileri, araştırmaları, raporları, planları ve haritaları temin etmeyi veya bunların temin edilmesini sağlamayı kabul etmekte­ dir. Deutsche Bank, Türk hükümeti tarafından şirketin çıkarları aleyhine alınan herhangi bir karardan dolayı sorumlu değildir. 20.000 hisse şek­ lindeki ödenek tamamıyla yapılmış olup Deutsche Bank veya onun ve­ killerine tahsis edilecektir. Müdürler şirketin sermayesini sadece petrol alanlarının iktisap edilmesi, işletilmesi, test edilmesi ve denetlenmesi ve bu petrol alanlarında gerekli olan durumlarda başka şirketler çalıştır­ mak amacıyla kullanılabilir.... Şirket özel bir kuruluştur. " 153 Böylece ilk hali ''African and Eastern Concessions Ltd." olarak 50 000 Ster­ lin ile kurulan "Turkish Petroleum Co." sermayesi birleşme (füzyon) anlaşması sonunda 160 000 Sterlin düzeyine çıkartılmış olup, sermaye dağılımı, yüzde SO'si İngiliz grubuna; Türkiye'de Merkez Bankası tarafından temsil edilen Ang­ lo-Persian Oil Co.; yüzde 25'i Deutsche Bank tarafından temsil edilen Alman grubuna (Anatolische Eisenbahngesellschaft, Deutshe Petroleum A.G., Steaua Romana); yüzde 25'i Deterding tarafından temsil edilen Hollanda grubu Ang­ lo-Saxon Petroleum Co. ve Royal Durch Shell Co. olmak üzere gerçekleşmiştir. Sermaye dağılımında İngilizler lehine oluşan durum, Anglo-Persian Co. 'nun yukarıda da belirttiğimiz gibi Tchiassourk petrol yatakları üzerinde önemli çı­ karlara sahip olması ve bu çıkarlarını korumada başarı göstermesi; öte yandan da, Mezopotamya bölgesinde çok daha önceden petrol işletmeciliğine başlamış olması nedeniyle denizyolu, demiryolu vb. ulaşım altyapısına sahip olması ve bu alt yapıyı o güne kadar elde ettiği imtiyazları kullanma becerisi göstereme­ miş olan Almanlarla pazarlık konusu yapmış olmasıyla açıklanabilir. Turkish Petroleum ana sözleşmesi Osmanlı uyrukluların ya da doğrudan doğruya Osmanlı devletinin paylaşımını da ön görmekteydi. Bu Turkish Petroleum adlı Anglo-Alman petrol şirketinin, Almanlar tarafın­ dan şirkete getiril�n petrol imtiyazı ile ilgili kesin onay işlemlerini tamamlama aşamasında Dünya Savaşı patlamıştır. Hukuki açıdan ele alındığında, görüşmelerin savaş nedeniyle kesilmesi, Turkish Petroleum lehine resmen onaylanan bir imtiyazın tüm sonuçlarıyla or­ tadan kalkması anlamına gelmiştir. Savaş ve sonuçları nedeniyle, Mezopotam­ ya petrolleri üzerindeki İngiliz talepleri de, Türk hükümetinin durumu da yasal bir dayanaktan yoksun hale gelmiş bulunmaktadır. ısJ

Financia/ Times, 27 Haziran ı9ı4.

Ö te yandan, Turkish Petroleum şirketinin temelini oluşturan ve yukarıda sözünü ettiğimiz biçimde Alman ve İngiliz grubu arasında uzlaşma sağlayan ana sözleşme, Anadolu Demiryolları Şirketi tarafından temsil edilen Alman grubuna Türk hükümeti tarafından tanınan tüm petrol imtiyazlarının ve Alman grubunun İngilizler karşısında "tröstll haline gelmesinin kesin olarak onay­ lanmış olduğunun teminatıdır. Almanları Ortadoğu dışına atan Versay Anlaşması, Almanların bu tröst du­ rumunu tümüyle ortadan kaldırmayı da ihmal etmemiştir (Madde 299). Ama ne var ki anı anlaşma, söz konusu Alman tröstünü değerlendirmek adına, İngiliz haklarını belli bir süre için geçici olarak hayatta tutmuştur. İngiliz grubu, andığımız bu haktan yararlanmadığı için, söz konusu Alman tröst kuruluşu kesin olarak ortadan kalkmış olup, Alman grubu ve Alman bası­ nı İ ngilizlerin söz konusu geçici haktan yararlanamadıklarını dile getirmekte­ dir ve her şeyin savaş öncesi statüko çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini ileri sürmektedir, yani Anadolu Demiryolu Şirketinin bölgede petrol imtiyazına sahip olan tek şirket olduğunu; yasal haklarının da Osmanlı hükümetiyle yap­ tıkları anlaşmadan (Jlladde 22, bkz. daha önceki açıklamalar) kaynaklandığını dile getirmektedir. Oysa söz konusu Anadolu Demiryolu Şirketi bir Osmanlı şirketidir, bu da günümüzde Osmanlı devletinin mirasçısı Türkiye Cumhuriyeti'nin bu haklara sahip tek devlet olduğu anlamına gelmektedir. Öte yandan, söz konusu şirketin sermaye çoğunluğunun günümüzde İsviçre'nin elinde olması nedeniyle, yabancı fınansörlerin petrol için yarışan güçlü gruplardan birine yaslanarak demiryolu boyunca tanınmış olan petrol imtiyazlarını tekrar geçerli kılabilmeleri gibi bir olasılık da söz konusudur. III) Amerikan İmtiyazları:

Hemen belirtelim ki, yasal herhangi bir imtiyaz tanınmış değildir, "Chester Tasarısı" olarak bilinen imtiyaz tasarısının geçmişi ilk haliyle 1908 yılına kadar uzanır. Osmanlı hükümetiyle Dr. Glasgow olarak bilinen şahsın görüşmeleri bu tarihte başlar ve hemen ardından "Ottoman American Development Co. "nun başkanlığına getirilen Chester'in görüşmeleri tek başına sürdürdüğü görülür. Amerikan filosunun amirali Colby Chester, 1896'da gerçekleşen son Ermeni kı­ rımının ardından Amerikan tezlerini savunmak için 1899 yılında Türkiye'ye ge­ lir, ancak uzlaşıcı bir politika izlemesi sonunda, Amerikan sermayesinin başta Ergani bakırları, Ermeni ve Mezopotamya petrolleri olmak üzere Türkiye'nin önemli maden ve petrol kaynaklarım işletebilmesini sağlayacak çok büyük bir imtiyazın kabulüne giden yolu açar. Söz konusu imtiyaz, aslında yine bir de-

miryoluna bağlı bir imtiyaz olacaktır ve 2000 km.yi aşkın bir demiryolu yapımı planlanmaktadır. Ne var ki Chester grubu böyle bir demiryolu inşaatını asla hedeflememekte, sadece güzergah boyunca maden zenginliklerini işletmekle ilgilenmektedir. Bu durum, zorlu bir arazide böyle bir demiryolu inşasına iliş­ kin olarak Amerikalı kapitalistlerin Osmanlı hükümetine bir kilometre dahi ga­ ranti verememeleriyle yeterince açık bir biçimde kanıtlanmış olmaktadır; söz konusu demiryolunu yapmak için gerçekten iyi niyetli bir çaba içinde olunsa böyle bir teminatın verilebilmiş olması gerekirdi. Bu sözüm ona imtiyaz pek çok kez gözden geçirilmiş, özellikle devrim154 son­ rasında tasarı halinde bile olsa pek çok değişikliğe maruz kalmış olup, Türk hü­ kümeti yeni kurulan parlamentonun imtiyazı onaylamasını gerekli görmüştür. Amerikan grubu ile Osmanlı Bayındırlık Bakanlığı155 arasında Chester tasarısı olarak adlandırması kabul görmüş olan tasan sadrazamın takdirini kazanarak 1911 yılında Osmanlı parlamentosuna sunulmuştur. İtalya-Türk savaşının tam da patladığı anda tasarı mecliste görüşme sırası beklemekteydi ama bu savaşın ardından Balkan Harbi ve nihayet Dünya Savaşı peş peşe geldiler, dolayısıyla söz konusu imtiyaz asla onaylanamadı. Kaldı ki, söz konusu imtiyaz bir yandan da Bagdadbahn tarafından karşı çıkışlarla karşılaşmış, bu da imtiyazın onay­ lanmasını engelleyen başka bir neden olmuştur. Söz konusu tasarı pek çok kez değiştirilerek gündeme getirilmiş olmakla birlikte, imtiyazın gerçekleştirilmesi asla düşünülmemiştir. Aslında konunun tekrar tekrar gündeme getirilmesinin bir nedeni de Kafkaslarda demiryolu yapımına sıcak bakmayan Rusya'dan ta­ sarıdan vazgeçilmesi karşılığı bazı ödünler elde etmek istenmesidir. Aşağıda Türk parlamentosuna sunulması ardından değişikliğe uğramış Chester imtiyaz tasarısının bir özeti yer almaktadır. Görüleceği gibi, demiryolu güzergahının petrol yatakları bakımından en zengin bölgelerden geçmesi plan­ lanmaktadır: "Osmanlı hükümeti, aşağıdaki demiryolu hatlarının değerlendirilmesi ve bölgenin coğrafi çalışmalarını tamamlayabilmesi için imtiyaz sahibi­ ne bir süre tanımış bulunmaktadır: 1) Harput, Ergani, Diyarbakır ve Bitlis üzerinden geçmek üzere Sivas-Van hattı; 2) Van'dan başlayıp Musul, Kerkük ve Süleymaniye'den geçecek bir hat; 3) Sivas'tan başlayıp İskenderun Körfezi kanalıyla Akdeniz'e uzanacak bir hat. İmtiyaz süresi 99 yıl olacaktır. Gerekli çalışmaların normal bir süre içe­ risinde tamamlanması beklenmekte olup, imtiyaz sahipleri imtiyazın ı54 ı55

ı908 Devrimi kastediliyor. (YN) Nafıa Nezareti. (YN)

kesin olarak onaylanması ardından en geç üç ay içerisinde bir Osmanlı şirketi kurmak zorundadırlar. Herhangi bir teminat altında tahsis edilmiş olmayan imtiyaz, 99 yıl bo­ yunca demiryolu güzergahının her iki yanında 20 km içerisinde kalan alanda bulunacak her türlü madenin Osmanlı devleti adına işletilmesini kapsamaktadır." (Tasarının ilk haline göre, Osmanlı hükümeti üçüncü şahıslara karşı hakları saklı kalmak kaydıyla, imtiyaz sahiplerine imtiyaz süresi boyunca güzergahın iki yanında 20 km derinlikte keşfedecekleri bilinen ve bilinmeyen her türlü ma­ denin devlet tarafından işletilsin ya da işletilmesi bırakılsın tüm imtiyazını, imtiyazın tahsisi tarihinden itibaren 20 yıl için tahsis edecektir.) Özetlemiş olduğumuz metin (W. Schweer, Die Türkisch-Persischen Erdölver­ kommen), ayrıca şu hususu eklemektedir: "Madenlerle ilgili bu maddenin önemi özellikle; kasten öne çıkartılma­ mıştır: Devlet tarafından işletilen madenlerin imtiyaz sahibine bırakıl­ ması söz konusu olmayıp, imtiyaz sahibi diğerlerine karşı sadece bir ön­ celik hakkına sahip olacaktır." Amiral Chester'in oğlu, 1911 yılında kopan görüşmeleri ulusal Türk hükü­ meti nezdinde tekrar başlatabilmek amacıyla 1922 yılında Ankara'ya gelmiş bulunmaktadır. Bu anılanlar çerçevesinde yasal olarak geçerli bir Amerikan imtiyazı bulun­ mamaktadır. Bir tasandan öteye geçmeyen Chester "imtiyazı" ve Bennett ve Kay tarafından temsil edilen başka bir Amerikan grubunun Sultan Abdülhamit'ten elde ettiklerini ileri sürdükleri imtiyaz ancak iğreti bir durum olarak değerlen­ dirilebilir.

Orhan [Sadrettin Celal] KEMALİZMİN YENİ YÖNELİŞİ156 2 Aralık 1922

Esas olarak Türkiye Komünist Partisi'ni hedef alan son baskı ve tutuklama­ lar, Sovyet Rusya'nın olduğu kadar, tüm dünya proletaryasının da dikkatini çekecek niteliktedir. Çünkü burada söz konusu olan, kapitalist bir hükümete başkaldıran komünistler değildir. Tam da Lozan Konferansı'nın hazırlanmakta olduğu bir sırada Ankara hükümetinin Komünist Partisi'ne indirdiği darbe, bu hükümetin hem iç hem de dış siyasetinde bir değişikliği ifade ediyor. Bu değişikliğin nedenlerini ve anlamını doğru bir biçimde kavramak ve uzun vadede gelişeceği yönü görebilmek için bu milliyetçi hükümetin kayna­ ğına, toplumsal yapısına ve asıl amacının ne olduğuna bakmak gerektiği kanı­ sındayım. Bu milliyetçi hükümet ki, bugüne kadar Milli Kurtuluş mücadelesine önderlik etmiştir. Ve emekçi kitlelerin kanlarıyla canlarıyla kazandıkları zafe­ rin meyvelerini toplamaya başladığı şu anda, bu kitleleri ezmek istemektedir. Milli hareketin kaynağını ve anlamını, ayrıntılara girmeden, birkaç sözle anlatmaya çalışacağım. 1908 burjuva devrimine kadar büyük ticarete, Batı kapitalizminin temsilcisi ve ajanı rolündeki Türk olmayan unsurlar hakimdi. Devrimden sonra İttihatçı156

Orhan [Sadrettin Celal], "Die Neuorientierung des Kemalismus", lnternationale Presse­ Korrespondenz, sayı 228, yıl 2, 2 Aralık 1922, s.1656-1657.

lar, bu Türk olmayan unsurları saf dışı ederek genç burjuvaziyi sağlamlaştır­ mak istedilerse de, bu planlarını uygulamalarına kapitülasyonlar engel oldu. Savaştan önce tasarlamış oldukları bu planı, ancak Rusya'nın Dünya Savaşı'na girmesinden sonra -hiç olmazsa kısmen- gerçekleştirebildiler. Bunun için, as­ lında büyük çapta vurgunculuk yapan ve genç Türk burjuvazisini zenginleştir­ me amacı güden milli ihracat ve ithalat şirketleri ve başka bazı şirketler kurdu­ lar. Para biriktirmelerini kolaylaştırmak için bunlara bol keseden mali olanak­ lar sağlandı ve yabancı sermayeden bağımsız olmaları için de, bir "Milli Banka" kuruldu.157 Bütün malların ihracat ve ithalatını kendi bildikleri gibi düzenleme yetkisine sahip olan vekil ve kumandanlar, bu ayrıcalıklı durumlarından ala­ bildiğine yararlandılar ve muazzam servet yaptılar. Öte yandan, İttihatçılar ta­ rafından bu örgütlerin ve "iktisadi" adı verilen kuruluşların başına getirilen milletvekilleri ve yüksek mevki sahipleri, sivil ve askeri makamların himaye­ si altında ve bunların yardımıyla çeşitli ürünleri ve besin maddelerini ucuza alabilmekte ve aldıklarını yüzde iki yüz, hatta üç yüz misli pahalıya satarak hesapsız para kazanabilmekteydiler. Böylece, biraz da yapay olarak, bir büyük ticaret burjuvazisi oluştu ve iki yıl süren hızlı gelişme döneminden sonra, Batı kapitalizminin o güne kadar komisyonculuğunu yapmış, onu temsil etmiş olan gayrimüslim büyük burjuvaziyi alt etmeye girişti. Ne var ki, yenilgi her şeyi altüst etti. İstanbul'a ve Türkiye'nin diğer şehir­ lerine yerleşen galip emperyalist devletler, bu "iktisadi" kuruluşları ya yok et­ tiler ya da bunlara el koyarak statükoyu yeniden kurdular. Savaşın tam olarak mahvedemediği Türkiye, bu kez kesin çöküşe gidiyordu. Zaten dayanılmaz bir vergi yükü altında inleyen ve yokluk içinde yüzen kitleler, şimdi de tüm işgal birliklerinin geçimini sağlamak zorunda bırakılmıştı. Öte yandan, İtilaf Devletleri'ne mensup yüksek askeri şahsiyetlerin küstah­ ça davranışları halkı öfkelendirmekteydi. İzmir'in Yunanlar tarafından işgali, bardağı taşıran son damla oldu. İşte halkın bu öfkesi, herkesi saran isyan duy­ gusu, emperyalizm tarafından mülksüzleştirilmiş olan ve direnmeyi örgütle­ mek için fırsat kollayan yeni Türk burjuvazisi tarafından ustalıklı bir biçim­ de kullanıldı. Bu burjuvazi, kurtuluşa götürecek yolu arayan kitlelerin başına geçmesini bildi. Bu sayede eski ayrıcalıklarına yeniden kavuşmayı umuyordu. Eski " İttihat ve Terakki" yöneticileri, izledikleri vurgunculuk, katliam ve sür­ gün siyaseti yüzünden halkın gözünde çok fazla açığa çıkmış oldukları için, savaş sırasında geri planda duran ve daha az yıpranmış olan siyaset adamları -özellikle de Kemal Paşa- kurtuluş hareketinin başına geçti. İ şte milli hareketin kökeni burada yatmaktadır. Hemen belirtelim ki, Türk büyük burjuvazisinin doğrudan temsilcisi olan Ankara hükümeti, direnişi ör157

İ ttihad-ı Milli Bankası. (YN)

gütleyebilmesini ve mücadeleyi nihai zafere ulaştırabilmesini, ancak ve ancak köylülerin ve halk kitlelerinin fedakarlığına, emperyalist devletler arasındaki rekabete, Sovyet Rusya'nın sağladığı maddi ve manevi desteğe borçludur. Milliyetçi burjuva hükümetinin esas amacının, eski ayrıcalıklarını yeni­ den elde etmek olduğunu hiçbir zaman unutmamalıyız. Batı kapitalizminin Doğu'daki öncüsü olma hakkını kendi tekeline alır almaz, tek isteği bu kapi­ talizmle barış yapmak ve bağımsızlık mücadelesinden vazgeçmek olacaktır. Artık kendi eliyle baltalamaya başladığı bu mücadele, onun gözünde, kitleleri kendi yanına çekmek için yararlandığı bir araçtan başka bir şey değildir. Sov­ yet Rusya ile kurduğu iyi ilişkiler ve yaptığı İttifak da, kendi hedefine ulaşmak için sadece birer araç ve yoldur. İşte, Londra Konferansı'na kadar emperyaliz­ me karşı nefretle dolup taşan milliyetçi burjuvazinin, kendisi için Türkiye'nin emekçi kitlelerini sömürmeye katılma olanağı doğar doğmaz, o güne kadar iz­ lediği kararlı savaş siyasetinden cayarak bir uzlaşma ve ihanet siyasetine sarıl­ ması da bu sebeptendir. Londra Konferansı'ndan bu yana milliyetçi burjuvazi artık devrimci değildir. Ankara hükümetinin temsil ettiği büyük burjuvazinin, çıkarlarını güvence altına almak için barış koşullarına ihtiyacı vardır. Bu ne­ denle de, Lozan Konferansı'nda "Misakı Milli" meselesinde emekçilerin sırtın­ dan ödün vermeye hazırlanmaktadır. Nitekim Fransızlarla Kilikya konusunda yapılan anlaşma ve Mudanya Konferansı, bunu açıkça kanıtlıyor. Aynı şekilde komünistlere uygulanan son baskılar da bunu doğrulamaktadır. Çünkü iki düşmanla, yani hem milli burjuvazi hem de yabancı emperya­ lizmle karşı karşıya bulunan Türkiye Komünist Partisi ve Türkiye'nin bütün ko­ münistleri, o gün için en büyük düşman olan Batı emperyalizmine karşı hükü­ meti desteklemek amacıyla sınıf mücadelesini bir an için ihmal ettiler. Onların bu davranışını belirleyen şey, bizzat geniş halk kitlelerinin çıkarları ve bundan da önemlisi dünya devriminin yüksek menfaati ve talepleri olmuştur. Türkiye Komünist Partisi, geniş halk kitlelerinin tek gerçek temsilcisidir. Demek ki, par­ tinin dış siyaseti son derece açık ve berraktı. Askeri zaferin işçilerle köylülerin olağanüstü fedakarlık ve kahramanlıkları sayesinde olduğu kadar, komünistle­ rin halkı mücadeleye seferber eden kararlı çabaları ve Sovyet Rusya'nın sağla­ dığı maddi ve manevi yardım sayesinde de kazanıldığı gerçeği inkar edilemez. Komünist Partisi'nin ve bu partinin her bir üyesinin bugüne kadar izlemiş olduğu siyasete gelince, bu siyaset, daima demokratik reformlar yapılmasını talep etmek, işçilerin, köylülerin ve proleter aydınların durumlarının düzelme­ si için çalışmak olmuştur. Bundan da anlaşılacağı gibi, Partinin ve Türkiyeli komünistlerin faaliyeti, hiçbir zaman hükümetin varlığını tehdit etmemiştir. Hele bu hükümet, kendini daima demokratik reformların savunucusu olarak gösterdikçe!

Türkiye Komünist Partisi'nin mücadeleyi, tam milli bağımsızlık kazanıla­ na kadar, hiçbir zaman azalmayacak bir fedakarlıkla sürdüreceği konusunda zerre kadar şüphesi olmayan Ankara hükümeti, kendi ihanet siyasetini açığa çıkaracak ve demokratik reformların yapılmasını talep edecek bütün güçleri ezmeyi zorunlu gördü. Hükümet, bu reformları, savaştan önce işçilerle köylü­ leri kendi safına çekebilmek ve Rusya'dan yardım alabilmek için vaat etmişti. Dolayısıyla partiye yöneltilen bu darbe, daha yakın zamanlara kadar hükü­ metin bizzat kendisinin savunduğu milli programa yöneltilmiştir. Üstelik bu, emperyalizmin tehlike olmaktan hiçbir şekilde çıkmadığı ve Türkiye'nin Rusya ve dünya proletaryasının devrimci güçlerine her zamankinden fazla ihtiyacı ol­ duğu bir sırada yapılıyor. İstanbul'dan gelen son haberlere göre, hükümet Türkiye'deki işçi sendikası­ nı, güya komünizm propagandası yaptığı için kapatmıştır. Bu kör ve gayrimilli siyasetin mantıki sonucu, Avrupa emperyalizmine karşı mücadelede kesin ye­ nilgiden başka bir şey olamaz. Halk kitlelerinin tek gerçek temsilcisi olan Türkiye Komünist Partisi, hükü­ meti, komünistlere karşı sürdürdüğü baskı siyasetine son vermeye, hapisteki yoldaşları serbest bırakmaya ve Lozan'da Türkiye'ye tam siyasi ve iktisadi ba­ ğımsızlık sağlayacak bir barış imzalamaya bir kez daha çağırır. Eğer Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti, bu çağrıyı ciddiye almama gaf­ letine düşerse, o zaman bu milli ihanet hükümetinin terk ettiği bağımsızlık mü­ cadelesini, halkın bu mücadelede verdiği kurbanlar ve gösterdiği fedakarlığın boşa gitmemesi için Türkiye Komünist Partisi, emekçi kitlelerin sevgisine da­ yanarak ve Sovyet Rusya ile dünya proletaryasının desteğiyle sonuna kadar sürdürecektir.

H. Kabakciyev BALKANLAR'DA DURUM158 6 Ocak 1923

4. Komünist Balkan Konferansı'nın daha geçen yılın Mayıs ayında

Sofya'da toplanabilmesine karşılık, 5. Konferans, Balkanlar'ı kasıp ka­ vuran beyaz terör yüzünden 12 Aralık'ta yurtdışında, Moskova'da top­ lanmak zorunda kaldı. Son aylarda Balkanlar'da meydana gelen olayla­ rın aşağıdaki özeti, Kabakçıyef yoldaşın Konferans'a sunduğu rapordan alınmıştır. Yazı Kurulu ı. Yunanistan 'ın Yenilgisi

Yunanistan'ın yenilgiye uğramasının tek sorumlusu, Yunan burjuvazisinin maceracı ve ölümcül siyasetidir. Bu yenilgi sadece Yunan burjuvazisinin milli­ yetçi yayılma siyasetinin değil, aynı zamanda Balkan burjuvazilerinin siyaseti­ nin; Bulgaristan'ın .1913-1918 yılları arasındaki, Sırbistan'ın 1915, Romanya'nın 1916 ve Yunanistan'ın 1922'deki siyasetlerinin de bir yenilgisidir. Balkan devlet­ lerinin hepsinde Balkan burjuvazisinin uyguladığı siyaset, halkları birbiri ardı sıra yenilgilere, felaketten felakete sürükledi, şu ya da bu ülkenin kazandığı geçici başarılara karşın tam bir iflasla sonuçlandı. 158

H. Kabakciyev, "Die Lage auf dem Balkan", Intemationale Presse-Korrespondenz, sayı 4, yıl 3, 6 Ocak 1923, s.25-26.

Yunan yenilgisinin ilk sonucu, Yunanistan'da patlak veren güçlü iç siyaset bunalımıdır. Yunan halkı büyük kurbanlar vermiş, şimdi de korkunç bir sefa­ lete düşmüştür. Cepheden dönen işçi ve köylüler isyan ederek yöneticilerden hesap soruyor. Eski hükümet devrilmiş, Kral kovulmuştur. Ama milli burjuvazi ve onun subaylar arasındaki taraftarları, bu hareketin önderliğini ele geçire­ rek hedeflerini sınırlandırmayı başardılar. Yine de kitlelerin hoşnutsuzluğu artmakta ve devrimci bir kitle hareketinin koşulları hızla olgunlaşmaktadır. Yunanistan Komünist Partisi'ni önemli, büyük görevler beklemektedir. Bu parti, işçi ve köylü kitlelerine nüfuz edebilmek, devrimci şiarlar etrafında on­ ların bağımsız sınıf mücadelesini örgütleyebilmek için gereken her şeyi yap­ mak zorundadır. Yunanistan Komünist Partisi, kendi bağımsızlığını koruyarak cumhuriyet mücadelesini desteklemeli, aynı zamanda bu mücadeleyi daha da ileriye götürmek, Yunanistan Sovyetler Cumhuriyeti ve Federal Balkan Sovyet­ ler Cumhuriyeti uğruna bir mücadeleye dönüştürmek için çaba göstermelidir. Yunanistan'ın yenilgisi aynı zamanda İngiliz emperyalizminin de yenilgi­ sidir. Çünkü Türklerle savaşta Yunanistan'ın arkasında İngilizler vardı. İtilaf Devletleri'nin, özellikle de İngiliz emperyalizminin Balkanlar'daki ve Anado­ lu'daki durumu, Yunanistan'ın yenilgisi ve milli Türk ordularının İstanbul'a ilerlemesi sonucu zayıflamıştır. Bu, emperyalizmin ve karşıdevrimin Balkan­ lar'daki devrimci harekete Güney'den saldırma tehlikesini azaltıyor. Ama İtilaf Devletleri, Balkan devletlerini yeniden bir savaş ve hanedan bir­ liğinde toplamaya çalışıyorlar. Amaçları, bu birliğin yardımıyla Balkan halk­ larını Türkiye'ye ve Rusya'ya karşı savaşa zorlamaktır. Yunan yenilgisinin ve Türk ordularının İstanbul'a yaklaşmasının hemen ardından Yugoslavya, sefer­ berlik hazırlıkları için İtilaf Devletleri'nden 800 milyon frank tutarında borç istedi. Büyük bir hazır orduya sahip olan Romanya ise yeni kuşakları askere çağırıyor. İngiltere'nin etkisiyle Romanya, Fransa'nın etkisiyle de Yugoslavya savaş için bütün hazırlıkları yapıyorlar. İtilaf Devletleri'nin bilinçsiz aletleri olan ve kendi istila hırsı dolu siyasetlerinden bir türlü vazgeçmeyen Balkan hükümetleri, Balkanlar'da sahneye kanlı bir dram koyabilirler. Beliren bu yeni savaş tehlikesi karşısında Balkan komünist partileri, işçi ve köylü yığınlarının mücadelesini örgütlemelidir. İtilaf Devletleri emperyalizminin Balkan halkla­ rını Türkiye'ye karşı savaşa sürmek için gösterdiği çabalar ancak bu yolla etki­ siz kılınabilir. Balkan komünist partileri, İtilaf Devletleri emperyalizmine karşı ulusal bağımsızlığı için mücadele eden Türkiye ile Balkan halkları arasında barış talep etmelidirler.

2. Türkiye ve Trakya Sorunu

Milli Türk ordularının başarıları İngiltere'nin sömürgeler üzerindeki ege­ menliğini sarstı, bütün Doğu halklarının özgürlük mücadelesini canlandıran itici bir güç oldu. İstanbul ve Anadolu'da Avrupa emperyalizmine karşı mü­ cadelede Balkan halklarının doğal müttefiki olacak bağımsız bir Türkiye'nin kurulması Avrupa emperyalizminin sömürgeleştirdiği Balkan halklarının son derece yararınadır. Komünist Enternasyonal ve komünist partileri, bütün sömürge ve yarı sö­ mürge halklarının emperyalizme karşı mücadelesini destekler. Balkan komü­ nist partileri de Avrupa emperyalizmine karşı çıktığı, dolayısıyla da devrimci nitelik taşıdığı sürece Türk milli hareketini desteklemektedir ve desteklemeye devam edecektir. Ama bu hareket, yabancı halkları istila etmeye, boyunduruk altına almaya başladığı an, yani Türkiye, Boğazlar ve İstanbul üzerindeki ege­ menliğiyle yetinmeyerek Trakya'yı da istila etmeye kalkıştığı an, bu harekete kararlıkla karşı çıkacaklardır. Türkiye Komünist Partisi, milli hareket karşısın­ da tam bağımsızlığını korumalıdır. Türkiye Komünist Partisi, Türk milli bur­ juvazisini teşhir etmeli, hem Türk burjuvazisinin sömürücü siyasetine karşı hem de burjuvazinin yabancı halkları boyunduruk altına almaya, Avrupa em­ peryalizmi ile anlaşmaya yönelik her türlü çabasına karşı mücadele etmelidir. Milli Türk ordularının Balkanlar'a yaklaşması, Trakya üzerinde egemenlik sorununu yeniden ön plana çıkartmıştır. Yunanistan, Batı Trakya'ya egemen olmak ve bu egemenliğini her ne pahasına olursa olsun korumak istiyor. Bul­ garistan, Trakya'nın özerkliğini talep ediyor, ama bu özerklik maskesi altında ilhak girişiminde bulunuyor. Gerek Yunan burjuvazisi gerekse Bulgar burjuva­ zisi Trakya'yı istila emelleri gütmektedirler. Onlar, Trakya'da yaşayan halkla­ rın bağımsızlığının ve özerkliğinin düşmanlarıdır. Balkan komünist partileri, özellikle Bulgaristan ve Yunanistan komünist partileri, Trakya'da yaşayan halkların milli, özgürlük ve özerklik mücadelesini destekleyecek, bu halkların milli bağımsızlığa ancak işçi ve köylülerin devrimci mücadelesi yoluyla, ancak Federal Balkan Sosyalist Sovyetler Cumhuriyeti'ni gerçekleştirerek kavuşacak­ larını açıkça belirteceklerdir. Öte yandan bu komünist partileri, Yunanistan ve Bulgaristan'ın Trakya üzerindeki istilacı emellerini her zaman teşhir edecek ve bu tür girişimlere karşı amansızca mücadele edeceklerdir. 3. Lozan Konferansı

Lozan Konferansı, emperyalist devletlerin, öncelikle de İngiltere ve Fransa'nın, Türkiye'ye ve Balkanlar'a karşı güttükleri istilacı hedefleri yeniden

saptama olanağı verdi. Emperyalist savaştan sonra İngiltere'nin ve Fransa'nın Yakındoğu siyaseti ana hatlarıyla şöyledir: Deniz ve kara gücüne dayanan İngil­ tere, başlıca düşmanları olan emperyalist Almanya ile Rusya'nın Yakındoğu'da uğradığı yenilgiden de yararlanarak Boğazlar'ı ve İstanbul'u ele geçirmeyi, böy­ lece Türkiye'yi parçalayarak onu Balkanlar'da ve Anadolu'da kendi egemenli­ ği altına almayı amaçlıyor; bunun yanı sıra Asya'daki sömürgeleri üzerindeki etkisini de güvence altına almaya çalışıyor. Fransa, Türkiye'nin bölünmesini istemiyor. Çünkü alacaklarını ve Türkiye'ye yaptığı yatırımları korumayı düşü­ nüyor; Türkiye'yi ekonomik ve parasal açıdan ele geçirerek onu sömürgeleştir­ mek istiyor. Fransa ile İngiltere'nin emperyalist çıkarları arasındaki bu zıtlık, Türkiye'ye karşı uyguladıkları siyasetteki çelişkiyi açıklamaktadır. Ama Türkiye tam bağımsız bir devlet olma isteğini dile getirir getirmez, bü­ tün kapitülasyonları, mali denetimi büyük kapitalist devletlere olan her türlü bağımlılığı silkip atma yoluna gider gitmez, İngiltere ile Fransa arasındaki bu düşmanlık da derhal geri plana düştü. İ ngiltere ve Fransa, Türkiye'nin sırtın­ dan geçici bir birlik kurdular. Buna göre İngiltere, Almanya'nın Fransa tarafın­ dan sömürülmesi ve ona tabi olması konusunda, ayrıca tazminatlar sorununda ödün veriyor; buna karşılık Fransa, İngiltere'nin Boğazlar'ı ve İstanbul'u işgal etmesini kabul ediyor. Büyük emperyalist devletler isteklerini uygulayabilmek amacıyla Lozan Konferansı'nda birleşiyorlar. İngiltere "Boğazlar'ın serbestliği" şiarıyla Boğazlar'ın ve İstanbul'un tek hakimi olmak, Karadeniz'i bir İngiliz gölüne dönüştürmek istiyor. Böylece hem Sovyet Rusya'ya karşı mevzilerini sağlamlaştıracak hem de Yakındoğu'daki sö­ mürge egemenliğini güvence altına almış olacak. Boğazlar'ın İngiltere tarafın­ dan işgal edilmesi, Karadeniz kıyılarında yaşayan halkların, dolayısıyla özel­ likle Balkan halklarının çıkarları ve bağımsızlığı açısından korkunç derecede büyük bir tehlike oluşturmaktadır. Bu nedenle Balkan halkları, Türkiye'nin Avrupa emperyalizmine karşı bağımsızlık için verdiği mücadeleyi desteklemek zorundadırlar. Balkan halkları, Boğazlar'ın ve İstanbul'un Türklere verilmesini ve Karadeniz'in emperyalist devletlerin savaş filolarına kapatılarak kıyılarında yaşayan halka ait olmasını istemelidirler. Cenevre'de olduğu gibi Lozan'da da emperyalizme karşı mücadele eden ezi­ len halkların safında yer alan tek devlet Sovyet Rusya oldu. Bu gerçek, Balkan halklarına, kendilerini Avrupa emperyalizminin aracı durumuna düşüren bur­ juvazi ve hanedanlarının siyasetine kararlılıkla karşı çıkma ve Sovyet Rusya'yı savunmak zorunda olduklarını gösterdi. Bu gerçek onlara, milli kurtuluş mü­ cadelesinde Balkan halklarının biricik desteği yüce Sovyet Rusya Cumhuriyeti ile ittifak yapması için kendi hükümetlerini sıkıştırmaları gerektiğini gösterdi.

4. Yugoslavya ve Öteki Balkan Devletlerindeki Milli Hareketler

4. Balkan Konferansı'nda Balkan devletlerindeki ezilen halkların ve ulusal

azınlıkların mücadelesine karşı tavrımızı belirlemiştik. Zorbalık, şiddet, hakla­ rın gasp edilmesi, milliyetsizleştirme siyaseti, ezilen halkların her türlü milli, siyasal ve kültürel özgürlüklerini ortadan kaldırma siyaseti Makedonya'da, Voyvodina'da ve Hırvatistan'da gitgide artan büyük bir hoşnutsuzluk doğuru­ yor. Makedonya'da bu hoşnutsuzluk temelinde milliyetçi ve komitacı bir hare­ ket oluşmakta, Bulgar burjuvazisi de kendi gerici emelleri ve milliyetçi ilhak siyasetini sürdürmek için bu hareketten yararlanmaktadır. Balkan komünist partileri; Sırp, Yunan ve Bulgar burjuvazisinin milliyet­ çi siyasetinin, Makedonya'da yaşayan halklara karşı beslediği gerçek emelleri açığa çıkartacak ve bu halkların milli bağımsızlık mücadelesini bütün gücüyle destekleyecektir. Makedonya'daki milli hareketi komşu devletler burjuvazisi­ nin etkisinden kurtarmaya çalışacak, bu hareketin Makedonya Sovyet Cumhu­ ruriyeti ve Federal Balkan Sovyetler Cumhuriyeti'nin kurulması yolunda vere­ ceği devrimci mücadeleyi destekleyecektir. Romanya burjuvazisi; Besarabya, Erdel ve Dobruca'nın vb. ezilen hakları­ nın haklarını gasp etmeyi ve terör yönetimini sürdürüyor. Romanya Komünist Partisi, boyunduruk altındaki halkların ve ulusal azınlıkların milli bağımsızlık mücadelesini destekler, Balkan halklarının milli ve toplumsal kurtuluşunu an­ cak işçi-köylü devriminin zaferini sağlayacağını ısrarla belirtir.

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi DÜNYANIN BÜTÜN DEVRİMCİ İŞÇİ VE KÖYLÜLERİNE ÇAGRP59 10 Şubat 1923

İngiltere, Fransa ve diğer devletlerin emperyalist soyguncuları, dünya hakimiyetlerini, kapitalist ülkelerdeki milyonlarca işçinin sefaleti ve çektiği ta­ rifsiz acılar pahasına, emekçilerin insafsızca sömürülmesi pahasına kurdular. Ayrıca onlar zenginliklerini daha da artırmak, güçlerine güç katmak için, sö­ mürge ve yarısömürge ülkelerdeki milyonlarca emekçi kitlesini köleleştirdiler ve hayasızca sömürdüler. Öte yandan, Dünya Savaşı ve savaşı izleyen yıllar, kapitalizmin, kendi doğurduğu güçlerle başa çıkmaktan aciz olduğunu açıkça gözler önüne serdi. Dünya katliamı, sömürgelerde yaşayan milyonlarca işçi ve köylünün gözü­ nü açmış, yaşadıkları hayatın çekilmez olduğunu fark etmelerini sağlamıştır. Kanlı savaşın sonunda, ortalığı henüz örgütsüz olmakla birlikte, güçlü bir dev­ rimci ayaklanmalar seli kapladı. Daha iyi bir gelecek için mücadeleye atılan bu temel güç, yerli burjuvazi tarafından yönetildi ve örgütlendi. Savaş sırasında serpilip güçlenen sömürge ülkeler burjuvazisi, artık emperyalizmin boyunda159

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi,"An die revolutioniiren Arbeiter und Bauem der ganzen Welt! Gegen die Verfolgung der revolutioniiren Arbeiter und Bauem in der Türkei!" (Türkiye'de Devrimci İşçi ve Köylülere Karşı Yürütülen Soruşturmaya Karşı Çıkalım!), lntemationale Presse-Korrespondenz, sayı 32, yıl 3, 19 Şubat ı923, s.238.

ruğunu taşımak ve "kendi işçisiyle köylüsünün" sömürülmesinde aslan payını emperyalizme kaptırmak istemiyordu. Sömürge ülkelerin genç burjuvazisinin şiarı, milli kurtuluş için mücadele oldu ve Hindistan'daki, Mısır'daki, Türki­ ye'deki vb. emekçi kitleler bu şiarı güçlü bir biçimde benimseyerek, onun uğ­ runda sonuna kadar mücadele ettiler. Komünist Enternasyonal, bütün dünya ülkelerinde kapitalist soygunculara karşı mücadele ediyor. Komünist Enternasyonal, sömürge ve yarısömürge ülkelerin milli kurtuluş mücadelesine haince sırt çevirebilir mi? Komünist Enternasyonal, bu mücadeleyi desteklemeye hazır olduğunu açıkça ilan etmiş ve bu yardımı şu ana kadar durmaksızın gerçekleştirmiştir. Komünist Enternasyonal, Türkiye halkının cellat müttefik sürülerine karşı verdiği yiğit mücadeleyi özel bir sempatiyle izliyor. Komünist Enternasyonal, dünyanın tüm ilerici işçilerinin, özellikle de Sovyet Rusya işçilerinin dikkatini, sürekli olarak, Türkiye işçi ve köylülerinin devrimci mücadelesine çekmiş ve onları bu mücadeleyi desteklemeye çağırmıştır. Bir iktidarın gücünü sterlin ve dolarla, zırhlılar ve makineli tüfeklerle ölçmeye alışmış olan emperyalist müt­ tefikler, devrimci işçilerin hiçbir borsada alınıp satılmayan, teraziye vurulama­ yan dostluğunun önemini yavaş da olsa kavramaya başladılar. Ama Komünist Enternasyonal bu dostluğun oynadığı muazzam rolü çok iyi bilmektedir. Eğer bu dostluk olmasaydı, emperyalist haydutlar küçük Türkiye'yi saldırılarıyla çoktan yok etmişlerdi. Bu gerçeği, Türkiye halkının Milli Kurtuluş mücadelesine önderlik eden milli Ankara hükümeti de hiç unutmamalıdır. Türkiye'nin devrimci zaferi, an­ cak bundan sonra da proletaryanın ve onun öncüsü Komünist Enternasyonal 'in desteğini sağladığı ölçüde kalıcı ve uzun ömürlü olabilir. Peki, proletarya niçin milli Ankara hükümetinin mücadelesine dostluk besliyor? Çünkü proletarya, Türkiye işçi ve köylülerinin emperyalizmin boyun­ duruğunu söküp atmadıkça, kölelikten kurtulamayacaklarını kesinlikle bil­ mektedir. Ankara milli hükümetinin mücadelesi, işçilere sadece milli kurtuluş sağlamakla kalmayacak, Türkiye emekçi halkının tam kurtuluşu için nesnel koşulların yolunu da açacaktır. İşte bu yüzden, Türkiye'de devrimci işçilerle köylülerin ve onların komünist partisinin kovuşturmaya uğradığı haberi, dünyadaki tüm ileri işçilerin yüreğini kaygıyla doldurmaktadır. Ankara milli hükümeti tehlikeli bir yola sapmıştır. Bu yol, onu, mücadele eden Türkiye'nin biricik gerçek dostundan tecrit olmaya, devrimci dünya pro­ letaryası ve Komünist Enternasyonal'den kopmaya götürecektir.

Türkiye'de sendikalar kapatılıyor, işçi örgütleri kovuşturuluyor. Türkiye Ko­ münist Partisi imha edildi. Tutuklanan komünistler, olağanüstü mahkemelerin önüne çıkarılıyor, vatana ihanetle suçlanıyorlar. Ankara hükümeti, komünist­ leri ağır cezalarla tehdit ediyor. Türkiye hükümeti, devrimci işçi ve köylülere uyguladığı bu baskılar karşılığında, Lozan'da Müttefik haydutlardan lütuf ve sempati göreceğini tasarlamaktadır. Dünyanın tüm bilinçli işçi ve köylülerinin iradesini ve gücünü temsil eden Komünist Enternasyonal, onlar adına, Ankara hükümetini ciddiyetle uyarır: Poincare'nin ve Mussolini'nin yolundan gitmeyin! Emperyalizm henüz yok ol­ madı! Mücadeleniz bitmiş değildir. Uluslararası işçi sınıfının desteği olmadan, bu mücadeleyi sürdüremezsiniz. Komünist Enternasyonal, bütün ülkelerin devrimci proletaryasını, özellikle de İngiltere, Fransa, Rusya ve İsviçre işçilerini, milli Ankara hükümetinin o ül­ kelerdeki temsilcilerine bir uyarıda bulunmaya çağırır. Biz, Türkiye emekçilerinin mücadelesine ve kazandıkları ilk zaferlere yü­ rekten bağlıyız. Komünist Enternasyonal, gelecekte de bu mücadelenin geliş­ mesini aynı yürekten dostlukla izleyecektir. Ama, Türkiye işçi ve köylülerinin kazandıkları zaferi sağlamlaştırmalarının ve meyvesini toplamalarının önüne dikilen her şey, karşısında uluslararası proletaryanın amansız mücadelesini bulacaktır. Yaşasın Ankara zindanlarına atılan Türkiye komünistleri! Yaşasın Türkiye halkının emperyalist soygunculara karşı açtığı kurtuluş mücadelesi! Yaşasın sömürgelerdeki kölelerin sömürücülere karşı mücadelesinin zaferi! Yaşasın bütün dünya işçileri ve ezilenlerinin kurtuluş mücadelesinin önderi Üçüncü Komünist Enternasyonal!

M. N. Roy LOZAN KONFERANSP60 12 Şubat 1923

Yakındoğu sorunu, çözülmeden olduğu gibi duruyor. Fransa ile İngiltere arasındaki rekabet, çözümü olanaksızlaştırmaktadır. Tam, herkes kesin bir an· laşma beklerken, Lozan Konferansı, sonuçlanmasına az kala dağıldı ve orada toplanmış bulunan bütün diplomatlara da çekip gitmekten başka çare kalmadı. Poincare'nin, görüşmelerin kesilmesine neden olduğu söylenen gizli nota· sı, uluslararası rekabetin yanı sıra Fransız emperyalistlerinin kendi aralarında da çıkar çatışması olduğunu açığa çıkarttı. Bu çıkar çatışması, zaten emper­ yalizmin ancak hayatı pahasına çözebileceği kadar karışmış olan bu sorunu büsbütün güçleştirmektedir. Fransız kapitalizminin bu iç çatışması, Lozan Konferansı'nı bir başka yön­ den de etkiledi. Bu çatışma, bütün konferans boyunca Türk delegeleri üzerinde büyük bir etki yaptı. Diğer yandan da, hem bu çatışmanın hem de iki emperya­ list grup arasındaki çelişmenin ağlarına dolanan Ankara heyeti, Türkiye hal­ kının gücüne dayanarak kazanmış olduğu durumunu zayıflattı ve dolayısıyla da aslında zor durumda olan İtilaf Devletleri emperyalizmine kendi koşullarını kabul ettiremedi. 160

M. N. Roy, "Die Lausanner Konferenz", Intemationale Presse-Korrespondenz, sayı 28, yıl 3, 12 Şubat 1923, s.207-208.

Anadolu savaş meydanlarında kahramanca mücadeleyle elde edilmiş olan kazançların çoğu, zarif görüşme salonlarında birer birer teslim edildi. Türkiye halkının kurtuluşu, geçmişte olduğu gibi bugün de, bala gerçekleşmemiş bir he­ def olarak durmaktadır ve emperyalizmin dolaylı ya da dolaysız egemenliğine kesin olarak son vermek için güçlü bir mücadele daha yürütmek gerekecektir. Lozan'da üçlü bir mücadele verildi. Bu mücadele bir yandan Fransızlar ile İngilizler arasında, öte yandan da Türkler ile aralarında "seyirci" olarak Amerika'nın da bulunduğu bütün büyük emperyalist devletler arasında geç­ mekteydi. Türkiye halkının kaderini ilgilendiren belirleyici kararların alınma­ sında, Türk Heyetine çok az söz hakkı tanındı. Bu kararlar daha çok tek başına İtilaf Devletleri tarafından alındı ve sonra da korkutucu bir ültimatom şeklinde Ankara heyetine sunuldu. Kararları hazırlayanlar, bunu, belli bir Fransız ka­ pitalist grubunun desteğini yitirmeyi göze alarak yaptılar. Oysa Ankara hükü­ meti, tutumunu tamamen bu grubun aslında su götürür dostluğuna güvenerek ayarlamıştı. Buna rağmen, Türkiye'ye tanınacak hakların saptanmasında yine de bazı pürüzler ortaya çıktıysa, bunun nedeni, aslında, İsmet Paşa'nın gösterdiği di­ renmeden çok, İtilaf Devletleri'nin önce kendi aralarındaki çeşitli çıkar çatış­ malarını halletmek zorunda olmalarıydı. Kuşkusuz, Ankara heyeti bu çatışmalardan yararlanmayı bildiği için kendi­ ni kutlamaktan geri kalmadı, ama Ankara hükümetinin aslında bütün konfe­ rans boyunca yaptığı, bütün bu emperyalist rekabetin en çaresiz kurbanı oldu­ ğunu kanıtlamaktan başka bir şey değildi. Nitekim İngilizler ile Fransızlar arasındaki çatışmanın her alevlenişinde, entrikacı Fransız diplomasisi, Türk Heyetini İngilizlere karşı tavrını sertleştir­ meye, örneğin İngilizleri Yakındoğu'da ilişkilerini kesmekle tehdide yöneltiyor­ du. Lozan manevralarının asıl amacı, egemen Türkiye devleti ile tantana ile açıklanacak bir barış anlaşması yapmanın ötesinde, Fransız ve İngiliz emper­ yalistlerinin Ortadoğu'daki karşılıklı sömürü alanlarını belirleyecek bir anlaş­ mayı gerçekleştirmekti. Bu mücadele içinde en önemli etken olarak görünen Türkiye'ye ise, burada sadece bir piyon rolü tanınmıştı. Zaten bu emperyalist haydutlardan daha iyisi de beklenemezdi. Ne var ki, bütün bu sorunda üzücü olan, Ankara hükümetinin, daha doğrusu iktidardaki partinin, daha önce ka­ zanmış olduğu kolay kolay sarsılmaz mevzileri gönüllü olarak terk ederek, bu hiç de imrenilmeyecek duruma düşmesidir. Peki Ankara hükümeti acıklı bir sona götürmesi kaçınılmaz olan böyle bir yolu niçin tutmuştur? Bu sorunun yanıtı gayet açıktır. Bu sorunun yanıtını burjuva milliyetçiliği­ nin toplumsal niteliğinde, daha da açıkçası burjuva milliyetçiliğinin ta kendi-

sinde aramalıyız. Türk Kurtuluş Savaşı, gelişme süreci içinde iki seçenek ara­ sında bir seçim yapmak zorunda olduğu bir noktaya gelip dayanmıştı: Ya kesin zafere kadar devrim yolunda karar kılacak, ya da o günkü toplumsal durumu olduğu gibi korumak amacıyla uzlaşma yolunu tutacaktı. Savaşa önderlik eden unsurların toplumsal konumlan, onların doğal olarak ikinci yolu seçmelerine ve Fransız mali sermayesine "dostluk ittifakı" adı altında kayıtsız şartsız teslim olmalarına yol açtı. Çeşitli emperyalist gruplar arasındaki zıtlıkların artması, hiç kuşkusuz ezi­ len halkların kendi kurtuluşu için olanaklar yaratmaktadır. Gerçekten de, zıt­ lıklardan yararlanmak muazzam bir taktik önem taşır. Ne var ki, bu taktiğin emperyalizmin kucağına düşmeksizin uygulanması, sapına kadar devrimci bir bakış açısına ve devrimci hedefler koymaya bağlıdır. Gerçi, Ankara hükümeti bu mücadele yöntemini benimsemişti. Ancak, kendine devrimci hedefler koymadığı için, emperyalistlerin oyununa geldi. En azından Türkiye'nin bağımsızlık davasını bugün için tehlikeye attı. Ankara hü­ kümeti artık önder rolünü yitirmiştir. Tarih, onun hakkındaki hükmü bir gün verecektir. Türk halkının kesin kurtuluşu, çok daha devrimci bir önderliği ge­ rektirmektedir. Ankara hükümeti, zaferi kazanmış olan milli ordusu İstanbul kapılarına dayandığı bir anda, devrimci Rusya'nın kayıtsız şartsız destek önerisini red­ dederek, şımarık Bay Franklen Bouillon'un temsil ettiği Fransız sermayesinin hilekarca uzattığı eli yeğ tutmakla, zaten doğal sonucu işte Lozan'daki bu utanç verici yenilgi olan yola da adımını atmıştı. Ne var ki, bu yenilgi, başlı başına Türk bağımsızlık mücadelesinin yenilgisi demek değildir. Çünkü bu mücadele, tarihsel bir zorunluluktur, dolayısıyla da sonunda başarıya ulaşacaktır. Bu yenilgi, milliyetçiliğin belli bir kanadını ve bu kanadın izlediği uzlaşma taktiğinin yenilgisidir. Bugün Ankara'daki iktidar, Türkiye halkının Sovyet Rusya'nın yardımıyla toplumsal devrim yolunda iler­ lemesindense, Türk işçi ve köylülerini Fransız mali sermayesinin sömürüsüne teslim etmeyi bin kere yeğ tutuyor. Devrim korkusu, Ankara'daki iktidarı Fransız mali sermayesinin kollarına attı. Fransız sermayesi de ister tek başına, ister İngiliz kapitalizmi ile birlikte olsun, Türkiye'nin devlet bağımsızlığını kağıt üzerinde kalan bir söz derekesine indirgeyecektir. Fransız kapitalizmi, hiç değilse, Türk bakim sınıflarına kendi kölelerinin Ankara'daki bekçisi görevini veriyor. Oysa Sovyet Rusya ile ortak­ laşa yürüteceği mücadele, Türk köylülüğünün özgürlük yolunda tehlikeli bir şekilde ileri gitmesini beraberinde getirebilirdi. İşte hem Mudanya'daki Türk generallerinin hem de Lozan'daki Türk diplomatlarının elini kolunu bağlayan da bu düşüncelerden başkası değildi.

Lozan Konferansı'nın aniden yarıda kesilmesi, Fransa ile İngiltere'nin Or­ tadoğu konusunda varmış oldukları anlaşmayı tehlikeye düşürmüştür. Genel olarak, Konferans'ın yanda kesilmesinden Türkiye'nin uzlaşmaz tavrı sorumlu tutuluyor. Ama bundan daha yanıltıcı bir şey olamaz. Türkiye'nin, daha önce varılan anlaşmayla ne kadar ilgisi varsa, Konferans'ın yarıda kesilmesiyle de o kadar ilgisi vardır. Lozan Konferansı'nın dağılmasının gerçek nedeni, Musul petrollerinin bu arada Ruhr kömürüyle karışması sonucunda yangın tehlikesi­ nin artmasında yatıyor. San Remo Anlaşması'nın arkasında, Lord Curzon tarafından temsil edilen İngilizler ile Bay Barreres tarafından temsil edilen Fransızlardan oluşan bir ka­ pitalist grup bulunuyordu. Bu yüzden, Fransa ile İngiltere, Lozan'da başlıca çekişme konusu Musul petrolleri olduğu sürece, biçare İsmet Paşa'ya birbiri ardına acı yenilgiler tattırma konusunda pekala işbirliği yapabiliyorlardı. Ancak Bay Loucheur sorunlara Bay Franklen Bouillon'un gözüyle bakmı­ yor. Ve bu arada Ruhr bölgesinin işgali, İngilizlerle Fransızlar arasındaki çe­ lişmenin diğer bir yönünü de gözler önüne sermiştir. Ruhr kömür yataklarının dayanılmaz basıncı altında kalan nazik petrol fıçıları çatlamaya başladı ve tam Antlaşma'nın kesin olarak imzalanacağı günün arifesinde, Poincare'nin ruhu Lozan Konferansı'nı sabote etmek için işe karıştı. İngiltere'nin ticaret ve sanayi çıkarlarını temsil eden Bay Lloyd George ise, Fransa'nın 20. yüzyılda Avrupa'da yeni bir Napolyon hakimiyeti kurma amacı hayallerine şiddetle karşı koydu. Çünkü Lloyd George'a göre bu çılgınca rüya­ nın gerçekleşmesi demek, Avrupa'nın yeniden inşası ümidinin olduğu gibi suya düşmesi demekti. Lloyd George tarafından böylece aç gözlü ve ihtiraslı emel­ lerine çomak sokulan Fransız sermayesi de hummalı bir biçimde sağda solda arandıktan sonra, gözlerini Ortadoğu'ya çevirdi ve Ankara hükümeti ile bir an­ laşma yaparak, İngiltere'yi oldukça geride bıraktı. Bu anlaşma imzalandığında Fransa'da önceleri hiçbir ciddi muhalefet görülmedi. Ancak Avrupa'nın katı gerçekleri, çok geçmeden, Fransa'ya öyle her canı istediği zaman İngiltere'nin nasırına basamayacağını kavrattı. Bunun sonucu da, Türklerle yapılan anlaş­ maya ve Fransızların Lozan'da Türklerle kurduğu ortak cepheye karşı çok daha eleştirici bir tutumun benimsenmesi oldu. Lloyd George'un düşmesi sonucu, İngiltere'de Fransız dostu parti ikti­ dara geldi. Banar Law'un temsil ettiği çıkar çevreleri, Fransa'nın Avrupa'da­ ki faaliyetlerine göz yummayı doğru buluyorlardı. Çünkü böylece Fransa'nın Amerika'ya tehlikeli bir şekilde yaklaşmasını engelleyeceklerini umuyorlardı. Fransa ise Avrupa'da elde ettiği bu hareket serbestliğine karşılık, Ortadoğu'da kendi himayesi altında bulunan devleti İngiltere'ye teslim etti.

Lozan'da Lord Curzon'un Türklerin gözünü korkutmak için başvurduğu bü­ tün yöntemleri Fransız Heyetinin bağlılıkla desteklemesinin nedeni de işte bu­ dur. Sarsılmış olan İngiliz-Fransız ittifakını yeniden canlandırma çabaları öy­ lesine ileri gitti ki, Franklen Buillion'un temsil ettiği ve Osmanlı borçlarından çok fazla alacağı olan sermaye çevrelerinin hiç de işine gelmeyen bir hal aldı. Dolayısıyla Lord Curzon'un ültimatomu biçiminde kaleme alınan anlaşma taslağının Türk Heyetine verilmesine birkaç gün kala, Poincare'nin en büyük siyasal karşıtı ve rakibi olan Andre Tardieu'nün paçaları fena halde tutuştu. Andre Tardieu, 23 Ocak 1923 tarihli Echo National (Milletin Sesi) gazetesinde şöyle yazıyordu: 11 Lozan'da bu kadar fazla kolaylık göstermemizin nedeninin de hareket serbestliği kazanmak olduğunu gayet iyi anlıyorum. 11 Tardieu, Barer'in otoritesini sarsmak için de şu sözlerle Fransız alacaklıları­ nın yüreğine korku saldı: ''Anlaşma son şeklini alınca, Ortadoğu'daki Fransız çıkarlarının akıllara durgunluk verecek bir biçimde feda edildiği görülecektir. Osmanlı borç­ ları konusunda, Fransız alacaklıların böyle ortada bırakılması tam bir rezalettir. 11 İşte, sonunda Lozan Konferansı'nın dağılmasına yol açan malt hokkabazlar böyle sahnelenmiştir. Osmanlı borçları yüzünden Türkiye'ye önem veren büyük bankerler, şimdi kendi çıkarlarını Alsas-Loren sanayi kralları lehine feda eden bir siyaset karşı­ sında isyan ettiler. Bu iki ateş arasında kalan Bay Poincare bütün diplomatik hünerlerini ortaya dökmek zorunda kaldı. İşte, Türklerin denize düşenin yılana sarıldığı gibi dört elle sarıldıkları ve Lozan'da bunca telaşa yol açan esrarengiz notanın verilmesindeki dış etkenler buydu. Gerçi Konferans'ın dağılmasından birkaç gün önceki bu nota alışverişini saran esrar perdesi henüz aralanmamış­ tır, ama kamuoyuna o kadar çok şey sızmıştır ki, en önemli sonuçları ana hat­ ları ile çıkarmak pekala olasıdır. Poincare, Franklen Buillion'un yaptığı anlaşmanın arkasındaki çıkar çevre­ lerinin desteğini yitirmemek için, sanki Lozan Konferansı İngiltere'nin tam za­ feri ile sonuçlanmıyormuş havasına büründü. Türk Heyeti ise bu tavrı, Barer'in ve hatta Franklen Buillion çıkar çevresinin sözcüsü olan Bompard'ın da Lord Curzon'un yöntemlerini onaylamasına rağmen, Fransa'nın Türkiye'ye yeniden destek sağlayacağı şeklinde yorumladı. Poincare bir taşla iki kuş vurmak isti­ yordu. Bunu hiç değilse şimdilik başarmış görünüyor. Fransa bir yandan kendi-

ni, eskiden olduğu gibi, Türkiye'nin "çıkar gözetmeyen dostu" gibi gösterirken, öte yandan da İngiltere'yi, Ruhr bölgesinde kendine hareket serbestliği tanı­ mazsa Ortadoğu'da yeni bir savaşla tehdit ediyor. Böylece Lozan başladığı noktada bitmiş oldu. Özellikle Türkler açısından bu böyle olmuştur. Türkler Lozan'a bir emperyalisti diğerine karşı kullanma umutlarıyla gelmişlerdi, ama sonunda bizzat kendileri oyuncak durumuna düştüler. Şimdi de barış anlaşmasını imzalamadan geri dönüyorlar. Bunun ne­ deni, Türkiye halkının milli bağımsızlığını ancak devrimci mücadele sonunda kazanacağına inanmaları değil, tam tersine hala kendilerini İngiltere ile Fran­ sa yeni bir kavgaya tutuştukları zaman Türkiye'nin diplomatik durumunu sağ­ lamlaştıracağı hayaline kaptırmalarıydı. Fakat bu yeni ümidin de eskileri gibi aldatıcı olduğu kanıtlanacaktır. Emper­ yalizmin iç çıkar çatışmaları her zaman olacaktır. Hatta bu çelişme kapitalist çürüme sürecinin geliştiği oranda keskinleşecektir. Ne var ki, sömürge halkları söz konusu olduğunda, emperyalizm daima ortak bir cephede birleşecektir. Eğer Ankara hükümeti, Lozan Konferansı deneyinden bu dersi çıkarabilirse, bu onun için en büyük kazanç olur. Barış antlaşmasını imzalamayı reddetme· sinin ne derece içten olduğu, bundan sonra Sovyet Rusya'ya karşı takınacağı tavırdan anlaşılacaktır. Türkiye'deki iktidar sahipleri, Sovyet Rusya'nın kendi­ lerine karşılık gözetmeksizin verdiği desteği bugüne kadar sözlerle olmasa bile, davranışlarıyla reddettiler. Emperyalistlerin, Türkiye üzerindeki egemenlikleri­ ni sonsuz kılmayı amaçlayan bilinmez emelleri, ancak devrimci bir temel üze­ rinde verilecek kararlı bir mücadele ile kırılabilir.

L. Karahan TÜRK KADINININ KURTULUŞU MÜCADELESİ İÇİN MUSTAFA KEMAL'E SELAMLAMA161 13 Şubat 1923 "Komintern'e Safarov Yoldaş'a Kopyası RKP MK'ne Kuybışev Yoldaş'a Sayın Yoldaş, Aralov Yoldaş, bizden acilen geniş ölçekte kadın kolları tarafından Mus­ tafa Kemal'e Türk kadınının kurtuluşu için mücadelesinden dolayı se­ lamlama telgrafı gönderilmesini rica ediyor. Aralov'un, selamlama telgrafının çok büyük önem taşıdığıyla ilgili görüş­ lerine tamamen katılırken, sizden, uygun düşen emri reddetmemenizi rica ederim. Bizi bu konuyla ilgili haberdar ediniz. Ek: Astahov ve Aralov'un telgrafları. Komünist selamlarımla. L. Karahan" 161

Rusya Toplumsal Siyasal Tarih Devlet Arşivi (RGASPİ) fond 17, liste 112, dosya 415, yap­ rak 139'dan Aktaran: Mehmet Perinçek, Türk-Rus Diplomasisinden Gizli Sayfalar, Kaynak Yayınları, İ stanbul, Kasım 2016.

A. Lozovski LOZAN VE RUHR162 2 Mart 1923

Lozan Konferansı'yla Ruhr bölgesinin işgali arasında bir ilişki var mıdır? Kuşkusuz vardır. Lozan, Versay Antlaşması'nın yavrusundan başka bir şey olmayan Sevr Antlaşması'nın tasfiyesi yolunda bir aşamaydı. Lozan, Mütte­ fik Devletlerin yarattığı "ebedi barış"ın kalıcı bir şey olmadığını göstermişti. Aynı şekilde Ruhr bölgesinin işgali de, Versay Antlaşması'nı başka bir açıdan bozmakta ve Dünya Savaşı'nın sonucunda ortaya çıkmış olan yeni uluslarara­ sı hukukun aldatıcı niteliğini bir kez daha ortaya koymaktadır. Ancak, Lozan ve Ruhr sadece Avrupa barışının geçiciliğini kanıtlamakla kalmıyor, aynı za­ manda savaştan galip çıkan devletlerin içinde bulundukları çıkmaz durumu da gösteriyor. Lozan'ın anlamı nerede yatmaktadır? Lozan'ın anlamı, Türkiye'nin, İtilaf De.vletleri 'nin umduğunun tam tersine, canlı bir güç olarak ortaya çık­ masında yatmaktadır. Bu köylü ülkesinin devrimci hareketi, dünyanın bakimi 162

A. Lozovski, "Lausanne und die Ruhr", Intemationele Presse·Korrespondenz, sayı 39, 2 Mart 1923, s.280-281. A. Lozovski, RSDİP'in 1903'te Bolşeviklerin safında yer alan eski bir militanı ve önde gelen bir Sovyet sendika yöneticisi. Aralık 1920'de sendikaların rolü ve görevleri konu­ sunda Lenin ile Troçki arasında mücadele patlak verdiği sırada, Lozovski, Sovyet Sendikaları Merkez Komitesi'nde bulunuyordu ve bu organı ele geçirmek isteyen Troçki'nin hedeflerin­ den biri durumundaydı. Parti Merkez Komitesi tarafından Sendika Komisyonu'na seçildi. 1920-1934 yılları arasında ise Kızıl Sendikalar Enternasyonali'nin Birinci Sekreterliğini yaptı. Lozovski'nin sendikalar ve sendikalarda devrimci çalışma konusunda birçok eseri var. (YN)

olan İngiltere'yi geri çekilmeye mecbur etti. Boğazlar'ı kim elinde tutacaktır, Musul petrollerine kim hakim olacaktır? İşte, Lozan Konferansı'nı ilgilendiren sorunlar bunlardı. Lord Curzon'un Boğazlar'ı "uluslararasılaştırmak" isteme­ si, yani Yakındoğu'da Avrupa uygarlığını savunan düzinelerle İngiliz zırhlısı­ na birkaç Fransız, bir adet de İtalyan zırhlısının eklenmesini istemesi doğal­ dır. Bu "uluslararasılaştırma"yı petrol ışığında incelemeliyiz. O zaman Lozan Konferansı'nı bütün "parlaklığıyla" görebiliriz. Ne de olsa, petrolün, olayları aydınlatma gibi bir özelliği vardır! Lozan'da Fransızlar İngilizlere karşıydılar, çünkü onlar "uluslararasılaştırma"dan Fransız zırhlılarının sayısının İngilizle­ rinkinden daha fazla olduğu bir sistemi anlıyorlardı. Eğer İngilizler Fransızla­ ra Ruhr sorununda "yeşil ışık" yakmış olsalardı, Fransızlar Yakındoğu'da "sağ yumruk"larını denemeye can atarlardı. Bilindiği gibi, diplomasi dilinde "yeşil ışık", başkasının cebine elini daldırma hakkı anlamına gelir. Fakat pratik in­ sanlar olan İngilizler, eğer Fransızların Ruhr'a dilediklerini serbestçe yapma­ larına göz yumarlarsa, bunun Avrupa'da Fransız hakimiyetine yol açacağını kavradılar. Ruhr işgalinin gerçekte taşıdığı anlam nedir? Fransa, kazandığı za­ fer sonucunda, demir cevheri bakımından en zengin ülke haline geldi. Çünkü savaş öncesinde 19 milyon ton demir cevheri elde ettiği zengin demir maden­ lerine ek olarak, 21 milyon tonluk demir cevheri üreten Alsas-Loren'i de eline geçirmişti. Almanya ise, demir cevherinin yüzde BO'ini yitirdi ve demir denge­ si, Fransız sermayesi lehine değişti. Böylesine büyük miktarlarda demire sahip olan Fransa'nın kömür açığı, dolayısıyla eskiye göre daha da arttı. Fransa savaş öncesinde yılda 20 milyon ton kömür ithal ediyorken, Versay Antlaşması so­ nucunda önemli ölçüde artmış olan kömür ihtiyacı, yılda 17 milyon ton üretim kapasiteli Saar bölgesinin ilhakı ile de karşılanamaz oldu. Çünkü Fransa'nın yüksek fırınları için gerekli olan kok kömürü, ancak Ruhr bölgesinde bulun­ maktaydı. Savaşın başlarında, daha Alman burjuvazisi zafer umudu içindeyken, Fran­ sız demirlerinin ilhakını kararlaştırmıştı. Çünkü, kömür demiri çeker. Aynı şe­ kilde, Fransa zaferi kazandığında da, Ruhr bölgesinin ilhakı önceden karar­ laştırılmış bulunuyordu. Çünkü, demir de kömürü çeker. Peki, niçin bu ilhak Versay Antlaşması'nın üstünden tam dört yıl geçtikten sonra gerçekleştirilmiş­ tir? Birinci olarak, İngiltere demirle kömürün birleşmesine göz yumamayacağı için; ikinci olarak da, o sıralarda Alman kömür baronları ile Fransız demir pat­ ronları arasında demirle kömürü gönüllü olarak birleştirme yolunda pazarlık­ lar sürdürülmekte olduğu için. Her iki taraf da bu karlı girişimde payın çoğuna, hiç olmazsa pay senetlerinin yüzde Sl'ine sahip olmak istiyordu. Ama gel gele­ lim lOO'ün içinden hiçbir zaman iki adet 51 çıkamayacağına göre her iki tarafın da çoğunluğa sahip olması olanaklı olamayacağı için, iş geldi Ruhr'un askeri

işgaline dayandı. Şimdi gene, iki ülkenin sanayicileri arasında pay senetlerinin dağılımı konusunda pazarlıklar -ama başka bir temelde- başlayacaktır. Peki ya İngiltere nerelerdedir? İngiltere beklemektedir ve ancak her iki taraf da çatış­ manın çözümü konusunda başarısızlıklarını kanıtladıkları zaman müdahale edecektir. Ve sadece, taraflardan hiçbirisi Fransız-Alman demir-kömür karteli­ nin yüzde Sl'lik payına sahip olamasın diye müdahale edecektir. İşte Ruhr'un işgali, kok kömürü ışığında böylesine kaba bir görünüm arz ediyor. Peki, ya proletarya? İki ülkenin ikisinin de proletaryası savaş istemiyor. Ve eğer il. Enternasyonal ile Amsterdam Enternasyonali de aynı şekilde savaş is­ temeselerdi, bütün bu kok kömürü-petrol oyunlarını bozmak olanaklı olurdu. Ama, bir savaş tehlikesi karşısında uluslararası grev çağrısı yapacaklarına daha geçenlerde Lahey'de yemin eden bu sayın baylar, perişan bir biçimde ağlaş­ maya ve ellerini halkların kurtarıcısı ve koruyucusu olan Milletler Cemiyeti'ne açarak yalvarmaya başladılar. Peki kimdir bu halkların esrarengiz koruyucusu ve sonsuz ve mutlak hakkın tarafsız savunucusu? Amsterdamlı pasifistlerin diz çöküp kapısını çaldıkları bu Cemiyet neyin nesidir? Milletler Cemiyeti'nin ne olduğunu öğrenmek mi istiyorsunuz? Poincare'yi alın, ona Lord Curzon'u ekle­ yin, ikisinin üstüne de Çekoslovak Beneş'i koyun, sonra bu bulamacı Kraliyet Bakanı, sosyal demokrat Brating'le bir taşım kaynatıp, hepsini bir de Mussoli­ nileştirdiniz mi, buyrun size Milletler Cemiyeti adı altında tanınan, devletlerin haklarının büyük koruyucusu! Eğer uluslararası proletaryanın elinde Amstf'.rdam Enternasyonali ve il. En­ ternasyonal ile milletlerin haklarını filosuyla savunan Milletler Cemiyeti'nden başka bir şey olmasaydı, Avrupa'yı yeniden milyonlarca ölü kaplardı. Ama be­ reket versin ki, son yılların olayları insanlığın üzerinde hiçbir iz bırakmaksızın geçip gitmiş değildir. Bu olaylar, milyonlarca ve milyonlarca proleteri kapita­ list sisteme ve onun bilinçli ve bilinçsiz savunucularına karşı ayaklandırmış­ tır. Her yeni çatışma, yüz binlerce yeni proleterin gözünü açıyor. Komintern'in ve Kızıl Sendikalar Enternasyonali'nin başaramadığını, bizim için Poincare ve Lord Curzon başarmaktalar. Lozan ve Ruhr, sadece Versay barışının değil, aynı zamanda bu antlaşmayı doğuran tüm sistemin tasfiyesi yolunda aşamalardır. Siz bu yolda yürümeye devam edin Sayın Poincare, Lord Curzon ve Stinnes! Siz dünyayı aranızda paylaşadurun, pay senetlerinin çoğunu kapmak için döğü­ şün, devrimci proletarya sizi birleştirmesini bilecektir... Tek bir darağacında!

TÜRKİYELİ KOMÜNİSTLERE AÇILAN DAVA163 19 Mart 1923

Elimizdeki son haberlere göre, 20 Ekim 1922'de tutuklanan yoldaşlarımızın büyük kısmı, Ankara hükümeti makamlarınca kefaletle serbest bırakılmıştır. Geri kalan ve şimdi hapiste dördüncü aylarını dolduran yoldaşlar ise, on dört gün önce Ankara'da mahkemeye çıkarıldılar. Bu yoldaşlar, bir darbe planla­ mış olmakla suçlanıyor. Bu tamamen asılsız ve hayal ürünü suçlama, kardeş partilerdeki yoldaşların haklı öfkesini uyandıracaktır. Hele Türkiye Komünist Partisi'ne böyle bir suçlama yöneltilmesi, büsbütün haksızlıktır; çünkü Türkiye Komünist Partisi, Türkiye'nin özgürlüğe kavuşmasını her zaman desteklemiş­ tir. Ama Türk hükümetinin niyeti başkadır: Komünizmin ve işçi sınıfının geliş­ mesini gördüğü için, bilinen asılsız suçlamalardan birine sarılmıştır. Hükümet, bu dürüst olmayan yola başvurmakla, savaştan sonra Partiye katılan ve tam kurtuluş için kararlılıkla mücadele eden işçi ve köylü kitleleri üzerinde terör estirmek istemektedir.

163

"Der ProzeB der türkischen Kornmunisten", Intemationale Presse-Ko"espondenz, sayı 50, yıl 3, 19 Mart 1923, s.393.

Arthur Rosenberg LOZAN'DAKİ YENİ KONFERANS164 13 Nisan 1923

Ölüler diriliyor. 4 Şubat'ta Lord Curzon'un ayrılmasıyla dağılan Lozan Barış Konferansı, 15 Nisan'da yeniden dirilecek. Bu, diplomasi tarihinde ender görü­ len bir olaydır. Ve 5 Şubat' ta siyasetle az çok ilgilenen bir kimsenin böyle bir çö­ zümü aklına bile getiremeyeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Lord Curzon'un o tarihte bu küçük İsviçre şehrinden ayrılması ne anlama geliyordu? İngilizlerin dünya siyasetinin bu başyöneticisi, aylarca bu küçük şehirde Türklerle birlikte olmuş, fakat bu kıvrak hasımlarının işini bitirememişti. Curzon'un.Lozan'dan ayrılmasıyla İngiliz emperyalizmi, yeni Türkiye'yle karşılıklı görüşmeler döne­ mini kapattığını ve bundan böyle Kemal Paşa hükümetini diktatörce tehditlerle boyun eğmeye zorlayacağını anlatmak istiyordu. Lord Curzon, ülkesine döndü ve artık diplomatların yerine, Boğazlar'da İngilizlerin Akdeniz filosuna bağlı zırhlılarının konuşması karara bağlandı. Gel gelelim bu arada İngiliz topçula­ rı ateş açmamış ve İngiliz diplomatları Lozan'a geri dönmek zorunda kalmış­ lardır. Hiç kuşkusuz Lord Curzon için, siyasetinin fiyaskoyla sonuçlandığı bir sahneye yeniden çıkmak oldukça can sıkıcıdır. Bu yüzden Lord Curzon'u, İn­ gilizlerin bugüne kadar İstanbul komiserliğini yapan Sir Horace Rumbold'un 164

Arthur Rosenberg (Berlin), "Die neue Konferenz in Lausanne", Intemationale Presse­ Korrespondenz, sayı 63, yıl 3, 13 Nisan 1923, s.505-506.

temsil etmesine karar verilmiştir. Neyse, bütün bu ayrıntılar bir yana, Lozan görüşmelerinin yeniden başlaması bile, Doğu siyasetinin yeni bir yenilgisi ve milliyetçi Türkiye'nin bir başarısı anlamını taşıyor. I. Lozan Konferansı'nın önünde, çözüm bekleyen arapsaçı gibi karmaka­ rışık bir sorunlar yığını durmaktaydı: Ö rneğin Türkiye'nin Avrupa'daki top­ raklarının sınırının çizilmesi sorunu, Boğazlar sorunu ve buna bağlı olan her şey; Musul petrolleri üzerindeki çekişme, Türkiye ile Müttefik Devletler arasın­ daki ekonomik ilişkilerin gelecekte nasıl düzenleneceği sorunu, Türkiye'nin Avrupalı alacaklarının tatmini, Türk yargı egemenliğinin yabancı uyruklular karşısındaki sınırları ve daha pek çok sorun 1. Lozan Konferansı, bunlardan Avrupa'daki Türk toprakları sorununa belli ölçülerde çözüm getirmiştir. Bo­ ğazlar sorununda da Türkler, şimdilik, İngiliz çıkarlarına uygun bir çözümü kabul etmişlerdir: Boğazlar'ın askerden arındırılması yoluyla İngiliz burjuvazi­ si, gereğinde filosunun Sovyetler Birliği'ne karşı Karadeniz'e sokma olanağını elinde tutmayı amaçlamaktadır. Bunların dışında, Konferans, Musul sorununu geçiştirmiş, ekonomik sorunlar karşısında da zayıf kalmıştır. Kemal Paşa hü­ kümeti, belki toprak ve sınır sorunlarında taviz vermeye hazırdı, ama yurdu­ nu eski Osmanlı borçlarının alacaklıları ile Türkiye'de yuvalanmış olan ya da yuvalanmaya hazırlanan tüm vurguncu ve imtiyaz avcılarının vahşi açlığına peşkeş çekmeye hiç mi hiç hazır değildi. Ekonomik sorunlar söz konusu oldu­ ğunda, Fransız ve İ ngiliz heyetlerinin Lozan'da tam bir ağız birliği etmeleri de, ayrıca dikkate değer. Çünkü aslında, Fransa'nın Türkiye'deki para çıkarları, ola ki İngiltere'ninkilerden daha fazladır. Eski Türk devlet borçları, büyük ölçüde Fransızlardan alınmıştı. Fransız heyeti, 1. Lozan Konferansı'nın son haftalarında kendi tutumunu belirlerken, ister istemez Ruhr girişimini de göz önünde bulundurmak zorun­ da kalmıştır. Fransızlar, İngiliz makamları kendilerine Ruhr bölgesindeki de­ miryollarını kullanma konusunda güçlük çıkardıkları oranda, Lozan'da Lord Curzon'a güçlük çıkarmaktaydılar. Nitekim Bonar Law'un Ruhr sorunundaki iyi niyetli tarafsızlığı, Fransızlar tarafından Lozan'da üç aşağı beş yukarı olumlu bir tutum alınarak ödüllendirilmiştir. Bu arada İngiliz hükümeti de, 4 Şubat'ta attığı enerjik adımı sonuna kadar sürdürme durumunda değildi. Çünkü bir yandan Poincare, İngiltere'nin Ruhr sorununda bundan böyle takınacağı tu­ tumundan, İngilizlerin Doğu'da istediklerini yapmalarına göz yumacak kadar emin değildir. Öte yandan da, gerçi Fransa, Cuno'nun Almanya'sı fiilen silahsız olduğu için, Ruhr bölgesinde bir maceraya girişebilmiştir, ama Kemal Paşa'nın Türklerinin mermiyle karşılaştıklarında aynen mermiyle cevap vermek gibi bir alışkanlıkları vardır. Demek ki, Anadolu'ya yönelecek bir İ ngiliz hücumu, kanlı ve sonucu önceden kestirilemeyecek nitelikte, gerçek bir savaş anlamına ge-

lecekti. Sovyet Rusya'nın, Türkiye'nin İngiliz emperyalizmi tarafından çiğnen­ mesine izin vermeyeceği gerçeği de cabası! Doğrusu "huzur, barış ve denge" adamı olan Bonar Law, hele Fransa'nın çekimser kaldığı ve hatta düşmanca tavır aldığı bir sırada, böyle bir macerayı göze alamazdı. Yani, Lord Curzon, Türklere boyun eğdirmek için blöf yapıyordu. Ama Türkler onun bu blöfünü yutmadılar ve Sayın Lord da tam bir Falstaff165 ruhuyla bükemediği eli öptü. Bu arada Londra'da Doğu sorunu konusunda pazarlıklar sürmekteydi. Müt­ tefik Devletlerin uzmanları kafa kafaya vermekte, Lozan yarıda kesilmiş olma­ sına rağmen, Türk hükümetine notalar verilip notalar alınmaktaydı. Nihayet yeni bir anlaşma zemini bulundu. Müttefikler, Türkiye'ye, toprak sorunlarına çözümlenmiş gözüyle baktıklarını ve hatta artık Musul ve Boğazlar konusunda dahi hiçbir şey söylemeyeceklerini bildirdiler. Ekonomik ve hukuksal sorunları ise, Lozan'da yeniden ele almaya hazır olduklarını açıkladılar. Türkiye Dışişle­ ri Bakanı İsmet Paşa bunu kabul etti ve hükümetinin ve Millet Meclisi'nin de onayını aldı. Çok yerinde olarak Türkler, Lozan'da kendilerini kimsenin sustu­ ramayacağı saptamasını yapmaktadırlar. Bugüne kadar geçirilen deneylerden anlaşıldığına göre, İngiltere'nin zırhlı yumruğu artık sökmeyecektir. il. Lozan Konferansı'nda Türk Temsilci Heyetinin, Musul ve Boğazlar konusunu açıp açmaması ise, İngiliz hükümetinin şu ya da bu gizli niyetine değil, tamamen dünya siyasetindeki genel duruma bağlı olacaktır. Bu genel durum, bugün yine yeterince karmaşıktır. il. Lozan Konferansı, Alman ve Fransız kapitalizµıinin Ruhr sorununda bir anlaşmaya varmasının elle tutulacak kadar yakınlaştığı ve İngiltere'nin de üçüncü kişi olarak bu alışverişten karlı çıkmayı tasarladığı bir sırada toplanıyor. İ ngiliz ve Fransız kapitalizmi arasında, Luşör'ün Londra ge­ zisinin de gayet açık bir biçimde gösterdiği gibi, yeniden sıkı bir işbirliği kurma çabaları, elbette Doğu'da da etkisini gösterecektir. Uluslararası kapitalizmin Ruhr sorunundaki tüm yalpalamaları, otomatik olarak Lozan'ı da etkileyecek ve Lozan'daki yalpalamalar da, Ruhr sorununu etkileyecektir. Gel gelelim İngiliz ve Fransız sermayelerinin arkasında onlardan daha güç­ lü biri durmaktadır. İngilizler ile Fransızlar birbirleriyle dalaşıp, karşılıklı no­ talar alıp vererek blöf yapmakla vakit geçirirken, Amerikan sermayesi iş yap­ mıştır. Çester İmtiyazı adıyla anılan Amerikalılara ait imtiyaz, Amerikalıların yakın gelecekte Anadolu'da 4.318 km uzunluğunda bir demiryolu döşemelerini öngörüyor. Bu, bugüne kadar Türkiye'de var olan hemen hemen tüm demir­ yollarının toplamına eşittir. Diğer bir Amerikan projesi de, başkent Ankara'nın tümünü üç yıl içinde tepeden tırnağa en modem ve lüks bir biçimde yeniden inşa etmeyi öngörmektedir. Buna ek olarak çeşitli Amerikan petrol imtiyazla165

Shakespeare'in bazı tarihi oyunlarındaki, her kalıba giren ve her nabza göre şerbet veren komik kahraman. (YN)

rı ve benzer başka şeyleri de sıralayabiliriz. Amerikan sermayesi, yeni Lozan Konferansı'nı dikkatle izleyecek ve Türkiye'de şimdiden fiilen elde etmiş oldu­ ğu imtiyazlı durumu savunmasını bilecektir. Bugün Amerikalılar için Türkiye, Almanya'dan çok daha önemlidir. Amerikalıların Ruhr sorununa yapacakları herhangi bir müdahalede Türkiye'deki Amerikan sermayesinin önüne kim en­ gel çıkartırsa, ona karşı olacaktır. Gerek Fransızların gerekse İngilizlerin bu gerçeği hakkıyla değerlendireceklerine kuşku yok! Sovyetler Birliği, il. Lozan Konferansı'na çağırılmayacaktır. Çünkü zaten 1. Konferans'a da, Rus Heyeti sırf Boğazlar'la ilgili olarak çağırılmıştı. Ama Sov­ yet Rusya, bugün, öyle diplomatik ayak oyunlarıyla saf dışı bırakılamayacak kadar güçlüdür. Sovyet Rusya, kendi çıkarlarını dikkate almayan, Doğu'daki hiçbir barış antlaşmasını kabul etmeyecektir. Ayrıca Sovyetler Birliği, uluslara­ rası sermayeye karşı ezilen Doğu halklarını korumaya devam edecektir. Kemal Paşa'nın ansızın Millet Meclisi'ni feshetmekle ve yeni seçimlere gitmekle ne amaçladığı henüz tam belli değildir. Şayet yeni seçimler, yabancı sermayeyle sıkı fıkı ilişkiler kurulmasına karşı çıkan grupların parlamentodan uzaklaştırıl­ ması amacıyla yapılıyorsa, Kemal 'in hükümeti yanlış bir yola girecek demektir. Hele Lozan'da, yeni oluşan Türk büyük ticaret burjuvazisinin de katkılarıyla yabancı sermayeye yeniden Türkiye'de üstünlük sağlayacak nitelikte bir barış antlaşması imzalanacak olursa, savaş meydanlarında zafer kazanmış olan Tür­ kiye halk kitleleri, böyle bir kazık yemeye razı olmayacaklardır. İster Lozan'da bir şey imzalansın, ister imzalanmasın, ya da ne imzalanırsa imzalansın, Do­ ğu'daki kurtuluş mücadelesi devam edecektir. Ve uluslararası proletarya, sö­ mürü altındaki Doğuluların mücadelesinin kendi mücadelesi olduğunun bilin­ cindedir.

1.

Amter

LOZAN BUHRANI VE PETROL KAVGASP66 23 Mayıs 1923

Lozan Konferansı, Vorovski'nin Lozan'da katledilmesi, İ ngiliz hüküme­ tinin Sovyet Rusya'ya verdiği utanmaz nota, Ruhr bölgesinin işgali, Mareşal Foş'un Varşova, Prag ve Bükreş'e gitmesi, Amerika Konferansı ve Türkiye'deki Çester petrol imtiyazını korumak amacı ile bir Amerikalı "gözlemci"nin Lozan Konferansı'na katılması, tek tek bu olayların her biri birbiriyle bağlantılıdır. Bunlar, üç emperyalist devletin iktidar için verdikleri uluslararası mücadele­ nin bölümleridir. Bu üç rakip grup, İngiliz, Amerikan ve Fransız sermayesidir. Aralarındaki zıtlaşmanın başlıca nedeni ise, petrol yarışıdır. Amerika bugün dünya petrol üretiminin yüzde 70'ini elinde bulunduruyor. 1922 yılında toplam 759 milyon varil petrol üretildi. Bunun dağılımı şöyledir: ABD 469 milyon, Mek­ sika 196 milyon, Rusya 28 milyon, Borneo 18 milyon, İran 16 milyon. Geri kalan ise, çeşitli ülkelere dağılmaktadır. Ancak üretim, modern sanayinin her çeşit dalında gittikçe artan petrol ihtiyacını karşılayamıyor. Anlaşılan, Amerikan hükümetinin daha fazla petrol elde etme çabalarına bir bahane bulmak için, Amerikalı jeologlar, Amerikan petrol yataklarının 8-16 yıl içinde tükeneceğini açıklamaktadırlar. Buna karşılık, Türkiye ve Mezopotamya'daki petrol yatak166

1. Amter (New York), "Die Lausanner Krise und der Petroleumstreit", Intemationale Presse­ Korrespondenz, sayı 86, yıl 3, 23 Mayıs 1923, s.716.

larmın ise daha çok uzun bir süre verimini koruyacağı söylenmektedir. Bu ne­ denle de Amerikan hükümeti, oralara postu sermek için elinden geleni yap­ maktadır. Ama, öte yandan İngiliz ve Fransız sermayesi de, Türk petrolünden pay elde etmek istiyor. İ ngilizler, kendilerine Amerika Birleşik Devletleri'ne olan borçları konusunda dostça bir çözüm bulmuşlardı. İ ngiltere, şayet Ame­ rika kendi hesabına ingiltere'nin Mezopotamya'daki petrol tesislerinde birlikte çalışmayı kabul ederse, borç konusunda Amerikan sermayesine ödün verme­ ye hazır olduğunu bildirmişti. Ama böylelikle İngiltere ile Amerika arasındaki petrol rekabetinin sona erdiğini düşünmek, ancak safdillerin işi olabilir. Ame­ rika, İngiliz petrol tröstü olan Royal Dutch Shell Company'nin ABD'ye sızması­ nı engellemeye çalışıyor. Bu şirket, kendine bağımlı olan diğer bir şirket aracı­ lığıyla 1922'de ABD petrol üretiminin yüzde 3,S'unu elinde bulundurmaktaydı. Royal Dutch, aynı zamanda, Borneo'nun (Hollanda-Doğu Hindistanı) petrol üretiminin de yüzde 90'ını denetlemektedir. Royal Dutch, Rothschild grubu ile birlikte, Asya Petrol Şirketi'ni kurmuştur. Bu, Doğu'ya giden denizyollarında önemli bir rol oynayan bir petrol ticareti girişimidir. Bugün, bir dünya turu yap­ mak amacı ile New York'tan yola çıkan bir gemi, Avrupa, Akdeniz, Doğu ve Batı Hindistan, Japonya, Filipinler, Avustralya ve Kuzey Amerika'nın batı kıyısında 110 önemli limana uğrar ve Panama Kanalı'ndan da geçerek New York'a geri dönerse, bu gemi uğradığı limanların her birinde Royal Dutch-Shell grubuna ait bir petrol istasyonu ile karşılaşacaktır. Diğer bir İngiliz kuruluşu da, Türk Petrol Şirketi'dir. Bu şirket, hisseleri­ nin yüzde 65'i İngiliz hükümetine ait olan İngiliz- İran Petrol şirketi ile sıkı bir ilişki içindedir. Türk Petrol Şirketi, Mezopotamya'nın bütün petrol yataklarını sömürmede hak iddia etmektedir. Ama şimdi, Ankara hükümeti, Amerikan ka­ pitalistlerine Çester imtiyazını biçimsel olarak tanımış bulunuyor. Çester im­ tiyazı, imtiyaz sahibine, bir demiryolu inşa etmek ve bu yol hattının her iki yanında on millik bir alan içinde kalan bütün toprak zenginliklerini işletmek hakkını vermektedir. Burada söz konusu olan bölge, petrol, bakır ve demir ba­ kımından olağanüstü zenginliktedir. Böylece, Amerikalılar ile İngiliz ve Fran­ sız petrol çıkarları arasında Musul bölgesi etrafında güçlü bir çatışma başgös­ termiştir. Amerika Birleşik Devletleri hükümeti, Çester grubunun istemlerini destekleyeceğini açıklamıştır. Gerçi Amerika'daki bazı etkin gazeteler, ABD'nin Ortadoğu'daki kavgaya bulaşmaması için uyarılarda bulunmaktaysalar da, Harding hükümeti bir petrol hükümetidir ve Çester grubu Standard Oil Şirketi ile birlikte hareket etmektedir. Bu yüzden de Amerikan hükümetinin Çester'in çıkarlarını güçlü bir biçimde savunacağını beklemek doğru olur.

Diğer yandan, Sovyet hükümeti, Amerikan Barnsdall Şirketi'ne bir ayrıca­ lık tanımış ve Sinclair Şirketi 'ne de Sibirya için bir petrol ayrıcalığı daha ver­ miştir. Buna karşılık İngiliz Urquhart'ın ayrıcalığı onaylanmamıştır. Rusya'nın Bakı1'su, dünyanın en zengin petrol alanıdır ve emperyalistler bu bölgeyi Sov­ yet hükümetinin elinden kopartmak için her şeyi yapmaya hazırdılar. Lozan Konferansı'nda başgösteren bunalım, Amerika'nın Doğu için verilen kavgaya etkin olarak müdahale etmesinin sonucudur. Böylece İngiliz-Amerikan uyumu ve çıkar birliği konusundaki bütün gevezeliklere rağmen, Amerika ile İngiltere arasında en güçlü çatışma doğmuş oluyor. Aynı biçimde, İngiltere'nin Sovyetler Birliği'ne karşı takındığı tehdit edici tavır da, esas olarak petrol hır­ sına bağlanabilir. Hiçbir kapitalist grup "açık kapı"yı istemiyor, hepsinin de peşinde koştuğu şey, petrol alanında tekeldir. Bundan sonraki dünya savaşı, esasında, bir petrol savaşı olacaktır.

Hristo Kabakciev İSTANBUL'DAN MEKTUP167 4 Haziran 1923

Bundan sekiz ay önce, Kemal Paşa hükümeti tarafından Türkiye Komünist Partisi'ne indirilen darbenin anısı henüz tazedir. Hükümet, hiçbir yasal gerek­ çe göstermeksizin, Ankara ve diğer kentlerdeki komünistleri tutuklamış, zin­ danlara atmış ve haklarında siyasal bir dava açmıştı. Kemal Paşa hükümetinin bu gerici ve keyfi tutumu, Anadolu'yla sınırlı kalmamaktadır. Kemal hükümeti, İstanbul 'u alır almaz, genel olarak işçi örgütlerini, özel olarak da komünistleri kovuşturmaya başladı. Hükümetin amacı açıktır: Türkiye proletaryasının her bağımsız örgütünü ve her mücadelesini bastırmak. İlle bir işçi hareketi olacak­ sa, bu da kendi milliyetçi siyasetlerinin dümen suyunda gitmeli ve Türk burju­ vazisinin iktidarını sağlamlaştırmaya hizmet etmelidir. İstanbul'da iki büyük profesyonel işçi örgütü vardır. Bunlardan biri olan Beynelmilel İşçiler İttihadı, İstanbul 'un çeşitli milliyetlerden işçilerinin (İstanbul 'da Türk işçilerin yanı sıra çok sayıda Rum, Ermeni işçi de vardır) en bilinçli olanlarını ve çeşitli sendikalarda toplanmış olan işçileri (yapı işçileri, marangozhane işçileri, gemiciler) birleştirmektedir. Beynelmilel İşçiler İttiha­ dı, Profintern•eı68 üyedir ve eski sendikaların yeniden örgütlenmesi için çalış167

168

Hristo Kabakciyev, "Brief aus Konstantinopel. Die Regierung Kemal Paschas gegen die Arbeiterorganisationen." (Kemal Paşa Hükümeti işçi Örgütlerine Karşı), lnternationale Presse-Korrespondenz, sayı 94, yıl 3, 4 Haziran 1923, s.793-794. Profintern (Kızıl Sendikalar Enternasyonali), 1921'de kuruldu ve 1930'ların sonlarına doğru

maktadır. Türkiye İşçi Derneği ise, üye sayısı bakımından daha güçlüdür. Bazı devlet işletmelerinin işçileri buna üyedirler. İstanbul'da aynca, örgütlü ve ör­ gütsüz işçiler arasında bir yıldır canlı bir çalışma sürdüren komünist gruplar da vardır. Geniş halk kitleleri, Kemal'e bağlı birliklerin İstanbul'a girmesini milli kur­ tuluş olarak selamladı. İşçilerin büyük çoğunluğu, yeni rejimin kendilerine hak ve özgürlük getireceğine ve durumlarını düzelteceğine inanıyordu. Gel ge­ lelim, düş kınklığına uğradılar. Gericilik, işçi örgütlerine yönelttiği saldırıları hızla artırdı. Yukarıda sözünü ettiğimiz iki örgütün de her türlü propaganda, ajitasyon yapması yasaklandı. Toplantı düzenlemeleri de yasaklandı. Bu iki ör­ gütün daha bilinçli işçiler aracılığıyla faaliyet gösterdikleri bazı sendikaların çalışması da aynı şekilde engellendi. Başka milliyetlerden işçilere karşı milli­ yetçi ve şoven kışkırtma kampanyası başlatıldı. Bunlar fabrikalardan atılarak yerlerine Türk işçiler alındı. Beşinci Balkan Komünist Konferansı'ndan sonra, Türkiye'deki komünist ör­ güt ve unsurları birleştirmek amacıyla İstanbul'da özel bir komite kuruldu ve sendikaların bütün milliyetlerden işçileri kapsayacak biçimde, iş koluna göre yeniden örgütlenmesi için önlemler alındı. Bütün sendikaların genel bir sen­ dika federasyonunda birleştirilmesi için de çaba harcandı. Sendikaların yeni­ den örgütlenmesi ve birleştirilmesi meselesinin ele alınmasını işçiler sevinçle karşıladılar ve bu amaçla yapılan ilk konferans çağrısına tam 15 sendika uydu. İstanbul'da " İstanbul Amele Birliği" adlı bir örgüt vardır. Bu örgütün başında, maceracının biri olan ve Kemalistlerin aleti durumundaki Şakir Bey bulunuyor. Şakir Bey, İstanbul proletaryasını hükümetin kucağına itmeye ve onun geri­ ci ve milliyetçi siyasetinin hizmetine sokmaya çalışmaktadır. İşte, söz konusu konferansa bir sendikanın temsilcisi olarak gelen bu Şakir Bey, polisin de yar­ dımıyla, Türk olmayan işçileri bir konferans oturumunun dışında bıraktırmayı başardı. Fakat bu, tüm konferansın son derece kararlı protestosuyla karşılaştı. Bunlara rağmen konferans birçok toplantı yaptı ve gelecekteki İstanbul İşçi Ö r­ gütleri Federasyonu'nun tüzüğünü hazırladı. Bundan başka, konferans, İzmir İktisat Kongresi'ne de delegeler yolladı. Şimdi sıra, hükümetin tüzüğü onayla­ masındadır. Ancak tam da bu günlerde Kemal Paşa hükümeti, İstanbul işçi hareketine ağır bir darbe indirmiştir. Bilindiği gibi, Ankara'da komünistlere karşı sürdü­ rülen dava henüz sonuçlanmamıştır. Hükümetin ajanları, İstanbul 'da Salih dağıldı. Bu süre içinde Profintem, uluslararası işçi hareketinin gelişmesinde önemli bir rol oynadı. Profıntem'in programında, kapitalizmin yıkılması ve proletarya diktatörlüğünün kurulması öngörülüyordu. Profıntern, bu amaçla, bütün dünyadaki emekçi kitlelerin mü· cadelelerine önderlik etti. Ayrıca, sendikacılığı sömürge ve yarısömürge ülkelere taşıyarak, uluslararası işçi sınıfı hareketine yeni bir boyut kazandırdı. (YN)

yoldaşı tutuklamayı başardılar. Salih yoldaş tutuklanır tutuklanmaz derhal Ankara'ya sevk edildi. Bu arada polis, bir rastlantı sonucu, ı Mayıs bildirilerini ele geçirdi. Bunun üzerine Beynelmilel İ şçiler İttihadı'na mensup onlarca yol­ daş hiçbir yasal gerekçe gösterilmeksizin tutuklandı ve zalimce işkence gördü. Polis takibatından kurtulmayı başaranların yakınlarına ise, arananların yer­ lerini söylemeleri için her gün baskı yapılmaktadır. Tutuklular ve aileleri, en feci bir sefalete, açlıktan ölüme terk edilmişlerdir. Tutuklular aleyhine açılacak davanın hazırlıklarına başlanmıştır. Kendileri, vatana ihanet suçundan askeri mahkeme önüne çıkartılacaklardır. Bu baskılar sadece komünistlere ve sendika üyelerine yönelmiyor. Bunlar doğrudan doğruya sendikaların kendisine, sendikaların yönetim organlarına ve görevlilerine yönelmektedir. Hükümet, özel bir kararname çıkartarak 1 Ma­ yıs gösterisini yasaklamıştır. Aynı şekilde Beynelmilel İşçiler İttihadı'nın yayın organı olan Neos Antropos169 da yasaklandı, sendikaların bütün hak ve özgür­ lükleri gasp edildi. Oysa hükümet, hiç utanıp sıkılmadan, devrimci bildiriler dağıtan sadece bir kişinin tutuklandığını ilan edebilmektedir! Bugün istanbul'da hakim olan rejimin adını koymak için, geçenlerde An­ kara Büyük Millet Meclisi'nde kabul edilen yasalardan birini hatırlatmak ye­ rinde olur. Söz konusu yasa, vatana ihanet konusundadır. Bu yasa, hükümete hoşnutsuzluk ya da muhalefet ifade eden her şeyi, hakim rejime karşı her mü­ cadeleyi vatana ihanet olarak niteleme ve ölüm cezasına çarptırma olanağını vermektedir. Sovyetler Birliği ve Komünist Enternasyonal, Türkiye halkının emperyalist devletlere karşı verdiği milli devrimci mücadeleyi desteklemektedir. Bugün de Türkiye halkının emperyalizme olan ekonomik, mali ve siyasal bağımlılıktan kendisini kurtarması ve milli kurtuluşunu gerçekleştirmesi için ona yardım ederler. Ne var ki, Kemal Paşa hükümetinin İngiliz ve Fransız emperyalistle­ riyle anlaşma ve onlarla el ele vererek Türkiye halkının çıkarlarına ve özgür­ lüklerine ihanet etme yolunda olduğunu gösteren yeterli kanıt vardır. Kemal hükümeti işte bu ihaneti kolaylaştırmak ve hazırlamak için, her şeyden önce, mücadele etmekte olan Türkiyeli işçi ve köylülerin öncüsünün sesini, yani ko­ münist işçilerin sesini boğmak ve işçi örgütlerini, hatta sadece sendika niteli­ ğinde olanları bile yok etmek istemektedir. Hükümet, yeni Millet Meclisi seçimi hazırlıkları içindedir. Bu seçimler de, yine eski çift sınıf sistemine göre yapılacaktır. Bu seçim sistemi mevcut se­ çim sistemleri içinde en gericisidir ve işçilerle köylülerin kendi temsilcilerini Millet Meclisi'ne gönderme olanağını yok etmektedir. Böylece, Millet Meclisi, ı69

Neos Antropos: Yeni İ nsan, Genç Adam.

Türkiye'nin sadece milli burjuvazisiyle büyük toprak sahiplerinin temsil edil­ diği bir yer oluyor. Türkiye'de yeni bir demiryolu yapımı için verilen Chester İmtiyazı, Amerikan sermayesine büyük ekonomik ayrıcalıklar sağlamakta ve Türkiye'yi bu sermayeye bağımlı kılmaktadır. Stratejik açıdan ise, bu demiryo­ lu şebekesi Sovyet Rusya'ya karşıdır. Kemal Paşa hükümeti, işçi kitleleri arasında hala büyük ölçüde var olan milliyetçi duygulardan yararlanarak, işçileri bağımsız sınıf mücadelesinden uzaklaştırmaya ve devrimci işçi hareketine karşı çıkarmaya, işçi sınıfını böl­ meye ve Avrupa ve Amerikan emperyalizminin de yardımıyla Türkiye'de kapi­ talistlerle beylerin sınırsız sınıf hakimiyetini sağlamlaştırmaya çalışmaktadır. İngiliz ve Fransız emperyalizmine karşı verdiği mücadelede uluslararası pro­ letaryanın manevi desteğinden yararlanmış olan bu hükümet, proletaryanın çıkarlarına ihanet ettiği için gerçek adı konmalı ve tüm dünya proletaryasının önünde mahkum edilmelidir: Türkiye halkına ihanet eden ve onu yabancı em­ peryalistlere köle olarak satabilmek için sınıf bilincine sahip işçileri en zalim bir biçimde kovuşturan bir hükümet!

Eric Vemey İSTANBUL'DA KOMÜNİST SANIKLARIN DAVASI AKLANMAYLA SONUÇLANDI170 29 Haziran 1923

Geçtiğimiz günlerde İstanbul 'un siyasal hayatı, komünistlerin bir tertip içinde oldukları haberiyle çalkalandı. On dört komünist tutuklandı. Tutuk­ lananlar arasında, küçük bir Marksist aydınlar grubunun önderi ve Aydınlık adındaki derginin kurucusu olan Dr. Şefik Hüsnü [Değmer] de vardı. Ayrıca, Beynelmilel İşçiler İttihadı'nın bazı önderleri, Rum ve Ermeniler de tutuklular arasındadır. Polisin bu uygulamaya neden olarak gösterdiği malzeme, birkaç komünist broşürden ve 1 Mayıs gösterisine çağrı yapan bildirilerden ibarettir. Polis, ayrıca, kısa bir süre önce birçok küçük devrimci grubun birleşmesiyle oluşan Komünist Partisi'nin sırf varlığının bile, ülkenin güvenliği açısından tehlikeli olduğunu iddia etmektedir. Sanık komünistlerin davasına geçtiğimiz günlerde bakıldı. Üç gün süren duruşma sonunda mahkeme görevsizlik kararı verdi ve sanık komünis�lerin hepsi serbest bırakıldı. Yine de bu tertip hikayesi, İstanbul'daki Beynelmilel İnşaat İşçileri İttihadı'nın yasalara aykırı bir örgüt olduğu gerekçesiyle kapatılmasına yol aç­ mıştır. Gerçi daha önceleri de İstanbul'da Rum işçiler arasındaki devrimci sen­ dika hareketi, Müttefiklerin polisi tarafından bastırılmıştı. Ama komünistlerin 170

Eric Vemey (İstanbul), "Freisprechungder kommunistischen Angeklagten in Konstantinopel", Intemationale Presse-Korrespondenz, sayı 109, yıl 3, 29 Haziran 1923, s.937.

sistemli bir şekilde kovuşturulması, İstanbul'da Kemal taraftarlarının idareyi ele almalarıyla başlar. Türkiye'de sınıf mücadelesini geliştirmenin en önemli koşulu, güçlü sendi­ kalar kurmaktır. Gerçi şu sıralarda Türkiyeli işçiler arasında milliyetçi bağnaz düşünce hala güçlü olduğu için, Türk, Rum ve Ermeni işçiler arasında proleter dayanışma fikrini savunmak son derece güçtür. İstanbul 'da bulunan az sayıda sendika da, hala esas olarak gerici reformcu-sosyalistlerin elindedir.

Henri Saulmier TÜRKİYE'DE YENİ TUTUKLAMALAR171 9 Temmuz 1923

Ankara'nın emri üzerine, Nizamettin Nazif yoldaş tutuklandı. Bu, onun be­ şinci tutuklanışıdır. Nizamettin Nazif, Yeni Hayat gazetesinin başyazarıydı ve Yeni Dünya'da da çalışmaktaydı. Ankara'da çıkan bu gazetelere, Mustafa Kemal tarafından baskı yapıldı. İki yıl önce bu yoldaş, vatana ihanetten tam sekiz yıl ağır hapse mahkum edilmişti. Sonra serbest bırakıldı, fakat bir süre sonra, devlet gücüne karşı gel­ me suçundan yine altı yıl ağır hapse mahkum edildi. Komünist Enternasyonal'in 4. Kongresi'nde delege olan Nizamettin Nazif, birkaç aydan beri İstanbul'da bulunuyordu. Komünist faaliyetinden dolayı şimdi yeniden tutuklanmış bulunuyor. Kendisi Ankara'ya gönderilerek, aylar­ dır bu şehirde tutuklu bulunan diğer yoldaşlarımızla birlikte Kemalist yargıçla­ rın önüne çıkarılacaktır. Bütün ülkelerin proletaryası, Kemalist hükümetin giriştiği kovuşturmalara karşı sesini yükseltmelidir.

ın

Henri Saulmier, "Neue Verhaftungen in der Türkei'', lnternationale Presse-Korrespondenz, sayı 115, yıl 3, 9 Temmuz ı923, s.ıoı4.

Henri Paulmier TÜRKİYE'DE TEMMUZ OLAYLARl112 18 Temmuz 1923

Temmuz ayı Türkiye'ye Kemalizmin zaferini getirdi. "Halk Partisi" denilen partinin adayları, seçime girdikleri her yerde sandıktan seçimin galibi olarak çıktılar. Seçmen kitleleri önünde programını savunma olanakları mu�alefetin elinden alındı. Kemalizmin görevlilerinin, amaçlarına varmak için kullandıkla­ rı araçlara burada değinmek yerinde olacaktır. Seçim sandığına gittiklerinde seçmenlere, içinde Halk Partisi oy pusulası olan mühürlü bir zarf verildi. Bu zarfları, sandık kurulunu oluşturan muhbirle­ rin gözetimi altında sandığa atmak zorundaydılar. Yani, Kemal ve gözdelerine oy vermeye zorlandılar. Barış Antlaşması'nın imzalanması, burada görülmedik bir tantanayla kut­ landı. Vali, milliyetçi-sosyalist örgüte, bir miting düzenlemesi için üç bin Frank verdi. Bu miting de hemen yapıldı, işçilerin yürüyüşe katılmasını sağlamak amacıyla tramvay işletmesi birkaç saat süreyle durduruldu. Komünistlerin kovuşturulması sürüyor. Komünistleri hedef alan son komp­ loda yargılanan yoldaş Riaizm'in Kerassunde'ye173, işyerine gitmek üzere İstanbul'u terk etmesine izin verilmedi. Böylece adeta açlığa mahkum edildi. ı72

173

Henri Paulmier, "Die Juli-Ereignisse in der Türkei", lntemationale Presse-Korrespondenz, sayı 133, yıl 3, 15 Ağustos ı923, s.1161. lntemationale Presse-Korespondenz'in 9 Temmuz 1923 tarihli 115. sayısında yayımlanan "Neue Verhaftungen in der Türkei" (Türkiye'de Yeni Tutuklamalar) başlıklı yazıyı yazan Henri Saulmier. Soyadının ilk harfindeki çelişkiyi çözemedik. (YN) "Kerassunde", Giresun olsa gerek. (YN)

Çünkü buradaki bütün fabrika kapıları ona kapalı. Başsavcının istemi üzerine komplo davası Sivas'taki üst mahkemeye yollandı. Ve bu mahkeme şimdi İs­ tanbul 'daki mahkemenin 18 tutuklu yoldaş için verdiği aklama kararını bozdu. Yani, komünistlerin davası yeniden görülecek. Tüm ülkelerdeki partili yoldaşlar şimdi dikkatlerini, kısa bir süre içinde işçi sınıfına yönelen iki davanın görüleceği Ankara ve İstanbul'da yoğunlaştırma­ lılar. Yoldaşlarımızın yargılanmasının dayandırıldığı yasada en düşük ceza an­ garya, en yükseği ise ölüm cezasıdır.

S. Brike LOZAN KONFERANS1ı14 13 Ağustos 1923

Yunan Ordusunun Yok Edilmesi ve Versay Antlaşması 'nın Yeniden Gözden Geçirilmesinin Başlangıcı

ı.

1922 yılının Ağustos savaşlarında Yunan orduları Anadolu'da tamamen ye­ nildiler ve panik içinde kıyıya doğru çekilmeye başladılar. Çekilmekte olan bir­ likler öylesine bir dağınıklık içindeydiler ki, neredeyse yenilgiyi hoşnutlukla kabullenmişlerdi. Bitkin düşmüş Yunan asker kitleleri, durmaksızın kendile­ rini Anadolu'dan uzaklaştıracak ve nefret ettikleri savaştan kurtaracak tahliye gemilerinin bulunduğu denize, İzmir'e varmaya çalışıyorlardı. Afyonkarahisar­ Eskişehir müstahkem hattını yarmış olan Türk ordusu hızla ilerlemeye devam etti ve hiçbir direnme ile karşılaşmadı. Eylül ayı sonlarında Türk birlikleri Anadolu'nun İstanbul ve Çanakkale Bo­ ğazlan kıyılarına kadar ilerlemişlerdi. İstanbul Boğazı'nın ve İstanbul'un ele geçirilmesi, Türkiye ordularının fırtına gibi ilerlemelerinin kaçınılmaz devamı olarak görünüyordu. Eğer bu yapılmadıysa, bunun nedenlerini askeri stratejik durumdan çok o andaki siyasal koşullarda aramak gerekir. ı74

S. Brike, "Die Lausanner Konferenz", Die Kommunistische Intemationale, sayı 28·30, 8 Ağustos 1923, s.28-30, 103-113.

1921'de Fransa ile Türkiye arasında imzalanan ayrı bir antlaşmanın öncülü­ ğünü yapan Franklin Buillion'un İzmir'e yaptığı beklenmedik ziyaret ve Musta­ fa Kemal Paşa ile yaptığı gizli görüşmeler bu zamana rastlamaktadır. Franklin Buillon'un Kemal Paşa'yı ilerlemeyi durdurması ve Boğazlar'ı almaktan vaz­ geçmesi konusunda ikna ettiği, buna karşılık Fransa hükümetinin Türkiye'yi toplanacak Barış Konferansı'nda destekleyeceği sözünü verdiği ancak çok sonraları ortaya çıkmıştır. Fransa'nın etkinliği Ankara hükümeti için hala bü­ yük önem taşıyordu. Önde gelen Türk siyaset adamları, Fransa'nın yardımı ile İngiltere'yi dışlamayı ve Barış Konferansı'nda yüksek başarı kazanmayı umu­ yorlardı. Bu yüzden Franklin Buillion'un ikna ustalığı etkisini gösterdi ve İz­ mir'deki görüşmelerden birkaç gün sonra, Türkler ilerlemeyi durdurmaları ve ateşkes koşullarının görüşülmesi amacıyla Mudanya'da bir konferans toplan­ ması için müttefiklerin yaptığı resmi çağrıyı kabul ettiler. Mudanya'daki konferans 3 Ekim'de açıldı. Bundan birkaç gün önce Musta­ fa Kemal Paşa, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde görüşmelerin kısa zamanda biteceğine ve Trakya ile İstanbul 'un kan dökülmeden kurtarılabileceğine olan inancının tam olduğunu açıklamıştı. Ancak İngiltere işe karışınca Mudanya'daki görüşmeler sürüncemeye girdi. Bu arada İstanbul'a büyük ölçüde askeri destek gücü gönderildi. Türk basınının konferans karşısında başlangıçta aldığı dikkatli tavır giderek bir muhalefet tavrına dönüştü. Ankara'nın yarı resmi yayın organı Yeni Gün ün 6 Ekim baskısında şöyle deniyordu: '

"Bugün, garip bile görünse, savaş içinde olan bir millet için en tehlikeli şeyin barış olduğunu söylemeliyiz." Türk kamuoyu, İ ngiltere'nin ikiyüzlü taktiğinin aksine, Fransa'nın "dostça ve soylu" tavrını vurguluyordu. Ankara basını 10 Ekim'de Londra ve Paris He­ yetlerinin talimatları arasında önemli farklar bulunduğunu açıkladı. İngiltere karşısında Fransa-Türkiye cephesi gerçekleşecek gibi görünüyordu. Ancak, daha sonraki günler, bu umudu bütünüyle suya düşürdü. Müttefik Devletler heyetlerine verilen yönergelerin birbirinden farklı olduğu yolundaki söylentilerin doğru olmadığı görüldü. Türkiye, konferans sona erdiğinde, kar­ şısında kenetlenmiş Müttefik Devletler cephesini buldu ve önceleri hiç kulak asmadığı bu devletlere ödün vermeye zorlandı. Örneğin, Türkiye, Barış Ant­ laşması imzalanana kadar İstanbul ve Trakya'nın fiilen Müttefik Devletlerin elinde kalmasını onayladığını açıklamak zorunda kaldı. Müttefik Devletler -ve ilk planda Fransa- bu kozları ele geçirdikten sonra, Türkiye ile hesaplaşmanın daha yeni başladığını açık yüreklilikle belirttiler. İstanbul'daki Fransız, İngiliz ve İtalyan ticaret odaları, kendi hükümetlerine bir muhtıra vererek kapitülas-

yanların devam etmesinde ısrar ettiler. Fransa'nın İstanbul 'daki temsilcisi Ge­ neral Pelle, Ankara'dan, ekonomik istemlerden başka, bir dizi siyasal istemde de bulundu: Padişah hükümeti ile uzlaşma, Türkiye'nin "gerçek bir anayasal devlet" haline dönüştürülmesi vb. Mudanya Konferansı'nın Ankara kamuoyunda yaptığı moral bozucu etki kolaylıkla anlaşılabilir. Ancak, Ankara ha.Ia daha Fransa'nın desteğini ala­ cağı inancını koruyordu. Türkiye basını, bir röportaj sırasında Mudanya Konferansı'nın barış içinde sonuçlanması başarısını tamamen İ ngiliz birlikle­ rinin cesaretine mal eden General Harrington'a ateş püskürüyordu ve bütün öfkesini İngiltere'den çıkarıyordu. Fransa konusunda ise susmayı yeğ tuttular. Basının tavrı, Mudanya Konferansı'ndan sonra gittikçe daha da umutsuz bir duygusallığa dönüştü. Mudanya'da sonuçta kimin kazançlı çıktığı sorusuna giderek daha umutsuz yanıtlar veriliyordu. Toplanmasına Mudanya'da karar verilen Lozan Konferansı'nın hazırlığı işte bu hava içinde yürütülüyordu. Türkiye basını, toplanacak konferansın barışı sağlaması için yerine getirilmesi gereken koşulları şu şekilde sıralıyordu: 1. Türkiye'nin egemenlik hakkı, 2. Misakı Milli sınırlarının tanınması, 3. Devlet borçlarının eski Osmanlı İmparatorluğu toprakları içinde kalan bütün ülkelere paylaştırılması, 4. Anadolu'da yapılan tahribatı Yunanların tazmin etmesi (savaş tazminatları), 5. Boğazlar'ın bütün ülkelerin ticaret gemilerine açılması. Bu program, asgari program olarak görülüyordu. Türkler, Fransa'nın kendi­ lerini en azından sınır sorununda destekleyeceğine inanıyorlardı. İngiltere'ye karşı ise sürekli olarak öfkeli bir kampanya yürütülüyordu. 20 Ekim'de Lozan Konferansı'nın açılış töreni yapıldı. Konferans önce­ sindeki durum genel olarak büyük bir iyimserliğe kapılmaya yatkın değildi. Böyle olmakla birlikte Türkiye Heyeti Lozan'a ya barışı gerçekleştirmek ya da Konferans'ın kesilmesini önermek kesin kararıyla geldi. Biçimi ne olursa olsun, Lozan Konferansı Versay Antlaşması'nın Ortadoğu'yu ilgilendiren kısmının fiilen tekrar ele alınmasının başlangıcı oldu. Açılan bu yolla, büyük emperyalist savaşın sonuçlarının tasfiyesinde daha da ilerlenece­ ği açıkça ortaya çıktı. 2. İtilaf Devletleri'nin Ortadoğu'daki Çıkarlarında Nitelik Farkları

Lozan Konferansı'nda Müttefik Devletlerin üslendikleri roller şu şekilde paylaşılıyordu: İngiltere, askeri sorunları ve sınır sorunlarının savunmasını,

Fransa, mali ekonomik sorunları ve İtalya da hukuksal sorunları üstlenmiş­ lerdi. Bu rol dağılımı rastlantı mı yoksa yapay olarak mı oluşturulmuştu? Anadolu, Batı'ya karşı verdiği askeri mücadele yıllarında ekonomik açıdan hemen hemen tamamen dış dünyadan dışlanmış durumdaydı. Bu dönem bo­ yunca Anadolu için, dış güç ilişkisi, çeşitli devletlerin Türklere karşı savaşa askeri ve maddi açıdan hangi ölçüde katıldıkları esasına göre saptanabilir. Genç Türkiye Devleti açısından bakıldığında Batılı büyük devletler arasında bu açıdan bir nitelik farkı yoktu. Olsa olsa, baskıların şiddetindeki nicelik farkın­ dan söz edilebilirdi. Ancak, askeri mücadelenin durdurulması ve askeri yöntemlerden anlaşma­ cı ve diplomatik yöntemlere geçilmesi anından itibaren Türkiye ile Batı Avru­ palı büyük devletler arasındaki karşılıklı ilişkilerde büyük devletlerin Ortado­ ğu'daki çıkarları ile uyuşan hızlı bir nitelik farklılığı başladı. Lozan Konferansı'ndaki çalışmaların seyrini anlayabilmek için, genel hat­ larıyla da olsa İngiltere ve Fransa'nın Türkiye'deki çıkarlarını açığa çıkarmak gerekir. Fransa'yı ele alırsak, esas olarak mali-ekonomik çıkarlarla karşılaşırız. Fransız sermayesinin Türkiye'deki en önemli dayanağı Osmanlı Bankası'dır. Bu banka ülkenin mali ve ekonomik hayatının en önemli mekanizmasıdır. Ayrıca­ lıkları arasında şunlar vardır: ı. Kağıt para (banknot) çıkarmada tekel hakkı, 2. Devletin bütün gelir ve gider işlemlerinin yürütülmesi, 3. Türkiye hükümetinin dış ve iç pazarlardaki ticari ilişkilerinde mali aracılık. Osmanlı Devlet Bankası'nın ilişkileri bütün Doğu'yu kapsıyordu. 52'si Türkiye'de, 7'si Mısır'da S'i Yunanistan'da vb. olmak üzere 80 kadar şubesi var­ dı. Türkiye'nin bütün ekonomisini kontrolü altına alan bu mali mekanizma için Fransız borsası denetim yerlerinj elinde tutuyordu. Fransız sermayesinin ikinci dayanağı "Osmanlı Devlet Borçları İdaresi"ydi (Düyunu Umumiye). Borç verme emperyalist yayılmacılığının en güvenilir ara­ cıdır. Borçlar Türkiye'nin ekonomik hayatında en yıkıcı rolü oynamıştır. Borç faizlerinin ödenmesi için toplam devlet bütçesinin yüzde 35 ile 70'inin ayrıldı­ ğını belirtmek, bunu açıklamak için yeterlidir. Geçtiğimiz yüzyılın 70'lerinde borçlar 180 milyon İngiliz lirası gibi dev bir tutara ulaşmıştı. Padişah hükümeti Avrupalı alacaklıların baskısıyla "Osmanlı Devlet Borçları İdaresi"nin [Düyunu Umumiye] kurulmasına karar verdi. Bu kuruluşa bir dizi önemli harç ve ver­ gi toplama hakkı verilerek bunlarla faizlerin ödenmesi düşünüldü. " İdare"nin Türkiye'nin mali hayatındaki önemli rolünü açık bir biçimde anlamak için bu kuruluşun ayrıca devletin genel mali kaynakları dairesini, dolaylı vergiler ida-

resini, devlet harçları bütçesini ve gümrük idaresinin bir kısmını da elinde tut­ tuğunu hatırlamak gerekir. Borçlanmasının artmasına paralel olarak Türkiye'nin Düyunu Umumiye'ye bağımlılığı da arttı. Düyunu Umumiye, fiilen Türkiye'nin baş alacaklısı olan Fransa'nın denetimi altındadır. Bu ülke, Dünya Savaşı'nın başlamasına kadar Türkiye'ye 2,5 milyar frank, yani İngiltere'den beş misli fazla borç para vermiş­ ti. Türkiye ekonomisinin diğer alanlarındaki durumu da aynıdır. Türkiye'deki emperyalist çıkarların çatışması, özellikle demiryolları ayrıca­ lıkları yarışında keskin bir biçimde ortaya çıktı. Savaşın başlangıcında demir­ yolu işletmelerine yatırılan sermayeler şu şekilde dağılıyordu: Sermaye (frank)

Fransa İngiltere Almanya

530.238.000 114.683.675 436.078.000

Emperyalist savaşın bitmesinden sonra, Anadolu'daki Alman mirasının tas­ fiyesiyle Fransa'nın Türkiye demiryolları işletmesindeki yeri daha da güçlendi. Türkiye'nin sanayi işletmelerinde, yeraltı zenginlikleri işletmelerinde, li­ man inşaatlarında, belediye işletmelerinde kısacası her yerde Fransa ilk sırayı işgal etmektedir. Fransa'nın Türkiye'deki ekonomik çıkarlarının bilançosunu çıkaracak olur­ sak sadece yatırılan sermayenin 3,5 milyar altın frank, yani İngiltere'nin payın­ dan 4,5 kat fazla miktarda dev bir rakam olduğunu görürüz. Şimdi hangi bankaların bu dev yatırımları yaptığını ve Türkiye'deki ayrı­ calıklarının güvence altına alınması ve sürdürülmesi için, Lozan'daki Fransız Heyetine, Başbakan Poincare vasıtasıyla hangi bankacıların baskı yaptığını araştıralım. Fransız tefeci mali sermayesinin en "parlak" zamanı olduğunu söylersek abartmış olmayız. Türkiye'ye hangi bankalar Fransız sermayesi ihraç etmek­ tedir? "Diskont Şirketi" müşterilerine 400 milyon frank, "Marsilya Şirketi" 80 milyon, "Credit Lyonnais" 250 milyon, "Osmanlı Bankası" 200 milyon, "Fran­ sa Ticaret Bankası" 100 milyon, "Perrier Bankası" 100 milyon, "Paris Bankası" 50 milyon, "Kambiyo Acentaları Şirketi" 400 milyon ve "Rothschild", "Paris Birliği" vb. gibi diğerleri 10-20 milyon frank vermişlerdir.175 Fransa her geçen yıl, Türkiye'de mali-ekonomik açıdan daha derin kökler salmaya çalışırken, İngiltere ise bu ülkede ilişkiler yönünden ikinci derecede önem taşıyan mevı75

Clarte, 15 Ekim 1922.

zilerini güçlendirme çabasındaydı. İngiltere, Türkiye'nin mali yaşantısında sa­ dece "English Orient Bank" ve "Turkish National Bank" ile temsil edilmekteydi. Türkiye'nin borçlarında İngiliz ve Fransız sermayelerinin paylarının nasıl de­ ğiştiğinin saptanması ilgi çekicidir: Fransa İngiltere

1881 o/o38,9

o/o28,9

1898 o/o35,o o/o8,5

1914 o/o60,0 o/ol4,0

Yeraltı zenginlikleri işletmelerinde İngiltere, Fransa'nın 40 milyon tutarın­ daki yatırımına karışlık sadece 6.250.000 frank tutarında yatırım yapmıştı. De­ miryolu inşaatı, sanayi işletmeleri vb. alanlarda İngiltere sürekli olarak ikincil bir rol oynamıştır ve yalnız Fransa karşısında değil, Almanya karşısında da ge­ rilemiştir. İngiliz sermayesi Türkiye'de hiçbir yerde egemenlik kurmaya çalışma­ dan her yerde hazır olma çabası içindeydi. İngiltere bir gözlemci tavrı aldı ve bu görevini Türkiye'deki ekonomik çıkarlarına uygun bir biçimde sürdürdü. Fran­ sız sermayesi sürekli olarak ekonomik dayanaklarını güçlendirme eğilimi gös­ terirken, İ ngiltere Türkiye'deki dayanaklarını Büyük Britanya'nın Ortadoğu'daki askeri stratejik çıkarlarının güvenliğinin gerektirdiği ölçüde sürdürüyordu. İşte bu yüzden, Lozan'daki rollerin dağılımı ne rastlantısal ne de yapay bir biçimde olmuştu. Bu, Fransız ve İngiliz sermayelerinin Türkiye'de tarih içinde gelişen çıkarlarıyla belirlenmişti. İtalya kendi başına bir rol oynamadı. 3. Ruhr İşgali ve Lozan'daki Görüşmelerin Kesilmesi

Lozan Konferansı öncesinde İtilaf Devletleri arasında yapılan konferansta, Curzon, toprak ve askeri sorunlarda İngiliz görüşünü kabul ettirmeyi başar­ mıştır. Bilindiği gibi Curzon, İngiltere'nin Ortadoğu'daki "hayati çıkarlarının" Fransa ve İtalya tarafından kayıtsız koşulsuz destekleneceğine ilişkin güven­ ce almadıkça Lozan'a gelmeyi reddetti. Bunları elde ettikten sonra Curzon'un konferansta toprak ve askeri sorunlarda egemen duruma geçmiş olması çok doğaldır. Savaşın kesin olarak sona erdirilmesi, İstanbul ve Trakya'nın kurtuluşu ve barış ekonomisi çalışmalarına geçiş için çaba gösteren Türkiye, bu sorunlarda tamamen İngiltere'ye bağımlı durumdaydı. İ ngiltere, Yunanistan'ın dizginleri­ ni ele geçirmiştir. Diğer yandan İ stanbul ve Boğazlar'ı elde tutmaktadır. İngil­ tere ile yapılan uzlaşma, Türklere, Fransa'ya karşı mali-ekonomik sorunlarda girişeceği mücadelede onların dürüst davranacağı ümidini vermiştir.

Bütün bunlar Türklerin, Lozan Konferansı'ndaki taktiğini önceden belirle­ mişti: İngiltere'ye yanaşma ve taviz verme, Fransa ile inatçı bir pazarlık. Böylece İ ngiltere Lozan'da kendine daha başlangıçta uygun bir zemin sağ­ lamıştı. Fransa, İ ngiltere ve Türkiye arasındaki toprak sorunlarının pek güç­ lük çıkmadan düzenleneceğini biliyordu ve bu yüzden Türkiye üzerinde malt­ ekonomik sorunlarda baskı yapabilmek için İstanbul ve Boğazlar'daki duru­ mun olduğu gibi kalmasında direnmeyi gerekli buluyordu. İşte bu nedenle Fransa'nın bizzat kendisi sınır sorunlarında İngiltere'den daha uzlaşmaz bir tavır takındı. Fransa'ya olan güven duyguları, Fransa'nın Türkiye'yi aldattığı ve Franklin Buillion'un İzmir'de verdiği sözleri tutmadığı inancıyla giderek daha da sarsıldı. Türk Heyetinde İngiltere ile uzlaşma eğilimi her geçen gün artmaya devam etti. İsmet Paşa ile Curzon arasındaki ilişkilerin görünüşteki sertliğine rağmen, Türk delegeleri İngiltere'nin arzularını anlayışla karşıladı ve Konferans'ın açılı­ şından sonra birçok askeri sorunda ve sınır sorunlarında İngiltere'nin öne sür­ düğü istekleri kabul ettiğini açıkladı. Aralık sonlarında basında Musul sorunu üzerinde bile anlaşmaya varıldığı, bunun Konferans'taki konuşmalardan çıkarıldığı, Türk ve İngiliz hükümetleri­ ne çözüm için bir yıllık süre tanındığı yolunda haberler çıktı. Rauf Bey [Orbay], Ocak ayı başlarında Büyük Millet Meclisi'nde Lozan'daki durum hakkında bilgi verirken, İngiltere karşısında takınılan uzlaşmacı tavrı şu şekilde ima ediyordu: "Bilindiği gibi, Musul bölgesi petrol zenginliği ile ünlüdür. Tanrının in­ sanlara bahşettiği zenginlik kaynaklarından yararlanmak isteyen herke­ si engellemek gibi bir niyetimiz yoktur. Biz bu zengin gelir kaynaklarını, makul yasal koşullarla bizi eşit haklılıkla gören her millete satmaya da­ ima hazırız." Ocak ayının ortasından itiba.ren Lozan'daki durum olağanüstü gerginleşti. İtilaf Devletleri, özellikle Fransa, aşırı uzlaşmaz bir tavır aldılar. Bunun üzeri­ ne Trakya'daki Yunan birliklerinin daha da hızla toparlanması başladı. Fran­ sız basını Türklere karşı sert bir kampanyaya girişti. Nihayet su yüzüne çıkan Fransa'nın düşmanca tutumu karşısında, Türk basını da Fransa'ya karşı bir kampanya başlattı. Artık Fransa delegeleri ve milletinin farklı olduğu, aslında soylu ve olgun oldukları, ancak İngiltere'nin onları yozlaştırdığı gibi laflar edil­ miyordu. Şimdi şeylerin adı konuyordu. Türklerin yarı resmi yayın organı Yeni Gün'ün 29 Ocak sayısında şöyle deniyordu:

"Fransız dostlarımızı ilgilendiren mali sorunların bir sonucu olarak, Lozan'da en düşmanca tutumu Fransa'dan gördüğümüzü belirtmeye mecburuz. Maskeler artık düşmüştür ve biz şunu bütün açıklığıyla be­ lirtmek zorundayız: Biz başlangıçta Fransa'nın yalanıyla yatıştırıldık ve ancak şimdi Fransa'nın uzun zamandan beri süregelen yıkıcı çalışması­ nın gerçek sonuçlarıyla yüz yüze geldik. Fransa Franklin Buillion'u bize göndererek, Mudanya'da birliklerimizin ilerlemesini durdurmayı başar­ dı. Fransa şimdi de Lozan'da, bizi kesin olarak bataklığa itiyor." Daha sonraki günlerde aynı gazete "Fransa'nın Suriye'de artık işi yoktur" şiarıyla bitirdiği bir yazıda açık tehditlere başvuruyordu. Aralık sonunda Londra'da ve Ocak başlarında Paris'te Banar Law ve Poincare arasında Almanya'nın savaş tazminatları sorunu üzerinde görüşme­ ler yapıldı. Bilindiği gibi, bu görüşmeler İ ngiltere'nin Ruhr işgaline katılmayı reddetmesiyle sona erdi. Bunun sonucu, Fransa'nın Belçika ile ortaklaşa Ruhr havzasını işgale kalkışması oldu. Fransa, sürüp gidecek ve tehlikeli olan bu işe giriştikten ve Ren Bölgesi'nde İngiltere'nin emri altında olmaktan kurtulduktan sonra Lozan'daki görüşmelerin sona erdirilmesini gerekli gördü. İngiltere'nin Lozan'daki oyununun Fransa için bütün tehlikesiyle ortaya çıkmasıyla, bu çok daha zorunlu hale geldi. Sıkı bir İngiliz dostu olan Barer'in yerine Lozan'a Fransız hükümetinin yeni yönergeleriyle Bompart gitti. Bompart, Curzon'un yürüttüğü ültimatom taktiği­ ni bir tarafa bırakarak, uzlaşma taktiğine başvurma öğüdünü almıştı. Poincare, Ankara'yı ve Türk heyetini bunlardan haberdar etmişti. Ancak, Fransız hükümetinin siyasetindeki bu yarım dönüş çok geç kalmış­ tı. Fransız emperyalizminin Ren bölgesinde içine düştüğü güçlükleri gören Ankara hükümeti, doğru olarak Fransa'nın Lozan'daki uzlaşmacı tutumuyla İngiltere'ye yalnızca baskı yapmaya çalıştığı sonucunu çıkardı. Bu günlerle il­ gili olarak Türk basınının yorumu şöyledir: "Poincare hükümeti bizim görüşümüze göre şimdiye kadar inandırıcı olmamıştır. Açıkçası Fransa, İngiltere ile anlaşmazlığını Lozan'da gös­ terişli bir şekilde · ortaya koymakla, sadece Bonar Law karşısında bir karşı-manevra yapmak ve İ ngiltere'yi Almanya sorunundaki tutumunu değiştirmeye zorlamak istemektedir. Ancak mali ve hukuki sorunlar­ daki görüşlerimizin Fransa tarafından kabul edilmesinden sonradır ki, Fransa'nın Türkiye'ye layık bir barış istediği iddia edilebilir. "176 176

Yenigün, 3 Şubat 1923.

Türkiye Poincare'nin siyasetinde yaptığı değişikliğe tam zıt düşen bir sonuç çıkardı. Fransız hükümeti bunu hesaba katmamıştı. 31 Ocak'ta Müttefik Devletler Türklere Barış Antlaşmasının tam metnini sundular. Antlaşma maddelerinin çoğunda, Türklerin Lozan'da birçok defa ke­ sin olarak kabul edilemez olduğunu vurguladıkları koşullar yer alıyordu. Curzon, Fransa'nın inatçı direnmesinden korktuğu ve bundan da önemlisi Türkiye ile İngiltere arasındaki askeri ve sınırsal sorunların çoğunun zaten çözül­ müş olması dolayısıyla Konferans'ın yanda kesilmesine çalıştı. Lozan'dan acele olarak ayrılması gerektiğini açıkladı. Curzon'un Lozan'dan ayrıldığı gün, Fransa delegesi Bompart ve İtalya temsilcisi Montagna, İsmet Paşa'yla özel bir görüş­ me yaptılar. Onu ödünler vermesi için razı etmeye ve böylece Konferans'ın yarı­ da kesilmesini önlemeye çalıştılar. Ancak bunda başarılı olamadılar. Bompart, 4 Şubat'ta Poincare'ye gönderdiği mektubunda bu durumu şöyle yansıtıyordu: " İngiliz Heyeti Lozan'dan ayrılmak için son hazırlıklarını yaparken, du­ rumun önemini yeniden anlatmak ve itirazını sağlamak için ben ve Bay Montagna, İsmet Paşa'ya gittik. O ise bundan söz etmek bile istemedi. Uzlaşma çabalarımız kısır kaldı." Buna karşılık, Curzon, Lozan istasyonunda Semplon Ekspresini beklerken gazetecilere şunları açıklıyordu: "Konferans kapitülasyonlar yüzünden başarısızlığa uğradı." Bunun sonucunda, Curzon, Lozan'ı Türkiye'nin "gerçek" dostu ünü ile terk ederken, Türk Heyeti ve Türk basını kızgınlıkla Fransa'yı suçladı ve Konferans'ın yarıda kesilmesinin suçunu onların üzerine yıktılar. Büyük Millet Meclisi'nde İsmet Paşa tarafından Konferans çalışmalarının seyri konusunda rapor verildi. En ciddi muhalefet Musul sorununda ortaya çık­ tı. Musul'un elden çıkmasının bütün Doğu vilayetlerinin yitirilmesi anlamına geleceği belirtildi. Milletvekilleri İsmet Paşa'yı İngiltere'den korkmakla ve aşırı uysallıkla suçladılar. Rauf Bey, hükümet adına müttefiklere, yani İngiltere'ye verilen ödünlerin iptal edilemeyeceğini açıkladı. BMM'deki görüşmeler, hükü­ metin güvenoyu alması (ancak lOl'e karşı 149 oyla) ve müttefiklere Türkiye'nin kesin önerilerini de açıklayan bir yanıt verilmesi kararıyla sonuçlandı. Türk notası, müttefiklerin tüm mali-ekonomik alandaki çabalarını boşa çıkarmaya çalışıyordu. Nota, Türkiye'nin borcu konusunda Türk hükümeti ile "Düyunu Umumiye İdaresi" arasındaki ilişkilerin bir iç sorun olduğunu ve bu­ nun Barış Antlaşması'nda yer almaması gerektiğini açıklıyordu. Türkiye borç­ larının faizi ve amortisman toplamının ödenmesi sorunu notada şu şekilde ele alınıyordu:

Türk parası değerinin önemli ölçüde düşürülmüş olduğu dikkate alınırsa, Türkiye'nin tahvil değeri ile çeşitli İttifak Devletleri'nin banknot değerleri ara­ sında önemli bir fark olduğu saptanacaktır; bu, Türkiye'nin yıllık faiz borçları­ nı altın olarak ödemesini imkansız kılıyor. Konferans'ta Türk hükümeti ile alacaklıları arasındaki ilişkilerin birçok kere onur sorunu yapıldığının belirtilmesi nedeniyle faizlerin ödeniş biçimi so­ rununun uluslararası antlaşmada geçmemesi gerekir. Bunlar Türk hükümetinin müttefiklere verdiği yanıtın temel ilkeleridir. 4. il. Lozan Konferansı ve Çalışmaların Gidişi

Batı Avrupa basınının Türk notasını değerlendirmedeki genel havası, özel­ likle iyimser bir tutuma el vermiyor. Uzmanların Londra'daki son toplantısı, müttefiklerin birleşik cephesinin yeniden kurulacağını doğrulamaktadır. Uzmanların danışma toplantısı 21 Mart'ta başladı ve amacı, Türk notasına müttefiklerin ortak bir yanıtını hazırlamaktı. 23 Mart'ta Yeni Gün gazetesi şun­ ları yazıyordu: "Müttefikler, Londra'da birleşik cepheyi yeniden kurmak istiyorlar. On­ ların amacı, Türkiye'nin özlediği barışı ona vermemektir. Londra'da toplanmış olan haydutlar grubu, yeni yeni felaketlerin yeri ve saatinin hazırlığı içindedir." Müttefiklerin uzun zamandır beklenen ve Nisan'da Ankara'ya ulaşan yanıtı Lozan'daki duruma kıyasla herhangi bir ilerleme ortaya koymaktan çok uzak­ tı. Müttefikler, borç faizlerinin İngiliz sterlini olarak ödenmesinde ısrar edi­ yorlardı; antlaşmaya, daha önce çıkartılmış olan ekonomik bölüş;ııe maddesi yeniden eklenmişti ve müttefiklerin işgali altındaki bölgelerin boşaltılması da açıkça ertelenmekteydi. Nota, Lozan'da kesilmiş olan görüşmelerin yeniden başlatılmasını öneri­ yordu. Türk hükümeti buna razı oldu ve görüşmelerin 23 Nisan'da başlamasını önerdi. il. Lozan Konferansı saptanan tarihte açıldı. il. Lozan Konferansı'na gider­ ken Türk hükümeti, 'ilk ve en önemli görev olarak İstanbul'un ve Trakya'nın kurtarılmasını görmekteydi. Bu topraklarda en yüksek askeri-siyasal iktidar, İngilizlerin Yakındoğu kara ve deniz kuvvetlerinin komutanı olan General Harrington'un elinde toplanmış­ tı. Bu nedenle, il. Lozan Konferansı'nın açılışında İngiliz heyetinin başkanı Sir Rumbold'un yaptığı açıklama çok anlamlıdır. Sir Rumbold şunları söylemişti:

"Biz, Barış Antlaşması Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce onaylanır onay­ lanmaz, bu antlaşmanın müttefik parlamentolarında da onaylamasını beklemeksizin, Çanakkale, İstanbul ve Gelibolu'nun derhal boşaltılma­ sını kabul ediyoruz." Bu sözlerle Sir Rumbold, işgal altındaki Türk bölgelerinin kurtuluşunun, ta­ mamen anlaşmazlık konusu mali ve ekonomik sorunların ortadan kalkmasına bağlı olduğu yolunda Türkiye'ye kesin bir güvence vermekteydi. O günlerde (Mayıs başı) Lozan'da durum şöyleydi: Özellikle İngiltere'yi il­ gilendiren stratejik toprak sorunlarının çoğunda, Türkiye, istenen ödünlerin hepsini veriyordu; mali ve ekonomik sorunlar ise çözümlenmeden olduğu gibi kalmaktaydı. Konferans bu sorunlara takılıp kalmıştı ve son günlere kadar da bu ölü noktayı aşamadı. Haziran başında Konferans, Türkiye'nin devlet borçlarının ödenmesi yön­ temleri konusunda çıkmaza girdi. Fransız Heyeti, yıllık borç ödenmesinin altın frank şeklinde yapılmasını istiyordu. Türkler, buna kesin bir yanıtı verdiler. Türkiye Büyük Millet Meclisi"nin, 11 Haziran tarihli açıklanmasında şöyle deniyordu: "Türkiye, borç faizlerini sadece banknot frank şeklinde ödemeyi kabul eder ve söz konusu sorunun herhangi bir diğer yöntemle çözümünü, kendi bağımsızlığı açısından uygulanamaz gördüğü için, daha başından reddeder." . Aynı şekilde kesin bir açıklamayı, Lozan'da Türk Heyetinin başkanı İsmet Paşa da yaptı. Türk basını da, yine böyle kesin bir ültimatom tavrı aldı. Resmi yayın organı Yeni Gün, 25 Haziran'da şunları yazmaktaydı: "Eğer Müttefikler, kupon sorununda taviz vermeyi reddederlerse, Türk Heyeti de Ankara'ya geri dönmek zorunda kalır." Peki, bu iki değişik borç ödeme yöntemi arasındaki fark nerede yatmaktadır? Türkiye'nin devlet borçları, bugün 140 milyon liraya177 ulaşmış bulunuyor. Fransa'nın bu borçtan yüzde 60'ın üstünde alacağı vardır. Türkiye, borçlarını ödemek için yılda aşağı yukarı 9 milyon lira vermek zorundadır. Savaş öncesi döviz kuruna göre, bu, 220 milyon altın frank veya 45 milyon dolar yapmaktay­ dı. İşte son derece yoksul ve harap Türkiye, böylesine dev bir miktarı, Fransız ve Belçika bankerlerine ödemek zorundaydı. Savaş, fiyatlarda büyük bir devrime yol açtı. Savaştan önce, bir lirayla yu­ varlak hesap 23 altın frank alınabilirken, bugün sadece 10,5 frank alınabil­ mektedir. Üstelik bu da altın frank değil, banknot franktır. Demek ki, Türkiye 177

Türk lirasının değeri İngiliz sterlininden biraz düşüktür. 11 Türk lirası 10 İngiliz sterlini etmektedir.

borçlarını banknot frank olarak ödeyecek olursa, bugün 9,5 milyon Türk Lirası, 100 milyon banknot frank yapacaktır. Fakat sadece yenik Türk Lirasının değil, galip frankın da değeri düşmüştür. Ödenecek tutan dolar olarak hesaplarsak, Türk ve Fransız önerilerinin arasın­ daki fark daha da büyür. 1913 yılında 100 frank için ancak 6,18 dolar alınabi­ lir. Böylece, ödenecek tutar (100 milyon banknot frank), savaştan önce her yıl ödenen 45 milyon dolar yerine, bugün sadece 6.200.000 dolar yapacaktır. Türk Heyeti, bugünkü frank değerinin on yıl için sabitleştirilmesinde ısrar etti. Bu durumda müttefikler, on yıl boyunca aşağı yukarı 400 milyon dolarlık bir zara­ ra uğrayacaklardı. Bu yüzden, müttefiklerin Türk tasarısını ciddiye almamaları ve ona tamamen fantezi bir öneri gözüyle bakmalarına, hiç şaşırtıcı değil. Fakat Türk Heyeti, gayet berrak fikirlerden hareket etmekteydi. Fransızla­ rın direttikleri 9,5 milyon Türk lirasının altın frankla ödenmesi, yıllık ödeme tutarını 28-30 milyon Türk banknotuna çıkartacaktı. Yani, aslında 100 milyon Türk Lirasını bile bulmayan Türk hükümeti bütçesinde bu borç ödeme, toplam bütçenin üçte birini oluşturacaktı. Bunun tam on bir yıl süren bir savaştan çıkmış bir ülke için, kesinlikle kabul edilemez bir şey olduğu çok açıktır. İşte Lozan Konferansı, Mayıs başından Temmuz ortalarına kadar bu ödeme yöntemi sorununa saplanıp kaldı. Görüşmeler, ölü noktayı aşamadı. Türkler, İtilaf Devletleri'ni etkileyebilmek ve bu can alıcı sorunda ödün ko­ parabilmek için, kupon sorunuyla ayrıcalıklar sorununu birleştirdiler. İtilaf Devletleri'nin ve özellikle de Fransızların Türk ayrıcalıklarına karşı duyduğu büyük ilgiden daha önce şöyle bir söz etmiştik. Bundan da anlaşılacağı gibi, Türk Heyetinin seçtiği bu silah, müttefikleri son derece tedirgin etti. İtilaf Devletleri, bütün Konferans boyunca kupon sorunu ile ayrıcalıklar arasında yakından uzaktan hiçbir ilgi bulunmadığını kanıtlamaya uğraştılar ve bu iki sorunun birbirinden ayrılması noktasında ısrar ettiler. Türk Heyeti ise, bu iki sorunun birbirine sıkıca bağlı olduğu görüşünde diretti. İsmet Paşa, şu açıklamayı yapmaktaydı: "Eğer, Müttefikler eski ayrıcalıkları yeni ekonomik koşullara uygulaya­ rak kabul etmemizi istiyorlarsa, kendileri de aynı biçimde Türkiye'nin borçlarını bu koşullara uydurmalıdırlar. Ama eğer müttefikler borç so­ rununda hiçbir değişiklik yapmak istemezlerse, o zaman biz de ayrıcalık koşullarında hiçbir değişiklik yapmaya yanaşmayız ve örneğin demiryo­ lu şirketleri, bizden, ücret tarifelerini 1914'e kıyasla değiştirme hakkını elde edemezler." •.

Türkiye'nin, ayrıcalıklar sorununun son çözümünü, Lozan'da genel antlaş­ manın imzalanması koşuluna bağlanmasıyla, Ankara'da bir dizi yabancı ayrı­ calık sahibiyle özel pazarlıklar başladı. Ve Türkiye, bunlara bazı ödünler ver­ meye hazır olduğunu açıklayarak iştahlarını tahrik etti ve Barış Antlaşması'nın bir an önce imzalanması yolunda Müttefik Heyetlerine baskı yapmalarını sağ­ ladı. Müttefikler, bu pazarlıkları pek hoş karşılamadılar ve tüm ayrıcalık görüş­ melerinin Lozan'da yoğunlaşmasını istediklerini pek çok kez belirttiler. Ayrıcalık sahipleri ile yapılan pazarlıklar her yönden genellikle başarılı oldu. Ayrıcalık sahiplerinin büyük çoğunluğu, Türk hükümeti ile anlaşmaya varmasını bildi. Sadece, en kodaman ayrıcalık kaplanlarından oluşan küçük bir grup, örneğin Vickers-Armstrong "Turkish Petroleum" şirketi, Osmanlı Ban­ kası ve diğer bazıları, özel anlaşmalara karşıydılar. Ancak bütün bunlar da, Konferansın yeniden yürümesini sağlayamadı; çünkü kuponların ödenme yöntemine ilişkin temel sorun hala çözülememişti. Bu noktada gerek Türkiye gerekse Fransa son zamanlara kadar kesin ve sarsıl­ maz bir tavırla direttiler. 5. Ren Bölgesi'nde İngiliz-Fransız Çelişmelerinin Keskinleşmesi ve

Fransızların Lozan 'da Boyun Eğmesi

Her ne pahasına olursa olsun parasını almak isteyen Fransa'nın kupon so­ runundaki tutumu, anlaşılabilir bir tutumdu. Fakat İngiltere'nin davranışı da, doğrusu son derece ilginçti. Resmen, İn­ giltere, kupon sorununda Fransa ile tam bir dayanışma içinde gözüktü ve Fransa'nın uzlaşmaz tutumunu pekiştirdi. Ama, Lozan'da perde arkasında, İngiliz Temsilci Heyeti, Fransızları değil, tam tersine Türkleri uzlaşmazlığa ça­ ğırıyordu. Ciddi bir İstanbul gazetesi olan İleri'nin muhabiri Suphi Nuri, 22 Haziran'da Lozan'dan şunları yazıyordu: "Her iki tarafın da (Türklerin ve Fransızların) barışı istemelerine rağmen, kupon sorunu olduğu gibi duruyor. Bunun asıl nedeni, Konferansın sonsuza kadar uzamasından çıkar uman belli bir devlettir. Bir yandan bize, Fransızların vaktinin olmadığı, Ruhr bölgesinde fazlasıyla meşgul oldukları söyleniyor ve sıkı durursanız, bütün haklı istemlerinizin ye­ rine getirilmesini sağlarsınız deniyor. Diğer yandan ise, onların bütün gazetelerinde, hatta 'The Times' gibi en ciddilerinde bile, bize karşı en aşağılayıcı yazılar çıkıyor ve Fransızlarla dayanışmalarını bir kere daha göstermek için en küçük bir fırsatı bile kaçırmıyorlar. "

Bu açıklama, Fransızların uzlaşmaz tutumunun nedenlerine ilginç bir açı­ dan bakmakta ve Türk bildirilerinin taşıdığı ültimatom niteliğini önemli ölçüde açıklamaktadır. Peki ama İ ngiltere bu ikili siyasetle ne elde etmek istiyordu? Her şeyden önce İngiltere, en değerli rehinleri olan İstanbul'u ve Boğazlar'ı elinde tutma çabası içindeydi. Önemli bir İ ngiliz dergisi The Fortnightly Review Mart ayı sayı­ sında Charles Wood imzası ile "Lord Curzon ve Lozan" başlıklı ilginç bir yazı yer almaktadır. Bay Wood, Curzon'un kararlılığını göklere çıkartıyor ve öncelikle de Boğazlar sorununda izlediği siyaseti şöyle övüyor: "Boğazlar'dan savaş gemilerinin geçme şartları, her üç olasılıkta da bi­ zim durumumuzun son derece elverişli olacağını kanıtlamaktadır. Eğer biz Rusya'yla savaş halinde isek ve Türkiye tarafsızsa, bütün İngiliz fi­ losu, Karadeniz'e serbest geçiş hakkına sahip olacaktır. Son olarak, Türkiye'nin bizim düşmanımız olduğunu varsayarsak, bu durumda o, doğal olarak bizim filomuzun geçişini engellemeye çalışacaktır; fakat biz, gemilerimizin geçişini zorla sağlayabiliriz. Geçmişte İngiliz diplo­ masisinin pek çok kez ters durumlara düşmüş olduğu kuşkusuzdur, fa­ kat şu önümüzdeki Boğazlar anlaşması konusunda tarih bize böyle bir suçlamada bulunmayacaktır." İngiliz emperyalizmi, Türkiye ile Barış Antlaşmasının imzalanmasını ola­ naklı olduğu kadar ileriye ertelemekle, Boğazlar'ı olabildiği kadar uzun bir süre kendi elinde tutmayı amaçlıyordu. Şu anda General Harrington'un Boğaz­ lar bölgesinde ne gibi güçlendirme çalışmaları yaptığını bilmiyoruz. Fakat ba­ sına sızmış olan bazı rastlantısal açıklamalardan anlaşıldığına göre, Gelibolu Yarımadası'ndaki Çanakkale kuşatmasında ölen İngiliz askerlerinin gömülü olduğu Anzak mezarlarının İngiltere'nin elinde kalması hakkım Lozan'da göz yaşartıcı bir duygusallıkla savunan Lord Curzon'un asıl amacı, değerli mezarla­ rın bakımı değil, fakat yeni bir stratejik üssün hazırlığıdır. Acaba, Bay Wood'un iyimserliğini bu üsse bel bağlamasıyla açıklayabilir miyiz? Yani, Lozan'daki İngiliz siyaseti, Karadeniz Sovyet Cumhuriyetleri'nin kıyı­ larının denetimini sağlama bağlamayı amaçlamaktaydı. Ama İngiliz dış siyaseti, bunun yam sıra Fransa'mn Avrupa petrolü ikmalini denetleme görevini de üstlenmişti. Fransa'nın kendi ülkesinde petrol kaynak­ ları olmadığı için, bu ülke ihtiyacım bir yandan Amerika'dan, diğer yandan da Romanya ve Galiçya'dan yaptığı dışalımlarla karşılamaktadır. Rumen Galiçya petrolü, genellikle, Tuna yoluyla Karadeniz'e getirilmekte ve buradan Fran­ sız tankerlerine yüklenerek İstanbul üzerinden Fransız limanlarına ulaştırıl­ maktadır. İngiltere ile Fransa arasında herhangi bir çatışma başgösterdiğinde,

Fransa için tek ulaşılabilir petrol kaynağı, Avrupa'dakiler olacaktır. Bu nedenle İngilizlerin Boğazlar siyaseti, sadece Sovyet Rusya'ya karşı bir tehdit siyaseti olmakla kalmamakta, aynı zamanda Fransa'ya karşı bir askeri-stratejik manev­ ra anlamına da gelmektedir. Nitekim Stinnes'in [yayın] organı Deutsche Allge­ meine Zeitung da, Curzon'un Lozan'daki siyasetini böyle değerlendirmektedir. İstanbul ve Boğazlar, bugün İngiltere için bir amaç değil, bir araçtır; özellik­ le de Fransızların Ren kıyısında pazarlıklarına yön vermeye yarayan bir araç. İngiltere, ne zaman Avrupa'da Fransızların sesini kısmak istemişse, Lozan'da anlaşmazlığı körüklemiştir. Yeni Gün gazetesi bu aracı güzel bir biçimde şöyle anlatıyor: "Tasmanın ipi İngiltere'nin elindedir ve ne zaman o bu ipi çekecek olur­ sa, Fransa'yı itaat eder bir biçimde arka ayaklarının üstüne oturmaya zorlamaktadır." Lozan Konferansı'nın son haftalarında İngiltere, Lozan körüğüne daha da yoğun bir biçimde başvurdu. İngiliz emperyalizminin Ruhr sorununda, tarafsız bir tutum takınarak, Alman burjuvazisinin pasif direniş göstereceği umuduyla yaptığı hesap, her gün daha çok iflas etmektedir. Alman burjuvazisi, artık hiç­ bir olanağı görmemektedir. Alman ve Fransız ağır sanayisinin iş bakımından yakınlaşmaları ("Schneider-Creusot" grubu ve "Union Parisienne" grubunun ünlü metalürji işletmesi "Alpina-Montana"yı denetleyen Stinnes grubuna ait Viyana Bankası ile yaptığı sözleşme) ilerlemektedir. Fransa'nın himayesi al­ tında bağımsız bir Ren Cumhuriyetinin kurulacağı vb. yolunda söylentiler art­ maktadır. Bütün belirtilere göre, bugün, Ruhr işgalinin başlangıcından tam yedi ay son­ ra, Ren kıyılarındaki en önemli ve belki de belirleyici olaylarla karşı karşıyayız. Şayet İngiltere, son oyuna katılmak istiyorsa, daha fazla kenarda kalamaz. İngiliz basını, Temmuz başından bu yana İngiltere'nin Ruhr sorununa müda­ hale etmesini isteyen kampanyasını hızlandırmıştır. Konferanslar düzenlen­ miş, anketler yapılmış ve kamuoyunun tüm itici güçleri, hükümeti tarafsız tutumundan vazgeçirmek için seferber edilmiştir. Manchester sanayisinin bir dizi nüfuz sahibi temsilcisi, Temmuz başından bu yana, hükümeti müdahale etmeme siyasetinden dolayı bombardıman etmektedirler. Bunların arasında, Manchester Ticaret Odası Başkanı Bay Clark Leece, Manchester Borsası Başka­ nı Sir Havor, Tekstil Fabrikatörleri Başkanı Bay Hallwright ve diğer pamuk ve yünlü kralları ile kontları da vardır. Hükümet, kamuoyunun bu baskısı karşısında, İ ngiltere'nin "Ruhr sorunu­ nun son ve adil bir çözümü için" müdahalesinin hazırlıklarına başlamış bulu­ nuyor.

Fransa da, kendi hesabına, önündeki belirleyici mücadele için bütün gü­ cünü toparlamaya başlamıştır. Poincare hükümeti, kendine kesin bir ticaret serbestisi sağlayabilmek için, Türklerin kupon sorunundaki istemlerini kabul etmeye, Lozan Konferansı'nı bitirmeye ve böylece Ren'de kendine en büyük bağımsızlığı sağlamaya karar vermiştir. 9 Temmuz tarihinde Paris Radyosu, Lozan'da kupon sorunu konusunda anlaşmaya varıldığı haberini verdi. Fransız burjuva basını Lozan'da anlaşmaya varılmasını anlaşılır bir sessiz­ likle geçiştirdi, İngiliz resmi basını ise büyük bir öfkeyle hem anlaşmaya hem de Türk hükümetine veryansın etti. The Daily Telegraph 11 Temmuz'da şöyle yazıyordu: "Antlaşmanın parlamentolarda onaylanıp onaylanmayacağı sorusu, üzülerek belirtelim ki, bala yanıtsız kalmaktadır. Türkiye, bundan altı ay önce umabileceğinin kat kat fazlasını elde etmiştir; milli azınlıkların can ve mal güvenliği feda edilmiş.tir; Türkiye'deki yabancılara gerekli hukuki güvenceleri sağlayan önlemler hiç sayılabilecek bir formüle in­ dirgenmiştir ve istanbul'daki yabancılar son derece tedirgindirler. Müt­ tefikler tahvil sahiplerine hakları konusunda ısrar etmemişlerdir, çünkü bu hakları güvence altına almak zaten olanaklı olmayacaktı. Ayrıcalık sahiplerinin durumu ve onlara tazminat ödenmesi sorunu da belirsiz bir biçimde kalmıştır. Bütün bunlara rağmen ve verilen bir sürü diğer ödüne karşın, milliyetçilikle gözü dönmüş Ankara hükümetinin elde ettiği ile yetinip yetinmeyeceği hakkında henüz güvenilir bir şey söylemek ola­ naklı değildir." Yeni doğmuş olan barış, birtakım esrarengiz, güçlü ve perde arkasından et­ kilerini sürdüren güçler tarafından örseleniyordu. Lozan'da varılan anlaşma­ nın Lozan barışına dönüşmesini engellemek için Londra'da hangi araçların se­ ferber edildiğini bilmiyoruz. Ama 12 Temmuz'da Baldwin Avam Kamarası'nda, Curzon ise Lordlar Kamarası'nda İ ngiltere'nin Ruhr sorununa müdahalesi ko­ nusunda açıklamalarda bulunurken, tam da o gün Paris'ten gelen bir telgraf Lozan Konferansı'nın yeni ve beklenmedik bir bunalıma girdiği haberini ver­ mekteydi. Bu sefer de -sorun "Boğazlar Antlaşması Müttefik parlamentolarınca onaylanmadan önce, Müttefiklerin deniz kuvvetlerini Türk sularından çekme­ sinin olanaklı olmadığı" sorunuydu. Konferans, o gün, birden bu sorunla kesildi. Bu arada İngilizler, şayet Türk­ ler muhalefette diretmeye devam ederlerse, kuponlarla ilgili anlaşmanın da iptal edileceğini kesin bir dille açıkladılar.

Ruhr sorununa aktif olarak katılmakla İngiltere, Lozan Konferansı'nın ibre­ sini daha önceki noktaya, yani "değişken" noktasına geri döndürmeyi amaçlı­ yordu. Fakat izlediği Ruhr politikasını Lozan baskısından kurtarabilmek için, ku­ pon sorununda taviz vermek gibi yüksek bir bedele bile razı olan Fransız hükü­ meti, Lozan Konferansı'nın yeniden uzatılmasından çekindi. Lozan Barış Antlaşması, 24 Temmuz'da tam 170 gün süren tartışmalardan sonra nihayet imzalandı. Antlaşmada kupon sorunu hiç yer almıyordu. Bu sorunun çözümü, tama­ mıyla alacaklılar ile Türk hükümeti arasında yapılacak görüşmelere bağlan­ mıştır. Ayrıcalıklar sorununda da Türklerin taktiği aynı şekilde parlak sonuç­ lar vermiştir. Hemen hemen tüm ayrıcalık sahipleri, Antlaşma'nın imzalandığı anda Türk hükümeti ile zaten bir anlaşmaya varmış durumdaydılar. İngiltere, bu sorununda çıngar çıkartmaya ve Konferansı son anda durdurmaya çalıştı. Sir Rumbold, Türk hükümetinden Vickers-Armstrong Şirketi'nin, Genel Demir­ yolları Şirketi'nin ve "Turkish Petroleum" Şirketi'nin eski haklarının tanınma­ sını istedi. Türk hükümeti bu istemleri kayıtsız koşulsuz reddetti. Hele Musul petrol böl­ gesinin işletilmesinde tekelci hak iddia eden "Turkish Petroleum" Şirketi'nin haklarının tanınması, özellikle sert bir biçimde reddedildi. Amerikalı delege Grew'in Konferans'ta söylediği şu sözler belirleyici bir etki yaptı: "Bu antlaşma, eski ve karanlık ayrıcalıkların pekiştirilmesine hizmet edemez. Amerika, Türkiye'de açık kapı ilkesinin kabulünü istiyor." Bay Grew'in bu tutumu, Fransızların ayrıcalıklarına karşı giriştikleri saldı­ rıları da felce uğrattı. İngiltere'nin konferansı başarısızlığa uğratmak için başvurduğu son çare, Boğazlar'ın boşaltılması konusundaki eski sorundu. Bu noktada Türkler bazı ödünler vermek zorunda kaldılar ve Müttefiklere, Barış Antlaşması tüm Mütte­ fik parlamentolarınca kesin olarak onaylanıncaya kadar Çanakkale Boğazı'nda her Müttefik devlet başına bir kruvazör ve iki destroyer bulundurma hakkını tanıdılar. Ama bu, ancak 31 Aralık 1923 tarihine kadar geçerli olacaktı. İngiltere, son anda, Türklerden bu ödünü kopartmayı yine de başarmıştı. Bu ödün sonucu Fransa ile ilişkilerinin sertleştiği şu dönemde, Çanakkale Bo­ ğazı'ndaki durumunu koruyabilecekti. İşte Sir Horace Rumbold'un il. Lozan Konferansı'nın açılışında büyük bir ciddiyet içinde verdiği sözler ve ettiği ye­ minler bu somut hedef uğruna unutuluverdi.

6. Sonsöz

Lozan Antlaşması, tüm eksikliklerine ve barındırdığı çelişmelere rağmen, siyasal bir belge olarak, Versay Antlaşması'nın çöküşünün ve tasfiyesinin par­ lak bir örneğidir. Versay binasının bütün kirişleri çatırdıyor. Müttefiklerin askeri zaferi ve Avrupa'da demokratik eylemin başarı kazan­ ması, bir yanda milli intikamcılığın, diğer yanda ise sosyal devrimin güçlerini geliştirmiştir. Lozan ve Ruhr'u birbirine bağlayan, sadece, dışta diplomatik ma­ nevraların ortak yanı değil, aynı zamanda Avrupa emperyalizminin çöküşünü içinde taşıyan bu iki sürecin arasındaki derin organik ilişkidir. Lozan'da hukuken tanınmış olan Türkiye'deki milli devrim, genç Türkiye burjuvazisinin vermiş olduğu ve daha da vereceği bütün ödünlere rağmen, bu­ günkü tarihsel durumda Avrupa emperyalizminin güçlerine karşı çıkan parlak bir etkendir. Bu anlamda Lozan Konferansı'nın sonucu, sadece Türkiye burju­ vazisi için büyük bir zafer olmakla kalmamakta, aynı zamanda sosyal devrimin gelişmesi yönünde etkin kuvvetleri de güçlendirmektedir. Lozan Antlaşması, sadece Sevr'in mekanik bir tasfiyesi anlamına gelmiyor. Bu antlaşma, Versay Antlaşması ile boyunduruk altına alınmış olan ve kurtu­ luş yolları arayan Avrupa ve Asya'nın geniş halk kitlelerindeki derinlemesine devrimci sarsıntıların da bir ifadesidir. İlk kez Lozan, bu süreci belleklerde can­ landırdı. Boşuna Fransa "Türkler gerçi savaşı kaybettiler, ama barışı kazandı­ lar" demek zorunda kalmamıştır. Aynı şekilde, açık yürekli Japon delegesi de şu sözleri söylemeden edememiştir: "Eski düşmanlarımız arasında savaştan saygınlığını yitirmeksizin ve ba­ rışçı gelişmelerin tüm olanaklarına sahip olarak çıkan tek devlet, Türki­ ye olacaktır." Bu, Versay sisteminin temellerinin yıkılmasındaki ilk aşamadır. Ama Lozan Konferansı, Versay sisteminin çatısının parçalanmasına da par­ lak bir ışık tutmuştur. 16 Temmuz'da, L'Information gazetesi şunları yazmaktaydı: "Güç bela Almanya'nın yıkımını sağlamış olan Müttefiklerin bizzat kendilerinin ne denli kırılgan bir karaktere sahip olduğunu, hiçbir şey, Lozan'daki son trajikomik olay kadar açık bir biçimde gösteremezdi." Fransa'nın Ren'de daha kolay manevra yapabilmek amacı ile Lozan'da bo­ yun eğmesi, aslında şu askeri-stratejik temel ilkenin gerçekleştirilmesinden başka bir şey değildir: En iyi silahlı kuvvetinizi, belirleyici anda belirleyici yerde yoğunlaştırınız. Aynı biçimde İngiltere'nin gerek Boğazlar'da gerekse

Avrupa'da izlediği bugünkü siyasetin tümü de, tamamen aynı ilkeye hizmet etmektedir. Bir zaman müttefiklerin merkez devletlere karşı zaferini yansıtan Versay, bugün kendini oluşturan parçalarına ve karşılıklı olarak birbirlerini iten atom­ lara ayrışmaktadır. L'Information gazetesi şöyle diyor: "Şayet şu anda 'Foreign Office'de178 hazırlanmakta olan Almanya'ya or­ tak yanıt tasarısında, Versay Antlaşması'nın bugün artık unutulduğu için hiçbir yaptırımının uygulanmadığı koşullarından söz edilseydi, o zaman müttefiklerin durumu hiç kuşkusuz sağlamlaştırılmış olurdu. Ama elbette bu olmayacaktır ve böylece Berlin'de, aynı şekilde Lozan'da da her şey yeni ödünlerle son bulacaktır. Gel gelelim Fransız hükümeti, sadece, 'Bu andan itibaren verilecek ödünler, artık Fransa'nın ödünleri olmayacaktır' şeklinde bir açıklama yapmakla yetiniyor."

178

"Foreign Offıce", l ngiltere Dışişleri Bakanlığı'na verilen addır.

Komünist Enternasyonal Köylü Konseyi DOGU ÜLKELERİNİN VE SÖMÜRGELERİN KÖYLÜLERİNE ÇAGRJı19 Ekim 1923

Sömürge ve Doğu Ülkelerinin Köylülerine

Türkiye, İran, Mısır, Cezayir, Filistin, Hindistan, Endonezya, Çin, Kore, Japonya köylüleri! Amerika ve Afrika'nın Zencileri! Kapitalistler ve büyük top­ rak sahipleri tarafından ezilen sömürge ve yarısömürgelerin bütün köylü ve emekçileri! Kardeşler, yoldaşlar! 1923 yılının Ekim ayında, dünya tarihinde ilk kez, bütün dünya ülkelerin­ den gelen tam 40 milliyetten köylü temsilcisi Moskova'da buluştu ve bir Enter­ nasyonal Köylü Konseyi kurmaya karar verdi. Bu Köylü Enterna�yonalinin amacı, köylü çıkarlarım savunan bir merkez oluşturmak, yüzyıllık derebey köleliğinden kurtulma mücadelesi için köylü­ lüğün saflarını sıklaştırmak, bütün dünya köylülerinin arasında sıkı bir birlik kurmak, milli ve iktisadi kurtuluşları için mücadele eden köylüleri, kardeşleı79

Enternasyonal Köylü Konseyi, "Vom Zweiten Erweiterten Plenum des Internationalen Bauernrates" (Enternasyonal Köylü Konseyi'nin 2. Genişletilmiş Toplantısında kabul edilmiş­ tir), Intemationale Presse·Korrespondenz, sayı 96, yıl 5, 19 Haziran 1925, s.1312-1313.

riyle, yani işçilerle birleştirmek ve bundan sonraki mücadele biçimini belirle­ mektir. Enternasyonal Köylü Konseyi'nin yaptığı çağrıya sadece Batı'nın köylüleri değil, Doğu'nun köylüleri de cevap verdi. Ve bugün, tam bir buçuk yıl sonra, Enternasyonal Köylü Konseyi'nin toplantısına katılmak üzere Türkiye'den, İran'dan, Mısır'dan, Hindistan'dan, Endonezya'dan, Çin'den, Kore'den, Japonya'dan köylüler ve Amerikan zencilerinin temsilcileri Moskova'ya gelmiş bulunuyor. Bu kongrede, hemen hemen bütün dünya ülkelerinin köylüleri temsil edil­ mektedir. Bu ülkelerin dini inançları başka başkadır. Ve bu köylüler her çeşit partiye üyedirler. İçlerinden çoğu ise hiçbir partiden değildir. Köylülerin büyük çoğunluğu yoksuldur. Ama içlerinde orta köylüler de var­ dır. Hatta içlerinde varlıklı olanlar bile bulunmaktadır. Öyle ki, bunlar yabancı boyunduruğuna artık dayanamaz hale gelmiş ve kardeşlerine, yani en yoksul köylülere ellerini uzatmışlardır. İşte, şimdi hepsi burada bulunuyor. Çünkü hepsi de rençperdirler. Onları birleştiren bir gerçekvardır. Onlar, Türkiye'den Japonya'ya, Kaşgar'dan Cava'ya, Cezayir'den Güney Afrika'ya kadar tüm sömürgeler ve Doğu ülkelerin­ de köylülerin nüfusun yüzde 80 ile 90'ını oluşturduğunu görmüşlerdir. Onlar, devletin aldığı vergilerin bütün ağırlığının kendilerinin, yani köylü­ lerin sırtına yüklendiğini kavramışlardır. Onlar, bütün devlet gelirlerinin kendi rençperlik emekleri sayesinde kazanıldığını kavramışlardır. Onlar, orduların kendilerinden, yani köylülerden oluşturulduğunu ve büyük toprak sahipleriyle kapitalistlerin çıkarları uğruna kardeşin kardeşe kırdırıldığını kavramışlardır. Onlar, en iyi toprakları her yerde büyük toprak sahiplerinin gasp ettiğini de kavramışlardır. Ve köylüler alın teri ve kan dökerek, her çeşit yabancı sömürücüyü, şiş gö­ bekli asalakları, memurları ve büyük toprak sahiplerini refah içinde yüzdürür­ ken, kendi hayat koşulları hayvanlarınkinden zerrece farklı değildir. En iyi durumdaki köylü, açlıktan ölmeyecek kadar yiyecek buluyor. En kötü durumdaki ise, açlıktan ölmeye mahkumdur. Ama yine de, büyük toprak sa­ hibine emeğinin bazı yerlerde üçte birini, başka yerlerde yarısını, daha başka yerlerde de dörtte üçünü vermek zorundadır. Ve ne zaman durumunu düzelt­ meye çalışsa, karşısına hemen mahkemeler ve cezalar dikilir. Binlerce köylü, yabancı askerler tarafından, yani zorla emperyalist ordulara sokulmuş olan kardeşleri tarafından kurşunlanmaktadır. Hindistan, Endonezya, Cezayir, Fas, Tunus, Kore yabancı süngülerin altın­ da inliyor. Sözde bağımsız devletler olan Çin'de, İran'da, Mısır'da, Siyam'da ise yabancı kapitalistler, babalarının çiftliğindeyrniş gibi hareket ediyorlar.

Amerika'da zencilerin hemen hemen hiçbir insani hakkı yoktur. Yoldaşlar! Kardeşler! Bu durum daha ne kadar sürecek? İnsanlığın üçte ikisini oluşturan köylüler, daha ne kadar kendi emeklerini, kadınlarının ve çocuklarının emeğini, tüm ha­ yatlarını bir avuç açgözlü sömürücü için feda edecek? İşte, Yakındoğu'nun, sömürgelerin ve Doğu'nun köylülerinin burada ortaya attıkları sorular bunlardır. Onlar, Köylü Konseyi'nde de şuna kesinlikle karar verdiler: Bu düzen değişmelidir! Ama, bunu yapmak o kadar kolay bir iş mi? Yabancı sömürücüleri, örne­ ğin İngilizleri Hindistan'dan ve Mısır'dan; Fransızları Fas'tan ve Cezayir'den; Japonları Kore'den, Hollandalıları Endonezya'dan söküp atmak kolay mı? Zen­ ciler, Birleşik Amerika'nın eşit haklara sahip bir yurttaşı durumuna kolayca ge­ lebilir mi? Yabancıların gasp ettiği toprakları geri almak Çin köylüleri için kolay mı olacak? Kendilerinden zorla ya da memurlara rüşvet yedirilerek kopartılan kapitülasyonlara son vermek, İ ran ve Türkiye köylüleri için kolay mı olacak? Doğu'nun köylüleri kendilerine ait toprakları feodal ağanın elinden kolayca alabilecekler mi? Ya da vergiden, angaryadan, askere giderek kardeşlerini öl­ dürme zorunluluğundan kurtulmak o kadar kolay mı olacak? Kardeşler! Yoldaşlar! Bunun ne kadar güç bir iş olduğunu hepiniz biliyorsunuz. Ama Doğu'nun ve sömürgelerin köylüleri tek başlarına mücadele etmiyorlar. Sizler, yalnız değilsiniz. Dünyanın ilk İşçi-Köylü Sovyetleri Cumhuriyeti sizin arkanızdadır. Dünyanın bütün bilinçli işçileri de onunla el ele vermiştir. Sizinle birlikte, hü­ kümetlerinin sizi ezdiği ülkelerdeki işçiler de ayağa kalkacaktır. Köylülerin büyük toprak sahipleriyle kendilerini ezenlerin elinden nasıl kur­ tulacağının örneğini veren Rus yoldaşlara bakın! İşçi ve Köylü Cumhuriyeti'nde, milletlerin büyük bir birlik içinde özgürlüğe kavuştuğu Transkafkasya Cumhu­ riyetleri örneğine, Türkistan Müslümanları örneğine bakın! Ancak çalışanlar arasında birlik olursa, her ülkede ve bütün dünyada köy­ lüler kendilerini köleleştirenlere ve sömürenlere karşı başkaldırırsa, zafer ka­ zanmak mümkün olur. Ve bunun için de, sadece tek tek her ülkenin kendi köylüleri arasında sağ­ lam bir birlik kurmak yeterli değildir. Bunun yanı sıra bütün ülkelerin işçi ve köylüleriyle de bir ittifak kurmak gerekir. Peki, bunun için kim çaba gösterecektir? "Enternasyonal Köylü Konseyi. " Enternasyonal Köylü Konseyi, bütün dünya köylülerini birleştirmelidir. Köylüleri, Enternasyonal Köylü Konseyi'nde temsil edilmeyen tek bir ülke kal­ mamalıdır.

Eğer ülkenizde hala köylü dernekleri ya da birlikleri yoksa, derhal kurun. Köylük bölgelerdeki mütegallibeyle mücadele etmek için korunma komite­ leri örgütleyin! Bu komiteleri ülke çapında tek bir birliğin çatısı altında birleşti­ rin! Bu birliği, Moskova'daki Enternasyonal Köylü Konseyi'yle birleştirin! Bize delegelerinizi yollayın ki, onlar bütün ülkelerin köylüleriyle el ele verip genel çalışmaları tartışsınlar; ülkenizdeki mütegallibeye karşı nasıl mücadele ettiğinizi ya da nasıl mücadele etmeyi tasarladığınızı, mücadelenizin önündeki engellerin neler olduğunu, Doğu'daki ve sömürgelerdeki köylü kardeşlerimizin sınırsız acılarına bir son verebilmek için size nasıl yardım etmemiz gerektiğini Enternasyonal Köylü Konseyi 'ne anlatsınlar. Yaşasın Doğu ülkeleri ve sömürgelerdeki köylülerin birliği! Yaşasın Doğu ülkeleri ve sömürgelerdeki köylülerin kendilerini ezen yaban­ cılardan ve ülkedeki büyük toprak sahiplerinden kurtuluşu! Yaşasın bütün dünya köylü ve işçilerinin ittifakı! Yaşasın köylülerin kurtuluşunun kurmayı olan Enternasyonal Köylü Konseyi! Enternasyonal Köylü Konseyi Genişletilmiş Toplantı Başkanlığı

II. BÖLÜM KEMALİST DEVRİM VE KARŞIDEVRİMCİ AKIM 1924 - 1929

VERSAY SİSTEMİNİN LOZAN'DA TASFİYESİ180 1924

Versay öyküsünün son aşaması, ganimetlerini paylaşırken birbirlerine gi­ ren iki haydudu anlatan eski masalın yeni bir tür tekrarı oluyor. Ama masaldaki haydutların dostluğunun bozulması ve kavga etmeleri, olsa olsa aşırı derecede duyarlı bir okuyucunun ilgisini çekerdi. Lozan, Versay sisteminin tasfiyesinin başlangıcını oluşturuyor. Şayet bu ' tasfiye, yukarıdan aşağı doğru lngiltere ile Fransa arasında silahlı bir çatışma yoluyla gerçekleştirilecek olursa, milyonlarca işçi ve köylü yeni bir kanlı kıyı­ ma sürüklenecektir. Bu kıyımın sonucu ise Versay'ın yıkılması ve Avrupa'da herhangi bir diğer yeni emperyalist devletin hegemonyasının kurulması olur. Bu kıyım, ancak Versay sisteminin aşağıdan yukarı doğru, Almanya'nın, Fransa'nın, İngiltere'nin ve italya'nın proleter kitlelerinin devrimci baskısı ile, kesin bir biçimde ve derhal tasfiyesi ile engellenebilir.

ıso

Başlıksız olan bu metnin başlığını biz koyduk. (YN)

G. Astakhov YENİ TÜRKİYE'DE TUTUCULARA KARŞI LİBERALLERısı 16 Ocak 1924

Son olaylar Türkiye'de siyasal mücadelenin sertleşmekte olduğunu or­ taya koydu. 7 Ocak'ta İzmir'de Kemal Paşa'nın hedef olduğu suikastın yankıları sürüyor. Ancak resmi bir yalanlamanın gerektiğini de unut­ mayalım. Kemalizm karşıtı Babıali gazetecilerinin Aralık ayında İstiklal Mahkemelerince ağır cezal�ra çarptırıldıkları bilinmektedir. Arkadaşı­ mız G. Astakhov gelişen olaylar üzerine bizi aydınlatıyor. Redaksiyon Kurulu Cumhuriyet'in ilanından iki gün sonra, 1 Aralık'ta İstanbul gazetesi Vatan'da eski Meclis Başkanı Rauf Bey [Orbay] büyük bir sakınganlıkla devletin cumhu­ riyet biçimine karşı olduğunu dile getiriyor; Cumhuriyet'in ilanının bir "sürp­ riz" ve "aceleci bir eylem" olduğunu duyuruyor; "hiçbir eyleminden sorumlu tutulmayan insanların" varlığından da söz ediyor; "Türk toplumunda var olan kaygıyı" bildiriyor ve ilgilileri kamuoyuna kulak vermeye, gereken biçimde bil­ gilendirmeye çağırıyordu. ısı

G. Astakhov, "Liberaux contre conservateurs", La Correspondance lntemationale, sayı 3, s.36. Astakhov, bu yazısında liberal adlandırmasını özgürlükçü anlamında kullanıyor. Kavrama dokunmadık. (YN)

Ankara (Meclisi), -şimdi genç Türkiye Cumhuriyeti Parlamentosu olarak ad­ landırılmakta- bütün geleneklerine karşın 22 Aralık 1923 tarihli oturumundaki bütün konuşmaları kamuoyuna duyurmak amacıyla yayımlamaya karar veri­ yordu. Bu oturumda konuşan değişik konuşmacılar, Rauf Bey'e, cumhuriyet karşıtı ve gerici Halife'ye beslenen sempati duygularını onaylamadıklarını güç­ lü ve sert konuşmalarla dile getirmişlerdi. Halk Partisi'nin sözde ayrımcı tasa­ rıları açıklanmıştı. Eski Başbakan'a182 İstanbul'daki gerici çevrelerce beslenen umutlardan söz ediliyordu. Bu görüşmelerden açıkça şu izlenim çıkıyordu: Bü­ yük Millet Meclisi'ndeki konuşmacılar siyasal karşıtlarına ateş ederek, gerçek­ te henüz seslerini kendisine karşt yükseltmedikleri Halife'yi hedef alıyorlardı. Bu da yetmiyormuş gibi, Rauf Bey İngiliz yanlısı olarak suçlanıyordu. Düşmanları arasında eski İstiklal Mahkemesi Başkanı İhsan Bey183, İsmet Paşa, Yunus Nadi (Türk Marat)184, köktenci-milliyetçi büyük yayın organı Yeni Gün Genel Yayın Yönetmeni, tanınmış siyaset yazarı Ahmet Ağaoğlu ve ünlü yazar Hamdullah Suphi dikkatleri çekiyordu. Hamdullah Suphi özellikle şöyle söylüyordu: "Bir devrim hafif bir yağış değildir, aksine kasıp kavuran bir fırtınadır. İkirciklilere ve yarı ılımlılara yer yoktur! Herkesi hoşnut etme diye bir şey de olamaz! Biz kendimizi denedik ve yalnızca karışıklık yarattık. Aramızda, yeni rejimin düşmanları var. Halife, İstanbul'da varlığını sür­ dürüyor. Saray'ın nezaket kuralları uygulanıyor. İnsanlar sultanlığın ye­ niden kurulmasını istiyorlar. Kendimizi savunalım." İsmet Paşa, içsavaşta halifenin ordudaki rolünden ve eski halifelerin millet karşıtı hatalarından söz ediyor. Recep Bey, dış politikayla ilgili sorunu açıklıkla dile getirdi: "Musul sorunu kesin bir çözüme bağlanmadı. İşgalciler hala ellerini Sivas'a ve Erzurum'a uzatabilirler. (Bay Asquith'in Ortadoğu'da İngiliz­ lerin sahip olduğu doğal sınırlar konusundaki bildirgesine üstü kapalı gönderme) Borçlar Kanunu da çözüme bağlanmadı. Ünlü İngiliz ajan Ryan, İstanbul'a az önce geldi. İtalya bize karşı entrika içinde." Bu olayların sonunda ne oldu? Gerici gazeteciler İstanbul'da tutuklandı ve acımasız cezalara çarptırıldı. Rauf Bey buna rağrnen Halk Partisi'nde kaldı. ı82 183 184

Rauf Bey kastediliyor. (YN) Topçu İhsan. (YN) Yunus Nadi'yi Fransız Devrimi'nin önderlerinden "Marat" lakabıyla anmalarının nedeniyle ilgili bir bulguya rastlamadık. (YN)

Rauf Bey ki, tutucu basının kendisini günün adamı, muzaffer olarak gösterme­ sine, dostlarının ünleri çevresinde verimli bir reklam yapılmasına izin vermiş­ tir. Şimdi öğrenmiş bulunmaktayız ki, Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabe­ kir Paşa, Adnan Bey, Refet Paşa ve Ali Fuat Paşa gericilerin yanı başında yer almışlar. Yeni Gün "Cumhuriyetçiler ve cumhuriyet karşıtları savaşmaktalar" diye yazıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse, güncel çatışma liberal ve tutucu kesimleri karşı karşıya getiriyor. Türk Devriminin teorisyenlerinden biri olan Prof. Ziya Gökalp, liberallerden ve tutuculardan oluşan bir blok olarak tanımladığı Halk Partisi'nin köktenciler ve gericilerden oluşan ittifaka karşı olduğunu belirtti. Düşüncesine göre, gericiler ile köktencilerin tasfiyesinden sonra savaşın libe­ raller ile tutucular arasında başlaması gerekir. Öyle görünüyor ki, durum tam böyle... Geçen bahar İşçi ve Çiftçi Partisi'nin köktencileri sert baskı önlemleriy­ le siyasi faaliyetin dışına itildiler. Eski Meclis'in Müdafaai Hukukçuları, kendi­ lerini illegal faaliyete indirgenmiş bulduklarında, gericiler yaz sonunda aynı akıbete uğradılar. Son yaz sonunda seçmenler, eskiden tutucu liberal bloku temsil eden Rauf Bey'i iktidarı terk etmeye zorladı. Cumhuriyet'in acilen ilanı, bir savaş bildirge­ siyle karşılaştırılabilecek liberal konulardan biriydi. Blok halen mevcut, ancak derinden sarsılmış durumda. Bize öyle geliyor ki, bir süre sonra dağılıp gide­ cek. Çok yakın bir gelecekte, daha geçenlerde kıyıma uğratılan köktencilerin desteklediği liberal Kemalistlerle, gerici tüm kesimlerin kendisiyle birleştiği tutucular arasında bir savaş kopacaktır.

Şefik Hüsnü Değmer DEMOKRATİK DEVRİMİN YENİ EVRESİ185 3 Mart 1924

Bu raporumuzda, partimiz ve Enternasyonal açısından Türkiye ile ilgili bize ilginç gelen tüm sorunları kısaca ama sistemli bir biçimde ele almayı tasarlı­ yoruz. Sırasıyla, milliyetçi hükümetin yeni siyasi yöneliminden ve ona karşı takti­ ğimizden, milliyetçi parti içindeki iç mücadele sorunundan ve İttihatçıların bu partiye karşı tutumundan, bizim bu değişik parti veya fraksiyonlarla ilişkileri­ mizden, işçi sınıfının ve onun teşkilatlarının durumundan, sendikalara nüveler yoluyla sızmamızdan, partimizin yeni bileşiminden, uğraştığımız sorunlardan, legal çalışmamızdan ve nüveler halinde gizli faaliyetimizden, Ankara ve ge­ nel olarak Anadolu'daki taşra kentleriyle ilişkilerimizden, değişik yerlerde ardı ardına patlak veren grevlerden, bu hak mücadeleleri üzerindeki etkimizden, gençlikten, gazete sorunundan, Enternasyol ile ilişkilerimizden söz edeceğiz. Türkiye'de burjuva demokratik devriminin yeni bir evresine tanık oluyoruz. Şimdi milliyetçi partinin ülkeyi burjuva demokrasisi yönünde yenilemek için ı85

Şefik Hüsnü Değmer'in 3 Mart 1924 tarihli "Kesinlikle Gizli" ibareli bu raporunun tamamı ilk olarak Toplumsal Tarih dergisinin Ekim 2008 tarihli 178. sayısında Erden Akbulut'un Fransızcadan çevirisi ve İlber Ortaylı'nın sunuş yazısıyla yayımlanmıştır. Türkçesinde bu ki­ tabın kavram ve terimleriyle uyumlu değişiklikler yapıldı. Başlık, tarafımızdan konulmuştur. (YN)

sarsılmaz bir iradeye sahip olduğu gitgide daha fazla ortaya çıkıyor. Teşkilatına ve ülkeye bu itkiyi veren, özellikle partinin şefi Mustafa Kemal 'dir. Tüm gücünü ve halk nezdinde sahip olduğu tüm saygınlığı, demokratik cumhuriyet rejimi altında günümüzde hala ayakta duran feodalitenin ve monarşik rejimin son kalıntılarını ortadan kaldırmak için kullanıyor. En azından din ile devleti birbirinden tamamen ayırmak söz konusu. "Şer'iye" ve Evkaf bakanlıklarının ortadan kaldırılması, tekke ve medreselerin ve şer'i mahkemelerin kapatılması, bütün eğitim kurumlarının milli eğitim ba­ kanlığında, bütün mahkemelerin adalet bakanlığında ve nihayet bütün hayır kurumlarının Muavenet-i İçtimaiye Bakanlığında toplanması gerekiyor. Hali­ fe, gereksiz bulunarak kaldırıldı. Osmanlı hanedanının bütün erkek üyeleri Türkiye'den sınır dışı edildi. Bütün bu sorunlar, bütçe tartışmaları vesilesiyle ortaya döküldü. Bütçenin bütün bir faslı eski hanedan ailesinin tahsisatlarına ayrılmış. Bütçeye göre, ve­ liahtların gözdeleri bile emekli aylığından yararlanıyor. Bu konuda yoğun bir tartışma açıldı. Bu çağdışılığa karşı ağır söylevler verildi. Mecliste eski rejimin kalıntılarının radikal bir biçimde tasfiyesi önerisini büyük bir çoğunluk des­ tekledi. Sorun henüz tamamen çözüme kavuşturulmadıysa da, savaşın daha şimdiden kazanıldığı düşünülebilir. Zira reformcuların karşısında güçlü bir muhalefet bulunmuyor. ( ... ) İlk bakışta göze çarpan, milliyetçi partinin yeni yönelimine kesinlikle bir halk hareketinin baskısının yol açmamış olmasıdır. Devlet kurumlarının dönüşümünü mutlaka gerektiren bir nesnel koşullar değişikliğiyle yüz yüze bulunmuyoruz. Hükümetlerimiz -ve hepsinden de çok Mustafa Kemal- ütopik reformcular­ dır. Soyut kavramlarla dopdoludurlar ve gerçekliğin gereklerine yeterince nü­ fuz etmeyi başaramamaktadırlar. 1789 Fransız Devrimini epeyce incelemişler­ dir ve onu harfiyen taklit etmeye çalışmaktadırlar. Nihayet psikolojilerini tek sözle nitelemek gerekirse, onlar için formalist/biçimci denebilir; biçimlerin ve kanunların faziletine müthiş inanmaktadırlar. Bizlere gelince, bizler de milliyetçilerin enerjilerini dini kurumları kökten yıkma ve halkta en kökleşmiş önyargıları gözden düşürme yolunda harcama­ larına sevinmekten başka ne yapabiliriz. Belki de bütün bu reformlar, ülkenin ayağa kalkması için bugun yeterli olmayacaktır; halk bunların önemini kavra­ yamayacaktır. Elbette, tek başlarına bu reformlar halkı sosyal kurtuluşa ulaştı­ ramayacaktır. Ancak eşzamanlı olarak, devlete ülkeyi sanayileştirme ve serma­ ye birikiminin ana unsuru haline gelme görevi verilerek Türkiye'yi ekonomik olarak canlandırmaya girişilirse, bu durumda girişim daha ciddi tutunacaktır. Bu ütopik reformlardan memnun oluyoruz, zira bugün için önemli olmasa da, bunlar, ekonomik koşulların dayatacağı gelecekteki proletarya devrimi için

yolu açmaktadır. Yarın gericilik dizginlerinden boşansa ve bugünü gömerek o eski günleri ihya etse dahi, böylesi bir öncele sahip olmamız bile, toplumu ye­ niden örgütleme görevimizi büyük ölçüde kolaylaştıracaktır. Halihazır durumda, Kemal ve arkadaşlarının yapmaya cesaret ettikleri şeyleri yapabilmek için, en azından ülkeyi bir felaketten kurtarmak ve onun sınırsız minnetini hak etmek gerekirdi. İşte milliyetçi partiye, dış politikasına hakim zihniyete ve önyargılara pek uygun olmayan bir yönelim verme olanağı sağlayan da bu psikolojik etkendir. Bu hareketin ekonomik ve sosyal temellerini araştıracak olursak, hiçbir şey veya neredeyse hiçbir şey bulamayız. Bu dönüşümleri pek az sayıda aydın ar­ zulamaktadır. Modern genç burjuvazi ve zanaatkar küçük burjuvazi bile olay­ ların akışını endişeyle izlemekte ve beğenmemektedir. Hala derin bir cehalet içinde bulunan köylülüğün sözünü bile etmiyoruz. Eğitim görmüş birçok in­ san da ulema karşıtı reformlara karşı durmaktadır. Mustafa Kemal bile güve­ nebileceği unsurların zayıflığını öylesine hissetti ki, Millet Meclisi 'nde kabul ettirmeyi tasarladığı radikal tedbirler konusunda şahsi propaganda yapması gerektiğine inandı. Nitekim bir ay kadar önce bütün gazetelerin başyazarlarını İzmir'de evine çağırdı. Günlerce onlarla uzun görüşmeler yaptı. Bu başyazarlar geri döndük­ lerinde hemen ruhbanlığa karşı içerikte bir kampanya başlattılar. Ö te yandan, cumhurbaşkanı değişik sosyal tabakalara mensup birtakım şahsiyetleri çağıra­ rak görüş aldı ve onlarla uzun görüşmeler yaptı. Kamuoyunun yöneticilerinin ve resmi temsilcilerinin katılımı ancak böyle sağlayabildi. Dolayısıyla halk kitlelerinin en küçük bir katılımının olmadığı, toplumun üst kesimlerinde olup biten bir süreçle karşı karşıyayız. Milliyetçiler yeterli basiret gösterip sosyal eserlerini oturtacakları iktisadi bir temel inşa et­ tikleri takdirde, her şey istedikleri gibi gider. Aksi takdirde, büyük altüst oluşlara yol açacak birtakım gerici kalkışmalar beklemek gerekir. Ne olursa olsun, Kemalistlerin yeni girişimlerinden memnun olmamız ye­ rindedir. Türk proletaryasının gerçekleşmekte olan değişikliklere sempati duymasını sağlamayı ödev biliyoruz. Bu, militanlarımız için işçiler nezdinde burjuva radikalizmi lehine özel mülkiyet de dahil olmak üzere geleneklerin iç­ yüzünü açığa vurmaları için bir vesile oluşturuyor. Ancak bütün bunlar milliyetçi partinin içinde de birtakım karışıklıklara yol açmaktan geri kalmıyor. Bu partinin türdeş bir örgüt olmadığını herkes görü­ yor. Bu parti içinde en abartılı radikalizmden, liberalizmin ve ilericiliğin her türünden geçerek uzlaşmaz tutuculuğa kadar çok çeşitli eğilimler gözlemleni­ yor. Şimdiye kadar değişik vesilelerle bu çelişkili görüşler çarpıştı, ancak bun-

dan bir parçalanma doğmadı. Ancak bu kez, en yetkili kişilerin kanaatine göre, bir kırılma olacak ve bütün tutucuları içeren güçlü bir azınlık milliyetçi "halk" partisinden ihraç edilecek. Güçler dengesini daha iyi anlayabilmek için, hali­ hazırdaki durumumuzun bir özelliğine işaret etmemiz gerekir. Gerçekten de, Türkiye'nin askeri bir diktatörlüğe tabi olduğunu bilmek gerekir. Bizim reform­ cuların hemen hemen hepsi eski subaylar. Dolayısıyla görüşlerini dayatmak için iktidar kullanma eğilimi taşıyorlar. Halk arasında belli bir terör duygusu hakim. Politikacıların çoğu, bakış açılarını yüksek sesle dile getirecek cesare­ te sahip değiller. Nitekim anlaşıldığı kadarıyla meclisteki hoşnutsuzlar henüz kendilerini dışa vurmaya cesaret edemiyor ve daha elverişli koşullan bekleye­ rek duygularına gem vuruyorlar. İttihatçılar için de durum aynı. Gittikleri küçük çevrelerin hepsinde, milli­ yetçilere karşı habis görüşler ileri sürüp hükümetin her hareketini acımasızca eleştiriyorlar, ancak şu an için gazetelerde ve halka açık toplantılarda görüş­ lerini açıkça ifade etmekten geri duruyorlar. Oldukça yakın bir gelecekte, mu­ halefetin dağınık bütün unsurlarının ve genel olarak bütün hoşnutsuzların, Kemalistlerin karşısına tek bir blok halinde çıkacakları beklenebilir. Sahnede görünmek için Kemalistlerin ağır bir başarısızlığını beklemek zorundalar. Bize gelince, yeni dalgalanmada, biz milliyetçilerin tarafını tutma noktasına çekildik. İç politikada, muhalefet gericiliği ve dinciliği, hükümet ise ilerleme­ yi temsil ediyor. Dolayısıyla, hükümete halihazırdaki reformları en geniş halk kesimlerine benimsetmesi konusunda yardımcı olmamız gerekiyor. Açıktır ki proletaryaya bütün bunların mükemmel olduğunu, ancak bu türden hiçbir re­ formun az da olsa onu kurtuluşuna yaklaştırma yeteneğine sahip olmadığını ve milliyetçilerin çabalarının burjuvazinin güçlendirilmesi yönünde olduğunu ve bütün bunların sonucunda proletaryanın yoksulluğunun daha da derinleşece­ ğini açıklamaya çalışıyoruz. Şimdi de işçi sınıfının durumundan ve onun üzerinde sahip olduğumuz et­ kiden söz edelim. Açık söylemek gerekirse, teşkilatlanma açısından, son altı ay boyunca bir genel keyifsizlik ve belli bir uyuşukluk hüküm sürdü. Bir genel emek konfederasyonu kurma girişimimiz sonuç vermedi. Hazır­ lık çalışmaları son d�rece ilerlemiş, nizamnamenin yazılması tamamlanmış ve işçiler arasında yoğun bir propaganda yürütülmüştü. Tam o esnada polis ünlü komünist darbe girişimini keşfetti. Sendika militanlarımızdan birçoğu tu­ tuklandı. Bu gelişme, bu teşkilatın kurucularını olumsuz yönde etkiledi. Kimi hükümet elemanları bu ruh halini ustaca kullandı. Yokluğumuzdan istifade ederek, onları bizlerin Rusya'nın ajanı olduğumuza ve işçi sınıfının çıkarlarına aykırı siyasi amaçlara sahip olduğumuza inandırmışlar.

( ... ) Şurası da bir gerçek ki, mahkeme ve kovuşturmaya yer olmadığı kararı, etki gücümüzü yeniden kazanmamıza olanak verdi. Ancak bu arada hükümet tarafından kurulmuş olan İstanbul Amele Birliği işçiler arasında hüküm sü­ ren kargaşadan yararlandı. Faaliyet alanını genişletti ve Türkiye Umum Amele Birliği adını aldı. Ancak bize sadık kalan mürettipler, tütüncüler, demiryolcu­ lar, denizciler vb. sendikalarını saflarına kazanamadılar. Ancak ısrarlarımıza rağmen dostlarımız ikinci bir Umum Amele Birliği'nin kurulma fırsatına karşı çıktılar. Dolayısıyla eski sempatizan teşkilatlarla bağımızı korumakla birlikte, şu an için, sendikalarda yasal faaliyetten geri duruyoruz. Faaliyetimizin ağırlık merkezini çekirdek örgütlenmelere kaydırdık. İşçi derneklerinde destek nokta­ larımızı artırmaya özen gösteriyoruz. Hükümetin işçi birliğinde bile, idare he­ yeti tarafından açığa çıkartılıp polise teslim edilen güçlü bir hücremiz vardı. Bu çalışmayı elden bırakmayı düşünmüyoruz. Geçtiğimiz ilkbahar boyunca, mesleki teşkilatların zayıflığına rağmen, bir dizi kısmi greve tanık olduk. İzmir'de, Aydın demiryolu grevi (İngiliz şirketi) ve incir ve üzüm kurutma işçilerinin grevleri oldu. Demiryolu grevi çok iyi yö­ netildi. Zafere ulaşması beklenebilirdi. Bununla ilgili olarak kasaba demiryolu işçileri (Fransız şirketi) de dayanışma amacıyla grev ilan ettiler. Maalesef, son dakikada şirket müdürü hükümet müdahalesine başvurdu. Hükümet de, aske­ re alma tehdidiyle işçileri işbaşı yapmak zorunda bıraktı. İşçilere bir dizi vaatte bulunulduysa da bunlar kesinlikle yerine getirilmedi. ( ... ) İncir kurutucularının grevi tam zafere ulaştı. Bu hareketin şöyle bir özelliği vardı ki, söz konusu olan ağırlıkla kadın işçilerdi ve kadın işçilerin kaderlerini iyileştirmek üzere erkek yoldaşları da çalışmalarını askıya aldılar. İzmir'de çok az sayıda yoldaşımız var. Dolayısıyla bu grevler üzerindeki et­ kimiz de son derece sınırlı oldu. Bunları özellikle yayınlarımızla destekledik. Zonguldak'ta madencilerin grevi ise bizim sempatizanımız tarafından yönetildi. İşçiler kimi avantajlar sağladılar. En önemli grevler İstanbul'dakiler, özellikle de mürettipler ve Şark Demir­ yolları grevleri oldu. Mürettipler grevi, sözcüğün saf anlamıyla partimizin ese­ ridir. Bu grevi perdenin arkasından biz yönettik. Haber gazetesinin belli başlı makalelerini biz kaleme aldık. Mürettipler, örnek bir şekilde, sonuna kadar di­ rendiler. Bizim teşviklerimizle, bütün işçi dernekleri onlara maddi yardımda bulundu. Ancak sonunda gazeteciler bizim etkimizin kokusunu aldı ve var güç­ leriyle bu grevde Bolşevizmin parmağını açığa çıkarmaya koyuldular. Bu ifşa­ at işçi temsilcilerini bir ölçüde korkuya sevk etti ve çoğunluğun sonuna kadar gitme kararlılığına rağmen, patronlarla bir uzlaşmaya varılmakta acele edildi ve grev yarım bir zaferle sonuçlandı.

Demiryolcu dostlarımız daha kararlı ve daha usta çıktılar. Şu anda gazete­ miz yayımlanıyor. Gazetemizi onların emrine amade kıldık. Temsilci yoldaşlar müzakereleri basın kampanyası kadar güçlü bir biçimde yürüttüler. Ve grev büyük bir başarıyla sonuçlandı; bu da onların teşkilatlarının gelişmesine bü­ yük ölçüde yardımcı oldu. Ne var ki şirket, işbaşı yapıldıktan sonra ikiyüzlüce yorumlarla, sözleşmeye bağlanmış yükümlülüklerinden çekinmeye etmeye ça­ lışıyor ve gülünç gerekçelerle grevin belli başlı yürütücülerini işten çıkartıyor. Eğer bir gazetemiz olsaydı, şirketin bu caniyane tutumlarını kamuoyuna ifşa ederdik. Tramvay ve seyri sefain işletmelerinde de birkaç geçici grev hevesi oldu. Bu hareketler Amele Birliği tarafından kışkırtılıp yönetildi. Ancak sonu tartışma­ larla noktalandı ve ilgililere herhangi bir yarar sağlamadı. Şimdi de partimizin halihazırdaki durumu üzerinde birkaç söz edelim. Ön­ ceki tevkifatların sarsıntılarını daha şimdiden tümüyle atlattık. Mahkemenin sonucu, görünürde yasal partimizin ortadan kalkması oldu. Parti kesinlikle da­ ğılmadı ama üyelerinin çoğu ayrıldı ve yeni üyeler kazanmak mümkün olmadı. Zaten bu teşkilattan çok önemli bir şey de beklemiyorduk. Nitekim bu ne­ denle onu yaşatmak için de ısrarcı olmadık. Yasal faaliyetimizi, yeni kurduğu­ muz gazetemizin ve dergimizin yayınına taşıdık. Bize öyle geliyor ki, gazetemiz yayınlanabildiği sürece hem işçiler hem de siyasi çevreler üzerinde çok yararlı bir etki yaptı. Enternasyonal ile gazetemizin öncelikle popüler bir işçi gazetesi olması gerektiği konusunda mutabıkız. Ancak bu amaca, işçi sorunlarına ve işçi sınıfının eğitimine çok sayıda sütunumuzu ayırarak ulaşabileceğimizi dü­ şünüyoruz. Bunun için, gazetenin yalnızca işçilere yönelik olması kesinlikle zorunlu değil. Böylesi bir gazetenin en küçük bir yaşama şansı yoktur, zira oku­ masını bilen işçi sayısı son derece sınırlıdır. Bu nedenle devrim sorunlarıyla ilgili olan kamuoyuyla da ilgilenmeye mecburuz. Dolayısıyla gazetede bütün genel siyaset sorunlarını işlememiz ve herhangi bir gazete kadar okura haber vermemiz gerekiyor. Bu gerekleri ancak günlük bir gazete yerine getirebilir. İşte bakış açımızda ısrar etmemizin nedenleri bunlardır. Zaten savaş öncesi Pravda örneği, iyi seçilmiş bir örnek değil, zira bu daha çok militanlara yönelikti ve içeriği her zaman işçil�rin entelektüel düzeyinin oldukça üzerindeydi. ( ... ) Gizli teşkilatlarımızda büyük başarı sağladık. Ders ve konferanslarla üye­ lerimizin entelektüel düzeyini yükseltmeye çalışıyoruz. Böylece geleceğin dev­ rimci hareketini ustaca yönetmeyi bilecek bir genç militanlar grubu oluşuyor. Üye bileşimi bakımından partimizde aydın gençlik ağır basıyor. Atölye ve fabrikalardan çok üniversite ve lise çevrelerinde zemin bulduk. Ancak mühen­ dis mektebinden yeni mezun olan bir dizi genç, işçilerle birlikte çalışıyor ve

onlar arasında geniş bir propaganda yürütüyorlar. Onların faaliyeti sayesinde yakın bir gelecekte proleter üyelerimizin sayısını ikiye katlayacağımızı umuyo­ ruz. Çekirdek örgütlenmelerimizde ülkede ele alınan bütün iktisadi ve siyasi meseleleri tartıştırıyoruz ve uygun talimatlarla yoldaşlarımızı Marksist analiz yapmaya alıştırıyoruz. Biii özel olarak ilgilendiren, nüfus mübadelesi, savaşın yol açtığı yıkımların tazmini gibi meseleler ve iktidardaki burjuvazinin dincili­ ğe reformları. İktisadi meselelerin kapitalizm ve devlet tekeli yönündeki çözü­ münü vazediyoruz. Anadolu'nun belli başlı merkezlerinde çekirdek örgütlenmelerimiz var. İ zmir'de, Kayseri'de, Adana'da, Mersin'de, Eskişehir'de, İzmit'te ve Ankara'da. Bildiğiniz üzere Ankara Komünist Partisi kesin olarak dağıldı. Salih burada ve bizimle birlikte çalışıyor. Bu partiden başka bazı yoldaşlar da bize katıldı. Hilmi, Nazım, Nizami vb. kimileri ise devrim davasına ihanet ettiler. Bugün Türkiye'de sadece bir komünist partisi var ve onun da merkezi İstanbul'da bu­ lunuyor. Bu komite geçen yıl, Enternasyonal temsilcisinin buradan ayrılmasın­ dan sonra tarafımızdan kuruldu. Bu yoldaşın buradan ayrılırken bize verdiği yetkiyi kullanıyoruz ve bütün yoldaşlarımız bu yeni merkez komitesinin disip­ linine uyuyorlar. Merkez Komitesi'ne biri Rum iki işçi, bir gençlik temsilcisi ve İKG'nin (İstanbul Komünist Grubu) siyasi bürosunu oluşturan üç militan girdi. Dağılmış olan eski Bİİ 'nin belli başlı üyeleri de bize katıldı. Kısacası, kendisine komünist diyen herkes bizim teşkilatımızda yer alıyor. Yalnızca disiplinsizlik nedeniyle ihraç edilmiş az sayıda genci bundan istis­ na tutmak gerekiyor. Enternasyonal ile ilişkilerimizin düzenliliği için, İstanbul'da bir irtibat bürosu oluşturmak zorunludur. Konu sandığınız kadar basit bir şey değil. Bir aydın sempatizanın adresini verdiğimizde her şey hallolmuş olmuyor. Odessa'dan gelecek gemilerle ilişkimizi sağlayacak olan cihaz bir adres belir­ lemekten ibaret değil. Bu gemilerden eşyaları almak ve kimi zaman da vermek ihtiyacı duyuyoruz. Geçici olarak bu boşluğu rastlantısal araçlarla doldurduk. Ancak Enternasyonal'in bu meseleyi bizim önerilerimiz doğrultusunda çözüme kavuşturması gerektiği kanısındayız. Önceki bir mektubumuzda, bu konuda uzun ayrıntı vermiştik. Bize, oradaki yoldaşlarımızın yazdığı veya tercüme ettiği kitapların elyaz­ malarını ivedi olarak göndermenizi istiyoruz. Hatırlatmak isteriz ki, gazeteye yönelik krediden henüz bir haber alamadık. Merkez Komitemiz Leman yoldaşı buraya çağırmaya karar verdi ve bu ka­ rarımızı size ilettik. Sizden onun gecikmeksizin İstanbul'a dönmesi talimatını vermenizi rica ediyoruz.

Önceki mektupla size bir zarf içinde üç parti üyesi kartı göndermiştik. Yol­ daşlarımız hala bu kartların ellerine geçmediğini bize yazdılar. Lütfen bunların alındığını bildiriniz. Komünist selamlar, O. Masdar CD 25 Klasör 32-36, Belge no: 687-691 ve 692-696, Fransızca [2 nüsha daktilo karşılaştırmalı]

R. A. EMPERYALİZM VE YENİ TÜRKİYE186 12 Mart 1924 Emperyalist Avrupa'nın etkisini yavaş yavaş gösteren çözülüşünün belirgin­ leştiği şu sıralarda (Fransız-İngiliz anlaşmazlığı, silahlanma, tazminat sorun­ ları, frank krizi, İngiliz işçi hükümeti) devrimin Doğu'da ektiği tohumlar boy atmaya devam ediyor. Türk Devrimi de henüz büyük kapitalist güçlerin baskı­ sıyla karşılaşmadan gelişiyor. Aşağıdaki yazılarda görülebileceği gibi, kuşkusuz Türkiye'deki dışardan destek alan karşıdevrim de su yüzüne çıkmaya başladı. Ankara TBMM Hükümeti bu karşıdevrime, hilafetin kaldırıldığını ilan ede­ rek oldukça devrimci bir yanıt verdi. Bu durumda gücünden ve dinsel saygınlı­ ğından yoksun kalan Osmanlı Hanedanı sürgüne gidiyor ve mallarına da devlet tarafından el konuyor. Latin alfabesinin kabulü ve Medeni Kanun reformu gibi daha birçok önemli karar ise hazırlanmakta. Türk Milli Devrimi (anımsatalım ki, bu devrime Rus işçi sınıfı ve köylüleri moral, stratejik, ekonomik ve diplo­ matik olarak yardım etmişlerdir) meyvelerini veriyor. Aşağıdaki makaleler Türkiye'de oluşan son olaylan anlatmaktadır. Her ikisi de187 Şubat ayının ilk yansında Türkiye'deki yoldaşlarımız tarafından yazılmıştır. ı86 187

R. A., "I:imperialisme et la Turquie nouvelle /oturum tarihi (ı2 Mart 1924)", La Correspondance Internationale, yayınevi, sayı 17, 1924, s.185. Bkz. s.284 ve 286'daki makaleler.

P. Kitaigorodsky TÜRKİYE'DE KARŞIDEVRİM BAŞKALDIRIYOR188 12 Mart 1924

1 Şubat'a doğru Türk monarşistleri savunmayı bırakıp saldırıya geçi­

yorlardı. Büyük çoğunluğu iktidardaki Halk Partisi'nin listesinden seçil­ miş milletvekillerinden oluşan TBMM'de bile muhalefet sertleşti. Öyle ki, bu muhalefet, hükümetin Meclis'e sunduğu, özel kişilerin telgraf ve telefon kullanmasını yasaklayan yasa tasarısına karşı bir de zafer kazandı. Bu mad­ deler Meclisçe onaylanmadı. Fransız sermayesinin etkisi altındaki İttihatçılar grubu, hükümete beceriyle saldırıyor. Eski Halk Temsilcileri Konseyi'nin189 Başkanı Rauf Bey ile karşı hareketin temel direklerinden biri olan Refet Paşa, arkadaşlarıyla birlikte İstanbul'un banka sermayesinin ve de Küçük Asya'nın feodal kesimlerinin temsilciliğini yapıyorlar. Cumhuriyet'in düşmanı olan ve monarşik bir anayasanın bayraktarlığını yapan bu kişiler Meşrutiyetçi kesimi oluşturuyorlar. Şunu da anımsatalım ki, Cumhuriyetçi Ankara Hükümeti kimi zaman çok ağır eleştirilere hedef oluyor. Ö rneğin, yeni Türkiye için çok önem taşıyan Ana­ dolu demiryolları güzergahının satın alınma işi. İngiliz maliyecileri, İsviçre ban188 189

P. Kitaigorodski, "La contre-revolution turque relevait la tete /oturum tarihi (12 Mart 1924)", La Correspondance Internationa/e, sayı 17, 1924, s.185-186. Bakanlar Kurulu kastediliyor. (YN)

kalarının da sağladığı bir dizi kolaylıkla Bağdat-Anadolu hattının yüzde Sl'lik payını satın almayı başardılar. Çanakkale'de olduğu gibi Küçük Asya'nın en önemli demiryolunun sahibi olan İngiltere, tartışmasız Türkiye'ye de egemen olacaktı. Oysa milliyetçi Türk kesiminde, Anadolu demiryollarının İ ngilizlerin işletmesine devredilmesine ilişkin bir ön anlaşmanın imzalandığı duyulunca şaşkınlık büyük oldu. Bunun üzerine ticari ve mali burjuvazisinin yayın orga­ nı Tanin, Anadolu demiryollarının geri alınması için derhal sert bir kampanya başlattı. Aslında bu muhalefet yalnızca Fransız sermayesinin gücenmesiydi. Sultan ve feodaliteye karşı çok azimli olan Cumhuriyetçi burjuvazi, ekono­ mik ve sosyal reformlar söz konusu olunca oldukça çekingen. Cumhuriyet, köy­ lünün durumuna henüz kesin bir çözüm getiremedi. Feodal kökenli bir vergi türü olan aşar, yüzde 12'den yalnızca yüzde lO'a düşürüldü. Yurtta genel bir hoşnutsuzluk var. Aydınlar, memurlar, terhis edilmiş subaylar yoksulluk ve se­ falet içinde. Komünist Partisi illegal. Sultanların eski başkenti yalnızca bir Şark merkezi. Ancak halifenin ya da diğer bir deyişle Müslüman dünyasının merkezi olmaya devam ediyor. İstanbul, açıkça yıkılmış hanedanlığı yeniden kurmaya eğilimli. Böylece halifelik sorunu, odak sorun haline geliyor. İngiltere de bu olaylardan yararlanıyor. Cumhuriyet Türkiye'sini Arap ülke­ lerinden koparmak istediği için Filistin'i, Yemen'i, Mezopotamya'yı ve Hicaz'ı kullanıyor. Halifeliği Yemen Kralı Hüseyin'e ya da Mısır Kralı 1. Faruk'a ver­ diğinden söz ederek dolaplar çeviriyor. Bu nedenle de nüfuzlu bütün şeyhle­ re İngiliz altınları yağıyor. Türk karşıdevrimi, halifeliği kaldırdığı için Ankara hükümetini sert bir dille eleştiriyor. İstanbul basını ise, beş milyon Müslüman taraftarı olan bir mezhebin şeyhi olan, Hindistan'da herkesçe bilinen İngiliz ajanı Ağa Han'ın Başbakan İsmet Paşa'ya yazdığı bir mektubu yayımladı. Ağa Han bu mektubunda halifeliğin tüm onur ve saygınlığının geri verilmesini isti­ yordu. Ankara hükümeti bu olay üzerine yabancı bir ajanın mektubunu yayım­ ladıkları gerekçesiyle sorumlu gazetelere dava açtı. Ancak ilgili gazete yazarları aklandılar. Ankara'da devrimlere devam etme görüşü egemen. "Vatan hainleri"ne kar­ şı olağanüstü önlemler alınmakta. Bizim düşüncemiz şu ki, eğer iktidardaki demokratik burjuvazi halk yığınlarıyla kararlı bir biçimde yakınlık kurmazsa, kısa zamanda çok büyük bir düş kırıklığına uğrayabilir.

G. Astakhov YABANCI EMPERYALİZM VE TÜRKİYE'DE KARŞIDEVRİMCİ HAREKET190 12 Mart 1924

Bir süre önce yapılan iki duruşma yeni cumhuriyete saldırıların önemini ortaya çıkardı. Bu duruşmalar, İstanbul'da yayımlanan Tevhid-i Efkar, Tanin ve İkdam gazeteleri yazarları ile Lütfi Fikri'nin Hintli Ağa Han'ın mektubunu yayımlaması üzerineydi. Suçlanan gazeteciler açıkça Ağa Han'ı tanımadık­ larını belirttiler ve salıverildiler. Aynı günlerde İstanbul'dan bir avukat, ilgili yasayı hazırlayan, görünüşte liberal, özünde bozguncu ve kişi dokunulmazlığı konusunda tutucu olan Lütfi Fikri ve Abdülkadir Kemali ile gerici birkaç kişi tutuklanmışlardı. Monarşist görüşlerini saklamayan Lütfi Fikri, hilafetçi hare­ keti teşvikle suçlandı. Duruşma, açıkça bir inanç duruşmasıydı. Savunmasında Taine ve Renan adları geçiyordu. Savcı ise kendi yönünden, Fransız Devrimini hatırlatıyordu. İşi, halifeyi teh­ dit etmeye vardırarak ölüm cezası isteminde bulundu. Lütfi Fikri beş yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı. Bir yıldan az bir süre önce Türkiye'nin iç bütünlüğü vardı. Cumhuriyet, devrim, gericilik, siyasal dava gibi sözcüklerin hiçbir anlamı yoktu. Şimdi bü­ yük bir değişim var. Bu kadar önemli iç kargaşa nereden kaynaklanıyor? Yeni 190

G. Astakhov, ''l:imperialisme etranger et la contre-revolution turque /oturum tarihi (12 Mart 1924)", La Correspondance Intemotionale, sayı 17, 1924, s.186.

Türkiye'nin iç çatışmalarının nedenlerini, yabancı emperyalistlerin etkisinde aramak gerekir. Lozan Barış Antlaşması'ndan sonra İ ngiliz-Türk ilişkileri oldukça gergin­ leşti. Kennedy ayrıcalıkları (tarım makineleri dışalımı) iptal edildi. Mr. Leslie Urguardt (Rusyalı komünistlerce çok iyi tanınmaktadır) tarafından çok iyi bir biçimde sonuçlandırılan iş, yalnızca kağıt üzerinde kaldı. Musul sorununda ise Türkler garip bir biçimde uzlaşmaz bir tavır aldılar. Londra'ya gidip konuyu tartışmayı ya da İngilizleri İstanbul'a davet etmeyi kabul etmediler. Ankara hü­ kümeti milli devrimlerle kazanılan ekonomik olanakları ciddi bir biçimde ko­ ruyacağa benziyor. Olaylar hiç de Lord Curzon'un istediği gibi gelişmiyor. Bu­ nunla birlikte ekonomik kalkınmanın zorlukları öyle boyutlara ulaştı ki, kim bilir belki de milliyetçiler bile yabancı emperyalizme boyun eğmeyi seçerlerdi. İngiliz siyaseti tarafından finanse edilen kişiler halifenin savunulmasını is­ tiyorlar. Bunların kışkırtmaları, vakıfların (dinsel tarikatların mallarına verilen ad) kaldırılmasından ve böylece din adamlarının ekonomik gücünün tasfiye­ sinden korkan dinsel çevrelerde uygun bir ortam buluyor. Kemalistler ekono­ mik bunalıma bir çare bulabilmek için büyük bir olasılıkla vakıflara kadar uza­ nacaklar ve böylece yeni doğan burjuvaziyi palazlandıracaklar. Bu durum, tam bağımsız bir Türkiye'nin kendi kaderlerini etkileyeceğinden korkan diğer Müslüman ülkelerin kimi çıkarlarını da tehdit etmekte. İngiliz emperyalizmi kısa bir süre önce Afganistan'ı tehdit ediyordu. Eğer yakında İngilizleri yine aynı biçimde Ankara ile benzer bir tutum içinde görür­ sek hiç şaşmayalım. Doğrusu, bu aynı zamanda Fransızların ve Amerikalıların çıkarlarını da tehdit etmekte.

M. N. Roy HALİFELİGİN KALDIRILMASI19ı 14 Mart 1924

Halifeliğin Türk Millet Meclisi'nde kaldırıldığı haberi dünyada bomba gibi patladı. Avrupa'nın burjuva basını habere geniş yer verdi. Bu adımın doğru olup olmadığına ilişkin farklı görüşler olsa da, önemi her yerde kabul ediliyor. İ ngiltere ve Fransa gibi Türkiye'de büyük çıkarı olan ülkeler, böyle bir olayın olası sonuçlarını doğal olarak inceden inceye araştırıyorlar. Ö rneğin, Times, Türkiye'nin geçmişteki büyüklüğüyle böylesine derinden bağlantılı olan bir kurumun kaldırılmasından yakınıyor. Bir milletin geçmişteki büyüklüğünü anımsayarak tatmin olmayacağını ve şanlı bir geçmişin ışıklı bir geleceğin güvencesi olmadığını bu gazete unutuyor. Ö te yandan Temps, Türkiye'ye bu tarihsel eylemde öncülük eden Fransız geleneklerine ihanet etmeksizin bu gi­ rişimi eleştiremezdi. Temps, "Türkiye Fransa'nın izinden yürürse, Fransa'nın Yakındoğu'daki manevi nüfuzu ve maddi çıkarları azalacaktır" diyerek Fransız hükümetini eleştiriyor. Her emperyalist ülke bu olayı kendi çıkarları açısından değerlendirmektedir. Hepsi açıkça şaşkına döndü. Çünkü Türkiye'yi meşru ganimetleri gibi gördükleri günler geride kalmış gibi. Milli Türkiye, kendisini büyük ölçüde yeniden yapılandıracak bir devrime doğru ilerliyor. Bu durum, 191

M. N. Roy, "Die Abschaffung des Kalifats", Internationale Presse-Korrespondenz, sayı 34, yıl 4, 14 Mart 1924, s.391-393.

Türkiye'yi sürekli egemenliği altında tutma umudundan hiç vazgeçmeyen em­ peryalizm için son derece yersizdir. Türkiye Millet Meclisi'nin kararının büyük bir devrimci adım olduğunu vur­ gulamaya gerek yok. Üstelik hiç beklenmedik bir biçimde geldi. Ayrıca, çok köktenci bir adım. Türkiye'yi çevreleyen ülkelerdeki 240 milyon Müslümanın, kutsal makamın bekçisi olduğu için onu izlemeleri sonucu Türkiye'nin konu­ munun manevi yönden sağlamlaştığı göz önünde bulundurulursa, bunun nasıl cesur bir adım olduğu daha iyi görülür. Türkiye Müslüman dünyanın öncüsüy­ dü. Son milli kurtuluş mücadelesini öteki ülkelerdeki Müslümanlar, dini inanç­ ları savunma mücadelesi gibi algıladılar. Türkiye'nin halifeliği savunduğuna inanıldı. Türklerin halifeliği kaldırdığı haberinin Müslüman dünyasını nasıl sarstığını insan gözünde kolayca canlandırabilir. Sınırlı süreli iktidarından birkaç ay önce azledilmiş olan halifenin bertaraf edilmesi yanında, kutsal ku­ rumun kendisi de kaldırıldı: Türkler herhangi bir başka halktan çok daha ileri gittiler. Ne Roma kilisesinin papalığı ne de Rum kilisesinin patrikliği bir burju­ va devrimiyle ortadan kaldırıldı; yalnız devlet üzerindeki nüfuzları kaldırıldı. Türkiye, devrimin bu aşamasını topu topu birkaç ay önce, halife sultanlıktan azledilip, yetkileri Milli Meclis tarafından temsil edilen halka devredildiğinde arkada bırakmıştı. Böylece teokratik-monarşist bir devletten cumhuriyete ge­ çildi. Bu bile Türkiye'nin içindeki ve dışındaki dindarların önemli bir bölümü için çok ciddi bir adımdı. Her yandan zorluk çıkarıldı. Bu durumla başa çıka­ bilmek için devrimci bir " İstiklal Mahkemesi" kuruldu. Giyotin henüz kullanıl­ madıysa da, mahkeme gücünü gösterdi. Müslüman dünya en azından dışa karşı Cumhuriyetçi Türkiye ile uzlaştı. Halifelik bala varlığını sürdürüyordu ve Millet Meclisi onun dokunulmazlığını savunmanın görevi olduğunu açıklamıştı. Böylece Türkiye İslamın savunucu­ luğunu sürdürdü. Halife ile ilgili belli zorluklar ortaya çıktı. Ö teki Müslüman ülkelerden bir kurulun gelecekteki halifenin seçimi konusunda karar verme­ si önerildi. Ama Türkler bu öneriye yanaşmadılar. Bu konuda bir müdahaleye katlanılmayacağı kesin bir dille açıklandı. Sonra iki seçenek belirdi: Halifelik makamının ya Millet Meclisince ya da Cumhurbaşkanınca temsil edilmesi. Abdülmecit'in uzaklaştırılması beklenmeseydi bu düşünceler hiç dikkate alın­ mazdı. Bu kurumun kendisinin kaldırılması, Türkiye tarihini yönlendiren çev­ reler dışında hemen hiç düşünülmedi. Sonra Ankara hükümeti, yalnız Batılı ülkeleri şaşırtmakla kalmayıp, Müslüman dünyada önceden hesaplanamaya­ cak etkiler yaratan kararıyla ortaya çıktı. Önce, Türk hükümeti iyi düşünmeden hareket ediyormuş, eylemi kötü bir danışmanın sonucuymuş gibi bir görünüm belirdi. Halifeliğin zedelenmesi Türkiye'yi Müslüman dünyanın sempatisinden yoksun bırakmayacak mıydı?

Ama daha dikkatli bir gözlemle ortaya başka bir tablo çıkıyor. Ankara hü­ kümeti özgür seçim sonucu böyle davranmadı. Durum onu buna zorladı. Ya atılganlığını ortaya koymalıydı ya da salt Türkiye'de değil çevredeki tüm Müs­ lüman ülkelerde ve her köşeden başkaldıran gericiliğin entrikalarının kurba­ nı olma tehlikesiyle karşılaşacaktı. Halifeliğin kaldırılması Türkiye'nin başına zorluklar çıkaracaktı, ama yerinde durması daha az zorluk getirmeyecek, hatta daha da büyük tehlikeler doğuracaktı. Birincisi, birçok Müslüman bala teokra­ tik ilkelere bağlıdır ve bu nedenle devletle dinsel otoritenin ayrılmasına karşı çıkıyorlar. Türkiye'de bu gerici unsurlar bastırılabildi. Ama komşu Müslüman ülkeler Cumhuriyetçi Türkiye'ye karşı bir hareketin gelişmesi için verimli bir zemin oluşturuyordu. Müslüman dünyanın gerici unsurları İ ngiliz emperya­ lizminin himayesinde örgütlendiler. Tepesinde bir İngiliz gözdesinin oturduğu yeni bir halifelik oluşturma hareketi olgunlaştı. Türklerin halifeliği ele geçir­ diği söylentisi bazı yerlerde yayılmıştı bile. Böylece Türk milliyetçileri, emper­ yalizme karşı mücadele halifelik şiarı altında yürütülürse, yabancı devletlerin desteğindeki karşıdevrimci saray kliğinin ve gerici mollaların egemenliği altına girmek zorunda kalacaklarını gördüler. Ülke dışında gerici zihniyetin netleş­ mesi, içeride devrim düşmanlarını güçlendirecekti ve son beş yılın kazanımları yok olup gidecekti. İ nsanın kendi eylemlerini, hiçbir biçimde etkili olmadığı bir zihniyete bağımlı kılması aptalca bir politika olurdu. Gericiliğin restini içe­ ride ve dışarıda görüp Müslüman dünyayı oldubittiye getirmek daha akıllıca göründü. Milliyetçi Türkiye'yi destekleyen Müslüman kamuoyunda farklı fi­ kirler vardı ve ona her zaman güvenilemezdi. Ö rneğin, bir yandan Hintli Ali kardeşler, öte yandan İngiliz emperyalizminin temel direği Ağa Han ve Ömer Ali gibi aykırı unsurları içinde barındıran bir orduya pek güvenilemezdi. Türk milliyetçileri ülke dışındaki bu orduyu hiçbir zaman ciddiye almadılar. Şimdi bu orduyu zorlu bir sınavdan geçirmeye hazırlanıyorlar. Ankara hükümetinin bu eylemi, ülke içindeki öneminin yanı sıra, öteki Müslüman ülkelerdeki tüm İngiltere karşıtı hareketleri ve özellikle Hintli Müslümanlarınkini netleştirecek. Müslüman dünyayı ikiye bölecek. İyi ile kötü ayrışacak. Türkiye artık öteki ülkelerin Müslümanlarına yeni bir mesaj yolluyor: Milli kurtuluş mücadelesi, teokratik gelenek ve onun simgesi olan sosyal kurumlar çerçevesinde sonuna kadar götürülemez. Milliyetçiliğin işlevini din göremez. Bu mesajın devrimci anlamı İsmet Paşa'nın aşağıdaki sözlerinde somutlanıyor: " İstanbul bugün bizim elimizdeyse, bunu, Yunan'ı ve Halife'yi tepelemiş olmamıza borçluyuz. Ö teki Müslümanlar bize sempati gösterdilerse, bu­ nun nedeni bir halifeye sahip olmamız değildi; bizim güçlü olmamızdı."

Bu sözlerin anlamı açıktır. Şimdi Türkiye Müslüman dünyanın öncülüğüne talip oluyor; ama dini bir misyon temelinde değil, salt dış saldırıları püskürt­ mekle kalmayıp ülke içinde de gericiliği temizlemiş bir dünya devleti sıfatıyla. İslam dünyasının karşısına, kendisine biçilmiş halifeliğin savunucusu rolüyle değil, uzun zamandır yabancı emperyalizmin aleti durumuna gelmiş olan bu kurumun mezar kazıcısı olarak çıkıyor. Ö teki ülkelerden daha çok Hindistan'da göze çarpan halifelik hareketi de­ nen şey, milliyetçi Türkiye'nin eylemi sonucu anlamsızlaşacaktır. Teokratik denetimden kurtulmuş cumhuriyetçi bir Türkiye'ye bir ölçüde razı olsalar da, Hintli halifecilerin İsmet Paşa'nın şifalı sözlerini yutmaları zor olacaktır. Amacı halifeliği savunmak olan bir hareket, halifeliği yok etmeyi amaçladığım açıkça teslim eden ve bu amacını şimdi gerçekleştirmiş olan bir gücün nasıl taraftarı olabilir? Bir Hintli Müslümanlar heyeti, halifeliğin geleceğini görüşmek üzere kısa bir süre içinde Türkiye'ye gelecekmiş. Bu heyet acayip bir konumda olma­ yacak mı? Kuşkusuz Türk milliyetçilerinin devrimci eylemi Hindistan ufukla­ rında yankı yaratacaktır. Dinsel milliyetçiliğin ve aşırı bölgeci yurtseverliğin günleri orada da sayılıdır. Hintli Müslümanlar dinsel bir federasyon düşüncesinde ısrar ederlerse ge­ riciliğin kampına düşecekler ve bütün İngiliz karşıtı gevezelikleri gülünç ola­ cak. Ama Hindistan'daki Müslüman kitlelerin asıl derdi halifelik değil ve olayın dinsel bir niteliği de yok. Sıkıntıları çok daha yakında yatıyor ve dünyevi nite­ likte. Hint Müslümanların gericiliğin ağına düşmelerini önlemenin tek yolu, bu nedenle aşırı bölgeci dinsel yurtseverliğin ihanet içindeki zeminini ortadan kaldırmak ve yerine, halkın ruhunu kurtarmakla değil de maddi refahıyla ilgi­ lenen sağlıklı bir milliyetçilik koymaktır. İslam dünyasına çok geçmeden bir halife bulunacaktır. Bu yönde çabalar başladı bile. İstanbul'da saltanatın halifelikten ayrılmasından beri Hicaz Kralı Hüseyin'in adaylığı İngiliz himayesinde öne sürüldü. Şimdi daha da geliştiri­ lebilir. Makamı Mekke'de olan bir halife, dinsel otoriteye sahip olacak ve Müs­ lüman dünyasının bütün gerici unsurlarını birleştirmeye elverişli bir zemine kavuşacaktır. Yeni bir istem hemen hiç beklenmedik bir ülkeden geldi. Mısır'ın halifeliğin geri getirilmesini istediği bildiriliyor. Zahvul organları ajitasyona başladılar. Mısır Kralı halife yapılmak isteniyor. Mısır hükümeti ve ümmetçi çevreler genel olarak halifeliği korumayı zorunlu görüyorlar. Milli Türkiye'nin yerine "bağımsız Mısır" geçirilebilir. Amaç, dindarlara bir çoban sağlayarak genç Cumhuriyeti tecrit etmek. Bu durum herhalde ortaya çıkabilirdi. Bu nedenle, Türk yöneticiler saldırıya geçmeyi uygun gördüler. Bu eylemin köktenci yöntemi durumun ciddileşme­ ye başladığını gösteriyor. Bütün dini kurumların köküne, belirleyici bir darbe

indirildi. Türk milliyetçileri tinsel ateizm suçlamasını reddediyorlar. Gerçek­ te, teolojik kurumların ve dinsel cemaatlerin yalnızca gelişmenin önünde bir engel olmakla kalmayıp, kritik anlarda doğrudan bir tehlike de oluşturduğu düşünülüyor; çünkü gericiliğin bütün karanlık güçleri bu çevrelerde toplanı­ yor. Türkiye ve dinin egemen olduğu öteki Doğu ülkeleri bu toplumsal koşullar altında geri bırakıldıkları için özgürlük hareketleri daha keskin biçimler ala­ caktır; yitirilen zamanı kapatmak gerekmektedir. Halifeliğin kaldırılmasıyla birlikte başlatılan toplumsal politika öylesine devrimci ve geniş kapsamlıdır ki, bu politikanın pratik uygulamasını göz önünde canlandırmak zordur. Ama Türk milliyetçilerini böyle bir politika izlemeye zorlayan koşullar tartılıp iyi kavrandığı zaman, Cumhuriyet kurtarılmak isteniyorsa, bu çizginin kararlı bir biçimde uygulanması gerektiği de anlaşılır. Ve Türk önderler belirsiz bir dille konuşmuyorlardı. Öncü Müslüman ülkenin tutucu dinsel gelenekten kurtuluşu, ta Hindistan takımadalarına dek tüm Doğu'nun tarihinde yeni bir çağı başlatmıştır. Bu, esas olarak İslam halklarını ilgilendiriyor. Hem Hinduların hem de Hint Müslüman­ larının içindeki Ortodoks Hint milliyetçilerinin, Batı uygarlığı denen şeye karşı ülkelerinin bağışıklığı olduğu yolundaki derin inançları sarsılmaya başladı. İn­ san topluluğunun her sosyal ve politik kurumu, olağan gelişme sürecinde dün­ yevileştirilmelidir. Dinin dayanak noktası olan bilgisizliği paramparça eden uygarlık, insanlığın gelişmesinde bir aşamadır. O, dünyanın değişik yerlerinde pek de değişik biçimlere bürünmüyor. Türk parlamentosu beşinci yılına çağ değiştiren nitelikteki olaylarla başladı. Bu olayların anlamı, resmi devlet yayın organı ileri'deki bir başyazıda apaçık ortaya konuyor. Bu önemli karardan bir gün sonra yayımlanan başyazıya şu başlık atılmıştı: "Elveda Doğu!"

A. HALİFELİGİN KALDIRILMASI VE İNGİLİZ EMPERYALİZMİ192 15 Mart 1924

Ankara'daki Büyük Millet Meclisi beş ay önce Türkiye'deki saltanatı kaldı­ rıp Cumhuriyet ilan ettikten sonra bir adım daha attı ve aynı kişide toplana­ rak sultanlıkla birleştirilmiş ve son zamana kadar Osmanlı sarayında temsil edilmiş olan İstanbul'daki halifeliği kaldırdı. Halife ve oldukça kalabalık olan ailesi ülkeden sürüldü; Türkiye Cumhurbaşkanı Kemal Paşa'nın daha ılımlı bir yol önermesine karşın, Millet Meclisi'nde aile üyelerinin de sürgününe ka­ rar verildi. Türkiye'nin, özellikle İstanbul'un, Hindistan'a kadar bütün dindar Müslümanlar üzerindeki dinsel, inançsal ve bir ölçüde politik hegemonyasını ifade eden halifelik kurumunun -Halife Muhammed'in vekili- kökünün bütü­ nüyle kazınıp kazınmayacağı henüz cı.çık değil. Halifeliği bundan sonra dışa karşı Ankara'nın Büyük Millet Meclisi 'nin ya da onun başkanının temsil etmesi olasıdır. Her ne olursa olsun, halifeliğin kaldırılmasıyla birlikte, daha az kök­ tenci olmayan, "Şeriye Bakanlığı'nın kaldırılması ve halifeliğe mali desteğe son verilmesi" kararı alındı. Devletle Müslüman otoritenin birbirinden bütünüyle ayrılması girişimi ilerliyor. Ankara hükümetinin ve Büyük Millet Meclisi'nin bu adımı, bir yandan askeri bakımdan güç kazandıklarının bir ifadesi, öte yandan İtilaf Devletleri, 192

A. (İ stanbul), "Die Absetzung des Kalifen und der englische Imperialismus. Die Entschlüsse der groBen Nationalversammlung in Angora", (Ankara'daki Büyük Millet Meclisi'nin Kararları), lntemationale Presse-Korrespondenz, sayı 33, yıl 4, Mart 1924, s.383-384.

özellikle İngiltere'nin, genç Türk Cumhuriyeti'ne karşı harekete geçirdiği ve ha­ lifelik çevresinde toplanan karşıdevrimci güçlere karşı bir savunma hareketidir. Türk Cumhuriyet orduları harp oyunlarının kısa süre önce İzmir'de M. Kemal 'in önderliğinde gerçekleştirilmesinden hemen sonra bu adımın atılması anlamlıdır. Daha sonra Millet Meclisi'nde Cumhurbaşkanı Kemal Paşa'nın, Başbakan ismet Paşa'nın ve birçok Cumhuriyetçi Türk politikacının büyük politik açıklamaları­ na yer verildi. Bu açıklamalar, İtilaf Devletleri'nden -İtilaf Devletleri Lozan Barış Antlaşması'm hala onaylamamıştı, ama Türk Cumhuriyeti buna aldırmıyordu­ tam bağımsızlığı önemle vurgulamada ve Sovyetler Birliği ile dostça ilişkilerin altını özellikle çizmekte birleşiyordu. Tüm Müslümanların -ta Hindistan'a kadar­ politik önderliğini bütünüyle Millet Meclisi'nde toplama amacıyla bu politikaya karşı koyan halifenin azline karar verildi. Bu adımın dindar Müslümanlar arasın­ da yaratacağı öfke ciddi bir direnişe pek yol açamaz. Halife, Dünya Savaşındaki tutumu ve özellikle Dünya Savaşından sonra İtilaf Devletleri'nin maşası olması sonucu geniş Müslüman çevrelerde uzunca bir süredir itibarım kaybetmiş; nefret kazanmış, politik ve hatta dinsel etkisini yitirmişti. Türk Cumhuriyetinin kuruluşundan beri, hatta Türkiye'yi kendi mülkleri olarak gören ve Batı'nın emperyalist burjuvazisinin ve özellikle Ortadoğu'da en güçlü konumda olan İngiliz burjuvazisinin ayrıcalıklarına iştahla bakan yükselen Türk burjuvazisi ve köylülüğün kararlı bağımsızlık politikasından beri İngiltere, halifeyi ve çevresindeki feodal ve ulema kesimi daha çok diren­ meye kışkırtıyordu. Burada İngiliz emperyalistleri için önemli olan yalnızca Boğazlar'ın ya da Musul'daki petrol yataklarının denetimi değil, aynı zamanda İngiliz uyruğu Hint Müslümanları, Türkiye Cumhuriyeti'nin politikasını des­ tekleyen Müslümanlar ile öteki Müslümanları bölen halife aracılığıyla güdüm altına almaktı. Çünkü İngiliz hükümeti bağımsızlık düşüncelerinin bulaşması tehlikesini kestiriyordu. Buna karşılık, köktenciler ile tutucular arasında kes­ kin bir çatışmanın var olduğu Ankara Millet Meclisi, İtilaf Devletleri arasındaki çıkar çelişkileri ve çatlaktan -yalnız İngiltere değil, Fransa ve Amerika da Türk zenginliklerine, özellikle Musul kaynaklarına göz dikmişlerdi- kendi enerjik atılımı için yararlandı. İran'ı da, son günlerde özellikle dile getirilen cumhuri­ yetçi ve milliyetçi çabalarında destekledi. Halifeliğin kaldırılması önceki gelişmelerin bir ürünüdür. Son zamanlar­ da üst üste gelen olaylar, halifenin ve ardında gizlenen unsurların, özellikle İngiltere'nin, çok büyük bir karşıdevrimci harekat örgütlediğini, bu arada, Millet Meclisi'nde "Cumhuriyetçilik" taslayan etkili tutucu çevrelerin -eski Baş­ bakan Rauf Bey gibi- halife ile birlikte davrandıklarını açıkça gösterdi. Kısa süre önce Türkiye'de yürütülen iki büyük dava bunu açıkça kanıtladı. Bir dava İ stanbul gazeteleri Tanin, Tevhid-i Efkô.r ve İkdam'ın yazı işleri müdürlerine, öteki ise politikacı Lütfi Fikri'ye karşı açılmıştı. Sözü geçen gazetecilerin yö-

netmenleri, Hintli Ağa Han'ın mektubunu yayımladıkları için yargılanmışlardı. Bu mektup ve mektubun büyük gazetelerde yayımlanması, kuşkusuz daha çok İngiltere ve halife tarafından tezgahlanmıştı. Doğu halkları arasındaki dinsel ve de siyasal çelişkileri besleyip kışkırtarak kendi hakimiyetini güvence altı­ na almak İngiltere'nin yöntemiydi ve yöntemidir. Yargılanan gazeteciler, Ağa Han'ın mektubuyla aralarına sınır çektiler ve onu yalanladılar. Aklandılar. İs­ tanbullu gerici politikacı ve avukat Lütfü Fikri ile aynı zamanda gericiliğin öte­ ki örgütleyicileri de tutuklandılar. Halifelik lehinde bir hareket teşvik etmekle suçlandılar. Lütfü Fikri, monarşist görüşlerini gizlemedi. Fransa'nın ünlü "libe­ ral" tarihçileri a la Taine ve Renan'a göre, o halifelik lehine her türlü gerekçeyi sayarken, savcı Fransız İhtilali'ne dayanıyor; halifeye karşı yıldırıcı bir tavır alıyor ve sanık için ölüm cezası istiyordu. Sonunda beş yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı. Bu davalar hem Türkiye'deki keskinleşmiş iç çelişmeleri hem de gericiliğin hareket halindeki güçlerini ortaya koydu. Lozan Barış Antlaşması'ndan beri İngiliz-Türk ilişkileri sürekli kötüleşti. Tarım makineleri dışalımı için İngiliz­ lere tanınmış olan Kennedy ayrıcalıkları iptal edildi, Anadolu Demiryollan'nı İngilizlere devreden anlaşma onaylanmadı, bu arada Urquard tarafından plan­ lanan tatlı işler de ... Türkler Musul sorununda uzlaşmaz olduklarını ortaya koydular. Hem Londra'daki hem de İstanbul'daki görüşmeleri reddettiler. An­ kara hükümeti kendi burjuvazisinin ve orta köylülüğün çıkarlarını enerjik bir biçimde savunuyor. Ancak, Türkiye'nin mali durumu kötü olduğundan Türk milliyetçileri de sık sık devletin ekonomik durumunu düzeltmede dış yardımı çıkar yol olarak görüyorlar. İngiliz emperyalistlerinin Türk politikasına karşı olan tüm güçleri destek­ lemesinde şaşılacak bir şey yok. Halifeliğin savunulmasını şiar edinen tüm grup ve kişileri finanse ettiler. En başta zengin ulemayı ve mallarına -devlet finansmanı için- el konacak zengin tarikatları harekete geçirdiler. İngiltere'nin, dindar Müslümanları halifelik için ayaklandırma çabalan, halifeliğin kaldırıl­ masını doğrudan etkiledi. İngiliz emperyalistleri şimdi doğal olarak savaş borusu çalıyorlar. İngiliz gözdesi Arap Kralı Hüseyin'e halifeliğini ilan ettirdiler bile. Bu durum, Fran­ sızlarda hoşnutsuzluk yaratıyor. Bunlar Türkiye'deki gelişmeyi sempati ile izli­ yorlar (Rus ve Alman basını gelişmeyi açıktan açığa selamlıyor). 5 Mart tarihli Temps, başyazısında "Fransa'nın Türkiye'deki manevi etkisi ve maddi çıkarları zayıfladığı" yazıklanıyordu. " İnsan kendini yeni döneme uydurmalı ... " MacDo­ nald hükümeti, karanlık adamların öncüsü olarak şimdi zor bir durumda. Her ne olursa olsun, Ankara hükümetinin karan tüm Doğu'daki bağımsızlık hare­ keti için büyük bir itici güç anlamını taşıyor.

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi TÜRKİYE KOMÜNİST PARTİSİ193 Haziran 1924

Türkiye Komünist Partisi, ilk olarak 4. Kongre'den sonra, Türkiye'deki bü­ tün bağımsız komünist grupların bir araya getirilmesiyle kuruldu. Komünist Partisi, işçi kitleleriyle önemli bağlar kurabildi ve bu sayede İzmir İktisat Kongresi'ne temsilci yollayabildi. Kongre'de komünistler fiilen bütün işçi grup­ larını yönettiler ve işçi yasaları hakkında oldukça kapsamlı bir programın ka­ bul edilmesini sağladılar. İstanbul'da, yoldaşlarımızın yönetimi altında bütün Türkiye'yi kapsayacak bir sendika federasyonu kurulmak istendiğinde, hükümet, Parti'nin Merkez Komitesi'ni ve birçok etkin üyesini (17 kişi) tutuklattı. Duruşma büyük bir gös­ teriye sahne oldu ve yoldaşların hepsinin beraat etmeleriyle sonuçlandı. Bu başarısızlıktan sonra hükümet, idari baskılara girişerek birkaç ay içinde partinin faaliyetini tümüyle felce uğrattı. 193

'Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu', Raporu/1924 Komünist Enternasyonal 5. Dünya Kongresi Tutanağı, Bericht über die Tatigkeiten der Exekutive der Kommunistischen Internationale vom iV. his V. Weltkongress, "K.P. der Türkei", Cari Hoym & Nachfolger, s.57-58. Bu rapor, Komünist Enternasyonal'in 5. Dünya Kongresi'ne sunulmuştur 5. Dünya Kongresi 17 Haziran ı924-8 Temmuz 1924 tarihleri arasında toplandı. KEYK Raporunun bu kongreye sunulduğıı anlaşılıyor. O nedenle Rapor tarihini tahmini olarak Haziran 1924 olarak yazdık. (YN)

1923 sonbaharından itibaren bütün Türkiye'yi 25 bin işçinin katıldığı bir grev dalgası sardı. Bu, gerek kapsadığı alan gerekse örgütlenme bakımından Türkiye'de eşi görülmemiş bir grev dalgasıydı. Grevlerin çoğu işçilerin zaferiyle sonuçlandı ve işçi kitlelerinin büyük ço­ ğunluğunun birleşmesine yol açtı. Genç işçi hareketini ele geçirmeye çalışan hükümet, kendi ajanları aracılığıyla "milli" sendika federasyonları kurulma­ sını var gücüyle destekledi. Aynı zamanda da komünistlere karşı amansız bir baskı kampanyası başlattı. Güçsüz olan Komünist Partisi bu kampanyaya karşı duramadı ve sonuç olarak en etkin komünistler sendikalardan çıkarıldı. 1923 sonbaharında 25 bin işçinin üye olduğu Türkiye Genel Sendika Federasyonu kuruldu. Sendikaların bugünkü durumu Türkiye işçi hareketi için en büyük tehlikedir. Komünistlerle bağlarını hala sürdüren bazı güçlü sendikaların Türkiye Ge­ nel Sendika Federasyonu'na katılmadıklarını belirtmek gerekir. Bunlardan ba­ zıları Demiryolu İşçileri Sendikası, Matbaacılar Sendikası vb.dir. 1924 Mart'ında, Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi, Türkiye mese­ lesiyle ilgili olarak, bir komisyona Türkiye Komünist Partisi için gerekli bir dizi talimat hazırlama görevini verdi. Komisyon, Komünist Partisi'nin sendikalar içinde yeteri kadar faaliyet gös­ termediğini ve işçi kitlelerinden kopma tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu belirtti. Aynı zamanda, milliyetler meselesi ile köylü meselesinde de açık bir tavır alınması gerektiği üzerinde durdu. Komisyon, tüm parti çalışmasının bu yönde yeniden düzenlenmesi gerekti­ ğini, aynı şeyin partinin yayın organı için de geçerli olduğunu açıkladı. Parti içindeki bölünmeden sonra Türkiye Komünist Partisi sayı bakımından güç kaybetti, ama öte yandan da ilk kez İzmir, Zonguldak vb. gibi bir dizi sanayi merkeziyle bağlar kurdu. Aydınlık, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da Partinin merkezi yayın organı olmaya devam edecektir (1000 adet basılmaktadır). Bir süre öncesine kadar Parti, Vazife adlı haftalık bir dergi (1500 adet basılmaktadır) çıkarıyordu. Bundan sonra ise Vazife yerine, en kısa zamanda işçiler için bir kitle gazetesi çıkaracaktır.

Manuilski MİLLİYETLER VE SÖMÜRGELER MESELESİ ÜZERİNE RAPOR194 30 Haziran 1924

( . .. ) Söz konusu ülkeler, Türkiye ve Mısır'dır. Türkiye'de Kemal Paşa'nın yabancı ordulara karşı yürüttüğü devrimci kurtuluş savaşından sonra, tabandan gelen hareketin dalgasıyla yükselen genç Türk burjuvazisi iktidara geldi. Mısır'da ise iktidar sorununu İngiliz hükümeti "tepeden inme bir reform"la, Zağlul Paşa'nın sürgünden geri dönmesi ve Mısır'ın yönetiminin kendisine devredilmesiyle çözdü. Bu ikisi farklı türden hareketlerdir; ne var ki yol açtıkları toplumsal­ siyasi değişikliklerin niteliği bakımından sonuçları aynı olmuştur. Her iki du­ rumda da, yerli burjuvazinin zaferi böyle başlamıştır. Ve buna rağmen, Türk yoldaşlarımız, bu oldukça açık durumda taktik açıdan vahim hatalar işlediler. Ö rneğin, Türkiye Komünist Partisi'nin yayın organı olan Aydınlık'ta, Komünist Partisi'nin yabancı sermayeye karşı milli sermayenin gelişmesini destekle­ mesini öneren bir dizi makale yayımlandı. Burada Türk yoldaşların, vaktiyle Rusya'da işçi sınıfını kapitalizmin gelişmesini teşvike çağıran Bay Struve'nin 194

Manuilski, "Nationalitaten- und Kolonialfrage", 20. Oturum, 30 Haziran 1924, Komünist Enternasyonal 5. Dünya Kongresi Tutanağı c.2, Verlag Cari Hoym Nachf., s.625-633. Protokolle des V. Weltkongress der Kommunistischen Internationale. (Bu rapor, Komünist Enternasyonal'in 5. Dünya Kongresi'ne sunulmuştur)

legal Marksizmiyle aynı eğilimi taşıdıklarını görüyoruz. Tıpkı Rus Struveciliği gibi, bazı Türk yoldaşlarımız da başlangıçta, ülkedeki üretici güçlerin geliş­ mesinin çıkarlarıyla sermayenin gelişmesinin çıkarlarını birbirine karıştırma eğilimindeydiler. Gerçi bu hataları konusunda uyarıldıklarında Türk yoldaşla­ rımız çizgilerini düzeltmişlerdir, ancak biz yine de diğer genç şubelerin bu tür hatalar işlemelerini önlemek için talimatlar hazırlamalıyız. ( .. .) Nihayet, bu hatanın dördüncü şeklini de göz önüne almak gerekiyor. Aydın­ lık dergisinden Türk yoldaşlarımızın görüşü bu kategoriye girmektedir. Onlar, gerçekten de, proletaryanın burjuvaziyle sınıf işbirliğinden yana çıkmışlardır. Bu görüş de yeni değildir.

Faruk [Ali Cevdet] MİLLİ MESELE VE SÖMÜRGELER ÜZERİNE KONUŞMA195 30 Haziran 1924

Yoldaşlar, Türkiye'de milli meselenin şu dört yönü vardır: 1. Proletarya ile devrimci milliyetçilik arasında siyasi ve iktisadi alandaki ilişkiler, 2. Proletarya ile devrimci milliyetçilik arasında emperyalizme karşı milli kurtuluş mücadelesi içinde ve ortaçağ kurumlarına karşı mücadelede ortaya çıkan ilişkiler, 3. Proletaryanın azınlıklara karşı takındığı tutum, 4. Proletaryanın emperyalist milliyetçiliğe karşı tutumu. Manuilski yoldaş, meselenin yalnızca birinci yanına değindi ve Partinin merkez organında, milliyetçilikle siyasi ve iktisadi alanda işbirliği yapma eğili­ mi gösterdiğimiz gerekçesiyle bizi eleştirdi. Ne var ki, Manuilski yoldaşın Türkiye Komünist Partis� hakkındaki iddiaları doğru değildir. Partide işbirliğinden yana bir eğilim olmamıştır. Parti, sadece, devrimini sona erdirerek mücadelesinin ikinci aşamasına giren burjuvaziye karşı bun195

Faruk, "Fortsetzung der Diskussion über die Nationalitaten- und Kolonialfrage", 20. Oturum, 1 Temmuz 1924, Komünist Enternasyonal 5. Dünya Kongresi Tutanağı, Verlag Cari Hoym Nachfolger, Berlin-Harnburg, s.708-712. Protokolle des V. Weltkongress der Kommunistischen lnternationami (Bu konuşma, Komünist Enternasyonal'in 5. Dünya Kongresi'nin 20. Oturumunda yapılmıştır.) Faruk takma adı Baytar Ali Cevdet'indir. (YN)

dan böyle nasıl bir yol izleneceği konusunda bir anlık bir tereddüt göstermiştir, o kadar. Yoldaşlar, izninizle bu eğilimin doğuşunu ve tasfiye edilişini kısaca özet­ lemek istiyorum. Emperyalizme ve gericiliğe karşı mücadele (yani saltanatın, halifeliğin, feodal ayrıcalıkların ve bütün ortaçağ kurumlarının tasfiyesi), an­ laşmaların imzalanması sultanın tahttan indirilmesinin ilanı ya da halifeliğin kaldırılmasıyla akşamdan sabaha gerçekleşmemiştir. İşte, Lozan'dan bu yana Türkiye'deki durum budur ve bu durumu benzer koşullar altında bulunan diğer pek çok ülkede, örneğin emperyalist kapitü­ lasyonların boyunduruğundan şeklen kurtulmasından sonra Çin'de aynen görebiliriz. Milliyetçi devrimin ilk aşamasını tamamlamış olan uzlaşmaz Türk milliyetçileri, hem son pratik aşamayı gerçekleştirmek, yani kapitülasyonsuz bir rejim kurmak hem de gericiliğin geri gelme çabalarını önlemek amacıyla emperyalizme karşı mücadeleyi sürdürdüler. İşte "Düyunu Umumiye"nin ve mali denetimin kaldırılması, dinsel okulların ve "medreseler"in kapatılması emperyalist kapitalistlerin, örneğin yargı organlarına her türlü müdahalesinin önlenmesi, hanedanın ve halifeliğin geri getirilmesi çabalarına karşı mücadele gibi meseleler, uzlaşmaz milliyetçilerle ortak yürütülecek mücadele sonunda olumsuz yoldan, yani yıkma yoluyla çözülebilecek meselelerdir. Kanımca, pro­ letarya bu mücadeleye mutlaka katılmalıdır; çünkü bu sadece milliyetçiliğin değil, proletarya ideolojisinin de doğrudan bir görevidir. Bu meseleler, pratik­ te tasfiye edilirken, proletarya ve burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesi açık bir biçim alacaktır. Lenin, Marksistlere, meselenin bu açıdan ele alınması ge­ rektiğini göstermiştir. Bu olumsuz sürecin yanı sıra bir de olumlu süreç vardı. Milliyetçi burjuvazi, bu süreç boyunca kendine yeni bir başkent, yeni bir ordu, yeni bir jandarma inşa etti ve yeni bir idare mekanizması kurdu; ağır vergi­ ler altında ezilen diğer sınıflar üzerinde, emekçi kitleler üzerinde hakimiyetini adım adım pekiştirdi, demokrasiyi kısıtladı ve halkın hükümete, adalet işlerine vb. özgürce ve doğrudan katılmasına izin vermedi. İşçilere sendika kurma ve grev hakkı, toplu sözleşme imzalama hakkı tanınmadı. Burjuvazi, az topraklı ya da tamamen topraksız köylüler için (yarı köle durumundaki "marabalar" için) hiçbir şey yapmadı; yeni yeni devlet tekelleri, yeni vergiler ve harçlar ge­ tirdi. Burjuvazinin bu zorba hakimiyetine karşı mücadele etmemek, proletar­ yanın ve emekçi kitlelerin çıkarlarına ihanet olurdu. Ve Partide hiç kimse, milli burjuvaziye emekçileri ezme özgürlüğünün tanınması gibi bir görüş savun­ mamıştır. Yalnız şu var ki, toplumdaki çeşitli güçler arasındaki ilişkiler sınıf mücadelesini pratikte olağanüstü karmaşık bir hale getirmişti. Çünkü yabancı emperyalist kapitalizmle her bakımdan uzlaşmaya hazır, oportünist ve gerici bir muhalefet hızla ve büyük bir güçle oluşmaktaydı. Elinde yarım düzineye ya-

kın büyük gazete tutan bu muhalefet, uzlaşmaz milliyetçilere karşı şiddetli bir kampanya açarak, onları yabancı sermayeye güven vermemekle ve Türkiye'nin Müslüman ülkelerin gözündeki saygınlığını sarsmakla suçladı. Savaşın ağırlığı altında ezilmiş ve yasaklar yüzünden yıpranmış olan emekçi kitleler, muhale­ fetin bu manevralarına kolayca kanıyorlardı; hatta ordunun üst kademelerinde bile ikilikler çıkmıştır ve bu koşullar altında gericilik her zaman için gündemde olan bir tehlikedir. İşte bütün bu karmaşık koşullar, Manuilski yoldaşın sözünü ettiği eğilime yol açmıştır. Bu eğilimin etkisinde kalan yoldaşlar, daha çok mil­ liyetçilerin bir devlet ekonomisi örgütlemesine aldandılar. Çünkü milliyetçiler işlerini dış kredi almadan yürütmek zorunda olduklarından, devlete tekeller­ den gelir sağlıyor, kapitalist devlet işletmelerine mali yardım yapıyor, gemiler alıyor, demiryolları, tekstil ve şeker fabrikaları inşa ediyor, belediyeler kanalıy­ la pazar yerleri, fırınlar, değirmenler vb. yaptırıyorlardı. Başka yoldaşlar için ise, milliyetçilerin iktisadi ve siyasal programı apaçıktı. Bu programın sadece Anadolu orta burjuvazisinin çıkarlarına hizmet ettiğini ve yabancı sermaye bu yeni kapitülasyonsuz rejime alışır alışmaz ya da müt­ tefiki olan oportünist ve muhalif burjuvazi, uzlaşmaz milliyetçileri alt ederek yeni bir kapitülasyon sistemi kurar kurmaz, bu zoraki devlet kapitalizminin yok olmaya mahkum olduğunu görüyorlardı. Bu konuda tartışılmış ve şu nok­ talar tespit edilmiştir: 1. Gerçi milliyetçi devrim henüz sınırlarına gelip dayanmamıştır, ama bu sınırlar ufukta belirmeye başlamıştır ve en radikal burjuvazi bile bu sınırları aşamaz. Bunu ancak proletarya yapabilir. Proletarya, milletin emperyalist bo­ yunduruktan kurtuluşunu sonuna kadar götürmek için, devrimi tamamlamak için mücadele etmeli ve feodalitenin ve ortaçağ kurumlarının bütün kalıntıla­ rını nihai olarak ortadan kaldırmalıdır. Proletarya bunu milliyetçilik açısından değil, salt proleter açıdan yapmak zorundadır. Hatta uzlaşmaz milliyetçiler ko­ şullara boyun eğseler ve yabancı sermayeyle ve yerli gericilikle uzlaşsalar bile, o, bu mücadeleyi yürütmelidir. 2. Proletarya devrimci milliyetçilikle yalnızca yıkma konusunda işbirliği yapmalıdır; çünkü burjuvazinin başlatacağı her inşa faaliyeti kendi çıkarlarına hizmet eder. Bu yüzden sınıf mücadelesi mutlak bir zorunluluktur. 3. Komünist Partisi'nin görevi, proletaryayı ve emekçi kitleleri örgütlemek ve onları, burjuvazi hangi demokratik şekle bürünürse bürünsün, burjuvaziye karşı mücadeleye sokmaktır. Meselemizi program komisyonuna sunduk. Ayrıca Milli Komisyon'dan rica­ mız, yalnız Türkiye Komünist Partisi için değil, aynı zamanda pek çok başka ülke için, tüm Enternasyonal için önemli olan bu mesele hakkındaki görüşünü açıkça belirtmesidir.

Şimdi Türkiye'deki milli meselenin ikinci yönünü ele alalım. Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, proletarya emperyalizme ve gericiliğe karşı mücadeleye katılmak zorundadır. Şu sıralarda milliyetçiler, Fransız emperyalizmine karşı bir gerilla savaşı örgütlüyorlar. Öte yandan Irak'ta İngilizlere karşı milliyetçilik güç kazanmaktadır. İngilizlerin can düşmanı, ünlü Iraklı reis Aceum'un Türk milliyetçileriyle birlikte hareket etti­ ğini görüyoruz. Afrika'daki Sunusi hareketinin Anadolu milliyetçileriyle güçlü bağları vardır. Türkiye Komünist Partisi, emperyalizmi hedef alan bu hareke­ te büyük değer vermektedir. Bunlar, Avrupa emperyalizmini ciddi güçlüklerle karşı karşıya bırakabilecek askeri cephelerdir. Sadece Türklerin silaha sarılma­ sına değil, aynı zamanda Kürt reislerinin İngiltere'ye karşı ayaklanmasına da bakalım. İ ngiltere'nin peş peşe bombardımanları kar etmemiş, İngilizler Süley­ maniye ve Revandiz'i Kürtlere terk etmek zorunda kalmışlardır. Ayrıca, Fas'ta İspanyol emperyalizmine karşı mücadele eden ve onu ganimetinden vazgeç­ meye zorlayan Abdül Kerim'i de hesaba katmak zorundayız. Türkiye Komünist Partisi'nin görüşüne göre, eğer dünya proletaryası ve Komünist Enternasyonal bu hareketleri ciddi olarak desteklerse, MacDonald, Herriot ve Mussolini de, Lloyd George ve Poincare'ye Anadolu'da indirilen şamarın aynısını yiyeceklerdir. Yakındoğu'yu diğer sömürge ve yarısömürge ülkelerden ayıran, onun em­ peryalizme karşı verdiği silahlı mücadeledir. Yunanistan'da "Etniki Eterya"dan Türkiye'de "Müdafaai Hukuk"a kadar bir dizi milliyetçi mücadelenin 19. yüzyıla damgasını vurduğunu görüyoruz. Milli devrimci süreç, uluslararası önem ta­ şıyan mücadelelerle birlikte ilerlemektedir. Abdülkadir'in Fransız emperyaliz­ mine karşı, Şamil'in Çar'a karşı verdiği mücadeleler aynı sürecin parçasıdırlar. Sunusi, Aceun, Mahmud, Rıza Han, Mustafa Kemal, Simko ve diğerleri, ister burjuvazinin, isterse feodal sistemin temsilcisi olsunlar, ezilen Yakındoğu'da dünya kapitalizmine karşı mücadele bayrağını yükseltiyorlar; bu dünya kapi­ talizmi aynı zamanda dünya proletaryasının da düşmanıdır. Biz, bu hareketleri ve emperyalizme karşı kurulmuş bulunan bu cepheleri var gücümüzle desteklemeliyiz. Bu sayede yüce Lenin'in vasiyetini196 yerine ge­ tirmiş oluruz. Şimdi gelelim azınlıklar meselesine. En önemli milli azınlık Kürtlerdir ve son elli yıl içinde Kürt meselesi, feodal biçimde ve kısmi bir mesele olarak üç-dört kez gündeme geldi. Kürt milli mese­ lesi hiçbir zaman bütün boyutlarıyla ortaya serilmedi. Bugünkü yasalar, bütün Müslüman halka aynı anayasal hakları tanımaktadır. Bu yüzden, Kürtlerin ayı96

Bir başka vasiyetin aksine, Lenin'in dünya proletaryasına vasiyeti, Doğu'nun topraklarını de­ ğil, kalbini fethetmek; yani onu köleleştirmek ve sömürgeleştirmek değil, ortak düşmanımız emperyalizme karşı mücadelede desteklemekti.

dm ve burjuva unsurları, hiçbir milli ve ayrılıkçı talep öne sürmüyorlar. Türk burjuvazisi, ayrılıkçı tutumları yüzünden rakip ve can düşmanı olarak gördü­ ğü Rum ve Ermenilere karşı ise bambaşka davranıyor. Milliyetçiler, Hıristiyan azınlık için yerleşme bölgeleri tespit etmeyi ve İ stanbul dışındaki şehirlerde Hıristiyanların varlığını yüzde 10 olarak sınırlamayı tasarlıyorlar. Türkiye Ko­ münist Partisi, Hıristiyan ve Türk olmayan azınlıklara yapılan her türlü milli baskıya karşı mücadele ediyor ve bundan sonra da edecektir. Bununla birlikte, patrikhanelerin ve şeyhülislamlığın tasfiyesi, proleter bir görevdir. Türkiye'de milli meselenin dördüncü yönüne gelelim. Burada söz konusu olan, ırkçılık meselesidir. Pantürkizm hareketidir. Bu hareket, Dünya Savaşı sı­ rasında, özellikle de Türk ordularının Kafkasya'yı işgal altında tuttuğu 1917-18 yıllarında güçlü bir şekilde gelişti. Ne var ki, Mustafa Kemal 1921'de Pantürkizm ve Panislamizmin maceracı siyasetler olduğunu açıkladı. Öte yandan, 1923'ten bu yana yeni bir gelişme gösteren Türk Ocaklarının (Pantürkist kulüpler), ken­ dilerini Türk olarak nitelendirdikleri ve yarı resmi yayın organlarıyla birlikte 1923'ten beri Sovyetler Birliği'nde yaşayan Turan halklarına karşı büyük ve sistemli bir ilgi gösterdikleri doğrudur. Bu ilgi, daima, Bolşevizm aleyhtarı bir kampanya ile iç içe yürüyor. Bu halkların Resulzade ve Leki Oeldi gibi burju­ va temsilcileri, Bolşevikleri emperyalist olmakla ve Turan halklarını ezmekle suçluyor ve onlara karşı amansız bir kampanya yürütüyorlar. Ama İstanbul 'da­ ki işçiden Anadolu'nun en ücra köyündeki ihtiyar nineye kadar bütün emekçi kitleler "Bolşevikler dostumuzdur" diyorlar. Ne var ki, aydınlar tamamen zehir­ lenmiştir. Meselenin en zor yanı da budur ve Türk-Bolşevik ilişkileri açısından da belirleyicidir. Komünist Enternasyonal, bu akımla yakından ilgilenmelidir. Partimiz, bu görevin üstesinden henüz tek başına gelemeyecek kadar genç ve zayıftır. İllegal koşullarda çalışıyoruz ve büyük kayıplara mal olan hatalar iş­ lenmiştir. İlkönce Mustafa Suphi yoldaş şehit düştü. O, legal bir parti olarak faaliyet yürütmemizin mümkün olduğu görüşündeydi. Bu görüş onun ve diğer 14 yoldaşın hayatına mal oldu. Bundan sonra, Ocak-Şubat 1922'de iki kurban daha verdik. Aynı sıralarda, Ankara'daki merkez komitesinin onlarca yıl ha­ pis cezasıyla yok olmasına yol açan da bu illegal koşullardı. 1922'de Ankara'da partimizi Doğu şubesinin yönetimi altında olmasına rağmen, legale çıkartmak için yeni bir girişimde bulunuldu. 1923'te İstanbul'da yapılan 1 Mayıs çağrısı tutuklamalara ve henüz sonuçlanmamış bir davaya yol açtı. İşte Türkiye Ko­ münist Partisi, bu koşullar altında faaliyet göstermek zorundadır ve olanaklar ölçüsünde gelişip güçlenmiştir. Fakat hala çok küçük illegal bir partidir. Eğer önünde duran görevleri iyi bir şekilde yerine getiremiyorsa, bunun nedeni güç­ lerinin yetersizliğidir. Marksist-Leninist eserlere ve çok sayıda daha kapsamlı legal yayına ihtiya­ cımız var.

Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi bize çok yardımcı oldu. Fakat biz, ondan daha da fazlasını bekliyoruz. Marksist eserlerin Türkçe basılmasına ve dil meselesine büyük önem verilmesi gerekiyor. Komünist Enternasyonal'in kardeşçe desteği sayesinde yakında bir kitle partisi olacağımızı ve bütün işçi ve köylülere, bir kısım aydınlara, özellikle de yarıproleter aydınlara dayanaca­ ğımızı umuyoruz. Yaşasın Komünist Enternasyonal! Yaşasın Dünya Devrimi!

Fevziye KOMÜNİST ENTERNASYONAL KADINLAR KONGRESİ'NDE KONUŞMA197 14 Ağustos 1924

Bugüne kadar Türkiye'de kadınların örgütlü bir kitle hareketi yoktu. Yaban­ cı sermayenin rekabeti, ülkenin hala yarıfeodal nitelikteki ekonomisinin geliş­ mesini engelliyordu. Nüfusun yüzde SS'i köylüdür. Köylü kadınların durumu çok kötüdür ve savaş yüzünden daha zorlaşmıştır. Kadınlar, 1908 yılından beri toplumsal üretime büyük ölçüde katılmaya başladılar. Posta, telgraf ve telefon gibi devlet kurumlarında, eğitim alanında, hastanelerde ve terzi atölyelerinde çalışıyorlar. Geniş tabakaların proleterleşmesiyle birlikte kadınlar da özellikle militarizmin ve Rum ve Ermeni işçilerin göçü sonucu sanayi alanına (tütün, deri, konserve) girmeye başladılar. Türkiyeli proleter kadınlar, örgütlenmelerinin geri olmasına rağmen (Tür­ kiye Komünist Partisi'nin 10 kadın üyesi vardır) işçilerin mücadelesine katılı­ yorlar. Son zamanlarda, sadece kadınların çalıştığı fabrikalarda üç büyük grev yapıldı. Burjuva kadın hareketi hızla gelişmektedir ve arkasında büyük bir basın vardır. Bu örgütler, sanayiye ucuz kadın işgücü sağlamayı kendilerine görev edinmişlerdir. 197

Fevziye, "Fevsije (Türkei)", Intemationale Presse-Korrespondenz, sayı 106, yıl 4, 14 Ağustos 1924, s.1369.

L. Geller SÖMÜRGE VE YARISÖMÜRGE ÜLKELERDE İŞÇİ HAREKETİ198 20 Şubat 1925

Tek tek, Doğu ülkelerinde işçi hareketinin karşısında duran görevler, genel siyasi ve ekonomik duruma uygun olarak birbirinden çok değişiktir. ( ... ) Daha, yakın zamanlara kadar İ ngiliz-Fransız sermayesinin bir yarısömürge­ si olan Türkiye, milli devrimini tamamlamış ve kendisini, elde silah, emperya­ list boyunduruktan kurtarmıştır. Mücadele sürdüğü sürece Kemalist hükümet, köylülerle ve işçilerle iyi ge­ çindi. Fakat savaş sona erer ermez "halk" hükümeti, işçi hareketine zalimce baskı uygulamaya başladı. Sendikalar yasaklandı. Sadece, başında hüküme­ te sadık adamların bulunduğu sendikalara izin verilmektedir. Casusluk, milli şoven duyguları körükleme, Türk işçilerini Ermeni, Yunan ve Yahudi sınıf yol­ daşlarına karşı kışkırtma, Kemalist siyasetin en sevdiği yöntemlerdir. Sayıca az olan ve özellikle İstanbul, İzmir, Bursa ve madencilik bölgesi Zonguldak'ta yo­ ğunlaşmış bulunan Türkiyeli işçiler kendilerini bir yandan milli-dini çevrelerin etkisinden, öte yandan da Zubatov199 türünden "önder"lerin etkisinden ancak büyük çabalar sonucunda ve yavaş yavaş kurtarabilmektedirler. 198 199

L. Geller (Moskova), "Die Arbeiterbewegung in den kolonialen und halbkolonialen Liindem", Intemationa/e Presse-Korrespondenz, sayı 27, yıl 5, 20 Şubat 1925, s.396-397. Zubatov, Çarlık Rusyası'nın ünlü gizli polis şefidir. (YN)

İstanbul'da tramvay işçilerinin ve Zonguldak'ta maden işçilerinin yaptığı son grevler ve diğer hareketler, sadece İstanbul'daki işçilerin değil, bugüne ka­ dar Kemalist hükümetin dayanağını oluşturan Anadolu işçilerinin safında da artık sınıf bilincinin, yani sadece yabancı kapitalistlere değil, yerli kapitalist­ lere karşı da mücadele etmenin zorunlu olduğu bilincinin giderek daha fazla yerleştiğini göstermektedir. (...)

KÜRDİSTAN'DAKİ AYAKLANMANIN ANLAMI2°0 26 Şubat 1925

Mustafa Kemal'e ve Ankara hükümetine karşı Kürdistan'daki Şeyh Sait Ayaklanması, Moskova tarafından Türk gericiliğinin İngiliz emperyalizmiyle ittifak halinde bir geri dönüş girişimi olarak değerlendirilmektedir. Kemal, genel olarak ulusal kurtuluş hareketini temsil etmekte ve Türkiye'nin demokratlaştırılması ve feodal kalıntılar ile Müslüman din adamlarının etki­ sinden kurtarılması için çalışmaktadır. Kemal'e karşı, ilk olarak emperyalizm, ikinci olarak feodal ağalar, üçüncü olarak din adamları ve dördüncü olarak liman şehirlerinin yabancı sermayeye bağlı ticaret burjuvazisi mücadele et­ mektedir. Son zamanlarda bütün gerici güçler, Kemal'e karşı bir harekete önderlik eden "Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası"nı kurdular. İsyancılar, din adamla­ rının yobazlaştırdığı göçebe aşiretleri harekete geçirdiler ve dinci sloganlarla ortaya çıktılar. Ayaklanma büyük toprak ağalarının hakim olduğu Doğu illerinde patlak verdi. İsyancıların arkasında, Musul sorununda yani petrol sorununda çıkarı olan İngiltere bulunuyordu. Ayaklanmanın başladığı tarih, ilk olarak Musul sorununun Milletler Cemiyeti'nin bir komisyonu tarafından araştırıldığı, ikinci olarak hükümetin 200

"Die Bedeutung des Aufstandes in Kurdistan" (Moskova, 26 Şubat 1925), Intemationale Presse-Korrespondenz, sayı Jı, yıl 5, 1925, s.458 Bu yazı, basına özel bültenle verilmiştir. .

zaman zaman toplam ürünün yüzde SO'ini bulan aşarı kaldırmayı planladığı bir döneme rastlıyordu. Ayaklanma, bölgedeki ulaşım zorlukları, kötü hava koşullan ve sınıf mücadelesi yüzünden güçlükle bastırıldı. Şehir küçük burju­ vazisi ile orta burjuvaziye ve köylülüğün bir kısmına dayanan Kemal hüküme­ tinin, büyük toprak ağalığına, yobazlığa ve İ ngiliz emperyalizmine karşı sınıf mücadelesi tayin edici bir aşamaya girmiş bulunuyor.

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi KÜRDİSTAN'DA AYAKLANMA-DOGU RAPORU201 3 Mart 1925

ı. Genel Anlamı

Kürt Ayaklanmaları, Yunanların Osmanlı topraklarını işgal ettiği dönemde de tekrar tekrar cereyan etmiş, fakat buna rağmen Ankara hükümeti için bir tehlike oluşturmamıştı. Patrikhane sorununun yol açtığı şimdiki Türk-Yunan gerginliği de askeri açıdan yine ciddiye alınacak bir tehlike oluşturmuyor. Her an bir harekat yapabilecek gücü olan Türk ordusunun doğuda önü açık görünü­ yor. Kürt ayaklanmasının, Ankara hükümetini askeri anlamda sarsması gibi bir durum söz konusu değil. Ayaklanmaya asıl ve en başta, yakın gelecekte çözül­ mesi beklenen Musul sorununa etkisi açısından bir anlam ve önem verilmeli. 2. Ayaklanmamn Merkezi, Yayılması ve Askeri Durum

Bingöl'ün Genç ilçesinde başlayan ayaklanmayı "basit bir çete savaşı" ola­ rak küçümseyen Fethi Bey hükümeti, isyancıların, müdahale için gönderilen 201

Bu rapor, Komintern'e sunulmuş olup Rusya Toplum-Siyasal Tarih Devlet Arşivi'nde (RGASPİ) fond 544, liste 3, dosya 129, yaprak 12-17 numaralanyla kayıt altındadır. Aslı Almanca olan ra­ porun üstünde Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi (KEYK) Arşivi damgası bulunmak­ tadır. Aktaran: Mehmet Perinçek, Türk-Rus Diplomasisinden Gizli Sayfalar, Kaynak Yayınlan, İstanbul, Kasım 2016.

küçük bir jandarma birliğini yerli basından gelen haberlere göre sürpriz bir şe­ kilde geri püskürtmeleri üzerine görevi bıraktı ve İsmet Paşa, rahatsızlığı daha tam iyileşmeden yeni hükümetin başına geçti. Hükümet, Kürt başkaldırısının Ergani, Diyarbakır ve Harput'a da yayılması üzerine on iki doğu ilinde savaş hali ilan etti. Bir ara Diyarbakır, Malatya ve Ergani'nin Kürtlerin eline geçtiğini duyurdu, ancak daha sonra bunu yalanladı. Bu arada Elazığ ve Harput'tan ye­ rel halkın geri püskürttüğü isyancıların, stratejik önemi olan Dersim'i ele geçir­ dikleri söyleniyor. Hareketin Urfa'ya kadar yayılması (ki bugüne dek yalanlan­ mış değil) ise çok önemli, çünkü isyancılar böylelikle Musul sınırının büyük bir bölümünü kontrol altında tutabilecek ve buradaki Kürtlerle doğrudan ilişki ku­ rabilecekler. Ayaklanmanın başlamasından bu yana geçen iki hafta sonunda durum, Türk hükümeti açısından biraz düzelmiş görünüyor. Ayaklanma yazın olsaydı, Türk Ordusu tarafından birkaç hafta içinde bastırılması işten bile ol­ mazdı, ancak şu sıralar bölge karla kaplı olduğundan harekat birkaç ay sürecek gibi gözüküyor. 3. Görünen Nedenler; Hareketin Doğuşu ve Hedefi Hakkında Türk ve İngiliz Görüşleri

Hareketin önderi Şeyh Sait'in manifestosunun gösterdiği hedefler: • Türkiye'den bağımsız bir Kürt devleti kurulması • Başına bir padişahın atanması • Halifeliğin ve şeriatın geri getirilmesi a. Din Etkeni: Şeyh Sait'in kendisi, İran'ın Hiva ve Buhara kentlerine kadar

genişlemiş bulunan Nakşibendi tarikatının başıdır. Ayaklanmanın itici gücü, İslam cephesindekiler için dayanılmaz olan ve "Müslümanlıkla hiçbir şekilde bağdaşmayan" Ankara hükümetinin "laikleşme politikası" oldu. Özellikle ha­ yal gücünün genişliğiyle tanınan ve güvenilebilirliği az olan Chicago Tribune muhabiri "isyancıların süngüsünün Kur'an-ı Kerim" olduğunu belirtiyor ve Da­ ily Telegraph'ın "Din Savaşı" şeklinde manşet atmasına sebep oluyor. Ayrıca Bursa, Trabzon ve Erzurum gibi "dini merkezlerin" hükümete karşı büyük öfke içinde olduğunu bildiriyor. Türk basını ise, ayaklanmanın tam da Ziyaeddin Hoca'nın Meclis'te laikliği şiddetle eleştirdiği konuşmasının hemen ertesinde başlamasının bir "işaret" olduğu konusunda görüş birliği içinde. Ankara'daki tedirgin çevrelerin "halifeliği ve şeriatı geri getirmeyi amaçlayan hareket ülke­ nin tümünü kapsayabilir" korkusuyla İstanbul ve Trabzon'da sıkıyönetim uy­ gulanması yolundaki isteklerini hükümet geri çevirdi. Öte yandan Manchester Guardian ise Kürtlerin Müslümanlıkla ilişkilerinin gevşek ve bağnazlıktan uzak

olması nedeniyle halifelik konusunun, her ne kadar manifestoda özel olarak vurgulansa da, ayaklanmanın asıl amacına erişmede olsa olsa körükleyici bir rol oynadığını ileri sürüyor. b. Hanedan Etkeni: Sultan Abdülhamit'in, Paris'te sürgün hayatı yaşayan ve isyancılar arasında olduğu iddia edilen oğlu Selim Efendi'nin, isyancılar tarafından tahta çıkarılmak istendiği ileri sürülüyor. Ankara ise, iki yıl önce sürgüne gönderilen Abdülhamit dönemi hanedan mensuplarından çoğunun vaktiyle Musul, İ ran ve Suriye'ye gittiğini ve şimdiyse Türkiye sınırları içindeki Kürt bölgelerine geçtiğini belirtiyor ve ayaklanmanın yönetimini üstlendikleri­ nin altını çiziyor. Osmanlı sarayının ileri gelenlerinden oluşan yaklaşık 150 ki­ şilik bir komitenin, ayaklanmayı İsviçre'den ve Suriye'den yönettiği söyleniyor. Ayaklanmanın, Şeyh Sait'in iki oğlunun, bilgi toplamak için gittikleri İstanbul ve Halep'ten geri dönmelerinin hemen ardından patlak verdiği yolunda Fethi Bey' in de dikkati çekilmişti. Ankara basını, ayaklanmayı, Cumhuriyet yönetimi, nin, doğu illeriyle ilgili hemen hiçbir soruna el atmadığı yolunda algılandığının bir göstergesi olarak tanımlıyor ve bunun ciddi bir uyan olduğunu belirtiyor. c. Sosyo-Ekonomik ve Ulusal Etkenler: Din faktörünü reddeden ve Musul sorununun çözümü için (bkz. madde 4) Türkiye'nin baskısı olduğuna inan­ mayan Manchester Guardian gazetesine göre hareket, Kürtlerin bağımsızlık­ larına kavuşma sürecinin yeni bir aşamasından başka bir şey değil ve gerçek nedeni "ulusal kimlik (ırk) ve belki de ekonomik". Oysa Moming Post, Şeyh Sait Ayaklanmasının gerekçesi olarak feodal Kürt aşiretlerinin, Cumhuriyet rejiminin kendi güç ve otoritelerine son vermesinden korkmalarını gösteriyor. L'Information ise (28 Şubat tarihli "Kürt Baskını" adlı başyazı) "laik Cumhuriye­ te karşı dini bir hareket olmaktan uzak" olarak nitelediği başkaldırının gerek­ çesinin "dağlarda yaşayan köylülerin, Lozan Antlaşmasında öngörülen 'müba­ dele' işlemi gereği yurtdışından getirilen Türklerin verimli yaylalara yerleştiril­ mesine itirazı" olduğunu savunuyor. 4. Ankara Hükümeti'nin Görüşü

Başbakan Fethi Bey, Büyük Millet Meclisi'nde Kürt ayaklanmasının, tam da önemli uluslararası konuların (Musul olsa gerek) çözüm aşamasına geldiği bir sırada baş gösterdiğine üstü kapalı olarak değinmişti. Muhalefetten Kazım Ka­ rabekir de başbakanın açıklamalarını "Fethi Bey ayaklanmanın arkasında her halde dış kaynaklı entrikaları görüyor." biçiminde yorumlamış ve kendisi de İngiliz oyunlarının rolüne inandığını söylemişti. İngiliz basını ise Ankara'daki resmi çevrelerin bu "yabancı parmak" faktörünü yalnızca hareketin ilk günle­ rinde ön plana çıkardığını, sonraki günlerde ise daha çok din ve hanedan kay-

naldı faktörleri vurguladığını kanıtlayabilmek istiyor. Bu arada yeni hükümet, dinin kamuoyunu etkilemek amacıyla politik amaçlı kullanılmasının "vatana ihanet" olarak algılanacağı yeni bir yasayı uygulamaya koydu. Böylece ayak­ lanmayı, uygulayacağı iç politika için bir malzeme olarak kullanacağı açıkça belli oluyor. 5. İngiliz Kışkırtması ve Musul Sorunuyla Bağlantı

a. Geçtiğimiz sonbahar aylarında Türk kuvvetlerinin Hakkari'deki Nesturi­ lere karşı düzenlediği operasyon sırasında ayaklanmanın başı Şeyh Sait, Türk hükümetine karşı safta yer almıştı. 17 Ekim 1924 tarihli "Musul" raporunda, önceki yıl İstanbul'da toplanan Musul Konferansı'nm başarısızlıkla sonuçlan­ masına neden olan Hakkari sorunu ile İ ngilizlerin Musul politikası arasındaki ilişkiye değinmiştik. b. Yine geçen Ocak ayında Nesturi ve Keldani Metropolitinin, bir süre İ ngiltere'de Canterbury Başpiskoposu'nun konuğu olduğunun altını çizmekte yarar var. Bu bağlamda Manchester Guardian da, Musul sorununa çözüm ara­ yışı içinde olunduğu şu sıralarda, ya Yakındoğu'daki İngiliz yönetimi altında bulunan Nesturilere Irak hükümetinin dolaylı denetimi altında hiç olmazsa kısmi bir özerklik verilmesi ya da anayurtlarına kavuşmalarının sağlanması gibi konuların git gide artan bir önem kazanmakta olduğunun altım çiziyor. c. İngilizlerin, Kürt ayaklanmasını desteklediklerinin somut bir kanıtı yok. Ancak; aylar boyunca yapılan planlı hazırlıklar, isyancıların, makineli tüfekle­ rin de desteğiyle çok iyi donatılmış oldukları ve hele ayaklanmanın zamanla­ masının yarattığı kuşkular, Türk basını tarafından haklı olarak dile getiriliyor. Ne var ki İngiltere için ayaklanmanın başarılı olup olmaması hiç de önemli değil. Önemli olan Türkiye sınırları içinde Türk karşıtı ayrılıkçı bir silahlı hare­ ketin varlığı. Musul sorununun, Kürt Nesturi-Keldani odaklı çözülmesi gerekti­ ğini savunan İngiltere'nin eline böylelikle kararlılığını güçlendirici sağlam bir kanıt geçiyor ve bunu da önümüzdeki yazın başında Musul sorununun görüşü­ leceği Cenevre Konferansı'nda kullanacak. d. Bu arada rakibin silahıyla saldırıya geçen İngiliz basını Türkiye aleyhine "Hırsızı yakalayın!" çığlıkları atıyor. Bunu en çok Daily Telegraph yapıyor. Nite­ kim 22 Şubat tarihli gazetede "Türk zihniyetini en iyi bilen İngiliz askeri ve dip­ lomatik çevreleri Ankara'nın isyancı Kürtlere karşı aldığı askeri önlemlere bü­ yük kuşku ve güvensizlikle bakıyorlar. Yapılan hazırlıklar, Osmanlı ordusunun, Irak'ın Musul yöresindeki Revandiz köyüne 1923'te düzenlediği baskın öncesini hatırlatıyor" deniyor. Daha sonraki 28 Şubat tarihli başyazı da bu görüşü sahip-

leniyor, Türklerin Milletler Cemiyeti'ne ve bütün üye devletlere, Türk askeri­ nin neler yapabileceği ve belki de Irak'ı ele geçirmeye yönelik gerçekten askeri harekata girişebileceği konusunda bilinçli bir gözdağı vermeyi amaçladığı söy­ leniyor. İ ngiltere belki de şu anda Musul'da bulunan karma komisyonu, Mart ayında yayımlayacağı raporun sonucu konusunda etkilemek istemektedir. Kürt ayaklanması ister başarıya ulaşsın isterse son derece kararlı ve gözü kara görünen Türk hükümeti tarafından bastırılsın, Kürdistan'da şu anda olup bitenlerden hareketle Türk-İngiliz gerginliğinin önümüzdeki aylarda artarak süreceğine kesin gözüyle bakılabilir.

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi TÜRKİYE'DE HÜKÜMET DEGİŞİMi202 6 Mart 1925

Doğu Raporu �

3 Mart'ta Fethi Bey kabinesinin istifası, İsmet Paşa'nın yeniden başbakanlığa getirilmesi ve bunlardan doğan hükümet değişimi, kesinlikle Kürt ayak­ lanmasının Ankara rejimi için bir tehlike teşkil ettiğinin göstergesi değildir. Aksine bu durum, Kürt ayaklanmasının, geçmişteki keskin radikalleşme ve "devrimi yaygınlaştırma" çizgisine geri dönmek için kullanılan bir iç politik malzeme olduğunu gösterir. Fethi Bey'in, birkaç ay önce Terakkiperver Cum­ huriyet Fırkası'nın muhalefeti sonucu başbakanlığa getirilmesiyle kopukluk gösteren bu çizgi, bu kez de Mustafa Kemal 'in isteği üzerine gerçekleşen kabine değişikliğiyle yeniden eski kimliğine kavuşmuştur. Geçmişte Mustafa Kemal, Halk Fırkası'nın ılımlı üyelerinden Fethi Bey'i, Terakkiperver Fırka'nın ağzını kapamak amacıyla başbakanlığa getirmişti. Şimdi de muhalefete ağır bir darbe vurma zamanının geldiğine inandığından Fethi Bey yerine yeni Paşa'yı atıyor. Kısa süre öncesine kadar, geçirdiği rahatsız nedeniyle "kesinlikle dinlenmesi gerektiği" söylenen İsmet Paşa'nın yeniden göreve getirilmesi, açıkça, Fethi 202

Bu rapor, Komintern'e (Komünist Enternasyonal) sunulmuş olup Rusya Toplumsal Siyasal Tarih Devlet Arşivi'nde (RGASPİ) fond 544, liste 3, dosya 129, yaprak 18-19 numaralarıyla kayıt altındadır. Aslı Almanca olan raporun üstünde Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi (KEYK) Arşivi damgası bulunmaktadır. Aktaran: Mehmet Perinçek, Türk-Rus Diplomasisinden Gizli Sayfalar, Kaynak Yayınları, İstanbul, Kasım 2016.

Bey'in muhalefeti köşeye sıkıştırmak için başvurduğu ılımlı yöntemlerin başa­ rısızlığını kamuoyu önünde sergilemek amacını taşıyor. Halk Fırkası'nı hükümet krizine doğru götüren toplantıların gündemi, bu konuda hemfikir olan basına göre özellikle Kürt ayaklanması ile ilişkiliydi. Ön­ ceki raporumuzda (3 Mart 1925), hükümetin, ayaklanmanın olumsuz getirileri­ ni baltalamak adına, etkisi azalmış köktenci laikleşme politikasını uygulamak için nasıl çabaladığına işaret etmiştik. Şimdilerde bu durum tüm keskinliğiyle ortaya çıkıyor. Kürt ayaklanmasının hemen ardından, birkaç milletvekili, Fet­ hi Bey hükümetinden sıkıyönetimin İstanbul ve Trabzon'da da uygulanmasını talep etmişler; ancak Fethi Bey bunu reddetmişti. Aynı ret, Fethi Bey'e Halk Fırkası'nın 3 Mart'ta yapılan toplantısında, 93'e karşılık 60 (Times) gibi bir azınlığın istemiyle ve Mustafa Kemal Paşa'nın da bunu desteklemesiyle, görev­ den çekilmesine sebebiyet verilmesi şeklinde geri dönmüştür. Ancak bu toplantıların içeriği hakkında Chicago Tribune (Daily Telegraph) oldukça kesin haberler yayımlıyor: İsmet Paşa destekçileri olarak görülen Halk Fırkası fanatikleri, Fethi Bey'den "Kürt isyanını bahane olarak almak sure­ tiyle sıkıyönetim kanunu çıkmasını böylelikle de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nı yok etmesini" istemiş olmalıydılar. Times İstanbul ise Fethi Bey'i görevden çekme çabasının nedenlerini "devrimcileşmeyi azaltmak ve haksızca küçümsemek" başlıklarında topluyor ve "radikallerin" ileri hareket hedefinin "devrimin tamamlanması" olduğunu ekleyerek bu hususun da Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasına, basına ve gerici diğer öğelere karşı alınacak bazı katı tedbirlerle sağlanabileceğini belirtiyor. Gerçekten de İsmet Paşa'nın yeni hü­ kümeti, amacı gericiliğe karşı gözdağı vermek olan "Takrir-i Sükun Kanunu"nu hazırladı ve bu kanun da Millet Meclisi'nde kabul edildi. İsmet Paşa kabinesi ve hükümet programı ise güven oylamasında 155 kabul, 23 ret ve iki çekimser oyla sınavı geçti. İsmet Paşa hükümetinin dış politikası, başta İngilizlerin Kürdistan'da ya­ rattığı entrikalara karşı en sert tutumu sergilemek olmak üzere Musul konu­ sunda gerginliği artırmak, Rusya'yla çok iyi ilişki içinde olmak (ki Türkiye'de bir ara Komünist Fırka kurma etkinlikleriyle tanınan yeni Dışişleri Bakanı Tev­ fık Rüştü bunun bir kanıtı) ve herhalde (mali) borçlanma konusunda en son İngiltere'ye başvurmak. Musul sorununun çok uzun süre sürüncemede kalması, İngiltere'nin Kürdistan'da apaçık sergilediği oyunlar ve hükümetin Musul'un Türkiye'ye geri verilmesi konusundaki körü körüne inadı, böylece (Türkiye'nin askeri gücüne zarar vermeden) bozulan Türk-İngiliz ilişkileri ve son olarak Fethi Bey olayının hüsranla sonuçlanması üzerine Mustafa Kemal-İsmet Paşa politikasına yeni­ den dönülmesi gibi konular, bir bütün olarak ele alındığında, Türkiye'deki ge­ lişmelerden umutlu olunabileceğini gösteriyor.

Woitinski ÇİN'DE DEVRİMCİ HAREKETİN EGİLİMLERİ VE GUOMİNDANG PARTİSİ203 7 Mart 1925

( ... ) Çin'de 1924 sonbaharında olduğu gibi, şimdi de Türkiye'de karşıdevrimci güçler, devrim öncesi dönemin düzenini geri getirmek, feodal sistemi korumak ve yabancı emperyalizmle ilişkileri sürdürmek ya da yeniden kurmak amacıyla -bu eğilimler birbirine yakından bağlıdır- ortaya çıkıyorlar. Bu güçler ve hare­ ketler de esas olarak İngiliz emperyalizmi tarafından desteklendi ve destekle­ niyor; Çin'de o zamanlar MacDonald, şimdi Türkiye'de Baldwin tarafından... O zamanlar Çin'de olduğu gibi şimdi Türkiye'de gerici güçlere karşı zafer ancak hükümetin "sol" bir çizgi uygulamasıyla kazanılabilir; emekçi kitlele­ rin siyasi haklarının genişletildiği ve ekonomik çıkarlarının savunulduğu bir zeminde, ulusal hükümeti halk kitlelerine büyük ölçüde yaklaştıran bir çizgi sayesinde.

203

Woitinski, 7 Mart 1925, "Die Tendenzen der Revolutionaeren Bewegung in China und die Partei Go-Min-Dan" (Çin'de Devrimci Hareketin Eğilimleri ve Guomindang Partisi), Die Kommunistische Intemationale, sayı 3, 1925, s.353-359.

S. Brike TÜRKİYE'DEKİ AYAKLANMA VE HÜKÜMET BUNALIMl2°4 13 Mart 1925

Fethi Bey kabinesi, Halk Partisi'nin iç siyaset konusunda almış olduğu bir karar sonucunda çekilmiştir. Yeni kabineyi kurma görevi İsmet Paşa'ya veril­ miştir. Her ne kadar Fethi Bey [Okyar] ve İsmet Paşa aynı hükümet partisinin üye­ si iseler de, başbakanın değiştirilmesi sadece falanca kişinin yerine öbürünü getirmekten ibaret olmayıp, aynı zamanda siyasette de bir değişiklik anlamına gelmektedir. Bu hükümet bunalımının ne anlama geldiğine ışık tutabilmek için Fethi Bey'in iktidara geldiği şartları kısaca hatırlatmakta yarar var. Halk Partisi'nin (Mustafa Kemal Paşa'nın önderliğindeki parti) yöneticileri 1924 yılı sonlarında, karşıdevrimci güçlerin açık seferberliği ile karşı karşıya geldiler. Halk Partisi'nin kendi içinde bile, bölünme için bahane arayan, bü­ tünleşmiş bir sağ kanat ortaya çıktı. 3 Kasım 1924'te belirleyici an geldi. Yunanistan'dan gelecek Türk göçmen­ ler sorunu görüşülürken, tartışmalar öylesine şiddetlendi ki, o sırada iktidarda 204

S. Brike, "Der Aufstand und die Regierungskrise in der Türkei", Intemationale Presse· Korrespondenz, sayı 35, yıl 5, 13 Mart 1925, s.527-528.

olan İsmet Paşa hükümeti güvenoyu isteme zorunluluğunu duydu. Bu arada, Türk parlamentosundaki (Meclis) bütün milletvekillerinin Halk Partisi üyesi olduğunu belirtmek yerinde olur. Güvenoyu oylamasında İsmet hükümeti, ezi­ ci bir çoğunluk elde etti: 147 milletvekili hükümet lehinde, yalnızca 19'u ise aleyhinde oy kullandı. Bu cesaret kıncı sonuca rağmen, 19 kişilik grubun hepsi Halk Partisi'nden ayrıldı ve "Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası"nın kuruluşunu ilan etti. Bu Partiyi tanıtmak için, Terakkiperver Cumhuriyetçilerin çekirdeğini oluş­ turan 19 milletvekilinin toplumsal durumlarına dikkat çekmekle yetineceğiz: Bunlardan ll'i Doğu vilayetlerinin feodal ağalarını, 8'i ise İstanbul'un mali ve ticari burjuvazisini temsil etmektedirler. Yani yeni parti, Türkiye'deki bütün karşıdevrimci unsurların çevresinde toplandığı açık bir örgütsel ve siyasal merkez olarak ortaya çıkmaktaydı. Mustafa Kemal ve Halk Partisi'nin yönetici grubu, Terakkiperver Cumhuri­ yet Fırkası'yla uzlaşma imkanlarını araştırmaya karar verdi. İsmet Paşa kesin güvenoyu almış olmasına rağmen, 19 Kasım 1924'te başbakanlıktan çekildi. Onun yerine, kendisinden "Terakkiperverler" ile bir yakınlaşmada köprü göre­ vi beklenen Fethi Bey [Okyar] kabinesi iktidara geldi. Fethi Bey grubu, Halk Partisi içindeki en ılımlı kanadı oluşturmaktaydı. Fet­ hi Bey köylü toprak reformlarına karşıydı. Batı Avrupa kapitalistlerine daha yu­ muşak başlı bir tavır alınmasını gerekli görüyordu ve Terakkiperver Cumhuri­ yetçiler ile uzlaşmayı ve anlaşmayı doğru bulmaktaydı. İşte bütün bu program Fethi Bey'i ülkenin muhalif zümreleri açısından son derece elverişli kılıyordu. Bu yüzden başbakanlığa getirilmesi, sadece İstanbul'un gerici basını tarafın­ dan değil, aynı zamanda Fransa ve İngiltere'nin en büyük burjuva yayın organ­ ları tarafından büyük hoşnutlukla karşılandı. Fethi Bey'in programı fazlasıyla ılımlı bir nitelik taşımakla birlikte, kurduğu kabineye Halk Partisi 'nin sol radikal kanadını temsil edenlerden bir kaç kişi de bir çeşit kefil ve denetleyici olarak girdiler. Böylece Fethi Bey hükümeti içinde, toprak ağalarının temsilcisi olan Fethi Bey'in yanı sıra, köklü bir toprak refor­ munun ateşli taraftarlarından Mahmut Esat [Bozkurt] ve diğerleri de yer aldılar. Kabinenin sırf bu bileşimi bile, onun siyasi ömrünün kısa olacağını ve çare­ sizliğini daha başından ortaya koymaktaydı. Fethi Bey hükümetinin ılımlı niteliği, ülkedeki siyasal bunalımı gidereme­ di, tam tersine onu daha da derinleştirdi ve patlamaya doğru gidişi hızlandırdı. Fethi Bey'i kendine uzatılan küçük parmak olarak gören gerici muhalefet, bü­ tün eli kapmaya çalıştı. İstanbul basını, Fethi'nin hükümete gelişinin "ölçülü­ lüğün ve yasallığın" bir zaferi olduğunu yazıyor ve "devrimin tamamlanmasını ve dirayetli bir uzlaşma siyasetine geçiş"i selamlıyordu.

Fethi Bey bu umutları boşa çıkarmamak için elinden geleni yaptı. Doğu Anadolu'da feodal ağaların silahlı bir ayaklanma hazırlığı içinde oldukları ko­ nusunda sayısız haber gelmesine rağmen ve artık dayanamayacakları kadar fazla yük altında kalmış olan köylülerin hoşnutsuzluğunun artmasına rağmen, Fethi Bey, en ağır vergi olan aşarın kesin olarak kaldırılmasına yanaşmadı. An­ cak Mustafa Kemal tarafından da desteklenen kabine içindeki Sol kanadın açık baskısı altında Fethi Bey, bu adımı atmaya razı oldu. Eski Başbakan'ın bu kararsızlığı ve feodal toprak ağalarının gericiliğine köylülerin sopasıyla vurmaya korkması, ayaklanmanın bugünkü boyutlarda ortaya çıkmasına nesnel olarak katkıda bulundu. Nitekim Halk Partisi'nin ra­ dikal kanadının yayın organı olan Cumhuriyet gazetesi de Fethi Bey'in başba­ kanlıktan çekilmesini, esas olarak, onun "ayaklanma hazırlıklarının" serbestçe yürütülmesine izin vermesine bağlamaktadır. İşte böylece, ideolojik ve mali merkezini gerici Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın temsil ettiği İstanbul burjuvazisinin oluşturduğu karşıdevrim, Halk Partisi 'nin bir uzlaşma ve anlaşmaya varmak için gösterdiği bütün çabalara rağmen, saldırıya ilk geçen oldu ve milli hükümete karşı mücadeleye başladı. Bu durum, Halk Partisi'nin yönetici gruplarını da, kararsızlıklarına bir son vererek, bütün cephelerde kararlı bir karşı saldırıya geçmek zorunda bıraktı. Bugün söz konusu olan, sadece Doğu Anadolu'daki ayaklanmanın bastırılması değil, aynı zamanda bizzat harekete geçmek için Doğu'da yeni başarılar kaza­ nılmasını bekleyen Anadolu'nun her tarafındaki ve İstanbul'daki bütün karşı­ devrim güçlerinin ezilmesidir. Bu görevi ancak sağlam ve kararlı bir hükümet yerine getirebilir. İsmet Paşa hükümeti, kesinlikle böyle bir hükümet gibi görünüyor. Yeni kurduğu hükü­ metin bu bileşimi, Halk Partisi'nin izlediği uzlaşma ve yalpalama siyasetine son vermeye kararlı olduğunu gösteriyor. Yeni hükümette, örneğin Adalet Ba­ kanı Mahmut Esat gibi, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü [Aras] , Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi [Tanrıöver] ve diğerleri gibi, cesur ve geniş çaplı iç reform­ lardan yana olan birçok radikal ve Solcu politikacının yer aldığını görüyoruz. Bütünüyle kabine, Türkiye'nin ekonomik ve siyasal bağımsızlığını canla başla ve kararlılıkla savunan kimselerden oluşmaktadır. Muhalefet basınında görülen ezik hava, İsmet Paşa hükümetinin işbaşına gelmesinin taşıdığı ciddi siyasal anlamın, gericilik tarafından çok iyi kavran­ mış olduğunu açıkça göstermektedir. Nitekim gericiliğin en usta yayın organı olan Tanin gazetesi, Fethi Bey'in çekileceği söylentileri üzerine hırçın bir tepki gösterdi. Bu söylentiler doğrulanarak, İsmet Paşa hükümetin başına geçtiğin­ de ise, Tanin gazetesi doğrudan doğruya tehdide başvurdu ve "Kabine" deği­ şikliğinin huzursuzluk yarattığını ve milli birliği tehlikeye düşürdüğünü yazdı.

Bu sözlerin arkasında yatan anlam, Türkiye'de içsavaşın şiddetlenmesinin ka­ çınılmaz olduğudur. Tüm gericiliğin ortak çıkarlarını yansıtan muhalif başın, Şeyh Sait Ayak­ lanması konusunda ikiyüzlü ve samimiyetsiz açıklamalar yapmakla birlikte, aslında, feodallerle mücadeleyi zorlaştırmaya çalışmakta, yani feodalleri des­ teklemektedir. Doğaldır ki, İsmet Paşa hükümetinin kararlılığı ve sağlamlığı, her şeyden önce onun siyasal çizgisinde kendini gösterecektir. Türkiye'nin feodal toprak ağaları ve feodal katmanları, ancak peşlerinden bilinçsiz ve aç köylü kitlelerini sürükleyebildikleri ölçüde tehlikelidirler. Bu kitleleri onların etkisinden kurtarmak ve milli hükümetin etrafında toparla­ mak ise, ancak, cesur ve hızlı bir "toprak reformu" siyaseti ile mümkündür. Öte yandan İstanbul, sadece gerici burjuvazinin başkenti değil, aynı zaman­ da Türkiye'nin büyük bir proleter merkezidir. İsmet Paşa hükümetinin temel işçi yasalarını bir an önce çıkartması ve Türk proletaryasının ana taleplerini karşılaması, güçlerini birleştirmiş olan gericiliğe karşı verdiği tehlikeli müca­ delede onun İstanbul, Zonguldak, İzmir ve Ergani'nin işçi kitleleriyle ittifak yapmasını sağlayacaktır. Son olarak denilebilir ki, İsmet Paşa hükümetinin iktidara gelmesi, sade­ ce ülke içindeki karşıdevrime yönelen, kararlı bir mücadele anlamı taşımakla kalmamakta, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti'ni köleleştirmek için ısrarla çaba gösteren dış güçlere karşı da sağlam ve kararlı bir çizgiyi ifade etmektedir.

Ad. KÜRDİSTAN'DAKİ AYAKLANMA205 24 Mart 1925

Türkiye'deki Kürtlerin aniden başlattıkları ayaklanma ciddi bir niteliğe bü­ rünmüştür. Türkler ayaklanmayı bastırmak için 40 bin kişilik bir orduyu ha­ rekete geçirmek zorunda kaldılar. Ankara hükümetinin harekete geçirdiği bu oldukça kabarık sayıya rağmen, şimdiye kadar elle tutulur hiçbir başarı kaza­ nılamamıştır. Ayaklananların başında Şeyh Sait bulunmaktadır. Ayaklanma, dinsel ve milli nedenlere bağlanmak isteniyor, Kürtler, bir yandan Kemalistlerin 2 Mart 1924 tarihinde kaldırdıkları Halifeliği geri getirmek, öte yandan, bağımsız bir Kürdistan kurmak için ayaklandırıldılar. Kürtler, sayıları üç milyonu bulan ve Türkiye, Irak ve İran olmak üzere üç devlete bölünmüş küçük bir halktır. Kürt halkının içinde bulunduğu kültürel ve maddi düzey çok düşüktür. Kürtlerin büyük çoğunluğu, dağlarda, dere yatakla­ rında ve yaylalarda, çadırlar içinde göçebe ve yarıgöçebe bir hayat sürmekte ve hayvancılık yapmaktadır. Şehirlerde ise, Kürtler hamallık ya da benzeri işlerde çalıştırılmaktalar. 205

Ad. (Kudüs), "Der Aufstand in Kurdistan" (24Mart 1925), Intemationale Presse-Korrespondenz, sayı 39, yıl 5, 1925, s.587.

Eski Türkiye'de Kürtler, Çarlık Rusya'sındaki Kazakların rolünü oynadılar. Bunlar, özel süvari alaylarında bir araya getirildiler. Bu süvari alaylarına, Sul­ tan Abdülhamit kurduğu için "Hamidiye" alayları deniyordu. Kürtler, bir yandan komşu göçebe aşiretleriyle, bir yandan da sürülerinden aldığı ağır vergiler yüzünden hükümetle sürekli mücadele içindeydiler. Ayrıca, otlak hakkı yüzünden de durmadan mücadele ediyorlardı. Bugün, Dünya Savaşı'ndan sonra, Kürtlerin içinde bulundukları durum en iyi şu sözlerle ifade edilebilir: "Kürtler örs ve çekiç arasında kalmışlardır." Kürt­ ler Musul bölgesinde yaşayan halkın önemli bir kesimini meydana getirdikleri için, hem emperyalist okların hedefi hem de emperyalistlerin bir savaş aracı haline gelmişlerdir. Jön Türk emperyalizmi, Musul bölgesi üzerinde tarihi bir hakka sahip olduğunu ileri sürerken, bunu orada Kürtlerin yaşamasına dayan­ dırıyordu. Buna karşılık İ ngilizler de, Türkler ile Kürtlerin ortak hiçbir yanları olmadığını, bu yüzden Musul'un kapitalistlere ait olması gerektiğini ileri sür­ mekteler. Bilindiği gibi, Musul üzerinde mücadele, bütün savaş sonrası döne­ mi boyunca sürdü ve ne Sevr Antlaşması, ne sonradan bu antlaşmanın yerini alan Lozan Antlaşması, ne de İngiltere ile Türkiye arasında düzenlenen sayısız konferc�nslar, komisyonlar vb. şiddetli çekişmelere neden olan bu soruna bir çözüm getirebildi. Fakat bu arada, yukarıda adı geçen unsurlar, Musul sorununda fiili bir çö­ züm getirmeye çalıştılar. Türk sınır nöbetçi birlikleri, Musul'a açıkça saldıra­ rak, burayı işgal etmeyi tekrar tekrar denediler. Mezopotamya (Irak) Hükümeti, Türk saldırılarına İngiliz hava filosunun da yardımıyla, düzenli bombardıman­ larla karşılık verdi. Musul sorunu, İngiliz ve Türk emperyalistleri arasındaki çatışmada önemli bir yer tutmaktaydı. Musul Petrolü, yalnız ekonomik anlamda patlayıcı bir madde olmakla kalmayıp, siyasette de hatırı sayılır bir patlayıcı haline gelmiştir. İngiliz-İ ran Petrol Kumpanyası, Musul bölgesine 300 km uzunluğunda ve ayda 32 milyon litrenin üstünde petrol ileten petrol boruları döşemiştir. Daha 1919 yılında İn­ gilizler, bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasını öngören bir maddeyi Sevr Antlaşması'na koymuşlardır. Bağımsız bir Kürdistan, Türkiye'nin Musul üze­ rindeki bütün taleple�inin sona ermesi demektir. Pek çok çatışmadan ve karşılıklı saldırıdan sonra Milletler Cemiyeti en so­ nunda bir karara bağlamak üzere Musul sorununu ele aldı. Türkler, Milletler Cemiyeti 'nin "dürüst" bir karar verdiğine uzun süre güvenmek istemediler. Çünkü sorunu kendi orduları sayesinde şu ya da bu şekilde çözebileceklerini hayal ediyorlardı. Bu sırada işe, Musul'daki İngiliz- İran Petrol Kumpanyası'nın faaliyetleri yüzünden gözlerini uzun süreden beri lrak'a dikmiş olan ve İngiliz

müttefikini arkadan vurmak isteyen Fransa karıştı. Fransa bu amaçla "tarafsız hakem rolü" oynamak istedi. Fransa'nın büyük bir rol oynadığı Milletler Cemiyeti, kararını verirken ve­ rilere dayanacağını ifade etti. Türkler, bunun ne anlama geldiğini derhal kav­ radılar ve Milletler Cemiyeti 'nin toplantı tarihine kadar bazı veriler sağlamaya çalıştılar. Yani Musul'u fiilen işgale çalışıyorlardı. Doğal olarak Fransa buna bir süre için göz yumdu. Fransız generalleri ve diplomatları, Türkiye'nin baş­ kenti Ankara'yı ziyaret etmeye başladılar. Sözün kısası, Musul sınırlan birden canlandı. Gel gelelim Fransızlar ile Türkler cilveleşmeye başlar başlamaz, çok sayın İngiliz lordları ve politikacıları da Mezopotamya'ya geziler düzenlemeye ve Musul'dan Irak'a heyetler yollamaya giriştiler. Sözün kısası, her iki taraf da bir­ birine karşı sıkı bir çalışmaya yöneldi. Bütün bunların sonucu ise, tam Musul sorunu çözüme bağlanmak üze­ reyken Kürdistan'daki ayaklanma patlak verdi. Yani, Milletler Cemiyeti ma­ demki verilere dayanarak karar verecekti, o zaman her iki taraf da bu verileri sağlamak için çaba göstereceklerdi. Türkler, daha kendi bölgelerinde yaşayan Kürtlerle başa çıkamadıklarına göre, kendi bölgeleri dışında kalan Musul'daki Kürtlerle nasıl başa çıkacaklardı? İşte bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde bir Kürt ayaklanmasının sahneye konulması gerekiyordu. Bu ayaklan­ manın sözüm ona eski Sultanı halife yapmak için düzenlediği söylendi. İngiliz parasının ve İngiliz silahlarının bu ayaklanmada büyük bir rol oynadığı açıktır. Buna karşılık Fransa, Türk hükümetine, Suriye'yi transit bölge olarak kul­ lanma izni verdi. İngiltere derhal bunu protesto etti ve bu protestosuna neden olarak, Kürtlerle Türkler arasındaki bir kavgaya, yani yabancıların içişlerine karışmaya izin verilemeyeceğini(!) ileri sürdü. Kürt ayaklanması, İngiliz emperyalizminin Ortadoğu'daki yeni bir saldırı manevrasıdır.

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi TÜRKİYE'DE KARŞIDEVRİMCİ AYAKLANMA206 3 Nisan 1925

Amanullah Han'ın207 reformcu politikalarına karşı İngilizlerin Afganistan'da başlattığı ayaklanmanın yankıları yeni yeni yatışırken, 1925 yılı Şubat'ının ikin­ ci yansında Türkiye'de Mustafa Kemal Paşa'nın bir bütün olarak Türkiye'nin demokratikleştirilmesine, ülkenin feodal baskılardan ve Müslüman din adam­ larının ideolojik egemenliğinden kurtarılmasına yönelik ilerici politikaların­ dan geri dönüş taleplerinin doğrudan seslendirildiği karşıdevrimci ayaklanma başlatıldı. Türkiye'de Halk Partisi önderliğindeki ulusal devrimci hareket ülkeyi uluslararası emperyalizmin esaretinden kurtardı. Fakat kısa süre önce Halk Partisi'nde bir bölünme yaşandı. Artık iyice şekillenmiş olan sağ kanat ki daha 206

207

Bu rapor, Kominterİı'e (Komünist Enternasyonal) sunulmuş olup Rusya Toplumsal Siyasal Tarih Devlet Arşivi'nde (RGASPİ) fond 495, liste ı54, dosya 775, yaprak 19-26 numaralarıy­ la kayıt altındadır. 3 Nisan 1925 tarihli raporun üstünde Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu Arşivi damgası bulunmaktadır. Rapor, aynca SSCB Merkez Yürütme Kurulu (TS I K SSSR) bünyesindeki Şarkiyat Bilim Derneği tarafından 1925 yılında Moskova'da basılan Turtsiya v Borbe za Nezavisimost (Bağımsızlık Mücadelesinde Türkiye) başlıklı kitapta ya­ yımlanmıştır. Aktaran: Mehmet Perinçek, Türk-Rus Diplomasisinden Gizli Sayfalar, Kaynak Yayınları, lstanbul, 2016. Amanullah Han (1892-1960), İ ngilizlere karşı Afganistan'ın bağımsızlığını kazanan Afgan kralı. (YN)

önce 2. Grubu oluşturmaktaydı, partiden ayrıldı ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nı kurdu. Bu bölünmenin tarihsel kaçınılmazlığı açıktı. Zira Kemalist Halk Partisi saflarına farklı sosyal unsurları katmışlardı. Türkiye'nin ulusal kurtuluş mü­ cadelesine önderlik eden partinin temel kadrosu kentlerdeki küçük ve orta burjuvazi, aydınlar ve kısmen de Anadolu köylüleri arasından devşirilmişti; bunlar emperyalist karşıtı mücadele süresince Kemalist hükümeti destekledi­ ler. Anadolu köylü yığınlarının yardımı ve desteği olmasaydı Kemal hükümeti uzun süre dayanamaz ve özünde dünya emperyalizminin silahı olan düzenli Yunan ordularını yenemezdi. Halk Partisi ve Kemal hükümeti, doğrudan askeri tehdit ortamında emper­ yalist ordulara karşı çarpışma sürecinde, Sevr Antlaşmasının hemen ertesinde Türk topraklarını korumaya giriştiler. Türk milliyetçilerini etrafına toplamış olan başlıca sloganlar; silahlı em­ peryalist çetelerin Türk toprağından çıkarılması, sat'kan Türklerin yaşadıkları toprakların bir araya getirilmesi ve Türkiye'nin tam bağımsızlığı olarak tanım­ lanabilir. Fakat mücadele sırasında anlaşıldı ki, sadece dış politika konulalım içeren bir platformla yetinmek kesinlikle imkansızdır. Odak noktasını İstanbul 'da ha­ life etrafında birleşmiş olan dinsel ve idari seçkinlerin oluşturduğu karşıdev­ rimin gelişimi, Ankara hükümetini, dikkatli ama sert ve kararlı adımlarla bu gerici yuvalanmasını dağıtmak zorunda bıraktı. Zira burası emperyalist ent­ rikaların döndüğü bir odak haline gelmişti ve ulusal hareket önünde sürekli engel oluşturmaktaydı. Öncelikle saltanat kaldırıldı ve dünün despotu, Roma papasının durumuna düşerek, sadece dinsel önder, Müslüman dünyasının halifesi konumunu koru­ yabildi. Ama dünyevi iktidar kılıcı elinden alınan Yıldız Köşkü sakini kısa süre sonra dinsel kılıcını da bırakmak zorunda kaldı. Saltanatın ardından halifelik de gereksiz ve pahalı bir uğraş olarak görülmüş ve Büyük Millet Meclisi tarafın­ dan tarihe gömülmüştü. Monarşist ve dinsel gericiliğe karşı verilen bu mücadele, Türk toplumunun tüm bu reformları yapan öncü sınıfının düşmanlarını çoğalttı. Böylece kendi iç ve dış politikalarında ulusal kurtuluş mücadelesi progra­ mım gerçekleştiren Ankara hükümetine düşman kampta tarihsel kaçınılmazlık sonucu aşağıdaki kesimler yerini aldı: 1) Uluslararası emperyalizmin sıkı saf­ ları; 2) eski saray elitinden, yüksek memur ve subaylardan oluşan monarşist çevreler; 3) gerici zihniyetteki Müslüman din adamları; 4) toprak ağası feodal­ ler sınıfı; 5) esasen liman kentlerinden olan ve sayısız iplerle emperyalist ser­ mayeyle bağlantıları bulunan büyük ticaret burjuvazisi.

Tabii Halk Partisi'nin iç ve dış düşmanlara karşı kararlı mücadelesinin par­ tinin kendisi açısından kayıpsız olmayacağı açıktı. Dış düşmanı yenmek görevi ortada var olduğu sürece parti tek vücut ha­ lindeydi. Ama Yunan orduları denize döküldükten sonra, köktenci siyasal ve ekonomik reformların gerçekleştirilmesi gündeme geldi. Halk Partisi'nin sağ kanadı gittikçe artan bir oranda muhalif tavır takındı, "fazla" sert olan çizginin "fazla" hızlı biçimde gerçekleştirilmesinden duyduğu hoşnutsuzluğu dile getir­ meye başladı. Demokratik reformlar politikasını terk eden bu kesimler arasında, eski pa­ dişah memurları az rol oynamadılar; onların çoğu devrime Anadolu'da tesadü­ fen yakalanmış olsa da, inançlı birer monarşist olarak, dini ve dünyevi iktida­ rın tek sahibi olan halifeye ve padişaha bağnazca bağlıydılar. Halk Partisi'nden ayrılan bu grup, Terakkiperver Cumhuriyet Partisi'nin çekirdek kadrosunu oluşturdu. Çok şey vaat eden adına rağmen bu yeni parti aslında ne kadar "ilerici" ise o kadar cumhuriyetçiydi. Eğer onun ilerleyen bir yönü varsa, o da "ilerleyen" kangrendi. Halk Partisi'nin parçalanması üzerinde bu denli çok durmamızın sebebi, muhalefetin yürüttüğü faaliyetlerin şimdi ortaya çıkan ayaklanmayla sıkı bağ­ lantı içinde bulunmasıdır. Bu ayaklanmanın ipuçları bir yandan İ ngiliz emperyalizmine diğer yandan da İ stanbul'un feodal-dinci seçkinlerine kadar uzanmaktadır. Terakkiperver Cumhuriyet Partisi, nesnel olarak bu gerici güçlerin uşaklığım yapmaktadır. Kürdistan'daki ayaklanma sonrasında Fethi Paşa'nın istifa ederek yerine is­ met Paşa kabinesinin gelmesi boşuna değil. Bu iki başbakan arasındaki fark şu; Fethi Paşa muhalefete yönelik yumuşak, "liberal", merhametli bir politi­ ka izlemekteydi; İsmet Paşa ise sağ gruplaşmalara ve bu arada Terakkiperver Cumhuriyet Partisi'ne karşı daha kararlı mücadeleden yanaydı. Ayaklanmanın Türkiye'nin doğu illerinde çıkması da bir rastlantı değildir. ''Aşar"ın kaldırılmasıyla ciddi bir darbe alan büyük toprak ağalarının en iri mülkleri tam da oralardadır. ''Aşar" ya da "öşür" bir çeşit toprak vergisi olup, toprağın işlenmesi sonucu elde edilen tüm ürünler üzerinden alınmaktadır. Şeriat düzenlemelerine göre topraktan elde edilen tüm ürünlerin onda birlik kısmı dini cemaat lehine teslim edilmelidir. Muhammed zamanında bu bir çeşit dinsel vergilendirmeydi. Zaman içinde aşar en ağır devlet vergisi haline geldi. 19. yüzyılın ikinci yarısında aşar onda birden sekizde bire dönüştü.

Aşar konusunu incelemiş olan G. Astahov yoldaş, 208 Noviy Vostok dergisi­ nin209 5. sayısında bu süreci ve onun tarihsel gelişimini şöyle özetlemektedir: "1880 yılında aşar üzerine, yedek akçe denilen hesaba aktarılmak kaydıyla yüzde 1 eklendi. Bu hesap, 1888 yılında Abdülhamit iktidarı tarafından Ziraat Bankası'na dönüştürüldü. Ayrıca yüzde 1/2 oranında bir bölüm de yeni kuru­ lan okullar için tahsil edilmeye başlandı. Böylelikle aşarın toplam tutan yüzde lO'dan yüzde 5/ll'e ulaştı. Son yapılan yüzde 1/2 oranındaki zam hisse-i nani (yardım dilimi) olarak öngörülmüştür. 1897 yılında Ordu Tedarik Komisyonu, ordunun ihtiyaçları için kullanılmak üzere günümüzde tahsil edilmekte olan miktarın yüzde 1/lO'u (toplam ürünün yüzde l,15'i) oranında bir zam daha yapmıştır. Böylece toplam oran, elde edilen ürünlerin yüzde 12,65'ine ulaşmış bulunuyor. Bu rakam da yuvarlak hale getirilerek 12,5 olmuş ve bu haliyle gü­ nümüze kadar devam etmektedir. " Aşarın toplanması, toprak vergisini devletten satın alan ve köylülere keyfi biçimde inanılmaz derecede baskı yapan özel aracılar (mültezimler) ekibi tara­ fından tahsil edilmektedir. Bu keyfilikler Kürdistan gibi merkezden uzak eyaletlerde daha fazla görül­ mektedir. Köylüler arasında destek bulmaya çalışan Ankara hükümeti, Büyük Millet Meclisi'nin de tam desteğini alarak, ağırlığıyla Türk köylüsünü ezmekte olan ve ortaçağdan kalma bu vergiyi kaldırdı. Mustafa Kemal Paşa, daha 1 Mart 1922 tarihinde "Köylü milletin efendisidir" sözünü kullandı. Bu slogan, aşar ile bir arada olamazdı. Doğaldır ki, aşarın kaldırılması biçiminde gerçekleştirilen reform, aşar tahsil ederek bundan yararlanan feodal ağaların ve mültezimlerin sert tepkisini çekti. Özellikle Türkiye'nin doğusundaki asalak toprak ağaları buna içerlemişlerdi. Ankara hükümetinin toprak ilişkilerine müdahale etmesi Türkiye Kürdistan'ın üst feodal zümresini rahatsız etmiş ve onu silahlı mücadeleye itmişti. İngiliz hükümetinin ajanları hemen bu gerilimli havadan yararlanmak iste­ diler. İngiliz emperyalizmi kurulmakta olan genç Türkiye'nin en azılı düşmanı­ dır. Kemal hükümetine diş bilemektedir. Bu yüzden, nefret ettiği emperyalizm karşıtı hükümeti devirmek veya en azından Kürdistan'ı ondan koparmak fırsa­ tını kaçıramazdı. İlginçtir ki, aynen Afganistan'da gerçekleşen ayaklanma gibi Türkiye'deki devrim karşıtı hareket de İ ngiliz etki alanına sınırı bulunan topraklarda gerçek208

209

İstiklal Savaşı yıllarında Trabzon'daki Rusya Haberleşme Bürosu'nun başında bulunan Astahov, daha sonra Ankara'da Sovyet Elçiliğinde görev yapmıştır. Astahov'un Türk Devrimi üzerine kitap ve makaleleri bulunmaktadır. (YN) Şarkiyat Bilim Derneği'nin yayın organı. (YN)

leşmektedir. Ayaklanma tarihi de Milletler Cemiyeti temsilcilerinin yeni sınır çiz­ gisini belirlemek için Musul'a geldiği tarihle anlamlı bir biçimde örtüşmektedir. Böylelikle feodal ağaların ve Müslüman hocaların arkasında İngiliz em­ peryalizmi saklanmakta; bu olayı örgütlemekte, yönlendirmekte ve finanse etmektedir. Cahil ve vahşi göçebe Kürtler arasındaki etkinliğini kullanan feodaller, mür­ teci mollaların da desteğini alarak ayaklanmalara yaklaşık 10 bin militanın ka­ tılmasını sağladılar. Her Kürdün ta çocukluğundan itibaren silah kullanabildiği ve silahından hiç ayrılmadığı göz önünde tutulursa, Türkiye'deki bu Basmacı210 ordusunun hazırda bekleyen yedekleri de vardır. Türk karşıdevrim önderleri hangi sloganları kullanarak Kürt yığınları ayak­ landırdılar ve onları Ankara hükümetine karşı kışkırttılar? Elbette ki aşarın muhafaza edilmesi sloganı Kürtlerin ayaklanma nedeni olamazdı, zira mültezimlerden en çok onlar zarar görmekteydi. İngiliz yardı­ mı vaatleri de onları mücadeleye itemezdi, zira her Kürt için herhalde en nef­ ret edilen sözcük "İ ngiliz" sözcüğüdür. Saltanat düzeninin yeniden kurulması sloganı da Kürdistan sakinlerini silahlı mücadeleye itmezdi. Şeyh Sait başta olmak üzere bu ayaklanmanın önderleri, Kürtleri öncelikle hilafetin yeniden kurulması yönünde ajite ederek dinsel bağnazlık zemininde ve ikinci olarak da halk arasında popüler olan Kürdistan bağımsızlığı sloganını kullanarak silah­ landırdılar. Önce Rus Çarhğı'nın ücretli ajanıyken daha sonra İngilizler sayesinde İran topraklarına eşkıya saldırıları gerçekleştiren malum maceraperest Simko, 211 bu sloganı Dünya Savaşı sırasında kullandığında pek de başarısız sayılmazdı. Tabii ki "bağımsız Kürdistan" sloganı sadece bir manevra, kitleleri kazan­ mak için kullanılan bir yemdi. Aslında İ ngiliz emperyalizmi, Musul petrollerini kendine daha sağlam biçimde bağlamak amacıyla, Türkiye Kürdistan'ında ken­ di egemenliğini kurmaya çalışmaktadır. Türkiye gazetelerine göre 10 bin isyancıya karşı 40 binlik bir ordu konuşlan­ dırılmış durumdadır. Ayaklanma eylemi büyüyerek Diyarbakır'ı aşmış ve Kuzey Kürdistan'a sıç­ ramış bulunuyor. Ayaklanmanın ciddiyetini küçümsememek gerek; genç Türkiye'nin ve onun yurtdışındaki dostlarının dikkatini uzun aylar boyunca meşgul edecektir. Dağ­ lık arazi koşullan isyancıların gerilla savaşı uygulamalarını kolaylaştırmakta ve ordunun hareketini zorlaştırmaktadır. Bununla beraber hareketin sonu bi2ıo

211

Sovyet yönelimine karşı Orta Asya'da ı917'de başlayan ve aralıklı olarak 1931'e değin süren ayaklanma. Ruslar Basmak ve Baskın kelimesinden yola çıkarak ayaklanmaları Basmacı Ayaklanması olarak nitelendirdiler. (YN) İsmail Ağa (Simko). İran topraklarında yaşayan Kürt aşiret reisi. (YN)

linmektedir. Türkiye karşıdevriminin sonu da Buhara Basmacılarının sonu gibi olacaktır. Muazzam zorluklara rağmen ayaklanma en yakın zamanda bitirilecektir. Yalnız dağlarda saklanabilen bazı bölük pörçük çeteler sivil halkı ve ordu bir­ liklerini bir süre daha rahatsız edebilir. Fakat bu tür kıyıdan köşeden saldırma­ lar siyasal bir değer ifade etmeyecektir. Oysa şimdi Kürdistan'daki ayaklanma­ nın bir siyasal değeri vardır. Ne olursa olsun ulusal kurtuluş dalgasıyla kurulan Türk hükümeti, nesnel olarak devrimci bir rol oynamakta, İngiliz emperyaliz­ minin kışkırttığı ayaklanma ise, bu ilerici hareketi boğmaya çalışmaktadır. Bu yüzdendir ki, bu mücadelede bütün ülkelerin işçi sınıfı sempatisi, kılı­ cını dünya emperyalist sömürüsüne karşı çekmiş olan, ulusal devrim yolunu ateş ve kılıçla yeniden açmaya çalışan Ankara hükümetinden yanadır.

Irandost ORTADOGU'DAKİ İNGİLİZ POLİTİKASININ YENİ ROTASP12 7 Temmuz 1925

İ ngiliz emperyalizmi, bir yandan Batı'daki Sovyet düşmanı faaliyetlerini artırırken, öte yandan Sovyetler Birliği'ne karşı bir Doğu cephesi oluşturmaya çalışıyor. İngiliz basını, her şeyde Moskova'nın parmağı olduğu teranesini daha da yoğun bir şekilde tekrarlamaya ve Ortadoğu ülkelerindeki yönetici grupları, Doğu'nun geri kalmış halklarına yöneldiğini iddia ettiği "Kızıl Bolşevik emper­ yalizmi" hayaletiyle korkutmaya çalışıyor. İngilizlerin bu propagandasına son zamanlarda özellikle Türkiye'de, İran'da ve Afganistan'da rastlanmaktadır. İngiliz gazetesi Near East Ankara hükümetinin kısa bir süre önce Türk savaş filosunu yeniden inşaya karar vermesi üzerine, Türkiye'yi İngiltere'ye bakarak yön belirlemeye çağırdı. Buna neden olarak da Türkiye ile İngiltere'nin çıkarla­ rının aynı olduğunu göstermekteydi. Gazeteye göre bu ülkeler "Rusya'nın sal­ dırgan emellerine" karşı Asya'da bir savunma siyaseti izlemeliydiler. Gazete, bu arada Türk filosu için en iyisinin İngiliz yönetimi altında girmek olacağını da açıkça ima ediyordu. Moming Post gazetesi ise, Ankara hükümetinin Türki­ ye'deki Müslüman olmayan nüfusun savaş sonucu sahipsiz kalmış taşınmaz mallarını devletleştirmesi üzerine, Türkiye'ye bir çağrı yaparak Bolşevizmin 212

lrandost, "Der neue Kurs der englischen Politik im Nahen üsten" (7 Temmuz Intemationa/e Presse-Korrespondenz, sayı 105, yıl 5, 1925, s.1437-1439.

ı925)

,

izinden yürümemesini, tersine "Batı uygarlığına" yönelmesini ve İngiltere'ye yardım etmesini istedi. Öte yandan İ ngiliz basını, Orta Asya'da milli sınırlara sahip Sovyet Cum­ huriyetlerinin meydana çıkmasından dolayı, İran ve Afganistan'ın Bolşevik tehdidi altında olduğu yaygarasını koparmaktadır. Nitekim şu sıralarda İngiliz ajanlarının faaliyetiyle başlatılmış olan İran Türkmenlerinin ayaklanmasını Moskova'nın bir entrikası olarak göstermeye çalışmaktadır. Daha geçenlerle Daily Telegraph gazetesinin Orta Asya sorunları uzmanı, bu gazetede İngiltere'nin Ortadoğu siyasetini yeniden gözden geçirmesini talep etti. Uzman, İngiltere'nin mandası altındaki bölgelerin dar bir koridor oluştur­ duğunu, bu koridorun bir ucunda Mısır'ın, öteki ucunda ise İran'ın yer aldığını ve bu iki ülkenin de potansiyel olarak düşman ülkeler olduğunu belirtiyordu. Gazete, koridorun kuzeyinde ise Türkiye'nin (ki bu ülkenin yakınlığını kazan­ mak için hiçbir şey yapılmamıştı), güneyinde de Necd Sultanı ve Vahabilerin önderi İbn Suud'un hükümranlık alanlarının bulunduğunu yazıyordu. Yaza­ ra göre, bu bölgelerin tüm çıkarları, İngiltere'nin son yıllarda izlediği siyaset yüzünden zedelenmişti. Yazar, İngiltere'nin Orta Asya siyasetinin temellerini ve ilkelerini yeniden gözden geçirmesi gerektiğini, aksi takdirde Ortadoğu'daki tüm etki ve saygınlığını yitirmekle karşı karşıya bulunduğunu belirtiyordu. Gerçekten de İngiltere, son aylarda Mısır'da, Filistin'de, Arabistan'da, Irak'ta, Türkiye'de ve İran'da hummalı bir faaliyete girişmiştir. Eski zorbalık ve şiddet yöntemlerin yanı sıra, yeni diplomasi yöntemlerini de uygulamaktadır. İngilizlerin Mısır ve Filistin'deki yüksek komiserleri değiştirildi. Mısır'da Lord Allenby'nin geri çekilerek yerine eski Bombay Valisi George Lloyd'un ge­ tirilmesi Arap basınında belirtildiği gibi, İngiliz hükümet çevrelerinin Mısır'da uyguladıkları demir yumruk siyasetine kadife eldiven geçirmeye çalıştıklarını göstermektedir. Filistin'de Sir Herbert Samuel'in yerine Lord Plumer'in geti­ rilmesi de İngiliz siyasal çevrelerince Ortadoğu'da başgöstermesi olası siyasal karışıklıklara önleyici bir tedbir olarak kabul edilmektedir. Siyonist hareketin önderlerinin yaptığı açıklamalara göre, Plumer'in atanması, İngiltere'nin Filis­ tin siyasetinde ani bir değişiklik anlamına gelmektedir. Bu değişikliğin amacı, Arap milliyetçiliğini manevi bakımdan silahsızlandırmak ve Filistin'i saf bir İn­ giliz sömürgesi haline getirmektir. İngiltere, Filistin'de ve Doğu Ü rdün'de yeni bir stratejik üs kuracaktır. Bu üssün önemi bir süre önce, Kızıldeniz'deki Akabe Limanı'nın işgali ve Kıbrıs'ın bir İngiliz sömürgesine dönüştürülmesi nedeniyle gittikçe artmaktadır. Anlaşılan, İ ngiltere, Arabistan'da hegemonya için mücadele eden iki devlet, Necd ve Hicaz arasındaki mücadeleye karışmama ve tarafsız kalma tutumunu son zamanlarda terk etmektedir. Çünkü Hicaz'ın satın almış olduğu silahlara

el koymakta ve Birleşik Arabistan'ın en hararetli savunucusu olan İbn Suud'u kendi etkisi altına almaya çalışmaktadır. İngiliz diplomasisi, bir yandan da İngiltere-Türkiye ilişkilerindeki dikenle­ ri ayıklamaya çalışıyor. Kürdistan'daki ayaklanma, Ankara hükümetine Musul sınırlarına hatırı sayılır bir askeri kuvvet yığma olanağı vermişti. Bu durum ise, Türkiye'nin Milletler Cemiyeti'nin kararından hoşnut kalmadığı takdirde, Musul sorununu askeri yollarla çözmesi tehlikesini yaratmıştı. Nitekim Musul sorununun Milletler Cemiyeti Konseyi'nde Haziran ayı içinde görüşülmesi ön­ görülmüşken, tarafların kendi aralarında anlaşmalarını sağlamak amacıyla gö­ rüşmenin Eylül ayına ertelenmesi, bu bakımdan anlamlıdır. Öte yandan İngiliz sermayesinin Lozan Antlaşması'ndan sonra Türkiye'ye karşı uygulamakta olduğu fiili boykottan vazgeçtiği görülmektedir. İngiliz sermayesi Türkiye'nin iktisadi bakımdan ele geçirilmesinde diğerlerini ge­ ride bırakmıştır. Son bir yıl içinde Türkiye'de sicil kaydı yaptıran ve toplam 226 milyon Türk Lirası değerinde sermayeye sahip yabancı anonim şirketlerden İngiltere'nin payına düşen şirket sayısı 23 ve sermaye tutarı da 23 milyon Türk Lirasıydı. İngiltere'nin Musul sorununda izlediği, sözde uzlaşmaya hazır siyasetin bir nedeni de, Güney Kürdistan'daki durumun İ ngiltere'nin Irak'taki çıkarları açı­ sından bir tehdit oluşturmasıdır. Nitekim basında yer alan haberlere göre Şeyh Mahmut lrak'taki İ ngiliz birliklerini art arda yenilgilere uğratmayı başarmıştır. Irak hükümeti birkaç gün önce, yetmiş İngiliz uzmanını on yılı bulan bir görev süresi için devlet hizmetine almayı kabul eden bir anlaşmayı imzaladı. Bu da lrak'ın hızla bir İ ngiliz sömürgesi haline getirildiğini kanıtlamaktadır. İ ngiliz diplomasisinin çalışma yöntemlerindeki değişiklikler içinde en çar­ pıcı olanı, İ ran'daki yöntemlerde görülen ani değişmeydi. İngiliz diplomatik çevreleri kuklaları Şeyh Faysal'ın fiyaskoyla sonuçlanan macerasından sonra, İ ran'ın ulusal kurtuluş hareketinin düşmanı olarak açıkça ortaya çıkmamaya karar verdiler. Ama aslında amaçları, İ ran'ı kendilerine bağımlı kılmak olduğu için, Amerikan sermayesinin yardımıyla İran'ı iktisadi bakımdan köleleştirme­ ye yönelik büyük planlar hazırlamaktadırlar. İ ngiltere'nin Ortadoğu siyasetinde belli bir İngiliz-Amerikan ortak cephesi­ " nin, eskiden olduğu gibi bugün de önemli bir rol oynadığını görüyoruz. Aynı ortak cephe, Çin'de açıkça yıkılmıştır. Bu ortak cephe, iki ülkenin ilgili kapita­ list gruplan arasında yapılmış olan bir dizi anlaşmada ifadesini bulmaktadır. Özellikle " İngiliz-İran Petrol Kumpanyası" ve "Standard Oil" gibi ham petrol şirketleri arasındaki anlaşmalar buna örnektir. Bu şirketler, Kuzey İran'daki ham petrol kaynaklarının paylaşılmasında görüş birliğine varmış ve diğer ra­ kiplerine karşı, özellikle Fransa'ya karşı, ortak olarak direnmişlerdir. İran mali-

yesinin, İngiliz-Amerikan denetimi altına alınması için hazırlıklar yapılmakta, bu amaçla İran'a bir İngiliz-Amerikan kredisinin verilmesi planlanmaktadır. Aynı şekilde demiryollan ve ayrıcalıklar konusunda da İngiliz-Amerikan işbir­ liğini görmek mümkündür. Türkiye ve Irak'ta da benzer bir durum görmekteyiz. "Standard Oil" ile " İ n­ giliz-İ ran Petrol Kumpanyası" Irak'ın ham petrollerini ortak olarak çıkartmak için aralarında anlaşmışlar ve kısa bir süre önce Bağdat'ta Irak hükümeti ile bir ruhsat anlaşması imzalanmıştır. İngiltere bu anlaşma yoluyla Irak sınırları için Amerika'nın da güvence vermesini sağlamayı amaçlamaktadır. Aynı zamanda İngiltere ile Fransa arasındaki ilişkilerin Doğu'da gerginleş­ me eğilimi içinde olduğu görülmektedir. Bu durum, Avrupa'daki duruma belli ölçülerde uyuyor. Örneğin Fransızların İran'daki ham petrol ve demiryolu işin­ den pay alma çabaları, İngiltere'nin şiddetli direnişiyle karşılaştı. Ayrıca İngiliz basınında, Türkiye ile Fransa arasındaki Suriye sınırının düzenlenmesi görüş­ meleri konusunda çıkan haberlerde, açıkça, Fransa'nın Suriye üzerinde hiçbir hakka sahip olamayacağı yazılmaktaydı. İngiliz basını, Fransız siyaset adamı Franklin Boullion'un Ankara'da yaptığı son gezisinde de, aynı şekilde hırçın bir tavır takınmıştır. İngiltere'nin Doğu'da kendi durumunu güçlendirme ve Sovyetler Birliği'ne düşman bir cephe yaratma çabaları, doğası gereği, iç çelişmelerle doludur ve bu nedenlerde başarısızlığa mahkumdur. Daha şimdiden Türk hükümeti, Türk savaş filosunun bir İngiliz Heyeti tarafından yeniden düzenlenmesini reddet­ miş bulunuyor. İngiliz egemenliğine karşı Filistin'de ve Doğu Ürdün'de yükse­ len Arap hareketi sürmektedir. İngiliz emperyalizminin taktığı yeni maske, Doğu halklarını aldatamaz. Ge­ çenlerde biten, Cenevre Silah Ticaretini Kısıtlama Konferansı da bunu kanıtla­ dı. Bu konferansta, modern savaş tekniğinin tüm olanaklarını ellerinde tutan militarist büyük devletler, hiç utanmadan, Doğu halklarının silahlanmalarının kısıtlamasını talep ettiler. Bu bakımdan konferans, eşine az rastlanan acı bir güldürü örneği oldu. Konferans, İngiltere ve Fransa'nın çıkarlarına uygun ola­ rak, Fas'ta, Kızıldeniz'de, İ ran Körfezi'nde ve Umman Körfezi'nde yasak bölge­ ler ilan edilmesini öngördü. Konferans, Doğu'daki milli hareketi tecrit etmeyi ve zayıflatmayı amaçladı. Doğu ülkelerinin temsilcilerinin birçok protestosundan sonra İ ran delegesi, bir jestle, konferansı terk etti ve protokolü imzalamayı red­ detti. Morning Post gazetesinin, gizli bir tehdit anlamına gelen haberine göre, bu olayın arkasından İran'ın Milletler Cemiyeti'nden çıkması gelebilir. Cenevre Protokolü'nün Türkiye ve Afganistan tarafından da imzalanıp imzalanmaya­ cağı konusunda şu ana kadar bir haber yok. İşte, İngiltere'nin Ortadoğu'daki "istikrar" siyasetinin başarı işaretleri bunlardır.

B. Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] YENİ TÜRKİYE'DE KOMÜNİST SORUŞTURMASl213 8 Eylül 1925

Ankara " İstiklal Mahkemesi", üç aydan fazla bir süre önce, İstanbul'da on beşe yakın işçi ve aydın 1 Mayıs gösterilerinde komünist ajitasyon yaptıkları ve devrimci bir broşür yayınladıkları gerekçesiyle tutuklandı. Tutuklananlar, gerçekten de uzun yıllardan beri sistemli bir propaganda yü­ rüten komünist öncü savaşçılardı. Aydınlık adlı Marksist bir dergi ile Orak-Çekiç adlı bir işçi gazetesi çıkarıyorlardı. Bu yayınların, çoğunluğu işçi olan üç bin­ den fazla okuyucusu vardı. Bir işçi hareketinin başladığı her yerde, yoldaşları­ mız en ön saflarda yer alıyorlardı. Bugün on binlerce işçiyi etrafında toplayan en önemli sendikalar, komünistlerin önderliğini gönülden kabul etmektedirler. Resmi makamlar, bu açık komünist propagandacıların aynı zamanda güçlü bir gizli örgüte bağlı olduklarını iddia ettiler. Bu iddianın doğru olan tek yanı, Türkiye'de 1919 yılından beri illegal bir komünist örgütün bulunduğu ve Kema­ list polisin bütün çabalarına rağmen bu örgütü ortaya çıkaramamış olmasıdır. Ne var ki basın ve sendikalarda tümüyle açık olarak komünist görüşü savun­ mayı üstlenmiş olan savaşçılarımız, aslında kesinlikle bu gizli örgütün üyesi 213

B. Ferdi, "Kommunistenverfolgung in derneuen Türkei", Intemationale Presse-Korrespondenz, sayı 129, 8 Eylül 1925, s.1882. (TKP'nin önderi Şefik Hüsnü Değmer, Komünist Enternasyonal organlarında B. Ferdi imzasıyla yazıyordu. (YN)

değillerdi ve yasallığa titizlikle uydukları için kovuşturmaya fırsat vermiyorlar­ dı. Hükümet, daha 1922 Mayıs'ında, illegal bir bildiri dağıtılması dolayısıyla, yazı veya konuşmaları ile komünizme gösterdikleri eğilimi açıkça onaya ko­ yan herkesin tutuklanmasını emretmişti. Ne var ki, komünist olmak, Türk Ceza Hukuku'na göre başlı başına bir suç oluşturmadığı için, İstanbul mahkemesi yoldaşlarımızı ister istemez serbest bırakmak zorunda kaldı. Üç ay önceki son tutuklamalardan sonra, polisin illegal bir partinin varlığı­ nı kanıtlayacak önemli belgeler ele geçirmiş olduğu sanılıyordu. Sanıkların bu yüzden, gizli bir siyasi örgüt kurma suçundan bir ya da iki yıl hapis cezasına çarptırılması bekleniyordu. Ancak kısa bir süre önce başlayan dava, iddianamede yoldaşlarımız aleyhi­ ne hiçbir ciddi kanıtın bulunmadığını gösterdi. Dava bir komediydi. Sanıkların normal bir savunma olanakları bile yok­ tu. Cumhuriyet Savcısı, gazete makalelerine, komünist eserlerden alıntılara ve yoldaşlarımızın gurur verici ifadelerine, yani Savcı'nın deyişiyle "sosyal düzeni yıkmaya çalışan ajanlar" oldukları şeklindeki "itiraflarına" dayanıyor­ du. Türkiye'nin çiçeği burnunda milli Cumhuriyet'inin Savcısı, uygar "Batı Avrupa"daki meslektaşlarından hiçbir alanda geri kalmadığını herkese kanıt­ ladı. Türkiye'nin en iyi emekçilerinden olan on yedi öncü savaşçı 159 yıl ağır hapse çarptırıldı. Kemalizmin tarihinden hiçbir zaman silinmeyecek olan bu korkunç karar, hedefin komünist hareketten başka bir şey olmadığını gösterdi. En seçkin teorisyenimiz Dr. Şefik Hüsnü yoldaş ve üç yabancı yoldaşımız on beşer yıl ağır hapis cezasına mahkum edildi. Bu yoldaşlarımızın dördü de, bir şans eseri olarak Kemalist Cumhuriyet'in uşaklarının ellerinin erişemeyeceği bir yerde bulunuyorlar. Ne yazık ki, yakalanan diğer on üç sanık, on yıldan on yedi yıla kadar ağır hapis cezasına mahkum edildiler. Ankara hükümeti aldığı bu kararla Avrupa'nın kapitalist hükümetlerinin uygarlık düzeyine kesinlikle erişmiş olduğunu kanıtlamıştır. Türkiye işçi sınıfı, artık, böyle utanç verici bir karar karşısında ciddi bir yıl­ gınlığa düşmeyecek kadar gerçek çıkarlarının ve tarihsel rolünün bilincindedir. Nitekim işçi sınıfı, kısa bir süre önce komünist gazetelerin kapatılması üzerine, buna yanıt olarak Bursa'da proletaryanın haftalık [yayın] organı Yoldaş'ı çıkar­ mayı başarmıştır. İşçi sınıfı, öncü savaşçılarının zindanlara atılmasıyla yediği son darbeye, şimdiye kadarkilerden çok daha canlı ve şiddetli bir eylemle yanıt verdi. Boğaz Vapur Şirketi'ndeki makinistlerin son grevi bunu kanıtlamaktadır. Kaldı ki, bu darbe komünist öncü savaşçıların yalnızca legal çalışan kesi­ mine indirilmiştir. Türkiye Komünist Partisi'nin illegal aygıtına hemen hemen hiç dokunulmamıştır. Yerel örgütlerin aktif işçileri görevlerinin başındadır. Bu

nedenle, yoldaşlarımızın, yeni Türkiye'ye hakim olan milliyetçi gericiliğin in­ dirdiği darbenin etkilerini kısa bir süre içinde gidereceklerini ümit ediyoruz. Elbette bu mahkı'.imiyet kararı, her türlü açık propagandayı hemen hemen olanaksız kılmıştır. Kemal Paşa'nın adliyesi, aslında padişahlık yanlısı gerici­ lere karşı çıkarılmış olan Sıkıyönetim Kanunu'nu214 bütün komünistlere karşı kullanmaya kararlı görünmektedir. Yalnızca Türkiye işçileri değil, bütün diğer ülkelerin işçileri de buna karşı çıkmalı ve böylesine alçakça sınıfsal kararların kaldırılması için çalışmalıdır. Genç Türkiye'nin işçilerinin, diğer ülkelerdeki iş­ çilerin desteğine ihtiyacı vardır. Kendisine "devrimci" diyen Kemalist Parti'ye, padişahlık yanlılarına karşı çıkarılan yasaların komünistlere uygulanmaması ve utanç verici mahkumiyet kararlarının kaldırılması için kararlı bir biçimde baskı yapılmalıdır.

214

Takrir-i Sükun Kanunu kastediliyor. (YN)

Irandost SOVYETLER BİRLİGİ İLE TÜRKİYE ARASINDAKİ ANTLAŞMA2ıs 29 Aralık 1925

17 Aralık'ta, Türkiye ile tüm Yakındoğu'nun uluslararası konumunu belir­ leyici iki ilginç olay oldu. Cenevre'de Milletler Cemiyeti, İngiltere'nin 1918'de Türk vilayeti Musul'u işgaline yaptırım uygulama kararı aldı. Aynı gün Paris'te yoldaş Çiçerin ile Türk Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü bir anlaşma imzaladılar. Bu anlaşma, Sovyetler Birliği ile genç Türkiye Cumhuriyeti arasındaki dostça siyasal ilişkilere daha kesin bir biçim veriyor. Yukarıda sözü edilen belgelerin tarih ve içerik açısından denk düşmesi rast­ lantı değildir. Cenevre'nin, Musul'u Irak'a (pratikte İngiltere'ye) devretme ka­ rarı, Chamberlain'ın, İngiliz hükümetinin "Locarno ruhu"nu Doğu'ya taşıma niyetine ilişkin kısa süre önce yaptığı açıklamaya ışık tutuyor. Türk basını bu kararı "kaba şiddet ve rezil bir keyfilik" diye tanımlarken, İngiliz Dışişleri Baka­ nı, kısa bir süre önce Avam Kamarası'na verdiği raporda, İngiliz hükümetinin, Musul sorununda Türkiye ile anlaşma yolunu "Elbette Milletler Cemiyeti kara­ rının sınırları içinde" seçtiğini söyleme küstahlığında bulunuyordu. Bu ruh halinin anlamı Daily Herald gazetesince açığa çıkarılıyor. İ ngiliz ka­ binesinde, Asya politikasında iki çizgi mücadele etti. Bir çizgi Türkleri tecrit 215

Irandost, 29 Aralık 1925, "Der Vertrag zwischen der Sowjetunion und der Türkei", Internationale Presse-Korrespondenz, sayı 170, 29 Aralık 1925, s.2523-2524.

etmek amacıyla Rusya ile anlaşmak istiyordu. Öteki ise Rusya'nın tecridini ta­ mamlamak için Türkiye ile anlaşmayı yeğliyor. Gördüğümüz gibi, burada da, Bay Chamberlain'ın "Locarno ruhu"nun birincil amacı, Doğu'daki İngiliz em­ peryalist politikasına her direnişi, Doğu ülkeleri ile Sovyetler Birliği arasındaki sıkı ittifakta çatlak yaratarak zayıflatmaktır. Türkiye, kararı tanımadıkça ve bir parçasının İngiltere lehine kendisinden koparılmasına razı olmadıkça, Milletler Cemiyeti'nin Musul'a ilişkin bu kararı, sorunu hiçbir biçimde çözemez. İngiltere kamuoyu, Türkiye'nin Musul soru­ nunda aldığı kesin tavır nedeniyle son derece huzursuz. Her renkten emperya­ list basının (bu arada Fransız basını İngiliz basınından geri kalmıyor), Milletler Cemiyeti'nin kararlarına uymazsa Türkiye'yi bekleyen tehlikeler üzerine ko­ pardığı müthiş gürültü, İngiliz yönetim çevrelerine egemen olan huzursuzluğu gösteriyor. Fransız Dışişleri Bakanlığı'nın yarı resmi yayın organı, pek uzun olmayan bir süre önce, İran'daki son olayların "Sovyetler Birliği, İ ran ve Türkiye arasın­ da sıkı bir birliğin başlangıcı, Batılı devletlerin geniş birliğine direnmek üzere Doğulu devletlerin örgütlenmesinin ilk aşaması" olduğunu görmek gerektiğine korkuyla işaret ediyordu. Gazete, Doğu halklarının yakınlaşma politikasının, yalnız Asya'daki İngiliz egemenliği için değil, tüm Avrupa nüfuzu için müthiş bir tehdit oluşturduğunu belirtiyordu. Emperyalist diplomasinin bütün mekanizmaları, bu nedenle, Doğu halkları arasındaki yakınlaşmayı içeriden çökertmek üzere son günlerde harekete geçti. İ ngiliz ve Amerikan gazeteleri, sözüm ona İtalya ile Sovyetler Birliği arasında imzalanmış ve bazı maddeleri Türkiye'nin çıkarlarına aykırı olan hayal ürünü bir sözleşmeyi yayımladılar. İngiliz gericiliğinin başorganı Moming Post her za­ manki gibi başı çekiyor. Sözüm ona Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında imza­ lanmış uydurma bir gizli anlaşma üzerine birkaç gün önce gösterişli bir yayın yaptı. Bu anlaşma; Sovyetler Birliği'nin Musul sorununda Türkiye'nin taleple­ rini desteklemesini öngörüyormuş ve aynı zamanda, Türkiye'nin İran Azerbay­ can'ını işgal etmesini Sovyetler Birliği onaylıyormuş. Yani anlaşma İ ran'a da karşıymış. Bu saygıdeğer yayın organı bir yandan da, Sovyetler Birliği'nin Mu­ sul sorununda Türkiye'yi desteklemeyeceği gibi, İstanbul'u almak üzere saldırı planları hazırladığını( !) yazarak Türkiye'yi korkutuyor. Paris bulvar basını, Sovyetler Birliği'nin, Batı ile anlaşmak istediği için Türkiye ile bir anlaşma yapıp elini kolunu bağlamak istemediğini yazarak bu "bilgi "yi coşkuyla doğruluyor. Burjuva basını, tüm bu saçma sapan gevezelik­ lerle Doğu ülkeleri arasına ayrılık sokmayı ve Sovyetler Birliği'nin Doğu politi­ kasına ilişkin kuşku tohumları ekmeyi amaçlamaktadır.

Sovyet basını, satılık emperyalist basının bu kara çalma kampanyasını çürütmeye fazla yer ayırmadı. Bu gerekli de değildi. Sovyetler Birliği ile Tür­ kiye arasındaki açıklanmış olan anlaşma, genel olarak Doğu politikamızın ve özel olarak Türkiye ile ilişkilerin somut bir örneğini oluşturmaktadır. Yoldaş M. M. Litvinov, bir söyleşide, Sovyetler Birliği'nin, bütünüyle barışçıl bir du­ rum yaratmak ve Sovyetler Birliği ile dostluk ilişkileri kurmak isteyen her ülke ile benzer bir anlaşma yapmaya hazır olduğunu vurguluyor. Türkiye ile yeni anlaşmamız, Chamberlain'ın Locarno politikasının yöntemlerine bu anlamda bütünüyle zıttır. İngiliz yağmalama politikasına yaptırım uygular görünen Mil­ letler Cemiyeti'nin Musul sorununa ilişkin kararı, İ ngiliz hükümetinin Doğu'da yaratmaya çalıştığı Locarno hayallerini paramparça etmektedir. Yarı resmi Türk basın organı birkaç gün önce durumu şöyle özetledi: "Milletler Cemiyeti'nin emperyalist karakteri, Asya halklarının emperya­ lizmden kurtuluşunu amaç edinen yeni bir ittifakın kurulmasını zorunlu kılmaktadır. Bu ittifak, Yakındoğu'nun ezilen halklarının çabasıyla oluş­ turulmalıdır." Türkiye'yle anlaşmamız herhangi bir üçüncü devlete karşı değildir; tersine, tüm Doğu'da gerçek barış politikasının ve tek tek halkların yakınlaşmasının bir örneğidir.

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi DOGU'DAKİ DEVRİMCİ HAREKETİN MESELELERİ216 Aralık 1925

( ...) Yakındoğu'nun birbirine komşu iki ülkesi olan Türkiye ve İran'da, aynı sü· reç içinde bir milli burjuva devleti oluştuğunu görüyoruz. Bu ülkelerin bağım­ sızlık mücadelesi, İngiliz emperyalizmine karşı mücadele şiarı altında yürütü­ lüyor. İngiliz emperyalizmi, bu ülkelerdeki feodal geriliği ve parçalanmışlığı sürdürmek isteyen tüm feodal gruplara derinden bağlıdır. Toplumsal gelişmesi çok ileri olan Türkiye'de içteki mücadelenin akışı, Ke­ malistlerin önderliğindeki genç burjuvaziyi gitgide feodalizmin tüm kalıntıla­ rıyla hesaplaşmaya doğru, burjuva-cumhuriyetçi bir devlet ilkesine doğru çek­ mektedir. Türkiye ile İ ngiliz emperyalizmi arasındaki çelişme keskinleşmekte ve Türkiye'yi SSCB'yle dostça ilişkiler kurmaya adeta zorlamaktadır. Bununla birlikte, Türk hükümeti, bir yandan da Türkiye proletaryasının, emekçi kitle­ lerin partisi olan Türkiye Komünist Partisi 'ni kovuşturuyor. Ne var ki, bugün Türkiye'deki iktidara karşı izlenecek taktiği onun sırf bu özelliğine bakarak, yani komünistleri kovuşturmasına dayanarak belirlemek ağır bir hata olurdu. 216

"Fragen der revolutionaren Bewegung im üsten auf dem bevorstehenden erweiterten Plenum des EKKI" (Türkiye'yle ilgili bölüm / Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi'nin Gelecek Genişletilmiş Toplantısında Ele Alınmak Üzere Doğu'daki Devrimci Hareketin Meseleleri (Aralık 1925), Die Kommunistische Intemationale, sayı 12, 1925, s.1238-1239.

Türkiyeli yoldaşlar, Kemalist hükümetin devrimci kazançları sağlamlaştırmaya ve SSCB ile dostça ilişkiler kurmaya yönelik her adımını, bundan sonra da, ka­ rarlılıkla ve tereddütsüz desteklemelidirler. Ama bunun yanı sıra, Türkiye Ko­ münist Partisi, Kemalist polisin bütün engellemelerine ve yasaklarına rağmen, şehir proletaryası ve köylü kitleleri arasında ciddi bir faaliyet sürdürmelidir. Çünkü ancak o zaman, devrimci sürecin sırf burjuva düzeninin kazançlarıyla sınırlı kalmasını yeterli bulmayan ve emekçilerin toplumsal ihtiyaçlarını karşı­ layabilmek için devrimi daha da ileri götürmek isteyen bu kitlelerin bağımsız proletarya partisi haline gelebilir. (... )

P. Kitaigorodsky TÜRKİYE'DE İŞÇİ HAREKETİ217 Aralık 1925

Türkiye İşçi Hareketinin Geçmişi

Türkiye'ye ilk buhar makinesi 1860 yılında girdi. Ama deyim yerindeyse "sanayide devrim" diyebileceğimiz bu olayın sonuçları ancak 1880 yıllarında duyulmaya başlanmıştır. Çıraklık düzeni ve hiyerarşik yapılarıyla zanaatkar loncaları, ancak 1880'lerin sonunda ciddi olarak sarsıldı. Eski loncalar dağıl­ dı. İşçi sınıfı sahneye çıktı. İşçilerin ilk örgütlenme denemelerine 1893 yılında rastlıyoruz. "Tufan" top fabrikasında çalışanlar, Osmanlı Makinistler Birliği'ni kurmuşlardır. Ne var ki, bu örgüt daha çiçek açamadan solup gitti. Abdülhamit'in özgür örgütlere, hele işçi örgütlerine hiç tahammülü yoktu. Bu tür birliklerin önder­ lerini ve örgütçülerini sistemli bir biçimde kovuşturuyor ve sürgüne yolluyor­ du. Kanlı Sultan'ın zorba yönetimi yüzünden genç işçi örgütlerinin tohumları bir türlü yeşerememiştir. Türkiye'nin sanayi işçileri dağınıktılar ve cehaletin ve uyuşukluğun karanlığında kaldılar. Ancak 1908 Jön Türk Devrimi'yle birlikte işçi örgütlerinin gelişmesi de büyük bir hız kazandı. Anayasa'nın ilanı üzerine 217

P. Kitaigorodsky, "Die Arbeiterbewegung in der Türkei", Aralık 1925, Die Kommunistische Intemationale, özel sayı, 1925, s.75-84.

Türkiye toplumu hareketlendi ve ülkeyi baştan başa sayısız örgütler kapladı. Bu örgütlenme ateşi, fabrikalarda, demiryollarında vb. çalışan ve sayısı o gün­ lerde yüz bini bulan Türkiye işçi sınıfını da sardı. Türkiye işçi hareketi, Bulgar, Ermeni, Musevi sosyalistler ve diğer sosyalist­ ler tarafından örgütlenmişti. İttihat ve Terakki Partisi, elindeki devlet gücünün bütün şiddetiyle bunlara saldırmıştır. İlk örgütlenenler, Doğu Demiryolları işçi­ leri ve İstanbul Tramvay İşletmesi'nde çalışan işçilerle memurlar oldu. Türkiye daha 1909 yılında demiryolcular ile tramvaycıların ilk grevine tanık olmuştur. Jön Türk hükümeti, işçi hareketinin kızıl hayaleti karşısında korkuya kapı­ larak sert bir grev yasası çıkardı. Bu yasa bugün hala yürürlüktedir. Bu yasaya göre, işçiler, taleplerini ancak hükümet komiseri dikkate değer bulmuşsa ya da iki tarafı uzlaştırmada başarısız kalmışsa grev ilan edebilirler. İşçiler, uyuş­ mazlığın ele alınmasının üstünden ancak iki ay geçtikten sonra grev ilan etme hakkına sahiptirler. Bu zindan yasası, fiiliyatta grev hareketinin tümden yasak­ lanması anlamına geliyor. İşçi dernekleri meselesine gelince, gerçi Jön Türkler bu gibi örgütleri düzen­ leyen özel bir yasa çıkarmamışlardı, ama işçiler genel dernekler yasasından yararlanarak, daha sonra "Dernek" adını alan birliklerini kurdular. Jön Türk rejiminde yürürlükte olan dernekler yasası, taşrada şube açmaya izin vennekle birlikte, derneklerin federasyon şeklinde birleşmesini kesinlikle yasaklıyordu. Fiiliyatta bu, işçilerin legal birleşme olanağını yok etmek demekti. Emperyalist savaş sırasında iktidarda olan İttihat ve Terakki Partisi, bir yandan milli burjuvazinin oluşması için milli sanayiyi geliştirme, anonim şir­ ketler ve bankalar kurma yolunda çaba gösterirken, öte yandan küçük burju­ vaziyle liman işçilerini de örgütlüyordu. İttihat ve Terakki Partisi, dokumacılık işçilerini, fırıncıları, ayakkabıcıları (hem ustaları hem de çırakları kapsamak üzere) vb. arterlerde örgütledi. Bu arterlere devlet hem çeşitli siparişler hem de kredi ve hükümetin Almanya'ya ısmarladığı makineleri veriyordu. Arterlere bağlı işçiler "yurt savunması" için çalıştıkları gerekçesiyle askere alınmıyordu. Hükümet, aynı zamanda, büyük tekelci şirketlerden mal alan geniş bir tüketim kooperatifleri ağı da kurdu. Böylece her yeni kuruluş İttihatçılar {Jön Türkler) tarafından ele geçirildi ve hükümet memurlarının sıkı denetimi altında kaldı. 1918 yılında imzalanan ve Jön Türk rejiminin toptan yenilgisini pekiştiren Mondros Mütarekesi'nden sonra İ stanbul işçileri, birbiriyle rekabet halindeki İngiliz ve Fransız işgalcilerinin etkisi altına girdi. Ortaya bir sürü maceracı çık­ tı. Bunlar, kah İngilizlere, kah Fransızlara satmak amacıyla bir işçi örgütü kur­ maya çalışıyorlardı. Bunların içinde İngilizlerin satın aldığı Hilmi adındaki işçi döneği özellikle dikkati çeker. Bu adam 1921 yılında etrafında 7 bin İstanbullu

İ şçi toplamayı ve başarılı bir tramvay işçileri grevi (İstanbul 'daki tramvay şir­ keti Fransız-Belçika sermayesine aittir) yönetmeyi becermiştir. Ama daha 1922 Şubatı'nda Fransızlar İngilizler karşısında üstünlük sağladı. Türk memurların da yardımıyla İşçileri Koruma Cemiyeti adını taşıyan ve sadece Müslüman işçi­ leri kapsayan bir demek kurdu. Hilmi sahneden silindi ve İstanbul işçi örgüt­ lerinin başına bu kez de başka bir dolandırıcı, Şakir Rasim adlı biri geçti. Şakir Rasim, 1922'de Amsterdam'da İstanbul işçilerini temsil etmiştir. Gel gelelim bu maceracının şansı yaver gitmedi. 1922'deki tramvay işçile­ ri grevi başarısız oldu. İşçileri Koruma Cemiyeti dağıldı. Bu cemiyetten geride kalan tek şey, satılmış yöneticisi Şakir Rasim'in yemeyip içmeyip körüklediği şoven ve milliyetçi önyargıların pis izleriydi. Zaten bu "Cemiyet"e sırf Müslü­ man işçilerin alınması ve "Cemiyet" üyelerinin her bayramda dini törenler dü­ zenlemesi, örneğin kurban kesmeleri, bu "işçi örgütü"nün ne menem bir örgüt olduğunu anlatmaya yeter. Anadolu'ya gelince, o günlerde Anadolu'daki işçi hareketi tamamen Kema­ listlerin etkisi altındaydı. Anadolu işçi sınıfının en önemli gruplarını demir­ yolu işçileri, mermi fabrikası işçileri ve maden işçileri oluşturuyordu. Devlete ait fabrikalarda çalışan işçilerin dernek kurma hakkı olmamakla birlikte, Ke­ malist iktidar işçilerin yardımlaşma sandıkları kurarak bu sandıklar etrafında örgütlenmesine engel olamadı. Hükümet, yukarıda saydığımız fabrikaların ak­ samadan çalışmasını istediği için, işçilere, özellikle de demiryollarında ve mer­ mi fabrikalarında çalışanlara yüksek ücret (günde 3 Türk Lirası) ödemekte ve kendini bu yoldan grevlerle işçi uyuşmazlıklarına karşı peşinen güvence altına almaktadır. Maden işçilerine, ocağa iniş-çıkışlar da içinde olmak üzere sekiz saatlik işgünü tanınmıştır. İktisat Bakanlığı'nın başında bulunan küçük burju­ va sosyalisti Mahmut Esat [Bozkurt] , işçi sigortaları, parasız sağlık hizmeti, işçi çocukları için parasız eğitim vb. içeren bir yasa tasarısı hazırladı. Gerçi Kemalistler işçilerin yardımlaşma sandıkları kurmasına izin veriyor­ du, ama onların bu liberalizmi işçilere dernek kurma ve toplu sözleşme hakkı tanıyacak kadar da ileri gitmiyordu.

Milli Devrimin Zaferinden Soma Türkiye'de İşçi Hareketi Türkiye İşçi Sınıfının Bileşimi ve Özellikleri

Türkiye'de toplam 200 bin kadar şehir proletaryası vardır. Bunun üretim dallarına göre dağılışı şöyledir: İşçiler

İşçi Sayısı

Örgütlü İşçi Sayısı

Derniryolu Maden Fabrika İ nşaat Tramvay Gemiciler Liman Şoför ve Arabacılar Tütün Mevsimlik Matbaacılar Liman hamalları

8.500 25.000 40.000 12.000 3.000 5.000 7.000 10.000 25.000 15.000 1.500 20.000

5.000'i derneklerde 8.000 12.000 4.000 1.500 2.000 Hepsi loncalarda 5.000'i loncalarda 7.000 .

1.000 10.000

Türkiye'de savaş sonrasına ait istatistikler olmadığı için, bu sayılar da ke· sin değildir. İstatistikler olmadığı için, İktisat Bakanlığı'nın bültenlerinde, İstanbul'da yayımlanan L'Economiste d'Orient adlı dergide ve Türkiyeli komü­ nistlerin raporlarında vb. verilen sayıları kabulden başka çaremiz yok. Şehir proletaryasının sayısal bileşimi kaba çizgileriyle budur. Bu hesaba özel kuruluşlarda çalışan memurlarla (ki, sayıları sırf İstanbul'da bile on bin­ lercedir), devlet kuruluşlarında ve belediyede çalışan memurlar (sayıları 20 bin kadar) katılmamıştır. Şimdi de Türkiye işçi sınıfını oluşturan her bir grubun ayırt edici özellikle­ rini kısaca anlatalım. Türkiye proletaryasının öncü müfrezesini İstanbul işçileri, özellikle de demiryolu işçileri oluşturuyor. Proletaryanın bu tabakası, küçük burjuva­ zinin içinden çıkmıştır. Bunlar, çoğunlukla özel kuruluşlarda ve devlet ku­ ruluşlarında çalışan küçük memurların, küçük tüccarların ve yoksullaşmış zanaatkarların çocuklarıdır. Demiryolu işçileri arasında, Türkiye ölçülerine göre okuma-yazmayı iyi bilenlerin oranının yüksek olduğunu görüyoruz. Hatta içlerinde lise mezunları bile vardır.

Liman işçileri, gemi hamalları, hamallar ve seyyar satıcılar ise hala orta­ çağdan kalma loncalarda örgütlüdür. Bunlar, genellikle köylü unsurlar olup, çoğu İstanbul'a birkaç yıllığına gelen ve yeniden köylerine dönmeyi amaçla­ yan Kürtler ve Lazlardır. Ağır vergi yükü bunları köylerini terk ederek eski Os­ manlı başkentine gelmeye ve burada kayıkçı, liman hamalı, hamal vb. olarak çalışmaya zorluyor. Örgütlü olmaları sayesinde nispeten yüksek ücret alırlar ve Abdülhamit'ten Kemal Paşa'ya kadar bütün hükümetler, İstanbul hamallarının örgütünü ciddi bir güç olarak hesaba katmak zorunda kalmıştır. Kemalistler 1923 yılında İstanbul'u ele geçirdiklerinde, bu işçi kategorisinin başına buy­ rukluğunu kısıtlamayı denediler. Ne var ki, bu girişim, hamalların jandarmay­ la kıran kırana çatışmasıyla sonuçlandı. Yüzlerce hamal yaralandı. Bu arada, hamalların çoğunluğunu oluşturan Kürtlerin aralarındaki tutkunluk, hiç de küçümsenemeyecek bir rol oynadı. Örgütün önderleri olan "kahya"lar hapis cezalarına çarptırıldı. istanbul'daki gericiler, hoşnutsuz Kürtler üzerinde karşı­ devrimci bir ajitasyona giriştiler ve hatta Kürtlerin yardımıyla Mustafa Kemal 'e bir suikast düzenlemeyi bile başardılar. Polis, zamanında önlem alarak suikas­ tı önleyebildi ve bütün elebaşları tutukladı (Ekim 1923). Zonguldak'ta bulunan maden işçilerinin hepsi köylüdür. Bunlar, kömür ocaklarında üç-altı aylık bir süre için çalışmaktadırlar. Maden ocaklarındaki maddi çalışma koşulları dayanılacak gibi değildir ve bir insanın orada daha uzun zaman kalması fiziksel bakımdan olanaksızdır. Köylüler, genellikle, doğ­ rudan doğruya maden sahibi tarafından işe alınmamakta, maden sahibiyle an­ laşma yapmış olan bir dayıbaşı aracılığıyla işe girmektedirler. Bu "arter başı" (amele çavuşu), sindirilmiş ve çaresizlik yüzünden madenlerdeki yıpratıcı ça­ lışmaya razı olmak zorunda kalmış arter üyesi köylüleri amansızca sömürür. 1923 yılında bazı ileri işçiler, Zonguldak maden işçilerini örgütlemeyi başardı. Bu ileri işçiler, meslek eğitimi için Almanya'ya gönderilmiş ve oradan geri dön­ müşlerdi. Böylece ilk grev patlak verdi. Bu konuya ileride yeniden döneceğiz. İttihat ve Terakki Partisi, emperyalist savaş sırasında 1.500 genç işçiyi, çeşit­ li sanayi dallarında ustalaşmaları için Almanya'ya ve Avusturya-Macaristan'a yollamıştı. Bu işçiler, Almanya'da Kasım Devrimi'ni ve Macaristan'da da Sovyet Devrimi'ni yaşamış, kısmen faal olarak bunlara katılmışlardı. Bu vasıflı Türk işçileri, yurda döndükten sonra Türkiye işçi sınıfının örgütlenmesinde önemli bir rol oynadılar. İçlerinden birçoğu Türkiye Komünist Partisi'nin kurulmasına aktif olarak katıldı ve her zaman için devrimci işçi hareketinin öncü savaşçıları olarak ortaya çıktı. Bugün Türkiye işçi sınıfı, ana hatlarıyla, hala loncalara özgü dar görü­ şün ve küçük burjuva psikolojisinin damgasını taşımaktadır. Ne var ki, yeni

Türkiye'nin Kemal hükümeti tarafından hızla geliştirilen sanayileşmesi, Tür­ kiye proletaryasını radikalleştirecek ve onu çağdaş anlamda bir sınıf haline getirecektir. İzmir İktisat Kongresi

1923 yılı başlarında İsmet Paşa hükümeti İzmir'de ülkenin iktisadi sorunla­ rını ve üretici güçlerin geliştirilmesini görüşmek üzere özel bir kongre topladı. İşçi sınıfına toplantıda temsil hakkı tanınmakla birlikte, delegeler yerel ma­ kamlarca atanacaktı. Neyse ki, komünist ''Aydınlık" grubunun inisiyatifi saye­ sinde İstanbullu işçiler örgütlenerek içlerinden üç delege seçmeyi başardılar. Bu delegelerin arasında, Türkiye Komünist Hareketinin öncüsü, partinin genel sekreteri ve önderi olan Dr. Şefik Hüsnü [Değmer] yoldaş da vardı. (Bu yoldaş, geçtiğimiz günlerde, 1 Mayıs'la ilgili bir broşür yüzünden Ankara İstiklal Mah­ kemesi tarafından 15 yıl ağır hapse mahkum edilmiştir. İleride bu davaya yeni­ den değineceğiz). Şefik Hüsnü, İzmir Kongresi'nde tüm işçi delegasyonunu kendi arkasına almayı başardı. Kongre'nin işçi meselesiyle ilgili program maddelerinin çoğu, Hüsnü yoldaşın katkısıyla hazırlandı. İşçi delegasyonunun grup toplantıların­ da iş güvenliği, sekiz saatlik işgünü, sendika kurma ve toplu sözleşme hakkıyla ilgili maddeler tartışıldı ve kabul edildi. Hükümet, bu talepleri yerine getirme­ ye söz verdi, ama bugüne kadar İzmir Kongresi'nin iş güvenliği yasasıyla ilgili programı kağıt üzerinde kalmıştır. Meclis, işçi sorunlarıyla ilgili yasa tasarıları­ nı görüşmeyi bir oturumdan diğerine erteleyip durmaktadır. İzmir İktisat Kongresi'yle Türkiye işçi hareketi önemli ölçüde hız kazandı. İşçi hareketi içinde iki kanat ortaya çıktı: Ilımlı, "yurtsever" bir kanat ve ko­ münist bir kanat. İstanbul'daki matbaa işçileri, tramvay işçilerinin bir bölümü vb. komünist ''Aydınlık" grubunun etkisi altındaydılar. Ötekiler ise, daha önce sözünü ettiğimiz sahtekar Şakir Rasim'in peşine takılmıştı. İstanbul'da gelişmekte olan komünist hareketi ezmek için İsmet Paşa hü­ kümeti, 1 Mayıs'ı fırsat bildi. Başta Şefik Hüsnü yoldaş olmak üzere ''Aydın­ lık" grubunun önderleri zindanlara atıldı. Haklarında vatana ihanet suçundan siyasi bir dava açıldı. İstanbul resmi makamları bu tutuklamalarla, kendi ajanları Şakir Rasim'in yardımına koşmak istemişti. Ama İstanbul işçileri, bir kere seçmiş oldukları yoldan geri dönmediler. Sendika hareketi ilk büyük başarısını kazandı. Hemen daha 1923 Temmuz'unun ortalarında, aylarca sürecek bir grev başlatıldı. Bir­ leşmek ve ekonomik durumlarını düzeltmek için mücadele etmeye kararlı olan

işçi kitlelerinin baskısı karşısında hükümet tüm derneklerin "yasaya aykırı ola­ rak" genel bir birlik içinde birleşmesine göz yummak zorunda kaldı. Birlik 26 Kasım 1923'te İstanbul'da 250 delegenin katıldığı bir İşçi Kongresi yapıl­ dı. Kongre'ye Zonguldak'tan ve Balya-Kara Aydın yöresinden maden işçilerinin temsilcileri de katıldılar. Böylece Kongre, ülke çapında bir toplantı niteliği ka­ zandı. Kongre, kapitalist ülkelerdeki işçi konfederasyonlarına benzer bir "Bü­ tün Türkiye İşçi Birliği"nin kurulmasına karar verdi. Bu işçi konfederasyonu, İ stanbul'daki 19 bin örgütlü işçiyi (toplam 32 dernek), Zonguldak bölgesindeki 15 bin maden işçisini ve Balya-Kara Aydın yöresindeki 10 bin işçiyi kapsıyordu. Birliğin başına, kendisini artık iyi tanıdığımız Şakir Rasim geçti. Şakir Ra­ sim, var gücüyle Birliğin faaliyetlerini İstanbul Ohrana'sının218 talimatlarına uygun bir yola sürüklemeye çalıştı. Şakir Rasim'in ısrarları üzerine, bütün sen­ dikalardaki komünistler sendikadan çıkarıldı. Basına verdiği bir demeçte, bu saygıdeğer polis köpeği, gazetecilere şunları söyledi: "Birlik, yalnızca ekonomik hedefler peşindedir ve kelimenin gerçek anla­ mıyla milli bir örgüttür. Birliğin ne Bolşevizmle, ne de sosyalizmle hiçbir ortak yanı yoktur. Birlik, aşırı uçlarla mücadeleyi kendine görev bilir." Şakir Rasim, burjuva Kemal hükümetine bağlılığını daha da iyi göster­ mek için, Birlik Yönetim Kurulu'na ikinci başkan seçiminde, Kemalist Halk Partisi'nin İstanbul örgütü sekreteri olan Dr. Refik İsmail Bey'i aday gösterdi. Böylece Kemalistlerin, Türkiye'nin örgütlü işçi sınıfı üzerindeki vesayeti pekiş­ miş oldu. Birlik Yönetim Kurulu'nun iktidar karşısındaki yaltakçılığı her türlü sınırı aşmıştı. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa'ya çekilen kölelik telgrafları, res­ mi makamların karşısında eğilip bükülme ve onlara yaranma çabaları, "milli" çıkarlara bağlılık gösterileri, şu ya da bu "Paşa"ya çekilen ziyafetler; işte polis ajanı Şakir Rasim'in pratiğinde bütün bunlara en yaygın bir biçimde başvurul­ du. Bizzat "Gazi" Mustafa Kemal Paşa, Birliğin gösterdiği bu "bağlılık" duygu­ larına karşılık olarak, sendika kurma ve grev yasasını bir an önce hazırlatmaya söz verdi. Gel gelelim ·bu yasa bugüne kadar bir türlü dünyaya gelemedi. Birlik, İstanbul'un örgütlü işçilerinin tümünü kapsayamamıştır. Birinci olarak demiryolu işçileri, ikinci olarak da basın işçileri Birliğin etkisi dışında kaldılar. Hatta Birliğe karşı muhalefete başladılar. İstanbul matbaa işçileri üze­ rinde de komünistlerin büyük etkisi vardı. Aynı şekilde liman işçileri de Birliğe katılmayı reddettiler. 2ıs

Ohrana, Çarlık Rusya'sındaki gizli polis örgütünün adıdır. (YN)

Çok geçmeden, Birlik, işçilerin gözünde tüm saygınlığını yitirdi. Bunu gör­ mek için Birliğin üye sayısına bakmak yeterlidir. Başlangıçta sadece İstanbul 'da 19 bin üyesi olduğu halde, bu sayı 1924 Nisan'ında toplam 7 bine düşmüştür. Birliğin el-ayak öpme taktiği, resmi makamlara yaltaklanması, işçi kitlelerini itti. Artık, işçi kitleleri, Ohrana'nın ve burjuva hükümetinin işçi çıkarlarının koruyucuları olmadığını anlayacak kadar gelişmişti. Resmi makamların işçi birliğini boş vaatlerle avutarak, gerçekte sendika öz­ gürlüğü sorununu bir adım bile ileri götürmemeleri anlamlıdır. Hükümet, bu en sadık hendesi Birlik gibi vatanperverlikten yanına varılmayan hilkat garibe­ sine karşı bile güvensizdi. İşçi Birliği, kısa zamanda, kendiliğinden dağıldı.219 Grev Dalgası

1923 yaz aylarında Türkiye'nin işçi hayatında büyük olayların başgösterdiği­ ni daha önce de belirtmiştik. Ülkenin hemen hemen tüm büyük işçi merkezle­ rinde grevler patlak verdi. Grev dalgası, muazzam bir alanı kapladı ve grevcile­ rin sayısı Türkiye işçi hareketinde görülmemiş bir rakam olan 32 bini buldu. Bu grevler, bütün olarak, bir saldırı niteliğindeydi. Ekonomik taleplerin yanı sıra, birçok siyasi talep de ileri sürülmüştü: Sendika hakkı, toplumsal yasaların çı­ karılması vb. gibi. Komünistlerin önderlik ettiği grevlerde (örneğin İstanbul matbaa işçilerinin grevinde ve Doğu Demiryolu grevinde), talepler arasında Sovyetler Birliği ile yakın ilişkilerin geliştirilmesi de yer aldı. Grevlerin yansı işçilerin zaferiyle sonuçlandı. Grev yapılan işletmeler şunlardır:

Grev bölgesi

Grevci işçi sayısı

Grevde geçen gün sayısı

İstanbul'daki Bomonti Bira Fabrikası

300

8

Matbaa işçilerinin grevi

100

8

Doğu Demiryolu

1.400

8

Aydın Demiryolu

1.600

10

Zonguldak maden işçilerinin kısmi grevi

10.000

3

Zonguldak işçilerinin genel grevi (25 Temmuz-6 Ağustos)

12.000

12

İstanbul liman işçilerinin grevi ( Ekim)

5.000

7

Çevredeki tarım işçilerinin grevi

130

2

219

"Türkiye Beynelmilel işçiler İ ttihadı" adlı bu devrimci sendikal örgütün kendi gazetesi bile vardı. Ne var ki, sadece "gayrimüslim" işçileri kapsıyordu ve Türk işçiler arasında etkisi yoktu. Bu örgütün varlığı üç yıl sürmüştür.

Grevler, Türkiye işçi hareketi tarihinde bir dönüm noktasını oluşturuyordu. Hükümet, işçi sınıfını dizginlemek ve işçi hareketini denetlemek için harcadığı tüm çabalara karşın, ilk kez böyle on binlerce proleteri saran grev hareketinin gelişmesini durduramadı. 1924 yazında da posta-telgraf memurları ve tramvay işçileri greve gitti. Tram­ vay işçileri jandarmayla çatışmaya bile girdiler ve grevcilerden bazıları yara­ landı, 27'si de tutuklandı. Bu grev, İstanbul işçilerinin "milli" devlet iktidarıyla bağları kopardığını ve ona karşı muhalefete başladığını gösteriyordu. İstanbul işçileri, "milli" devlet iktidarının bir burjuva iktidarı olduğunu ve Türkiye bur­ juvazisiyle yabancı kapitalistlerin çıkarlarını savunmak için işçileri kurşunla­ maktan bile kaçınmayacağını, bizzat kendi pratikleriyle kavramışlardı. 1924 yılı Ekim ayında Doğu Demiryolları'nda (İstanbul-Edirne) bir grev pat­ lak verdi. Greve yol açan olay, işçilerin yardımlaşma sandığındaki paralan ken­ di aralarında paylaşma kararıydı. Fransız demiryolu şirketi işe burnunu soktu ve en faal iki işçiye yol verdi. Bunun üzerine işçiler, işten atılanların yeniden işe alınması için greve gittiler. Doğu Demiryollan yönetimi, kendisinin de belli bir katkıda bulunduğu sandığın paralarını 1922'den bu yana dilediği gibi kullanıp durmuştu. Greve resmi makamlar müdahale etti. Grev zorbalıkla bastırıldı. 1924 yılı boyunca kah orada, kah burada grevler patlak verdi. Resmi makam­ lar ise her seferinde, çoğunlukla yabancı olan patronların safında yer aldılar. Örneğin 1924 Ekim'inde İstanbul'daki büyük un fabrikalarında ve devlete ait dokuma fabrikalarında bir grev oldu. Bu sonuncusuna kadın işçiler de katıldı. Burada Şirketi Hayriye'ye bağlı gemicilerin 1925 Ağustos ayında yaptığı grevden de söz etmeden geçmeyelim. Türklerin elinde olan bu şirket muazzam karlar elde ettiği halde, gemicilere ancak ölmeyecekleri kadar ücret ödüyordu. Polis, doğal olarak hisse sahiplerinden yana çıktı ve en faal işçileri tutukla­ dı. Grevcilerden onlarcası işten atılarak yerlerine grev kırıcılar alındı. Polisin dağıttığı bu grev dolayısıyla, İstanbul'da yayımlanan Cumhuriyet adlı Kemalist gazete, Türkiye'deki işçi meselesi konusunda bakınız neler yazı­ yor. Gazetenin 21 Ağustos tarihli başmakalesinde şunları okuyoruz: "Şirketi Hayriye'de çalışan işçilerden bir kısmı, grev yapmaya kalktı. Bu teşebbüsleri başarısızlığa uğradı. Türk işçisi, Avrupalı işçilerin ni­ teliklerine ve maddi kaynaklarına sahip değildir. Türk işçi sınıfı henüz çocukluk çağındadır ve işçi örgütleri, üyelerini greve itmekle hata işle­ mektedirler. Ancak hiçbir sorumluluk duygusu olmayan unsurlar, saf Türk işçilerini sınıf mücadelesinin tehlikeli yolunu tutmaya kışkırtabilir. Türkiye'de büyük kapitalistler yoktur. İktisadi hayatımız henüz yeterin­ ce gelişmiş değildir ve işte bu yüzden bizde işçi meselesine yer yoktur.

Bizim müteşebbislerimizin, yani inisiyatif sahibi kimselerin maddi yaşa­ ma koşulları, işçilerinkinden hemen hemen farksızdır.(?) Ama yine de işçilerimizin hoşnutsuz olduklarını ve kolay heyecana kapıldıklarını bir olgu olarak tespit etmeliyiz. Onların bu heyecanı, işçilerle müteşebbisler arasındaki zıtlığı keskinleştirme eğilimini taşıyor. İşçilerin bu heyecanlı ruh halini görmezlikten gelemeyiz. Bu durum, milli ve iktisadi gelişme­ miz için bir tehlike haline gelebilir. Vakit geçirmeden buna karşı önlem­ ler almak zorunludur. İşçi sınıfını yönetecek, uygarlaştıracak ve mükem­ melleştirecek organlar kurulmalıdır." Uzun lafın kısası: Caveant consules! Yani, resmi makamlar Türkiye işçilerini zapturapta almalı ve kendi vesayetleri altında tutmalıdırlar. Uzun sözün kısası: Zubatov'un hayaleti Boğaziçi semalarında gezinmektedir! Tüm Türkiye basım grevcilere karşı cihat açtı. Grevcilerin "zavallı, yoksul" Türk gemi sahiplerinin cebine el atmaya cüret ettiklerini yazıyorlardı. Türk milli burjuvazisi işçi sınıfının üzerine çullandı ve bütün devlet aygıtını hare­ kete geçirdi. Cumhuriyet Türkiyesi'nde işçi sınıfının en temel hakları gasp edilmiştir. Türkiye işçisi, sekiz saatlik işgünü nedir bilmez. Normal çalışma süresi 14-15 sa­ attir. İşçilerin çağdaş sendikalarda birleşmesi yasaktır. İşçiler grev yapamazlar. Hastalığa, yaşlılığa ya da kazalara karşı kendilerini güvence altına almak için örgüt kuramazlar. Kadın ve çocuk emeği insafsızca sömürülmektedir. Milli bur­ juva devriminin ürünü olan burjuva devleti, kendi sınıf çıkarlarım savunmakta ve proletaryayı polis denetimi altına sokmak istemektedir. Teali220

1924 güzünde Türkiyeli komünistler, İstanbul'daki bazı dernekleri canlan­ dırmayı ve kendiliğinden dağılmış olan "Birliğin" yerine yeni bir işçi konfede­ rasyonu kurmayı başardılar. Bu yeni konfederasyonun adı "Teali"ydi. Komü­ nistler, bazı dernek yönetimlerinde önder bir çekirdek oluşturmuşlardı. İşte oralarda kendi gruplarına dayanarak ve sempatizan işçileri de bu gruplara alarak bir örgütlenme çalışması yaptılar. "Teali"nin başındaki yönetim, neredeyse tamamen komünistlerden oluşu­ yordu. Sadece başkan, Birliğin Yönetim Kurulu'nda da görev almış olan Dr. Re­ fik İsmail Bey adında bir Kemalistti. Bu başkan hükümetle sürekli ilişki içinde bulunmakla birlikte, komünist grubun talimatlarım uygulamak zorunda da kalıyordu. 220

Amele Teali Cemiyeti kastediliyor. (YN)

"Teali", 1925 Mayıs'ına kadar varlığını sürdürdü. Önder durumdaki komü­ nistlerin -15 aydın ve 1 işçi- tutuklanmasından sonra hükümet tarafından ka­ patıldı. 1 Mayıs 1925'te İstanbul komünistleri, proletarya bayramı konulu bir broşür yayınlamışlardı. Türkiyeli komünistler son tutuklamalara kadar, bütün bir yıl boyunca canlı bir çalışma yürüttüler. Teorik Aydınlık dergisi birçok kez çıktı. Bundan başka bir de Orak-Çekiç adında bir gazete çıkarıldı. Bu gazeteye Trakya ve Anadolu'dan onlarca işçi, muhabir olarak katıldı. Marksizm-Leninizmin, işçi meselesinin so­ runlarını vb. işleyen on beş kadar da broşür basıldı. Hükümet, Türkiye işçileri üzerinde komünistlerin etkisinin gitgide güçlen­ mesinden korktu ve komünistleri işçilerden tecrit etmeye karar verdi. 17 sorum­ lu Parti görevlisi tutuklanarak Ankara İstiklal Mahkemesi'ne sevk edildi. Bu görevliler, toplam 159 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Sadece 4 yoldaş, burjuva adaletinin pençesinden kurtulmayı başarabildi. 13 yoldaş ise, Ankara'daki zin­ dancıbaşıların elinde kaldı. Hükümet, partinin yayın organları olan Aydınlık'ı, Orak-Çekiç'i ve Bursa'da yayımlanmakta olan Yoldaş'ı yasakladı, "Teali"nin yö­ netim kurulunu dağıttı ve ülkede tam anlamıyla zorbalık ve keyfiliğe dayanan egemenliğini pekiştirdi. Son zamanlarda hükümet, geçtiğimiz aylardaki grev hareketleri ve özellikle de Şirketi Hayriye işçilerinin grevi karşısında, İşçi hareketini sıkı bir biçimde ele almaya karar vermiş bulunuyor. Hükümet, İşçiler kendi haline bırakılırsa İ şçi hareketinin çok tehlikeli boyutlara ulaşabileceğini artık iyice kavramıştır. İ smet Paşa hükümeti, işçilere göstermelik bir örgüt sunmayı gerekli görüyor. Bu örgüt, Cumhuriyet adlı İstanbul gazetesinin deyimiyle "her türlü siyasetten uzak olup, sadece ekonomik amaçlar güdecektir" . İşte bu yolla, hükümet, işçi­ lerin hoşnutsuzluğunun önüne geçmeyi ve onların dikkatini siyasi meseleler­ den saptırmayı ummaktadır. Sonuç olarak, bu amaçla, 10 Ağustos 1925'te İstanbul'da İstanbul İ şçi Yar­ dımlaşma Derneği'nin toplantısı yapıldı. Polis, sessiz kalarak toplantıyı onay­ ladı. "Teali"nin eski yönetim kurulu yerine yenisi seçildi. Yeni yönetim kurulu başkanlığına da, artık fazlasıyla tanıdığımız Dr. Refik İsmail Bey, yani Kemalist partinin İstanbul örgütü sekreteri getirildi. Toplantı, aynı zamanda bir bildiri yayınlayarak işçilerin siyasi me15elelerle hiçbir şekilde ilgilenmediklerini ilana karar verdi. İşçilerin siyasetle hiçbir ilgisi olamazdı. Bu, Kemal hükümetinin işçi hareketini "dizginleme" yolundaki ilk deneyi değildir. Kemalist hükümet, komünistleri yasadışılığa itmiş, işçi sınıfını önder­ siz bırakmış, gazetelerini yasaklamıştır. Şimdi de, işçilerin gözünü boyamaya çalışıyor.

Ama boşuna! Bizzat Kemal hükümetinin kendi elleriyle geliştirmeye çalış­ tığı kapitalizmin mantığı, işçileri güya "siyaset"ten uzak tutsun diye dikilen tel örgüleri, kimsenin gözünün yaşına bakmadan bir bir devirecek, hükümetin ha­ fiyesi "vasi" bayların işçi sınıfını zapt etmek için kurduğu kağıttan şatoları yerle bir edecektir. Ve işçiler "siyaset"e katılacaktır. Türkiye işçi hareketi, kendini Ke­ malist "Zubatovcular"ın cenderesinden kurtaracak, sınıf mücadelesi yolunda ilerleyecektir. Kemalistler, tarihin tekerleğini geriye döndüremeyeceklerdir. Türkiye'nin sanayileşme süreci, işçilerin kitle hareketinin gelişmesi için yeterli bir temel oluşturuyor. Ve Kemalist "vasiler" proleter sınıf hareketini ne kadar zincire vurmaya çalışırlarsa, bu kitle hareketi de o ölçüde devrimci ola­ caktır...

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi DOGU ÜLKELERİNDEKİ DEVRİMCİ HAREKETLER-TÜRKİYE221 1925 - 1926

Bu raporun yazıldığı dönemde Türkiye'nin iç durumu tam bir istikrara ka­ vuşmuştur. Devrimle iktidara gelen ve hakimiyeti elinde tutan Kemalistlerin burjuva Cumhuriyetçi partisi, başını Şeyh Sait'in çektiği doğudaki ayaklan­ mayı alt etmeyi başardı. Kürt ayaklanmasının bastırılması, Türk hükümetinin saygınlığını ülke sınırları içinde ve dışında önemli ölçüde artırdı. Şeyh Sait'i destekleyen İngiliz emperyalizminin, yeni Türkiye'nin milli iktidarının zayıfla­ yacağı yolundaki hesapları boşa çıktı. Ticaret burjuvazisinin ve toprak ağaları­ nın çıkarlarını savunan "Terakkiperver Cumhuriyetçi Fırka"ya karşı bir meydan savaşına girişildi. Bu parti, şimdi tarih sahnesinden tamamen silinmiştir. Kemalistler, gerici sınıfları ve irticayı baskı altında tutmak ve zayıflatmak amacıyla bir dizi reform yaptılar. Böylece bütün illerdeki tekkeler kapatıldı ve 221

"Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi Raporu 1925-1926", Komünist Enternasyonal Tutanakları, Carl Hoym und Nachfolger Basımevi, s.1-355. Protokoll-Sechster WeltkongreB der Kommunistischen Internationale Moskau, 17 Juli1 September 1928 (Tutanak-Komünist Enternasyonalin 6. Dünya Kongresi, Moskova, 17 Temmuz-1 Eylül 1928), c.1, Die intemationale Lage und die Aufgaben der Komintem. Der Kampf gegen die imperialistische Kriegsgefahr (Uluslararası Durum ve Komintem'in Görevleri. Emperyalist savaş tehlikesine karşı mücadele), Carl Hoym & Nachfolger, Hamburg, 1928, s.1-355.

din işleri tümüyle devlete bağımlı hale getirildi. Ortaçağ Türkiye'si hızla çağ­ daşlaştırılmaktadır. Bunun yanı sıra, Türklere Musul'u geri vermemek için direnen İngiliz em­ peryalizminin şiddetli saldırısını da belirtmek gerekir. Türkiye'nin bağımsızlık mücadelesi hala bitmemiştir. Bu mücadele, nesnel olarak, dünya emperyaliz­ mine karşı mücadele eden tüm güçlerle anlaşmayı gerektirmektedir. İ ktidarda­ ki parti, bir yandan feodal gericilikle mücadele ederken, öte yandan da emekçi kitlelere karşı meydan savaşı açıyor. İşte Kemalist rejimin burjuva niteliği bu noktada ortaya çıkmaktadır. Kemalist rejim, böylece, kitlelerin siyaset sahne­ sine çıkma olanağını yok etmek istemektedir. Türkiye Komünist Partisi'ne ve onun etkisi altındaki bütün diğer örgütlere yöneltilen baskılar ve sendika ha­ reketine karşı izlenen Zubatovcu siyaset de, Kemalistlerin siyasetlerini simge­ leyen özelliklerdendir. İşçi Hareketi

Türkiye işçi hareketinin merkezi olan İstanbul'da işçi kitleleri arasında etki­ si önemli ölçüde artmış bulunan Komünist Partisi'nin yok edilmesi, işçi hare­ ketini önderlikten yoksun bıraktı. Hükümet, İstanbul 'daki işçi federasyonunun (Amele Teali Cemiyeti) yönetim organını ele geçirmek için bütün olanaklarını seferber etti. Bunda bir ölçüde başarılı da oldu. "Teali"nin yeni seçilen yönetim kurulu başkanlığı, Kemalistlerden ve onların adamlarından oluşmaktadır. Bu­ nunla birlikte "Teali"nin yönetim kuruluna sol unsurların sokulması da müm­ kün olmuştur. Bu raporun yazıldığı dönemde, Türkiye işçi hareketinde küçük grevler dı­ şında kayda değer bir şey olmamıştır. En ilginç grev, Eylül ayında Türk deniz yolları şirketi olan Şirketi Hayriye'de yapıldı. Bu greve katılan 400 kişiye karşı devlet aygıtının tüm gücü seferber edildi. Hükümet, ülke sermayesinin yardı­ mına koştu ve bir yandan polis, öte yandan da grev kırıcılar sayesinde bu grevi işçilerin yenilgisiyle bitirmek mümkün oldu. İşçilerin Zubatov usulü kovuşturulmasına, sıkı bir denetim altına alınması­ na rağmen, İstanbul ve Anadolu işçi sınıfı giderek milli hayallerden kurtulma­ ya ve yeni kurulmuş olan burjuva-cumhuriyetçi devlet içinde kendi gücünün bilincine varmış bir sınıf olarak haklarını talep etmeye başlamıştır. Türkiye Komünist Partisi

Mayıs ayındaki tutuklamalar, Türkiye Komünist Partisi Merkez Komitesi'nin çalışmalarını sekteye uğrattı. Tüm üyelerin yarısından fazlasının yer aldığı en

güçlü Parti örgütü istanbul'da bulunuyordu. Taşrada sadece birkaç sanayi mer­ kezinde (hepsinde değil) küçük örgütler bulunmaktaydı. Köylerde ise hiçbir Parti örgütü yoktu. Partinin çekirdeğini aydınlar (öğrenciler) oluşturmaktaydı. Partinin açık bir çizgisi yoktu; en önemli mesele olan Kemalist hükümete karşı tutum konusunda bile Parti açık bir tavır alamıyordu. Yönetimdeki arkadaşlar arasında, her ikisi de aynı derecede tehlikeli olan iki sapma dikkati çekmek­ teydi. Yoldaşların bir bölümü, Kemalistlerle aynı blok içindeydiler ve partiyi li­ beralizmin yoluna sçıkmak istiyorlardı. Baskılardan dolayı özellikle güçlenmiş olan diğer bölüm ise "gerici burjuvazinin temsilcisi" olarak nitelediği Kemalist hükümete karşı kararlı bir mücadele istiyordu. Partinin kitle içinde çalışma konusunda hiçbir tecrübesi yoktu. Parti, sadece proletaryanın ve aydınların üst tabakaları arasında çalışma yapıyordu. Köylü kitleleri partinin varlığından bile haberdar değildiler. Partinin hem genel bir programdan hem de bir eylem programından yoksun olması, durumu daha da güçleştiriyordu. İçinde bulun­ duğumuz yılın yaz aylarında, Komintern, Türkiye Komünist Partisi ile özel bir şekilde ilgilenmeye başladı. Türkiyeli yoldaşlarla siyasi ve örgütsel çalışmanın somut görevleri tartışıldı. Şu anda bir genel program ve bir eylem programı tas­ lağının hazırlık çalışmaları bitmek üzeredir. Sanayinin gelişmesiyle birlikte işçi hareketinde de bir yükseliş olacaktır. Parti üyesi gençlerin devrimci coşkusu, Türkiye Komünist Partisi'nin çalışma­ sında ve mücadelesinde başarı için bir güvencedir.

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi DOGU ÜLKELERİ KONUSUNDA RAPOR222 1925 - 1926

( ) Türkiye'de de fabrika hücreleri ilkesi uygulandı. Bununla birlikte son za­ manlara kadar az sayıda hücre vardı ve bunların kitlelerle olan bağları son de­ rece zayıftı. ( ) ...

...

222

Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu Örgütlenme Bölümü, "Türkiye'yle ilgili Bölüm 1925-1926", Komünist Enternasyonal Tutanaklan, Erweiterte Exekutive der Kommunistischen Intemationale Moskau, 21. Miirz-6. April ı925, "Die intemationalen Perspektiven und die Bolschewisierung: Die Hauptmomente der gegenwii.rtigen politischen Lage: Orientfrage.", ikinci oturum, Cari Hoym & Nachfolger, s.35.

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi Kadınlar Sekreterliği DOGU ÜLKELERİ KONUSUNDA RAPOR223 1925 - 1926

(... ) İslam ülkelerinde kadınlar arasında yürütülen çalışma, henüz düzenli bir nitelik kazanmamıştır. Bununla birlikte, Türkiye ve İran gibi bazı ülkelerde­ ki komünist partilerinin merkez komiteleri, komünist kadınlar arasında özel çalışma yürütmekle görevlendirilmişlerdir. Türkiye Komünist Partisi'nin prog­ ramında Enternasyonal Kadınlar Sekreterliği'nin kadınlar arasında çalışma meselesini ele alan özel bir maddesine yer verilmiştir. Türkiye dışındaki diğer Doğu ülkelerinde ise Enternasyonal Kadınlar Sekreterliği'yle doğrudan bir bağ kurulamamıştır. Çin, Japonya, Türkiye, Moğolistan ve İran gibi ülkelerdeki ka­ dın bölümlerinde yerel halk içinden çıkmış, eğitilmiş görevlilerin eksikliği du­ yulmaktadır. Yükselen devrimci bağımsızlık hareketine emekçi kadın kitlelerinin de ka­ tıldığı ülkelerde bu kitleler üzerindeki komünist etkinin sağlamlaştırılması için, eldeki devrimci sınıf örgütlerine kadın komünistlerin alınması ve onların kültürel kuruluşlarla kadın örgütlerine katılması en önemli örgütlenme biçim223

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi Kadınlar Sekreterliği, "Türkiye'yle İlgili Bölüm ı925·1926", Protokolle der Kommunistischen Internationale des Sechsten Weltkongress (Komünist Enternasyonal 6. Dünya Kongresi Tutanakları), Cari Hoym & Nachfolger, s.68, 70-71.

!erinden biridir. Bu, hem Çin hem Moğolistan, hem Türkiye hem de İ ran için geçerlidir. ( ... ) Milli bağımsızlık hareketi sırasında, özellikle de Milli Kurtuluş Hareketi sı­ rasında güçlü bir biçimde ortaya çıkan Türkiyeli kadınların faaliyeti, kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınması önerisinin Kemalist Parti tarafından red­ dedilmesinden sonra insanseverlik sınırları içinde kaldı. ( ... ) 8 Mart Kadınlar Günü kampanyası için Türkiye'de de hazırlıklara girişildi. Ancak Komünist Partisi üyelerinin tutuklanması yüzünden Kadınlar Günü kut­ lanamadı. ( ... ) Bütün Türkiye'deki partili kadın yoldaşların sayısı sadece SO'dir. (... )

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi DOGU ÜLKELERİNDE DEVRİMCİ HAREKETLER-TÜRKİYE224 Şubat - Kasım 1926

Türkiyeli işçiler, Türkiye'deki zulüm rejiminin onları şiddet yoluyla içine it­ tiği hareketsizlikten üç-dört aydır kurtulmaya ve uyanmaya başladılar. Çeşitli üretim ve nakliye dallarında çalışan işçiler arasında, günlük talepler etrafında, bir dizi hareket ortaya kondu. Bu kendiliğinden gelme hareketlerin nedeni, bir süreden beri en temel ihtiyaçların karşılanmasını bile önleyen ekonomik bas­ kıdır. Geçim giderleri yüzde 50 oranında arttığı, vergiler de iki kat yükseldiği halde, 1923 yılından bu yana ücretlerin düzeyinde bir değişme olmamıştır. Ko­ münist Partisi ve saflarının yeniden örgütlenmesiyle birlikte komünist çalışma­ nın canlılık kazanması bu hareketi teşvik etti. İşçi-patron görüşmeleri sırasında ve ara sıra görülen grevlerde hükümetin aldığı tavır çok ilginçtir. Hükümet, diktatörlüğün kuruluşundan bu yana alışı­ lan korkutma ve bas� araçlarına başvuracak yerde, iyiliksever bir aracı rolü oynamayı yeğ tutuyor. Hatta daha da ileri giderek, işçi ücretlerinin artırılma­ sını mümkün kılmak için Doğu Demiryolları İmtiyaz Şirketi'nin bilet fiyatları­ na zam yapmasına bile izin verdi. Hükümetin bu tutumu sayesinde, günün en önemli meselelerinden biri olan bu anlaşmazlık işçilerin yararına olarak çözül­ dü. Bu, ücret artışının sağlandığı ilk örnektir. 224

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi Raporu, Şubat-Kasım ı926.

Hükümetin bu tutumu, önceden hazırlanmış bir planın yürürlüğe konuldu­ ğunu göstermektedir. 1925 sonları ile 1926 başlarında Kemalistler, sendikaları ve işçi sınıfını ele geçirmek yerine, daha çok, işçi sınıfının tüm örgütlerini orta­ dan kaldırmayı hedef alıyorlardı. Bütün tertiplere karşı yiğitçe direnen proletar­ ya örgütünün etkisi, büyük bir olasılıkla onları eski yöntemlerini değiştirmeye zorlamıştır. Böylece eski Batum Başkonsolosu olan bir mebus, Türkiye'nin en büyük iş merkezi olan İstanbul'a beş altı ay önce Halk Partisi'nin il başkanı ola­ rak gönderildi. Bu başkan, işçiler ve komünistler konusundaki hünerini gös­ termekte gecikmedi ve İstanbul İl Örgütü'nde bir işçi ve zanaatkarlar bürosu kurdu. Bütün işçi örgütlerinin ve mesleki kuruluşların temsilcilerini büronun kuruluş toplantısına davet etti ve bu toplantıda işçilere daha iyi koşullar için verdikleri mücadelede örgütlenme hakkının tanınacağını söyledi. Ama aynı zamanda onları devrimci politikacıların "çıkarcı" siyasetlerine karşı da uyardı. Rus işçilerinin durumunun karanlık bir tablosunu çizdi ve Rusya'da işçilerin içinde bulunduğu "feci durumun" nedeni olarak da Bolşevik devrimini gös­ terdi. İşçiler, kendilerine zorla kabul ettirilmek istenen bu himayeye güvenmi­ yorlar. Fakat Halk Partisi'nin ajanları, komünistlerin etkisine karşı mücadele etmek için büyük bir faaliyet yürütmektedirler. Son zamanlarda hiçbir Parti üyesi tutuklanmamıştır. Bunun yerine, komünistlerin işçiler arasındaki say­ gınlığının zayıflatılmasına çalışılıyor. Türkiye Komünist Partisi'nin iç durumu son kongresine göre önemli ölçüde düzelmiş bulunuyor. Partinin sendika çalışması belli bir çapa ulaşmış, Parti içi birlik daha da sağlamlaşmıştır. Bununla birlikte, Parti, kongrede saptanan hedeflere erişmekten henüz çok uzaktır. Bu yavaş gelişmenin nedeni, partinin bütün diğer meselelerin bağlı olduğu temel meseleyi, yani kendi yayın organı­ nı çıkarma meselesini, şimdiye kadar çözememiş olmasıdır. Bir yayın organı olmaksızın, parti yönetiminin otorite uygulaması ve üyelerinin çalışmasını et­ kili bir biçimde yönetmesi, hemen hemen olanaksızdır. Parti üyelerinin kişisel olarak yürüttükleri propaganda çalışmasından başka, partinin kitlelerle bağ kurmasını sağlayacak bir aracı yoktur. Türkiye Komünist Partisi'nin bütün za­ yıflığı işte bu temel hatada yatmaktadır. Bu yüzden parti merkezi ile bölümleri arasındaki ilişki düzgün bir biçimde işleyememektedir. Parti bölümleri, Üzerlerinde belli bir ideolojik etki olmaksı­ zın kendi olanaklarıyla geliştiler ve açıkça kendi başlarına hareket etme eğilimi gösteriyorlar. Bu, partinin geleceği için çok büyük bir tehlikedir. Normal olmayan bu durum, ayrıca, her türlü ideolojik sapmaya zemin ha­ zırlamaktadır. Merkez cihazının elinde ise, buna karşı etkili bir mücadele yü­ rütmek için hiçbir olanak yoktur. Partinin içinde bulunduğu bu geçici güçlük-

lerden kendi mevki düşkünlükleri için yararlanmak isteyen üç kişilik bir aydın grubu, kısa bir süre önce partiden koptu.225 Bunlar şimdi, Parti çizgisine karşı olan bir dergi çıkararak ihanetlerini haklı göstermeye çabalamaktadırlar. Bu dergide yer alan oportünist cümleler keş­ mekeşi arasında, birkaç "sol" düşünceye de rastlanmaktadır. Fakat milli bur­ juvaziyle olan güçlü bağlarına bakılacak olursa, bunların Kemalizmle açıkça birleşmekte tereddüt etmeyeceklerini daha şimdiden görmek mümkündür. Bu grubun başını çekenlerin işçi kitleleri içinde hiçbir etkileri olmadığı için, bu kopma, Parti için bir tehlike meydana getirmemektedir.

225

Şevket Süreyya [Aydemir) ve Vedat Nedim [Tör] grubu kastediliyor. Kemalist hükümetin poli­ tikalarını savunan Kadro dergisini çıkarmışlardı. (YN)

B. Ferdi [Şefik Hüsnü] TÜRKİYE İLE İNGİLTERE ARASINDAKİ ÇATIŞMA226 23 Şubat 1926

İ ngiltere, Milletler Cemiyeti'ne dikte ettirdiği keyfi kararla Musul petrol hav­ zasına sahip olmayı güvence altına aldı. Bu kışkırtıcı davranış, milliyetçi Türk burjuvazisinin çıkarlarına karşı olduğu için, son günlerde Türkiye'nin yönetici çevreleri, emperyalist devletlere ve bunların uşağı olan Milletler Cemiyeti'ne ateş püskürmektedir. Musul meselesinde kamuoyunun tutumu, milliyet­ çi partinin resmi çevrelerinin görüşlerini yansıtmaktadır. Bu tutum, genç Cumhuriyet'in dış siyasetinde köklü bir değişiklik anlamına geliyor. Türk halk kitlelerinin Anadolu'da kazandığı askeri zaferleri ve Lozan'daki diplomatik başarıları izleyen günlerde, Kemal Paşa'nın siyasi yandaşları, ken­ dilerini, tüm engelleri diplomatik yoldan ve hakem mahkemesine başvurarak giderecek güçte sanıyorlardı. Milliyetçi önderler öncelikle, Türkleri ve Türk devletini, gelenekler, halkın yaşam tarzı ve toplumsal ilişkiler konusunda İs­ lam dininin etkisi dışına çıkarmaya çalıştılar. Milliyetçi burjuvazi bu yolla kapi­ talist devletlerin Türkiye'yi sömürgeleştirme hırsını söndürmenin mümkün ol­ duğunu gösterebileceğini ve bu devletlerin Türk milletinin ekonomik kalkınma çabalarına "çıkar gözetmeyen" katkısını sağlayabileceğini sanıyordu. 226

B. Ferdi, "Die Konflikt Zwischen der Türkei un England" (23 Şubat 1926)", Intemationale Presse·Korrespondenz, sayı 29, s.419·421. B. Ferdi imzası Şefik Hüsnü'ye ait. (YN)

Gel gelelim Musul meselesi, milliyetçi burjuvaziye başka bir yol araması gerektiğini göstermiştir. Üstelik Türklerin bu meselede ileri sürdüğü talepler, hiç de öyle büyük değildi. Nitekim bugün Paris Büyükelçisi olan eski bir Türk başbakanının açıklamalarından, Kemalistlerin Musul'un güneyini İ ngilizlere vererek yalnızca kuzey Musul'u kendi ellerinde tutmayı kabul ettiklerini ve hat­ ta İ ngilizler isterse, her iki bölgeyi de askerden arındırmaya hazır olduklarını öğreniyoruz. Ama Kemalistler, işleri bu uzlaşma ruhuyla yürütebilmek için bo­ şuna uğraştılar. İngilizler, Musul vilayetinin tamamına sahip olmak istiyordu. Milletler Cemiyeti de, Türk hükümetine en ufak bir ödün vermeye bile cesaret edemedi. Bugün Kemalistler, bu tür bir milli bağımsızlığın aldatıcı bir görüntü olmak­ tan ileri gitmediğini teslim etmektedir. Kemalist basın, ağız birliğiyle, emperya­ list kapitalizmin siyasi ve ekonomik organlarının oynadıkları oyunların arka­ sında yatan eşkıyalık zihniyetini teşhir etmekte ve bu eşkıyalık zihniyetinin tek amacının, Türkiye gibi henüz ilkel bir ekonomik gelişme aşamasında bulunan ülkeleri köleleştirmek olduğunu söylemektedir. Ve nihayet Kemalistler, bu doy­ mak bilmez emperyalizm canavarından kesinlikle kurtulmak için, bütün Doğu halklarına birleşme çağrısı yapmaya kadar gittiler. Bugüne kadar Türk basını, büyük devletlere, Milletler Cemiyeti'ne ve özellikle İ ngiltere'ye karşı, şu anda kullandığı dil kadar keskin bir dil kullanmamıştı. Son zamanlara kadar Türk burjuvazisinin siyasi çevrelerinde, Sovyetler Birliği'ne karşı çekingen ve işkilli bir tutum hakimdi. Hatta daha birkaç haf­ ta önce bile Chicago Tribune gazetesinin, italya'yla Rusya'nın güya Türkiye'ye karşı anlaştığı yolunda yazdığı yalan haberler, Türk kamuoyunda belli bir ger­ ginlik yaratmıştı. Ama "Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında Dostluk ve Ta­ rafsızlık Antlaşması"nın imzalandığı haberi, Sovyetler Birliği lehine hemen büyük bir coşku yarattı. Bütün gözler sevgiyle Sovyetler Birliği'ne çevrilmiş­ tir. Hatta bazıları, Sovyetler Birliği'nin ve tüm ezilen halkların katılmasıyla gerçek bir milletler cemiyeti yaratmayı öneriyor. Böylece Kemalistler gitgide daha mücadeleci bir tutum takınmaktadır. Bunun sonucu olarak, İngiltere ile Türkiye arasında Musul yüzünden bir savaş çıkması tehlikesi her gün daha çok büyümektedir. Dolayısıyla, İngiliz emperyalizmiyle Türk milliyetçiliği arasında çıkabilecek silahlı bir çatışma karşısında devrimci proletaryanın tutumunu saptamak, son derece acil bir görevdir. Musul meselesini devrimci proletarya nasıl değerlen­ dirmektedir ve bu konuda Türkiye'nin işçi ve köylülerine nasıl bir tutum alma­ larını salık vermektedir? Her şeyden önce bugün bir sınır meselesinden çıkabi­ lecek bir savaşın haklılığı konusunu açıklığa kavuşturmak gerekiyor.

Türkiye henüz bir yıldır ekonomik bakımdan bir gelişme dönemine girmiş­ tir. Üretici güçler gelişmeye başlamıştır. Ancak uzun süreli ve aralıksız çabalar­ la, ülke, içinde bulunduğu durgunluktan çıkabilir ve belli bir ekonomik refaha sahip devletler arasında yer alabilir. Tarihe baktığımızda, Türkiye ne zaman bir yenileşme ve gelişme dönemine girmişse, yayılmacı devletlerin şu ya da bu şekilde büyük güçlükler çıkardığını ve sonuç olarak Türkiye'nin gelişmesinin kesintiye uğradığını görüyoruz. Bu yöndeki son çabalar olan, bazı aşiretlerin cahilliğinden ve yobazlığından yararlanarak onları Kemalistlerin laiklik re­ formlarına karşı ayaklanmaya kışkırtma girişimleri, tam bir fiyaskoyla sonuç­ lanmıştır. Bu yüzden İngiliz emperyalistlerinin, Milletler Cemiyeti kararı ile Türkiye'ye bir hançer darbesi indirmekten başka çıkar yolu kalmamıştır. İndirdikleri dar­ be, Türklerin hem hayati çıkarlarını hem de milli gururlarını yaralamaktadır. İngiliz emperyalistleri, bugünkü koşullar altında çıkacak bir savaşın, sonucu ne olursa olsun, Türkiye Cumhuriyeti'nin gelişmesini baltalayacağına inanı­ yorlar. Böyle bir çatışma, Türkiye halkının ağır kurbanlar pahasına kazandığı ege­ menliğini ve bağımsızlığını tehlikeye atacaktır. Aslında bu sorunu tüm önkoşullarından kopartarak ele almak mümkün olsaydı, yukarıdaki düşüncelerden hareketle, ülkenin ekonomik inşası ve ye­ niden örgütlenmesinin kesintiye uğramadan sürdürülmesi uğruna Musul'un feda edilebileceği düşünülebilirdi. Ama Türkiye'nin Milletler Cemiyeti'nin bu kararına boyun eğerek, yeniden inşa görevlerini kesintisiz yerine getirebileceği bir soluklanma olanağı elde etmesi son derece şüphelidir. Doğrusu istenirse, bunun tam tersi olacaktır. Çünkü böyle bir davranış, hem İngilizler hem de Türkiye'nin karşıdevrimci tabakaları tarafından derhal bir zayıflık ve çöküntü belirtisi olarak yorumlanacak. Cumhuriyet'in iç ve dış düşmanları, cesaret ve milli gururdaki bu sarsıntıyı, Kemalistleri bizzat kendi yandaşlarının gözünden düşürmek için, sonuna kadar kullanacaklardır. Öte yandan, unutulmaması gereken diğer bir nokta da, bağımsızlıkları için savaşan ezilen halkların, genç Cumhuriyet'in tüm davranış ve tutumlarını tutkuya varan bir ilgiyle izliyor olmasıdır. Dolayısıyla, Türk hükümetinin bo­ yun eğmesi, kaçınılmaz olarak milli kurtuluş hareketleri, özellikle de Suriye, Mezopotamya ve Fars kabileleri üzerinde çok kötü bir etki yapacaktır. Emper­ yalist sömürgecilere başkaldırmış olan halklar, İngiliz cellatlarının muzaffer Türkiye'ye bile kendi iradelerini kabul ettirdiklerini ve onun canlı gövdesinden parça kopardıkları halde cezasız kaldıklarını gördükçe çok acı bir düş kırıklığı­ na uğrayacaktır. Gerçekten de Türkiye'nin İngiltere'nin bu emperyalist atılımı

karşısında geri çekilmesi ve Musul'un ilhakına göz yumması, İngiliz emperya­ lizminin zayıflamış olan itibarını belli ölçülerde yeniden yükseltecek ve ona, Doğu halklarını dilediği gibi ve daha etkin bir biçimde boyunduruk altına alma olanağı sağlayacaktır. Bütün bunlar, Türkiye'nin boyun eğme ve uzlaşma siyaseti izleyerek, siyasi ve ekonomik gelişmesini bozan etkenleri durdurma amacına asla ulaşama­ yacağını kanıtlıyor. Türk milliyetçileri, İngiltere'nin taleplerine boyun eğecek olursa, yalnızca Doğu halklarının sevgisini yitirmekle kalmaz, aynı zamanda kendi siyasi muhaliflerine ve Kürt ayrılıkçılarına karşı da zayıf bir duruma dü­ şerler. Ardı arkası kesilmeyen güçlükler, onları ekonomik inşa tasarılarını iste­ dikleri gibi sonuçlandırmaktan yine alıkoyar. Ayrıca silahlı bir çatışma durumunda, Türkiye'nin, İngiltere'nin muazzam savaş aygıtı tarafından hemencecik ezilivereceğini düşünmek de yanlış olur. Güç dengesi, ilk bakışta göründüğü kadar basit değildir. Londra hükümeti, Türkiye'ye karşı bir sefer ilan eder etmez, bizzat İngiliz İmparatorluğu'nun kendi varlığını ilgilendiren yığınla sorun ortaya çıkacaktır. Birbirinden ağır olan bu sorunlar, askeri eylemin büsbütün felce uğramasına yol açmasalar da, önüne aşılması olanaksız güçlükler çıkartacaktır. Ö rneğin, her şeyden önce, İngiltere'nin sömürgelerini ana ülkeye bağlayan bağları kopartmak için, özel­ likle Mısır ve Hindistan'da çeşitli girişimler görülecektir. Bu ezilen halklar, John Bull'un227 pençelerinden kendilerini kurtarmak için, hiç kuşkusuz, bu fırsattan yararlanacaklardır. Bu arada, dolaylı bir biçimde din kardeşlerini de destek­ lemiş olacaklardır. İkinci olarak ise, son dünya savaşının acı tecrübelerinden sonra, sanayi proletaryasını kurbanlık koyun gibi mezbahaya sürmenin pek o kadar kolay bir iş olmayacağını görüyoruz. Devrimci ruhu her geçen gün daha da büyüyen bu sınıfın, büyük sermayedarların egemenliğini yıkmak için bu anı uygun görmeyeceğine kim kefil olur? Öte yandan, dünya ekonomisinin gelecekteki gelişmesinde başrollerden bi­ rini oynayacağı anlaşılan bu bölgede öylesine çok kapitalist ihtiras rekabet ha­ lindedir ki, çıkacak herhangi bir çatışmanın Türkiye ve İngiltere ile sınırlı kal­ maması olasılığı büyüktür. Bu durumda genel bir savaşın çıkması kaçınılmaz olur. Böyle bir durumda, mevcut emperyalistlerin çıkar çatışmasının nerelere varabileceğinin üzerinde fazla durmaksızın, Sovyetler Birliği 'nin ve tüm Doğu halklarının Türkiye'nin safında yer alacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bütün bunlardan çıkan sonuç, Cumhuriyetçi Türkiye'nin emperyalistlerin sindirme girişimlerine karşı direnme siyaseti izlemesi durumunda, çok az şey yitireceği, buna karşılık pek çok şey kazanacağıdır. Ancak bu siyaset, her türlü 227

İngiltere kastediliyor. (YN)

olasılığa karşı büyük bir uyanıklık ve bir dizi önlem gerektiriyor. Bu önlemleri şöyle özetleyebiliriz: 1. Kendilerini ezenlere karşı başkaldırmış olan komşu ülkelerle sıkı bir itti­ fak kurulması. 2. Yoksul ve topraksız köylülere, Türkiye'nin, Musul da dahil olmak üzere, Doğu illerindeki feodal beylere ve büyük toprak sahiplerine ait topraklara el koyma hakkını tanıyan bir yasanın çıkarılması. 3. Sovyetler Birliği ile kesin ittifak yapılması. 4. Bir iş güvenliği yasasının çıkarılması. Bu yasa, çok geniş kapsamlı olmalı, şehir ve köydeki işçileri gerçekten korumalı, onlara sendikalarda örgütlenme ve gazete çıkarma konusunda büyük özgürlük tanımalıdır. 5. Kürdistan'ın geniş halk kitlelerine, İngilizlerin baskısından ve kendilerini ezen feodaller ve dincilerden kurtulur kurtulmaz kendi hükümet biçimlerini kendilerinin belirleme hakkının tanınacağının resmen açıklanması. Emekçi kitlelere yukarıda saydığımız türden haklar tanınmaksızın, onların askeri bir girişime özgürce ve gönüllü olarak katılmalarını sağlamak olanak­ sızdır. Çünkü hükümet, işçilerin bütün isteklerini var gücüyle bastırmaya ça­ lışırsa, işçiler o hükümetin antiemperyalist eğiliminin kendi sınıf çıkarlarına uygun olduğunu anlayamaz. öte yandan Kemalistlerin, Türkiye'ye sınır komşusu olan ülkelerle önceden anlaşma yapmaksızın, böylesine büyük bir işe girmesi affedilmez bir hata olur. En basit bir sağduyu bile, böyle bir ihtiyat önlemlerinin alınmasını gerekli kılar. Peki, bu durumda Kemalistlerin tutumu ne olacaktır? Büyük bir olasılıkla onlar, direnişi, ilişkileri tümüyle kesme ve savaş ilanı noktasına kadar vardır­ mayacaklardır. Her zaman için sürprizlerle dolu olabilecek bir askeri savaşa girişecek yerde, kendi bencil çıkarlarını koruyacak bir ödünü yeğ tutabilirler. İngiltere'nin vereceği ufak bir ödün, örneğin Milletler Cemiyeti'nin saptadığı Brüksel çizgisiyle Kemalistlerin istediklerine uygun bir çizgi arasında bir şey, hiç olmazsa Musul şehrini Türkiye'ye bırakan bir tavizcik, onları tatmine yete­ cektir. Kemalistler için esas sorun, Musul vilayetine sahip olmak değil, kendile­ rinin yurdun sarsılmaz savunucusu olmaktan çıktıkları izleniminin uyanması ve böylece muhaliflerinin eline, onları gözden düşürmek için etkin bir silahın geçmesidir. Bu nedenle Kemalistlerin, Türkiye'ye Musul'un kuzeyinde küçük bir bölge bırakacak şekilde konan bir sınırı kabul edeceklerini söyleyebiliriz. Çatışma, ancak İngilizler, Milletler Cemiyeti'nin kararındaki sınırlar üzerin­ de diretirlerse, kaçınılmaz olur. Türk hükümeti bu konuda öylesine uzlaşmaz bir havaya bürünmüştür ki, deyim yerindeyse, bütün köprüleri yakmış ve her türlü geri dönüş yolunu kapamıştır. En kötü olasılıkla belirleyici mücadeleye girme gücünü kendinde bulamasa bile, bu bölge üstündeki isteklerini sırf lafta

da olsa ileri sürmeye devam edecek ve bu lafta kalan kararlılığını, halk üzerin­ de hakimiyetini korumak için kullanacaktır. Ancak biz, ileriyi en iyi gören Kemalistlerin böyle bir zaaf siyasetinin kof niteliğini kavrayacaklarını ve böyle bir siyasetin kendilerinin her zamanki ka­ rarlılığıyla çeliştiğini görerek, hükümeti daha erkekçe bir tutum almaya zor­ layacaklarını umuyoruz. Dolayısıyla, İngiltere eğer önümüzdeki altı ay içinde uzlaşmaya yanaşmazsa, İ ngiliz emperyalizmi ile Doğu dünyası arasında belir­ leyici bir çatışmanın çıkması beklenebilir.

J. B. IRAK'TAKİ GELİŞME228 27 Mart 1926 Irak, -şimdi İ ngiliz mandası altında bulunan Fırat ve Dicle arasındaki böl­ ge- savaştan önce Türk Sultanlarının egemenliği altındayken, kültür bakımın­ dan en geri eyaletlerden biriydi. Ülkenin, özellikle güney kesimi çok verimlidir. Köylük bölgelerde zengin toprak sahipleri ile ortakçı küçük köylüler arasında­ ki çelişmeler oldukça keskin olmakla birlikte, ilişkiler yumuşak ve ataerkil bir nitelik taşıyordu. Bu, özellikle nüfusun büyük çoğunluğunun sanayi dışında ticaretle ya da el sanatlarıyla uğraştığı şehirlerde kendini gösteriyordu. Bu durum, Dünya Savaşı'yla birlikte değişti. Irak bir savaş alanı oldu. Alman ve daha sonra da İngiliz birlikleri ülkeyi yıkıntıya çevirdiler. Bunun acısını en çok, tam bir sefalete itilen yoksul halk katmanları, küçük köylüler çekti. Daha önceleri Türklerle işbirliği yapan paşalar ve büyük toprak sahipleri, yeni İngiliz iktidarıyla çarçabuk anlaştılar. Ama geniş halk kitlelerinin sefaleti kısa bir süre sonra ayaklanma hareketlerine yol açtı. 1920 yılında Bedevi kabilelerinin yanı sıra öncelikle şehir halkının katıldığı büyük bir ayaklanma oldu ve İngiltere bu ayaklanmayı ancak büyük zorluklarla bastırabildi. Ayaklanmaya katılanların 9 binden fazlası katledildi. Bunun üzerine, İngiltere, bir ''Arap kralı"nı, Kral Faysal'ı Irak'a hükümdar yaptı. İngilizlere uysallıkla hizmet eden bütün paşa ve beyler kliği, Faysal'ın etrafında birleştiler. Ancak bu, Arap toplumu içindeki sınıf çelişmelerinin kes228

J. B., "Die Entwicklung im Irak", 27 Mart 1926, Intemationale Presse-Korrespondenz, sayı 50, yıl 6, 26 Mart 1926, s. 695.

kinleşmesini de birlikte getirdi. Şehirlerdeki yoksul halka ve köylülüğe dayanan milliyetçilerin aynı zamanda Faysal'a ve paşalarına saldırmaksızın başdüşman İngiltere'ye karşı mücadele etmeleri olanaksızdı. Sakin durum hızla son buldu. En üst tabaka, İngiliz bürokrasisiyle giderek daha çok bütünleşti, bunlar İngi­ lizlerle kaynaşabilmek için Arap gelenek ve göreneklerini bir kenara bıraktılar bile. Paşalar, oğullarını İ ngiliz üniversitelerine gönderiyor ve ziyafetlerde, spor partilerinde ülkelerini İngiliz generalleri ve komiserlerine satıyorlardı. Ama alt tabakaların kızgınlığı gittikçe arttı ve zengin sınıflara karşı içleri kinle doldu. Bütün bunların üstüne bir de İngilizlerin, verimli Mezopotamya'yı bir pamuk sömürgesine dönüştürme, küçük köylüleri de sömürge çiftliklerde köle haline getirme eğilimleri eklendi. Kuzeyde Musul çevresinde, topraklarını kaybetmiş binlerce küçük köylü petrol kuyularında çalıştırıldılar. Böylece bir tarım ve şe­ hir proletaryası oluşmaktadır. Irak'taki sınıf çelişmeleri, son aylarda ülke için can alıcı önem taşıyan iki so­ runun gündeme gelmesiyle birlikte daha da çarpıcı bir şekilde kendini göster­ miştir: Musul sorunu ve İngiliz-Irak Antlaşması sorunu. Burada bütün sorun, Irak'ın İngiltere'nin safında yer alarak genç Türkiye Cumhuriyeti'ne mi karşı çıkacağı, yoksa Türkiye Cumhuriyeti'nin safında yer alarak İngiliz emperyaliz­ mine mi karşı çıkacağı sorunuydu. Paşalar ve beyler Türkiye zararına bir ortam yaratmak için her şeyi harekete geçirdiler. Bunu yaparken, yeni Türkiye'yi eski Türk zulmü ile özdeşleştirip Türklere karşı "milli" bir direnişin gerektiği vb. demagojisini gerekçe olarak kullandılar. Buna rağmen geniş halk kitleleri bil­ diklerinden şaşmadılar. Musul'un İngiliz mandasına verileceği haberi gelince, bir yandan resmi makamların düzenlediği zafer resmi geçitleri yapılırken, öte yandan Kerkük'te, Musul'da ve diğer şehirlerde İngilizlere karşı coşkun göste­ riler yapıldı. Bu gösteriler ancak asker kullanılarak bastırılabildi. (Tabii İngiliz haber ajansları bu gösterileri derin bir sessizlikle geçiştirdiler!) Birkaç hafta sonra İngiliz-Irak Antlaşması'nın sözüm ona "parlamento"dan geçmesi gerekiyordu. lrak'ın yirmi sene için köleleştirilmesini öngören bu ant­ laşmaya karşı halkın tepkisinden paşalar o kadar korkuyorlardı ki, antlaşma gö­ rüşmelerinin parlamentonun kapalı bir oturumunda yapılmasını istediler. Mu­ halefet bunu protesto etti ve parlamento binası önünde toplanan halk kitleleri tarafından desteklendi. Hükümet polisi gönderdi, boyun eğmeyen milletvekil­ lerini zor kullanarak uzaklaştırdı ve orada toplanmış kitleleri de zor kullanarak dağıttı. Ve parlamento o gece yapılan gizli bir oturumda Antlaşma'yı onayladı. Ancak mücadele son bulmamıştır. Tam tersine, İngiliz emperyalizminin talan ekonomisi sonucu (Irak'ta vergi vermeyen köyler İngiliz uçakları tarafından bom­ balanmaktadır... ) halkın sefaleti arttığı ölçüde alt tabakaların sınıf bilinci de art­ makta ve gittikçe daha geniş kitleler İngilizlere ve onların desteklediği Kral Faysal ve Paşalar kliğine karşı mücadele eden milli-devrimci harekete katılmaktadır.

K. Just İSMET PAŞA KABİNESİNİN BİR YILl229 30 Mart 1926

3 Mart'ta, İsmet Paşa'nın kurduğu üçüncü hükümetin başa geçmesinden bu yana bir yıl dolmaktadır. Bunun önemi, sadece, Türkiye'de bir hükümetin ilk kez bütün bir yıl başta kalmış olmasından ileri gelmiyor. Bu bir yıl, ayrıca, çok önem­ li bir dizi olayın geçtiği bir yıl olarak da Türk devrim tarihinde yer alacaktır. Şimdiki İsmet Paşa hükümetinin başa geçtiği 3 Mart 1925 tarihinin, son de­ rece önemli reformların birinci yıl dönümü olduğunu belirtmekte de yarar var­ dır. Bu reformlar, örneğin hilafetin kaldırılması, "medreselerin" kapatılması (ve dini eğitimin bütünüyle tasfiyesi), dini mahkemelerin kapatılması, şeyhülis­ lamlığın kaldırılması vb. İsmet Paşa, bu reformları, iktidardaki Halk Partisi'nin güçlerinin kısmen parçalandığı bir sırada, devrimin geçmiş düzenin kaleleri­ ne bu fazla erken saldırısından ürken çeşitli "ılımlı" grupların kendisine karşı yürüttüğü mücadele havası içinde çıkartmak zorunda kalmıştı. Bunun sonucu olarak da, İsmet Paşa'nın kurduğu ilk iki hükümetin belirgin özelliği olan kısmi bunalımlar ortaya çıkmıştı. Örneğin, 9 Kasım 1924'te Halk Partisi'nin bölünme­ si ve Fethi Bey'in Kasım ayında kurduğu, "ılımlı" unsurlardan oluşan belirsiz, yalpalayan bir programa sahip ve devrimi durdurmaya çalışan kabine gibi. 229

K. Just (Ankara)," Ein Jahr des Kabinets von ismet Pascha", 30 Mart 1926, Intemationale Presse-Korrespondenz, sayı 51, s.703-704.

Fakat devrim, artık kitleleri derinlemesine sarmış, feodallerin, din adamla­ rının, liman şehirleri burjuvazisinin ve daha bir süre öncesine kadar özel ayrı­ calıklardan yararlanan Padişah ve Halife uşaklarının çıkarlarına çok şiddetli bir darbe indirmiş bulunuyordu. Bu durumda, zıtların uzlaşması söz konusu olamazdı. Bu grupların açık hoşnutsuzluğunun oldukça tehdit edici bir nitelik kaza­ nabilmesinin nedeni, özellikle, devrimin tamamlanmış olmaktan çok uzak ol­ ması, pek çok eski İslam adet ve göreneklerinin olduğu gibi bırakılması, yeterli ekonomik tedbirlerin alınmaması, yeni bir laik-cumhuriyetçi akımın henüz ya­ ratılmaması ve eski yasaların yerine yeni cumhuriyetçi-demokratik yasaların henüz konmamış olmasıydı. Yaşadıklarını kanıtlamak için fırsat kollayan pek çok eski düzen taraftarı vardı. İşte, gerici güçlerin toparlanması için elverişli bir durum yaratan "ılımlı" Ali Fethi hükümeti, bu nedenle onlar tarafından büyük bir hoşnutlukla karşılandı. Kürdistan için ikiyüzlü bir biçimde "özerklik" talep eden (aslında bu özerk­ lik gerici feodal doğu vilayetlerinin devrimci ve cumhuriyetçi Ankara hükü­ metine karşı özerkliği anlamındaydı) şeyhlerin 1925 Şubat'ında patlak veren dinci ayaklanması, ılımlıların uzlaşmacı taktiklerine ibret verici bir darbe in­ dirdi. Ali Fethi hükümeti, iskambil kağıdından bir şato gibi dağıtıldı. İsmet Paşa'nın "aşırılığı"ndan ürktükleri için Fethi'yi desteklemiş olan bazı parti içi gruplar, kapıldıkları hayalleri hızla terk etmeye ve tövbekar evlatlar gibi, katı­ şıksız Kemalizm saflarına geri dönmeye başladılar. Sonuç olarak, Halk Partisi 2 ve 3 Mart 1925'te eski birliğini yeniden kurdu ve ülkenin kaderini tekrar İsmet Paşa'ya emanet etti. Bu arada, İsmet Paşa'nın kararlı bir tavır alma planını da bütünüyle onaylayarak kendisine özel yetkiler tanıdı. Yeni hükümetin son bir yıllık faaliyetine damgasını vuran şey, devrimi gerek siyasal gerekse iktisadi alanda sürdürme ve böylece eskiye dönüş ola­ nağıyla dinci gericilik tehlikesini kökünden yok etme yolunda gösterilen açık çabalardır. İsmet Paşa, şeyhlerin dinci ayaklanmasını ordu aracılığıyla bastırır bastırmaz, gerici düşünceyi besleyen ve din adamlarının kafasında "daha iyi günler"in geleceği umudunu yaşatan eski düzen kalıntılarıyla da kararlı bir şe­ kilde mücadeleye başladı. Bu dönemde alınan önemli tedbirlerin tümü Kürdistan'daki feodal-teokra­ tik düzeni ortadan kaldırmayı amaçlıyordu. Bu düzeni ayakta tutan temel di­ rekler, doğrudan doğruya Peygamber'in soyundan gelenler (Seyitler ve Şerif­ ler) bile, İstiklal Mahkemesi'ne verildi. Saflarında gerici güçlerin toplanmaya başladığı Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kesin olarak dağıtıldı. Gericiliğin yurtdışındaki destekçilerinin ülkede örgütledikleri gericilik yuvalarına karşı gerekli tedbirler alındı. Çağdışı gelenek ve göreneklere karşı da amansızca mü­ cadele edildi.

Salt iktisadi alanda ise, köylülerin ihtiyaçları daha fazla göz önüne alındı. Köylülerin sırtındaki maddi yükler biraz olsun hafifletildi; örneğin hem "aşar" (toprak vergisi) gerçekten kaldırıldı hem de pazar ü:ı;ünlerinden zaman zaman aşar yerine alınan vergilerden vazgeçildi. Bütün bunlara ek olarak, köylülere tarım ürünlerini dışarıda satma olanağını vermek için, Anadolu'da hızla demir­ yolları inşa edilmeye başlandı. Çiftçilik yapılan bir dizi bölgede tahıl borsaları kuruldu; traktörle tarımın her yerde propagandası yapıldı. Kredi sistemi geliş­ tirildi; yabancı sermayeden bağımsız ulusal bankalar kuruldu ve esas amaçları köyle birleşmek olan başka tedbirler de alınarak uygulamaya kondu. Ticaret alanında da İsmet Paşa hükümetinin ortaya attığı "tarım" şiarının özü şudur: Anadolu, liman şehirlerinin hizmetinde olmamalı, liman şehirleri Anadolu'nun hizmetinde olmalıdır. Her ne kadar bu şiar, liman şehirleri bur­ juvaziyle bunların efendisi olan Avrupa sermayesinin hoşnutsuzluğuna yol açmışsa da, bu şiar çevresinde, Anadolu'nun ulusal ekonomisi oluşacak ve iç bölgelerdeki ilerici burjuvazi güçlenecektir. Dış siyasete gelince, İsmet Paşa bu alanda da Kemal Paşa'nın temel siyaseti­ ni uygulamış, Musul'u kararlılıkla savunmuş, Sovyetler Birliği'yle bağları güç­ lendirmiş (Türk-Sovyet Dostluk ve Tarafsızlık Anlaşması), Fransız Borsası'nın fahiş faiz taleplerine karşı mücadele etmiş (devlet borçları üzerine yapılan gö­ rüşmeler) ve genellikle denilebilir ki, Türkiye'nin sınırlarıyla siyasal ve iktisadi bağımsızlığını güvence altına almak için bütün gücüyle çaba göstermiştir. Yakın gelecekte Türk Devrimi'nin hızının kesilmesini beklemek için hiçbir neden yoktur. Türk Parlamentosu, daha birkaç gün önce, tek oturumda bütün eski İslam kanunlarını kaldırmış ve yerine Avrupa'dan alınan Medeni Kanun'u kabul etmiştir. Önümüzdeki haftalar ve aylarda da en az bunun kadar önemli pek çok reform gündemdedir. İsmet Paşa ve reformları, halkın büyük çoğun­ luğu -özellikle köylüler- tarafından, eskiden olduğu gibi şimdi de hoşnutlukla karşılanmaktadır ve ılımlılar grubu saygınlığını kesinlikle yitirmiştir.

B. Ferdi [Şefik Hüsnü] TÜRKİYE'NİN EKONOMİK VE MALİ DURUMU230 16 Nisan 1926

Türkiye Cumhuriyeti'nin Devlet Başkanı Mustafa Kemal Paşa'nın yandaş­ ları, yani Kemalistler, bir yıldan fazla bir zamandır ülkenin ekonomik yönden yeniden inşası için ateşli bir çalışmaya giriştiler. Bu alanda ulaşmak istedikle­ rinin ne olduğu çok açık bir biçimde ortaya çıkmış bulunuyor. Kemalistler, bütün dikkatlerini son zamanlarda özellikle kredi meselesinde yoğunlaştırdılar. Ekonomik planlarının itici motorunu, tümüyle haklı olarak burada görüyorlar. Daha ilk adımlarını attıkları zaman karşılaştıkları zorluk­ lar, onlara, tarıma çağdaş tekniğin sokulması ve ülkenin sanayileşmesi plan­ ları için, büyük krediler ve bu kredileri verecek nitelikte kuruluşlar bulmaktan başka çıkar yol olmadığını öğretti. Eğer yalnız uluslararası kurumlara başvu­ rulursa, sonuç olarak bütün ekonomik yapının kayıtsız şartsız bunlara teslim edileceğini kavradılar. · Halk kitlelerinin tasarruflarının bu şekilde yabancı bankaların kasalarına akmasını önlemek için kredi kuruluşları meydana getirmeleri gerektiğini adım adım kavradılar. Nesnel koşulların baskısı altında şimdiden bir dizi banka ku­ rulmuştur. Başka bankaların kuruluş hazırlıklarına da başlanmıştır. Bu gerçek230

B. Ferdi, "Die wirtschaftliche und fınanzielle Lage der Türkei'', Internationale Presse­ Korrespondenz, sayı 59, yıl 6, 16 Nisan 1926, s.839-841.

ler, burjuvazinin iki tabakası, yani sanayi sermayesiyle tefeci sermaye arasın­ daki mücadelenin henüz sona ermediğini göstermektedir. Şimdi bazı somut gerçeklerden söz edelim. Bir yılı aşkın bir süre önce, hükümetin desteği ile bir grup Kemalist yöneti­ cinin kurduğu İş Bankası, devletin bütün girişim ve işlerinde (devletin hazine dairesindeki ve büyük limanlardaki işler konusundaki rüçhan hakları vb.) ay­ rıcalık sahibidir. Sanayi ve Maden Bankası'nın kurulması: Hükümet bu banka ile devlete ait olan 10 milyon lira değerinde 1,5 milyon kredili tekstil ve metal fabrikalarını birleştirmiştir. Bir yasa, devlet memurlarını, kumaşlarını bu fabrikalardan al­ makla yükümlü kılıyor. İstanbul Belediyesi'nin verdiği 100 bin lirayla kurulan Halk Bankası'nın amacı, küçük üreticileri kooperatiflerde birleştirmektir. Tarım kredisi için bir banka kurma tasarısı: İlk sermayesi 20 milyonlira ola­ cak, bunun 16 milyonu devletçe, 4 milyonu Emekli Sandığı'nca karşılanacaktır. Yerli sermaye ile kurulan Milli Kredi Bankası'nın zengin bakır madenlerin­ den yararlanabilmesi için hükümet, Ergani demiryolunu hızla yapmaktadır. Demiryollarının yapımı, genel olarak çok hızla ilerlemektedir. Yapım işleri Kemalist sermaye gruplarına ve yukarıda adı geçen yerli bankalara ihale edil­ mektedir. Bu grupların arkasında özellikle Krupp, Stinnes vb. gibi Alman sa­ nayicileri vardır. Bütün yapım malzemesi, lokomotif ve vagonlar Almanya'dan gelmektedir. 500 km uzunluğundaki Ankara-Sivas hattının 204 km.si, 380 km uzunluğundaki Samsun-Sivas hattının 92 km.si bugünden işletmeye açılmıştır. Birinci hattın 168, ikinci hattın 160 km.lik bir bölümü yapım halindedir. 220 km uzunluğundaki Kütahya-Tavşanlı hattının 98 km.lik bölümü bugünlerde işlet­ meye açılacaktır. Hükümet, daha bugünden toplam olarak 400 km demiryolu yapmıştır. Trabzon'un büyük tüccarlarından Nemlizade, Karadeniz kıyısındaki demir­ yolu yapım hakkını aldı ve işe başladı. Bu olay, büyük kapitalistlerin milli bir ekonomi yaratılması çabalarını nasıl desteklediklerinin bir örneğidir. Kibrit tekeli, bir Türk-Yahudi sermaye grubuna devredildi. Hükümetin himayesi altındaki bazı kimseler, 4-6 milyon liralık bir sermaye gerektiren, İstanbul ve İzmir limanlarındaki yükleme-boşaltma işinin rüçhan hakkını ele geçirdi. Şeker ve gazyağı ithali de tekele bağlanmak isteniyor. Bu işin yürütülmesi­ nin belli şartlarla bir yerli sermaye grubuna verileceğinden söz edilmektedir. Hükümet, çeşitli illerdeki şeker, dokuma, çeltik fabrikalarının kuruluşuna çeşitli ölçülerde katılmıştır. Görüldüğü gibi, gerçek anlamıyla bir devletleştirme ve tekelleştirme süreci ile karşı karşıya değiliz. Burada söz konusu olan, daha çok sanayi ve ticaret

alanında aşırı bir koruma siyasetinin çeşitli biçimleridir. Hükümet, tek başla­ rına etkili bir rol oynayabilecek güçte olmayan birbirinden kopuk kapitalist­ leri bir araya getirmeyi ve onları devlet aygıtının maddi ve manevi desteği ve yardımıyla canlandırmayı üstlenmiştir. Bu girişimler, kendi ayakları üstünde durabildikleri ölçüde, tümüyle girişimcilere devrolunacaktır. Bu girişimciler, bu arada hükümet desteği ile zenginleşmiş olacaktır. Hükümetin ekonomi po­ litikası yerli bir kapitalist burjuvazinin gelişmesini hızlandırmak ve ülkenin zenginliklerinin sömürülmesinde, ona kozmopolit231 unsurlar karşısında bir ağırlık sağlamaktır. Hükümetin, milliyetçi burjuvazi ile işbirliği şeklindeki bu ekonomi politika­ sı, ülkenin ekonomik yönden yabancı sermayenin etkisinden uzaklaşmasına yaramaktadır. Bir yandan yeni yapılmış olan demiryolları ve karayolları, öte yandan Ziraat, İş ve Sanayi Bankaları gibi kredi kurumlarının gelişmesi, tarım­ sal üretime büyük ölçüde hız vermiştir. 1925 yılında, işlenen tarım alanlarının yüzölçümü bir önceki yıla oranla yüzde 45 artmıştır. Bu alanların bu yıl içinde savaştan önceki duruma ulaşacağı umulmaktadır. Türkiye'nin hemen hemen yalnızca tarımsal ürünlerden ve yan ürünlerden oluşan ihracatı, son üç yıl için­ de sürekli olarak artmıştır. Yıl

İhracat (milyon kağıt lira:w.)

1922

79,2

1923

84,2

1924

88,8

1925

158,8

Görüldüğü gibi Türkiye'nin geçen yılki ihracatı, 1924 yılına oranla hemen hemen iki kat artmıştır. 1911 yılında ihraç edilen malların değeri, bu arada kay­ bedilmiş olan illerden ihraç edilenler dışında, 166,5 milyon kağıt lira tutuyor­ du. Demek ki, tarımsal üretim, savaş öncesi duruma oldukça yaklaşmıştır. Ticaret de aynı şekilde, genel olarak gelişme içindedir. Dış ülkelerle yapılan toplam ticaret şöyledir:

23ı

Kozmopolit, uluslararası emperyalizmle kaynaşmış ve kendi milletinden tümüyle koparak, emperyalist dünyanın vatandaşı haline gelmiş unsurları ifade ediyor. (YN)

Yıl

Toplam Dış Ticaret (milyon kağıt lira)

1923 1924 1925

229,4 219,8 352,4

Türkiye'nin dış ticareti, ithalat ve ihracat olarak, savaştan önce ve sonra şu şekilde gelişmiştir: Yıl

1911 1923 1924 1925

İthalat

İhracat

milyon kağıt lira

218,7 144,8 131,1 193,6

166,5 84,7 88,8 158,8

Bu rakamlar, iç pazarın satın alma gücünün önemli ölçüde yükseldiğini gösteriyor. Ancak burada, ithalatın büyük bir kesiminin hükümet tarafından demiryolu yapımı ve yıkılmış bölgelerin imarı için satın alınan malzemelerden, fabrikalar için alınan makinelerden vb. oluştuğunu göz önünde tutmak gerekir. Bütün bu malların bedeli devlet bütçesinden ödenmektedir. Mali siyaset, gittikçe daha fazla koruyucu gümrük eğilimleri göstermekte­ dir. Türkiye dolaylı vergilerin cenneti haline gelmiştir. Tarım üretimindeki dü­ zelme, bütçeye olumlu bir şekilde yansımaktadır. Büyük Meclis'in 1925 yılında kabul ettiği bütçe, 17 milyon liralık bir açık vermişti. Bu açık, gelir fazlası sa­ yesinde hemen hemen tümüyle kapatılmıştır. Gümrük gelirleri, öngörülenden 10 milyon lira kadar fazla olmuştur. Tütün tekeli, Reji dönemine oranla 5 mil­ yon lira fazla gelir sağlamıştır. Bütçe, her yıl biraz daha büyümektedir: Yıl

Gider (milyon lira)

1923 1924 1925 1926

104 140 165 (öngörülen) 210

Aşarın kaldırıldığını ve onun yerine pazar fiyatına göre ödenen yüzde 8 oranında bir verginin konulduğunu da belirtmek gerekir. Bu reform yüzün­ den ortaya çıkan boşluk, gümrüklerin ve tüketim vergilerinin yükseltilmesiyle ve tekellerin kazançlarıyla kapatılmaktadır. Gelecek yıl için, toprak ürünle­ rinden alınan verginin yüzde 5'e indirilmesi ve bu verginin yalnız ihracattan alınması düşünülmektedir. Burada vergi yükünün ağırlığı konusunda bir bilgi verebilmek için, bu arada kaybedilen iller çıkarıldıktan sonra, 1911-1912 bütçe yılı ile bir karşılaştırma yapmakta yarar vardır: Gider

1 Gelir

1 Açık

j 21.352.800

j 7.352.700

(altın lira)

28.705.500

1 altın lira, 8 kağıt lira ettiğine göre, gelir toplamı 170,4 milyon liradır. Böy­ lece hükümet, halkın yoksullaşmış ve sayıca azalmış olmasına ve üretim araç­ larının büyük bir kesiminin kullanılmaz duruma gelmiş bulunmasına rağmen, yoksul tüketici kitlesinden savaş öncesine oranla, yüzde 23 fazla vergi almak­ tadır. Bu sayıların ve gerçeklerin ışığında gördüğümüz şey nedir? Bütün bunlar, hükümetin ekonomi politikasının bedelini ülkenin emekçi kitlelerinin ödediğini gösteriyor. Her vergi yükümlüsü, 1911-1912 yılında 9,4 lira vergi ödemişti, 1925 yılında 12,7 lira vergi ödedi ve gelecek yıl 16,1 lira ödeye­ cektir. Vergi yükünün iki kat ağırlaşması, hemen hemen yalnızca dolaylı vergiler­ le gerçekleştirildiği için, yoksul ve orta sınıfların sırtına binmektedir. Yoksul köylü kitleleri, bezi, şekeri, gazyağını ve bütün mamulleri eskiye göre çok daha pahalıya satın almak zorunda kaldığı için, aşarın kaldırıldığını hissetmedi bile. Demiryollarının yapımı ile sanayi ve maden alanındaki girişimlerin desteklen­ mesi için hükümetin her yıl kullandığı 25-30 milyon lira, toplumun en çok sefa­ let çeken tabakalarının sırtından çıkarılmaktadır. Bu para sonuç olarak, hükü­ metin yeterince sağlamlaşmış şirketleri ve tekelleri adım adım devrettiği büyük işadamlarının kasalarını doldurmaktadır. Dış pazarları sömürme olanağına sahip olmayan Türk burjuvazisinin önün­ de, sermaye biriktirmek için, iç pazarı, yani büyük tüketici kitlesini sömürmek­ ten ve işgücünden en yüksek artıkdeğeri sızdırmaktan başka bir yol yoktur. Emekçi kitleler Kemalist burjuvazinin ekonomik çabalarının, emperyalist kapi­ talizmin girmesine etkili bir şekilde set çektiğini ve dolayısıyla ilerici bir nitelik taşıdığını görmekle birlikte, bu ekonomik gelişmenin iç mekanizmasının kendi

sırtlarına bindiğini ve bu mekanizmanın işleyişinin bedelini kendilerinin öde­ diğini kavramak zorundadır. Milliyetçi burjuvazinin uyguladığı sistem antiemperyalist bir rol oynadığı sürece, emekçi kitleler tarafından esas olarak kabul edilebilir. Bununla birlik­ te, emekçi kitlelerin örgütlü öncüsü, işçilerin, gümrük koruma sisteminin ters etkilerine karşı uygun önlemlerle korunmasını bütün gücüyle talep etmelidir. Aynı şekilde hükümeti, feodal sömürü altında bulunan toprakları yoksul köy­ lülerin sefaletini dindirecek bir şekilde parasız olarak dağıtmaya zorlamak üze­ re, amansız bir mücadele yürütülmelidir.

B. Ferdi [Şefik Hüsnü] TÜRKİYE'DE YABANCI SERMAYE YATIRIMLARl232 30 Nisan 1926

ı. Özel Girişimler

Türkiye'nin ekonomik yaşamının bütününe bakacak olursak, hükümetin bu alandaki faaliyetlerinin, bugünkü durumda, yalnızca milli burjuvazinin çabalarını yansıtan belirtilerden başka bir şey olmadığını hemen görürüz. Aşağı yukarı bütün sanayi, maden ve ticaret işletmeleri, hala yabancı kapita­ listlerin elinde bulunmaktadır. Eski rejimin olağanüstü baskılar altında ver­ diği ayrıcalıkların büyük bir kısmı hala geçerlidir. Kemal'in yandaşları Lozan Antlaşması'yla bu ayrıcalıkları tanıma zayıflığını göstermişlerdi. Fransız, İ n­ giliz ve Alman mali çevreleri, demiryollarını, limanları ve madenleri işletme­ ye devam etmektedir. Mondros Mütarekesi'nden sonra İtalya ve Amerika da, Türkiye'ye girebilmek için yoğun bir faaliyete girişmiştir. Yabancı şirketlerin faaliyeti hiçbir şekilde engellenmemektedir. Onlardan istenen tek şey, Cumhuriyet'in yasalarına uymaları ve özel ayrıcalıklar isteme­ meleridir. Ancak aslına bakılacak olursa, bu tür özel ayrıcalık tanıyan ilişkiler, geçmişin kötü mirası olarak alabildiğine vardır. Bu yüzden eski ayrıcalık sahip232

B. Ferdi, ''Auslandische Kapitalanlagen in der Türkei", Internationale Presse-Korrespondenz, sayı 66, 30 Nisan ı926, s.1000-1002.

lerinin pasif bir şekilde direnmesi, milli ekonominin gelişmesi için çok ciddiye alınması gereken bir engel oluşturmaktadır. Hükümet, bu gerçek durumun doğurduğu haksızlıkları hafifletmek için, Türkçe konuşulmasını, işyerlerinde Türklerin çalıştırılmasını ve sicil kaydı yapılmasını zorunlu kılma gibi, devletin bütün baskı araçlarını kullanmakta­ dır. Üstelik hükümet Anadolu Demiryolları'nı devletleştirmeye çalıştı ve Tütün Rejisi'nin ayrıcalığının yenilenmesini reddetti. Uzunluğu 1.020 km.yi bulan Anadolu Demiryolları devletçe işletilmekteyse de, bu demiryolları resmen bir grup İsviçreli ve Alman'ın malıdır. Bunların arkasında ise İ ngilizler vardır. Görüldüğü gibi bugün, yani 1926 yılında, milliyetçilerin hükümete gelme­ sinden dört yıl sonra, Türkiye'nin sanayi ve ticaret faaliyetinin büyük bir bö­ lümü hala yabancı kapitalistlerin denetimi altındadır. Türkiye'de faaliyet gös­ teren mali gruplar arasında en güçlüsü, bir Fransız-Belçika grubu olan Demir­ yolları ve Bayındırlık İşleri Genel Rejisi'dir. Büyük şehirlerdeki hemen hemen bütün limanlar, 2 bin km.den fazla demiryolu, İstanbul'un tramvay ve elektrik işletmeleri ve bir kısım fabrika ve madenler bu grubun denetimi altındadır. İkinci sırada, Deutsche Bank'ın çıkarları gelmektedir. İngilizlere ait olan büyük işletmeler de vardır. Çok sayıda banka bu işletmeleri mali bakımdan desteklemekte ve bunların çıkarlarını gözetmektedir: 10 milyon sterlin tutarında İngiliz ve Fransız serma­ yeli Osmanlı Bankası, 150 milyon mark Alman sermayeli Deutsche Bank, İngi­ liz sermayeli National Bank ofTurkey, 2 milyon lira tutarında Fransız ve Belçika sermayeli Selanik Bankası. İşte bu dört banka, dünya savaşından önce ülkeyi ortak bir şekilde sömürebilmek için bir çeşit mali kartel kurmuşlardı. Diğer birçok banka, daha az ya da çok önemde iş yapmaktadır. 500 milyon liret İtalyan sermayeli Banca Commerciale Italiana, 250 milyon frank Fransız sermayeli Credit Lyonnais, Fransız sermayeli Banquene Commerciale de la Mediterranee [Banque Commerciale de la Mediterranee] (Akdeniz Ticaret Ban­ kası), İtalyan Eskont Bankası, Rus Dış Ticaret Bankası, 25 milyon Hollanda gul­ deni sermayeli Hollanda Akdeniz Bankası, Rumen Banque Marmoroche, Ame­ rikan sermayeli Guaranty Trust Company. Cumhuriyet'in kuruluşundan sonra bu bankaların büyük bir kısmı faaliyet­ lerini önemli ölçüde kısıtlamak zorunda kaldı. Hatta National Bank of Turkey (Türkiye Milli Bankası) gibi bazı kuruluşlar tümüyle geri çekilmeyi yeğ tuttular. "Fransa'nın Osmanlı İ mparatorluğu'ndaki Mali Çıkarları" adı altında çıkan Fransızca bir yayın, Türkiye'ye yatırılmış olan yabancı sermaye miktarı konu­ sunda en kesin verileri sunmaktadır. Bu yayında

1914 yılının verileri temel alınarak yapılan hesaplara göre, Temmuz 1919'da Anadolu'ya yatırılmış olan toplam Fransız, Alman ve İngiliz sermayesi 74.180.000 altın liraydı. Bu miktar aşağı yukarı şöyle dağılmaktadır: Yabancı Sermaye

Fransız sermayesi Demiryollanndaki Liman işletmelerindeki Madenlerdeki Fabrika vb. yerlerdeki Toplam Fransız sermayesi Alman sermayesi Demiryollanndaki Liman işletmelerindeki Madenlerdeki Fabrika vb. yerlerdeki Toplam Alman sermayesi İngiliz sermayesi Demiryollarındaki Liman işletmelerindeki Madenlerdeki Fabrika vb. yerlerdeki Toplam İngiliz sermayesi

milyon altın Türk Lirası o/o 19,5 12,9 2,4 4,9 53,55 39,7 18,2 3,5 0,8 1,8 24,3

32,77

4,6 2,2 1,3 2,1 10,2

13,66

Son yıllarda ülkeye aynı şekilde İtalyanların ve Amerikalıların da belli ölçü­ lerde sermaye yatırdıklarını eklemeliyiz. Ancak bunlar henüz ilk girişimlerdir ve bu işletmelerin toplam değeri, yukarıda verilen rakamlarla karşılaştırıldı­ ğında yüzde 1 ya da 2'yi geçmemektedir. " Şark demiryolları, İzmir-Kasaba233 demiryolu ve devamı, Mersin-Adana-Nu­ saybin hattı, İstanbul liman tesisleri, Mersin limanı, Balya-Kayadin gümüş ve kurşun madenleri ile Herakles234 kömür ocaklarının bir kısmı Fransız-Belçika rejisine aittir. İzmir-Aydın demiryolu ve devamı ile Batı Anadolu boraks ocak­ ları İngilizlere aittir. Bir anlaşmaya varılıncaya kadar Anadolu demiryolları 233 234

Turgutlu. (YN) Ereğli. (YN)

(İstanbul-Ankara ve Eskişehir-Konya), Haydarpaşa limanı, Batı Anadolu'nun krom madenleri ve Herakles kömür madenlerinin bir kısmı Almanlara aittir. Kemalistlerin denetimindeki işletmelerin, yukarıda saydıklarımızla karşı­ laştırıldığında ne kadar önemsiz olduğunu göstermek için bir-iki rakam ver­ mek yeter. Banque de Cred.it National'in 4 milyon lira sermayesi vardır. Türki­ ye İş Bankası'nın sermayesi 1 milyon lira, Sanayi ve Maden Bankası'nınki ise 12 milyon liradır. Kurulması planlanan Toprak ve Kredi Bankası'nın ise 20 mil­ yon lira sermayesi olacaktır. İstanbul ve taşradaki diğer işletmelerin ise toplam olarak 10 milyon lira sermayeye sahip oldukları söylenebilir. Bütün bu rakam­ ların toplamı 50 milyon kağıt Türk lirasını bile bulmamaktadır. Bu, 6.250.000 altın lira yapar ve 80 milyon tutan yabancı sermaye ile karşılaştırıldığında an­ cak yüzde 7,5 oranındadır. Bir de devletin yaptığı veya yapmakta olduğu de­ miryollarının toplam uzunluğuna bakacak olursak, bunun toplam 4.500 km demiryolu içinde ancak 500 km.ye ulaştığını görürüz. 2. Devlet Borçlan

Türkiye'nin en büyük alacaklısı hala Fransa'dır. 1919 yılında toplam 171.490.000 altın lira tutan borcun, 107.970.000 lirası, yani yüzde 60,31'i Fransa'ya, buna karşılık 38.140.000 lirası (yüzde 22,77'si) Almanya'ya, 25.380.000 lirası (yüzde 13,60'ı) İngiltere'yedir. Belediyelerin aldığı krediler ve Osmanlı borçları arasına girmeyen diğer bazı borçlar da bu rakamların için­ dedir. Bu nedenle de, Paris Komisyonu'nun hesapladığı toplam tutar 143 mil­ yondur. Paris Komisyonu, Osmanlı İmparatorluğu'nun borçlarının, Türkiye ile çeşitli devletler tarafından ilhak olunan eyaletler arasında paylaştırılmasıyla görevlendirilmişti. Bu paranın hangi şekilde ödeneceği konusunda karar veril­ memiştir. Kemalistler, bunu altın olarak ödemeyi kesin olarak reddetmektedir. Paranın kağıt para ya da frank olarak ödenmesi kabul edilirse, bu, Türkiye hal­ kı için bir yük olmayacaktır. Ancak Türk borçları, 1914 yılından kalan bu dış kredilerden ibaret değil­ dir. Savaş sırasında Almanlardan ve Avusturyalılardan alınan avansların 62.700.000 lirayı bulduğu sanılmaktadır. 1917 yılındaki iç borçlanma 17.850.000 liradır. Askeri amaçlarla el konulan malların karşılığı 30 milyon lirayı bulmak­ tadır. Askeri sipariş ve teçhizatın karşılığı olarak henüz ödenmemiş olan borç­ lar 25 milyon liraya varmaktadır. İstikrazlar 10.390.000 lirayı, tedavüldeki kağıt para ise 153.600.000 lirayı bulmaktadır. Yani hepsi toplam olarak aşağı yukarı 300 milyon kağıt lira tutmaktadır. Dikkate değer bir nokta, Türkiye'nin 1918'deki mütarekeden bu yana hiç yeni borç almamış olmasıdır. Hazine gelirleri devlet giderlerini karşılamaya

yettiği gibi, bu üç yıllık süre içinde hükümet 25-60 milyon liralık bir tutarı karlı girişimlere aktarabilmiştir. Ülkenin geleneksel mali durumuyla çelişen bu ol­ guyu şu üç noktayla açıklayabiliriz: - Birinci olarak, dolaylı vergilerin büyük ölçüde artması, - İkinci olarak bürokratik personelin sayısının azaltılması ve - Üçüncü olarak da memur aylıklarının gerçek değerinin düşürülmesi. Bu son nokta en önemlisidir. Paranın değerinin düşürülmesinin sonuçlarını karşılamak üzere, harçlar, vergiler, kiralar altı-sekiz kat yükseldiği ve fiyat ar­ tışları bunun da üstünde olduğu halde, aylıklar ancak üç kat artmıştır. Devlet memurları gözle görülür biçimde yoksullaşmıştır. Bir zamanlar eline 20 altın lira geçen ve belli bir refah içinde yaşayanlar, şimdi yalnızca 57 kağıt lira al­ maktadır. Bunlar büyük sefalet içine düşmüşlerdir. Ankara hükümetinin şu anda tedavülde bulunan kağıt paranın değerini değiştirme planının üzerinde durmaya değer. Bu haber kamuoyunda duyulur duyulmaz çok büyük bir etki yapmıştı. Özellikle işadamları bunun arkasında bir enflasyon denemesinin ya da en azından gizli bir iç borçlanmanın yattığını görmüşlerdi. Bunun sonucu olarak sterlinin borsa değeri gözle görülür biçimde arttı ve hükümet, düşünülen bu işlemi gerçekleştirmek yerine, bunda çıkarı olanların sıkı biçimde denetlenmesi yoluna gitmek zorunda kaldı. Bugün her­ kes, bu tasarının arkasında yatan manevranın hoş görülebileceğini düşünmek­ tedir. Kemalistler pahalıya mal olacak borçlara sarılmamak konusunda kararlı görünüyorlar.

Irandost TÜRKİYE İLE İRAN ARASINDAKİ ANTLAŞMA235 21 Mayıs 1926

Türkiye ile İran arasında Tarafsızlık, Hakemlik ve Sınırların Düzenlenme­ si konusunda imzalanan antlaşma� bu iki devlet için son derece büyük bir önem taşımasının ötesinde, tüm uluslararası durumda yankılar uyandıracak bir olgudur. Kapitalist Batı'nın en büyük devletlerinin şiddetli saldırısı ile karşı karşıya bulunan ve iktisadi bağımsızlığının yam sıra topraklarım da korumak zorunda kalan Türkiye için, İran'la yapılan bu antlaşma, Türkiye'nin yürüttüğü mücadelede arkasını sağlama alması demektir. Bilindiği gibi, Milletler Cemiyeti 'nin Aralık 1925 tarihinde, petrol bakımın­ dan zengin Türk vilayeti Musul'un, İngiltere'ye bağımlı olan Irak Krallığı'na, yani sonuç olarak İngiltere'ye devredilmesine karar vermesine rağmen, Mu­ sul için mücadele henüz sona ermemiştir. Milletler Cemiyeti'ne dahil olmayan Türkiye Cumhuriyeti bu kuruluşa Türk toprakları hakkında karar verme yetki­ sini tanımıyor. Bu nedenle İngiliz diplomasisi, Musul üzerindeki haklarından vazgeçtiği takdirde, Türkiye'ye büyük kredi ve iktisadi yardımla birlikte bazı önemsiz sınır düzeltmeleri de önererek, Ankara'yı Musul sorununda anlaşma­ ya razı etmeye çalışmaktadır. 235

Irandost, "Der Vertrag zwischen derTürkei und Persien", Intemationale Presse·Korrespondenz, sayı 76, yıl 6, 21 Mart 1926, s.1215·1216.

Ancak Türkiye halkı, kendi ulusal varlığının önemli bir parçasını İn­ giliz diplomatlarıyla petrol krallarına satmaya hiç de razı olmadığı için, muhafazakarlardan oluşan İngiliz Hükümeti, İ ngiltere'nin silah zoruyla zapt etmiş olduğu Musul'u savunmaya hazırlanıyor. Bu amaçla İngilizler, Balkanlar'da "Balkan-Locarno" Paktı adı altında Türk düşmanı bir cephe ör­ gütlemeye ve Yunanistan'la İtalya'yı Türkiye Cumhuriyeti 'yle çatışmaya sürük­ lemeye çalışıyorlar. Türkiye ile İran arasındaki Dostluk ve Güvenlik Antlaşması, Türkiye hal­ kına bu mücadelede can alıcı çıkarlarını koruma olanağını sağlayacaktır. Bu antlaşma kısa süre önce Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında imzalanmış olan Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması ile, yine Türkiye ile Fransa arasındaki Suriye sınırında Tarafsızlık Antlaşması'nın mantıksal bir devamı ve geliştirilmesidir. Bu antlaşmanın imzalanması, ayrıca Ankara'nın siyasetinde "Doğu'ya yönel­ me" çizgisinin artık kesin olarak ağır bastığını da kanıtlıyor. Bu çizgi, Türkiye halkına Ortadoğu halklarının bağımsızlık mücadelesinde önder olma imkanını vermekte ve saldırgan emperyalist Batı'nın baskılarına karşı Ankara'nın diren­ me gücünü artırmaktadır. Bu antlaşma, ayrıı şekilde İran için de önem taşıyor. Bugün İ ran, eski feodal anarşisinin ve emperyalist "etki alanları"nın yıkıntısı üzerinde ulusal bir devlet kurmanın getirdiği çetin günleri yaşamaktadır. İran, iktisadi ve mali bakımdan zayıf olduğu için, henüz kendisini İngiliz emperyalizminin siyasal etkisinden bütünüyle kurtarmış değildir. İngiliz emperyalizminin planlarına göre ise, İran, İngiltere'nin dünya imparatorluğunun güvenliğini sağlayacak ve Hindistan'ın­ bekçiliğini yapacak tampon devletlerden biri olmalıdır. Bu amaca ulaşmak için İngiliz diplomasisi, elinden gelen her yola başvurarak dostluk bağlarının ku­ rulmasına engel olmaya çalışmakta ve İran'ın bir yandan Türkiye, diğer yandan Sovyetler Birliği ile ilişkilerinin gerginleşmesi için çaba göstermektedir. Niyeti, böylelikle İran'ı siyasal bakımdan tecrit etmek ve İngiliz emperyalizminin Do­ ğu'daki arabasına koşmaktır. İran ile Türkiye arasında tarafsızlık ve sınır boyu aşiretlerinin barışa kavuş­ turulması konularında bir anlaşmaya varılması, İran'ın öbür Doğu halklarıyla da siyasi ve iktisadi bağlarını güçlendirmesi yolunda bir başlangıç gibi görünü­ yor. İran halkı, bu halklara dayandığı takdirde, İngiliz bankalarıyla İngiliz siya­ setine kölece bağımlılıktan daha kolay kurtulacaktır. Bu anlaşma, aynı zaman­ da "Kürt sorunu"nun yarattığı gerginliği de hafifletmektedir. Nitekim İngiltere, bu "Kürt sorunu"nu daima, hem Türkiye'ye hem de İran'a karşı siyasal baskı uygulayabilmek için kullanmıştır. Bu amaçla İngiltere, sınır boylarındaki Kürt aşiretlerini silahlandırmış ve İngiliz himayesi altında bir "Bağımsız Kürdistan" kurulması için planlar yapmıştır.

Son olarak İran ile Türkiye'nin anlaşması, İngiltere'nin Ortadoğu için kur­ duğu stratejik planda büyük bir gedik açmaktadır. İngiltere'nin bu planı, sağ kanatta İ ran, solda ise Mısır olmak üzere kendi mandası altındaki devletler­ den oluşan bir sisteme dayanıyordu. İngiltere ile Türkiye arasında bir çatışma doğduğu takdirde, İran'ı İ ngiltere'nin yanına çekmeyi hesaplayan İngiliz plan­ larının, bugün için iflas ettiğini söyleyebiliriz. İngiltere'nin zapt etmiş olduğu Musul'u güvence altına alacak İran'la Irak arasında askeri bir ittifak planı da aynı şekilde suya düşmüştür. Türkiye ile İran arasındaki yakınlaşma, İngiliz diplomasisinin İran'ın siyasetini İngiliz İ mparatorluğu'nun çıkarlarına tabi kıl­ mayı ve İran'ı siyasal bakımdan tecrit etmeyi başaramadığını kanıtlıyor. İngiliz İmparatorluğu'nun iktidarı esas olarak iki temel direğe dayanmak­ taydı. Bunlardan birincisi, izlediği sömürge siyaseti, ikincisi ise sömürgelerden elde edilen aşırı karlarla İngiliz işçilerin en üst tabakasını satın alma, ahlak bakımından çökertme ve yozlaştırma siyasetiydi. Bugün, İngiliz kapitalizminin bu temellerinin sarsıldığını görüyoruz. Çünkü, gittikçe radikalleşen İngiliz pro­ letaryasının İngiltere'de bir sınıf olarak ağırlığını koymasıyla, Doğu'daki İngiliz sö·mürgecilik siyasetinin başarısızlığa uğraması, aynı zamana rastlamaktadır. Bu başarısızlıklar arasında, Türkiye ile İran'ın yakınlaşması, hiç de önemsiz olmayan bir yer tutmaktadır. Türkiye ile İran arasında varılan anlaşma, içeriği bakımından, Sovyetler Birliği'nin Locarno zihniyetine karşı savunduğu uluslararası antlaşmalardan oluşan yeni sistemin en son örneklerinden biridir; Locarno zihniyeti ise, yeni savaşlar hazırlamayı amaçlamaktadır. Doğu halkları, uluslararası ilişkilerini düzenlemede, her gün daha büyük bir kararlılıkla Sovyetler Birliği halklarını örnek alıyor ve onların gösterdiği yoldan ilerliyorlar.

Irandost İNGİLTERE İLE TÜRKİYE ARASINDAKİ MUSUL ANLAŞMASJ236 11 Haziran 1926

Türkiye ile İ ngiltere, sekiz yıl kadar süren uzun bir mücadeleden sonra, 6 Haziran 1926'da Musul konusunda bir anlaşma imzaladılar. Türk hükümeti, Türkiye ile Irak arasında sınır olarak, Milletler Cemiyeti'nin 29 Ekim 1924 ta­ rihli Brüksel oturumunda öngördüğü ve Musul, Revandiz ve diğer önemli stra­ tejik noktaları Irak sınırları içinde bırakılan çizgiyi tanıdı. Türkiye bu çizginin güneyinde kalan bütün bölgeler üzerinde egemenlik hakkından vazgeçmekte, böylece Musul üzerindeki haklarını yitirmeyi kabul etmektedir. Antlaşma'yı, İngiltere'nin Türkiye temsilcisi Lindsay'ın imzalamış olması, Türkiye'nin İngiltere ile Irak arasındaki 1926 Antlaşması'nı tanıdığını, dolayısıyla da İngiltere'nin yirmi beş yıl süreyle Irak Krallığı'nın dış siyasetini yürütme hakkı­ nı kabul ettiğini kanıtlar. Bu anlaşmada ilk dikkati çeken nokta, Türkiye'nin zengin Musul vilayetin­ den vazgeçmesidir. Ankara'da imzalanan bu anlaşmanın ikinci özelliği ise, içinde Milletler Cemiyeti'nden hiç söz edilmemesidir. Oysa İngiliz basınında çıkan haberlere 236

lrandost, "Das Mossul-Abkommen zwischen GroBbritannien und der Türkei'', Intemationale Presse-Korrespondenz, sayı 83, yıl 6, 11 Haziran ı926, s.1327-1328.

göre, İngiltere, Türkiye'nin Milletler Cerniyeti'ne girmesini öngören bir mad­ deyi anlaşmaya koymak için diretmiş ve bunu Milletler Cemiyeti Konseyi'nde savunmayı üstlenmişti. Türkiye'nin Milletler Cerniyeti'ne girmeyi kabul etmemesi, onun yıllarca, büyük devletlerin açık isteklerine karşı koyarak, kendi doğru bildiği yolu iz­ leme cesaretini gösterdikten sonra, gelecekte de, bağımsızlığını, özgelişrne yollarını, iç ve dış siyasetini kendisinin çizme özgürlüğünü korumak istediğini kanıtlamaktadır. Musul Anlaşması, genç Türkiye Cumhuriyeti için, devrimci Türkiye halkı­ nın 1920 yılında benimsemiş olduğu Misakı Milli Prograrnı'ndan vazgeçmek dernektir. Bu nedenle, Türk devleti için büyük ve olağanüstü acı verici bir fedakarlığı ifade eder. Siyasal durum bakımından, bu anlaşmayı Brest-Litovsk Anlaşması ile karşılaştırmak mümkündür. Brest-Litovsk Antlaşması, emperya­ list saldırılar karşısında Sovyet Rusya'ya soluk alma fırsatı vermiş ve devrimin ileride kazanacağı zaferlerin bir önkoşulu olmuştu. Musul Anlaşrnası'na yol açan nedenler hangileridir? İngiliz basını, Türkiye'nin yönetici çevrelerinin siyasal çizgi sorunlarında ve Musul sorunu­ nun değerlendirilmesi konusunda görüş birliğine sahip olmadıklarını yazmıştı. Gerçekten de, Kemalistlerin çekirdeğini oluşturanların mücadeleyi karar­ lılıkla sürdürmek istemesine rağmen, ticaret burjuvazisine yakın çevrelerce desteklenen ikinci kamı.t, Musul sorununun en çabuk bir şekilde çözülmesini ve ne pahasına olursa olsun bir soluklanma dönemi sağlanmasını istiyordu. Bi­ rinci akım "Doğu'ya açılma siyasetinin" sürdürülmesini ve Sovyetler Birliği'ne daha da yakınlaşmayı savunurken, ikinci akım "Batı'ya yönelik bir çizginin" zorunlu olduğunu ve Avrupa ile anlaşmanın yabancı sermaye ile işbirliği ya­ parak gerçekleştirilmesini ilan ediyordu. Bu grup kendisini ancak, Türkiye Curnhuriyeti'nin yıllardır mücadele etmek zorunda kaldığı ve bugün artık bir bunalıma dönüşen iktisadi ve mali güçlüklere dayanaralc kabul ettirebilmiştir. Musul 'un elde tutulması, sol akım için sadece iktisadi ve stratejik bir sorun değildir. Bu, aynı zamanda, Türkiye'nin önündeki ulusal gelişme aşamasında büyük önem taşıyan temel bir sorun ve ayrıca, iktidar partisinin siyasal çizgisi­ nin doğruluğu bakımından da bir denektaşıdır. Buna karşılık sağ çevreler ise, Avrupa ile yeniden normal ilişkiler kurulmak­ sızın Türkiye ekonomisinin gelişemeyeceğini ve solcu Kemalistlerin izlediği si­ yasetin ülkeyi ekonomik çöküşe sürüklediğini kanıtlamaya çalışıyorlardı. Gerçekten de Ankara hükürnetinin karşı karşıya bulunduğu ekonomik güç­ lükler, bu iddialar için oldukça elverişli bir zemin yaratmaktaydı. 1925-1926 mali yılında Türkiye bütçesi, yaklaşık 31 milyon liralık açık vermişti. Bu açığı,

giderlerde kısıntı yaparak kapatma çabaları ise, karşıdevrimci Şeyh Sait Ayak­ lanması yüzünden başarıya ulaşamadı. 1925 yılının Şubat ve Mart aylarında, Türkiye'nin Güneydoğu illerinde patlak veren (ve düzenlenmesine İ ngiliz ajan­ larının da katıldığı) bu ayaklanma, Türkiye Cumhuriyeti'ne 20 milyon liraya mal olmuştur. Musul sınırının düzene sokulmamış olması ve sürekli olarak silahlı çatış­ maların çıkması olasılığı Türk ekonomisi için ağır bir yük oluşturmaktaydı. 1926-27 mali yılı bütçe tasarısı, tarım ve sanayinin yeniden biçimlendirilmesi için yapılacak harcamaların önemli ölçüde artmasının yanı sıra, milli savunma giderlerinin muazzam bir miktar (yüzde 37) tutmasını, yani geçen yıla oranla yüzde 50 artırılmasını da öngörmektedir. İngiliz basınının bildirdiğine göre, son zamanlarda Türk hükümeti, tam altı dönemin yedek askerini (120 bin kişi) silah altında tutmak zorunda kalmıştır. Türk ordusu, barış zamanındakinden iki kat daha büyüktür. Dünya pazarlarındaki elverişsiz şartlar ve özellikle de yedek sermayenin ek­ sikliği dış ticaret bilançosunun açık vermesine ve Türk parasının değerinin sar­ sılmasına yol açtı. 1926 ilkbaharında, buna, bir de çok ağır bir pazar bunalımı eklendi. Bu bunalım sonucu Türkiye ekonomisi, birçok alanda (pamuk, fındık, tahıl, meyvecilik) büyük ölçüde geriledi ve çok sayıda Türk ticaret firması iflas etti. Birçok bölgede tarım makinelerini ve tohumluğu kredi karşılığında almış bulunan köylüler, borçlarını ödeyemez duruma düştükleri için, bankalar, köy­ lülerin mallarına haciz koydular ve açık artırmayla satışa çıkardılar. Türk hükümetinin vergi yükünün önemli bir bölümünü köylülüğün sırtın­ dan kaldırarak şehir burjuvazisine yükleyen vergi siyaseti ve tüketim mallarına konulan yeni vergiler, ithal malların fiyatlarındaki artışı hızlandırdı. Bu artış, tarımsal hammaddelerin fiyatlarındaki düşüşle bir araya gelince, Türkiye eko­ nomisinde son zamanlarda bir "açmaza" yol açtı. Bunun sonucunda ise, bu kez şehir malları açısından bir pazar bunalımı ortaya çıktı. Dolayısıyla şehir halkı büyük ölçüde hoşnutsuzluğa kapıldı ve bu temel üzerinde de muhalif ve tasfi­ yeci akımlar güçlenebildiler. Aynı şekilde Türkiye'nin içinde bulunduğu genel siyasal durum da, bu akımları teşvik etmekt�ydi. İngiliz diplomasisi, siyasal baskı yapabilmek için Türkiye'yi tecride ve Yunanistan ve İtalya'nın aracılığıyla Türkiye'nin güvenli­ ğini silahla tehdit etmeye yönelik bütün tedbirleri almıştı. Musul Anlaşması, Türkiye halkına ekonomisini güçlendirmede daha fazla olanak sağlamak bakımından, belli ölçülerde, bir soluklanma dönemi olabilir. Musul Anlaşması, Türkiye için yabancı sermayeyle, özellikle de İngiliz sermayesi ile işbirliğine başlangıç anlamı mı taşıyor? Ankara hükümetinin

"Batı"ya yönelmeyi seçtiği anlamına mı geliyor? Bu tür iddiaların hiçbir temeli yoktur. Tam tersine, Türk basını, Türkiye'nin Batı kapitalizmine hiçbir şekilde boyun eğmediğini ve eğmeyeceğini, Türkiye için ölüm kalım mücadelesinin he­ nüz sona ermediğini ve bu mücadele Türkiye'nin saldırgan Batı'ya karşı ancak kendi özgüçlerini geliştirerek ve Doğu'da sırtını sağlama alarak zafer kazanabi­ leceğini özellikle vurgulamaktadır. Milletler Cemiyeti ise, Türklerin geçmişteki siyasal kavrayışlarında olduğu gibi, bugünkü kavrayışlarında da, emperyalist Batı'nın Doğu halklarına karşı kurduğu ittifakın bir simgesi olmaya devam et­ mektedir.

S. Iranski TÜRKİYE'DE GERİCİ BİR DARBE DENEMESİ237 29 Haziran 1926

Türkiye'de büyük bir karşıdevrimci örgüt ortaya çıkartıldı. Komplocular, ey­ lemlerine Türkiye Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa'yı öldürerek başlamak niyetindeydiler. Her ne kadar bugün Türk basınının dikkati, olayın bu yönü üstünde toplanmışsa da, bunun sadece bir siyasal intikam eylemi olmakla kalmayıp, büyük bir hükümet darbesinin hazırlığı olduğu açıktır. Daha önce Bulgaristan'da, Yunanistan'da, Polonya ve Portekiz'de cereyan eden benzer ni­ telikteki olayların, Türkiye'de de çıkacağı belliydi. Açığa çıkarılan komplocula­ rın arasında kimlerin bulunduğuna (Padişah'ın eski bakanları, milletvekilleri ve benzerleri gibi) bir göz atmak bile, hazırlanan darbenin, yeni Türkiye'de ku­ rulan ulusal rejim altında eski ayrıcalıklı durumlarını yitirmiş olan bürokrat­ ların ve bazı toplumsal grupların hoşnutsuzluğundan yararlandığını kanıtlar. Bu başarısız darbe -denemesi, dış siyasetleri Türkiye'nin bağımsızlığı ile ve özgür ulusal gelişmesiyle çelişen bazı devletlerin çıkarlarına dayanmaktaydı. Nitekim Türk gazeteleri de işin içine yabancı çıkarların girdiğini yazmışlardır. Darbe hazırlığı, 1924 sonbaharında, yani Türkiye'de Lozan Antlaşması'nın yürürlüğe girmesiyle birlikte sınıf çelişmelerinin özellikle şiddetlendiği bir sı237

S. i ranski,"Der Versuch eines reaktionaren Urnsturzes in der Türkei'', Internationa/e Presse­ Korresponderız, sayı 89, 29 Haziran 1926, s.1432-1433.

rada kurulmuş olan "Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası"ndan kaynaklanmak­ taydı. Türk Milli Devrimi, Anadolu köylülüğünün, İstanbul, İzmir ve diğer büyük liman şehirlerinin burjuvazisine ve bürokrat zümrelerine dayanan yabancı ve yabancı asıllı burjuvaziye karşı yaptığı bir devrimdir. Türk toplumunda meydana gelen derinlemesine toplumsal ve iktisadi de­ ğişiklikler, Anadolu köylüsünün ulusal bağımsızlık için verdiği kararlı müca­ delede belirleyici bir rol oynamıştır. Bu değişiklikler, Türk toplumunda siyasal ve iktisadi alanda da ifadesini buldu. Siyasal alanda padişahlığın ve hilafetin eski siyasal kurumlan ve kapitülasyonlar (bazı yabancılara anlaşmalarla tanı­ nan ayrıcalıklar) kaldırıldı; din ve devlet işleri birbirinden ayrıldı, Cumhuriyet ilan edildi ve demokratik bir anayasa kabul edildi. Ekonomi alanında ise, çift­ çilerin durumunu düzeltecek önlemler alındı; tanın ürünlerini dış pazarlara doğrudan doğruya satabilmek için Anadolu'nun iç bölgelerini denize bağlayan demiryollan yapıldı. Petrol, şeker, kibrit ve tütün, devlet tekeli haline getirildi. Köylülerin kooperatiflerde örgütlenmesi ve ülkenin sanayileşmesi özendirildi. Dış ticaretin devlet eliyle düzenlenmesi yolunda girişimlerde bulunuldu. Li­ man şehirleri burjuvazisinden alınan vergiler ağırlaştırıldı. Ve son olarak da, Türkiye ekonomisi için köleleştirici şartlar getirerek ülkeye yuvalanmaya çalı­ şan yabancı sermayeye karşı direnildi. Liman şehirleri burjuvazisinin geçmişteki iktisadi refahı, Türkiye'nin ih­ raç mallarını sattığı Batı dünyasıyla ticaretten kaynaklanmaktaydı. Yeni Türkiye'de ise bu burjuvazi, eskiden de olduğu gibi yolların yetersizliği yüzün­ den İç Anadolu'dan kopuk durumunu sürdürdü ve Anadolu'nun iç bölgeleriyle bağlantı kurarak, kendini köylülerin durumuna göre ayarlamayı başaramadı. Ö te yandan, kapitülasyonların kaldırılması ve yabancı sermayeye karşı ulusal hükümeti savunan sert bir rejim kurulması sonucunda, yabancı sermaye ile bağlarını yitirerek iktisadi bakımdan gerilemeye başladı. İşte liman şehirleri burjuvazisinin yeni rejime karşı muhalif bir tutum alması ve karşı devrimci ça­ baları bu yüzdendir. Kemalist rejimden hoşnut olmayan unsurlar, Yunanlarla savaşın sürdüğü sıralarda ve sonradan Lozan Antlaşması'na götüren barış görüşmeleri yapılır­ ken, Kemal hükümetinin henüz berrak ve sağlam bir iktisat siyasetinin olmadı­ ğı günlerde, arada bir homurdanmakla birlikte, parlamentoda, ikinci bir grup oluşturacak şekilde ulusal birlik partisinin238 içinde kaldılar. Bu hoşnutsuz unsurlar hep Kemalist rejimin çökeceğini umuyorlardı. Ama Lozan'dan sonra, Ankara hükümetinin iktisat siyasetinin yönü iyice belirlenerek yeni rejim daha 238

Halk Partisi. (YN)

da sağlamlaştığı zaman, bu unsurlar öfkeye kapıldılar ve kendi programlarıyla kamuoyu önüne çıkmaya karar verdiler. Bunda daha da başarılı olmak ama­ cıyla "Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası" gibi şatafatlı bir isim altında yeni bir parti kurduklarını ilan ettiler. Kendi gerici niyetlerini, aşırı sol şiarların arka­ sında gizlemek istiyorlardı. Özellikle, Mustafa Kemal'in halkın haklarını "gasp ettiğini" demagojik bir biçimde ileri sürdüler ve hükümetin merkezileştirme çabalarına karşı çıktılar. Bu partinin programına şöyle bir göz atmak bile, kimin çıkarlarım dile getir­ diğini ve eğiliminin ne olduğunu göstermeye yeter. İ şte Terakkiperver Cumhuri­ yet Fırkası'mn programından birkaç alıntı: "Parti, limanlara giriş ve çıkışta alınan gereksiz gümrük resimlerinin derhal kaldırılmasını savunur... İç, dış ve transit ticaretin gelişmesini önleyen bütün kısıtlama ve engeller kaldırılmalıdır... Ulusal sanayinin korunması kısıtlanmalıdır ... Bütün sınıfların çıkarlarım gözeten Parti, hem pahalılığı teşvik etmeyecek hem de yabancı devletlerle yapılacak yeni gümrük anlaşması görüşmelerinde Türkiye'yi zor duruma düşürme­ yecektir... İthalattan alınan gümrük azaltılmalıdır... Dış ticarete tanınan kolaylıklar karşısında Parti, Avrupa'da hammadde ve tarım ürünleri pa­ zarları bulmak için bütün gücüyle çaba harcayacaktır... Ekonomiyi ye­ niden inşa etmenin zorunluluğu karşısında Parti, yabancı sermayenin güvenini kazanmaya çalışır. Parti, her türden tekelin, bu arada devlet tekellerinin de çoğalmasına karşıdır." Partinin toplumsal temelini, liman şehirlerinin burjuvazisi ve Doğu vilayet­ lerinin ziraatçıları oluşturmaktaydı. Parti, en faal unsurlarını, eski bürokratla­ rın ve paşaların saflarından topluyordu. Bunlara, ulusal kurtuluş hareketinin, hareketten kişisel olarak kopmuş bazı önderleri de katılmaktaydılar. Parti, iktidarda bulunan Halk Partisi'ne hükümete ve nihayet Cumhurbaş­ kanı Mustafa Kemal Paşa'ya karşı bir kampanya başlattı. Londra'da çıkan Times gazetesi, 14 Kasım 1924 tarihli sayısında, hemen, yeni partiyi "Mustafa Kemal'in her adımım" eleştirdiği için kutladı ve Türkiye'deki " İ ngiliz çıkarlarının k0runması" umutlarım bu partinin başarısına bağladı. 13 Şubat 1925'te Türkiye'de Kürt ayaklanması patlak verdiğinde, Terakkiper­ ver Cumhuriyet Fırkası, hükümetin Kürtlere karşı mücadelesini zorlaştırmak için elinden geleni yapmaya koyuldu. Ö rneğin, 4 Mart'ta parlamentoda, ayak­ lanmayı bastırması için İsmet Paşa hükümetine olağanüstü yetkiler verilmesi­ nin aleyhinde oy kullandı. 8 Mart'ta Mustafa Kemal'in Başkomutanlık görevin­ den uzaklaştırılması için önerge verdi, 31 Mart'ta Parti, ayaklanma bölgesinde

olağanüstü yetkilerle donatılmış olan askeri mahkemeler kurulmasına karşı çıktı. Nisan ayında da Kürdistan'da sıkıyönetimin uzatılmasına karşı çıktı. Hükümet "Mustafa Kemal'in her adımını eleştirenlere karşı, ayaklanma bastırıldığı oranda sertleşen tedbirler almaya başladı. Kürt ayaklanmasının elebaşı olan Şeyh Sait'in yargılanması sırasında, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın ayaklanmayla ilişkisi olduğu ortaya çıkınca, bu parti hükümetin 3 Temmuz 1925 tarihli bir kararıyla dağıtıldı. "Terakkiperverler" illegale geçti­ ler. En uzlaşmaz "ideolojik" gericileri seferber etmek için çalıştılar. Yurtdışına kaçmış olan gericilerle ve onların yabancı koruyucularıyla bağlarını güçlendir­ diler. Harekete geçmek için bu anı seçmeleri, bir rastlantı değildir. Şu anda Ankara'da hükümetin daha önceki açıklamalarına tamamen ters düşen Musul Anlaşması imzalanmış bulunuyor. Tekellerin konmasıyla bazı gıda maddelerinin fiyatı şu sıralarda çok yükselmiş durumda. Hükümetin aldı­ ğı son derece gerekli ve iktisadi bağımsızlığın korunması için kaçınılmaz diğer birtakım önlemler nedeniyle de pahalılıkta belli bir artış eğilimi görülmekte­ dir. Demiryolları yapımı ve hükümetin bazı diğer iktisadi önlemleri, dış ticaret bilançosundaki açık ve para değerinin yarattığı güçlükler yüzünden yavaşla­ mıştır. "Dış ticaretin kolaylaştırılmasını savunanlar", genç ulusal Türkiye'nin bütün bu büyüme hastalıklarını "yabancı sermayenin güvenini kazanmak için" kötüye kullandılar. Darbe girişiminin başarıya ulaşması, Türkiye'nin iç siyase­ tinde "Bulgarlaşması", içte padişahlık zamanına geri dönmesi, dışta ise Locar­ no tertipleri zincirine katılması demek olurdu. Neyse ki bu gerçekleşmemiştir. Darbenin başarısızlığı, bugün artık Türkiye'nin yeni ulusal temel üzerinde yük­ selen iç ve dış siyasal durumunun istikrar kazanmış olduğunu ve içteki hiçbir karşıdevrimci çabanın, ne kadar yabancı çıkarlara dayanırsa dayansın, bu du­ rum karşısında başarılı olamayacağını kanıtlamaktadır

B. Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] İZMİR SUİKASTINI HAZIRLAYAN SEBEPLER VE SUİKASTIN SONUÇLARl239 23 Temmuz 1926

1. Suikastı Düzenleyenler ve Suikastı Düzenleme Gerekçeleri

1926 yılının Haziran ayının sonlarına doğru, anti-Kemalist muhalefetin önde gelenleri "Türkiye Cumhuriyeti Devlet Başkanı'na karşı suikast düzenle­ mek" gerekçesiyle tutuklandığında, hemen hemen herkes bir provokasyonun söz konusu olduğunu ve tutuklama gerekçesinin "Halk Partisi'nin en tehlikeli rakibinin" etkisiz hale getirilmesi için kullanıldığını düşünmüştü. Ancak ger­ çeklerin birkaç gün gibi şaşırtıcı bir hızla ortaya çıkması, bu tezi çürütmeye yetti ve gerçekler, muhalefetin başındaki zatların, iktidarı kendi bünyelerinde toplayabilmek adına bu suikastı düzenlediğini açıkça ortaya koydu. Yargılama süresince, Türk burjuvazisini birbirine düşman iki kampa ayıran iç kavgalar da tüm açıklığıyla meydana çıktı. Bir yandan sanıklarca, öte yandan da resmi makamlar ve iktidar basınınca açığa çıkarılan bazı durumlar, bugün239

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi Haber Alma Birimi, Rapor no 482, 23 Temmuz 1926, Moskova. 7277/80 Ex. Eis./EP. Raportör: B. Ferdi. Almancadan çevirisini Işıl Turan'ın yaptığı aşağıdaki rapor, sadece İzmir suikastı etrafındaki adli olayları ele almamakta, ayrıca Kemalist Devrim'in ve Türkiye'deki siyasal güçlerin tahlilini yapmaktadır. (YN)

kil toplumsal güçlerin ve onlara dayatılan "Hareket Kanunları" nın240 üzerine ışık tuttu. İşte tam bu yüzden, Türk Milli Devrimi'nin bu aşaması, özenle araş­ tırılmaya değer bir konudur. Bu çerçevede, kesin olan gerçeklikleri ortaya dök­ tükten sonra, bu gerçeklikleri belli bir düzen dahilinde sorgulayacağız. Söz konusu suikast, yaklaşık bir yıl boyunca iktidar dahil kimsede en ufak bir şüphe uyandırmadan planlanmıştır. Ancak İzmir polisi, suikasttan tam yir­ mi dört saat önce, suikastçılardan birinin241 ihbarı üzerine, sanıkları ve sanık­ ların elinde bulunan saatli bombaları etkisiz hale getirmek üzere suikast için kararlaştırılan yerdeydi. Acımasız bir terör rejiminin en ağır yaptırımlarına rağmen, bu yasadışı işi en ufak bir sansasyon yaratmadan başarmak ise suikastın gücünü ve ciddiyeti­ ni kanıtlıyordu. Aynı zamanda, Kemalistlerin "oluşabilecek tehlikeli durumla­ rın önüne geçebilmek için kullandıkları en önemli silah" olan baskı rejiminin yetersizliği de açıkça gözler önüne seriliyordu. Sanıkların itiraflarından, Mus­ tafa Kemal 'i yok etme olayına üç politik oluşumun iştirak ettiği, ancak bunlar­ dan yalnızca birinin uzunca bir süre suikast planını azmettirdiği ve hazırladı­ ğı anlaşılıyor. Azmettirici olarak nitelendirilen oluşum, Dünya Savaşı felaketi sonrasında dağılan İttihat ve Terakki Partisi 'nin yönetim kadrosundan geriye kalanların oluşturduğu bir grupken, diğer iki grup suikasta alet edilmek sure­ tiyle kullanılmıştır. Söz konusu politik oluşumların meydana gelişi ve meydana gelmelerinde etkili olan sınıfsal çelişkiler de dikkate alındığında her şey daha da anlaşılabilir bir hal alıyor. Halk Partisi ve onun siyasal mahkemesi242, konuyu suikastın politik ka­ rakterini vurgulayarak yönlendirirken söz konusu paşa ve politikacıları farklı kökenlerden gelmelerine rağmen birbirine yaklaştıranın iktidar hırsları, inci­ tilmiş egoları ve entrikacı karakterleri gibi ortak özelliklerinin olduğuna ina­ nan bir saflık tablosu çiziyordu. Bunu belirtmek, bu ilişki içerisinde dikkat çekicidir. Halk Partisi ve onun "siyasal mahkemesi", Halk Partisi'nin politika­ larının doğurduğu sosyal çelişkilerin suikast için bir sebep teşkil edebileceğini kesinlikle kavramamaktadır. Oysa sanıklar belli bir sosyal kesimin menfaatleri adına, hem de bu menfaatleri temel alan bir politika doğrultusunda harekete geçmiştiler. Buna karşın; Milliyetçiler böyle bir tezi kategorik olarak reddediyor ve partilerinin Türk milletinin tamamının menfaatlerini sınıf ayrımı gözetmek­ s.izin temsil ettiğine inanıyorlardı. Bununla birlikte, şahitlerin ifadelerine ve iti240 241 242

Newton'un fizikte bir sistemin dinamiklerini belirleyen Hareket Kanunları'ndan Devrim Kanunları kastedilmektedir. Giritli Şevki adında bir motorcu. İstiklal Mahkemeleri kastediliyor.

raflarına dayandığımızda hemen anlayacağımız üzere; bu suikast planı, yıllar­ dır Türk burjuvazisini sarsan sınıf kavgalarının derinleşmesinin belirtisidir.243 il. Muhaliflerin Birleşmesi

Suikast planına adı karışan muhalif kanadı kimler oluşturuyordu? Bu soru­ ya vereceğimiz yanıtta karşımıza çıkan tablo, sayacağımız üç politik örgütlen­ mede yer almış, son 15 yılın en ateşli mücadelecilerini işaret ediyor: İttihat ve Terakki Partisi, il. Müdafaai Hukuk Grubu ve Terakkiperver Cumhuriyet Partisi. İttihat ve Terakki Partisi

Saydığımız bu üç partinin en eskisi ve en önemlisi, İttihat ve Terakki Partisi'dir (Enver ve Talat Paşalardan da tanıdığımız). İttihat ve Terakki Par­ tisi, milli burjuvazinin ekonomik alanda temsil edilmesinin, politik bağımsız­ lık yolunda iktidar amaçlı ilk ve en belirgin denemesidir. Parti, Abdülhamit'in despot yönetimi altında ortaya çıkmış ve 1908'de basit bir ihtilal ile iktidarı ele geçirmiştir. İktidar partisi olur olmaz, zaten güçlü olan istihbaratını korumuş ve bundan özellikle muhaliflerini yok etmek adına yararlanmıştır. Böylelik­ le resmi devlet aygıtını kullanarak sermaye biriktirmeyi amaçlamıştır. Parti, kendisine kitleler halinde akın eden burjuvazinin her kesiminin sınırsız güve­ ninden yararlanmış; ne var ki parti yönetiminin adının karıştığı yolsuzluklar, 243

TKP Genel Sekreteri Vedat Nedim (Tör), "Mehmet Süleyman" takma adıyla Balkan Federasyonu dergisinin 52 no.lu, 15 Eylül 1926 tarihli sayısında İzmir suikastı üzerine bir makale yazmıştır. Yukarıdaki paragrafla benzerlikler taşıyan makalenin ilgili bölümü şu şekildedir: "Türkiye reisicumhuru Mustafa Kemal Paşa'ya karşı yapılmak istenilen suikasd teşebbüsü Türkiye'nin bugünkü dahili vaziyetini tetkik ve izah etmek için bir anahtar vazifesi görebilir. Türkiye matbuatı ve İstiklal Mahkemesi bu suikasd teşebbüsünün sebep ve mahi­ yetini yanlış bir nokta-i nazarla tefsir ve izaha çalışmaktadırlar. Bu teşebbüsü şahsi infial ve ihtirasların bir neticesi olarak göstermek, bu teşebbüsün harici şekli altında yatan içtimai kuvvetlerin mücadelesini meydana çıkarmamak ve buna nazaran tedbirler ve istikametler al­ mamak Türkiye Cumhuriyet inkılabı namına yapılan çok ağır bir hatadır. İstiklal Mahkemesi bu teşebbüsün esas olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın suret-i teşekkülünü ve mahi­ yetini halk kitlelerine izah etmeye çalışırken, bazı politikacı generallerin ikbal ihtiraslarını hareket noktası olarak kabul ediyor. Filhakika bu nevi adamların şahsi ihtirasları bir vakıa olsa da, siyasi bir hadiseyi izah edecek bir mebde noktası değildir. Asıl mebde noktasını Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın dayandığı içtimai kuvvetlerde aramak lazımdır. Kazım Karabekir Paşa'nın "ben Halk Fırkası'nın iktisat ve maarif siyasetine muarız olduğum için bu fırkadan çıktım... " " ... Harekete sonradan iştirak eden ikinci derecede şahsiyetler, ona başka bir istikamet vermeye çalıştılar... " tarzında mahkemede söylediği sözler çok şayan-ı dikkat­ tir. Evet, TpCF, HF'nın iktisadi siyasetine muarız olan içtimai bir sınıfın, Türkiye'nin büyük şehirlerinde murabahacılık, emperyalizm maliyesine simsarlık yapan burjuvazinin siyasi bir teşekkülüdür. Kazım Karabekir Paşa gibi şahsiyetlerin cumhuriyet inkılabına yaptıkları en büyük ihanet şahsi ihtirasları değil, bu inkılabın en büyük düşmanı olan emperyalizm yar­ dakçılarının siyasi teşekkülüne önayak olmalarıdır. Onları bu nokta-i nazardan muhakeme, teşhis ve mahkum etmek icap ederdi." Bkz. Mete Tunçay, Türkiye'de Sol Akımlar, c.2, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, s.167 vd.

gerek Dersaadet'te kapitalistlerle uzlaşılması gerekse uluslararası bankacılık sektöıiindeki sermaye sahipleriyle işbirliği yapmakta acele edilmesi, onları özellikle Dünya Savaşı'nın sonuna doğru Anadolu'nun orta sınıfından gittikçe uzaklaştırmıştır. Dönemin diğer tüm partileri, İttihat ve Terakki ile benzer isimler taşımaları­ na rağmen tabanları ulema, toprak ağaları, eski saray erkanı gibi gerici toplum kesimlerine dayanıyordu. Dolayısıyla İttihat ve Terakki Partisi, az önce belirt­ tiğimiz olumsuzluklara rağmen, dönemin en ilerici politikasının temsilcisi ol­ muştur. İşte bu sebeple, son yılların devrimci olaylarında önemli veya önemsiz herhangi bir rol üstlenmiş tüm örgütlenmelerin İttihat ve Terakki Partisi ile ol­ dukça yakın bir benzerlik içinde olduğunu söyleyebiliriz.244 İttihatçıların önde gelenleri, 1918 askeri mağlubiyetinin ardından örgütle­ rini dağıtmış ve yurtdışına kaçmak zorunda kalmıştır. İttihatçı ruh ise; hiçbir zaman ölmemiş, aksine yeniden doğacağı fırsatı "suikast maskesinin" ardına gizlenerek beklemiştir. III. Mütareke Dönemi'nin Kısa Ömürlü Partileri

İttihat ve Terakki'den boşalan iktidar, padişah ve yandaşlarının eline geç­ mişti. Şeyhülislam çevresinin en monarşist partisi olan Hürriyet ve İtilaf Partisi, tekrar ortaya çıkarak iktidarı devralmıştı. 1919-1922 arasında faal olan bu par­ tinin izlediği politika, bir boyun eğmenin ve itaate zorlanmanın politikasıdır. Parti, milli sorunlarla ilgileneceği yerde, padişah sıfatı da olan halifenin imti­ yazlı durumunu korumak için çabalamış, bunun sonucunda ise hemen hemen tüm Anadolu ve Trakya işgal edilmiştir. Bu süreç, Sevr Barış Antlaşması'nın imzalanmasına kadar gitmiştir.245 244

245

İttihat ve Terakki Fırkası'nın ilerici yönüne ı950'lerde Orhaniye Askeri Cezaevi'ndeyken si­ yasi mahkfimlar arasındaki bir tartışma sırasında da değinmiştir. Siyasi bir mahkfimun İttihatçıları Birinci Dünya Savaşı'na giriş konusunda ağır bir dille eleştirmesi üzerine Şefik Hüsnü, şu sözleri sarf etmiştir: " İttihatçılara gereğinden fazla yüklendin. Meselenin sö­ zün ettiğin yanı var tabii. Ama şunu da göz önünde tutmak gerek. O dönemde Türkiye'de İttihatçıların solunda sözü edilecek bir hareket yoktu. İktidara namzet olan muhalif parti, Hürriyet ve İtilaf Frrkası'ydı. Bunlar, İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin adamlarıydılar. Bir de şu önemli nokta var: Bizim o dönemde İngiltere ve Fransa'ya karşı, kapitülasyon imtiyaz­ larının başlıca sahipleri olan bu iki emperyalist ülkeye karşı savaşa girmemiz demek, kapitü­ lasyonların kalkması demekti. Nitekim savaşa girmemizle kapitülasyonlar kalktı ve bir daha geri getirilemedi. Kapitülasyonların kalkması, o zamanların bizim için en önemli meselesiydi. Bütün yurtseverler bu uğurda her türlü felakete göğüs germeye hazırdık. Bizim, bir olupbitti sonucu, Birinci Dünya Savaşı'na sokulmamızı o kadar kolay sineye çekmemizi açıklarken bu halet-i ruhiyeyi göz önünde tutmak gerekir." Bkz. Dr. Şefik Hüsnü Deymer. Yaşam Ôyküsü, Vazife Yazılan, s.118. Şefik Hüsnü, Aydınlık dergisinin Aralık 1924 tarihli, 28 nolu sayısında çıkan " Ülkemizde Siyasal Partilerle Sınıflar Arasındaki i lişki" başlıklı yazısında da Hürriyet ve İtilaf Fırkası'ndan şu şekilde söz etmiştir: "Son yirmi yıllık tarihimizde uğursuz bir yer alan Hürriyet ve itilaf

Bu arada; Hürriyet ve İtilaf Partisi ile padişahın ihanetini içlerine sindire­ meyenler tarafından milli çizgide birçok parti kuruldu. Tabanını toplumun elit kesimine mensup bürokratların ve aydınların oluşturduğu bu politik örgütlen­ meler, meşru bir zemine oturarak bu ihanete karşı durmak adına diplomatik yollarla bir anlaşma sağlama arayışına girdiler. Fakat bu durum, onların iz bı­ rakılmadan yok edilmeleri kararının verilmesine yol açtı. Rejime ve yabancı ülkelerin istilasına karşı yalnızca askeri güç teşkil eden örgütlenmeler, emperyalist güçlere milli iradeyi zorla kabul ettirmede kesin bir rol oynayabilirdi. iV. Kemalizm

En başından itibaren, Mustafa Kemal 'i kayıtsız şartsız liderleri olarak kabul etmiş Kemalist kanadın oluşumunu irdelemek oldukça dikkat çekicidir. Bugün büyük yankı uyandıran karşı tezler de söz konusu irdeleme ile açıklamasını bulacaktır. Güçlü bir azim ve cesaretle Kurtuluş Savaşı'nı örgütleyip kumanda eden bu enerji dolu adamlar nereden gelmişti? Ö ncelikle bahsettiğimiz önder­ lerin büyük çoğunluğunu eski İttihatçıların oluşturduğunu vurgulamalıyız. Türk burjuvazisi, Dünya Savaşı döneminde kayda değer bir farklılaşmaya uğradı. Bir yandan Dersaadet'te büyük ticari işlerle uğraşmış sermaye çevrele­ ri, İttihatçı hükümetin üstü kapalı himayesi ve hoşgörüsü altında spekülasyon yaratmaya devam ediyor; böylelikle güçlü bir sermaye birikimi elde ediyordu. Böylece burjuvazi bünyesinde yerli, zengin ve ayrıcalıklı kapitalist bir katman oluşuyordu. Öte yandan; sınırların kapatılmış olması ve büyük sermaye kesimi yüzünden küçük burjuvazinin iç pazara girememesi nedeniyle tüketici kitle ko­ layca sömürülebiliyor, böylelikle büyük sermayeye de ekonomik büyüme sağ­ lanıyordu. Yükselen zanaat ve ticaret burjuvazisi, gelişme yolunda ilerlerken adım başı hükümetin tekelci politikasından doğan engellerle, kısıtlamalar ve spekülasyonlarla karşılaşıyordu. Söz konusu hal; tren vagonlarının satışında vurgunculuk yapılması, ithalat ve ihracatın her durum için sürekli değişen ku­ rallara ve gelişigüzel kararnameler çıkarılmasına bağlanması gibi örneklerde ortaya çıkıyor ve bu sebeple iktidar, küçük burjuvazinin gözünde kapitalist bü­ yük burjuvazinin müt�efiki olarak görülüyordu. Türk burjuvazisinin tüm kesimleri İttihat ve Terakki Partisi tarafından yük­ sek rakamlarla temsil edildiğinden, yerli spekülatörlerle iş birliği yapılması ve Dersaadet'te Alman kapitalistlerle uzlaşılması, ateşkesten önce parti içinde Partisi de softalar ve saray uşakları gibi ölüme mahkUm unsurlardan oluşmuş karşıdevrimci sınıfa dayanmakla ancak yaşayabilmiş ve iktidar makamına yükselmişti." Bkz. Şefik Hüsnü, Türldye'de Sosyal Sınıflar, 2. basım, Kaynak Yayınları, İstanbul, ı997, s.231.

parti yönetimine karşı güçlü bir muhalefet yaratmıştı. Bu menfaat çatışması da büyük yankı uyandırmıştı. Parti içi bu muhalefet, orta sınıfın menfaatlerini parti yönetimine karşı savunuyordu. İttihatçılığın çöktüğü zamanda ise kamuo­ yu, parti içindeki muhalif kanat ile son yıllarda uygulanan parti politikasından sorumlu olan kanadı birbirinden ayrı tutuyordu. Partinin önde gelenleri ülkeyi hızla terk ederken, yandaşları ortadan kaybolmuştu. Mustafa Kemal ve bahset­ tiğimiz muhalif kanada mensup çoğu çalışma arkadaşı İttihatçı politikanın suç ortağı sayılmayacaktı. Ancak kişisel olarak kendini tehlikeye atmamış, hükü­ mete yakın çevrelerden Rauf246, Hafız Mehmet247 gibi çoğu kişi; ulusal harekete aktif olarak katılmayı tercih ettiler. Rauf, Lozan Antlaşması'nın imzalanmasına kadar Kemalist hükümetin başbakanlığını yaptı. Bu iki durumun dışında, başta doğrudan antiemperyalist savaş ile ilgilen­ miş orta sınıf olmak üzere; toprak sahibi varlıklı çiftçilerle birlikte küçük işlet­ me sahipleri, küçük çiftçiler ve zanaatkarlar omuz omuza Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti'ne katılmışlardı. V. il. Müdafaai Hukuk Grubu

İçinde karşıt eğilimlerde politikacıların ve her kesimden yurttaşın bulun­ duğu bu politika kazanında çıkarlar, elbette ki birbiriyle çatışmak zorundaydı. İşgal kuvvetlerinin bozguna uğratılmasının hemen ardından, şimdi tutuklular arasında bulunan, dönemin meclis ikinci başkanı Hüseyin Avni'nin248 önder­ liğinde, il. Müdafaai Hukuk Grubu adı altında yeni bir parlamenter fraksiyon oluşturulmuştur. Bu topluluk, kendini Kemalist kanatta gören, zengin ama geri kalmış Anadolu burjuvazisinin çıkarlarını temsil etmekteydi ve mensuplarının çoğu kuruluşundan itibaren İttihat ve Terakki Partisi'ne katılmış kimselerdi. Lozan görüşmeleri sırasında yapılan seçimlerde Mustafa Kemal, onları tasfiye ederek Millet Meclisi'nden uzaklaştırmıştır. VI. Terakkiperver Cumhuriyet Partisi

İktidarın antiemperyalist politikası, eski iktidardan arta kalan uluslararası finans-kapital bağlantılı kapitalist burjuvazinin çıkarlarını artan bir şiddetle zayıflatmayı amaçlıyordu. Bundan ekonomik anlamda en kazançlı çıkan genç milli burjuvaziydi. Halk Partisi'nin içindeki bu menfaat çatışması, 1924 yılın­ da, yani ilkinden iki yıl sonra, yeni bir kutuplaşma oluşturmuştur. Mustafa Kemal'in en yakın çalışma arkadaşları, Kurtuluş Savaşı'nın meşhur kahraman246 247 248

Rauf Orbay. Eski Trabzon mebusudur ve Kurtuluş Savaşı yıllarında adliye vekilliği de yapmıştır. Hüseyin Avni Ulaş.

lan, ulusal karargahın eski paşaları ve bakanları, Kemalist iktidar sayesinde büyümesi engellenmiş emperyalist sermayenin karşısındaki engellere cephe almak üzere, Terakkiperver Cumhuriyet Partisi adı altında yeni bir politik plat­ form oluşturmak amacıyla ondan ayrılmıştı. Bu oluşumda da İttihat ve Terakki Partisi mensuplarının en tanınmış isimlerinin yer alması oldukça dikkat çekici­ dir. Büyük kent burjuvazisinin ticaret ve bankacılık sektöründe yarattığı büyük sermaye, bu yeni partide kendi meşru savunucularını buluyordu ve bu parti tarafından elde edilen başarılar, iktidarı oldukça telaşlandırıyordu. Bu sebep­ le, geçen yıl çıkan Kürt ayaklanması249 bu partiyi dağıtmak için bahane olarak kullanılmıştır. VII. İttihatçılann Gizli Faaliyetleri

Sözünü edeceğimiz partiler, planlanmış suikast nedeniyle sanık sandalye­ sine oturmak zorunda kalan partilerdir. Hepsi İttihat ve Terakki Partisi kökenli bu oluşumlar, Halk Partisi tarafından ticaretten kovulmuş farklı büyük burjuva kesimini temsil ediyordu. Dava süreci ispatlamıştır ki, suikastı düzenleyenlerin "rastlantılar sonucu bir çatı altında toplanmış oldukları" yönündeki iddialar gerçeklikten uzaktır. Aksine, usta eller kulisler ardında söz konusu durumu en ince ayrıntısına kadar hesaplamıştır. Bu hesabı yapanlar, İttihatçı politikacılar­ dı. Düş kırıklığına uğramış milliyetçilerin gayret ve iyi niyetlerini araç olarak kullanmak suretiyle onların muhalefetlerini kurumsallaştırmışlardı. Eski Harbiye Nazırı Kara Kemal250, eski Maliye Nazırı Cavit Bey, eski Maarif Nazırı Şükrü Bey251, eski Dahiliye Nazırı Canbulat252 gibi savaş zamanı İttihat­ çılığın sınanmış önderlerinden ve birkaç başka isimden daha oluşan gizli bir komite, milliyetçilik içindeki bu başarısız organizasyonun tüm ayrıntılarını saptamıştır. Muhalefet, İttihatçılık oyunu oynamasıyla hesaplaşmadan böyle bir komite kurarak meşru zeminden gayrimeşru zemine kayıyordu ve yasadışı planlarının yelpazesi, politik suikastlara kadar uzanıyordu. Suikastçı ruhun, fanatik İttihatçıların yeraltı çetesinde253 gizlenmiş olduğu artık kanıtlanmış bu­ lunuyor. Kazım Karabekir, Rauf, Ali Fuat254, Refet255 gibi muhalefetin tanınmış önderlerinin büyük çoğunluğu, böyle bir plandan haberdardı; ancak hiçbir yükümlülük üstlenmemişlerdi. Diğerlerinin büyük çoğunluğu açıkça veya üstü 249 250 25ı 252 253 254 255

Şeyh Sait İ syanı kastedilmektedir. (YN) Kara Kemal, dönemin İaşe Nazın olduğu halde, metinde görevinin harbiye nazırlığı olduğu ifade edilmiştir. (YN) Şükrü Bey (İzmit Mebusu), posta telgraf nazın olarak da görev yapmıştır. (YN) İsmail Canbulat. (YN) Bu gizli komite içinde bulunan İttihatçılar, suikast planının açığa çıkmasından sonra "Kara Çete" olarak anılmaya başladı. (YN) Ali Fuat Cebesoy. (YN) Refet Bele. (YN)

kapalı bir şekilde suikastı onaylamışken, onlar sadece yumuşak bir üslupla ey­ lemi protesto etmiş, sonra da duruma razı olmuşlardır. Mustafa Kemal'in ortadan kaldırılması düşüncesi, bu beylerin beyinlerinde bir yıldan fazla bir süreden beri yer etmekteydi. Savaş zamanının ünlü İttihat­ çı nazırı Şükrü Bey, bu girişimi yönetme görevini üstlenmişti. Ö nce Ankara'da daha sonra da Bursa'da zemin yoklaması yapılmıştı. İzmir'deki deneme ise sı­ radaki üçüncü denemeydi. Suikast planına İstanbul'dan katılmış birinin üze­ rinde keşfedilen bir not, "Mustafa Kemal sorunu" diye bir olgunun varlığını, daha 1921 yılında, yani Kurtuluş Savaşı'nın ortasında, daha açık bir ifadeyle bu politikacıların hükümetten uzak durmaktan başka bir şey düşünmemeleri gereken bir zamanda, tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyordu. Bu notta "Her şey iyi güzel, fakat Ab-k'den256 nasıl kurtulacağız?" diye yazıyordu. Bu ve aynı dönemden kalma buna benzer bir dizi belge, iktidara, İttihatçılığın nüfuz sahi­ bi tüm mensuplarını tutuklamak ve suikast davasının yanında başka bir dava daha açarak söz konusu çetenin yeraltı etkinliklerini irdelemek imkanını veri­ yordu. Böylelikle Kemalizm, hem eski İttihat ve Terakki Partisi'nin artçılarına hem de partiden arta kalan zihniyete ve yöntemlere karşı öldürücü savaşı aç­ mış bulunuyordu. Bu politik süreç, bundan böyle Ankara'da devam edecekti. VIII. Hangi Cezaya Hükmetmeli?

Anımsanacağı gibi, Mustafa Kemal, mebus seçimleri sırasında çok yakın­ dan tanıdığı, bakanlık görevini üstlenmesi muhtemel kişiler konusunda olduk­ ça kaygılıydı. Gereksinim duyduğu saygınlığı kazanmak adına tavizler vererek, şu sıralar İzmir'de asılan Şükrü Bey ve Canbulat gibi daha başka kimseleri ken­ di seçim listesine alıyordu. Ülkenin ekonomik yönden yeniden kalkındırılma­ sı için uygulanan Kemalist politikanın hala ümit edilen sonucu verememesi dolayısıyla halk kitlelerinde güçlü bir memnuniyetsizlik dalgasının dolaşması ve Halk Partisi'ne karşı son zamanlarda büyük bir antipati beslenmesi de göz önüne alındığında, suikast planının açığa çıkmasının iktidar çevresini büyük bir sıkıntıya soktuğunu itiraf etmek gerekir. Şimdi bir taraftan ileride benzer bir maceraya atılmak isteyenleri korkutmak ve cesaretlerini kırmak için olaya çok sert müdahale etmek gerekirken; öte yan­ dan bu müdahalenin de intikam güdülerini körüklememesine dikkat edilmeli­ dir. Gerçekten de muhalefetin ünlü önderlerini ağır cezalarla mahkum etmek, güçlü bir karşı harekete neden olabilirdi ve burjuvazinin iki kanadı arasındaki mücadeleyi şiddetlendirebilirdi. Bu yüzden, muhalefetin ünlü önderlerini ağır cezalarla mahkum etmenin ne denli güç olduğu bu olayda oldukça açıktır. 256

Mustafa Kemal kastedilmektedir. (YN)

Suçun veya sorumluluğun derecesi ile cezanın takdiri arasında bir dengenin bulunması imkansızdı. Çünkü birkaç sanığın sözlü itirafları dışında hakimlere sağlam bir hukuki altyapı sağlayabilecek bir malzeme yoktu. Eğer sanıklar du­ ruma özel olarak tayin edilmiş ve sınırsız yetkilerle donatılmış olağanüstü bir mahkemede yargılanmasalardı; birçoğu birkaç yıllık hapis cezası ile yakalarını sıyırabilirlerdi. Genellikle hem sanıklar hem de şahitler, bülbül gibi şakıyarak ne biliyorlarsa anlattılar. Sadece İttihatçılar son ana kadar kibirli bir tutum ser­ gileyerek kendilerine yöneltilen suçlamaları, şahitlerle yüz yüze geldiklerinde bile, inkar ettiler. Böylece "sağlam karakterli, cesur adamlar" şeklindeki şanla­ rını haklı çıkardılar. Basının tüm karalama çabalarına rağmen kendilerine sivil sahada duyulan hayranlığı kuvvetlendirmekten geri kalmadılar. ıx. Yargı Karan

İlk günlerde dile getirilen önyargılar, oldukça karakteristik bu karara aynen yansıtılmış gibiydi. İttihatçılıkla açıktan açığa bir bağı olmayan tüm paşalar ve üst düzey kimseler, küçücük bir azarlamayı dahi içermeyen oldukça saygılı cümlelerle aklanarak beraat ettirildi. Yarım düzine İttihat ve Terakkici ve bun­ ların arasında suçsuz gibi görünen kısa boylu bir paşa, günah keçisi olarak darağacına gönderildi. Bu suretle gözdağı verilmek istendi. Asılanların geri ka­ lanı ise suç işlemeyi meslek edinmiş kimselerdi. Diğer sanıklar da Ankara'ya nakledildiler. Onların kaderi, İttihatçılığa karşı yürümekte olan davanın so­ nunda belli olacak. X. Sonuçlar

Dünkü Hasımların Yakınlaşma Belirtileri

İ nfazların ilk etkisinin, Halk Partisi ve yasal olarak nitelendirilebilecek bir muhalefet partisi kurmuş olan hasımlarının birbirlerine yaklaşmaları olduğu, beraat ettirilen sanıkların ve hakimlerin söylediklerinden ve hem gazetelerde çıkan yarı resmi açıklamalardan hem de gazetecilerin ifadelerinden anlaşılı­ yor. Suikastın en azından şaşırtıcı olan bu sonucu ilk bakışta çelişkili görünse de aslında hiçbir şey bundan daha kolay açıklanamaz. Ekonomik politikanın kısmen başarısız olması ve devletçi maliyeciliğin yo­ luna çıkan atlatılamaz engeller; iktidarı, emperyalist güçlere karşı yaptıkları savunmadan dikkat çekici bir şekilde geri adım atmaya ve aralarındaki tüm görüş ayrılıklarını da en kısa sürede gidermeye zorluyordu. Yabancı sermaye girişine ve devletin borç almasına izin vermeksizin, ekonomik programlarını devam ettirmelerinin gerçekleşebilmesinin imkansız olduğuna dair kanaat,

Halk Partisi'nin önderlerine bu yeni politik yönelimi kabul ettirmiştir. Yabancı sermaye ile yaşanan bu hafif uzlaşma denemesi, Türk komünistlerinin her za­ man tahmin ettiği gibi, genç kapitalist burjuvazi ile Avrupa'nın en güçlü finans grupları arasında kaçınılmaz bir yakınlaşma yarattı. Başka bir deyişle, Kema­ listler ve Terakkiciler arasında bir yakınlaşma doğdu. İktidar yanlısı basın da doğal olarak bunu kamuoyuna "muhalefetin çatır­ dadığı ve pişmanlık duyarak sineye, yani milli kanada, geri dönmekte olduğu" şeklinde duyuracaktı. Gerçekten de Halk Partisi böyle bir uzlaşmanın tüm so­ rumluluğunu taşımayı göze almıştı. Bu durum, Türk Halk Devrimi'nin durak­ laması, antiemperyalist savaşın yavaşlaması, yabancı sermayeye bazı tavizler verilmesi ve tekelci devlet yapısının tasfiye edilmesi anlamına geliyordu. Kısacası, Kemalist politika, sağa doğru bir evrime uğrayacak, tarım reformu ise çıkmaz ayın son çarşambasına ertelenecekti. Müdahaleci eğilimleriyle bili­ nen maliye bakanının görevinden alınarak yerine Klasik Okul 'dan257 bir bürok­ ratın getirilmesi ise bir felaket alametidir. Burjuvazinin sağ kanadıyla gerçek­ leşen bu yakınlaşmaya karşı Komünistler tüm güçleriyle hırsla savaşmalıdır. XI. Dış Güçlerin Rolü

Burada, bu hükümet darbesi denemesinde herhangi bir emperyalist gücün parmağının olup olmadığı sorusu ile meşgul olacağız. Türk basını tarafından ortaya atılan bu soruya verilen yanıt, "suikastçıların, yabancı bir güç ile birlikte çalıştığına dair olan varsayımı ispatlamak adına en ufak bir kanıtın dahi söz konusu olmadığı" gerekçesiyle olumsuzdu. Zaten mahkeme de bu doğrultuda bir kuşkuya kapılmamıştı. Sanıklar arasındaki en önemli iki şahsiyetin, Rauf ve Adnan, şu anda Londra'da bulunması yalnızca bir tesadüften ibarettir. Bu bağlamda, yurtdışındaki çevrelerde sıklıkla rastladığımız bazı yanlış bakış açılarını düzeltmekte yarar var. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan beri, haber ajansları ne zaman anti-Kemalist bir hareket veya gösteri ile ilgili bir haber geçse, çoğunluk bunun monarşist bir başkaldırı olduğunu düşünür. Kemalizm ve Türkiye Cumhuriyeti gibi asla aynı olmayan iki kavram, yurtdı­ şında çoğu kez birbirine karıştırılır. Bundan başka, işçi sınıfı içerisinde, dü­ rüst olmak gerekirse Halk Partisi 'ninkinden bile daha cumhuriyetçi radikal bir akım oluşmasının dışında, burjuvazinin Kemalizmin sağ kanadında yer alan kesimlerinde bile cumhuriyetçi zihniyetlerinden şüphe edilemeyecek gruplar vardır. Özellikle iktidarın sert bir baskı rejimi uyguladığını varsaydığımızda, en farklı görüşlere sahip muhalefet partileri arasında bile belli uzlaşma ze257

Adam Smith, David Ricardo gibi temsilcileri olan Klasik İktisat Okulu, devletin ekonomiye müdahale etmemesi gerektiğini savunur. (YN)

minlerinin oluşması kaçınılmaz olur. Bu soyutlama dışında, kapitalist büyük burjuva partilerinin aslında monarşist olmadıklarını, sadece bu konuda Halk Partisi'ninkinden daha ılımlı bir tavır takındıklarını, şartlar olgunlaştığında monarşiyi destekleyecekmiş gibi görünmelerine rağmen, saltanat rejimi heves­ lisi olmadıklarını belirtmekte yarar var. Söz konusu partilerin, emperyalizme olan bağımlılıkları ise daha ziyade ekonomik karakterlidir. Emperyalizmin buyruklarını yerine getirme tekelini elinde bulunduran ve saltanatın geri dön­ mesi halinde başa geçecek olan parti, Hürriyet ve İtilaf Partisi'dir. Bugün, parti yönetimi yurtdışında iken casusları hala ülkededir. Monarşistler ve İttihatçılar arasında aynı şekilde daha birçok tezat vardır, tıpkı Kemalistler ile olduğu gibi. XII. Suikast Girişiminin Tahmini Etkileri

Suikast girişiminin açığa çıktığı sırada, ülkede oldukça büyük bir memnuni­ yetsizlik hüküm sürüyordu. Ticari durgunluk, hayat pahalılığı ve vergi yüküm­ lülükleri altında ezilen halk, bu sefaletin tüm sorumluluğunu Halk Partisi'ne ve onun iktidarına yüklüyordu. Halk Partisi'nin imajı, hiçbir zaman böylesi­ ne sarsılmamıştı. Cumhurbaşkanının Batı Anadolu gezisi, milletin hükümete karşı sarsılan güvenini yeniden sağlayarak iktidar partisinin politik çizgisinin sağlamlığına dair yitirilmiş inancı tekrar kazanmayı hedefliyordu. Bu yüzden, suikast girişiminin açığa çıkarılması, hükümetin işine gelmişti. Gezinin kamuoyunda yarattığı heyecan "yaygın bir hastalığı" ortadan kaldıran bir ilaç etkisindeydi. Bunu çok iyi değerlendiren hükümet, bir fırtına koparı­ yor ve rakiplerini ortadan kaldırmak için karşısına çıkan bu fırsatı kusursuzca kullanıyordu. Kemalizm açısından bugünkü durum, suikasttan önceki zaman zarfından çok daha elverişlidir. Sindirilen ve kararsız kalan muhalefet, muha­ rebe alanını terk etmek zorunda kalırken kararsız kalanların ve İttihatçıların kendilerine ihanet ettiklerini düşünen bazı kişilerin, Halk Partisi tarafından engebeleri düzleştirmek adına piyon olarak kullanılması muhtemeldir. Ancak burjuvazi içindeki mücadelenin öneminden bir şey yitireceğine inanmak da yanlış olur; tam tersine, asıl mücadele yeni başlıyor. İttihatçılara karşı, Ankara İstiklal Mahkemesi'nde başlatılan politik ka­ rakterli yargılama, Halk Partisi tarafından, bu gizli örgütlenmeyi mahvetmek için tertiplenmişti. Şimdiye dek sabırla birbirlerine tahammül eden ve tek tük eylemlerle yetinen bu iki taraf arasında bundan böyle, bir ölüm-kalım savaşı­ na tanık olacağız. Bundan böyle İttihatçılık; saldırılarını, seçkin önderlerinin yokluğunda başlatmak zorundadır; ancak ona bu dezavantajı hissettirmeyecek sayısız yardım kaynağı sayesinde hiçbir zaman pasif bir suskunluk içinde ol­ mayacak ve deneyimli kurucu kadrosu içinden her zaman şartların gerektirdiği

kişileri ön plana çıkarabilecektir. Eğer Halk Partisi, Ankara'daki sanıkları, iz­ mir'deki sanıklarla aynı cezaya çarptırırsa, mağdurların parlak Kemalistlerden intikam almak adına bireysel terör saldırılarına kalkışacaklarını göz önüne al­ malıyız. Bu da, bir dizi politik suikastın arifesinde olduğumuzu gösteriyor. Ülke genelindeki genel memnuniyetsizlik, şu günlerde kendini fazla belli etmese de, böyle bir girişim için son derece uygun bir ortam oluşturmaktadır. Günümüzde yaşanan terör olaylarını hazırlayan koşullar, terörün bundan baş­ ka bir "sığınak" aramasını imkansız kılıyor. Bu tehlikeli durumdan kaçmak için Kemalistlerin elinde yalnızca bir imkan var: Başlatmış oldukları radikal reformları sürdürerek feodalizmin ekonomik tabanını çökertmek, toprağı köylüye dağıtmak, ezilen ve sömürülen sınıflar üzerindeki baskıyı ortadan kaldırmak suretiyle işçi sınıfının sempatisini ka­ zanmak. Ancak gerek Halk Partisi 'nin sosyal yapısı gerekse benliklerini yeni bulmuş iş adamlarının, fabrikatörlerin ve kapitalistlerin ezici çoğunluğu böyle­ sine bir politikanın önünde yıkılması çok zor bir engel olduğundan söz kon�su imkanın gerçekleşmesi pek de mümkün değil. Bu durumda, zamanında ticari hayattan ve üst düzey bürokrasiden uzak tutulan büyük kent burjuvazisinin sakinleştirilmesinden ve yabancı sermaye ile işbirliği yapmalarını sağlamak­ tan daha etkili bir önlem yok gibi görünüyor. Bu ise Türkiye Cumhuriyeti kuru­ cularının devrimci coşkusunun sona ermiş ve büyük dönüşümler sürecine son noktanın konmuş olduğu anlamına gelir. Şu sıralarda Kemalizm, düzgün olmayan bir yola sürüklenmiş gibi görü­ nüyor. Eğer gerçekten böyle olacaksa, sınıf mücadelelerinin ağırlık merkezi kayacak, kentlerdeki ve kırsal kesimdeki işçi sınıflarının burjuvazi tarafından önüne geçilemez sömürüsü de günümüzün anlam farklılıklarını yok ederek, ezilenleri ezenler karşında doğrudan bir çıkar çatışmasına sürükleyecektir. Kesin olan şudur ki Kemalizm, böyle güdümlerin etkisinde kaldığı sürece kendi sonunu hazırlayacaktır. Kısacası İzmir Suikastı, dönüşüme hazır bir or­ tamda bardağı taşıran son damla olmuştur·258 258

Şefik Hüsnü'nün raporunun son bölümüyle Vedat Nedim'in makalesinin geri kalan şu sa­ tırları ciddi benzerlik taşımaktadır: " İstiklfil Mahkemesinin verdiği ağır cezalar, murabaha­ cı ve emperyalizm maliyesine yardakçı burjuvaziyi ancak -muvakkaten- bazı silahlarından tecrit edebilir. İnkılabı bu mazarratlı düşmanlardan kurtarabilmek için daha çok esaslı ve derin tedbirler almak icabeder. Bu tedbirlerin en mühimi ve esaslısı emekçi halk kitleleri­ ni daha kuvvetli surette inkılaba bağlayabilmektir. Halk kitlelerine dayanmayan bir inkılap ya esas mana ve mahiyetini tamamen kaybeder -ki bugün Türkiye İnkılabı bu istikamette inkişafa temayül gösteriyor- yahut da en ufak bir darbe ile tarümar olur. Emekçi kitleleri­ ni inkılaba bağlamak için parlak nutuklar, zarif makaleler, muşaşa' seyahatler kafi değildir. Asıl mesele, bu kitlelerin iktisadi ve siyasi vaziyetlerinin nazar-ı itibara alınmasıdır. Halbuki bugünkü hükumet -bugünlerde devlet aparatını idare edebilecek en inkılapçı bir zümrenin elinde bulunduğu halde bile- dayandığı içtimai kuvvetlerde vücuda gelen tebeddüller ve bu

Irandost MİLLETLER CEMİYETİ VE DOGU259 14 Eylül 1926

Milletler Cemiyeti, gerçek yüzünü giderek daha çok ortaya koyarak odak noktası haline geliyor. Bu odak noktasında, iç mücadelenin, rekabeti büyük ve küçük kapitalist devletlerin aralarında yaptıkları ittifakların ipleri birbirine dolanıyor. Milletler Cemiyeti'nin bugünlerdeki toplantısından önce Doğu ül­ kelerinin de bu entrika oyununa çekilmesi, bu kavganın alanının kaçınılmaz olarak sürekli genişlemesinin bir ifadesidir. İran'ın Cenevre'deki temsilcisinin Milletler Cemiyeti Sekreterliği'ne kısa süre önce verdiği notada, sürekli danışma üyeliği istemi, İran'ın Milletler

259

tebeddüllerle körü körüne inkıyad etmesi dolayısıyla, Türkiye halk kitleleri üzerindeki nü­ fuzunu gitgide kaybetmektedir ve suikasd teşebbüsü de bu vakıayı pekala nazar-ı dikkate almıştır. Halk Fırkası hükumetinin tuttuğu yeni iktisadi istikamet hiç de halkın menfaatine uygun değildir. Binbir şekilde vergiler, hayat pahalılığı, sermaye terakümünün barbarca in­ kişafı ve bu barbarlarlığı hükumetin çok defa himaye etmesi, bugün inkılabı temsil etmek isteyenlerle kitleler C11asında derin bir uçurum kazmaktadır. i ktisadi vaziyetleri günden güne berbatlaşan emekçilerin siyasi vaziyetleri de çok fecidir. Fakir köylü ve amelelerin menfaatini müdafaa edecek siyasi inkı!apçı bir gazetenin neşri bile imkansızdır. Bu vaziyetin bu suretle inkişafı Türkiye inkılabı için bir felakettir. Türkiye inkılabının başında bulunanlar, bugün bu inkılabın dostları ile düşmanlarını tefrik etmelidirler. inkılabın derinleşmesi namına, onun düşmanları en ufak bir demokratik haktan bile mahrum edilmelidir. Buna mukabil inkılabın en sağlam istinatgfilıı olan emekçi kitlelerinin geniş demokratik hakları bir an evvel tanıtıl­ malıdır. Aksi takdirde Ziya Hurşid'in atmaya muvaffak olamadığı tabancanın tetiğini bu sefer inkılaba karşı bizzat Halk Fırkası çekmiş olur." Bkz. Mete Tunçay, age, s.168. lrandost, "Völkerbund und üsten" (Milletler Cemiyeti ve Doğu), 14 Eylül 1926, Internationale Presse-Korrespondenz, sayı 114, 14 Eylül 1926, s.1931.

Cemiyeti'nde İslam dünyasını, yani 400 milyondan fazla kişiyi temsil eden tek devlet olmasıyla gerekçelendiriliyor. Çünkü daimi danışma sandalyelerinin dağıtılması yeni zorluklar yaratacak ve Milletler Cemiyeti'nin kendi çıkarlarını savunmak üzere kurulmadığı gerçeğini Doğu halklarının gözüne sokacaktı. Ö te yandan, son zamanlarda özellikle Alman ve Fransız basını Türkiye'nin Milletler Cemiyeti'ne alınmasının propagandasını yapıyor. İngilizler ile Türk­ ler arasında Musul sorununda görüşmeler yürütülürken, İngiliz diplomatları Türkiye'nin Milletler Cemiyeti'ne girmesini istemişlerdi. Bunu, Musul sorunu­ nun kendi çıkarları doğrultusunda çözülmesinin bir güvencesi olarak görüyor­ lardı. Ankara hükümetine yıldırma ve şantajla dayatılan Musul Anlaşması'nın imzalanmasından sonra İngiliz-Türk ilişkilerinin gerginleşmesiyle İngiltere'de­ ki yönetim çevreleri Türkiye'nin Milletler Cemiyeti'ne alınmasını zorlamamaya karar verdiler. Ama Türkiye, Avrupa'daki İngiltere düşmanı gruplar tarafından son zamanlarda Avrupa planlarının bir faktörü olarak önemle dikkate alınıyor. Fransa ile Almanya arasındaki yakınlaşmadan ve İ ngiltere'ye karşı bir kıta blo­ ğu oluşturma girişimlerinden tedirgin olan İngiliz basını, Alman politikasının Türkiye'de giderek aktifleşmesine dikkat çekiyor. The Times şöyle yazıyor: "Almanya kuşkusuz yakında Milletler Cemiyeti'nde bir danışma sandal­ yesine sahip olacaktır. Ve eski müttefiklerinden birini, Türkiye'yi, orada Milletler Cemiyeti 'nin üyesi olarak selamlayabilmeyi dilediği anlaşılı­ yor." Türkiye'nin kıta bloğuna alınması, Fransa'nın çıkarlarına uygundur; böyle­ ce Yakındoğu'daki konumu sağlamlaşacaktır. Fransız basını, Türkiye'nin Mil­ letler Cemiyeti'ne üye olabileceğini, ama bu arada Milletler Cemiyeti'nde İngil­ tere karşıtı grupların güçlenmesini hedeflediğini ima ediyor. Milletler Cemiyeti Danışma Meclisi'nde Asyalı bir devlete daimi bir yer sağlamak sözü, elbette en başta Doğu halkları arasına ikilik tohumu ekerek, kıskançlık duyguları uyan­ dırarak emperyalizme karşı birleşik cepheyi zayıflatma ve parçalama amacı taşıyor. Kısa süre önce Milletler Cemiyeti'ne sunulan Türk-İran Tarafsızlık Anlaşması'na Milletler Cemiyeti önder çevrelerinin yönelttiği sert eleştiriler, Doğu ülkelerini Milletler Cemiyeti politikasına çekme planını kesinlikle "hoş­ nut etme" amacı taşımadığını kanıtlamaktadır. İngiliz Dışişleri Bakanlığı'nın yarı resmi organı Daily Telegraph, İngiliz hükümetinin Türk-İran Anlaşması'nı sert bir biçimde protesto etmesi gerektiğini, bu anlaşmanın "Milletler Cemiyeti Tüzüğü ile çok çeliştiği"ni belirtiyor. Anlaşmadaki, tarafların üçüncü kişilerin düşmanca girişimlerine karşı kayıtsız şartsız tarafsızlık ve karışmama ilkesi

"mali ve ekonomik yaptırımlar uygulanmasını da reddediyor. Milletler Cemi­ yeti Tüzüğü'nün 16. maddesi gereğince Türkiye'ye karşı böyle bir yaptırım ka­ rarı alınabilirdi". Daily Telegraph'a göre, Türk- İran Paktı'nın 4. maddesi daha da kaygı vericidir. Bu maddeye göre, taraflar, ötekine yönelen silahlı güçlerin topraklarından geçmesine izin vermemek ve hatta bu geçişi silahla önlemekle yükümlüdürler. Bu madde, Milletler Cemiyeti'nin Türkiye'ye karşı önlemlerini Basra Körfezi'nde geçersiz kılacaktı. Daily Telegraph açıklıyor: "4. madde İran'ın da dahil olduğu Milletler Cemiyeti üyelerinin yüküm­ lülükleriyle bağdaşmamaktadır." Ve sonunda bu yarı resmi gazete şunu belirtiyor: Türk-İran Anlaşması'nın itirazsız kabul edilmesi tehlikeli bir örnek oluşturacaktır. Özellikle Rus-Alman Anlaşması'yla Almanya'nın Sovyetler Birliği'ne verdiği güvenceler dikkate alı­ nırsa, Almanya 16. maddeyi yorumlarken Türk-İran Anlaşması'nı örnek alabilir. Türkiye ile İran arasındaki yakınlaşmaya karşı Milletler Cemiyeti'nin tutu­ mu Türk basınında güçlü bir öfke yarattı. Basın, Milletler Cemiyeti'nin emper­ yalist karakterine dikkat çekti. Türkiye'de Fransızca yayımlanan Echo de Tur­ quie şu soruyu soruyor: "Milletler Cemiyeti halklar arasında barışçı ilişkileri teşvik etmek için mi, yoksa engellemek için mi kuruldu?" Echo de Turquie, Milletler Cemiyeti üyelerinin imzaladığı birçok anlaşmayı

(Küçük Antant: Polonya ve Romanya, Fransa ve Polonya. Habeşistan'ın payla­ şılması için İngiliz-İtalyan sözleşmesi) örnek olarak veriyor: "Milletler Cemiyeti, Türk-İran dostluk anlaşmasına böylesine düşman­ ca bir tavır alırken, öteki anlaşmalarla neden hiç ilgilenmedi? Milletler Cemiyeti'nde, diyor gazete, bazı üyeler ötekileri güdüm altına almayı başardılar. Milletler Cemiyeti Tüzüğü demokrasi ile temelden çelişki içindedir. Üyeler arasında eşitlik yoktur. Güçlüye izin verilen, zayıfa yasaklanır. Milletler Cemiyeti uluslararası ahlak ve uluslararası hukuk kavramlarıyla kinik bir biçimde çelişir. O, pazaryeri tezgahından başka bir şey değildir. Orada bazıları açlık çekerken bazıları keyif çatar. O, ba­ zılarının hep kazandığı, bazılarının hep kaybettiği bir kumarhanedir." Türk kamuoyu, Türkiye ile Milletler Cemiyeti arasında bir uzlaşma olası­ lığından kuşku duyuyor. İngiliz tutucu basını, Moskova'nın Cenevre'ye karşı "Asya Halkları Birliği" kurmaya çalıştığını öne sürüyor. Burada asıl konu elbet­ te Moskova değil.

Milletler Cemiyeti'nin gerçek karakterini, kendi çıkarlarıyla Cemiyet'in po­ litikasının temelde bütünüyle ayrıldığını her gün daha net gören Doğu halkla­ rının gözleri önüne sermek için Milletler Cemiyeti'nde birleşmiş olan emper­ yalist devletler politikasının en iyi araç olduğu giderek daha da ortaya çıkıyor.

B. Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] TÜRK MİLLİYETÇİLİGİNDE DEVRİMCİ DALGANIN GERİ ÇEKİLMESİ260 Eylül 1926

İzmir suikastının tantanalı bir şekilde ortaya çıkarılması ve bunun ardından açılan gürültülü siyasi davalar, Türkiye'deki olaylara yeni bir güncellik kazan­ dırdı. Gerçekten de bu olaylar pek çok yönden dikkatle incelenmelidir. Bugüne kadar, Kemalizmin attığı adımlar Avrupa'da da, Amerika'da da, yalnızca göz­ lemlenmekle kalmış ve ancak, genellikle abartılmış olmakla birlikte belli bir ilgiyi dile getiren tek tük yorum yapılmıştır. Tüm savaş sonrası döneminin en can alıcı meselelerinden biri olan bu konu, yalnızca Sovyetler Birliği'nde bilim­ sel Marksist-Leninist bir tahlile tabi tutuldu. Türkiye'deki milli devrimci hareket, kuşkusuz ilerici bir etkendir. Bu ha­ reket, toplumu feodalizmin ve padişahlığın kalıntılarından temizleyerek, bizi proletarya devrimine yaklaştırmakta, emperyalizmi can evinden vurmaktadır. Bu nedenlerden dolayı onu desteklemeliyiz. Son iki-üç yıl içinde Doğu'nun birçok ezilen halkı Türkiye'nin izinden gide­ rek emperyalizmin boyunduruğuna karşı kurtuluş bayrağını yükseltti. Çapları, coğrafi ve etnolojik özellikleri bir yana bırakılacak olursa, bu bağımsızlık mü­ cadeleleri ve savaşlarının, İzmir önlerinde 1919-1920 yıllarında gönüllü köylü 260

B. Ferdi, "Das Abflauen der revolutionaren Welle im türkischen Nationalismus" (Eylül 1926), Die Kommunistische Internationale, sayı 9, 1926 , s.891-897.

ve subay müfrezeleri tarafından verilen gerilla savaşlarıyla pek çok ortak yanı olduğunu görürüz. Mücadelelere katılan toplumsal sınıflar, Türkiye'dekilerin aynıdır. Dolayısıyla, izleyeceğimiz çizgiyi saptamak bakımından, Türkiye tec­ rübesinden ders çıkarmak bizim için yararlı olacaktır. Altı yıl, bunlardan kesin sonuçlar çıkarmak için kuşkusuz çok kısa bir süre­ dir. Ama yine de önemli ipuçları elde etmek için yeterli sayılır. Bu nedenle, hem Türkiye'nin güncel siyasi ve ekonomik durumunu hem de sınıf mücadelesinin, zafer kazanmış olan milliyetçiliğin hakimiyeti altındaki gelişme yönünü incelemeyi yararlı gördük. Kemalizmin bugünkü siyasi çizgisi, milli kurtuluş hareketinin özünde kü­ çük burjuva niteliği taşıdığını ve eğiliminin kapitalist yönde olduğunu açıkça gösteriyor. İktidara geldikten sonra milliyetçilik, geçmişe ait olan ve akılcı kapitalist sömürü ile bağdaşmayan tüm mirası her bakımdan tasfiye edinceye kadar, dev­ rimci uygulamalarını sürdürdü. Bu süre içinde ülkenin kaynaklarını değerlendirme çabaları, genç burjuva­ zinin oldukça büyük bir bölümünün önemli miktarda sermaye biriktirmesini mümkün kıldı. Kemalizmin Güçlü ve Zayıf Yanlan

Anadolu'da şimdiden, yeni oluşan bir kapitalist burjuvaziden söz et­ mek mümkündür. Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceğini yönlendiren ve bu Cumhuriyet'in ekonomik gelişmesinde en büyük rolü oynayan bunlardır. Bu sınıf hummalı bir şekilde en ilkel yöntemlerle ülkenin bütün kaynaklarını ken­ di denetimi altına almak ve sermaye biriktirmek için çabalıyor. Sıkı maddi çıkar bağları, onları Cumhuriyetçi rejime bağlamaktadır. Çünkü onların var olması ve girişimlerinin büyüyüp gelişmesi bu rejime bağlıdır. İşte onlar tümüyle bu maddi nedenlerden dolayı, var güçleriyle Cumhuriyet'in korunmasına hizmet ediyorlar. Yükselen burjuvazinin yanı sıra, ileri feodal unsurlara da değinmek gerekir. Türkiye burjuva devrimindeki en dikkat çekici çelişmelerden biri de, bu devri­ mi gerçekleştiren ve savunanların arasında Doğu illerinin feodal ayrıcalıklara sahip pek çok büyük toprak ağasının da bulunmasıdır. Gerek maddi gerekse psikolojik nedenler, bu geri toplumsal sınıfın tamamına yakın bir kısmını Kur­ tuluş Savaşı sırasında milliyetçilerin kucağına atmıştı. Ancak daha sonra, özel­ likle hilafetin kaldırılmasından sonra, bunların bir bölümü hükümete karşı düşmanca bir tavır aldı. Diğer bir bölümü ise en yoğun antifeodal baskı dönem­ lerinde bile milliyetçi kampta kaldı ve feodal hakimiyet altındaki bölgelerde

yapılan yönetim reformunu onayladı. Bu geri toplumsal sınıftan gelen altmış milletvekili bugün bile Halk Partisi 'nin parlamento grubuna dahildir. Bu ga­ rip durumu açıklamak gerekir. Belli bir grup feodal unsuru, iş hayatına atılma hevesinin sardığını gösteren pek çok örnek gösterebiliriz. Bu ağaların dev top· raklarından elde ettikleri muazzam gelirler, bugüne kadar üretici olmayan bir biçimde, yani Doğu geleneklerine uygun olarak şaşaalı bir yaşam sürdürmek için israf ediliyordu. Feodalizmin genç, öğrenim görmüş unsurları kendilerini bu eski alışkanlıkların etkisinden günbegün kurtarmaktadır. Bunlar, topraktan elde ettikleri rantı, sanayi işletmelerine, büyük kredi ve ticaret şirketlerine ya· tırma yönünde güçlü bir eğilim göstermektedir. Böylece, feodallerin önemli bir bölümü burjuva kapitalistlerine dönüşme yolundadır ve daha mütevazı köken­ den gelen genç Anadolu burjuvazisiyle bugün her alanda dayanışma içindedir. Milliyetçi hükümetin durumunu sağlamlaştırmasına hizmet eden güçlerin en önemlisi, hiç kuşkusuz polis ve ordudur. Türkiye'nin dünya savaşındaki yenilgisi, Sultan'ın ordusunun tümüyle dağıtılmasına yol açtı. Milli Kurtuluş Savaşı başlangıçta tümüyle gönüllü çeteler tarafından yürütüldü. Ancak mü­ cadelenin ateşi içinde düzenli bir ordunun çekirdeği örgütlendi. Bu çekirdek, yüksek örgütleme yeteneğine sahip bir grup subayın zorlu çabaları sayesinde kısa bir süre içinde güçlü bir askeri aygıta dönüştü. Halk Partisi'nin çıkardığı ilk yasa subay ve astsubaylara doyurucu maddi koşulların sağlanmasıyla ilgilidir. Bunlar, bugün devlet memurları arasında ekonomik durumları her bakımdan iyi olan tek gruptur. Birçok temizlik hare­ ketiyle Ordu içindeki şu ya da bu ölçüde şüpheli unsur tasfiye edilmiştir. Halle Partisi

Kemalist hükümetin tutumunu belirleyen siyasi örgüt, Halk Partisi'dir. Ayrı­ ca bu Parti, Türkiye'de yasal haklardan yararlanabilen tek partidir. Bu nedenle, bu partinin yapısını ve bileşimini yakından tanımak son derece önemlidir. Halk Partisi, Avrupa'daki anlamıyla bir siyasi parti değildir. Parti, temsil et­ tiği sınıfların üyelerini hemen hemen hiç örgütlememiştir. Parti, bir yönetim aygıtı ve çok dar bir kurmayla sınırlıdır. Üyeler tarafından hiçbir parti çalışması yapılmamaktadır. Üyelerden beklenen, aidatlarını sürekli olarak ödemeleri ve seçimlerde partinin gösterdiği adaya oy vermeleridir. Hemen hemen hiç genel kongre yapılmaz. Her şey Ankara'daki parlamento grubu tarafından saptanır ve bundan sonra alt kademelere bildirilir. Partinin gücü ve bileşimi konusunda herhangi bir istatistik veri yoktur. Tah­ minlerimize göre, toplam üye sayısı 2-3 bin arasında değişmekle birlikte, aktif olarak çalışanların sayısı SOO'ü bulmaz. En güvenilir kaynaklardan aldığımız bilgilere göre partinin bileşimini şöyle gösterebiliriz:

Partinin Bileşimi Memur ve subaylar (etkin ya da bakanlık emrinde) Büyük toprak ağaları ve taşra eşrafı Büyük işletmeciler, büyük sanayiciler, büyük tüccarlar Serbest meslek sahipleri (avukat, doktor, yazar, vb) Zengin köylüler Emekçi sınıflar Toplam

o/o 35 25 20 10 5 5 100

Bu sayılar, bürokratların, üçte bir üyelikle partide ilk sırayı aldıklarını gös­ termektedir. Tarım burjuvazisi ve kapitalist burjuvazi hemen hemen denge halindedir. Bu durum, Parti 'nin en etkin üyelerini sanayi girişimlerine bizzat özendirmesiyle açıklanabilir. Nitekim Kemalizmin en yetenekli siyasi önderle­ ri, hükümetin maddi ve manevi desteğiyle oldukça kısa bir süre içinde iş dün­ yasında güçlü mevkiler elde ettiler. Çok sayıda milletvekilinin, yüksek rütbeli subayın ve eski bakanın bir gecede banker, sanayici ve büyük tüccar haline geldiği görüldü. Kemalizmin Siyaseti

Kemalist siyasetin ekseni, ekonomi politikasıdır. Yabancı sermayeye karşı gösterilen güvensizliğin, ülkenin ekonomik yaşamına devletin sistemli müda­ halesinin ve devlet kapitalizmi çabalarının (Anadolu demiryollarının, tütün rejisinin vb. millileştirilmesi) doğrudan doğruya kolektif milli sermaye biriki­ mine yol açacağı söyleniyordu. Gerçekten de Kemalistler, bir milli sermaye oluşturmak amacını gütmekte­ dir. Onları bu yola iten, yüksek ülküler değil, dayandıkları sınıfın ekonomik çıkarlarıdır. Gün geçmiyor ki, mütevazı koşullarda yaşayan insanların (gaze­ teciler, öğretmenler, eski subaylar, küçük tüccarlar ya da küçük çiftçiler vb.) bir gece içinde refah içinde yüzen işadamlarına dönüştükleri görülmesin. Bu sonradan görmeler, ülke ekonomisinde yönetici bir rol oynamaya başladılar. Devlete ait bütün sipariş ve bayındırlık işleri, bu genç burjuvaziye verildiğin­ den, kamu işleri ve askeri alımlar sayesinde, bunlar, büyük karlar elde ediyor­ lar. Buna ek olarak bir de devletin doğrudan desteğini (teşvik tedbirleri, devlet iştirakleri, ayrıcalıklar) sayabiliriz. Bu destekle genç burjuvazi, küçük işletme­ leri eşit olmayan rekabet yoluyla iflasa sürükleyerek onları -deyim yerindeyse­ mülksüzleştiren güçlü ticaret ve sanayi şirketleri kurma olanağını elde etmek­ tedir. Bu siyasetin, bir milli ekonominin inşası yönünde bazı olumlu sonuçlar

da verdiğini kabul etmek gerekir (sanayileşmenin başlaması, demiryolları in­ şası, bankaların kurulması vb.). Aynı zamanda bu siyaset, sermayenin Ana­ dolu burjuvazisinin siyasi değişikliklerle en çok korunan tabakasının elinde toplanmasına yol açmaktadır. Sermayenin milliyetçi burjuvazi eliyle yoğunlaşması ve birikimi, ilk biriki­ min bütün ülkelerde ortak tüm özelliklerini göstermektedir. Yeni burjuvazinin sanayi ve ticaret girişimlerinde başarılı olmasını güvence altına almak için hü­ kümet etkin bir koruma siyaseti uygulamaktadır. Bu siyaset, koruyucu güm­ rük vergilerinde olduğu kadar, daha dolaysız devlet desteğinde de (sanayiyi teşvik kanunu, vergi muafiyeti, faizsiz kredi, teşvik tedbirleri vb.) kendini gös­ termektedir. Bu siyasetin ve işadamlarına sağlanan kolaylıkların en dolaysız sonucu, bir yandan genel bir pahalılık, öte yandan da tüketici kitlelerini ezen vergi yükünün artması oldu. Hükümet bu kaynaktan, Kurtuluş Savaşı'nın sona ermesinden bu yana her yıl artan muazzam vergi geliri elde etmeyi ve bunları ekonominin ve sanayi işletmelerinin geliştirilmesi için kullanmayı alışkanlık haline getirmiştir. Büyük ölçüde milliyetçi burjuvazinin işine yarayan bu kredileri ödeyenler mülk sahibi sınıflar değildir. Bu krediler, tam tersine, emekçi kitleleri kelime­ nin tam anlamıyla ezen vergi yükünü daha da artırmaktadır. Bunun nedeni, vergi sisteminin de tepeden tırnağa değişmiş olmasıdır. Bütçede dolaysız ver­ gilerin yerini dolaylı vergiler, tekel vergileri almıştır. Orta ve yoksul köylülerin büyük bir çoğunluğunun baskısı altındaki Halk Partisi, bütçe gelirlerinin dört· te birinden fazlasını oluşturan aşan kaldırmak zorunda kalmıştır. Bu reform sonucu ortaya çıkan açığı kapatmak ve sürekli olarak artan yeni ihtiyaçları kar­ şılamak için hükümet, gümrük vergilerini artırmak ve pek çok mala ve devlet tekeli ürünlerine tüketim vergisi koymak zorunda kaldı. Geçtiğimiz yılda yaşam yukarıda saydığımız nedenlerle yüzde 50 civarında pahalandı. Öte yandan vergi yükü de yüzde 40 civarında bir artış gösterdi. Do­ layısıyla halkın geçim düzeyi geçen yıla oranla yarı yarıya düştü. Değişen hayat koşullarına ve pahalılığa rağmen işçi ücretlerinde ya da memur maaşlarında hiçbir artış olmadı. Bu yöndeki bütün talepler sistemli bir şekilde geri çevrildi. Yoksullaşan halkın içinde bulunduğu bu ağır maddi durum satın alma gü­ cünün sürekli olarak �üşmesini de beraberinde getirmektedir. Hükümet kısır bir döngü içinde çırpınmaktadır. Hükümetin halkın sırtına yüklediği vergi yükü, ihtiyaçlarını karşılama olanağını halkın elinden almak­ ta, iç pazarı daraltmakta ve böylece bizzat vergi kaynaklarının kurumasına yol açmaktadır. Sonuç olarak hükümet, önümüzdeki kış aylarında ya yeni vergiler koymak ya da var olan vergileri artırmak zorunda kalacaktır. Bu durumun sonucunda, hükümet görevlerini yerine getiremeyecektir. Ö r­ neğin, memur maaşları bazen 40-50 günü bulan bir gecikmeyle ödenecektir.

Dışarıya verilen siparişlerin karşılığı, saptanan süre içinde ödenemeyecektir; ödemedeki bu gecikmenin bedeli, mali güçlükleri daha da artıracak olan öde­ mede elverişsiz koşullar olacaktır. Sınıf Mücadelesinin Geleceği

Türkiye'de bugün sınıf mücadelelerinin keskinleşmesine tanık oluyoruz. Bağımsızlık savaşının sıkıntıları, sınıf çıkarları en zıt olan grupları birbirine yaklaştırmıştı. Ama zaferden hemen sonra, milli parti ile gerici muhalefet ara­ sında, yani Mustafa Kemal ile önde gelen silah arkadaşları arasında şiddetli çatışmalar baş gösterdi. Büyük şehirlerin tefeci burjuvazisinden gelen unsur­ lar, feodal tabakalara yakın unsurlarla birlikte "ikinci grup" diye adlandırılan bir tür siyasi muhalefet partisi oluşturdular. Aynı şekilde " İttihat ve Terakki" Partisi'nin kalıntıları da hükümetin devrimci siyasetine karşı bir tutum takındı. Ama bu iki akımı birbirinden ayıran ciddi zıtlıklar vardır. O sırada ülke hata büyük bir emperyalist tehdit altındaydı. Lozan Antlaşma­ sı henüz imzalanmamıştı. Diplomasi ve ekonomi alanında verilen savaş henüz kazanılmamıştı ve bu, bütün milli güçlerin birleşmesini gerektiriyordu. Kemal, bu şartlardan yararlanarak ve büyük itibarını ortaya koyarak hasımlarını da­ ğıtmayı ve programının hemen hemen oybirliği ile kabul edilmesini sağlamayı başardı. Ancak bu, her sürtüşme konusunun, her çıkar çatışmasının kökünden çözüldüğü anlamına gelmez. Olaylar geliştikçe, karşıt çıkarlar arasındaki sür­ tüşmeler de arttı. Kemalist Devrimin her aşaması, birbiriyle rekabet halinde olan ve birbirine düşman çeşitli burjuva grupları arasındaki uçurumu biraz daha derinleştirdi. Gerici muhalefet, eski rejimin büyük burjuvazisinin çıkarlarını yansıtmakta ve uluslararası mali sermaye tarafından desteklenmektedir. Her türden önde gelen politikacı (Terakkiperverler261, İttihatçılar, İkinci Grup, Bağımsızlar vb.) bu zümrenin çıkarlarını savunmayı üstlendi. Bu blok üç akımdan oluşmakta­ dır: 1) İngiliz sermayesinin uşakları. Bunlar (Terakkiperverler), İngiltere'yle ya­ kınlaşma siyasetini savunuyorlardı. 2) Alman sermayesiyle sıkı bir işbirliğini savunanlar (İttihatçılar).262 Bütün bu akımların üzerinde birleştikleri siyaset, yabancı sermayenin çı­ karlarını savunan şu taleplerle özetlenebilir: Serbest ticaret, devletin ekonomi26ı 262

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası taraftarları kastediliyor. (YN) " Üç akım"dan söz edildiği halde, yazıda yalnız iki akım belirtilmektedir. Yine bu konuyu işleyen "Türkiye'de Siyasi Mücadeleler" başlıklı yazıda üçüncü akım şöyle belirlenmiştir: " Üçüncüsü, belirli bir görüşü olmayan, ama yine de Sovyetler Birliği ile dostluğu geliştirmek isteyenler (bazı ' İ ttihatçılar', ' İ kinci Grup'un kalıntıları)." Bkz. bir sonraki yazı. (YN)

ye müdahale etmemesi, inanç ve geleneklere saygı, reformlara son verilmesi. Bu gerici muhalefeti oluşturan unsurların incelenmesi, bize, bu akım zafer ka­ zandığı takdirde, bunun, Kemalistlerin rejimine göre muazzam bir geri dönüş anlamına geleceğini gösteriyor. Emekçi kitleler bu akıma karşı bütün güçleriyle mücadele etmelidir. Çünkü burjuvazinin bu kesiminin iktidarı ele geçirmesi, antiemperyalist mücadelenin tümüyle terk edilmesi olur. Buna karşılık genç milliyetçi burjuvazinin hayati çıkarları, Halk Partisi 'nin daha uzun bir süre emperyalist sermayeye kuşkuyla bakması ve güvensizlik beslemesini gerektirmektedir. Din adamları ve tahttan indirilen Sultan'ın ajanları, cahil halk arasında, özellikle yoksul köylüler arasında sinsice ajitasyon yapıyor ve dinin devlet işle­ rinden ayrılması ve ekonomik bunalım konularında kasten kafa karıştırıyorlar. Onları en çok kızdıran şey, yeni Medeni Kanun'un ve Ceza Kanunu'nun kabul edilmesidir. Bu kanunlar, burjuva devriminin kazançlarını siyasi alandan hu­ kuk alanına geçirmekte ve bunları devletin organik bir parçası haline getirmek­ tedir. Bu yeni yasalarda yüzyıllık geleneklere de, şeriata da yer verilmemekte­ dir. Halk, toplumsal ilişkilerin çağdaşlaşmasına şaşılacak bir kolaylıkla uydu, çünkü bunlar kitlelerin ihtiyaçlarını daha iyi karşılıyordu. Feodalizm ekonomi alanında tasfiye edilene ve toprak sorunu kökünden çözülene kadar bu gibi gerici entrikalar sürüp gidecektir. Ama bunlar, en güçlü oldukları zaman bile, olsa olsa huzursuzluk çıkartacak, hiçbir zaman bugünkü rejimi yıkamayacak­ lardır. Bunun nedeni, yalnızca, Ordu'nun ve emekçi kitlelerin eski düzenin geri getirilmesine karşı olmaları değil, gericiliğin bunu başarabilmek için gerekli siyasi çizgiye sahip olmamasıdır. Komünistlerin görevi, feodalizmin devrimci bir şekilde tasfiyesini desteklemek için yoğun bir kampanya yürütmek ve bu­ nun antiemperyalist önemini vurgulamaktır. Komünistlerin önemli görevlerinden biri, milli partinin sağ kanadı içinde yer alan eski partilerin (Terakkiperver, İttihatçılar vb.) etkisine karşı şiddetle mücadele etmektir. Komünistler ancak, etraflı bir eylem programı ve ileri gö­ rüşlü bir ajitasyonla kitlelerin güvenini kazanabilir ve onları gericiliğe karşı, dünya emperyalizmine karşı mücadeleye sevk edebilir.

B. Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] TÜRKİYE'DE SİYASI MÜCADELELER263 14 Eylül 1926

Birkaç yıldır Türkiye'de çetin siyasi mücadeleler oluyor. Bağımsızlık sava­ şının zorunlulukları, çıkarları taban tabana zıt olan grupları birbirine yaklaş­ tırmıştı. Ancak zaferden sonra, milliyetçi hareketin önderleri, yani Mustafa Kemal'le en tanınmış silah arkadaşları arasında şiddetli çatışmalar çıktı. Bü­ yük ticaret merkezlerinin tefeci burjuvazisiyle doğrudan ilişkisi olan unsurlar, feodal ailelerle akrabalığı olan birçok politikacı ile birleşerek "Müdafaai Hu­ kuk İkinci Grubu" adı altında bir tür muhalif siyasi parti kurdular. " İttihat ve Terakki"nin kalıntıları da, Kemalistlerin devrimci uygulamalarına karşı çıktı. Ancak bu iki akım arasında var olan büyük zıtlıklar nedeniyle, bu grup önemli bir rol oynayamamıştır. O günlerde ülke hala emperyalizmin tehdidi altındaydı. Henüz Lozan Ant­ laşması imzalanmamıştı. Diplomatik alanda da savaşı kazanmak gerekiyordu. Kemal, bu durumdan ve büyük ününden yararlanarak, muhaliflerinin oyunla­ rını boşa çıkarmayı başardı. Böylece, kendi partisinin adayları yasal ve kendi denetimi altındaki seçimlerde hemen hemen oybirliğiyle seçildiler. Ne var ki, 263

B. Ferdi, "Die politischen Kampfe in der Türkei", Intemationale Presse-Korrespotıdenz, sayı 114, yıl 6, 14 Eylül 1926, s.1929-1930. Bu yazı, bir önceki, "Türk Milliyetçiliğinde Devrimci Dalganın Geri Çekilmesi" başlıklı yazıyla büyük benzerlik göstermektedir. Şefik Hüsnü'nün Komintern'in gerek aylık teorik dergisinde gerekse Internationale Presse-Korrespondenz der­ gisinde aynı konuyu işlediği anlaşılmaktadır. (YN)

bütün bunlar muhalefetin gelişmesini engelleyemedi. Birbirini izleyen olaylar, çıkar çatışmalarının giderek büyümesine yol açtı. Burjuvazinin bu iki kanadı arasındaki uçurum, milliyetçi devrimin her yeni aşamasında biraz daha büyüdü. Bütün bu mücadelelerde Kemalistler, geçen yıla kadar sarsılmaz görünü­ yorlardı. Ne var ki, 1925 yılındaki ayaklanmalardan sonra durumları gün geç­ tikçe sarsılmaya başladı. İzmir suikastı, içinde bulundukları durumun güçlü­ ğünü göstermektedir. Kemalistler ülkeyi bir düşmanlık ve hoşnutsuzluk havası içinde yönetmektedir; bu duygular toplumdaki bütün sınıflar tarafından açıkça dile getirilmektedir. İşte bu nedenle Kemalistler, demokratik özgürlükleri kal­ dırmak ve sıkıyönetim yasalarıyla terörden oluşan bir hükümet sistemi yarat­ mak zorunda kalmışlardır. Bu durumun açıklanmasındaki anahtarı, Kemalistlerin siyasi örgütü olan Halk Partisi'nin kendine özgü niteliğinde aramak gerekir. Halk Partisi, bugün Türkiye'de yasal bir varlığa sahip tek güçlü siyasi partidir. Bu partinin yapısını ve bileşimini iyi tanımak büyük önem taşıyor. Bu partiye ilişkin birbirini doğ­ rulayan gözlemler, Türkiye'de devrimci hareketin geleceği konusunda ipuçları vermektedir. "Halk Partisi", genellikle Avrupa'da anlaşıldığı anlamda bir siyasi parti de­ ğildir. Sözde temsil ettiği sınıfların bu partinin içinde hemen hemen hiç örgütlü olmadığını görüyoruz. Aslında Parti, bir yönetim aygıtı ve çok küçük bir kur­ maydan ibarettir. Üyeler hiçbir şekilde Parti çalışması yapmaz. Üyelerin yap­ tığı tek şey, düzenli olarak aidatlarını ödemek ve seçim sırasında da partinin adaylarına oy vermektir. Hiçbir zaman parti genel kongresi yapılmaz. Her şey, Ankara'daki parlamento grubu tarafından kararlaştırılır ve alt kademelere bil­ dirilir. Başlangıçta Halk Partisi'nin, hiç olmazsa orta tabakadan kitlelerle yakın ilişkisi vardı. Ama süreç içinde giderek onlardan uzaklaştı ve tümüyle koptu. Bugün taşrada parti üyesi olarak bir avuç şahsiyet görüyoruz. Bunlar, her zaman aynı şahsiyetlerdir. Yani, sivil ve askeri bürokrasinin önde gelen me­ murları, polis ve jandarmanın bir bölümü, o yörenin eşrafı ve en itibarlı kişile­ ri, istisna olarak da tek tük zanaatkar ve kalifiye işçi. Vali, emniyet müdürü ve birkaç zengin toprak ağası ya da sanayici, yaptıkları dar toplantılarda herkes adına bütün konuları �arara bağlar. Parti içi demokrasiden eser yoktur. Partinin büyüklüğü ve bileşimi konusunda elde hiçbir istatistik veri yoktur. Bizim tahminimize göre, aktif üye sayısı beş yüzü geçmemekte, toplam üye sa­ yısı ise iki-üç bin arasında değişmektedir. Elimizdeki verilere dayanarak parti­ nin bileşimini şöyle gösterebiliriz:

Partinin bileşimi Memurlar ve subaylar (etkin ya da bakanlık emrinde) Toprak ağalan ve eşraf Büyük işadamı, sanayici ve tüccar Serbest meslek sahipleri (avukat, doktor vb) Zengin köylüler Emekçi sınıflar Toplam

o/o 35 25 20

10 5 5 100

Bu sayıların da gösterdiği gibi, Parti'de başköşeyi, Parti'nin üçte birini oluş­ turan bürokratlar almaktadır. Toprak sahibi ve kapitalist burjuvazi, aşağı yukarı eşit güçtedir. Öteki sınıfların payı ise önemsizdir. Bu ilk üç kategori, ezici çoğun­ luğu oluşturmaktadır. Halk Partisi, orta sınıfları kendine bağlama ve kendisini onların çıkarlarını savunan bir örgütmüş gibi gösterme çabalarını iki katına çı­ karadursun, kadrolarının toplumsal bileşimi, onu gittikçe daha çok sömürücü sınıfların siyasetini izlemeye itecektir. Artık bunu anlamayan kalmadı. Halk Partisi'nin bu yozlaşmasının iki temel nedeni vardır: 1) Parti'nin, bizzat kendi en nüfuzlu üyelerini ekonomik girişimlere atıl­ maları için özendirmesi, Kemalizmin en seçkin siyasi önderleri, hükümetin de maddi ve manevi desteğiyle, oldukça kısa bir süre içinde iş dünyasının en iyi yerlerine kurulmayı bildiler. Bir sürü milletvekili, yüksek rütbeli subay ve eski bakanın akşamdan sabaha bankacı, sanayici ve tüccar oluverdiği görüldü. Kar hırsı, doğal olarak, bunların içindeki son devrimci siyaset kımıltısını da öldür­ dü. Artık her şeyi kendi girişimlerinin başarısı açısından görmeye başladılar. Bunu "ülkenin ekonomik kalkınması" kisvesi altında gizlemeye özen gösteri­ yorlardı. Halk Partisi'nin safları, bugün, çoğunlukla bu tür unsurlardan oluşmakta­ dır. Başından beri belli bir idealizmi sürdüren ve kişisel çıkar peşinde nispeten daha az koşan devrimci kurtuluş savaşçıları, seslerini duyuramaz olmuşlardır. Büyük işletmelerin, gelişebilmek için, burjuva barışına ve yabancı sermayeye ihtiyacı vardır. Bunlar için en zararlı şey, gergin diplomatik ilişkilerin yol açtığı belirsizlik ortamıdır. Bu nedenle hükümet, uluslararası uyuşmazlıkları dostça çözmek zorundadır. 2) Halk Partisi'nin yozlaşmasındaki ikinci nedeni, bu partinin kuruluş ve oluşumundan önceki zihniyet ve yöntemlerde aramak gerekir. Kemal, milli kurtuluş için verilen silahlı mücadeleye başarıyla önderlik ederek, halkın minnettarlığını kazanmıştı. Kemal'in iktidara gelmesi, uzun sınıf mücadele­ leri sonucunda olmamıştır. Oysa genellikle, siyasi partilerin kadroları bu tür

siyasi mücadeleler içinde oluşur. Kemal ise, tam tersine, ancak iktidarı ele ge­ çirdikten ve siyasi muhaliflerini bertaraf ettikten sonra partisini kurma işine girişmiştir. Nitekim Parti şubelerini örgütlemek ve yönetmekle görevlendirilen ve devlet aygıtında önemli mevki sahibi olanların tümü Kemal 'in etrafındaki çok dar bir arkadaş çevresinden seçilmiştir ve arkalarında Kemal 'in muazzam itibarı vardır. Hükümet çevrelerinde, bulunduğu yere seçimler sonucunda ve herhangi bir toplumsal grubun güvenini kazanarak gelmiş hemen hemen hiç kimse yoktur. Belki, Doğu illerinden gelen ve gerçekten de feodalitenin çıkar­ larını temsil eden bazı milletvekilleri bu konuda bir istisna olabilir. Bunların dışında kalan tüm milletvekilleri, arkalarında bir halk kitlesinin desteğini his­ setmedikleri için resmi görüşlerle çelişen herhangi bir şey söylemeye hiçbir za­ man cesaret edemez. Bunlar, Kemal'in yakın çevresinden gelen bütün emirlere köle gibi itaat etmek zorundadır. Böylece, Kemal, sınırsız bir diktatörlük uygu­ layabilmektedir. Bu koşullar altında Halk Partisi'nde yeni bir fikir ileri sürmek kesinlikle ola­ naksızdır. Her türlü muhalif sesi boğmak için iki yola başvurulmaktadır: Söz konusu muhalif kişi ya elçi ya da büyük bir işletmeye müdür yapılarak herhan­ gi bir yere gönderilir ve o, bunun sonucunda, mutlaka, olayları daha olumlu bir şekilde görmeye başlar; ya da ona karşı acımasızca bir iftira kampanyasına girişilerek gözden düşürülür ve hayatı zehir edilir. Ama yine de, geri planda duran ve kitlelerin devrimci hoşnutsuzluğunu paylaşan pek çok Halk Partisi üyesi vardır. Bu ise, Kemalizmin kurduğu yapı için büyük bir tehlike ifade etmektedir. Hükümet, bu durumu değerlendirmekte, kendi tabiatına uygun tepkiler gös­ tererek manevralar yapmaktadır. Bunlar, en doğru davranış olmaktan çok uzaktır. Halk Partisi önderlerinin izlediği genel siyasete yön veren tek bir kaygı vardır: Kendilerini ekonomik programlarını gerçekleştirmeye tümüyle adaya­ bilmek amacıyla her konuda serbestçe hareket edebilmek. Aynı biçimde hem yurtiçinde hem yurtdışında sonu belirsiz her türlü çatışmadan kaçınma konu­ sunda da görüş birliği içindedirler. Ülke içinde kurdukları terör rejiminin ama­ cı, ister parlamento içinde olsun, isterse sonu belirsiz mücadeleler biçiminde olsun, kendi siyasetlerine yönelen her türlü muhalefet denemesini, daha ba­ şından boğmaktır. En ufak bir kuşku bile, kendilerine karşı olduğunu tahmin ettikleri herkesi amansızca ezmelerine yetiyor. Kemalistler, ellerindeki iktidarı öylesine keyfi bir biçimde kötüye kullanmışlardır ki, Cumhuriyet'in demokra­ tik Anayasa'sını paçavraya çevirmişlerdir. Bu uygulamalar, onları halk kitlele­ rinden gittikçe daha fazla uzaklaştırmakta ve kitle önderlerinin sahip olduğu sağduyunun son kırıntılarını da kafalarından silip süpürmektedir. Kemalistler, kitlelerin kaçınılmaz olarak ortaya çıkan genel hoşnutsuzluğu karşısında, bu siyasetlerinin yine de etkisiz kaldığının farkındadır. Onların bü-

tün dış siyasetlerine damgasını vuran şey, silahlı bir çatışma çıktığında halk kitlelerinin nasıl tutum alacağı konusunda duydukları korkudur. Kitlelerin desteğine sahip olsalardı, komşu ülkelerle olan çeşitli anlaşmazlık konuların­ da, öncelikle ulusal sorunlarda, kuşkusuz çok daha radikal davranacaklardı. İç savaşın ateşinden korktukları için, kendileri açısından büyük fedakarlıklar pahasına, söz konusu devletlerle anlaşmak için acele ettiler. (Fransa ve İran'la tarafsızlık anlaşması, Bulgaristan ve Yugoslavya ile dostluk anlaşması, azınlık halkın değiş-tokuşu sorununda Yunanistan'la uzlaşma vb.) 1920 Misakı Milli'sine ihanet demek olan Musul'un feda edilmesinde üç etken büyük rol oynadı: Birincisi, hükümetin halk kitlelerine duyduğu gü­ vensizlik. İkincisi, işadamları haline gelen ve bu yüzden İngiltere'nin emper­ yalist sermayesiyle uzlaşmada çıkarı olan Halk Partisi içindeki politikacıların hakimiyeti. Üçüncüsü, devlet hazinesinin acil ihtiyaçları. Artık durum o kadar gergin ve kitlelerin hoşnutsuzluğu o kadar büyüktür ki, kısa zaman içinde etkili ve açık mücadeleler beklenmektedir. Sahneye ilk çı­ kacak olan, "eski rejimin burjuvazisi" olarak nitelendirdiğimiz ve uluslararası sermayenin müttefikleriyle temsilcilerinden oluşan burjuva sınıfıdır. O, bütün sınıflar arasında siyasi bakımdan en iyi örgütlenmiş sınıftır. Çeşitli kökenlerden ünlü politikacılar ("Terakkiperverler", " İttihatçılar", " İkinci Grup", "Bağımsız­ lar" vb.) bu büyük tabakaların çıkarlarını savunmayı üstlenmişlerdir. İktidara geldiğinde parçalanması kaçınılmaz olan bu blokta üç ayrı eğilim vardır: Birin­ cisi, İngiliz sermayesine bağımlı olan ve İngiltere'ye yakınlaşma siyasetinden yana olanlar ("Terakkiperverler"in önderleri). İkincisi, Alman sermayesiyle sıkı işbirliği isteyen partiler (" İttihatçılar"). Üçüncüsü, belirli bir görüşü olmayan, ama yine de Sovyetler Birliği ile dostluğu geliştirmek isteyenler (bazı " İttihatçı­ lar", " İkinci Grup" un kalıntıları). Ancak hepsinin üzerinde birleştiği ve açıkça yabancı sermayenin çıkarların­ dan esinlenen bir siyaset vardır. Bu siyaset birkaç noktada özetlenebilir: Serbest ticaret, devletin ekonomik faaliyete müdahale etmemesi, inanç ve geleneklere saygı, reformlar konusunda temkinli bir tutum. Bu burjuva muhalefetini oluş­ turan unsurları incelediğimizde şunu görürüz: Bunların zaferi, Kemalist iktida­ ra kıyasla bir geri dönüş olmakla birlikte, yine de Cumhuriyet rejimini tehlikeye sokmayacaktır. Hatta bunların, halk kitlelerinin sempatisini kazanmak için, en azından başlangıçta belli ölçüde bir demokrasi tanıyacağı söylenebilir. Buna rağmen komünistlerin görevi, bütün güçleriyle bir burjuva muhalefetine karşı mücadele etmektir. Çünkü burjuvazinin bu hizbinin iktidarı ele geçirmesi, anti­ emperyalist mücadeleden tümüyle vazgeçmesi anlamına gelecektir. Genç mil­ liyetçi burjuvazinin hayati çıkarları ise, Halk Partisi'nin emperyalist sermayeye karşı daha uzun bir süre kıskançlık ve güvensizlik duymasını gerektirmektedir.

Liberal muhalefetin bazı önde gelen şahsiyetlerini saf dışı bırakmak için, hü­ kümet, son başarısız darbeden yararlandı ve onlardan birkaçını astırdı. Ancak bu, söz konusu muhalefetin kesinlikle bastırıldığı anlamına gelmez. Bu ideoloji ülkede öylesine kök salmıştır ki, en cesur ve yetenekli savunucularını kaybetse bile yok edilemez. Aydınların büyük çoğunluğu, kızağa çekilen bütün subaylar, bu harekete yakınlık duyuyorlar. İdamlar her ne kadar " İttihatçılık"ın önderli­ ğini yok ettiyse de, temel örgütü olduğu gibi kalmıştır. Yakın gelecekte bireysel terör saldırıları ve hatta yeni bir hükümet darbesi denemesi beklenebilir. Feodal ve padişah yanlısı güçlere dayanan saf ve açık gericilikten, şu anda daha az korkulmaktadır. Osmanlı Hanedanı'na bağlı dini çevrelerin ve saltanat taraftarlarının, cahil halk, özellikle de yoksul köylüler arasında gizlice ajitas­ yon yaptıkları ve dinle devlet işlerini ayıran reformlar ve elverişsiz ekonomik durum konusunda kasten kafa karıştırdıkları doğrudur. Onları hırslandıran, yeni Medeni Kanun'un ve Ceza Kanunu'nun onaylanmasıdır. Bu kanunlar, bur­ juva devriminin kazançlarını yalnızca siyasi alanda değil, hukuk alanında da sağlamlaştırmakta ve bunları devletin organik yapısının ayrılmaz bir parçası haline getirmektedir. Bu yeni kanunlarda, ne yüzyıllık eski "gelenekler", ne de eskisi gibi İslamın şeriat kanunları dikkate alındı. Halk, toplumsal ilişkilerdeki bu çağdaşlaşmaya şaşırtıcı bir kolaylıkla ayak uydurmaktadır. Çünkü bunlar, maddi koşullara kuşkusuz daha uygundur. Bu gerici çabalar, feodalizmin yok edileceği ve toprak sorununun kökünden çözüleceği güne kadar sürüp gide­ cektir. Ancak bu çabalar, kendileri için en uygun koşullarda bile, rejimi devire­ bilecek boyutlarda kargaşalıklara yol açamayacaktır. "Eski rejimi geri getirme" çabaları, ordu saflarında ve özellikle de emekçi kitleler arasında büyük bir tep­ ki uyandırmanın yanı sıra, ciddi bir siyasi önderlikten de yoksundur. Dolayı­ sıyla komünistler, feodalizmin devrimci bir şekilde tasfiyesi yolunda yoğun bir kampanya sürdürmeli ve bu arada böyle bir önlemin antiemperyalist anlamını da vurgulamalıdır. Son olarak, hoşnutsuz emekçi kitlelerin, özellikle de yoksul köylülerin dev­ rimci bir eyleminin mümkün olup olmadığı sorusuna değinelim. Bu noktada pek çok olasılık söz konusudur. Bunlardan birincisi, Kemalistlerin, her yandan tehdit edildikleri ve kurtuluşu, ezilen sınıfların desteklenmesinde gördükleri için ani bir dönüş yap_maları ve siyasetlerini bu yöne çevirmeleridir. Ancak, bu tür değişikliğin hiçbir belirtisi yok. Ne var ki, eğer Halk Partisi, iş işten geç­ meden önce, en ileri unsurları kucaklayarak toplumsal tabanını genişletme zorunluluğunu kavramazsa, durumu, çok yakında tehlikeye düşecektir. Çün­ kü kendisine karşı tüm hoşnutsuzların şehir büyük burjuvazisinin önderliği altında birleşmesi, ikinci ve gerçekleşebilir bir olasılıktır. Üçüncü olasılık ise, emekçi kitlelerin bir hareketidir. İşte komünistlerin görevi, böyle bir hareketi hazırlamak ve hızlandırmak oluyor.

B. Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] TÜRKİYE'DE İŞÇİ HAREKETİ264 28 Eylül 1926

1908'de Yeni Türk Anayasası'nın açıklanmasından hemen sonra, bütün Türkiye halkı büyük bir hızla örgütler kurarken, işçiler de ciddi bir şekilde ör­ gütlenmeye girişti. İşçiler arasında Batı ülkelerinin sendikalarını taklit etme eğilimi vardı. Hatta demiryollarında ve Tütün Rejisi'nin fabrikalarında grevler patlak verdi. Bunlar Türkiye içirt yeni şeylerdi. Kapitalizmin temsilcisi rolünü oynamaya çalışan Jön Türkler ise, bu işçi hareketi karşısında dehşete düştüler ve sendikaları yasaklayan, grev yapmayı olanaksız kılmak için grevi karmaşık yönetmeliklere bağlayan yasalar çıkardılar. Bu yasa bugün bala yürürlüktedir. Genç işçi örgütlerine ise, ancak dernekler yasası çerçevesinde, işçi dernekle­ ri şeklinde izin veriliyordu. Çeşitli sanayi kollarındaki sendikaların çoğunluğu bu dönemden kalmadır. Dünya Savaşı'ndan sonra daha çağdaş ve etkin örgüt­ ler kuruldu. 1919 yılından itibaren komünistler sahneye çıktı. Komünistlerin yanı sıra, il. Enternasyonal'in ajanları da kendilerini işçi sınıfı önderleri olarak gösterdiler. Kendilerine sosyalist adını veren maceracılar, işgal kuvvetlerinin desteğiyle, kısa zaman içinde birkaç bin taraftar kazanmayı başardılar. Bu, ilk bakışta etkileyici olan, ama aslında sağlam temeli olmayan yapay bir hareketti. 264

B. Ferdi, "Die Arbeiterbewegung in der Türkei", Intemationale Presse-Korrespondenz, sayı 119, 28 Eylül ı926, yıl 6, s.2037-2038.

Bazı ekonomik gerçekler, bu ani gelişmeyi kolaylaştırmıştı. Paranın değe­ ri hızla düşmüş, yiyecek fiyatları yükselmişti. Ücretlerin bu değişen duruma uydurulması, yani yükseltilmesi gerekiyordu. Birkaç başarılı grev bu gelişme­ yi hızlandırdı. Bu hareketin kolayca kazandığı başarılar, işçilerin gözünde ör­ gütlerin itibarını yükseltti ve propaganda faaliyetlerini kolaylaştırdı. Ne var ki, işgal kuvvetlerinin çekilmesiyle bu geçici durum sona erdi: Bu yapay örgütler, iskambil kağıdından evler gibi yıkılıp gitti. Bugün Türkiye'de işçiler üç çeşit sendikada örgütlenmiş durumdadır. ı. Uzun Bir Geçmişi Olan Sendikalar

Bu sendikaların çoğunluğu 1908 ve 1909 yıllarında, halkın coşku içinde ol­ duğu dönemde kurulmuştu. Bu sendikaların ortak özellikleri, pasif olmaları, aşırı derecede tedbirli olmaları ve işçi örgütlerinin görevleri konusunda sınırlı bir bakış açısına sahip olmalarıydı. Faaliyetleri sırasında hiçbir zaman mesleki taleplerin sınırım aşmadılar. Bu sendikaların başlarında genellikle yaltakçı ve yiyici eski memurlar bulunuyordu. Son iki yıl içinde komünistler, bu sendikaları düzeltmek için harekete geçti. Ama bu örgütlerin kemikleşmiş yapıları, bu amaca kısa zamanda ulaşılmasını imkansız kılıyordu. Bununla birlikte bazı başarılar da kazanılmıştı. Örneğin Tütün İşçileri Sendikası, bize yakınlık duyan kişilerin eline geçmiştir. Geri ka­ lan sendikaların hepsinde de etkin bir azınlık, eski yöneticileri sıkıştırmakta­ dır. Bu sendikaların en önemlileri, matbaacıların, İstanbul Liman işçilerinin, Tütün Rejisi işçilerinin, gemi yapımı işçilerinin, İzmir Tütün işçilerinin vb. sen­ dikalarıdır. 2. Burjuva Partileri Tarafından Kurulmuş Olan ya da Yönetilen Sendikalar

Bunların arasında İstanbul vapur işçilerinin ve rıhtım işçilerinin sendika­ ları vb. vardır. Yöneticileri, İttihatçıların ya da Kemalistlerin adamlarıdır. Bu­ nunla birlikte bu sendikalar, işçilerin baskısı karşısında komünistlerle sık sık birlikte çalışmak zorunda kalmaktadırlar. Umumi Amele Birliği de bu türden bir sendikadır. Geçen yıl hükümet, bu birliğin sekreterini ve bazı yöneticilerini komünist ajitasyon yaptıkları iddia­ sıyla tutuklattı ve kürek cezasına çarptırdı. Ancak bu olaylar üzerine toplanan kongrede, komünist oldukları bilinmeyen bazı devrimciler yönetime seçildi ve bütün Kemalist ajanlar safdışı bırakıldı. Bu sendika, bugün tamamen Komü­ nist Partisi'nin etkisi altındadır.

3. Komünistler Tarafından Kurulmuş Olan ve Tümüyle Komünistlerin Etkisi Altında Bulunan Sendikalar

Bu sendikalar çoğunlukla taşrada kurulmuştur. Devrimciler, duruma tü­ müyle hakimdir. Ülke yasalarının olanak verdiği ölçüde, Kızıl Sendikalar Enternasyonali'nin talimatlarını yerine getirmeye çalışmaktadırlar. Yukarıda adı geçen sendika, İngiliz-Rus Komitesi'ne katılmıştır. Ankara cephane işçileri, Eskişehir demiryolu işçileri, Balya maden işçileri, Edirne şoförleri, tamircileri ve demiryolu işçileri, İzmir maden işçileri ve dokumacıları vb. bu gruba dahildir. Eski loncalardan da söz etmek gerekir. Bunların bir bölümünde sömürü­ lenlerle sömürenler bir çatı altında birleşmiştir. Saraçların, kunduracıların bir bölümü, fırıncıların bir bölümü vb. için durum böyledir. Loncalar şehir yö­ netiminin denetimi altındadır ve çalışma koşullarının düzenlenmesinde bazı yetkilere sahiptir. Bu loncaları tümüyle tasfiye etmek isteyen güçlü bir hareket vardır. Bazı meslek dallarında işçiler kitleler halinde loncaları terk etmekte ve sendikalar kurmaktadır (kunduracılar, fırıncılar vb. gibi). Türkiye'deki işçi sayısı ise, sendikaların kesin olmayan verilerine göre, 250 binden fazladır. Bunların 40-60 bini yani dörtte biri, sanayi işçisidir. Bu işçile­ rin ise yalnızca yüzde 25'i örgütlüdür. İşçi sınıfının sayısı ile örgütlenmesi eşit biçimde gelişmemiştir. Bu, ekonomik istikrarsızlığın doğal bir sonucudur. Yukarıdaki sayılara tarım işçileri dahil değildir. İ şgüçlerini satan topraksız köylü sayısı 500 bin olarak tahmin edilmektedir. Toprağı işleyen bu gündelikçi­ ler, Zonguldak bölgesinde kömür madenlerinde de çalışmaktadır. Aynı durum, işçilerin sırayla pamuk tarlalarında, çırçır ve dokuma fabrikalarında çalıştık­ ları Adana'da da görülmektedir. Bu koşullar, tarım işçileriyle şehir işçilerinin yakınlaşmasını kolaylaştırmakta, her ikisinin ittifakını ve uyum içinde hareket etmelerini sağlamaktadır. Türkiye işçi sınıfı henüz siyasi bakımdan örgütlü değildir. Bugün için yalnız­ ca Türkiye Komünist Partisi işçi sınıfı adına illegal bir siyasi çalışma yürütmek­ tedir. Son on yıl içinde birçok kez legal bir işçi partisi kurmak için çalışıldıysa da, ümit verici bir sonuç alınamadı. Amele Partisi, Sosyalist Fırka, Müstakil Sosyalist Fırka, Sosyal Demokrat Parti, İşçi ve Çiftçi Fırkası, işçilerin ilgisizliği yüzünden birbiri ardı sıra faaliyetlerini durdurmak zorunda kaldı. Yalnızca İşçi ve Çiftçi Fırkası, Dünya Savaşı sonrasındaki ilk yıl içinde belli bir rol oynadı ve çok sayıda işçiyi etkisi altına aldı. Daha sonra, bu partinin bazı örgütleri Türki­ ye Komünist Partisi 'ni kurdu. Türk işçilerinin en temel hakları hala gasp edilmiş durumdadır. Batı ülkele­ rinin işçileri ise, yasalarla belirlenmiş olan bu temel haklara yıllardır sahiptir. Türk işçisi, sekiz saatlik işgünü nedir, henüz bilmemektedir. Türk işçisi için iş-

günü, güneşin doğuşuyla başlamakta, batışına kadar sürmektedir. Bazı mev­ simlerde işgünü 15-17 saati bulmaktadır. İşçilerin gerçek anlamda bir sendika kurma hakkı yoktur. İşsizlik, iş kazası, hastalık ve ihtiyarlık sigortalan yoktur. Kadın ve çocuk işçiler, sömürücünün insafına terk edilmiştir. İşyerinde işçinin sağlığını koruyacak en ufak bir önlem bile bulunmamaktadır. İşçi sınıfı, çeşitli alanlardaki haklarını ve güvenliğini güvence altına alacak bir yasanın çıkmasını yıllardır istemektedir. Böyle bir yasa hala çıkmamıştır ve milli burjuvazinin hemen böyle bir yasa çıkartması olanağı da yoktur, zira milli burjuvazi sermaye biriktirme dönemine girmiştir. Milli burjuvazi bu amaçla, iş­ gücünü iliğine kadar sömürebilmek için, yabancı sermayeyle karma şirketlerde birleşmeye çalışıyor. Türkiye, sömürgelere ve dış pazarlara sahip olmadığı için, milli burjuvazi sermayesini ancak emekçi kitleleri ve yerli pazarı sonuna kadar sömürerek çoğaltabilir. Bu ise, küçük burjuvazinin ve köylülüğün geniş taba­ kalarının parçalanmasına ve üretim merkezlerine akın etmesine yol açacaktır. Dolayısıyla milliyetçiler açısından, işçilerde sınıf bilincinin uyanmasını elle­ rinden geldiği kadar ertelemek ve işçileri her bakımdan örgütsüz bir durumda tutmak, can alıcı bir önlem taşıyor. Türkiye işçileri, arkalarında uluslararası proletaryanın desteğini hissederek burjuvazilerine karşı çıkmaktadır. Ayrıca daha şimdiden devrimci Marksistler­ den ve örgütçülerden oluşan sağlam bir kadroya sahiptirler. İşçilerin ideoloji­ si, milliyetçilerin ideolojisinden daha hızlı gelişmektedir. Dolayısıyla, şehir ve köydeki işçilerin, bütün engellere rağmen örgütleneceklerini ve acil taleplerini mücadeleyle kabul ettirmeyi başaracaklarını umuyoruz. Bu talepler, sendika kurma hakkı, sendikaların tam bağımsızlığı ve iş güvenliği yasasının çıkartıl­ ması biçiminde özetlenebilir. Bu mücadeleler içinde, Türk işçileri, esas tarihi görevlerinin kapitalizmi yıkmak ve köylülükle ittifak halinde kendi sınıf dikta­ törlüklerini kurmak olduğunu unutmayacaktır.

B. Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] ARABİSTAN'DAKİ SİYASAL VE TOPLUMSAL HAREKET265 22 Ekim 1926

Bağımsızlık Savaşlarının Arifesinde Müslüman Ülkelerde Siyasi Durum

İran ve Afganistan dışında, Yakındoğu'daki bütün Müslüman ülkeler Os­ manlı İmparatorluğu'na dahildi. Ö zellikle 1908 Jön Türk Devrimi'nden sonra, emperyalist büyük devletler buralarda, Balkanlar'daki Osmanlı hakimiyetine uyguladıkları parçalama siyasetinin aynısını uygulamaktaydı. Arapları İstan­ bul hükümetine karşı kışkırtmak için Türklerle Araplar arasındaki düşmanlık duygularından yararlandılar. Emperyalistlerin maaşa bağladığı feodal önderler ve toprak ağaları tabakası, ayrılıkçı emellerini gerçekleştirebilmek amacıyla, halka belli bir bağımsızlık ruhunu aşılamak zorundaydı. Dolayısıyla, istemeye istemeye de olsa Arap milliyetçiliğini ilk alevlendirenler Fransızlar ve İngilizler olmuştur. Oysa onlar, bugün bu milliyetçiliğe karşı sık sık mücadele etmek zo­ runda kalmaktadır. 1920 yılında Türkler Anadolu'nun sömürgeleştirilmesine karşı, galip em­ peryalistlere karşı bağımsızlıklarını savunmak için silaha sarıldıklarında, Irak, Suriye, Hicaz vb. ülkelerin halkları hala özgürlük hayallerinin artıklarıyla ya265

B. Ferdi, "Die politische und soziale Bewegung in Arabien", Intemationale Presse­ Korrespondenz, sayı 127, yıl 6, 22 Ekim 1926, s.2182-2184.

şıyordu. Bütün kötülüklerin kaynağının Türk boyunduruğu olduğu onlara o kadar çok söylenmişti ki, mutluluklarının tek güvencesi olarak yalnızca ken· di bağımsız yönetimlerini kurmayı görüyorlardı. Emperyalist işgal ordularının varlığı, onların keyfini hiç de kaçırmıyordu. Çünkü onları, Türklerin utanç ve­ rici hakimiyetinden kurtaran bu ordulardı. İşgalcilere kurtarıcı gözüyle bakı­ yorlardı. Başlangıçta, bu yabancı askeri birliklere karşı mücadele edenler yalnızca göçebe kabileleri oldu. Büyük merkezlerdeki burjuvalar, din adamları (şeyhler) ve feodal büyük toprak ağaları büyük itibar görmelerinin yanı sıra, İ ngiliz ve Fransız şirketleriyle birlikte topraklarını işleterek büyük kazançlar elde etme olanağına da sahiplerdi. Karakterleri gereği, bu kölelik rejiminden hoşnuttular. Osmanlı yönetiminde görev almış olan aydınlar da dahil olmak üzere orta sınıf­ lar için ise, durum tümüyle farklıydı. İşgal orduları tarafından korunan yabancı kapitalistlerin azgın sömürü ve talan yöntemleri, bu sınıfların bütün gelişme olanaklarını yok ediyor ve onları basit birer ücretli durumuna getiriyordu. Türkiye'deki olayların, toplumun bu kesimini güçlü bir şekilde etkilemesi kaçınılmazdı. İşte yarınlarından emin olmayan bu toplumsal tabakalar, işgalci­ lere ve düşmanla ittifak kuran ayrıcalıklı unsurlara karşı mücadele etmişlerdi. Türk milliyetçilerinin 1922 yılında kazandığı büyük başarılar, boyunduruk al­ tındaki bu kitlelerin henüz uyanmamış olan milli kurtuluş duygularını kamçı­ ladı. İşte sonu hala gelmeyen art arda isyanlar zincirinin nedeni budur. Emperyalist Oyunlar

Bu durumda her yerde, bütün çabaları birleştirme ve otoritesini kabul ettirebilecek güce sahip yüksek bir makam ol�şturma eğilimi göze çarpıyor­ du. Bu makam, yani emperyalizme karşı mücadele edenleri yöneten makam, Türkiye'nin himayesi altındaki halife olabilirdi. Ne var ki, bu arada Kemalistler kendi politikaları gereği hilafeti kaldırmıştı. Bu tarihi reform, emperyalistleri umutlandırdı. Emperyalist devletlerden her biri, halife rolünü oynayacak birini satın alarak, onun yardımıyla İslam dünyasında kendi emperyalist hakimiyetini sağlamlaştırabileceğini düşünü­ yordu. Bütün emperyalistler, bu durumu Türkiye'ye karşı kullanmayı planlı­ yordu. İtalya, Sünusiler'in ünlü önderini kafakola almaya çabalıyordu. Fransa ise bir yandan hain Fas Sultanı Yusuf'u pohpohluyor, öte yandan, Osmanlı Hanedanı'nın Türkiye'den kovulmuş olmasını Suriye'deki belli çevrelerde kul­ lanmayı tasarlıyordu. İngiltere'ye gelince, o, adamını çoktan bulmuştu. İngiltere, İran'da gelenek­ sel olarak Kaçar ailesine dayanmış, Arabistan'da ise Türklere karşı Haşimiler'i

desteklemişti. Dünya Savaşı sırasında İngiliz Ordusu hesabına Türklere karşı hizmetlerde bulunmuş olan ve bu hizmetlerinin karşılığında Hicaz krallığıyla ödüllendirilen Haşimi ailesinin bugünkü başkanı Hüseyin'den, İngilizler çok umutluydu. Ayrıca, Hüseyin'in oğullarından her biri, İngiliz mandası altındaki eyaletlerden birine (Irak, Şeria Irmağı'nın doğu yakası vb.) kral yapılmıştı. Ama İngiltere'nin bu sınanmış siyaseti İran'da da Arabistan'da da başarı­ sızlığa uğradı. Hüseyin'in İngiltere'ye karşı takındığı uşakça tutum, onu halk önünde o denli açığa çıkarmıştı ki, Arabistan çöllerinin en ücra köşelerinden geleli Vahabilerin dini önderi Necd Kralı, Hicaz Krallığı'nı rahatça ele geçire­ rek, satılmış Haşimileri tahtlarından alaşağı edebildi. Bu, son derece önemli bir olaydı. İslam dünyasının ufkunda yeni bir yıldız parlamaya başlıyordu. İngiliz diplomasisi, doğrusu harika bir esneklikle yenileni feda etti ve İbni Suud'a yaklaşmaya çalıştı. Ne var ki, iyi akıl hocalarına sahip olan İbni Suud ne yaptığını biliyordu. Hintli Müslümanların güçlü örgütü "Hilafeti Canlandır­ ma Komitesi", halifeliğin kaldırılmasından sonra Arabistan'ın bu tartışmasız önderine yaklaşarak onu bütün olanaklarıyla desteklemişti. İngiltere'nin ma­ nevraları bile bu komiteden pek kimseyi koparamamıştır. Yeni Hicaz Kralı'nın antiemperyalist eğilimleri konusunda bugün hiçbir kuşku kalmamıştır. İ bni Suud, İngiliz İmparatorluğu'yla, İ ngilizlerin onun egemenliğini tanıdıkları bir anlaşma imzaladığında rüşvet aldığı sanılmıştı. Ancak bu anlaşmanın ona yal­ nızca birtakım yararlar sağladığı ve Suud'un, ülkesinin çıkarlarına aykırı yü­ kümlülükler altına girmediği kısa sürede anlaşıldı. Kahire Konferansı

Bu durumu kavrayan İngiltere'nin ajanları, İbni Suud'a karşı tertiplerini sürdürdüler. Onların isteği, İbni Suud'u ve taraftarlarını bertaraf etmek ve ha­ lifelik sorununu, İngiltere'nin etkisi altındaki bir hükümdarın halife olması yönünde çözmekti. Bu iş için düşündükleri kişi de, Mısır Kralı Fuat'tan başka­ sı değildi. Kral Fuat'ın halifelik meselesini Mekke Kongresi'nden önce çözmek için, Kahire'de, bütün milletlerden Müslüman din bilginlerinin katılacağı bir toplantı düzenlemesi sağlandı. Mekke Kongresi, İbni Suud'un çevresinin tasar­ ladığına göre 1926 yılı hac mevsiminde toplanacaktı. Gerçekten de, o kış sonunda Mısır başkentinde, hiçbir yetkisi olmayan din adamlarının katıldığı bir toplantı yapıldı. Bu girişim, Mısır'da bile çok çeşitli biçimlerde değerlendirildi. Milliyetçi basın, ağız birliğiyle toplantıya katılan delegelerin karar vermek için gerekli niteliklere sahip olmadığını belirtti. Zaten gönderilen davetiyelerin büyük bir bölümü de yanıtsız bırakılmıştı. Toplantı­ da yalnızca, İngiltere'ye, Fransa'ya ve İtalya'ya bağımlı ülkelerden birkaç dini grup temsil edildi.

Hicaz'daki Kongrenin Hedefleri

Meleke Kongresi'nin programında halifelik sorunundan söz bile edilmiyor­ du. Ulaşılmak istenen hedefler çok daha mütevazıydı. Sorun, yalnızca, bü­ tün müminlerin ortak malı olarak görülen Hicaz'ın geleceğiyle bütün İslam aleminin ilgilenmesi ve bütün Müslüman devletlerin desteğiyle hacılara daha iyi güvenlik ve sağlık koşullarının sağlanması şeklinde konmuştur. Emperyalist çevreler, başlangıçta, Türkiye'nin, Afganistan'ın ve Sovyetler Birliği 'nin Müslüman Cumhuriyetlerinin bu toplantıya davet edilmemesi yo­ lunda dedikodular yaydılar. Amaçları, bu kongrede emperyalistlerin parmağı­ nın bulunduğu izlemini uyandırmaktı. Türkiye'nin yönetici çevreleri önce bu oyuna geldi. Ama bu iddiaların baştan sona yalan olduğu kısa zamanda açığa çıktı. İslamdaki dini ayrılıklara bağlanan umutlar da boşa çıktı. Çünkü çağırı­ lanların tümü bu çağırıyı kabul etti. Görülüyor ki, İslamın farklı yorumları, bugün artık emperyalist boyunduruktan kurtulmak için dayanışma bağlarını güçlendirmektedir. Oysa kısa bir süre öncesine kadar bu farklı yorumlar kanlı çatışmalara yol açmaktaydı. Bütün İslam ülkeleri, Hicaz'ın, bugün Suriye'de verilmekte olan kurtuluş savaşı gibi tüm kurtuluş savaşları için bir çeşit üs rolü oynadığını kavrıyorlar. Meleke Kongresi'nin Sonuçlan

Kongre'ye, 80'in üstünde delegenin yanı sıra 157 davetli katıldı. Türkiye de dahil olmak üzere en önemli İslam ülkeleri Kongre'de temsil edilmekteydi. Top­ lantıyı bizzat İbni Suud açtı ve konuşmasında, delegelerden, Müslümanların iyiliği için yararlı gördükleri her şeyi açıkça önermelerini ve kabul edilmesini sağlamalarını istedi. Ancak, Müslümanlığın çeşitli mezhepleri arasında sürekli olarak sürtüşme konusu olan sorunlara değinmemelerini rica etti. İbni Suud ayrıca, uluslararası siyasetle ilgili konulara girilmemesini de istedi. Kongre'de en çok kutsal mezarların ziyaret edilmesi meselesi üzerinde du­ ruldu. Vahabilerin inançlarına göre, mezarların üzerini bir çatıyla örtmek ve bu türbelerin önünde· yere kapanmak kafirliktir. Gerçekten de Vahabiler, ele geçirdikleri kutsal yerlerde bulunan bu türbelerden bazılarını yıkmışlardı. Yine aynı nedenle halk, Mısır'dan gönderilen özel kervana tepki göstermişti. İngi­ liz basını bu olayları, Müslümanlar arasında yeniden nifak tohumları saçmak amacıyla Vahabilere karşı şiddetli bir kampanya açmak için fırsat bildi. Kongre, bütün eğilimlerin temsilcilerinden oluşan özel bir komisyonu, dini gelenekler ve hadislerle ilgili bütün bu sorunları düzenlemekle görevlendirdi.

Hicaz Kralı, bu yetkin komisyonun kararlarını tanıyacağını ve uygulayacağını açıkladı. Komisyona ayrıca, Müslümanlığın bütün mezheplerinin üzerinde fi­ kir birliğine varacağı ve birbiriyle kaynaşacağı bir ortak temel bulma görevi de verildi. Bu kongrenin kalıcı bir nitelik kazanmasının ve çeşitli ülkelerde ona bağ­ lı propaganda organları kurulmasının gerekli olup olmadığı konusunda da uzun boylu tartışmalar yapıldı. Ancak bunun gerekli olduğu yolunda bir karar alınmadı. Bununla birlikte, buna benzer kongrelerin her yıl ya Hicaz'da ya da başka bir bağımsız İslam ülkesinde (Türkiye, Afganistan vb.) toplanmasının ve Şekip Arsbahn'ın (Arap milliyetçiliğinin, Avrupa'daki diplomatik çevrelerde isim yapmış bir temsilcisi) kişiliğinde bir tür genel sekreterliğin kurulmasının kararlaştırılması bile, bu kuruluşun ileride kalıcı bir örgüt haline dönüşeceğini kanıtlamaktadır. Türk temsilcilerinin önerisi üzerine Kongre, hazırlanan tüzüğün Türkiye, Afganistan ve Yemen açısından, ancak bu ülkelerin hükümetlerinin onayın­ dan sonra yasa niteliği kazanmasını kabul etti. Hazırlanan bu belgede, Hicaz'ı çağdaş ve gelişmiş bir ülke haline getirmek için elden gelen her şeyin yapılması gerektiği ve Müslüman milletlerin toplumsal, dini, ekonomik ve edebi geliş­ meleri için gerekli koşulların yaratılması amacıyla ortak bir çaba harcanacağı belirtilmektedir. Ekonomik bakımdan büyük önem taşıyan bir karar da, Osmanlı hükümeti­ nin geçmişte, bütün Müslüman ülkelerde toplanan bağışlarla inşa ettiği Hicaz Demiryolu ile ilgiliydi. Dünya Savaşı'ndan sonra bu demiryolunun bir bölümü İngiltere'nin, bir bölümü de Fransa'nın mülkiyetine geçmişti. Kongre, bu de­ miryolunun Müslümanlara geri verilmesinin talep edilmesini ve bütün Müslü­ manların ortak malı olması nedeniyle, Mekke hükümeti tarafından işletilmesi­ ni kararlaştırdı. Ayrıca, hac ziyaretinin kolaylaştırılması için Mekke ile Medine arasında da bir demiryolunun inşa edilebilmesi amacıyla bütün Müslüman halkların katkıda bulunması istendi. Kutsal şehirleri ziyarete gelen yüz binlerce mümine daha temiz koşullar sağlamak amacıyla bir dizi sağlık önlemi alınması kararlaştırıldı. Bunlar esas olarak, Mekke ve Cidde şehirlerine temiz içme suyu sağlanması, büyük sağlık tesislerinin inşası vb. ile ilgilidir. Çeşitli ülkelerdeki dini vakıfların bu amaçla Mekke'de merkezileştirilmesi öneriliyordu. Dağılmadan önce Kongre, siyasi nitelikte bir karar daha aldı. Türkiye ve Af­ ganistan delegeleri bu karara kuşkusuz diplomatik nedenlerle katılmalıdır. Bu karar, Akabe ve Maan bölgelerinin Hicaz Krallığı'na geri verilmesiyle ilgiliydi. Hindistanlı delege Şevket Ali'nin, emperyalizmin hakimiyeti altındaki Müs­ lümanlar adına yaptığı açıklama özellikle etkili oldu. Şevket Ali, bugün ya-

hancıların boyunduruğu altında ezilen halkların, bağımsız İslam devletlerine, Müslümanlığı yüceltmek için verdikleri mücadelede maddi ve manevi bakım­ dan her zaman destek olacaklarını belirtti. Sonuç olarak, Mekke Kongresi'nin tam bir başarıya ulaştığı söylenebilir. Bu kongre siyasal gelişme ve milli kurtuluş yolunda ilerleyen İslam dünyasının ilk etkili dayanışma eylemidir. Kongre, Türklere, Kemalistlerin din ve devlet işle­ rini birbirinden ayırarak gerçekleştirdiği reform sonucu Türklerle diğer Müslü­ manlar arasında yükselen duvarı yıkma ve Müslüman halkların oluşturduğu büyük aile içindeki yerlerini yeniden alma olanağını sağladı. Bu toplantıda bir­ çok yanlış yorumlama ve yanlış anlama düzeltilmiştir. Ayrıca toplantı, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması fikrinin propagandası için yeni bir fırsat oldu. Komünistlerin Bakış Açısı

Emperyalist devletler tarafından köleleştirilmiş yüz milyonlarca insanı de­ rinden sarsan, emperyalizmin Asya ve Afrika'daki temellerini bir gün yerle bir edebilecek olan bu hareketlerin dünya devrimi açısından taşıdığı muazzam önemi kimse inkar edemez. Ne var ki, toplumsal içerikleri, siyasal ve ekonomik hedefleri açısından in­ celediğimizde, bu hareketlerin proletarya hareketi ve komünizmle hiçbir ortak yönlerinin olmadığını görüyoruz. Bugün önümüzdeki olgu, köylü kitleleri tara­ fından desteklenen bu ülkelerin küçük burjuvazilerinin, kendi serbest gelişme­ leri için gerekli koşullan yaratma çabalarıdır. Dolayısıyla, komünistler, bu hareketler karşısında tavır alırken çok dikkat­ li davranmak zorundadır. Antiemperyalist bir etken oldukları sürece bu hare­ ketleri desteklemeli ve başarı kazanmaları için elimizden geleni yapmalıyız. Ancak, onların burjuva niteliğini ve kapitalist eğilimlerini asla akıldan çıkar­ mamalı, onların kuyruğuna takılmamalı ve komünist örgütlerin bağımsızlığını titizlikle korumalıyız. Türkiye ve Filistin'deki Komünist Partilerimiz bu özellik­ leri dikkate almakta ve bu konuda tamamen doğru bir çizgi izlemektedirler.

B. Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] TÜRKİYE'DE KOMÜNİST HAREKET266 25 Ekim 1926

Komünizm ve Kemalist Terör

Komünist Partisi, Türkiye'de ortaya çıktığından beri çalışma alanını devam­ lı olarak genişletmiştir. Yasal bir varlığı olmadığı halde, resmi makamların çok geniş hoşgörüsüyle karşılaştı. Parti, 1925 yılı başında etkin gücü, çalışması ve etkisi bakımından özellikle çok elverişli bir durumdaydı. Sendika hareketlerini yönetmek görevini üstlenmiş komünist savaşçılar, hemen hemen bütün sendi­ kaları kesin bir şekilde etkileri altına almayı başarabilmişlerdi. Parti, hücre ça­ lışmaları ve sendika içindeki gruplar sayesinde işçiler üzerinde büyük bir etki sağlayabiliyordu. O zamana kadar 1.000 adet basılan komünist yayın organı Aydınlık, baskısını iki katına çıkarmak zorunda kaldı. Ayrıca komünistlerin et­ kisi altında olan kitlelerin isteği üzerine Aydınlık'ın işçiler için çıkan ekleri ye­ rine Orak-Çekiç adlı haftalık dergi çıkarıldı. Aydınlık adı kamuoyunda o derece tutuldu ki, yeni bir deyim haline geldi: Komünist yerine ''Aydınlıkçı" deniyordu. Orak-Çekiç dergisi ilk sayılarından itibaren işçiler tarafından sıcak bir ilgiy­ le karşılandı. Tümüyle işçilerden oluşan üç-dört bin kişilik bir okuyucu kitlesi, 266

B. Ferdi, "Die kommunistische Bewegung in der Türkei /oturum tarihi (25 Ekim 1926)", Die Kommunistische Intemationale, sayı 6 (15), 1926, s.269-273.

komünist ideolojiyi ve komünist şiarları yayan bu yayın organı etrafında top­ lanmıştı. Komünist yayınların okuyucu sayısının çoğalmasıyla birlikte, savaş­ çılarımızın örgütleme çalışmaları da büyük bir hız kazandı. Bu hareket, öteki az çok sanayileşmiş illerde de İstanbul 'da olduğu kadar güçlüydü. Yayınlarımı­ zın üçte ikisi bu sanayi bölgelerinde dağıtılıyordu. Komünist hareket, 1925 Mart'ına kadar yükselerek gelişti. Aynı yılın 5 Mart'ında Kemalist burjuvaziden korkunç bir darbe yediği zaman, komünist hareket, bu çok verimli çalışmanın en iyi dönemindeydi. Komünist savaşçıla­ rın çalışmaları öteden beri sıkı bir polis denetimi altındaydı. Hükümetin, bu çalışmalara son vermek için en küçük bir fırsatı kullanacağı herkes tarafından biliniyordu. Ancak, bütün komünist yayınların çıkmasını bir anda yasaklayan bakanlık genelgesi yine de beklenmiyordu. Çünkü o sırada, bu aşırı sert önle­ me gerekçe olacak hiçbir şey olmamıştı. Kemalistlerin içten pazarlıklı oldukları açıkça görülüyordu. "Güvenliği sağlamak" için getirilen ve bütün anayasal gü­ venceleri ortadan kaldıran yeni Yasa267 kamuoyuna yalnızca padişah yanlısı gericileri can evinden vurabilmek için getirilen bir silah olarak sunulmuş, an­ cak yine bu yasa, komünistlerden kurtulmak için kullanılmıştır. Aslında tam bu sıralarda, komünistlerin yayın organlarının son sayılarında, Kürt İ syanı'nın amansızca bastırılmasından yana olmaları ve feodalizmin tasfiye edilmesin­ de Halk Partisi'ni bütün güçleriyle destekleyeceklerini açıklamaları ilginçtir. Gerçekten de ancak son derece yüksek bir sınıf bilinci, genç kapitalist burju­ vazinin işçi sınıfı öncüsünün karşısına dikilmesine neden olabilirdi. Nitekim yukarıda belirttiğimiz durum bunu yeterince kanıtlamaktadır. Daha 18 ay önce İsmet Paşa tarafından kurulmuş olan dikta rejimi, komü­ nistlerle emekçi kitleler arasındaki bağları böylece aniden koparmıştır. Son yıl­ larda, gerek örgütçü olarak gerekse yazı faaliyetiyle işçi hareketinin başında bulunan herkesin serbestçe hareket etme olanağı ortadan kaldırıldı. Bu kayıplar yüzünden ağır bir darbe yiyen komünizm, yeni mücadele koşul­ larına uymak ve bunun sonucu olarak çalışma biçimini değiştirmek zorunda kaldı. Ama bu o kadar kolay olmadı. Durum doğru bir şekilde kavranıp, uygun bir örgütlenme yaratılıncaya kadar uzun bir bocalama döneminin geçmesi ge­ rekti. Komünist basını!l yasaklanmasından son Parti Konferansı'na kadar ge­ çen zaman, üç döneme ayrılmaktadır: 1) İlk dönemde komünistler kendilerini, milliyetçi burjuvazinin meydan okumalarına cevap verebilecek kadar güçlü sandılar. Yayın organlarına karşı girişilen baskılara cevap olarak, taşrada yeni bir yayın organı çıkardılar. Sen­ dikalara ve işçi derneklerine katılmaktan da geri kalmadılar. 1 Mayıs 1925'te bir 267

Takrir-i Sükun Kanunu kastediliyor. (YN)

kitapçık yayınlayıp komünist basının susturulmasına karşı protesto eylemleri niteliği taşıyan gösteriler düzenlediler. Onlara göre bu olaylar bir yandan kendilerinin ne kadar etkili olduklarını gösterecek, öte yandan işçilerin sınıf bilincini ve mücadele ruhlarını yüksekte tutacaktı. Kitapçığın ve Mayıs gösterisinin ümit verici sonuçlarına rağmen tec­ rübeler, hareketin teröre karşı koyabilmesi için, kitleler tarafından yeterince desteklenmediğini gösterdi. Ayrıca hükümet, bütün sert önlemlerine rağmen ajitasyona devam etmeye cesaret eden herkesin işini kısa yoldan bitirmek için gerekli kararları almada duraksamadı. Bu dönem, 1925 yılının 5 Mart'ından Mayıs sonuna kadar sürdü. 2) İ kinci dönem, komünistlerin tutuklanması ve yargılanması dönemidir. Bu dönemde belli bir panik göze çarpmaktadır. Kamuoyunda en çok tanınan savaşçılar yasal çalışmaları yüzünden İ stiklal Mahkemesi'ne verildiler. Yalnız­ ca çok gizli bir kesim çalışmalarını sürdürüyor. Merkez ile taşra arasındaki bağ son derece yetersizdir. İşçilerin, daha önce komünist harekete yönelmiş olan bütün dikkatleri, şimdi zindanlara atılmış olan komünistlerin kaderlerinin be­ lirleneceği Ankara'daki İstiklal Mahkemesi'ne çevrilmiştir. Bekleme döneminin sona erdiği 13 Ağustos 1925 gününe kadar, yarı legal bir çalışmaya yeniden baş­ lanabileceği konusunda hala bazı hayaller yaşanıyordu. 3) Verilen kararların sertliği, bu hayallerin son kalıntılarını da yıktı. Sanık­ lar 13 Ağustos'ta yıllarca hapis cezasına çarptırıldı. Karar gerekçesine göre, yal­ nızca komünist olmak, en ağır cezalara çarptırılmak için yeterliydi. Haksız yere uygulanan bu sertlik, kovuşturmadan kurtulmuş olan savaşçı­ larda başlangıçta yeni bir gücün doğmasına yol açtı. Herkes, milliyetçi demok­ rasiden artık hiçbir şey beklenemeyeceğini kavrıyordu. Parti saflarındaki coşku ve çalışma azmiyle dolu genç unsurlar cesaretle işe sarıldılar. Ancak yönetici merkez, bütün çalışmalarını engelleyen çeşitli zorluklarla karşı karşıyaydı. Merkezin çözmesi gereken ilk mesele, ne pahasına olursa ol­ sun Parti'nin taban örgütüne hakim olmaya başlayan paniği yok etmek, son­ ra örgütün daha fazla dağılmasına engel olmak için az ya da çok darbe yemiş kadroları olabildiğince kısa bir zaman içinde yeniden toparlamaktı. Bu acil ön­ lemler alınmadan, Parti'nin, etkisi altındaki işçilerle ilişkisini sürdürebilmesi gerçekten söz konusu olamazdı. Bu ilişkilerin kaybolması, Parti'nin ölümü de­ mekti. Bu tehlike karşısında merkez, tutuklanmış olan savaşçıların hüküm giy­ melerinden sonra eski ilişkileri yeniden kurmak ve düzenli bir gizli çalışmaya zemin hazırlamak için taşraya gizli görevliler gönderdi. Bu yoldaşlar, kayıpları saptadılar, gerekli temizlikleri yaptılar ve geride kalan güçlerin dikkatli, ancak canlı bir propaganda ve örgütlenme çalışmasına girişmelerini sağladılar. Başlangıç iyiydi. Ancak, geçen yılın Ekim ayında Parti üyeleri arasındaki bir yazışmanın ele geçmesi, henüz kısa bir süre önce yeniden düzenlenmiş olan

kadroların yeniden tutukl.anmasına yol açtı. Taşra örgütleri varlıklarını sürdür­ düler, ama fiilen merkezden kopmuşlardı. Durum, komünistler için gittikçe elverişsiz yönde değişmeye devam etti. Başında tecrübesiz bir Merkez Komitesi bulunan ve fiili gücü zayıflamış olan Parti, başlatılan terörün darbeleri karşısında geri çekilmek zorunda kaldı. Üye­ lerinin iyi niyeti ve fedakarlık ruhu, onu belirli bir pasifliğe düşmekten kurta­ ramadı. Parti'nin önündeki mesele çok zordu ve elindeki kısıtlı olanaklarla bu zorluğu çözecek durumda değildi. Bununla birlikte hareket taşrada yayıldı. Ancak orada gittikçe daha fazla ikincil ve bölgesel önemdeki sorunlara yöneldi. Hareketin bütünsel çıkarları zorunlu olarak ihmal edildi ve siyasi çalışma, denebilir ki, en ilkel biçimlere indirgendi. Bu sırada Merkez Komitesi gittikçe daha çok sıradan bir bölge ko­ mitesi rolü oynamaya başladı. Taşrada göreceli bir gelişme sağlanması sonucu ortaya çıkan, yönetici bir merkezin öneminin küçümsenmesi tehlikesi son derece büyüktü. Bu durum sürseydi, en sonunda ekonomizme ve Partinin parçalanmasına yol açabilirdi. Komünist Entemasyonal'in de güvenini kazanmış olan Merkeze taşradaki yol· daşların duyduğu kesin bağlılık, böyle kötü bir sonucun doğmasına engel oldu. Geçen dönemin tecrübeleri, basının, hareketimizin gelişmesinde ne kadar önemli bir rol oynadığını da kanıtlamıştır. Kemalist terörün başlamasından önceki dönemde, Parti organları örgütsel eksiklerini büyük ölçüde giderdiler ve Parti'nin gelişmesine çok katkıda bu­ lundular. Hiç şüphesiz eğer zamanında illegal bir organ bulunsaydı, Parti, ilişkilerin kopmasından doğan zararların büyük bir kısmından kurtulabilirdi. Yeni Bir Yükselişin İşaretleri

İşçi hareketi içinde üç aydır yeni bir dönemin başladığı göze çarpmaktadır. İşçiler gözle görülür biçimde için için kaynamaktadır. İşçi sınıfı, içinde bulun­ duğu uykudan kurtulma çabası içindedir. Kemalistlerin tahammül ettikleri tek basın olan burjuva hükümet basını, hemen her gün şu ya da bu üretim ya da taşıma işyerinde çalışan işçilerin bu yolda attıkları adımlardan söz etmektedir. Bunların çoğu, grev tehdidi ile ileri sürülen ekonomik taleplerdir. Bu olayların araştırılması, her şeyden önce, bunların Kemalist terörün en yüksek noktasına erişmiş bulunduğu ve meydanlarda her gün yeni darağaç­ larının kurulduğu bir dönemde ortaya çıkmış olmaları nedeniyle ilgi çekicidir. İşçilerle patronlar arasındaki zıtlığın doğurduğu çatışmaların ayrıntısına inmek fazla zaman alacağından, burada bunların en önemlilerinden söz et­ mekle yetineceğiz.

Tramvay işletmesinde çalışanların güçlü protestoları sonucunda hükümet, yöneticilerin hileli bir biçimde yürüttükleri işçi temsilcisi seçimlerini iptal et­ mek zorunda kaldı. Sayıları 5 bini aşan İstanbul hamalları, Kemalist milletvekilleri tarafından kurulmuş olan, hamalların mesleklerinde çalışma haklarını kısıtlayan ve te­ kelci bir nitelik taşıyan "Memleket Nakliye Şirketi"ni protesto etmek için grev yapmaya karar verdiler. Çıkar çevreleri, sömürücü zihniyetin bu yeni girişimine karşı öyle güçlü bir şekilde tavır aldı ki, hükümet bu çevreleri yatıştırabilmek için doyurucu bir çözüm yolu bulmak zorunda kaldı. Soma-Bandırma demiryolu işçileri yaptıkları on beş günlük grevle bazı kıs­ mi kazançlar elde ettiler. Ayrıca İ stanbul'un tramvay işçileri, elektrik işçileri, Doğu Demiryolu Şirketi (Balkan ve Avrupa hattı) işçileri, fırıncılar vb. ile şirketler ya da çıkar sahibi girişimciler arasındaki çatışmalardan da söz etmek gerekir. Bu çatışmalarda grev yasasına göre son sözü hükümet söylüyordu. Hükümet, devletin himayesi altındaki işletmelerin yararını gözetmek için uzlaşma sağlamaya çalışıyordu. Bu uzlaşmalar, ücretli işçilere önemsiz ödünler verilmesini de içeriyordu. Ağırlığı dolayısıyla kamuoyunun ilgisini üzerine çekmiş olan en önemli so­ runlar işte bunlardır. Bunun dışında her yerde çok çeşitli konularda hoşnut­ suzluk görünmektedir. Burada tipik bir ruh halinin ifadesi olarak, işçilerin pat­ ronlarına karşı giriştikleri bazı fiili saldırılardan söz etmeden geçemeyiz. Kısa aralarla ve hemen hemen aynı koşullar altındaki iki ya da üç fabrikanın işçileri, müdürlerin ve müdür yardımcılarının hayatına kastetti. Burada sözü edilen işçiler, nedensiz olarak sokağa atılan ve yeniden işe alınma istemlerinin toptan reddedilmesi üzerine kafaları kızıp umutsuzluk­ larının öcünü, bu durumlarının tek suçlusu olarak gördükleri yöneticilerden almak isteyen işçilerdir. Saptadığımız bütün bu olaylardan çıkan sonuç, işçiler arasında önemli de­ ğişikliklerin meydana geldiğidir. Bu ise, komünistlerin önüne geniş bir çalışma alanı açmaktadır. Bu güçlü istekler sayesinde komünistler, sendika örgütlerini genişletme ve işçi hareketinin devrimci eğilimini güçlendirme olanağına kavu­ şacaktır. Komünist Partisi'nin hala ikinci bir yayın organına sahip olmaması üzüle­ cek bir durumdur. Çünkü ikinci bir yayın organı, gelişme için son derece el­ verişli olan bugünkü ortamdan mümkün olan en yüksek yararı sağlayabilmek için vazgeçilmez bir koşuldur.

B. Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] TÜRKİYE'DE KOMÜNİST HAREKET VE EMEKÇİLERİN DURUMU268 16 Kasım 1926

Türkiye İşçi Sımfı

Türkiye'nin 11 milyonluk nüfusunun yaklaşık 250 bini işçidir. Aşağı yukarı 400 bin aile olarak tahmin edilen tarım işçileri (gündelikçiler) bunun dışında­ dır. Gerçek anlamda sanayi işçilerinin sayısı, demiryolu işçilerini saymazsak, 60 bin kadardır. Sonuç olarak, ülkedeki her 1000 kişiye 23 şehir işçisi ve 37 ta­ rım gündelikçisi düşmektedir ki, bu da işçilerin yaklaşık olarak yüzde 6'sıdır. Bu oran, Balkan ülkelerindeki ya da diğer tarım ülkelerindeki orandan düşük değildir. Bazı büyük şehirler, binlerce işçinin yaşadığı gerçek sanayi merkezleridir. Örneğin, İstanbul'da 70 binin üstünde, İzmir'de ise 40 binin üstünde işçi vardır. Tarım işçileri bugü·n her türlü örgütlenmeden, hatta en ilkel bir örgütlenme­ den bile yoksundur. Ama Türkiye işçi sınıfının bunun dışında kalan bölümü, oldukça uzun bir zamandan beri sendikal örgütlenme yoluna girmiş bulunu­ yor. İşçi örgütlerinin çoğu, 20 yılı aşkın bir süredir varlıklarını sürdürmekte, zanaatkar derneklerinin kuruluşu ise daha da gerilere gitmektedir. 268

B. Ferdi, "Die kommunistische Bewegung in der Türkei und die Lage der Werktatigen" (16 Kasım 1926), Die Kommunistische lntemationale, sayı 9 {ı8), ı926, s.412-415.

Zanaatkar derneklerinde örgütlenmiş işçilerin sayısı, 62 bin olarak tahmin edilmektedir. Böylece, işçilerin yüzde 24'ü sendikalarda örgütlenmiş bulunu­ yor. Sendika örgütlerini dört gruba ayırmak mümkündür: Hem işçilerin hem de işverenlerin üye olabildiği, 26 zanaatkar derneği, reformcu olarak nitele­ nebilecek olan ve ufak tefek mesleki çıkarlardan başka bir şey savunmayan 18 bağımsız sendika, ayrıca Profintern'e269 yakınlık duyan 19 sendika ve 16 dev­ rimci sendika, yani toplam olarak 79 işçi örgütü vardır. Devrimci sendikaların kurulması, büyük ölçüde 1919 yılından sonra komünistlerin eliyle olmuştur. Reformcu sendikalarla Profintern'e yakınlık duyan sendikaların çoğu 1908'den bu yana mevcuttur. Bütün bunlardan, Türkiye işçi sınıfının canlı bir örgütlenme süreci içinde bulunduğu ve farklılaşmanın daha şimdiden oldukça ilerlemiş olduğu sonucu çıkıyor. İşçi Sınıfı Hareketinin Kendiliğindenliği

Bazı yoldaşlar, Türkiye işçi hareketini komünistlerin yarattığını söylüyor. Bu yoldaşlara göre, komünistlerin sağladığı itici güç olmasaydı, çoğunluğu ca­ hil ve gelişmemiş olan işçiler, terörün etkisiyle tamamen pasifizme sürüklenir­ di vb. Böylece, komünist faaliyetin önemini daha iyi vurgulayabilmek amacıyla, Türk işçi sınıfının kendiliğinden hareketi inkar edilmektedir. Bu da, Türkiye işçi sınıfı hareketinin yapay olarak politikacılar tarafından yaratılmış olduğu­ nu söylemekten ve tarihini tümüyle tahrif etmekten başka bir anlam taşımaz. Ne var ki, gerçekler bu iddiayı yalanlıyor. Türkiye işçi sınıfının kültür düzeyinin düşük olduğu, ancak buna karşılık sınıf içgüdüsünün çok gelişmiş olduğu su götürmez. Türkiye proletaryası, özel gelişme koşulları nedeniyle, belki sistemli bir mücadeleye girmemiştir, ama amansızca sömürülmesine karşı daima isyan etmiştir. Kapitalizmin gelişme­ sini adım adım izleyerek sayıca güçlenen ve deyim yerindeyse, burjuvazisiy­ le birlikte gelişen kapitalist ülkelerin proletaryası, zamanla büyük bir tecrübe kazanma olanağı buldu. Oysa Türkiye'de yerli burjuvazi, önceleri yabancı ser­ mayenin dümen suyunda, daha sonraları da kendi hesabına, başından beri en ince sömürü yöntemlerini uygulamıştır. Çok geçmeden işçiler bu üretim sisteminin kurbanı olduklarını hissetti ve kendi sefaletlerinden çıkar sağlayanlara karşı yüreklerinde derin bir nef­ ret uyandı. Daha 1918 yılında, zorba Abdülhamid'in devrilmesinden hemen 269

Kızıl Sendikalar Enternasyonali. (YN)

sonra, 270 işçilerin tümüyle örgütsüz olmalarına rağmen başlattıkları birçok güç­ lü eylemin bir bölümü greve dönüşmüştür. Bu eylemlerin, siyasi örgütü (İttihat ve Terakki) iktidarı ilk kez eline geçirmiş olan burjuvaziye etkisi o kadar büyük olmuştur ki, burjuvazi hemen iki yasa çıkarmıştır. Bu yasalardan biri, sendika örgütlerini yasaklamakta, öteki ise, grevleri son derece karışık yöntemlere bağ­ lamaktaydı. Ancak bütün bunlar işçi sınıfı içindeki huzursuzluğu yatıştıramadı. Kendi­ liğinden işçi hareketi, politikacıların, gazetecilerin ve her türden maceracının ilgisini çekmişti. 1908-1912 yılları arasında "sosyalist", "sosyal demokrat" vb.· gibi adlar taşıyan pek çok işçi partisi kuruldu, ancak bunlardan hiçbiri işçi kit­ lesini kendi etrafında toplamayı başaramadı. Bu partiler, dar siyasi çevrelerde sıkışıp kaldı ve hiçbir iz bırakmaksızın yok olup gittiler. 1909 yılında bir işçi gazetesi yayımlanmaya başladı ve az çok başarılı oldu. Bu, Türkçe olarak ya­ yımlanan ilk işçi gazetesiydi ve niteliğini yansıtan İştirak adını taşıyordu. Ordular terhis edildikten, yani 1909 yılından sonra da buna benzer bir du­ rum görüyoruz. Bu kez de işçiler esas olarak siyasi örgütlere, örneğin şu üç partiye akın ettiler: 1) İngiliz işgal ordusuyla yakın bağları olan Sosyalist Fırka, 2) Üyeleri hemen hemen tümüyle Rum işçilerden oluşan Beynelmilel Amele İttihadı, 3) Devrimci Marksist bir parti olan Türkiye İşçi ve Çiftçi Fırkası. Binlerce ve on binlerce işçi bu örgütlere katıldı. O güne kadar kitle örgütleri­ nin bilinmediği Türkiye için, bu, son derece olağanüstü bir durumdu. 1919-1922 yılları arasındaki sarsıcı siyasi olayların akışı içinde bu örgütlerin tümü yok olup gitmiştir. Yerlerine yenileri kurulmuş (örneğin, Anadolu'daki Halk İştirakiyyun Fırkası), ancak bunlar da Kemalizmin ilerlemesi karşısında geri çekilmek zorunda kalmıştır. Yalnızca, İşçi ve Çiftçi Fırkası'nın kendilerini komünist grup olarak kavrayan ve siyasi bakımdan en iyi eğitilmiş ve en kararlı unsurları, faaliyetlerini daha da uzun bir dönem boyunca sürdürebildi. İşte, Komünist Enternasyonal'in Tür­ kiye Şubesi, komünist ideolojiyi Marksist-Leninist basının yardımıyla işçi sını­ fının derinliklerine götüren bu grubun içinden çıkmıştır. Türkiye işçi hareketinin böyle kısaca incelenmesi bile, zaten kendiliğinden var olan bir işçi hareketinin, ona objektif hedefler gösteren komünizm tarafın­ dan belli bir çizgiye yönlendirildiğini yeterince kanıtlamaktadır. 270

Daha sonra anlatılanlardan anlaşıldığı üzere metinde geçen 1918 tarihi yanlış yazılmış olma­ lı. Ayrıca Abdülhamid, bilindiği gibi, 31 Mart Olayı'nın ertesinde, 27 Nisan 1909'da devrilmiş­ ti. (YN)

Türkiye işçi sınıfı hareketi son on yılda üç kez ani bir biçimde yükselmiş ve hemen ardından geri çekilmiştir. Birinci yükseliş, Türkiye'de istibdadın yıkıl­ masının hemen ardından, ikinci yükseliş, 1919'da, Mondros Mütarekesi sıra­ sında, üçüncüsü ise, terör rejiminin başlatılmasından önceki dönemde, yani 1924-1925 yıllarında olmuştur. Bu yükselişlerin her biri, gerçek proleter tabakaların eski çürüyen kuşaklar ve henüz yeni yeni proleterleşen tabakalar üzerindeki zaferinin bir sonucuydu. Bugün, yeni bir yükselişin hazırlığı içinde olan işçi sınıfının elini kolunu bağlayan, bu karışık yapı ve dağınıklıktır. Her harekete pasif direnişleriyle karşı çıkan unsurlar nelerdir? Bunlar, her şeyden önce küçük burjuvaziden ve yoksul köylülükten kaynaklanan unsurlar­ dır. Bunlar, 1923 yılından bu yana ardı arkası kesilmeyen siyasi ve toplumsal dönüşümler sonucunda sürekli olarak proleterleşmekte ve ücretli işçilerin saf­ larına itilmektedir. Bu olaylarla dolu dönem boyunca orta tabakalar tam anla­ mıyla mahva sürüklendi. Bir yandan, küçük bir tabaka, oldukça kısa bir süre içinde genç kapitalist burjuvazi haline gelerek, bugün ülkenin su götürmez hakim sınıfını oluşturur­ ken, öte yandan da, geniş orta tabaka kitleleri, artan sefalet sonucunda, kendi doğal ortamlarından itilmiş ve geçimlerini sağlayabilmek için emeklerini sat­ maktan başka çareleri kalmamıştır. Ama Türkiye'de, eski rejim altında yetişmiş ve yükselmek için ülkeyi bir araç olarak kullanan maceracıların kurbanı olmuş, bu geçmiş mücadelelerin acı anılarıyla yaşayan eski bir işçi kuşağı da vardır. Bu işçiler son derece karam­ sardır. Bunlar, durumlarının köklü biçimde düzeltilebileceğine, hele tümüyle kurtulabileceklerine hiç inanmadıklarından, tümüyle pasifizme kapılmakta ve durumlarına boyun eğmektedirler. Proleter hayat şartlarında doğup büyüyen nispeten genç işçi kuşağı ise, işçi sınıfının en bilinçli ve en savaşçı öncüsüdür. Eğer işçi sınıfı içinde erimemiş olan ve yozlaştırıcı etkiler yayan unsurlar tarafından başarısızlığa sürüklen­ mezlerse, bütün hareketlerin başarısının anahtarı bunların elindedir. Ancak ne yazık ki, bu genç işçilerin saflarında, önderliği ele alabilecek yetenekte ye­ terli sayıda kadro yetişmemiş olduğu için, bunlar önderliği gönüllü olarak di­ ğer toplumsal tabakalardan gelen önderlere terk etmektedir. Ama artık, birkaç kötü deneyden sonra, komünistleri doğal önderleri olarak görmeye başlıyorlar.

Ferdi Yoldaş [Şefik Hüsnü Değmer] ULUSLARARASI DURUM VE KOMİNTERN'İN GÖREVLERİ ÜZERİNE -l271 26 Kasım 1926 (Öğleden Ö nce)

Milli bağımsızlık hareketleri, zafere ulaşmadan önce de, ulaştıktan sonra da, ekonomik bakımdan burjuvazinin hegemonyası altında kalmak zorun­ dadır. Ancak bu, proletarya devrimi açısından o kadar kötü bir şey değildir. Çünkü burjuvazi ekonomik alanda sürekli olarak emperyalist sermayeye karşı mücadele etmek zorundadır. Bu, çok çetin bir mücadele olacaktır. Bu mücadelede genç burjuvazinin müttefiklere ihtiyacı vardır. Bu müttefik­ ler şunlardır: Dış siyaset alanında uluslararası proletarya ve Sovyetler Birliği, ülke içinde ise o ülkenin proletaryası. Bu durum, komünist partilerinin gelişmesi için son derece elverjşlidir. Ko­ münist partilerinin görevi, emekçi kitleleri durup dinlenmeden emperyalizme karşı mücadeleye ve devrimci eylemlere seferber etmek ve köylülükle ittifak halinde bulunan proletaryanın iktidarı ele geçirmesi için hazırlık yapmaktır.

271

Ferdi Yoldaş [Şefik Hüsnü Değmer], Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi Toplantısı'nda "Uluslararası Durum ve Komintern'in Görevleri Üzerine" konuşma (7. Oturum, öğleden önce) 26 Kasım 1926, lntemationale Presse-Korrespondenz, sayı 146, 1926, s.2567.

Ferdi Yoldaş [Şefik Hüsnü Değmer] ULUSLARARASI DURUM VE KOMİNTERN'İN GÖREVLERİ ÜZERİNE -2272 26 Kasım 1926 (Öğleden Sonra)

Doğu'daki devrimci olayların önemi, Buharin yoldaşın konuşmasında ve ondan sonraki tartışmalarda haklı olarak belirtildi. Ama ne yazık ki, devrimci hareketin başladığı ve bugün hala gelişmekte ol­ duğu bir bölge olmasına rağmen, Yakındoğu bütünüyle ihmal edildi. Bu yüz­ den, bu konuya kısaca değinmekte yarar olduğuna inanıyorum. Kapitalizmin İstikrar Kazanması Meselesi Üzerine

Yakındoğu ülkelerinde, doğal olarak, kapitalizmin istikrar kazanmasından söz edilemez. Bu ülkelerde istikrardan başka her şey söz konusudur. Bununla birlikte Avrupa'da kapitalizmin istikrar kazanması, Mısır, Afganistan ve İran gibi ülkeleri dolaylı olarak etkilemektedir. Bu etki, büyük devletlerin kapita272

Ferdi Yoldaş (Türkiye), "Diskussionen über den Bericht der Exekutive" (Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi Genel Toplantısı Tutanağı), Erweiterte Exekutive der Kommunistischen Intemationale Moskau, (22 Kasım·13 Aralık 1926 tarihleri arasında yapı­ lan toplantı. 7. Oturum, 26 Kasım 1926 öğleden sonra, Yürütme Komitesi'nin Raporu üzerine tartışmanın devamı), Cari Hoym &Nachfolger, s. 236; ayrıca bkz. Ferdi Yoldaş, "Genosse Ferdi (Türkei)", Internationa/e Presse-Korrespondenz, sayı 152, 1926, s.2719-2721.

listlerinin bu ülkelere sermaye yatırmaları şeklinde görülüyor. Yatırımlar, nis· peten kısa bir süre içinde Yakındoğu'da orta sınıfların çözülmesine yol açtı. İşte Türkiye'deki, İran'daki ve Suriye'deki devrimci olayların anahtarını burada aramak gerekir. Gerçekten de orta sınıfların, köylülüğün ve küçük burjuvazinin belirli tabakaları, emperyalizmin etkisine ve baskısına başkaldırmak zorunda kaldılar. Doğu'da, özellikle Yakındoğu'da, emperyalistler arası bir birlikten söz edi· lem ez. Kurtuluş hareketlerinde ortaya çıkan bugünkü eğilimlerde şu nokta dikkati çekmektedir: Emperyalistler, Yakındoğu'daki pazarların ve nüfuz alanlarının paylaşılması için kendi aralarında mücadele etseler bile, Doğu halklarını sö­ mürmek ve baskı altında tutmak ve bu halkların emperyalist boyunduruktan kurtuluş mücadelelerini, bütün imkanlarını kullanarak boğmak söz konusu olduğu zaman birleşiyorlar. Ancak emperyalist devletlerin, kendi aralarındaki bütün çelişmelere rağ­ men, Doğu'nun geri halklarını ezmek için kurdukları bu dayanışmanın içyüzü, Doğu halkları ve devletleri tarafından iyice görülmüştür. Bu halklar, başlangıçta milli sınırlar içinde emperyalist baskıya karşı tepki göstermeye başladılar. Son zamanlarda ise bu mücadele isteğinin uluslararası boyutlara eriştiğini görüyoruz. Artık, bu halklar, emperyalist devletlerin eko­ nomik ve silahlı saldırılarına karşı daha etkin bir direniş gösterebilmek için birleşmeye çalışmaktadır. Doğu halklarının bu dayanışması ve gruplaşması son zamanlarda gerek Türkiye'de gerekse Hicaz'da, özellikle açık bir şekilde görülüyor. Ezilen halkların bu gruplaşması içinde yer alan Türkiye'nin bugüne kadar emperyalist devletlere yaklaşma eğiliminin yerine, artık Rusya'nın yanında yer alma eğiliminin geçmesi özellikle dikkat çekmektedir. Türkiye son ilkbahara, Musul'u Irak hükümetine, yani İngiltere'ye terk et­ mek zorunda kaldığı döneme kadar, antiemperyalist tutumunu korumaya de­ vam etti. Türkiye içteki siyasi durumu ve özellikle mali durumu yüzünden buna boyun eğmek zorunda kalmıştır. Türkiye'nin mali durumu özellikle kötüydü. Kemalistler, bu büyük fedakarlıklarına karşılık emperyalist devletlerden, Türk maliyesinin yaralarının sarılmasında ve ülkenin zenginliklerinin işletil­ mesinde etkin bir yardım alacaklarını umuyorlardı. Öte yandan emperyalist devletler de Türkiye'yi teslimiyete zorlayacaklarını umdular. Olaylar her iki tarafın da yanıldığını gösterdi. Türkiye'deki yabancı ticaret odalarının kapatılması ve Fransız gemısı "Lotus"un kaptanının tutuklanmasıyla ilgili olaylar bu açıdan ilgi çekicidir.

Emperyalist devletler ile Türkiye arasındaki ilişkileri bozan bu durum uzun süre devam etmedi. Çünkü, bir yanda kapitalistlerin Türkiye'nin ekonomik gelişmesine katkıda bulunmada çıkartan vardı, öte yandan, Türkiye, yabancı sermayenin yardımı olmaksızın ülke ekonomisini kalkındıramayacağını açıkça kavramıştı. Sonuç olarak, Türkiye ile emperyalist devletler arasındaki bu şiddetli çatış­ madan sonra, o güne kadar Türkiye'ye amansızca saldıran Fransa'nın, Millet­ ler Cemiyeti'nin toplantısında, Kemalistlere Milletler Cemiyeti'ne girmelerini öğütlediğini gördük. Kemalistler bu öğüdü yerine getirmeye dünden razıydı. Bununla birlikte Türkiye'nin Avrupa devletleri birliğine katılma girişimi suya düştü. Türkiye'nin Milletler Cemiyeti'ne daimi üyelik talebi reddedildi. İşte ancak bu yenilgiden ve Kemalistlerin yabancı sermayenin ülkeye sınır­ sız bir şekilde sokulmasına karşı açıkça direnmelerinden sonra, Türkiye gözle­ rini Doğu'ya çevirdi. Türkiye Komünist Partisi, dış siyaset alanında Kemalistlerin daha uzun bir süre Doğu ile Batı arasında yalpalayacağı görüşündedir. Ama Kemalistler en sonunda dış siyasetin ağırlık noktasının ezilen halklara ve Sovyetler Birliği'ne kesin bir yaklaşma yönünde olması gerektiğini kavrayacaklardır. Şimdi Arabistan'daki hareket üzerine birkaç söz söylemek istiyorum. Çünkü Doğu'daki milli kurtuluş hareketinin bir diğer merkezi de dini nitelikte mutlak bir krallığın hüküm sürdüğü Mekke'dir. Anadolu'dan da geri olan bu ülkelerde bile emperyalizmin saldırılarına karşı kendini savunma ihtiyacı doğmuştur. Türkiye'nin hilafete karşı siyaseti yüzünden, Türkiye ile uzun süre yıldızı barışmayan İslam dünyası, en sonunda Ankara ile ilişkilerini düzeltmek zorun­ da kaldı. İbni Suud, geçen yıl toplanan Mekke Kongresi'ne Kemalistlerin de bir temsilci göndermesini istedi. Türk delegesi coşkuyla karşılandı. Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması düşüncesi, Arap dünyasında gittikçe daha fazla taraftar bulmaktadır. Araplar, din temelinde bir dayanışma­ nın yerine, siyasi ve ekonomik işbirliğini, toplumsal dayanışmayı geçirmenin gerektiğini her geçen gün daha fazla anlamaktadır. Bu, çok büyük bir adımdır. Şimdi başka bir soruna gelelim: Çin devrimi uzun vadede hangi yönde ge­ lişecektir? Çin devriminin Buharin tarafından çizilen yolda, yani Türk Devrimi'nden biraz daha değişik bir yolda gelişmesi mümkündür. Bununla birlikte, bu, çok kuvvetli bir ihtimal değildir. Çin Devrimi'ne katılan unsurlar, Türk Devrimi'ne katılanlardan biraz daha değişiktir. Ö rneğin, Türkiye proletaryası Türkiye'deki milli bağımsızlık hareke­ tine katılamadı, çünkü proletaryanın toplu halde bulunduğu iller, emperya-

listlerin işgali altındaydı ve Türkiye proletaryasının yeterince güçlü bir siyasi partisi yoktu. Çin'de ise bunun tersine, on binlerce üyesi olan bir Komünist Partisi ve güç­ lü köylü örgütleri olduğunu görüyoruz. Bu, proletaryanın devrimdeki önder rolü için önemli bir önkoşuldur. Bununla birlikte, ülkenin büyüklüğü ve hare­ ketin yaygınlığı ile karşılaştırıldığı zaman, Komünist Parti ve Çin proletaryası hala çok zayıf, hareketin başında bulunan orta sınıf temsilcileri ise hiç kuşku­ suz daha güçlüdür. İşte bu nedenle, Çin Devrimi 'nin zafere ulaşıncaya kadar, Türkiye Devrimi 'ne benzer bir biçimde gelişeceğine inanıyoruz. Aradaki tek fark, örgütlü proletar­ yanın Çin'de daha büyük bir etkiye sahip olmasıdır. Orta burjuvazinin devrimci hareket içindeki bu ağırlığının dünya devrimi açısından zararlı olduğu kabul edilmelidir. Ama yine de, bunun, emperyaliz­ me karşı mücadeleyi önemli ölçüde zayıflatacak bir şey olmadığını belirtmek istiyoruz. Silahlı mücadele sona erdikten sonra da, kurtarılmış halk için, en az daha önceki silahlı mücadele kadar çetin ve şiddetli bir mücadele dönemi başlayacaktır. Mücadelenin ekonomik alanda sürdürülmesi halk için kaçınılmaz bir zo­ runluluktur. Çin burjuvazisi ekonomik bakımdan zayıf olduğu için, zafere ulaştıktan sonra da, emperyalizme karşı çetin bir mücadele yürütmek zorunda kalacak­ tır. Milli burjuvaziler, kural olarak, bu mücadeleyi sonuna kadar yürütebilecek güçte değildir. Milli burjuvazinin müttefiklere ihtiyacı vardır. Bu müttefikleri de, ülke sınırları dışında uluslararası proletaryanın saflarında ve her şeyden önce devrimci dünya proletaryasının öncü savaşçısı olan Sovyetler Birliği'nde bulabilir. Ülke içinde ise, bu müttefikler, komünist partilerin adım adım örgüt­ lediği proleterleşen halk tabakalarıdır. Emperyalizme karşı uzun sürecek olan bu mücadele sırasında komünist partileri, yoksullaşan halk tabakaları arasında etkinliğini artırabilecek, bu halk tabakalarını örgütleyebilecek ve devrimcileştirebilecek ve burjuvazi üze­ rinde baskı yaparak, onu emperyalizme karşı bir siyaset uygulamaya ve feoda­ lizmin tasfiyesini, toprak reformunun yapılmasını ve toprakların dağıtılmasını içeren burjuva devrimini sonuna kadar götürmeye zorlayacaktır. Biz gelişmenin şu yolu izleyeceğine inanıyoruz: Burjuvazi, iktidarı ele ge­ çirdikten sonra da, gerek uluslararası proletarya gerekse kendi ülkesindeki proletarya ile ittifakını korurken, aynı zamanda emperyalist devletlerin des­ teğini sağlayabilmek için onlarla çeşitli pazarlıklara girişecektir. Emperyalist ülkelerin desteği çok az olacaktır. Çünkü emperyalist devletler, bütünüyle siyasi etkinlikleri ve denetimleri altında tutamadıkları ülkelere hiçbir zaman

büyük sermaye yatırımında bulunmazlar. Onların emperyalist hedefleriyle milliyetçilerin bağımsızlıklarını koruma ihtiyaçları arasındaki derin uzlaşmaz çelişmeler, sürekli çatışmalara kaynak olacaktır. Bu oluşum içinde proletarya olgunlaşacak ve burjuvazi kendi sınıf iktidarını sağlam bir temele oturtmayı daha başaramadan ve gelişme sürecini tamamlayamadan, Komünist Partisi yeterli bir örgütlenmeye sahip ve mücadeleye hazır proletaryayla onun etkisi altındaki yoksul köylülüğün başına geçerek iktidarı ele geçirecek ve proletarya diktatörlüğünü kuracaktır. Son olarak, geri ülkelerdeki komünist partileri üzerine birkaç söz söylemek istiyoruz. Bunlar, emekçi kitleleri ve dümeni elinde tutan burjuvaziyi emperya­ lizme karşı mücadeleye sevk etmek ve aynı zamanda proletaryanın köylülük ile ittifak halinde iktidarı ele geçirmesini sağlamak için bitmez tükenmez bir çaba göstermelidir. Enternasyonal'in Yakındoğu ülkelerindeki görevleri üzerine son birkaç söz söylemek istiyoruz. Komünist Enternasyonal, Türkiye'de olduğu gibi burjuvazi­ nin zulmü yüzünden zayıflamış olan komünist partilerini sağlamlaştırmak için elinden geleni yapmalıdır. Fransa, İngiltere, İspanya, İtalya gibi emperyalist ülkelerdeki komünist partilerin, kendi ülkelerinin emperyalizmi tarafından ezilen ülkelerdeki devrimci hareketle bundan böyle daha yakından ilgilenme­ lerini sağlamalıdır. Ve nihayet Enternasyonal, milli devrimci partilerin bulun­ madığı Cezayir, İran gibi ülkelerde, bunların kurulması için elverişli koşullar ve elverişli bir ortam hazırlamalı, öte yandan, böyle partilerin bulunduğu Tunus, Suriye, Filistin gibi ülkelerde de bunları desteklemelidir. Hicaz yakın gelecekte Müslüman halkların milli kurtuluş hareketlerinin yoğunlaşacağı bir ülke oldu­ ğu için, buradaki gelişmeler de dikkatle izlenmelidir.

P. K. TÜRKİYE273 1927

Kemalist Türkiye'nin doğuşunun bilimsel-nesnel çözümlemesini bir İ ngiliz burjuva profesöründen istemek elbette gülünç olurdu.274 Yazar, Kemalizm ön­ cesi Türkiye'nin tüm "tarih felsefesi"ni, tarihsel süreci büyük kişiliklerin yaratı­ cılıkları sonucu gibi gören sıradan burjuva "idealist" tarih ruhuyla yorumluyor. Türkiye'nin yakın tarihi, Anadolu'nun genç ulusal burjuvazisinin emperya­ lizme ve feodalizme karşı tam zaferi ile sonuçlanan 1919-1923 ulusal-devrimci hareketi de yazar tarafından, aynı biçimde, güçlü bir şahsiyetin, "Kahraman" Mustafa Kemal Paşa'nın "eseri" olarak açıklanıyor. Modern Türkiye'nin tarihi, emperyalizme, emperyalizm ajanı sultanlara ve liman burjuvazisine karşı Anadolu'nun yürüttüğü ulusal kurtuluş savaşı henüz çok az incelenmiştir. Oysa eldeki verilere göre Türk Ulusal Devrimi'nin güçleri­ ne ilişkin az çok net bir tablo çizmeye yeterlidir. Genç Anadolu burjuvazisinin beşiğinin başında AllJ!.an finans-kapitalinin beklediğini kesinlikle biliyoruz. Türk ufkunda İngiliz ve Fransız emperyalizminden sonra beliren Alman serma­ yesi, Türkiye'nin "yabancı kökenli" burjuvazisine (Rum, Ermeni ve Levanten) 273 274

P. K., "Turkey by Arnold J. Toynbee", 1927, Die Kommunistische Intemationale, sayı 38-39, 29 Eylül 1927, s.1923-1924. Arnold J. Toynbee'nin Türkiye kitabından bahsediliyor. Bkz. Arnold J. Toynbee & Kenneth P. Kirkwood, Turkey, ı. basım, Ernest Benn, Londra, 1926; Türkçesi için bkz. Amold J. Toynbee, Türkiye-Bir Devletin Yeniden Doğuşu, çev. Kasım Yargıcı, Milliyet Yayınları, 1971.

göre yönünü belirleyen Avrupalı rakiplerine karşı bir denge oluşturmak ama­ cıyla henüz işin başında olan yerli "milli" burjuvaziyle birleşme gereği duydu. 1914-1918 Savaşı, yine Alman sermayesinin yardımıyla, savaşta verilen ve ihalelerle güçlendirilen Anadolu burjuvazisinin büyüyüp gelişmesine katkıda bulundu. Almanya'nın yenilenmesi ve zafer kazanan anlaşma devletlerinin Türkiye'ye dikte ettikleri "barış anlaşması", genç Anadolu burjuvazisini bütü­ nüyle en baştaki durumuna geri döndürmekle tehdit ediyordu. Anadolu burju­ vazisi, savaşla yıkıma uğratılmış geniş Türk köylü katmanlarının hoşnutsuzlu­ ğundan ve öfkesinden yararlandı ve silaha sarıldı. Türk proletaryası, zayıf ve anlaşma devletlerinin işgali sonucu Anadolu'dan kopuk olduğu için Kurtuluş Savaşı'nda önemli bir rol oynayamadı. Devrimin öncüsü ve milletin istekleri­ nin sözcüsü olarak Anadolu burjuvazisi ortaya çıktı. Devrimi zafere götüren Kemalist siyasal grup, Anadolu burjuvazisinin çıkar­ larının bir belirimidir. Türk Ulusal Devrimi'nin şematik güçler tablosu kabaca böyledir. Eleştirisi yapılan kitapta Türk köylülüğünün durumu ve toprak sorunu üze­ rine tek bir satır bile bulamıyoruz. Bu çalışmanın bütünü genel olarak, son yıl­ larda Türkiye'de meydana gelen olayların az çok tam bir kronolojik sıralama­ sından ibarettir. İstanbul 'un işgali sırasında İngiliz devlet memurlarının Türklere uyguladık­ ları ağır zulümleri, kurşuna dizme ve kitle katliamlarını yazarın olduğundan hafif göstermesi, yer yer hiç sözünü etmemesi ilginçtir. Türk Devrimi'nin "so­ ğukkanlı" tarihçisi, milliyetçi milletvekillerin 15 Mart 1920 gecesi İ stanbul 'da tutuklanmasını anlatırken, aşağılanıp dövüldüklerinden söz etmiyor. Onlar dövüldükten sonra el ve ayaklarından zincire vurulmuşlardı. Anlaşma devlet­ leri memurlarının Türk milliyetçilerine yaptıkları kötü muamele, savaşçıların ulusal bağımsızlık isteklerini zayıflatmadı. Tersine, Türkiye'nin ulusal unsur­ larını, emperyalist despotluğa karşı savaşmaya daha da teşvik etti ve heyecana getirdi. Emperyalizm, genç Türkiye'nin, ulusal özgürlük savaşını zafere götü­ ren sarsılmaz iradesi karşısında teslim olmak zorundaydı.

B. Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] TÜRKİYE KÖYLÜSÜ VE KEMALİST DEVRİM275 26 Nisan 1927

Tarihi Bakış

Türkiye temel niteliği bakımından bir tarım ülkesidir. Köylülük, Anadolu nüfusunun büyük çoğunluğunu meydana getiriyor. Bu emekçi kitleler her za­ man amansız bir sömürünün kurbanı olmuştur. Hakim sınıfların müsrif hayat­ larının ve kahramanlık gösterilerinin bedelini malları ve canlarıyla ödemek zo­ rundaydılar. Onun için, dayanılmaz ölçüdeki sefalet ve acıları, onları, geçmişte birçok kez son derece ciddi şiddet eylemlerine sevk etti. Anadolu'nun tarihe geçmiş en önemli devrimci hareketlerinin nedeni, köy­ lülüğün geniş tabakalarının kendini ezenlere karşı patlayan öfkesiydi. Daha I. Mehmed yönetiminde, 15. yüzyıl başlarında yoksul köylülerin ayaklanması, büyük çapta bir kitle hareketi boyutlarına ulaşmıştı. Köylülerin başı ve önderi, çok akıllı bir siyasetçi olan Simavnalı Bedrettin bu harekete komünist bir yön vermeye çalıştı. Bedrettin, ekonomik ve toplumsal eşitliğe dayanacak bütün bir demokratik yönetim sistemi ilan etti. Bu öğreti o zamanlar köle durumuna düşmüş köy halkı üzerinde gerçekten büyüleyici bir etki yaptı. Otoritesi çok 275

B. Ferdi, "Der türkische Bauer und die kernalistische Revolution" (26 Nisan 1927)", Intemationale Presse-Korrespondenz, sayı 17, 1927, s.836-848.

sarsılan Sultan, imparatorluğunu kurtarmak için ihtilalcilerin ordusuna karşı geniş çapta bir sefere çıkmak zorunda kaldı. Kanlı bir meydan savaşından son­ ra Bedrettin, 1413 yılında yakalandı ve asıldı. Askerleri dağıtıldı. Türkiye köylülerinin zaman zaman yaptığı az veya çok önemdeki ayaklan­ malar üzerinde durmak istemiyorum. Ancak çok önemli olan şu gerçeğe işaret etmeliyim. İsyan ruhu köylüler arasında derin bir kök salmıştı. Bu ruh esas ola­ rak özel nitelikte bir eşkıyalıkta ifadesini buldu. 18. yüzyılda uzun bir dönem boyunca Anadolu'nun dört bir yanında, tarihte ünlü bir eşkıya reisi Celal'in adıyla bilinen eşkıyalık yayıldı. Söz konusu olan, bir orada bir burada parla­ yan, ama hiç sönmeyen bir tür jakeri (köylü ayaklanması) idi. Bir yerin, bir böl­ genin hatta bazen bütün vilayetin ayaklanan yoksul köylüleri, örgütlü çeteler halinde, feodal toprak sahiplerinin ve zengin köylülerin çiftliklerini basmak ve yağma etmek için dağlara veya ormanlara çekildiler. 1. Ahmed'in hakimiyeti altında zalim bir başvezir, kitle katliamları düzenleyerek bu çete savaşlarını kanla boğmayı başardı. Ancak, hakim sınıfların adaletsizliklerine sistemli bir şekilde örgütlenmiş eşkıyalıkla karşı çıkma ve mücadele için birleşme geleneği Anadolu'nun köylük bölgelerinde bugüne kadar süregelmiştir. Toplumsal ve siyasi koşulların dayanılmaz bir duruma geldiği her zaman, sanki yerden biter gibi silahlı çeteler ortaya çıktı hem de köylülerin en şid­ detli bir şekilde ezildikleri vilayetlerde. Bu çeteler, sık sık merkezi hüküme­ tin en sıkı tedbirlerine karşı koymayı başardı. Bu tür köylü çetelerinin " İtti­ hat ve Terakki"nin meşruti demokratik devriminden önceki yıllarda Osmanlı İmparatorluğu'nu nasıl sarstığını bütün dünya hala hatırlar. Milli bağımsızlık mücadelesine gelince, denebilir ki, bu mücadele özellikle ilk döneminde düzensiz mücadele birliklerinde kendiliğinden örgütlenen ve hem emperyalist saldırganlara hem de hain sultana karşı tavır alan küçük ve orta köylülüğün eseriydi. Çete reislerine bağlı bu gönüllü birlikler, ancak daha sonra subaylar tarafından askeri kuruluşlara dönüştürüldü ve düzenli orduya katıldı. Bugün şu açıktır: Kemalist Devrim her şeyden önce şehirlerin orta tabakala­ rından ve Anadolu'nun köylük bölgelerinden çıkmış genç bir burjuvazinin yö­ nettiği ve yararlandığı bir köylü devrimiydi. Kurtuluş Savaşı'nın başında, bizzat milliyetçi ordunun bağrında, hareket üzerindeki hakimiyetini güvence altına almak için birbiriyle yarışan, birbirine zıt iki eğilim ortaya çıktı. Yoksul köylü kitlelerinin talep ve çıkarları, onları az çok mülk sahibi köylülerin karşısına çıkarıyordu. Bu mülk sahibi köylüler, kendi durumlarını sağlamlaştırmak için önderliklerinden yararlanmaya çalışıyorlardı. Sömürülen tabakaların köklü siyasi ve apaçık ihtilalci yönelişi bazı ön­ derlerde olumlu bir yankı yaptı. Berrak olmayan komünist görüşler mücadele edenler arasında yaygınlaştı ve hatta bazı subaylar da kazanıldı.

Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası'nın taşra organı olan İşçi gazetesi bu sol akımın kuwetlenmesinde ve billurlaşmasında büyük bir rol oynadı. Sonuç olarak bu akım, bizzat Ordu'nun bağrında "Yeşil Ordu" adı altında örgütlü bir biçim aldı. Bu örgütte yoksul köylülerin bütün istekleri yankılandı. Söz konusu olan, birçok çelişmeler ve tutarsızlıklarla dolu bir köylü komünizmi temelinde çok geniş bir demokrasi inşa etmekti. Milli Kurtuluş Hareketi'nin en etkili ön­ derlerinden biri olan Çerkez Ethem Bey, düzensiz süvarilerin kumandanıydı ve aşırı grupların lideri olarak kabul edildi. Kısa zamanda, kendisini halk içinde Mustafa Kemal'le aynı seviyeye çıkaran büyük bir sempati kazandı. Ethem'e aynı zamanda milliyetçi önder çevreler tarafından da büyük saygı gösterildi. Çerkez Ethem hakkında beslenen ümitler yerini kısa zamanda derin bir ha­ yal kırıklığına terk etti. Olaylar, onun gerçekte sıradan bir maceracı ve üstelik bir hain olduğunu kısa zamanda kanıtladı. Ethem'in, her şart altında, ülkenin emperyalist işgalden tam kurtuluşuna kadar milliyetçilerin safında kalması ve onlarla işbirliği etmesi, aynı zamanda yoksul köylülüğün çıkarlarını savunması gerekirdi. Ama o, hareketin diğer önderleriyle bir anlaşma temeli arayacağına, Mustafa Kemal ile arasındaki ilk çatışmayı, taraftarlarının çoğunluğuyla birlik­ te düşman tarafına geçmek için fırsat bildi ve biraz sonra silahlarını antiemper­ yalist cepheye çevirdi. Bundan sonra bütün iktidar, yalnızca köylülerin varlıklı kesimlerinin ve küçük burjuvazinin temsilcisi olan Kemalistlerin eline geçti. Nüfus Yoğunluğu ve Toprak Dağılımı

Türkiye'de tarım meselesinin tayin edici önemini daha iyi anlayabilmek için, ülkenin toplumsal yapısına, tarımın durumuna ve gelişmesine kısaca bir göz atmayı gerekli görüyoruz. Ne yazık ki, istatistik veriler çok eksiktir ve hiç güvenilir değildir. 1927 yılında ilk genel bilimsel sayım yapılacaktır, ama yerli ve yabancı uzmanların özenle yaptığı araştırmalara dayanan belgeler temel alı­ nırsa, daha şimdiden köylünün durumu hakkında bir fikir edinilebilir. Bugünkü sınırları içinde Türkiye'nin yüzölçümü 750 bin kilometre karedir. Nüfusunun da 14 milyonu aştığı söylenebilir. Bu toprakların değişik kullanım imkanları ve değişik nüfus tabakaları dikkate alınmazsa, ortalama nüfus yo­ ğunluğu olarak kilometrekare başına 18 kişi düştüğü görülür. Ama bu alanın büyük bir kısmının işlenmemiş ve çorak olduğu, halkın güney ve batı vilayetle­ rinde toplanma eğiliminde olduğu hesaba katılmalıdır. İşlenebilir toprağın ve işlenebilir hale getirilmesi gereken toprağın arasındaki oran şöyledir:

Alan (hektar)

İşlenen arazi Meralar Ormanlar Çalılık ve kayalık arazi Toplam

32.000.000 10.000.000 8.000.000 25.000.000 75.000.000

Oran (%)

42,6 13,3 10,6 33,3 99,8

İşlenebilir durumdaki 32 milyon hektar toprağın sekiz milyonu devlete ait­ tir. Bu topraklar tümüyle ihmal edilmiş bir durumdadır. Ahali, kendi mülki­ yetinde olan 24 milyon hektar üzerinde toplanmıştır. Hesabımızı bunu temel alarak yaparsak, o zaman kilometrekareye ortalama olarak 58 kişinin düştüğü bir yoğunluğa varırız. Tarım araçlarının ve yöntemlerinin ilkel düzeyde olduğu ve en verimli toprakların bir avuç büyük toprak sahibinin elinde bulunduğu bir ülke için, bu, yeterli derecede yüksek bir nüfus yoğunluğudur. Bu alanla­ rın yılda ancak yüzde 15'inin ekildiğini saptayan istatistikler bunu daha da iyi göstermektedir. Toprakların yıllara göre ekilme durumu şöyledir: Alan (hektar)

1887 1907 1923-1924 1925

3.878.000 4.500.000 2.885.000 5.000.000

Daha 1925 yılından başlamak üzere büyük bir ilerleme görülmektedir. Ama işlenen toprakların kişi başına hala yalnızca 35 ar olduğu görülmektedir. Aynı sayılar savaş öncesi Rusya için 230 ar, Almanya için 350 hektar, ABD için 1 hektar 60 ar'dır. Yalnızca bu gerçek bile, sefalet içine itilen ve memleketinden kovulan Türk köylüsünün geçim olanaklarını neden maden ocakları ve liman­ larda aradığını açıklar. Toprağın dağılımı, bu durumu daha da zorlaştırmaktadır. Ülkede yaşayan köylü ailelerinin sayısı 1.100.000 olarak tahmin edilmektedir. Bu aileleri sahip oldukları toprak miktarına göre dört bölüme ayırabiliriz. Bu ayrımda vakıf top­ raklarını hesaba katmıyor, ayrı olarak belirtiyoruz:

Bölümler

Köylü Ailesine Oranı

Köylü Ailesi Sayısı

Miktarı

(hektar)

Topraklara Oranı (o/o)

3

33.000

8.650.000

36,0

21

230.000

7.350.000

30,6

47

517.000

1.470.000

6,1

29

320.000

245.000

1,2

6.285.000

26,1

24.000.000

100,0

(o/o)

Büyük toprak sahipleri Zengin Köylüler (30 hektardan çok) Küçük köylüler (30 hektardan az) Az topraklı köylüler Vakıf arazi Toplam

100

1.100.000

Toprak

Bu tabloya, tarım işçilerinin önemli yedek ordusunu meydana getiren top­ raksız köylüler alınmamıştır. Bunlar, 450 bin aile olduğu tahmin edilen, iş ara­ mak için göç kafileleri halinde bütün ülkeyi durmadan baştan aşağı dolaşan bütün bir göçebe halktır. Yukarıdaki tabloya göre, köylü kitlelerinin ezici ço­ ğunluğu, yani yüzde 76'sı küçük ve yoksul köylülerden meydana gelmektedir. Bunların tümü, ekilebilir arazinin yalnızca yüzde 7,3'üne sahipken, büyük top­ rak sahipleri ve zengin köylüler ekilebilir toprakların yüzde 66,6'sına sahiptir. Hiç toprağı olmayan köylüler, küçük ve çok küçük köylü kitlesi, köylülüğün yüzde 83'ünü oluşturur. Tarım yapısı bakımından Türkiye üç bölgeye ayrılabilir. Bu bölgelerin, top­ rağı işleme tarzının tarihi, gelişmesindeki üç dönemi yansıttığını söyleyebiliriz: 1) Anadolu'nun Doğu illerinde köylülerin işledikleri ve üzerinde yaşadık­ ları toprak henüz özel mülkiyet halinde kendilerine ait değildir. (Daha sonra, bu bölgede Kemalistler tarafından başlatılan sahte reformlardan söz edeceğiz) Toplumsal farklılaşma süreci burada henüz pek az ilerlemiştir. Burada, bağım­ sız olarak tarım yapan köylü sayısı önemsizdir. Mülkiyet, ilkel feodal biçimini korumakta ve hala çok geniş alanları kapsamaktadır. Bu bölgenin 2 milyonluk nüfusunun içinde yalnızca 1-2 bin kişilik mütegallibe (beyler, şeyhler) her şey, yani toprak, hayvan ve insanlar üzerinde mülkiyet ve kullanma hakkına sahip­ tir. Dine dayanan eşraf, bu cahil halka, ürettiği her şeyini elinden almak için tanrı adına zulmetmektedir.

Kara ve demiryolları olmadığından, bu bölge, ülkenin geri kalan kısmın­ dan hemen hemen tecrit edilmiştir. Ulaşım yalnızca katır ve deve sırtından yapılmaktadır. Tahıl üretiminin fazlası ne ihraç edilebildiği ne de iç pazara sü­ rülebildiği için toprağın ekilmesi burada yalnızca yerel ihtiyaçlarla sınırlıdır. Toplumsal düzenin geriliği her şeyden önce bu olumsuz ekonomik koşullardan ileri gelmektedir. 2) İç Anadolu yaylasında ve Kuzey Anadolu'da toprağın işlenmesi ve mül­ kiyet koşulları bambaşka bir görünüme sahiptir. Burada, Türkiye'yi modern­ leştirme tedbirleri zincirinin bir halkası olarak 1864'te yapılan ve tarihte "Tan­ zimat" adıyla tanınan tarım reformu tam uygulanmıştır. Yeniçerilerin bastırıl­ ması, merkezi hükümeti güçlendirmiş ve yasaların uygulanmasını mümkün kılmıştı. İşledikleri topraklar üzerinde mülkiyet hakkına sahip olup olmadık­ ları şüpheli olan çok sayıda mütevazı köylü, reformun getirdiği tedbirlerden faydalanarak, kendi durumlarını mülk sahibi olarak belli koşullarla yaptırıma bağladı ve yasallaştırdı. Bunun sonucu ise, toprağın büyük ölçüde ufak parça­ lara bölünmesi oldu. O günden beri, bu bölgelerde küçük işletme kural haline geldi ve büyük bir küçük ve orta köylü kitlesi bu bölgenin nüfusunun ezici ço­ ğunluğunu meydana getirmeye başladı. Bunun gerçekleşmesiyle birlikte, bu bölgeler tefecilerin cenneti durumuna dönüştü. Köylülerin tarım araç ve gereçleriyle donatımı, genel olarak oldukça kötüdür. Bunlar hemen hemen hiç nakit para yedeğine sahip değildir. Yaptık­ ları tarımın düzeyini yükseltecek yardımcı kaynakları ise hiç yoktur. Kendi iş­ güçleri ile işleyebilecekleri ve ihtiyaçlarını karşılayabilecek büyüklükte topra­ ğa hiçbir zaman sahip olmadıklarından, sık sık çevredeki büyük toprak sahip­ lerinden toprak kiralamak zorunda kalmaktadırlar. Bunun sonucunda sürekli borç almak ve bu arada en kötü koşullara boyun eğmek zorunda kalıyorlar. Bu şekilde, köylü, hep borç ve faiz ödemek zorundadır ve emeğinin, ürününün büyük bir kısmı her yıl her türden asalak tarafından elinden alınmaktadır. Çok sayıda küçük banka ve bir sürü tefeci, bu çalışkan halkın sefaletinden her yıl korkunç karlar sağlamaktadır. Kemalistlerin ekonomi politikası sonucu büyük işletmelerin hızla artması, köylülüğün bu tabakasının parçalanmasını hızlan­ dırdı. Bu köylülüğün koşum hayvanı, kredi ve toprak darlığı giderilmeden, bunları tefecilerin elinden kesinlikle kurtarmadan, Türkiye'de tarım sorunu­ nun çözümünden söz edilemez. 3) Anadolu'nun batı ve güney bölgelerinde (Eskişehir, İzmir, Adana) tarım­ sal gelişme daha ileri bir durumdadır. Tarım önemli ölçüde mükemmelleştiril­ miştir. Toprak, Doğu Anadolu'da sayıları pek az olan feodal beyler tarafından ilkel bir biçimde gasp edilmiş ve Orta Anadolu'da küçük çiftçilerin yararına

parçalanmışken, burada ileri düzeydeki modern işletmeler biçiminde büyük toprak sahiplerinin elinde toplanmıştır. Boğazına kadar borca batmış olan küçük toprak sahipleri zamanla öyle sıkışık durumda kaldılar ki, toprakları­ nı zenginleşen komşularına ya da kendilerine borç veren şehirli burjuvalara devrettiler. Böylece kendileri toprak kiracısı, hatta gündelikçi durumuna bile düştüler. Bu bölgede birkaç bin hektar araziyi içine alan büyük işletmelere (çiftlikle­ re) rastlanmaktadır. Bu malikanelerde düzinelerle kiracı ve yüzlerce gündelik­ çi, kendisi çoğunlukla büyük bir şehirde, hatta Avrupa'da oturan bir tek beyin çıkarına çalışmaktadır. Ayrıca elinde sermayesi olan tarım uzmanları tarafın­ dan sistemli olarak sömürülen kiracı köylüler de vardır. Tarım araçları genel olarak gelişmiştir. Traktör ve buhar makineleri oldukça sık kullanılmaktadır. Hammaddeler ve ihracat için ayrılan ürünler (yün, tütün, keten, afyon, üzüm, zeytin vb.) öncelikle yetiştirilmektedir. Bu ürünleri işlemek için kurulmuş fab­ rikalar ender değildir. Bir tarımsal işgücü ordusu, mevsimlik olarak ihtiyaç duyulan yerlere gitmekte, buralarda kendilerinden istenen en ağır tarla işle­ rinde çalışmaktadır. Bu bölgede de küçük işletmeler vardır, ancak bunlar, Orta Anadolu'da taşıdığı öneme sahip olmaktan uzaktır. Kemalist parti, bu bölgenin zengin çiftçileriyle içli dışlıdır, onların ekonomik bakımdan kalkınmalarını bü­ tün imkanlarıyla desteklemektedir. Tarım Sorununun Kemalist Çözümü Nedir?

Bugüne kadar, Halk Partisi ve hükümeti, tahlilimizde ışık tuttuğumuz mese­ lelerin hiçbirini ciddi bir şekilde ele almadığı gibi, bu sorunlara kesin bir çözüm getirme isteğini de göstermedi. Ve bu, bir rastlantı ya da yalnızca ihmalkarlık değildir. Halk Partisi, Türkiye toplumunun diğer sınıflarını hakimiyeti altına aldığından beri, şehirlerde ve köylük alanlarda kar hırsıyla dolup taşan genç burjuvazinin siyasi örgütü olma durumuna gitgide daha fazla gelmektedir. Bu niteliğinden ötürü Halk Partisi, zorunlu bırakılmadıkça, toprak meselesinde geniş yığınların çıkarlarına uygun köklü bir çözüm bulma yeteneğinden yok­ sundur. Bununla birlikte, Kemalistler, köylülüğün Türkiye'deki toplumsal ağırlı­ ğının bilincindedir. Onlar, köylülüğün desteği, faal bir destek olmasa bile en azından sessiz desteği olmadan, iktidarda kalmalarının imkansız olacağını çok iyi bilmektedirler. Bunun için de, çıkarları olan çevrelerden gelen taleplerin baskısı altında, tarımda hakim koşulların çerçevesi içinde bazı düzeltmeler yaptılar. Bu düzeltmeler, değinmeye değer.

Daha 1923 yılının başında, İzmir'de toplanan İktisat Kongresi'nde çiftlik sa­ hiplerinin ağırlığı açıkça ortaya çıktı. Türkiye'nin dört bir yanından gelen 1.000 delegeden 600'ü köylük nüfusu temsil ediyordu. Ve tartışmalara hakim olanlar da bunlar oldu. Bunların arasında tarlasından gelen bir tek köylü bile olmama­ sı dikkate değer. Hepsi orta ve büyük çiftlik sahipleri ya da tarım uzmanlarıydı. Zengin köylülüğün bu temsilcileri kongreye, bir dizi reform önerisi getirdi. Bu öneriler, bir bütün olarak ele alındığında, tarım işletmelerinin ve tarım vergilerinin modernleştirilmesini hedef alan bir platform niteliğini taşıyordu. Kongre bu önerileri kabul etti. Elbette bu önerilerde bir tek kelimeyle bile yok­ sul köylülüğün dertlerine ve toprak açlığının giderilmesine değinilmiyordu. Bu sorun yalnızca bir komünist tarafından yönetilen işçi temsilcileri grubu tara­ fından ortaya getirildi. Kemal hükümeti, bunu izleyen dönemde, köylük bölgelerdeki halka karşı takındığı tutumunu Kongre'nin önerilerine göre ayarladı. Kemal hükümetinin bu alanda neleri gerçekleştirdiğini anlatalım. İlk adımda aşar kaldırıldı. Bu ortaçağdan kalma vergi yükü, Müslüman böl­ gelerin tarım üreticilerini ürünlerinin onda birini devlet hazinesine devretmeye zorunlu kılıyordu. Burada söz konusu olan, toprağın brüt veriminden peşinen alınan bir ayni vergiydi. Ürünün yetmemesi durumunda, köylünün tohumluğu­ nun bir bölümüne el konuyordu. Bu vergi, köylüler için gerçek bir işkenceydi ve onları, toprağını ortakçı olarak işledikleri toprak beyinin kölesi yapıyordu. Çünkü eski geleneğe göre aşar, toprak beyinin aracılığıyla toplanıyordu. Zengin toprak beyleri bu sayede ortakçılarını soymak ve baskı altına almak için mü­ kemmel bir araca sahip oluyorlardı. Bu eskimiş vergi sistemi, Türkiye'de 1924'e kadar uygulandı. 1924'te Kema­ list Millet Meclisi bütün köylülüğün ortak isteğine uygun olarak bu sistemin kaldırılmasını kararlaştırdı. Bu, tam da hükümetin acil olarak kaynaklara ih­ tiyacı olduğu sırada devlet bütçesinde büyük bir gedik açtı. Aşar, gerçekten de devlet gelirlerinin dörtte birini oluşturuyordu. Bu açığı kapatmak için, o zama­ na kadar önemsiz olan arazi vergisi sekiz kat artırıldı. Bunun yanı sıra, çiftçiler tarafından pazarlarda satılan tarımsal ürünlerin değerinin yüzde B'i tutarında bir vergi alınmaya başlandı. Böylece, üreticinin ailesinin, hizmetkarlarının ve hayvanlarının doğrudan doğruya tükettiği tarımsal ürünler her türlü vergiden muaf tutulmuş oldu. Ancak bu önlem, aslında yalnızca zengin köylülerin işine yaradı. Çünkü bunlar böylece, kendi tarırn işletmelerini yönetmek için büyük miktarda para tasarruf ettiler. Aşarın kaldırılması, ayrıca köylüleri pazarlara daha sıkı bağlayarak para dolaşımını hem hızlandırdığı hem de aksattığı için, önceden görülmeyen bir

geri tepmeye yol açtı. Reformdan önce, aynı zamanda yiyecek maddelerinin toptan ticaretini de yapan toprak beyleri, hem aşarı topluyor hem de köylünün aşağı yukarı bütün ürününü kısmen eskiden kalma vergiler, kısmen de borç ve faiz alacağı olarak elinden alıyorlardı. Genel olarak köylülerin elinde yalnızca kendi hayatlarını devam ettirebilecekleri kadar bir ürün kalıyordu. Böylelikle, köylülerin pazarla ilişkileri en basit bir hale getirilmişti. Ama şimdi köylülerin, eskisinin tam tersine, vergilerini ödeyebilmek ve çeşitli diğer giderlerini kar­ şılayabilmek için her an nakit paraya ihtiyaçları var. Ürünlerini kendilerinin pazara götürüp satması gerekiyor. Onlar için, toptancılarda olduğu gibi, kredi işlemleri söz konusu olamaz. Bu da küçük köylü işletmelerinin yoğun büyük işletmeler lehine dağılmasını hızlandıran etkenlerden biridir. Buna rağmen aşarın kaldırılması tarım alanında önemli bir ilerleme anlamına gelmektedir. Köylülüğün çoğunluğu bundan memnundur. Kemalist siyasetin köylüler ara­ sında, özellikle de köylülüğün en zengin tabakaları arasında başarılı olmasının sırrı bu reformda aranmalıdır. Tarımsal Kredi Sorunları

Daha Abdülhamid iktidarı altında, İmparatorluk hükümeti doğrudan ken­ di denetimi altında olan Ziraat Bankası'nı kurmuştu. Bu bankanın sermayesi, aşara eklenen bir ek vergiden elde edilen gelirlerle meydana gelmiştir. Demek ki, gerekli olan sermayeyi verenler, köylülerin bizzat kendi�eridir. Ama birkaç yıl sonra, para sıkıntısı içinde olan hükümet, Ziraat Bankası'nın bu fonlarını köylülerin hizmetinde kullanmaktan vazgeçti ve bunları hazine dairesinin sü­ rekli ihtiyaçlarını karşılamak için kullandı. Böylece, devlet bankaya, başka bir deyişle köylülere büyük bir borç yaptı. Köylü halkın ihtiyaçları Halk Partisi hükümetini kısa bir süre sonra bu mese­ leyle uğraşmaya zorladı. Bağımsızlık savaşında zafer kazanıldıktan ve milletle­ rin hayatı normal akışına döndükten sonra çiftçilerin kredi ihtiyacı kendini acil bir biçimde hissettirmeye başladı. Bu ihtiyacı bir ölçüde de olsa gidermek iste­ yen makamlar Ziraat Bankası'nın sallantılı durumuyla ciddi bir şekilde uğraş­ mak gereğiyle karşı karşıya kaldılar. Böylece 1924 yılının başında, eski rejimin bu bankadan devlet borçlarını karşılamak için aldığı paranın bir kısmının geri verilmesi kararlaştırıldı. Ziraat Bankası'na tam özerklik verildi ve başına bir Al­ man uzman getirildi. Bütün bu tedbirler sayesinde, bu kredi kurumu son üç-dört yıl içinde çok hızlı gelişti. Sermayesi günümüzde 30 milyon lirayı bulmaktadır. Türkiye'nin bütün bölgelerinde şubesi ve 270 yerde temsilcileri vardır. Ne yazık ki, köylülüğün yoksul tabakaları bu bankadan hemen hiç yarar­ lanamamakta ve böylece daima her türden tefecinin doymak bilmeyen para

hırsının kurbanı olmaktadır. Çünkü banka, düşük faizli krediyi ancak belirli büyüklükte arazinin ipotek edilmesi karşılığında vermekte ve böylece az top­ raklı ve nispeten küçük toprak sahibi köylüler ancak çok az miktarda kredi ala­ bilmekte ya da genellikle hiç alamamaktadır. Pek sık olan bir şey de, büyük toprak sahiplerinin bu bankadan çok büyük miktarda para almaları ve bu pa­ raları ticarete yatırmaları ya da tefecilik şartlarıyla ihtiyacı olan köylülere borç vermeleridir. Halk Partisi her ne kadar kredi sisteminin küçük çiftçilere yararlı olacak bir şekilde basitleştirileceğini vaat ediyorsa da, bugüne kadar bu yolda en ufak bir girişimde bile bulunmadı. Bugün, eskiden süregeldiği gibi, geniş köylü kitlele­ rinin kanı, tefeci ve vurguncular tarafından emilmeye devam ediyor. Feodal Kalıntıların Tasfiyesi

1925 yılı başında Kürtlerin büyük dinci, gerici ayaklanması, milliyetçi bur­ juvaziye Anadolu'nun Doğu illerindeki feodal düzenin kalıntılarını tasfiye et­ mek için iyi bir fırsat oldu. Hükümet, köklü tedbirler alacağına söz verdi. Ama ayaklanmayı kanla boğduktan sonra, soruna yalnızca siyasi ve idari bir çözüm getirmekle yetindi. 1926 sonunda Millet Meclisi'nin çıkardığı bir yasayla hü­ kümete, silahlı ayaklanmaya karışmış bölgelerden 1.500 aileyi batıya sürmesi konusunda tam yetki verildi. Bu aileler zorla yerleştirildikleri bölgelerde, terk ettikleri toprağa eş değerde toprak ve ayrıca hazine arazilerinden uygun bir taz­ minat alacaklardı. Buna karşılık Doğu illerindeki mülkleri devlete geçecekti. Devlet buralara Türk aileleri yerleştirmeyi hedef alıyordu. Ancak, bu yarım önlemlerle eğer feodalizmin gelenek ve ayrıcalıklarının kanunsuz bir şekilde sürdüğü bu bölgelerden, halkı esir durumunda tutan ay­ rıcalıklı toprak beyleri uzaklaştırılabilseydi, tedbirler ancak o zaman devrimci bir anlam taşıyabilirdi. Ama bu yasa gerçekte böyle bir amaçtan çok uzaktır. Bugün göçe zorlanan ailelerin büyük çoğunluğu oldukça mütevazı şartlarda yaşayan ailelerdir. Bu vatandaşlar, yalnızca bilgisizlikleri ya da bağnazlıkları yüzünden, Kemalist rejime karşı ayaklanan feodal önderlerin ardına takılma aptallığında bulunmuşlardı. Şimdi, bunları feodal önderlerden tecrit etmekle yetinmek yerine, hepsi birlikte başka bir bölgeye gönderiliyor. Öte yandan Ke­ malistlere bağlı ve Cumhuriyet hükümetine sadık kalan en büyük beyler, en zengin ve en güçlüleri, mülklerinin başında kalma ve bunları hiçbir sınırlama olmadan işletmeye devam etme hakkını korudular. Böylece Doğu illerindeki reform feodalizme değil, yalnızca Kemal hükümetine düşmanca tavır alan bazı feodallere indirilen bir darbedir.

Tarım İşletmelerinin Modernleştirilmesi

Kemalistler, tarım sorununun özünü kavramadı. Onlar için, bu sorunun can alıcı noktası, geniş yoksul köylü yığınlarının ve köle durumunda olan köylü halkın toprağa olan hasretini gidermek değildir; onlar için söz konusu olan, yalnız ve yalnız, kendilerinin de gördüğü gibi, gerçekten milli ekonominin can damarı olan tarımsal üretimin yoğunlaştırılmasıdır. Kemalistler, köylük böl­ gelerdeki huzursuzluğu ve kaynaşmayı ortadan kaldırmak için yalnız tarımsal yöntemleri değiştirmenin yeterli olacağı düşüncesindedir. Kemalistlerin yol gösterici ilkesi ise makineleşmiş büyük tarımsal işletmelerin geliştirilmesi ve ülkenin değişik bölgelerinin bir demiryolu ağıyla birbirine bağlanmasıdır. Tarımsal işletmelerin makineleşmesi şiarı, büyük toprak sahipleri ve köy­ lük alandan gelme bütün Kemalistler tarafından hararetle ileri sürülmektedir. Halk Partisi'nde, son yıllardaki alt üst olmalar sırasında zenginleşen ve şimdi tarıma yönelen birçok politikacı ve bürokrat vardır. Bu kimseler büyük işletme­ ler satın alıyor ve bunların araç ve gereçlerini ve tekniğini hızla mükemmelleş­ tiriyorlar. Bu durumda olan en az elli milletvekili vardır. Bunların başında, son dört yıl içinde Türkiye'nin en büyük toprak sahibi durumuna gelen Mustafa Kemal bulunmaktadır. Ankara dolaylarındaki çiftliklerinden 10 bin hektar bü­ yüklüğünde olanında 36 bin damızlık koyun vardır. Yine burada yağ, peynir ve yün gibi hammadde işlemek için birçok fabrika kurulmuştur. Bütün işletme, teknik bakımdan son derece mükemmelleştirilmiş yöntemlerle çalıştırılmak­ tadır. Kemal, bir broşür yayımlayarak böyle bir işletme çalıştırmanın yararla­ rından bahsetmekte ve diğer tarımsal işletme sahiplerinden kendisini örnek almalarını istemektedir. Bu örneğe uygun büyük tarım işletmeleri, özellikle İzmir, Adana ve Trakya bölgelerinde hiç de az değildir. Demiryoluna yakın bölgelerde, küçük köylü­ ler genç tarım burjuvazisi yararına tam anlamıyla mülksüzleşiyor. Ne yazık ki, Türkiye'de, küçük işletmelerden büyük işletmelere geçişin derecesini tam ola­ rak gösteren doğru istatistikler yoktur. Doğu Anadolu'da ise, modern tekniği uygulama isteği hiç görülmüyor. Bu iller ülkenin diğer kısmından hiç değilse ekonomik bakımdan, tümüyle tecrit olmuş durumdadır. Bi(çok yerde, ürün, yerel ihtiyacı iki yıl karşılayacak du­ rumdadır. Bunun için tahıl stoku yıldan yıla, bu iş için yapılmış özel çukurlar­ da doğanın etkilerinden korunarak saklanmak zorundadır. Burada her şeyden önce demiryolu ve karayolunun inşa edilmesi sorunu ortaya çıkıyor. Hüküme­ tin demiryollarını inşa planları gerçekleştirilecek olursa, Türkiye'de ekonomik bakımdan büyük bir refah dönemi başlayacaktır. Çünkü böylece artık tahıl it­ hal etmek zorunda kalınmayacak, büyük miktarda ihracat yapılabilecektir.

Son olarak bir de şuna değinmeliyiz: Tarımın sanayileşmesi ve traktör kul­ lanımı bir dizi yasal önlemle özendirilmiştir. Bu önlemler, asgari bir teminat karşılığında toprak kiracılarına ve mülk sahibi köylülere tarım araçları ve hep­ sinden önemlisi, taksitle traktör, indirimli fiyatlarla benzin ve petrol sağlama ve devlet tamirhanelerinden yararlanma imkanı vb. tanıyor. Bundan başka, 20 hektardan daha fazla bir alanı traktörle sürenlere, 10 ar başına 30 kuruş prim verildi. Tarımsal Sanayi

Türkiye'nin tarımsal üretimi, önemli ölçüde, sanayide kullanılabilir ham­ maddeler meydana getirir. Bu hammaddeler (yün, tütün, keten, deri, kuruye­ miş) hemen hemen yalnızca dışarıya ihraç edilmektedir. Daha eski rejim za­ manında, hiç olmazsa kısmen ülkenin kendisi için yarar sağlayacak tarımsal bir sanayinin yaratılmasına çalışıldı. Böyle bir sanayi gerçekten de kuruldu. Ancak bu sanayi büyük ölçüde Rumların elindeydi. Bunlar, 1922'de kaçarken bu sanayiyi neredeyse tümüyle tahrip etti. Milli zaferden sonra, kullanılmayan bu fabrikalardan geriye ne kalmışsa, hükümetin desteğiyle, girişimci burjuva unsurların eline geçti. Bunlar, hükü­ metin maddi yardımıyla daha geniş bir temel üzerinde yeniden kuruldu. Bu faaliyet başarıyla sonuçlandı. İzmir ve Aydın gibi savaştan en fazla zarar gören bölgelerde şimdi tarımsal sanayinin durumu savaş öncesi düzeyin üstüne çık­ mıştır. Burada 91 zeytinyağı fabrikası, 32 sabun fabrikası, 18 ispirto fabrikası ve değişik 90 işletme (değirmenler, makarna, kereste ve deri fabrikaları gibi) daha bulunmaktadır. Bu fabrikaların en büyükleri yeni inşa edilmiş, çoğunluğu ise restore edilmiştir. Dokuma ve deri sanayi, en gelişmiş olanıdır. Bu sanayi, büyük şehirlerde kurulmuş olduğundan, savaş sırasında zarar görmedi. Ordunun bütün elbise ve ayakkabı ihtiyacı askeri yönetime ait bu fabrikalardan karşılanmaktadır. An­ cak, bu sanayi dalının teknik düzeyi istenenin çok altındadır. Halk Partisi hükümeti özel girişimi harekete geçirmek, sanayinin yeniden donatımını ve gelişmesini hızlandırmak için elinden geleni yaptı. Askeri ida­ reye ait olan fabrikalar, devletin yalnızca hissedar olarak katıldığı anonim şirketler tarafından işletilmek üzere, Sanayi ve Maden Bankası'na devredildi. Böylece üretim aygıtını düzeltmeye ve yapılan değişiklikler sonucu akacağını tahmin ettikleri sermaye sayesinde bu girişimleri genişletmeye çalıştılar. Bu türden girişimlerin değeri 15 milyon lira olarak tahmin ediliyor. Türkiye, 1926'ya kadar şeker ihtiyacını tümüyle ithalatla karşılamıştır. Bu­ gün ise, biri Trakya (Alpullu), biri de Uşak'ta olmak üzere iki şeker fabrikasına

sahiptir. Bunların yıllık üretiminin 10 bin tonu bulduğu söylenebilir. Bu mik­ tar, 1925 yılında 55 bin tona erişen yıllık ihtiyacın beşte birini karşılamaktadır. Bu şeker fabrikaları Kemalist burjuvaziye dahil olan sermayedarlar tarafından kuruldu. Hükümet, hisse senedi satın alarak ve bu amaçla kurulan şirketlere büyük kolaylıklar tanıyarak, bunları etkili biçimde destekledi. Bu fabrikalar civarında şekerpancarı ekimi her yoldan desteklenmektedir. Aynı zamanda bu� ralarda toprağın şekerpancarı ekimiyle ilgilenenlerin elinde toplanması yolun­ da hummalı bir faaliyet görülmektedir. Bunun yam sıra, çıkarılan bir yasayla Türkiye'nin şeker üretimi yapılan bölgelere ayrılarak, bu bölgelerin her birinde ikinci bir şeker fabrikasının kurulmasının yasaklaması tipik bir örnektir. Böy­ lece, bu girişimler tekelci bir nitelik kazanmaktadır. Bazı durumlarda Ticaret ve Sanayi Bakanlığı, kamu yararına olan fabrika­ ların kurulmasında inisiyatifi doğrudan doğruya ele almaktadır. Diğerlerinin yam sıra Tosya'da (pirinç ekilen bir bölge) pirinçlerin kabuklarım ayıklayan ve aynı zamanda tohumluk pirinçleri ayırıp temizleyen büyük bir fabrika kurul­ muştur. Bu bölgelerde, pirinç üretimini geniş çapta artıracak sulama çalışma­ larının da yapılması gerekmektedir. Son olarak 1925 yılında çıkarılan bir yasaya değinmeliyiz. Buna göre, bütün devlet memurları yerli malı kumaş ve ayakkabı kullanmak zorunda bırakılmıştır. Tarım Kooperatifleri

Bundan üç yıl önce, tefecilere ve büyük ihracat firmalarına karşı köylülerin birlikte hareket etmeleri şiarım ilk kez ortaya atanlar komünistlerdi. Ama kü­ çük çiftçiler yerine Halk Partisi'yle birlikte büyük çiftçiler bu şiara sarıldılar ve kooperatifler kurmaya başladılar. Bu kooperatiflerde birleşenler, özellikle sa­ nayi ürünleri (tütün, pamuk, keten) yetiştirilen çiftçilerle, yabancı sermayenin baskısından kurtulmak için kooperatiflere sarılan üzüm üreticileri oldu. Çün­ kü, aşağı yukarı bütünüyle ihracat için yetiştirilen bu malların üretimi büyük maddi imkanlara ihtiyaç göstermekte ve bu bölgelerde ürünlerin işlenmesin­ den 2-3 ay kadar önce krediye talep müthiş artmaktadır. Ancak ülkenin dış tica­ reti aynı zamanda kredi veren bir avuç yabancı sermaye grubu elinde tekelleş­ miş olduğundan, tarım üreticilerinin kaderi, fiyatları istedikleri gibi ayarlayan bu yabancı sermayedarların elindeydi. Kemalist çiftçiler, kredi kooperatifleri ve genel satış şirketlerinde toplanarak bu bağımlılıktan kurtulmaya ve küçük çiftçiler üzerindeki etkilerini sağlamlaştırmaya çalıştılar. Bursa ve Samsun'un tütün üreticileri arasında, Adana'nın pamuk üreticileri ve İzmir'in üzüm üreticileri arasında, düzinelerle bu gibi kooperatifler kuruldu. Ama tecrübe göstermiştir ki, bu örgütler köylülerin ticaret sermayesi tarafın-

dan sömürülmesini azaltmaktan uzaktır. Tam tersine bunlar, bu örgütleri yö­ neten yerli tarım burjuvazisinin, dış ticareti yabancı sermayedarların elinden alma mücadelesine hizmet etti. Bunun yanı sıra, bu girişimlerin çoğunlukla başarısızlığa uğradığını söyle­ yebiliriz. Bu kooperatiflerin birçoğu faaliyetlerini durdurmak zorunda kaldı. Geniş köylü kitleleri arasında ise, pek cesaret verici olmayan birkaç girişim dı­ şında, gerçek anlamıyla bir kooperatifçilik hareketinden söz etmeyi mümkün kılacak örnek yoktur. İkinci bir makalede, Kemalistlerin ticaret ve sanayi alanlarındaki ekonomik çalışmalarından söz edeceğiz. Ancak bundan sonra, bu tip bir gelişmenin nite­ liği ve böyle bir gelişmenin muhtemel yönleri konusunda vardığımız sonuçları topluca ortaya koyacağız.

B. Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] ÇİN MESELESİ276 23 - 26 Mayıs 1927

Bence en önemli olan ve muhalefetin tümüyle yanıldığı bir mesele, eko­ nomik bakımdan geri ülkelerdeki milli burjuvazinin devrimci önemini değer­ lendirme meselesidir. Troçki yoldaş, devrimci milli burjuvazi ile tutucu büyük burjuvazi arasında en ufak bir fark olmadığını söyledi. Bu genellikle doğrudur. Ama yalnızca Batı ülkeleri için doğrudur. Doğu'nun geri denilen ülkelerine baktığımızda, özellikle devrimci bir dönemde böyle bir fark gerçekten vardır. Bunu en açık bir şekilde Türkiye'de gördük. Ve bu olay çok doğaldır. Ülkenin bütün kaynaklarına el koymuş ve ülkeyi sömürmek için elverişli şartları hü­ kümete dayatmış bulunan yabancı sermaye, bu ülkelerdeki milli burjuvazinin ekonomik gelişmesini tam anlamıyla engellemektedir. Uyanmakta olan yerli burjuvazi, her şeyden önce kendi ülkesini ekonomik bakımdan ele geçirmek zorundadır. Yerli burjuvazi, emperyalist sermayeye karşı mücadeleye başladı­ ğı anda, uluslararası mali sermayenin ajanları ve müttefikleri olan zenginleş­ miş bir yurttaş kesimiyle (büyük burjuvazi) karşı karşıya gelmektedir. Yabancı sermayeye bütünüyle teslim olmuş Türkiye'deki kapitalist büyük burjuvaziye milli devrim ve bütün halk uzun bir süre ülkeye yabancılaşmış gözüyle bak­ tı. Burjuvazinin iki kanadı arasındaki bu düşmanca zıtlık, milli burjuvazinin 276

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi Sekizinci Genel Toplantısı'nda Konuşma (23-26 Mayıs 1927). Ferdi (Türkiye), "Diskussion: Ferdi(Türkei)", Die Chinesische Frage (Çin Meselesi), Cari Hoym & Nachfolger, Komintern Yayını, Mayıs 1927, s.86-94.

ve küçük burjuvazinin devrimci eğilimini daha da artırmakta ve onları mevcut düzeni yok etmeye ve bu durumu sürekli hale getiren feodalizmin temellerini yıkmaya yöneltmektedir. Aynı şekilde emperyalist sermayenin sömürüsüne ve ayrıcalıklı sınıfların yarıfeodal baskısına direnen proletarya ve köylülük, bu milli burjuvazide en doğal müttefikini buluyor. Öyleyse, milli burjuvazi dev­ rimci yolda ilerlemeye hazır olduğu sürece, bu sınıflar mücadeleyi aynı antiem­ peryalist bayrak altında yürütmelidir. Bu koşullar altında, proletarya ve onun sınıf partisi için devrimci milli burjuvazi ile bir blok kurmaktan daha doğal bir şey olamaz. Troçki yoldaş, geri ülkelerin büyük burjuvazisi ile kapitalist ülkelerin büyük burjuvazisini aynı kefeye koymakla çok büyük bir hata işliyor. Kapitalist ülke­ lerde büyük burjuvazinin kendisi milli burjuvazidir ve burjuvazinin iki kanadı arasındaki mücadele, sanayi sermayesiyle mali sermaye arasındaki düşmanca zıtlığın bir ifadesidir. Ülkenin ekonomik kaynakları bütün olarak onların em­ rindedir. Buna karşılık geri ülkelerdeki büyük burjuvazi uluslararası mali ser­ mayenin yalnızca bir uzantısıdır; milli niteliği olmayan yozlaşmış ve yiyici bir sınıftır. Genç milli burjuvazi kendi ülkesinde kendisini yabancı hissetmektedir. İşte ona karakterini veren, bu özelliğidir. Bu sınıf, ülkeyi sömürme imkanları üzerindeki hakimiyet hakkını, emperyalizme ve ajanlarına karşı savunmak zo­ rundadır. Milli burjuvazinin işte bu devrimci niteliği bir kere ortaya çıktıktan sonra, proletaryanın örgütü olarak, bizim, burjuvaziyle emperyalizm arasında silahlı bir mücadele başladığında bu burjuvaziyle doğrudan doğruya bir blok kurmamız gerekir. Hatta Çin'de olduğu gibi, bazı koşullar altında proletarya partisinin, kapitalist devletlerin pençesinden ve feodalizmden ülkeyi kurtarma hedefini güden bir örgüte girmesi zorunlu hale de gelebilir. Partinin yeri, em­ peryalizmin hegemonyasına karşı birçok sınıfın oluşturduğu böyle bir blokun içindedir. Önemli bir başka gerçek daha Komünist Partisi'nin Guomindang gibi milli devrimci bir örgüte girmesini haklı göstermektedir. Ülkeyi başarıyla kurtulu­ şa götüren örgüt, tıpkı Türkiye'de gördüğümüz gibi (Kemal ve arkadaşlarına Türk halkının kurtarıcıları gözüyle bakılmaktadır) o milletin gözünde öylesine büyük bir itibar ve sevgi kazanır ki, zafer kesinleştikten sonra, kurtuluşu örgüt­ leyenler olarak görülenlerin elinden iktidarı almak bir süre için imkansızdır. Eğer komünist partisi mücadelenin yönetimini tek başına yüklenecek durum­ da değilse, en azından bu yönetime katılması gerekir. Böylelikle, zafer kazanıl­ dığı zaman bundan doğacak itibarın bir kısmına sahip çıkabilmeli ve bundan, köylülük ve küçük burjuvazi ile müttefik olan ve devrimci şiddete başvuran proletaryanın hegemonyası için yararlanmalıdır. Bu blokun içinde komünist partisinin bağımsızlığının ve eleştiri hakkının korunması gerektiği açıktır.

Muhalefet, proletaryanın hareketin yönetimini tek başına üstlenebileceğini ve emekçi kitlelerin yardımıyla devrimin zaferini güvence altına alabileceği­ ni söylüyor. Bu doğru olsa bile, komünizmden ürken küçük burjuva kitlelerini devrime bağlamak için, Guomindang tipi bir örgütten komünist partisinin bir kopyası olarak yararlanmak doğru olacaktır. Bununla birlikte, nesnel koşulla­ rın gösterdiği gibi, Çin'de, Türkiye'de ve başka ülkelerde milli kurtuluş müca­ delesini proletaryanın tek başına başarıya ulaştıramayacağı kesindir. Bu müca­ deleyi başlatan burjuvazidir, proletarya ve köylülük ise ona, burjuva demokra­ tik ve kapitalist olmayan devrim yönünde ilerletirler. Lenin, bizi desteklemeleri sağlanabilecek bütün toplumsal tabakaların, bu destek yalnızca kısa bir süre için söz konusu olsa bile, devrimci mücadelemiz için kazanılmasının önemine dikkatimizi çekmiyor muydu? Proletaryanın mutlak bağımsızlığından ve müca­ delenin önderliğinin onun tekelinde olmasından söz ettiğimiz zaman, gerçek­ ten çok devrimci bir poza bürünüyoruz, ancak bu, lafta keskinlikten başka bir şey değildir. Zaferin güvencesi, güçlerin doğru olarak değerlendirilmesinde ve eylemde yatar. Şimdi üçüncü meseleye, Sovyetler'in kurulmasıyla ilgili meseleye geliyo­ rum. Bu mesele, 2. Dünya Kongresi'nde, Lenin'in tezleriyle, bütün incelikleri ve ayrıntılarıyla, ilke açısından kesin bir şekilde karara bağlandı. Geri ülkelerde kurtuluş devrimleri sırasında Sovyetler kurulabilir. Bizim için mesele, Çin'de esas olarak Sovyetler kurma imkanının var olup olmadığı değildir. Saptama­ mız gereken mesele, daha çok, Çin Devrimi'nin içinde bulunduğu, şu anda Sovyetler kurulmasının ve Sovyetler kurulmasıyla ilgili şiarın ileri sürülmesi­ nin doğru olup olmadığıdır. Devrime Guomindang'ın önderlik etmesini ve Ko­ münist Partisi'nin Guomindang'a katılmasını kabul ettiğimiz şu anda Çin'de Sovyetler'in kurulması şiarının ortaya atılamayacağı kanısındayız. Bu, yalnız­ ca durumu daha karışık bir hale sokacak ve devrimin önderliğini dağıtacaktır. Çünkü bunun sonucunda ortaya çıkacak iki ayrı hükümet, zorunlu olarak fe­ lakete sürükleyecek çatışmalara neden olacaktır. Ama eğer devrim bizim iste­ diğimiz yönde gelişirse, hiç şüphesiz çeşitli yerlerde, çeşitli adlar altında ve çeşitli biçimlerde kendiliğinden Sovyetler kurulacağına inanıyorum. Böyle bir durumda, elbette Parti'mizin görevi, kendiliğinden ortaya çıkan bu Sovyetler'i geliştirmek, bunların önderliğini ele geçirmeye çalışmak ve bu Sovyetler'e kar­ şı düşmanca tavır almasını engellemek için Guomindang'a baskı yapmaktır. Bu yüzden Parti, bu iki mücadele aracını belli bir süre için birleştirmeye çalışmak zorundadır. Şimdi, Türk Milli Devrimi ile Çin Devrimi arasındaki benzerlikler ve ayrılık­ lar meselesine geliyorum. Yürütme Komitesi'nin bu şubelerin deneylerinden çıkarılan derslerden en geniş ölçüde yararlanması gerektiği düşüncesindeyim.

Burada Türk Milli Devrimi 'nden ve Türkiye Komünist Partisi 'nin bu devrim kar­ şısındaki tutumundan gerekli derslerin çıkarılmaya çalışıldığını memnuniyetle gördüm. Bununla birlikte, bu deneyler ve bu deneylerden çıkarılmaya çalışılan dersler, ne yazık ki, gerçeklere yeterince uygun bir şekilde ele alınmıyor. Muhalefet, her şeyden önce iki devrim arasındaki ayrılıkları hiç dikkate al­ madığı için feci bir şekilde yanılmaktadır. Petrov yoldaşın söylediği de doğru değildir. Petrov yoldaş, Kemalistler ba­ şından beri oldukça tutucu ya da gerici olarak ortaya çıktıkları için, Kemalist­ lerin desteklenmesi veya onlarla işbirliği gibi bir mesele ortaya atılamaz diyor. Hayır, Kemalist hareket 1919 ile 1922 arasındaki devrimci savaşlar döneminde, tıpkı Guomindang gibi, hatta Guomindang'ın sol kanadı gibi, milli kurtuluş ve burjuva devrimi hedefini güttü. Emperyalizme karşı savaşlar boyunca komü­ nistler, Mustafa Kemal'in temsil ettiği Müdafaai Hukuk Cemiyeti'ni destekle­ meliydiler ve desteklediler. İki devrim arasındaki farklılıklar nelerdir? Şimdi bu farklılıkları ele alalım. Çin ve Türkiye Devrimi arasındaki birinci ve kanımca en temel fark, Türkiye Devrimi'nin, ülkenin en önemli sanayi mer1\ezlerinin müttefiklerin emperyalist orduları tarafından işgaline karşı bir tepki olarak başlamasıdır. Bu yüzden Türkiye proletaryası kitleleri, bağımsızlık sa­ vaşının kanlı çatışmalarının sürdüğü bölgelerden tecrit oldu. İkinci fark, Türk Milli Devrimi 'nin bir içsavaşın sonucu değil, ancak doğrudan doğruya yabancı devletleri hedef alan bir savaşın sonucu olmasıdır. Köleleştirilmek üzere olan Türkiye halkı, düşmanları olan emperyalist İttifak Devletleri'ne karşı savun­ maya girişti. Üçüncü fark, Dünya Savaşı'na katılmanın ve yenilginin sorumlu­ luğunu taşıyan büyük burjuvazinin, devrimden henüz kısa bir süre önce ikti­ dardan uzaklaştırıldığı ve halkın gözünden çok düştüğü için, milli mücadeleye katılmaya cesaret edememesiydi. Yine de Müdafaai Hukuk Teşkilatı içinde bu burjuvazinin emperyalizmin kayıtsız şartsız hizmetinde olan bazı temsilcileri vardı. Ama sınıf olarak büyük burjuvazi milli kurtuluş mücadelesinde hiçbir rol oynayamıyordu. Türkiye proletaryasının devrime çok etkin bir şekilde katılamadığı doğru­ dur. Bunun bir tek nedeni vardır, o da, Türkiye proletaryasının emperyalist dev­ letlerin askeri işgali altındaki bölgelerde bir anlamda hapsedilmiş olmasıdır. Bu tesadüfi durumu, Türkiye proletaryasının sayıca azlığına bağlamak ha­ talı olur. Stalin yoldaş, Afganistan, İran ve Özbekistan'la kıyasladığı Türkiye'de devrim meselesinin Çin'dekinden değişik olarak ele alınması gerektiğini söy­ lerken, Türkiye'nin koşulları hakkında herhalde yanlış bilgi edinmişti. Bu iddianın doğru olmadığı açıktır. Türkiye'nin toplumsal yapısı daha çok Bal­ kan ülkelerine ve Sovyetler Birliği 'ne benzemektedir. Türkiye yaklaşık olarak

25 seneden beri kapitalist gelişme yoluna girmiş bir ülkedir. Daha devrim sıra­ sında bile asgari düzeyde bir sanayi vardı. Ne var ki, ortaya koyduğum Türkiye ile Çin Devrimi arasındaki farklılıklar, aynı şekilde emperyalizme, Osmanlı istibdadına, halifeliğe ve feodalizme kar­ şı olan ve birçok toplumsal sınıfın aktif olarak katıldığı Türk milli hareketinin niteliğini hiçbir şekilde değiştirmez. Milliyetçi örgüt, tıpkı Guomindang gibi, siyasi bir parti değildir. Bu, "Türkiye'nin bağımsızlık haklarını müdafaa" için kurulmuş bir cemiyettir. Örgüt de kendini böyle adlandırıyordu ve içinde he­ men hemen bütün sınıflar temsil ediliyordu. Örgüt, öncelikle, kapitalist bur­ juvazi olmak yolunda ilerleyen Anadolu'daki orta burjuvazinin yönetimi al­ tındaydı. Küçük burjuvazi, köylülük ve proletaryanın belirli bir kesimi örgütte etkin olarak yer alıyordu. Proletaryanın siyasi örgütü olan Komünist Partisi bu cemiyete katılmadı. Komünist Partisi bunun dışında kaldı ve mutlak bağımsız­ lığını korudu. Bu özelliğin dışında Müdafaai Hukuk Cemiyeti, Türkiye'de burju­ va demokratik bir rejim kurmak için emperyalizme ve feodalizme karşı birlikte mücadele eden birçok sınıfın oluşturduğu bir bloktu. Birçok sınıfın oluştur­ duğu bu örgütün başında, daha çok milli burjuvaziyi temsil eden politikacılar ve generaller bulunuyordu. Demek ki, hareket, bu burjuvazinin hegemonyası altındaydı. Ancak bu genç burjuvaziyi Çin'deki kompradorlarla kıyaslamak ol­ dukça güçtür; bu burjuvazinin yabancı sermaye ile hiçbir ilişkisi yoktu ve ül­ kenin mutlak bağımsızlığını gerçekleştirmek istiyordu. Mücadeleyi gerçekten de emperyalizmin yenilgisine, istibdadın ve halifeliğin kaldırılmasına kadar destekledi. Komünist Partisi'nin bu hareket içinde rolü neydi? Türk Milli Devrimi'nin en ilginç dönemi, legal bir parti olarak Komünist Partisi'nin baskı altına alındığı 1921 yılına kadar geçen dönemdir. Milli hareket, milli burjuvazinin yukarıdan örgütlediği bir hareket olarak değil, ülkenin en kalabalık bölgelerinin emper­ yalizmin paralı askerleri tarafından işgaline karşı köylü halkın kendiliğinden bir ayaklanması olarak başlamıştı. 1919 başından 1920 yılının sonuna kadar müttefik emperyalistlerin Anadolu'ya sürdüğü Yunan ordularına karşı silahlı direniş, bütünüyle, efelerin önderliği altındaki köylü çeteleri tarafından yürü­ tülüyordu. Bu dönemde Komünist Partisi legaldi ve çok geniş bir faaliyet göste­ riyordu. Parti'nin, biri Ankara, diğeri Eskişehir'de olmak üzere iki siyasi organı vardı. Parti, ayrıca İstanbul 'da çıkan teorik bir yayın organına sahipti. Parti 'nin faaliyeti ve propagandası, yoksul köylü kitleleri arasında ve bu kitlelerin bağ­ rından çıkan silahlı çeteler arasında oldukça devrimci bir tutum yaratmıştı. Bu halk tabakaları içinde Komünist Partisi'nin lehinde güçlü bir akım gelişiyordu. Bu çetelerin en etkili önderlerinden biri olan süvari komutanı Ethem, bu silahlı köylü kitlelerinin baskısı karşısında Komünist Partisi ile ilişki kurmak ve ken-

disinin komünizm taraftarı olduğunu açıkça belirtmek zorunda kalmıştı. Aynı şekilde, 1920'nin sonuna doğru milli hareketin ana kuvvetleri de Komünist Partisi'nin etkisi altına girmek üzereydi. Hatta cephe gerisindeki bölgelerde askeri birlikler arasında toprak devrimini savunan "Yeşil Ordu" adı altında bir örgüt doğmuştu. Milli hareketin bu beklenmeyen yönelimi, Türkiye Müdafaai Hukuk Cemiyeti yöneticilerinin huzursuzluk duymaya başlamalarına neden oldu. Durumlarının daha da kötüleşmesini önlemek üzere Kemal ve taraftarla­ rı cephe gerisinde muvazzaf subayların yönettiği düzenli bir ordu kurmak için tedbirler aldılar. Bu amaçlarını gerçekleştirmek için, Ermeni Taşnak hükümeti­ ne karşı kazandıkları savaşta ellerine geçen silah ve cephaneden faydalandılar. Bu ordunun iç çekirdeği cepheye gönderildi ve kendisine verilen ilk görev, bu silahlı köylü çetelerini düzenli birliklere katmak ve yeniden örgütlemek oldu. Bu, çetelerin elinden her türlü bağımsız hareket etme imkanının alınması an­ lamına geliyordu. Bu çetelerin önderi böyle bir hakimiyet altına girmemesi ge­ rektiğine inanarak silahlı bir isyana girişti ve Kemal'in şimdiki başbakanı İsmet Bey'in komutası altındaki orduya karşı mücadelenin başına geçti. Bağımsızlık mücadelesinin ilk dönemi olan 1921 yılı başında milli ordulara karşı büyük bir hücumun başlayacağı sırada, milli ordunun iki kanadı arasındaki kanlı müca­ delenin bu acı oyununa tanık olduk. Düzensiz çetelerle düzenli ordu karşılıklı savaşa tutuştular. Bu mücadelede köylülük yenik düştü, önderleri ise boyun eğmektense düşmana katılmayı yeğ tuttular ve böylece toprak devrimi davası­ na ihanet ettiler. O günden itibaren hareketin hakimiyeti ve önderliği bütünüy­ le Mustafa Kemal 'in, yani milli burjuvazinin eline geçti. Burada Çan Kayşek'in ihaneti ile belli bir kıyaslama yapabiliriz. Çin'de bu kopma, işçi ve köylülerin hareketinin ve Komünist Partisi'nin güç­ lü olması yüzünden, yalnızca Guomindang içinde bir bölünmeye ve devrimin kısmi bir yenilgisine yol açtı. Türkiye'de ise, işçi hareketinin zayıflığı ve prole­ taryanın esas kitlelerinin emperyalistlerin işgali altındaki bölgede hapsedilme­ si sonucu, Kemalistlerin köylü hareketini bastırması ve yeni burjuvazinin Milli Devrim'in önderliğini tekeline alması mümkün oldu. Kemal, köylülerin silahlı çetelerini yok etmekle yetinmedi. Halk tarafından sevilen Komünist Partisi'ni de hain ve isyancı olarak ilan ettiği kimselerle bağ­ ları olduğu bahanesiyle dağıttı ve yasakladı. Tutuklanmaları emredilen Parti önderlerinin her biri olağanüstü bir mahkeme önünde lS'er yıl kürek cezasına mahkum edildi. Komünist Partisi'nin tasfiyesi ve köylü hareketinin bastırılmasından son­ ra milli kurtuluş hareketi yalnızca orta burjuvazinin ve Anadolu'daki zengin köylülüğün bir hareketi haline dönüştü. Bu sırada Komünist Partisi'nin önderi olan Mustafa Suphi, 15 yoldaşıyla birlikte Rusya'dan Türkiye'ye geldi. Yoldaş-

lar, yapay bir şekilde kendilerine karşı kışkırtılan halkın çok kötü muamele­ siyle karşılaştılar ve alçakça katledilerek Karadeniz'e atıldılar. Sonuç olarak, Guomindang gibi birçok sınıfın örgütü olan milli örgütün, daha kurulduğu ilk yılda, proletaryayla ve yoksul köylülerle işbirliğinden uzaklaştığını ve komü­ nizme karşı düşmanca bir tutum aldığını görüyoruz. Bununla birlikte komünist propaganda, kitleleri harekete geçirmeye devam etti. Hareket, her gün şu ya da bu şekilde kendini gösterdi. Kemalistler, bir yandan gerçek komünist önderleri komünizmi arzulayan kitlelerden koparmak, öte yandan, hiç şüphesiz mütte­ fiklerini (Sovyetler Birliği'ni) yatıştırmak için sahte komünistlerden meydana gelen, aslında milliyetçilerin oluşturduğu resmi bir Komünist Partisi kurmak zorunda kaldılar. Bu Parti'nin önderlerinden biri, Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi'nde Türkiyeli komünistleri temsil etmek üzere 1921 yılında Moskova'ya gönderildi. Bizde, Türkiye'de, devrimci köylü hareketinin ve halkın sevgisini kazanmış Komünist Partisi'nin tasfiyesi işi, milliyetçilerin sağ kanadı tarafından, tutucu burjuvazi tarafından değil, tersine, milli burjuvazinin radikal sol kanadı tara­ fından, burjuva devrimini kuvvetle ve samimi olarak sonuna kadar götürmeye kararlı olan ve işçileri, köylüleri hakimiyeti altına almayı kendine görev edin­ miş olan burjuvazi tarafından yürütüldü. Silahlı köylü çetelerini yok etmesi emperyalizme karşı mücadeleyi zayıflatmadı. Kemalistler emperyalist ordular karşısında tam bir zafer kazandıktan sonra, öncelikle örgütleri içinde ortaya çı­ kan ve " İkinci Grup" adını taşıyan sağ kanadı tasfiye ettiler. Bu hizip, devrimin, sultanlığın kaldırılmasına kadar ilerletilmesine karşıydı. Burjuvazinin en radi­ kal üyeleri olan Kemalistler bu sağ kanattan ayrıldılar, istibdadı ve halifeliği tasfiye ettiler ve burjuva devrimini oldukça ileri bir çizgiye kadar sürdürdüler. Ancak yıllar sonra, her geçen gün daha fazla kapitalist tarafa geçiyor, yabancı sermayeyle uzlaşıyorlar. Yine Çin Devrimi'ne dönecek olursak, kitle hareketinjn güçlendirilmesini, işçilerin ve köylülerin silahlandırılmasını, proletaryanın hegemonyası altına sokulması için Guomindang'la işbirliğini ve burjuvaziyle büyük toprak sa­ hiplerine karşı uzlaşmaz bir mücadeleyi vb. önerdiği sürece Buharin yoldaşın karar tasarısıyla aynı fikirde olduğumuzu belirtirim ... Çin Devrimi'nin zafere ulaşacağına, işçi ve köylülerin diktatörlüğü altında kapitalist olmayan bir çizgi izleyeceğine eminiz. Yeter ki kar�eş partimiz manevra yapmayı ve Komintern'in doğru talimatlarını pratiğe uygulamayı başarsın. Çin Komünist Partisi, durmak bilmeyen bir çalışmayı gerektiren karmaşık ve zor görevlerini mutlaka yerine getirecektir.

B. Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] KEMALİZM KAPİTALİST GELİŞME YOLUNDA277 31 Mayıs 1927

Mehmetçiğin kahramanlığı, Türkiye'de bağımsızlık için mücadele eden orduların parlak bir zafer kazanmasını mümkün kıldı. Bu zafer, müttefiklerin paralı askerleri yenilerek kazanıldı. Daha 1922 yılı bile bitmeden istilacı ordu­ lar denize dökülerek ya da tutsak edilerek, Anadolu bunlardan tümüyle temiz­ lendi. Kurtuluş Savaşı'nı tamamlamak için büyük bir sabırsızlık içinde olan silahlı halk kitleleri, İngiliz işgali altındaki İstanbul kapılarında ve Çanakkale Boğazı'nda mevzilenmiş bekliyorlardı. İşte Kemalistler, bu olağanüstü elverişli durumdan Lozan'da yararlanma­ yı ve Türkiye'yi emperyalizmin, nedeni ne olursa olsun, her türlü müdahale­ sinden kesin olarak kurtarmayı bilemediler. Kemalistler, siyasi bağımsızlıkla ilgili bütün konularda katı ve uzlaşmaz bir tutum takındıkları halde, ekono­ mik konularda o kadar katı davranmaya gerek olmadığını düşünüyorlardı. Bu noktada roller değişmişti. Müttefik devletlerin delegeleri, Türkiye'de kazanmış oldukları haklar konusunda bir karış bile gerilemek niyetinde değildi. Her türlü siyasi ayrıcalığın ekonomik baskı sonucunda elde edileceğini çok iyi bil­ dikleri için, kendi açılarından en küçük bir taviz anlamına gelebilecek çözüm önerilerine imza atmadılar. Türkiye'nin devlet borçları meselesi bile, Lozan Antlaşması'ndan çıkartılmış ve ertelenmişti. Bugün bu sorun hala ortadadır. 277

B. Ferdi, "Der Kemalismus auf der Balın der kapitalistischen Entwicklung" (31 Mayıs 1927)", Die Kommunistische Intemationale, sayı 22, 31 Mayıs 1927, s.1076-1087.

Gümrük sorununda ise, Kemalistler, 1928 yılına kadar geçerli olan ve eski güm­ rük hadlerini birkaç değişiklikle aynen tekrarlayan geçici bir çözümü zorla ka­ bul ettirdiler. Yani Türkiye Cumhuriyeti, ancak 1928'de, siyasi kurtuluşundan tam 5 yıl sonra, tam anlamıyla bağımsız bir gümrük rejimine sahip olabilecekti. Yabancı sermayenin elindeki haklara ve büyük kapitalist işletmelere gelince, Kemalistler, ülkede yürürlükte olan yasalara uymaları şartıyla bunların yasal­ lıklarını tanıdılar. Kemalistler, kapitülasyonlar (Çin'dekilere benzer bir tür eşit olmayan antlaşmalar) kaldırıldığına göre, eşit koşullarda mücadele ederek ya­ bancı sermayeyi ülke ekonomisindeki stratejik mevzilerinden kovabileceklerini sanıyorlardı. Hiç kuşkusuz bu, kendi ülkesinin doğal zenginliklerini ve işgücü­ nü kendinden başka hiç kimsenin sömürmeye hakkı olmadığını düşünen, ama öte yandan da uluslararası sermayeyle ilişkilerini tümüyle koparmayı tehlikeli bulan milliyetçi burjuvazinin tipik tutumudur. Onun uluslararası sermayey­ le ilişkilerini koparmaktan çekinmesinin nedeni, ileride yabancı sermayeden yardım isteme durumunda kalacağını hesaplamasıdır. Ülkenin siyasi bağım­ sızlığını emperyalist devletlere kabul ettiren genç Anadolu burjuvazisinin ön­ derlerinin, bu beklenmedik sonuç karşısında gözleri kamaşmıştı. Artık bunun arkasının kendiliğinden geleceğini sanıyorlardı. Ve o zamana kadar kazandık­ larını tehlikeye atmak yerine, belirsiz çözümleri kabullenmeyi ya da emperya­ listlerle taban tabana zıt düşündükleri anlaşmazlık konularını bile ertelemeyi yeğ tuttular. Kemal Paşa hükümeti, Lozan Barış Antlaşması'nın imzalanmasın­ dan sonra, tıpkı İttihat ve Terakki hükümetinin 1908 Devrimi'nden sonra kar­ şılaştığına benzer zorluklarla karşılaştı. Ne var ki, bu iki durum arasında çok büyük bir fark vardır; o da bugün dünya kapitalizminin çöküş dönemine girmiş ve proletaryanın dünyanın önemli bir bölümünde iktidarı burjuvaziden almış olmasıdır. Türkiye'de yerine getirilmesi gereken görev, çetin bir görevdir. Ab­ dülhamid, otuz üç yıllık sultanlığı sırasında, iktidarda kalabilmek için, rakip emperyalist devletlerin kah birine kah diğerine ayrıcalıklar tanıyarak bunların birbiriyle sık sık çelişen hırslarını tatmine çalışmıştı. Sonuç olarak, Türkiye'nin tüm milli ekonomi kaynakları, yabancı sermayenin mülkiyetine girdi. Ekono­ mik faaliyetin bütün alanlarında hızla ilerleyen ayrıcalıklı yabancı sermaye, orta tabakaları kelimenin tam anlamıyla boğmuş ve boy ölçüşemeyecekleri bir rekabet yaratarak gelişmelerini engellemiştir. Orta sınıfın en ileri tabakaları, servetlerinin bu sistemli talanına bir son vermek amacıyla İttihat ve Terakki ko­ mitesinin önderliğinde başkaldırdılar ve bir anayasa getiren ve Abdülhamid'in mutlakıyetçi istibdadını yıkan devrimi gerçekleştirdiler. Ama bu " İttihat ve Terakki" burjuvazisi, iktidara geldiği sırada, emperya­ list kuşatma nedeniyle, dış destekten yoksundu. Bu yüzden, ülkeye babası­ nın evi gibi yerleşmiş olan uluslararası mali sermayeden ülkeyi kurtaramadı.

Dolayısıyla bu toy ve üstelik de son derece ürkek burjuvaziye, birbirine rakip emperyalist gruplardan birinin dostluğunu kazanmaktan başka yapacak bir şey kalmıyordu. Sonuç olarak, hızla yozlaştı ve yabancı sermayenin komisyon­ cusu ve ortağı durumuna düştü. Ancak savaşın yol açtığı türden olağanüstü koşullar sonucunda, Türk hükümeti "kapitülasyonları" kaldıracak ve kendi bağımsız gelişmesini güvence altına alacak inisiyatifi bulmuştur. Türkiye'deki devlet aygıtının her alandaki kesin hakimiyeti, bu bağımsız gelişmeyi kolaylaş­ tırmaktadır. Anadolu orta sınıfının Kemal'in Partisi tarafından temsil edilen varlıklı ta­ bakaları için, Lozan Barış Antlaşması'nın imzalanmasından sonra, daha elve­ rişli bir ekonomik gelişme ortamı doğdu. Bu arada emperyalist kuşatmada bü­ yük bir gedik açılmasının yanı sıra, İttihatçı dönemin tecrübesi de, yurtiçinde nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini göstermişti. Ama esas olan şudur: İç pazar­ da (savaş sonucu dış dünyadan tecrit olunduğu için) beş yıl süren rekabetsiz ekonomi döneminde, ülkedeki genel sefalete rağmen, milli üretimle doğrudan ilişkisi olan orta sınıfın bazı tabakaları (çiftçiler, zanaatkarlar, küçük sanayici­ ler), gözle görülebilir bir ekonomik atılım yapmışlardı. Dolayısıyla yeni rejim, geçmiştekine göre çok daha sağlam bir toplumsal tabana sahipti. Kemalistler, kendilerinden öncekilerin yılgınlığa kapılarak önünden kaçtık­ ları görevlerin üstesinden gelmede kendi güçlerine güveniyorlardı. Padişahlık döneminin hastalıklı ve kokuşmuş rejimi, tüm demiryollarının, limanların, büyük çapta bayındırlık işlerinin, hemen hemen tüm madenlerin, en önemli sanayi işletmelerinin, dış ticaretin ve başlıca kredi kuruluşlarının emperyalist sermayenin mülkiyetine girmesi gibi feci bir sonuç doğurmuştu. Şimdi söz ko­ nusu olan, bu istilacıya karşı planlı ve kararlı bir mücadele yürütmek ve onu büsbütün yok etmek olmazsa bile, hiç olmazsa sıkı bir denetim altına almak ve ülke ekonomisinin bağımsız gelişmesini ileride de engellemesini önlemekti. O tarihten itibaren Halk Partisi'nin bu açıdan aktif siyasetinin elle tutulur so­ nuçları görülmüştür. Sanayi, ticaret ve maliye alanlarında verilen ve Türkiye milliyetçiliğinin antiemperyalist niteliğini korumasını sağlayan bu alttan alta mücadelenin sonuçlarını aşağıda sırasıyla inceleyeceğiz. Ulaşım ve Sanayi

Kemalistler, ülke ekonomisinin çağdaşlaştırılması, değerinin yükseltilme­ si ve verimli bir biçimde işletilmesi açısından demiryollannın taşıdığı önemi derhal kavradılar. Aynı şekilde, demiryollarına hakim olmadan ülke ekonomisi üzerinde belirleyici etkiye sahip olunamayacağını da anlamışlardı. Bu neden­ le, ulaşım sorununa daha en başından beri özel bir önem verdiler. İsmet Paşa

hükümetinin siyasetinde odak noktasını bugüne kadar demiryolları ve bayın­ dırlık işlerinin oluşturduğunu söyleyebiliriz. Türkiye'nin demiryolu ağı, çeşitli emperyalist sermaye gruplarına göre şöyle dağılıyordu: Demiryolu Ağlan

kın

Fransız-Belçika Sermayesi (İzmir, Adana ve Trakya Bölgesi) İngiliz Sermayesi (Aydın Bölgesi)

1.700 515

Alman Sermayesi (Eski Bağdat Demiryolu, Ankara ve Konya Bölgesi) Diğer Toplam

1.650 200 4.065

Savaş sırasında hükümet, Anadolu Demiryolu'nu (Alman sermayesi) askeri nedenlerle kendi denetimine almıştı. Ankara'daki İ kinci Millet Meclisi'nin ilk görevlerinden biri de, bu demiryolunun geleceği konusunda bir karara var­ maktı. Millet Meclisi iki kampa bölünmüş durumdaydı: Üyelerin bir bölümü, devletin kötü bir yönetici olduğunu ileri sürerek, bu demiryolunun yönetimi­ nin derhal bir yabancı şirkete devredilmesini savunuyordu. Diğer bölümü ise, bunların tam tersine, demiryollarını devletin yönetmesinin açacağı ufuklar ve Anadolu ticaretinin bu can damarını doğrudan doğruya denetlemenin hayati önemi üzerinde durarak, bu hattın kesinlikle satın alınmasını savundu. Demir­ yolu şirketi, bu çözümü engellemek için her yola başvurdu. Hararetli tartışma­ lardan sonra demiryolunun satın alınmasını savunanların görüşü üstün geldi. Bu yolda verilen karar, Kemalistlerin bundan sonraki demiryolu siyasetinin hareket noktasını oluşturmuştur. Ancak hükümet, bu demiryolu hattını bugü­ ne kadar yönetmiş ve hatta onarmış olmasına rağmen, demiryolu şirketleriyle satın alma koşulları ve fiyat konusunda bala bir anlaşmaya varmış değildir. Demiryolu hatlarının toplam değeri 250 milyon dolar civarında tahmin edil­ mekte olup, söylentiye göre, şirkete 60 ile 80 milyon dolar arasında bir ödeme yapılacaktır. Ö te yandan, ülkenin diğer bölgelerini de çağdaş ulaşım araçlarıyla donatmak gerekiyordu. Aslında eski rejimden miras kalan demiryolu ağı, Anadolu'nun yalnızca batı ve iç bölgelerinde şöyle böyle inşa edilmiş durumdaydı. Kuzey ve Doğu Anadolu illeri ise bu açıdan tümüyle ihmal edilmişti. Milliyetçi burjuvazi, tam da bu yarıfeodal bölgelerde azami kar elde etmeyi amaçlıyordu. Chester grubu, bu yönde parlak öneriler getirmişti. Bu grup, Doğu Anadolu'yu ve Kara­ deniz kıyı şeridini ülkenin iç bölgeleriyle ve güneyi ile birleştirmeyi ve buralara çağdaş tekniği getirmeyi öneriyordu. Ne var ki, bu hayali girişimin fiyaskoyla

sonuçlanmasından sonra, başka hiçbir yabancı kapitalist grup tarafından, mil­ liyetçi hükümetin de kabul edebileceği koşullarla bu tür bir iş önerisi getiril­ medi. Anadolu demiryolu meselesinin yabancı sermaye açısından olumsuz bir çö­ züme bağlanması, yabancı işletmelerin birtakım yasal kısıtlamalara tabi tutul­ ması (yazışmalarda Türkçe kullanmak, Türk olmayan personeli işten çıkarmak, ilgili resmi makamlara kayıt yaptırmak, teminat akçesi yatırmak, Türk Ticaret Odalarına kaydolmak vb.) gibi uygulamalar, uluslararası malt sermayenin genç Cumhuriyet'e karşı temkinli ve olumsuz bir tutum takınmasına yol açtı. Bu çe­ kingenlik, genel durumdaki belirsizlik, özellikle de Musul meselesinin çıkma­ za girmesi ve emperyalist çevrelerin Türk milliyetçilerine karşı açtıkları iftira kampanyası karşısında büsbütün arttı. Sonuç olarak, Türkiye'ye yeni sermaye yatırımları durduğu gibi, bazı eski köklü şirketler de işlerini tasfiye yoluna git­ tiler. Özellikle İngiliz yönetimi altındaki şirketler bunu yaptı. Bütün bunlara rağmen Halk Partisi, kendi ekonomik programını gerçek­ leştirme konusunda kesin kararlıydı ve daha 1924 yılında ülkenin doğal zen­ ginliklerini işletmek bakımından zorunlu gördüğü demiryollarını kendi öz imkanlarıyla, yani devlet bütçesinin imkanlarıyla inşa etmek kararını verdi. Böylece, zaman kısıtlaması olmayan ve· son derece itinayla hazırlanmış bir plan uygulanmaya kondu. Planlanan hatları, hükümet organları ülkenin çeşitli yerlerinde aynı anda inşaya başladılar. İnşasına başlanan ya da başlanacak olan demiryolları şunlardır:

Demiryolu

Samsun-Sivas Ankara-Sivas Kütahya-Tavşanlı Ankara-Ereğli Güller-Ergani-Diyarbakır Ulukışla-Kayseri Toplam

Toplam Uzunluk (km)

380 500 220 420 500 190 2.210

Bugün Kullanılan Bölümü (km)

132 318 98

548

Şu anda inşa halinde olan demiryollarını da sayarsak, bugüne kadar Türk işçi ve mühendisi tarafından geniş tüketici kitlelerinin sırtından 600 km.nin üstünde demiryolu ile sayısız köprü ve tünel yapıldığını görürüz. Ancak bu

çalışmalar çok yavaş ilerlemiştir. Sorumlu yöneticiler, işçi ücretleri konusunda ve malzeme tesliminde büyük yolsuzluklar yapmışlardır. Bu girişimler başka konularda da devlet hazinesini çok zor durumda bıraktı. Hükümet, yapımı hız­ landırmaya büyük önem vermekle birlikte, bunun için gerekli parayı hemen sağlayacak durumda değildi. Sonuç olarak, hükümet, geçtiğimiz kış, iki yabancı sermaye grubunun (Bel­ çika ve İsveç), söz konusu demiryolunu krediyle tamamlama önerilerini hemen kabul etmek zorunda kaldı. Gerçi burada söz konusu olan, gerçek anlamda bir ayrıcalık değildi. Demiryollan devlete ait olacaktı. Ancak, yapım koşullan olağanüstü derecede ağırdı. Yapılacak işin (1.000 km.nin üstünde demiryolu döşenmesi ve Samsun ile Ereğli liman tesislerinin yapımı) gerçek değeri aslın­ da 70 bin dolan aşmıyordu. Oysa devlet hazinesi, yabancı kapitalistlere 10 yıl içinde 100 bin doların üstünde bir tutar ödeyecekti. Gerçi Kemalistler, siyasi nitelikte olmayan sermaye buldukları için sevinçten uçuyorlardı, ama İsveç grubunun arkasında City bankacılarının278 bulunduğu kanıtlanmıştır. Bu iki sermaye grubu ile yapılan anlaşmaları, Kemalistlerin emperyalizmle uzlaşma yolunda attıkları ilk adım olarak görebiliriz. Sanayi alanında, hükümet, özel girişimleri özendirmek ve desteklemekle yetinmiştir. Anadolu burjuvazisinin elindeki sermayenin az olması, çok laf az iş sonucunu doğurmuştur. Önümüzde, bugün için gerçekleşmesi olanaksız gö­ rülen, yığınla proje duruyor. Başlangıçta yalnızca tarım sanayisi ele alınmıştı. Özellikle düşman birlikle­ rinin işgali altında kalan bölgelerde yoğun olan bu sanayiye, kaçan Yunanlar tarafından büyük hasar verilmişti. Hükümet, bu bölgelerde bulunan işletmele­ ri Halk Partisi'nin gözdelerine yok pahasına dağıttı. Hükümet, bunlara ayrıca kredi ve devlet desteği de sağladı. Sonuç olarak, bu bölgelerde üç yıl içinde savaş öncesi üretimin düzeyine erişildi, hatta aşıldı. Örneğin, ispirto fabrikala­ rı, zeytinyağı fabrikaları, motor gücüyle çalışan değirmenler, konserve sanayisi vb. üretim dalları için bu söz konusudur. Bu arada dokuma sanayisi (pamuk, 278

Burada "City" sözcüğüyle, İngiliz mali sermayesinin merkezi kastedilmektedir. London City (Londra Şehri) kavramı Londra'daki İngiliz sermayesi içinde ve etrafında yerleşmiş finan­ sal hizmet endüstrisini ifade eder. Bankaların çokluğu nedeniyle dünyadaki en zengin alan olarak kabul edilmektedir. London City, eskiden etrafı surla çevrilmiş olan 1,12 mi2 araziyi kapsayan ve Büyük Londra'nın küçük ama en tarihi olan kısmı olup İngiltere'nin bir parça­ sı değil, egemen bir finansal devlettir. Yerel yetkili, London City Şirketi'dir (City of London Corporation veya resmi adıyla Mayor and Commonalty and Citizens of the City of London). London City Şirketi, dünyanın en eski ve devam eden yerel hükümetidir. Bu bölgede 1.000'in üzerinde yabancı banka bulunduğundan dünyadaki en zengin alan olarak kabul edilmek­ tedir. Vatikan gibi London City de kendi anayasası ve bayrağı olan, kanunlardan muaf bir bölgedir. İngiliz finans ve ticaretinin kalbi London City (veya City of London), bazen "The City" veya Londra'da 1,12 mi2 (2,6 km2) alanı kapladığı için "The Square Mile" (milkare) olarak da isimlendirilir. (YN)

koyun yünü, ipek) ve dericiliği özellikle belirtmek gerekiyor. Bu alanlarda yal­ nızca eskiden var olan her şey yeniden kurularak onarılmakla kalmamış, daha iyi bir tekniğe sahip birkaç yeni fabrika da kurulmuştur. Bu fabrikalar, iç tale­ bin büyük bir bölümünü şimdiden karşılamaktadır. Bu sanayinin yanı sıra, elektrik enerjisiyle çalışan birkaç fabrika, yapı mal­ zemesi fabrikaları, büyük bir Türk-Alman uçak fabrikası, iki şeker fabrikası vb. sayılabilir. Son makalemizde bunlardan söz etmiştik. Bu sanayi işletmelerine son yıllarda yatırılan sermaye, 12 milyon dolar tuta­ rındadır. Bunun üçte birinin devlet tarafından, yarısının yerli ve yabancı özel sermaye tarafından, iki milyon tutarındaki geri kalan bölümünün de halkın tasarruflarından karşılandığını söylemek mümkündür. Çünkü son yıllarda, bü­ yük işletmeleri, bunlar ister sanayi ister ticaret işletmesi olsun, anonim şirket biçiminde kurmak alışkanlık haline gelmiştir. Eskiden bu gibi işletmelere kuş­ kuyla bakan küçük tasarruf sahipleri, biriktirdikleri paraları yavaş yavaş bu işletmelere yatırmaya başlamaktadır. Öyle ki, bazı işletmeler, varlıklarını bu toplumsal tabakaların katkısına borçludur. Hükümetin sanayiyi özendirmek amacıyla aldığı yasal koruma önlemleri dı­ şında, sanayiye her yıl hükümet tarafından çeşitli biçimlerde, yaklaşık 400 bin dolarlık bir para yardımı yapılmaktadır. Yabancı sermaye kaynaklı girişimler, kendilerini Türk şirketi olarak gösterdikleri takdirde, yasaların sanayiye tanıdı­ ğı tüm özgürlük ve haklardan yararlanabilmektedir. Ağır sanayiye gelince, Türkiye'de devlete ait silah ve mühimmat fabrikala­ rının ve birkaç büyük demiryolu onarım atölyesinin dışında hiç ağır sanayi ol­ madığı söylenebilir. Gerçi toplam olarak 15 bin işçi çalıştıran küçük bir maden sanayisi vardır, ancak yüzün üstünde işçisi olan işletmeler çok azdır. Çoğun­ lukla 10 ile 15 arasında, ya da daha az işçinin çalıştığı atölyeler görülmektedir. Son yıllarda, Türkiye'nin bir sanayi ülkesi haline getirilip getirilmeyece­ ği konusu çok tartışıldı. Ülkede demir cevherinin bulunmaması, aslında tüm sanayileşmenin temel koşulu olan ağır sanayiyi kurmanın olanaksız olduğu görüşünü doğurdu. Gemlik ve Torbalı yöresinde zengin demir yataklarının bu­ lunması, genç burjuvaziyi umutlandırmıştır. Demir cevherinin çıkartılması ve sanayileşme konularında, hemen büyük çaplı bir tasarı hazırlandı. Buna göre, hükümet, devlet bütçesinden sekiz milyon dolarlık bir sermaye ayıracak ve bununla demir çıkarma tesisleri kuracak, demiri işleyecek ve ağır sanayinin çekirdeğini yaratacaktı. Ancak bugüne kadar bu yönde atılmış bir adım yoktur. Türkiye'de bugün işletilmekte olan diğer madenler ise, birkaç istisna dışın­ da, yabancı sermayeye aittir. Ereğli petrol279 yataklarının üçte ikisi bir Fransız şirketinindir. Ergani bakır madeni, bir Alman grubuyla ruhsat sahibi olan Milli 279

Kömür olsa gerek. (YN)

Kredi Bankası tarafından işletilmeye başlamıştır; Balya'daki gümüşlü kurşun madenleri, Fransız sermayesiyle çalışan bir Türk şirketine aittir. Batı Anado­ lu'daki krom ve manganez madenlerinin bir bölümü de Almanların elinde bu­ lunmaktadır. Türk maden sahiplerini içinde bulundukları güç durumdan kurtarmak ve yabancı kapitalistlerin yanında saygın bir yer almalarını sağlamak için Kema­ listler büyük çaba harcadılar. Ne var ki, bu, muazzam miktarlarda sermaye ge­ rektiren bir iştir. Bu sermayeyi milliyetçi burjuvazinin uluslararası mali serma­ yenin yardımı olmaksızın sağlaması olanaksızdır. Gel gelelim uluslararası para babaları, aslan payını alacakları garanti edilmedikçe, kesenin ağzını açmaya niyetli görünmüyorlar. Bütün bunlara rağmen Kemalistler, birkaç Türk madencilik şirketi kurmayı başardılar. Örnek olarak şunları sayabiliriz: Sermaye (dolar)

Muğla Türk Manganez Şirketi Muğla Devlet Manganez Şirketi Asmara Petrol Şirketi

350.000 300.000 250.000

Ancak varılmak istenen hedefle karşılaştırıldığında, bunlar son derece önemsiz bir başlangıçtan ibaret kalmaktadır. Kararlılıkla kapitalist yolu tut­ muş olan Kemalistleri, bu alandaki sermaye açığı da emperyalizmle uzlaşmaya zorlamaktadır. Ticaretin Hızla Gelişmesi

Kemalistlerin ülkenin servetlerini ve ekonomiyi geliştirme çabaları, mal alışverişini, özellikle de iç ticareti büyük ölçüde hızlandırmıştır. Bu göreli can­ lanmayı, köylülüğün ve milliyetçi burjuvazinin en varlıklı tabakalarının top­ lumsal durumunun iyileşmesine bağlayabiliriz. Bu tabakaların temsilcisi olan Halk Partisi, gelenekl�rdeki değişmelere uymaları için onları özendiriyordu. Halk Partisi, çıkardığı yasalarla bu değişmeyi bizzat zorlamaktaydı. Ticarette canlanmanın diğer bir nedeni ise, Türkiye'de çağdaş yaşamın nimetlerinden her geçen gün daha çok yararlanılması, bunların Anadolu'nun, devrimden önce halkı son derece ilkel bir hayat süren köylerine bile girmesidir. Son bir ne­ den olarak da, Türkiye'de halk kitlelerinin ekonomik hayatın bütün alanlarına her gün daha büyük ölçüde katılmalarını sayabiliriz.

Genellikle ileri sürülenin tersine, dış ticaretin büyük bölümü, hala, yabancı şirketlerle Rum ve Ermeni ihracatçıların elindedir. Bunlar, kukla olarak kullan­ dıkları Türk milliyetçileri aracılığıyla işlerini sürdürüyorlar. Yine de, genç bur­ juvazinin esas olarak tarım ve sanayiyle ilgilenmekle birlikte, ticaret alanında da kendine bir yer edindiğini söyleyebiliriz. Kemalistlerin özellikle ticaretle uğ­ raşan ve vurgunculuk yapan kanadı, yabancı sermayeyle bir an önce uzlaşma eğilimini gösteren kanattır. Milliyetçi burjuvazinin bu tabakasının sözcülüğü­ nü Cumhuriyet gazetesi yapmaktadır. Dış ticaretle ilgili rakamları incelediğimizde, şu .sonuçlara varırız: 1923 yılında, hem ithalat hem de ihracatta 1922 yılına oranla bir gerileme söz konusudur. Bunun nedeni, işgal kuvvetlerinin geri çekilmesi sırasında Yu­ nanların İzmir ve Afyon bölgesinde yaptıkları yıkımdır. 1922 yılında Türkiye'nin tüm ticaretine hala yabancı sermaye hakimdi. 1923 yılından sonra, ticaret hacmi sürekli olarak gelişti. İthalat ve ihracat aynı anda arttı. Bu arada ihracat, ithalattan daha hızlı bir artış gösterdi. Aşağı­ daki tablo, bu gelişmeyi açık bir şekilde göstermektedir: Yıl

ithalat

İhracat

Toplam Tutar (milyon lira)

1922 1923 1924 1925 (yaklaşık olarak)

151,0 144,8 193,6 241,7

99,2 84,7 158,7 198,6

250,2 229,5 352,3 440,3

Görüldüğü gibi, 1923 ile 1924 yılları arasında ithalat yüzde 33,7, ihracat ise yüzde 87,3 oranında bir artış göstermiştir. Bu yıl için toplam artış yüzde 60,5'tir. 1925 yılı için verilen geçici rakamlar ithalatın yüzde 24,8, ihracatın ise yüzde 25,2 arttığını gösteriyor. 1926 yılı rakamları henüz yayınlanmamıştır. Ancak belli tahminlere dayanarak, bu yılda da ihracatta küçük bir artış, ithalatta ise düşüş olduğu ve böylece ticaret bilançosundaki pasifin küçüldüğünü söy­ leyebiliriz. İthalattaki düşüşü, tahıl rekoltesinin o yıl yüksek olması, şeker ve petrolde devlet tekelinin kurulması ile açıklayabiliriz. Bu tekeller, her iki ithal maddesinin de fiyatlarının yükselmesine yol açmış, bunun bir sonucu olarak da, tüketim, gözle görülür bir şekilde düşmüştür. Aşağıda, Dolaylı Vergiler Ge­ nel Müdürlüğü'nün yayınlandığı, 1925 yılının ilk yedi ayında tahıl, şeker ve pet­ rol ithalatından sağlanan dolaylı vergi rakamlarını veriyoruz:

Yıl

(1-7. aylar arasında) 1925 1926

Tahıl (kg)

Şeker (kg)

Petrol (kg)

77.400.000 10.020.900

39.464.775 28.829.981

33.815.971 22.134.374

Şeker ithalatı 1927 yılında, yukarıda sözünü ettiğimiz iki yeni şeker fabri· kasının üretimi sonucunda daha da düşecektir. Özellikle buğdayın bundan böyle ithal edilmeyeceği, hatta 1928'de tahıl ihracatına başlanacağı umulmak­ tadır. Türkiye, 20 yıl içinde 2 milyon ton tahıl ihraç etmiştir. Bunun 1.500.000 tonu buğdaydır. Buna rağmen 1923 ve 1924'te yurtdışından çeşitli tahıl alımına 40 milyon lira ödenmiştir. Türkiye'nin ticaret bilançosunun sürekli olarak pasif olduğunu belirtmek gerekir. Ne var ki, bu, ülkedeki son ekonomik ve toplumsal değişikliklerin bir belirtisi değildir. Eski rejimde de ticaret bilançosu her yıl pasif oluyordu. 1887 ile 1911 yılları arasındaki resmi Gümrük Bülteni'ni taradığımızda, yıllık açığın her yıl yaklaşık olarak 5 milyon lira tuttuğunu görürüz. 1887 ile 1911 yılları ara­ sındaki toplam ithalat, 642,5 milyon altın Türk lirası, toplam ihracat ise 406,1 milyon altın Türk lirasıdır. Yani 25 yıllık bir süre için 23,4 milyon altın Türk lirası tutarında bir pasif söz konusudur. Bu durum iktisatçıların ilgisini çek­ miştir. Çünkü iktisatçılar, ülkenin ekonomik koşullarından ve işlerin genel ge­ lişmesinden çıkarak, bu açığı izah edemiyorlardı. Üstelik Türkiye'nin dış tica­ reti ile ilgili istatistik dairelerinin verdiği rakamlarla resmi Gümrük Bülteni'nin rakamları da birbirini tutmamaktaydı. Ankara Ticaret Komiseri'nin, bir İstan­ bul gazetesinde yayımlanan açıklamalarına göre, bu uyumsuzluğun nedeni, Anadolu'nun güney sınırı üzerinden yapılan ihracatın büyük bölümünün res­ mi makamlarca denetlenememesi, öte yandan da ihracatçıların, rakamları ge­ nellikle olduğundan yüzde 20 daha düşük vermeleridir. Ticaret bilançosundaki pasifin son yıllarda sürekli olarak düşme eğilimi göstermesi çok dikkat çekicidir. Pasif, 1923'te 60,1 milyon liraya çıkmıştır. 1926 yılı için 30 milyonu aşmayacağı tahmin ediliyor. Savaş öncesindeki duruma oranla kaydedilen ilerleme konusunda bir fikir edinebilmek için, aşağJda 1911 ve 1924 yıllarına ait karşılaştırmalı rakamları veriyoruz. Rakamlar sterlin olarak verilmiştir. Bu arada Türkiye'den ayrılmış olan bölgeler tablo dışı bırakılmıştır.

Yıl

Toplam

ithalat

ihracat

Fark

(milyon sterlin)

1911 1924

38,3 36,9

23,0 20,3

15,3 16,6

-7,7 -3,7

Görüldüğü gibi, ithalat 2.700.000 İngiliz sterlini dolayında bir düşüş gös­ terirken, ihracat 1.300.000 sterlin artmıştır. 1924 yılındaki dış ticaret açığı, 1911 yılındakinin yarısı kadar bile değildir. Bugün Türkiye ticaretinin gelişmesinde belirleyici olan özellik, büyük iş­ letmelerin hakimiyeti ve küçük işletmelerin parçalanmasıdır. Bu, hem anonim şirketler hem de özel girişimler için söz konusudur. Aynı şekilde, tarımda da bu durumu görüyoruz. Küçük tüccarların büyük köpekbalıkları tarafından na­ sıl yutulduğunu sayılarla gösteren istatistik veriler, ne yazık ki bugüne değin yayımlanmamıştır. İstanbul ve İzmir bölgesinde yapılan üstünkörü araştırma­ lardan anlaşıldığına göre, küçük tüccarlara ait toplam 30 milyon değerinde ti­ cari sermaye piyasadan çekilmiştir. Küçük tüccar başına 500 lira hesaplayacak olursak, iflasa sürüklenerek ticaret hayatından çekilmiş toplam tüccar sayısı­ nın 60 bin kadar olduğunu görürüz. Ticaret Tekelleri

Eski rejimde kapitülasyonlar, Türkiye'nin tekel kurmasını ve gümrük had­ lerini yükseltmesini önlüyordu. Düyunu Umumi tarafından yönetilen yalnızca birkaç tekel (tuz, balıkçılık, tütün) vardı. Gümrük meselesinde ise, Kemalistler, Lozan Antlaşması'yla o güne kadar geçerli olan gümrük hadlerini 1928 yılına kadar yükseltmeme yükümlülüğünü kabul etmişlerdi. Buna karşılık, paranın değerinde meydana gelmesi muhte­ mel oynamalara karşı, gümrük hadlerini anlaşmayla belirlenmiş belli katsayı­ larla yükseltme hakkı saklı tutuldu. Tekel kurma konusunda ise, Türk hükümeti tam bir hareket serbestisi ka­ zandı. 1925 yılından bu yana hükümet bu özgürlüğü bol bol kullandı. Hükümet bu konuda önce, anlaşmanın, tütün tekelini bir Fransız-Belçika mali grubuna (Bayındırlık İşleri ve Demiryolları Genel Rejisi) veren bir maddesinden yarar­ landı ve sermayesini geri ödeyerek tekeli bu şirketten aldı. Tütün sanayisini ve tütün ticaretini doğrudan doğruya Maliye Bakanlığı'nın denetimindeki bir kuruluş yoluyla yönetme girişimi parlak sonuçlar verdi. Eski karma ekonomik rejinin yönetimi altında hiçbir zaman yılda 5 milyon lira'yı aşmamış olan gelir­ ler, 1925 yılında bunun iki katına, yani 10 milyon liraya ulaştı.

Bunun dışında hükümet, çeşitli türde bir dizi ticaret tekeli de kurdu. Bun­ lar "dış ticaret tekeli" kisvesi altında gümrük vergilerinin artırılmasını amaç­ lamaktadır. Şeker ve petrol tekelleri buna örnektir. Ülke içinde bu maddelerin alım satımı tümüyle serbesttir, ancak bunlarıithal eden herkes, ilgili tekel ida­ resine başvurmak ve malı teslim aldığı anda da, kilo başına 5-8 kuruş arasında değişen bir vergi ödemek zorundadır. Gerekli gördüğü takdirde tekel idaresinin kendisi de mal ithal edebilir ve malın fiyatına tekel vergisini ekledikten sonra perakendecilere satabilir. Dolayısıyla tekel, fiyatları ayarlama görevini üstlen­ mektedir. Diğer tekeller ise, hem ithalatı, hem üretimi ve hem de satışı içeren gerçek anlamda birer tekel durumundadır. Örneğin, içki tekeli, ateşli silahlar tekeli, patlayıcı maddeler tekeli, kibrit ve sigara kağıdı tekeli vb. bu türdendir. Yatırım için yeterli sermayeye sahip olmadığından dolayı hükümet, bugüne kadar iş­ letme haklarını yabancı sermaye gruplarına devretmeyi yeğ tutmuştur. Bunun sonucunda, bir Polonya grubu içki tekelini, bir Fransız grubu patlayıcı mad­ deler tekelini ve bir Türk-Yahudi grubu da kibrit tekelini elinde tutmaktadır. Tekelden yararlanan bu şirketlerden istenen başlıca yükümlülükler şunlardır: Birkaç yıllık gelire eşit önemli bir paranın önceden ödenmesi; iç pazarda söz konusu ürüne duyulan talebi karşılamak üzere asgari sayıda işletmenin ülke içinde kurulması; Kemalist Parti'nin güvenine sahip Türklerin, söz konusu şir­ ketlerin yönetimine katılması. Nitekim içki tekelini elinde bulunduran şirketin yönetim kurulu başkanı, eski Maliye Bakanı Hasan Bey'dir. Geniş halk kitleleri açısından bu tekellerin açıkça yol açtığı sonuç, tekele tabi ürünlerin pahalılaşmasıdır. Bu da tüketimin önemli ölçüde azalmasına yol açmaktadır. Petrol ve şeker tüketiminin bu şekilde azalmasının, Dolaylı Ver­ giler Müdürlüğü'nü zor durumda bırakacak boyutlara ulaştığını yukarıda ra­ kamlarla göstermiştik. Nitekim 1925 yılının ilk yedi ayına oranla, 1926 yılının ilk yedi ayında şeker tüketimi yüzde 26, petrol tüketimi ise yüzde 34 oranında düşmüştür. Ayrıca, bu tekellerin küçük tüccara ağır bir darbe indirdiğini de belirtmek gerekir. Çünkü bunlar, bu malların satışından artık bir kazanç sağlayamadıkla­ rı ve kendi güçlerini aşan vergi yükünün altında ezildikleri için, dükkanlarını kapatmak zorunda kalmaktadırlar. Kemalistlerin İşçi Siyaseti

Kemalistlerin işçilere karşı tavrı, tüm ekonomi politikalarının ana çizgisi tarafından belirlenmektedir. Tahlilimiz, milliyetçi burjuvazi ve onunla sıkı bir ittifak içinde çalışan Halk Partisi'nin her fırsatta bütün güçlerini tek bir hedefe yönelttiklerini apaçık ortaya koymuştur. Bu hedef, ülkedeki bütün sermayeyi

kendi ellerinde toplamak ve mümkün olan en kısa sürede yeni sermaye birik­ tirmektir. Onlar, bu amaçla bütün milleti seferber ediyor ve devletin kaynakla­ rından ve zorlama olanaklarından sonuna kadar yararlanıyorlar. En zorba baskı ve tehdit yöntemlerini kullanarak ve rekabet açısından can alıcı öneme sahip olan ekonomik yasalarla oynayarak sermayenin kendi el­ lerinde toplanmasını sağlamaktadırlar. Aldıkları idari ve mali önlemlerle bu çarkı kendi çıkarları doğrultusunda işletmektedirler. Bu, hem şehirlerdeki hem de köylük bölgelerdeki küçük işletmelerin hızla çökmesine ve proletarya kitle­ sinin sürekli olarak büyümesine yol açmaktadır. İşgücüne duyulan talep, üreti­ min gelişmesine paralel olarak artıyorsa da, küçük burjuvazinin ve küçük köy­ lülüğün iflası bundan daha büyük bir hızla ilerlediği için, işgücü arzı talepten fazla olmaya devam etmektedir. Bunun sonucunda, Türkiye'de, burjuvazinin gelişmesine yararlı olan bir yedek işsiz ordusu oluşmaktadır. Çünkü bu ordu sayesinde burjuvazi işçilerin ücretlerini çok düşük bir düzeyde tutabilmektedir. Hiç kuşkusuz, genç burjuvazi için bu, can alıcı bir sorundur. Sermaye biri­ kimini sağlayabilmek için bu genç burjuvazinin elindeki tek olanak, işgücünü ve geniş tüketici kitlelerini iliğine kadar sömürmektir. Burjuvazinin, örgütsüz olan ve kapitalist işletmeler tarafından köleleştirilmeye karşı en ufak bir diren­ me bile göstermekten aciz bir proletaryaya ihtiyacı vardır. Milliyetçi burjuvazi, yardımına ihtiyacı olacağını düşündüğü yabancı sermayeye hatırı sayılır bir pay verebilmek için, işçilerin sırtından daha da büyük bir artıdeğer elde etmek zorundadır. Kemalistlerin, iktidarı ele geçirmelerinden bu yana durmadan işçi sınıfını ezmelerinin nedeni açıkça budur. Bu baskılar, koşullara göre çeşitli biçimler almıştır, ama sorun hep aynı sorundur. Sendikaların başına kendi uşakları­ nı geçirmeye çalışmalarının, işçi gazetelerini yasaklamalarının, komünistleri cezaya çarptırmalarının, çeşitli milliyetlerden işçiler arasındaki anlaşmazlık­ ları körüklemelerinin, hatta çok seyrek olmakla birlikte, bazen işçilerin belli taleplerini karşılamalarının nedeni, hep, Kemalistlerin işçileri örgütsüz hale getirmek, sorumluluğunun bilincinde önderlerden yoksun bırakmak, mücade­ le azimlerini kırmak, tek kelimeyle, onlar arasında kargaşalık ve karamsarlığı yaygınlaştırmak ve böylece onların dayanışma ruhunu ve sınıf bilincini körelt­ mek istemesidir. Türkiye Komünist Partisi bütün gücüyle bu yozlaştırma siyasetine karşı mü­ cadele etmektedir. Türkiyeli işçiler, ancak sömürücü sınıflara karşı yorulmak bilmez bir mücadele ile kurtulabileceklerini ve komünistlerden başka dostla­ rının ve savunucularını� olmadığını çoktan anlamışlardır. Devrimci propagan­ da işçiler üzerinde büyük bir etki yapmaktadır ve Kemalist makamların bütün baskı ve zulmü, işçilerin, ister Kemalist ister İttihatçı olsun, burjuvaziye karşı kinini artırmaktan başka bir işe yaramamaktadır.

B. Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] ÇİN DEVRİMİ KEMALİST YOLU İZLEYEMEZ280 21 Haziran 1927

Feodalizm Meselesi

Bundan önce yazdığımız iki yazıda, Türkiye'deki yoksul köylü hareketini yenilgiye sürükleyen ve doğmakta olan Anadolu burjuvazisine milli demokra­ tik hareket üzerinde hakimiyet kurma olanağını veren koşulları tahlil etmiştik. Kemalistlerin, bağımsızlık savaşı zaferinden sonra feodal kalıntıları ortadan kaldırmaya devam etmelerine rağmen bütün ekonomik faaliyetlerini kapitalist yola yönelttiklerini görmüştük. Bu yazıda, Çin Devrimi ile Türk Devrimi'nin ne ölçüde karşılaştırılabileceğini ve Çin'de devrimci hareketin kapitalist olmayan bir gelişme yolu izlemesi olasılığının niçin daha büyük olduğunu araştıracağız. Proletaryaya kıyasla burjuvazinin nispeten zayıf olması, Türkiye'de belirle­ yici bir rol oynamaktadır. Çin'de olduğu gibi Türkiye'de de kapitalist girişimle­ rin (maden ocakları, taşımacılık, sanayi gibi) çoğu, yabancıların elindedir. Bu durum, proletaryanın Türkiye'de milli burjuvaziye göre daha hızlı gelişmesine yol açıyor. Ancak, Türkiye'nin en önemli merkezlerindeki proletaryanın milli hareketin merkezleriyle ilişkisi emperyalistler tarafından kesilmişti. 280

B. Ferdi, "Die chinesische Revolution darf nicht den kemalistischen Weg nehmen", Die Kommunistische Intemationale, sayı 25, 21 Haziran 1927, s.1225-1231.

Feodal kalıntılar ve köylülerin sömürülmesi meselesi çok daha önemlidir. Türkiye'nin tarım alanında daha 20. yüzyılın başlarında bugünkü Çin'den daha ileri bir gelişme aşamasına ulaşmış olduğu tartışma götürmez. 19. yüzyılın daha ilk yarısında yapılan büyük reformlar, feodal ilişkilerden gelen bütün gelenek ve görenekleri ortadan kaldırmış ve daha az ilkel olan, ama yoksul ve topraksız köylüler için hiç de daha hafif olmayan sömürü biçimlerinin gelişmesine yol açmıştı. 1850'lerde, bazı vilayetlerde diledikleri gibi hüküm süren ve gerçek feo­ dal beylerden farklı olmayan askeri valilere rastlanıyordu. Bunlar, bugün Çin'de hüküm süren bürokrat askeri kastlarla karşılaştırılabilir. Ancak Abdülhamid'in hükümdarlığı sırasında merkeziyetçilik o kadar gelişti ki, bu valilerin yetkileri Babıali otoritesinin birer temsilcisi olmaktan öteye gitmez oldu. Anadolu'nun yalnızca birkaç Doğu vilayetinde uzaklık ve ulaşım yetersizliği nedeniyle feodalizm varlığını sürdürebildi. Feodalizm buralarda milli devrimin sonuna kadar kalabildi. Bu vilayetler devrimde ancak ikinci derecede bir rol oynadılar. Türk köylülerini kendilerini sömürenlere karşı ayaklanmaya iten çelişme­ ler, ayaklanmayı Çin köylülerinde görülen yüksek boyutlara ulaştıracak kadar derin değildi. Mücadele yalnızca büyük toprak ağalarını ve tefecileri hedef alıyordu. Ve eğer düzenli ordu, yoksul köylülerin hareketini bastırmayı başa­ ramasaydı, Kemalistler hiç şüphesiz uzlaşmalar yoluyla onlarla anlaşmaya ça­ lışacaktı. Bu takdirde ''Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti" içinde parçalanma kaçınılmaz olacak ve toprak ağaları ile avenesi, demokratik devri­ me ve toprak devrimine karşı çıkacaktı. Köylüler, emperyalizme karşı mücadelede silahlı çetelerin yok edilmesin­ den sonra da o kadar önemli bir rol oynadılar ki, Kemal, herkesçe bilinen şu şiarı ileri sürmek zorunda kaldı: "Köylü efendimizdir". Kemal, ayrıca "devrimin kapitalist ve sosyalist olmayan, kendine özgü bir yol izlemesi gerektiğini" de açıkladı. Türk halkının yaratıcılığı kendi ülküsüne en uygun özel bir gelişme biçimi bulmalıydı. Ancak açıktır ki, bütün iktidarın yükselen orta burjuvazinin eline geçtiği 1921 yılından beri, kapitalist olmayan bir gelişmenin bütün yolları kapanmıştı. Ethem'in ihanetinden sonra Büyük Millet Meclisi'nde yapılan tartışmalar, hareketin önderlerinin düşünce yapısını çok iyi yansıtmaktadır. 3 Ocak 1921 günlü oturumda komünizm düşmanı bir yönetici, komünizm ve Sovyetler'le ilişkiler sorununu sert bir şekilde ortaya attı. Şöyle dedi: "Komünizm bir hastalıktır, görülmeyen bir mikroptur. Hükümet, istese de istemese de bu mikrop memleketin içine sızacak ve girdiği yerlerde tahribata yol açacaktır. Allah korusun, kudretli ordumuzu parçalayabi­ lir. Müttefikimiz Ruslar, komünistler olarak, ilişkide bulundukları mil-

letleri kendi nazariyelerine kazanmaya çalışıyorlar. Bugün onlarla bir­ likte ortak düşmana karşı, ortak hedef uğruna mücadele ediyoruz. Fakat biz ülkümüz ve milli duygularımızla onlardan ayrıyız. Onların sosyal amaçlarına hizmet etmememiz gerektiği düşüncesindeyim. Hükümet bu konuda ne düşünmektedir?" Mustafa Kemal, bu soruyu bizzat cevaplayarak uzun bir konuşma yaptı. Ko­ nuşmasının bir bölümünde şöyle diyordu: " ... Komünizmin yayılması meselesine gelince, kendileri [Avni Bey] bu­ yurdular ki, istense de istenmese de bu bir mikroptur, girer. O halde çaresi yok demektir. Mademki maddi tedbirlerle önüne geçmek imkanı olmayan bir bulaşmadır, mutlaka bulaşacaktır... Yalnız sırf bu noktaya temas etmek üzere arz edebilirim ki, bu bulaşıcı ve sakınılması imkansız diye tanımladıkları komünizme karşı çare vardır. [ Bu çare, ] Komünizm prensiplerinin, kaidelerinin memleketimizde ve milletimiz arasında uy­ gulanma kabiliyetini kavramak veya kavrayanlarımız vasıtasıyla bütün memlekete ve bütün millete anlatmaktır. Eğer bu gerçekler milletimizin çoğunluğu tarafından tamamen kavranılmış olursa, ya kabiliyetimiz var­ dır yaparız, veyahut uygulanma kabiliyeti yoktur, anlarız, [uygulamak­ tan] kaçınırız. Ancak bu gerçeğe karşı da uygulanma kabiliyeti olmadığı­ na göre ve hatta uygulamaya yeltenenlere karşı hükümet, her türlü yolu kullanmakta kendisini gayet meşru görür. (... )

[Amacımız] , milli sınırlarımız içinde, demin Beyefendi'nin de buyurduğu gibi, bütün milletin bağımsızlığını sağlamaya çalışmaktır... Ben sosyolo­ ji ile çok uğraşmadım. Fakat komünizm elbette sınır tanımaz. Halbuki biz bir milli sınır kabul ediyoruz. Sonra tam bağımsızlıktan söz ediyoruz. İhtimal, komünizm kayıtsız şartsız serbestiyi öngörür. Biz de bunu ka­ bul edemeyiz. Bundan dolayı hükümetin siyaseti gayet belirgin ve açık bir siyasettir... Bizim Ruslarla olan ilişkilerimizde esas olarak kapitalizm aleyhine, yani komünizm esaslarına temas dahi edilmemiştir. "281 Ayrıca Kemal'in, milli devrimin arifesinde bağımsızlık meselesinin padişah­ lık çerçevesi içinde diplomatik yollardan çözülmesi olanağına inanmış olduğu­ nu hatırlamak gerekir. Birinci Dünya Savaşı sırasında veliaht olarak Almanya'ya seyahat ederken eşlik ettiği ve bu nedenle çok iyi tanıdığı Vahdettin'e, Mond­ ros Mütarekesi'nden sonra kendisinin de Harbiye Nazırı olarak yer alacağı bir İzzet Paşa kabinesinin kurulmasını tavsiye ettiğini, Mustafa Kemal anılarında 281

Bkz. Atatürkün Bütün Eserleri, c.10, Kaynak Yayınları, lstanbul 2003, s.246-248.

bizzat yazmaktadır. Bu kabine gerçekten de kuruldu, ama kabinede Kemal yok­ tu ve olaylar son derece elverişsiz gelişti. Kemal, ancak İzmir işgal edildikten ve köylüler işgale karşı direnmek üzere kendiliklerinden silahlandıktan sonra Anadolu'ya gitmeye ve Kurtuluş Savaşı'nın başına geçmeye karar verdi. Bu tarihi gerçekleri, Kemalistlerin başlangıçtaki eğilimlerinin çok radikal olmadığını, kitleler kuvvetli bir şekilde ağırlıklarını koyamadıkları için kapi­ talist gelişme çizgisinden uzaklaşamadıklarını ve Kemalistlerin padişahlık ile dinciliğe indirdikleri kesin darbeleri yalnız bu kapitalist gelişmenin çıkarları­ nın belirlediğini göstermek için hatırlattık. Önemli Farklar

Çin Devrimi ile Türk Devrimi arasındaki fark, tarımın gelişme derecesinden ve milli burjuvazinin eğilimlerinden ileri gelen bu özelliklerden ibaret değildir. Siyasi nitelik taşıyan bir dizi farklılık daha bunlara eklenmelidir: 1) Uluslararası mali sisteme bağımlı Türk büyük burjuvazisi, sınıf olarak herhangi bir devrimci milli kurtuluş mücadelesinde rol oynayacak durumda değildi. Türkiye'nin Dünya Savaşı'na girmesinin ve büyük zararlara yol açan yenilginin sorumlusu olarak, kitlelerin baskısıyla uzun yıllar elinde tuttuğu iktidardan kovulmuştu. Halkın öfkesi, büyük burjuvaziyi, siyaset sahnesine yeniden çıkacağı uygun anı kollamak üzere dikkatli bir şekilde geri durmaya zorlamıştı. Milliyetçiler içinde, bu kökenden gelip de hala az çok itibar sahibi olan sınırlı sayıda politikacı vardı. Bu, kitlelerin milliyetçilere olan güvenini artırıyordu. 2) Türkiye'nin bağımsızlık savaşı, doğrudan doğruya, müttefikler adına ha­ reket eden yabancı bir devlete karşı yürütülmüştü. Türkiye'de, Çin'de olduğu gibi gerici milli ordular yoktu. Sultan'ın başlattığı ve kısa zamanda yenilgiye uğratılan bir seferi de bir kenara bırakacak olursak, milli mücadelenin hiçbir şekilde bir içsavaş niteliği taşımadığını görürüz. Milli mücadele, bir devletin, kendisini zorla parçalamak isteyenlere karşı yürüttüğü, kelimenin tam anla­ mıyla bir milli savunma savaşıydı. Bu durum, milletin bütün sınıflarından olu­ şan blokun, bu sınıflar arasındaki ekonomik çelişmelerden etkilenmeksizin, zafere kadar benzeri görülmedik bir şekilde devam etmesini kolaylaştırdı. 3) Türkiye'nin İzmir, İstanbul, Adana gibi en önemli sanayi merkezleri milli hareketin patlak vermesinden önce emperyalist ordular tarafından işgal edil­ mişti. Bu yüzden bu bölgelerle kurtuluş için savaşan bölgeler arasındaki bağ­ lantı kesilmişti. Bundan dolayı Türkiye proletaryasının sayıca en büyük, en bilinçli ve en iyi örgütlenmiş kuvvetleri, işgal rejimi altında yaşamak zorunda kaldı ve devrimci savaşlara etkin olarak katılamadılar.

4) Milli azınlıklar, Kurtuluş Savaşı'nda çok büyük bir karşıdevrimci rol oy­

nadılar. Özellikle Ermeniler ve Rumlar, kendi burjuvazilerinin etkisi altında kalarak, Fransız ve Yunan komutanlıkları tarafından silahlandırıldılar. Milli kurtuluş örgütlerine ve silahlı güçlerine karşı emperyalist orduların safında savaştılar. Bunlar da, tıpkı Çin'deki gerici militarist sürüleri gibi emperyalizme hizmet ettiler. İki Devrim Arasındaki Benzerlikler

Çin'deki ve Türkiye'deki kurtuluş hareketleri arasında farklar olmakla bir­ likte, her ikisinin itici güçleri ve eylem yöntemleri tam bir benzerlik gösteriyor. Her iki ülke halkı da, emperyalist sermayenin ağırlaşan boyunduruğuna karşı ayaklandılar. Emperyalist sermayenin ülkeye zorla girmesi, ülkeyi darboğaza sokarak yerli işletmeler içinde kendine ayrıcalıklı bir yer sağlaması, ülkenin kendi gümrükleri üzerindeki egemenliğine karşı çıkması, emperyalist burju­ vazilerin ve onların himayesindekilerin siyasi, mali ve hukuki alanlarda elde ettikleri inanılmaz ayrıcalıklar, kapitülasyonlar, nüfuz alanları vb. İşte bütün bunlar, ekonomik bakımdan geri olan her iki ülkenin, çağdaş haydutların yağ­ masına karşı koymasına yol açan dayanılmaz ve öfke uyandıran koşullardır. Denebilir ki, 1926-1927'den beri Yangze'de verilen mücadelenin doğrudan he­ defleri, 1920-1922 yıllarında Anadolu'da verilen mücadelenin hedefleriyle tü­ müyle aynıdır. Ayrıca, her iki hareket de burjuva demokratik devrim niteliğindedir. Feo­ dal kalıntıların tasfiyesi, birinde askeri gericiliğin, diğerinde ise dine dayanan sultanlığın ortadan kaldırılması, toplumsal ilişkilerin yeniden düzenlenmesi, çağdaşlaşma vb. vb. Kurtuluş mücadelesine önderlik eden örgütler de birbirine çok benzemekte­ dir. Ankara'nın ''Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti", aslında tek bir toplumsal sınıfın siyasi partisi değildi. Bu cemiyet, daha çok, sınırları açıkça belli ortak bir hedefleri olan, yani ülkeyi emperyalist işgalden kurtarmaya çalı­ şan çelişmeli siyasi eğilimleri geçici bir süre için bir araya getiren bir tür birlik (liga) idi. Sınıf açısından bakılacak olursa, bu cemiyet, küçük burjuvaziden, köylülüğün bütününden, şehir ve köy orta burjuvazisinden ve belli işçi taba­ kalarından oluşan bir bloktu. Kısacası Guomindang'a benzeyen bir örgüt söz konusuydu. Önderlik, özellikle yükselmekte olan orta burjuvazinin ve zengin köylülüğün, yani bizim, Anadolu'nun genç milli burjuvazisi adını verdiğimiz bir sınıfın çıkarlarını temsil eden paşaların ve politikacıların elindeydi.

Türkiye Komünist Partisi'nin Tutumu

Çin Komünist Partisi'nden farklı olarak, Türkiye Komünist Partisi milli blo­ kun dışında kaldı. Bununla birlikte milli blokun emperyalizme karşı mücade­ lesini destekledi. Onun iç siyasetini eleştirmekten de vazgeçmedi. Partimizin milli devrimci harekete takındığı tavır son derece ilginç bir inceleme konusu­ dur. Türkiye Komünist Partisi'nin 1919-1923 yılları arasındaki çalışmaları üç döneme ayrılabilir. TKP, 1921 yılı başlarına kadar, henüz yeni kurulmuş olmasına rağmen, son derece yoğun bir çalışma yürüttü. Bu dönem, Kemalizmin ortaya çıkış dönemi­ ne rastlar. Parti, iki günlük gazete ve bir de teorik dergi yayınlıyordu. Parti 'nin propagandası, köylü kitlelerine ve düzenli olmayan askeri birliklere kadar ula­ şıyor ve kendine bağlı birkaç temsilcinin de bulunduğu Milli Meclis'te de yankı uyandırabiliyordu. "Yeşil Ordu" denen devrimci örgüt bu faaliyetler sonucunda ortaya çıktı. Yoksul köylülerin ayaklanmasının bastırılması, bu en geniş pro­ paganda ve legal örgütlenme dönemine son verdi. Ethem'in ihanetinden sonra Parti dağıldı, önderleri uzun yıllar tutan hapis cezalarına çarptırıldı. Bunu iz­ leyen birkaç ayda komünistler için ancak gizli çalışma yürütme olanağı vardı. Ancak komünistlere işçi kitlelerinin açıkça gösterdiği yakınlık, durumları hiç de parlak olmayan milliyetçileri 1921 yılında Parti'nin açık çalışmasına yeniden izin vermeye zorladı. ''Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti" çerçevesi içinde sahte bir komünist partisi yaratmak için daha önce girişilen deneme fi­ yasko ile sonuçlandı. Legal çalışmanın bu ikinci dönemi boyunca, Parti, daha sağlam bir örgüt yarattı, işçi kitlelerinin derinliklerine girdi. Siyasi yayın orga­ nında, Kemalistlerin kararsızlığını ve devrime tam inanmayışlarını mahkum ederek, onların emperyalizme karşı verdikleri mücadeleyi ilerletmeye çalıştı. Yunanistan Komünist Partisi ile birlikte, Yunan ordusunun parçalanması için çaba gösterdi. Parti 'nin bu çalışması, bağımsızlık savaşının başarıyla sürdürüle­ bilmesini sağlayan en önemli etkenlerden biridir. Bu faaliyet, Çin komünistleri­ nin Kuzey orduları içinde yürüttükleri parçalama çalışmasıyla karşılaştırılabilir. 1922 güzünde milliyetçilerin durumu çok tehlikeli görülüyordu. Savaşta ilerleme kaydedilemiyordu. Halkta yorgunluk ve sabırsızlık belirtileri görülü­ yordu. Birçoğu Yunanların işgal ettikleri yerlerden kovulabileceğinden şüphe etmeye başladı. Bu sırada, Ankara'daki Halk İştirakiyyun Fırkası ağır bir hata işledi. Olayların dış görünüşüne aldandı. Kendi gücünü abartarak, Kemalist­ lere hitap eden tehdit dolu bir bildiri yayınladı ve hükümetin yasağına aldırış etmeksizin bir kongre topladı. Parti'nin bu davranışı bütünüyle hatalıydı. Milli orduların, gizlice hazırlanmış büyük bir taarruzun eşiğinde olduğu birkaç gün sonra görüldü. Milliyetçi makamlar, Parti'nin ilan ettiği düşmanca açıklama-

yı, Parti'yi kapatmak ve en faal savaşçılarını zindanlara atmak için fırsat bildi. Milli orduların kesin zafer haberlerinin doğurduğu sevinç ve coşkunluk arasın­ da, Parti'mizin dağıtılması fark edilmedi bile. Kemalistler, burjuva devrimini ve emperyalizme karşı savaş alanını terk et­ medikleri halde, 1921'de komünizme ve işçi hareketine karşı inatçı ve açık bir düşmanlık gösterdiler. Bu konuda, çıkarlarının çok iyi bilincinde olan gerçek burjuva temsilcileri olduklarını kanıtladılar. Onların Çin burjuvazisinden ayrıl­ dıkları nokta, bugüne kadar emperyalist sermaye tarafından satın alınmamış olmalarıdır. Türkiye'de işçi ve köylülerin hareketi, her ne kadar Çin'deki gibi bir gelişme göstermediyse de, bu durum, milli kurtuluşun belli bir ölçüde bu iki sınıfın eseri olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu yüzden Kemalistler, işçi ve köylülere 1922'den 1925'e kadar süren, oldukça geniş bir demokrasi de dahil olmak üzere, bazı tavizler vermek zorunda kaldılar. Üçüncü Enternasyonal içinde yeniden örgütlenen TKP, bütün bu dönem boyunca teorik yayın organlarında geliştiri­ len ideolojik çalışmaya dayanan yarılegal bir çalışma yürüttü. Sonuç

Çin Devrimi'nin Kemalist çizgide değil de, işçi ve köylülerin diktatörlüğü doğrultusunda gelişeceğini gösteren nedenler hangileridir? Burada ilk olarak köylülüğün durumunun son derece kötüye gitmiş olduğu­ nu belirtmek gerekir. Bu, yukarıda da söylediğimiz gibi Türkiye'deki durumla kıyaslanamayacak kadar ciddidir. Köylü ayaklanmalarının gittikçe yaygınlaş­ ması, devrimin derinleşeceğinin ve kesin zaferin en iyi habercisidir. İkinci ola­ rak, Çin Komünist Partisi'nin gücüne haklı olarak güveniyoruz. ÇKP, şüphesiz henüz gençtir. Ancak ÇKP'nin durumu, TKP'nin Türkiye Devrimi sırasındaki durumu ile aynı değildir. TKP, 1919 yılında milliyetçi hareketin örgütlenmesi ile aynı zamanda doğdu. Katıldığı mücadeleler boyunca bazı tecrübeler kazandı. Bununla birlikte, savaş sona erdiği zaman üç yıllık bir geçmişe bile sahip de­ ğildi. Ayrıca işçilerin çok az bilinçlenmiş olduğu bir ortamda çalışıyordu. Buna karşılık, 1921 yılından beri var olan ÇKP, olağanüstü bir hızla gelişti. Katıldığı muazzam mücadeleler,- ona zengin tecrübeler kazanma olanağını verdi. Beş yıl içinde, mücadele ateşinde pişmemiş bir partinin on yılda başaramayacağı bü­ yüklükte bir gelişme gösterdi. Çin Komünist Partisi, Komünist Enternasyonal'in çizgisini izleyerek işçi ve köylü kitlelerini zafere götürmeyi başaracaktır. Çin Devrimi için aynı zamanda geçici ve kısmi bir gerilemeyi de ifade eden başka bir elverişli durum, Çin burjuvazisinin devrimci kampı terk ederek em­ peryalist kampa geçmesidir. Bu davranış, durumu son derece basitleştirdi.

Bu sayede, proletaryanın köylü ve küçük burjuva devrimci kitleleri üzerinde hakimiyet sağlama çabaları çok daha güçsüz bir direnişle karşılaşacaktır. Öte yandan, Türkiye Devrimi'nde görülmeyen ve Çin'deki devrimci müca­ delenin görevlerini son derece karmaşık hale getiren bazı olumsuz noktalar ve güçlükler de vardır. Emperyalizme karşı mücadelenin temeli, bugün hala, as­ kerleri bütünüyle topraktan kopuk olan.paralı ordulardır. Bu orduların başında bulunan generaller her an ihanet edebilir ve birliklerini de aynı yola sürükle­ yebilirler. İkinci elverişsiz koşul ise şudur: Anadolu'daki hareket sırasında emperya­ list devletler yorucu bir savaştan yeni çıkmış bulunuyorlardı. Bütün güçleriy­ le kendi yaralarını sarmaya uğraşıyorlardı. Ayrıca her konuda birlik olmaktan uzaktılar. Bugün ise önde gelen emperyalistler, kendilerini yeni bir savaşa giri­ şecek kadar güçlü hissediyor ve Çin'e müdahale konusunda bir anlaşma formü­ lü bulmuşa benziyorlar. Bu, Çin Devrimi için ciddi bir tehlikedir. Partimiz282, Komünist Enternasyonal'in talimatlarını uygulamayı, şehirli ve köylü kitlelerin örgütlenmesini ve silahlandırılmasını güçlendirmeyi başardığı ölçüde sözü geçen tehlikelerin ağırlığı azalacaktır. Görevimiz, köylülüğü işçi sınıfıyla en sıkı bir şekilde birleştirmek için eli­ mizden geleni yapmaktır. Amacımız, köylülüğün silahlı mücadelesini proletar­ yanın hegemonyası altında sosyalist devrime dönüştürene kadar genişletmek ve derinleştirmektir. Çin Komünist Partisi'nin, uyanıklığı ve davaya bağlılığı sayesinde, Çin devriminin Kemalist yola girmesine engel olacağına inanıyoruz. Çin Devrimi'nin çok uzak olmadığını ümit ettiğimiz kesin zaferi, Asya'nın köle ve yarı köle halklarının, en başta İngiltere'nin alçaltıcı boyunduruğundan ol­ mak üzere, emperyalizmden kurtuluşları için bir işaret olacaktır.

Z82

ÇKP kastediliyor. (YN)

J. Kitaigorodsky TÜRKİYE'DE İŞÇİ SINIFININ DURUMU283 29 Eylül 1927

1. Genel Düşünceler

Türkiye'de genç yerli burjuvazinin siyasi ve iktisadi bakımlardan sağlam­ laşması, Türkiye'nin bağımsızlığı için verilen milli savaşın sonucudur. Emper­ yalizme karşı kazanılan zaferin meyvelerini toplayan, sadece milli burjuvazi oldu. Anadolu'nun emekçi sınıfları, kendilerini sadece onun için ateşe atmış oldular. Buna karşılık köylülük ve özellikle de şehir proletaryası, muzaffer milli burjuva devriminden sosyo-ekonomik ve siyasi bakımlardan pek az kazançlı çıkmıştır. "Halk Fırkası" aracılığıyla Türk toplumunun kaderini yönlendiren milli bur­ juvazinin siyasi ve iktisadi bakımlardan sağlamlaşması karşısında, Türkiye işçi sınıfının siyasi haklardan yoksun olması, örgütsüzlüğü, dağınıklığı ve tüyler ürpertici sefaleti tam bir karşıtlık oluşturmaktadır. Genç Türk burjuvazisi, Anadolu proletaryasının sayıca azlığından ve zayıflı­ ğından yararlanarak isyan eden köylülüğe de hakim olmak istemekte ve henüz filizlenen bu hareketi sadece milli burjuva nitelikte bir devrim yoluna saptıra­ rak onu kendi etkisi altına almaya çalışmaktadır. 283

J. Kitaigorodskiy, "Die Lage der Arbeiterklasse in der Türkei", 29 Eylül 1927, DieKommunistische Intemationale, sayı 38-39, Harnburg, s.1911 vd.

1919-1923 yılları arasında Anadolu proletaryası, kendisi zayıf olduğu için, köylüleri sosyalist devrim yoluna çekebilecek kadar etkileyemedi. İşte bu olgu, Anadolu burjuvazisinin ekmeğine yağ sürmüştür. Yaptığı sayısız açıklamalar­ da Türk köylülüğünün durumunu düzelteceğini, ''Allah'ın izniyle" bütün emek­ çilere eşitlik ve adalet kapılarını açacağını, işçilere iş güvenliği sağlayacağını vaat etmesine karşılık, iktidara gelir gelmez bu vaatlerinin birini bile, pek tabii ki yerine getirmedi. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nde köylülüğün durumunu anlatmayı bir başka sefere bırakarak, bu makalemizde Türkiye'nin siyasi ufkunda açık seçik beliren Türkiye proletaryasının durumunu inceleyeceğiz.

2. Türkiye İşçi Sınıfının İktisadi Durumu

Son yıllarda Türkiye proletaryası gözle görülür bir biçimde büyüdü. Demir­ yollarında, tramvay işletmelerinde, dokuma, tütün fabrikalarında ve yabancı sermaye tarafından kurulmuş olan diğer fabrikalarda çalışan işçilere, son yıl­ larda yerli sermaye tarafından kurulan fabrika, atölye ve işletmelerde çalışan işçiler de katılmıştır. Ö rneğin, 1920-1926 yılları arasında Türkiye'de yerli serma­ yenin olanaklarıyla, 5 beygirin üstünde motor gücüne sahip, nispeten küçük 626 fabrika kurulmuş, toplam 22 milyon Türk lirası tutarında sermayeye sahip 69 sanayi şirketi oluşturulmuş, 223 büyük un değirmeni, 116 hızar atölyesi, 2550 beygirlik motor gücüne sahip 61 dokuma fabrikası inşa edilmiştir. Sadece 1925 yılında toplam 70 bin iğlik 9 dokuma fabrikası kurulmuştur. Bunun dışın­ da, 50 sabun imalathanesi ve biri İstanbul yakınlarındaki Alpullu'da, diğeri ise izmir'in doğusunda Uşak'ta olmak üzere 2 şeker fabrikası işletmeye açılmış ve sadece yerli sermayeyle 423 km demiryolu döşenmiştir. Bütün bu yabancı, karma ve saf milli sermayeye ait sanayide çalışan Tür­ kiye işçi sınıfının sayısı hakkında ne yazık ki kesin bir şey söyleyemeyeceğiz. Türkiye'de sağlıklı istatistikler yoktur; hatta bugün bile yeni Türkiye'nin nüfu­ sunu tespit etmek oldukça güçtür. Bazılarına göre Türkiye'nin nüfusu 7 milyon, bazılarına göre ise 14 milyon dolayındadır. Şehirlerdeki ücretlilerin sayısının azami 200 bin olduğunu söyleyebiliriz. Bunun içinde Avrupa'daki anlamıyla saf sanayi işletmelerinde çalışanların sayısı ise, rahatlıkla 30 binin üstündedir. Geçtiğimiz yıl içinde sanayileşme hızı düştüğü halde, Türkiye'deki sanayi işçi­ lerinin sayısı her yıl artmaktadır. Kemalist hükümetin tarım siyaseti ise (zengin köylüleri kayırma, Ziraat Bankalarının sadece kredi alabilecek güçteki köylülere -ki Türk köylerinde bunların sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır- borç ve kredi vermesi, vergi siyaseti) Türkiye köylerinde sınıflaşmayı hızlandıran bir zemin yarattı. Bunun

sonucunda da yoksullaşan muazzam bir köylü kitlesi köyünü terk etmek zo­ runda kalarak, emek piyasasını doldurdu. Bunun yanı sıra, şehir nüfusunun köye kıyasla çok daha ağır bir vergi yükü altında ezilen alt ve orta sınıfları da, köyde olduğundan daha fazla proleterleşmektedir.284 Son dört yılın devlet bütçesini yakından incelersek, birinci olarak Türki­ ye'deki şehirli tüketiciyi inleten dolaylı vergilerin ve tekellerin artırıldığını, ikinci olarak da, tarımda tüm dolaysız vergileri indirme yönünde bir eğilimin belirginleştiğini görürüz. Örneğin, dolaysız vergiler, toplam vergi gelirleri için­ de 1924'te yüzde 33,5 tutarken, 1927'de bu yüzde 22,3'e düşmüştür. Tarımdaki dolaysız vergiler ise, 1924'te yüzde 28,8 iken, 1927'de yüzde 14,2 olmuştur. Buna karşılık tütün, kibrit, şeker ve gazyağı tekellerinden elde edilen gelirler 1924 yılında toplam gelirin yüzde 12,7'sini oluştururken, bu sayı 1927 yılında yüzde 23'e kadar çıkmıştır. Bu durumda en fazla zarar görenler, genel vergilerin, yani tüketim vergisi, okul vergisi ve buna benzer diğerlerinin yanı sıra, bir de kazanç vergisi vermek zorunda olan işçi tüketicilerdir. Ücretinden kesilen dolaylı ve dolaysız vergiler­ le gelirinin büyük bir kısmını devlete kaptıran bir işçinin, ülkedeki pahalılık karşısında ailesini nasıl geçindirdiği akıl almaz bir iştir. Kemalist basın bile Türkiye işçisinin beslenmesinin yetersizliğine dikkat çekmek zorunda kalıyor. Savaş öncesine oranla hayat pahalılığının on dört kat artmış olmasına karşın, işçi ücretleri sadece üç kat artmıştır. Türkiye işçisinin kazancı, geçinmek için zorunlu olan asgarinin de altındadır. Bazı iş alanların­ da, örneğin tramvay işletmesinde, işgünü 15 saati bulmaktadır. Çalışma saat­ leri tamamıyla düzensizdir. Askeri atölyelerde ve demiryollarında, öğle yemeği ve kahvaltı araları dışında, 9 saatlik işgünü uygulanmaktadır. Dokuma ve tütün işletmelerinde ise işgünü, 11-12 saati bulmaktadır. En iyi ücreti demiryolu işçileri (vasıflı bir işçinin ortalama ücreti 2 lira 50 kuruştur), en kötü ücreti ise tütün işçileri almaktadırlar. (Vasıflı bir işçi orta­ lama 2 lira, vasıfsız işçi ise 80 kuruş alır. Türk lirası aşağı yukarı 2 Reichsmark değerindedir ve 1 lira = 100 kuruştur.) Şimdi örnek olarak, ayda ortalama 55 lira kazanan az vasıflı bir demiryolu işçisini ele alalım. Bu paranın 5 lirası özel bir kazanç vergisi olarak kesilir. Bu işçi ayrıca okul, kaldırım ve sağlık vergisi olarak her ay 2,5 lira ödemek zorun­ dadır; oda kirası ise ayda 10-12 lira tutar. Böylece elinde 37,5 lira kalır. Eğer evli değilse, bu para kıtı kıtına geçinmesini sağlar. Günlük yiyeceği 75 kuruş tutar. 284

Türkiye proletaryasının safları, böylece bir yandan köylük bölgelerden gelen, öte yandan da küçük burjuvazi ve kısmen de iktidardaki Partinin izlediği maliye ve vergi siyaseti yüzünden iflasa sürüklenen orta burjuvazi tarafından doldurulmaktadır. Küçük ve orta burjuvaziden gelenlerin sayısı köylük bölgelerden gelenlere oranla daha yüksektir.

Sabah kahvaltısı peynir ekmek, öğle yemeği fasulye ya da nohut çorbasından ibarettir. Sadece tatil günlerinde öğle yemeğinde et yiyebilir. Bütün bunlar ona ayda 22,50 liraya mal olur. Eğer bir yardımlaşma sandığına üyeyse, ayda 1 lira da oraya ödemek zorundadır. Ayrıca demiryolları şirketi hesabına zorla kesi­ len özel bir vergi daha vardır. Bununla işçilerin sık sık çarptırıldıkları cezaları kastediyoruz. Bir işçinin ayda ortalama 3-8 lira ceza ödediği hesaplanmıştır. Fransız ve İngiliz şirketleri, (Türkiye demiryollarının büyük çoğunluğu Fran­ sız- İngiliz sermayesine aittir) devletin iş güvenliği sağlamakla yükümlü oldu­ ğundan haberleri bile olmayan Türkiyeli işçileri insafsızca sömürürler. Ceza için ortalama 4 lira kesildiğini kabul edersek, bizim demiryolu işçisinin elinde (burada bekar bir işçiyi örnek aldığımızı unutmayalım), akşam yemeği, traş, gazete, hamam, giyim, ayakkabı, sinema vb. masraflar için topu topu 10 lira ka­ lıyor. İşçinin bu parayla bu pahalılıkta ancak büyük yoksunluklara katlanarak geçinebileceği açıktır. Peki, ya bir de ailesi varsa? Veremden en yüksek ölüm oranının işçiler arasında görülmesine ve işçi semtlerinde çocuk ölümlerinin korkunç rakamlara ulaşmasına gerçekten hiç şaşmamak gerekir Biz, burada yine de nispeten "iyi" ücret alan bir işçi kesimini örnek aldık. Diğer işçi kesimlerinde, örneğin dokumacılık ve tütünde işçilerin aldığı ücret, ayda 26 lira ve 30-35 liradır. İzmir ya da İstanbul'daki bir tramvay memurunun eline, 15 saatlik bir işgünü sonunda 1 lira 25 kuruş geçer. İçinde bulundukları durumdan dolayı işçi kitlelerinin büyük bir hoşnutsuz­ luk, hatta öfke duymalarına şaşmamak gerekir. Sağda solda tamamen kendili­ ğinden olmak üzere iktisadi grevler patlak vermekte, hatta bunlar zaman za­ man kısmi başarılarla da sonuçlanmaktadır. Ö rneğin Mayıs ayında tütün işçi­ leri ve Adana'daki demiryolu işçilerinin grevlerinde görüldüğü gibi. Bu konuya ileride yeniden geleceğiz. 3. Grev Hareketleri

Bu yılın Mayıs ayı başında İstanbul 'da tütün işçilerinin yaptığı grev, son de­ rece ilginç gelişmeler gösterdi. Grev, ekonomik temelde başlamıştı. İşçilerin ço­ ğunluğunu, Trakya'dan kaçmış olan ve oradayken devrimci Bulgar örgütlerinin etkisi altında bulunan Türkler oluşturuyordu. Türkiye'nin geri bilinçli işçileri­ nin belirgin özelliği sebatkarlıktır; nitekim bu özelliği grevci işçiler de gösterdi. Grev, tam iş�erin en sıkışık olduğu mevsimin ortasında patlak verdi ve işveren, 8 günlük grevden sonra, boyun eğmek ve ücretlere belli ölçülerde zam yapmak zorunda kaldı. Grev komitesine bir de kadın işçi seçilmişti. Bu kadın işçi, bü­ yük kahramanlık gösterdi ve davranışlarıyla grevci işçilerin moralini yükseltti. Grevdeki işçilerin sayısı 3 bini bulmaktaydı ki, bu, Türkiye'nin geri işçi hareketi için muazzam bir rakamdır. Kemalist hükümet "küplere bindiği halde güleryüz

göstermek" zorunda kaldı (grev yabancı bir şirkette yapılıyordu) ve "barışçı yol­ dan" çözüm bulmak amacıyla greve karıştı. Doğrusu grevciler de fazla "küstah" davranıyorlardı. Fabrika fabrika dolaşıyor, grev gözcüleri yerleştiriyor, çalış­ mak isteyenleri oradan uzaklaştırıyor, grev kırıcıları kan revan içinde bırakana kadar dövüyorlardı. Grevcilerin inatçılığı karşısında, hükümet, grevin devlet işletmelerine de sıçramasından korktuğu için (İstanbul'daki devlet işletmele­ rinde 12 bin tütün işçisi çalışmaktadır), patronları taviz vermeye ikna ederek grevi bitirme kararı aldı. Böylece, orta dereceli vasıflı işçilere günde 150 kuruş yerine 170 kuruş ücret tanındı. Adana demiryollarına bağlı 800 işçi ve memurun çalıştığı Yenice-Nusaybin yan hattında patlak veren grev de özellikle ilgi çekicidir. Adana demiryolu, Fransız sermayesine aittir. Bu hat, Türkiye'nin esas olarak pamuk ekilen en verimli toprak parçasından geçmektedir. Adana, Türkiye'nin güneyinde yer alan ve sayısız dokuma, çırçır ve tütün fabrikalarının yoğun olarak bulunduğu büyük bir işçi merkezidir. Bazı fabrikalarda iş mevsiminde 2 bin ve üstünde işçi çalışır. Burada çalışma koşulları son derece ağırdır; hele ısının sıfırın üstünde 60 dereceye kadar yükseldiği yaz aylarında! Demiryolu atölyelerinin olsun, di­ ğer fabrikaların olsun insan sağlığı açısından son derece kötü donatılmış oldu­ ğunu, bilmem ayrıca belirtmeye gerek var mı? Buna karşılık, bazı fabrikalarda en modern makine tekniği kullanılmaktadır. Tatil günlerinde demiryolu işçilerine normal olarak ücret ödenmez. Sa­ katlanmalarda, işçiye demiryolu hastanesinde parasız bakılsa da, kaybettiği zamanın ücreti kendisine ödenmez. Aynı şekilde iki haftalık izin hakkı tanın­ makla birlikte, bu süre için işçiye beş kuruş para verilmez. İşçi kitlelerinin için­ de yüzdüğü korkunç yoksulluk yüzünden, doğal olarak bu haktan yararlanan pek kimse çıkmaz. Fazla mesainin karşılığı da her zaman ödenmez. İşçiler yaşlı ustaların keyfi davranışları ve ceza sistemi altında ezilmektedir. Herhalde iş­ çilerin bundan daha ağır sömürüldüğü bir durum tasavvur edilemez. Nihayet, geçtiğimiz Haziran ayında demiryolu işçilerinin sabrı taştı ve grev başladı. Hü­ kümet adına vali, alelacele istasyona koştu ve grevcilere işbaşı yapmalarını tel­ kine çalıştı. Bunun üzerine grev komitesinin başkanı olan bir işçi, heyecanlı bir konuşma yaparak, milli hükümeti, Türk iş gücünü sömürerek semiren yabancı sermayeyi kayırmakla suçladı. X yoldaşın valiyi rezil etmesi, grevcileri coştur­ du. Grevciler büyük bir heyecan içinde, demiryolu şirketi, grev komitesince saptanan 30 talebi kabul etmediği sürece işbaşı yapmamaya ant içtiler. Ayrıca, şirket tarafından hayasızca sömürülen Türk memurların da bu greve katılması özel bir önem taşır. Türkiye hükümeti ile Anadolu Demiryolları İşletmesi ara­ sındaki özel bir anlaşmaya göre (bu anlaşma 1923 Lozan Konferansı'ndan son­ ra yapılmıştır) şirket, ancak çok az sayıda yabancı memur çalıştırma hakkında

sahiptir. Ne var ki, bu anlaşmaya uyulmuyor. Üstelik yabancıların aynı iş için aldıkları maaşın kendi maaşlarının iki katı olması, Türk memurların onurunu kırmaktadır. İşte bu durum, Türk oldukları için aynı şekilde haksızlığa uğra­ yan memurlarla işçileri birbirine yaklaştırdı. Yenice-Nusaybin hattında çalışan yüksek dereceli memurların da greve katılmalarının nedeni budur. Resmi makamlardan gelen baskı karşısında şirket, bir aylık süre istedi. Grev komitesi, işçilere yeniden işbaşı yaptırabilmek için epeyi ter dökmek zorunda kaldı. Bu bir aylık sürenin sonunda şirket, işçilerle memurların taleplerini ye­ rine getirmeyeceğini bildirdi. İşçilerin öfkesi had safhadaydı. Bunun üzerine, geçen süre boyunca gizlilik şartlarında çalışmış olan grev komitesi, tüm hat, yani tam 250 km boyunca grev emri verdi. Trenler durdu, depolardan çıt çık­ maz oldu. Şirket, kendi grev kırıcılarının yardımıyla bir treni kaldırabildi. İ şçi­ ler, trenin gitmesini engellemek için toplu halde tren raylarının üstüne yattılar. Bunun üzerine polis ve jandarma harekete geçirildi ve rayların üstünde yatan işçilere yaylım ateşi açıldı. Türkiye için olağanüstü bir şey olan bu olay, ateş edenleri de etkilemiş olacak ki, çoğu kuru sıkı ateş etti. Nitekim yaralı sayısının çok az olması (ölü hiç yoktur) da bunu göstermektedir. Resmi makamların bu davranışı, Türk toplumunun tüm kesimlerinde öfke uyandırdı. Tam o sırada seçim kampanyası olduğu için, bu durum Kemalistle­ rin hiç işine gelmiyordu. Öyle ya "milli" bir iktidar olarak, yabancı sermayenin sömürdüğü Türk işçileri üstüne ateş açtırmak onlara pek yakışmıyordu. Ne yazık ki, bu grevin nasıl sonuçlandığı hakkında elimizde henüz kesin bilgiler yok. Ancak, şirketin, eninde sonunda, bazı tavizler yermeyi kabul etti­ ğini öğrenmiş bulunuyoruz. Bu grev, Türkiye işçisinin hiç de kaderine boyun eğmiş bir yaratık olmadığını açıkça göstermiştir. Türkiye işçisi, bugüne kadar tutsağı olduğu milliyetçi ideolo­ jiden kendini yavaş yavaş kurtarmaktadır. Bir zamanlar, Sultanların hükümetin­ den kendine hayır gelmeyeceğini öğrendiği gibi, bugün de milliyetçi hükümetten kurtuluş beklemenin anlamsız olduğunu görüyor. Bağımsız sınıf mücadelesinin zorunlu olduğu bilinci, geniş işçi kitleleri arasında adım adım yayılıyor. İşte Ada­ na grevi bunu açıkça göstermiştir. Zaruretler, kitlelerin içinde yüzdüğü umutsuz yoksulluk, acımamız sömürü, açlık, yarınından emin olmama, işte bütün bunlar Türkiye işçilerinde sınıf bilinci uyandıracak güçlü etkenlerdir. 4. Sendika Hareketi

Bizim anladığımız anlamda bir sendika hareketi Türkiye'de yoktur. En ge­ lişmiş örnek olan yardımlaşma dernekleri ortaçağ tipinde yardım sandıkları­ dır. Abdülhamit zamanından kalma kanunlara göre 10 kişinin bir araya gelip

bir yardımlaşma sandığı kurma hakkı vardır. İstanbul 'da, İzmir'de, Adana'da, Ankara'da ve diğer şehirlerde çoktan beri bu tür kuruluşlar bulunuyor. Ö rne­ ğin, içinde birkaç yüz kadın işçinin de çalıştığı Ankara cephane fabrikasında bu işçilerin hepsi yardımlaşma sandığına üyedir. Her iş kolunda, tütün sanayi­ sinde, dokumacılıkta ve diğer sanayi dallarında, kendi aralarında birleşmemiş "böyle pek çok kuruluş" vardır. İstanbul'daki ilerici ''Amele Teali Cemi yeti"nin en büyük hizmeti, bütün bu var olan kuruluşları modernleştirmeyi amaç edin­ mesi ve bunları gerçek sendikalara dönüştürmek ve ülke çapında genel bir sen­ dika konfederasyonunda birleştirmek için düzenli bir mücadele vermesidir. "Teali", toplam olarak 300-350 işçiyi kapsamakla birlikte, etkisi bunun çok üzerindedir. Ö rneğin 1 Mayıs'ta İstanbul'da yapılan ve 200 işçinin katıldığı grev, bunu göstermiştir. Bayramlıklarını giymiş ve yakalarına kırmızı kurdele­ ler takmış olan işçiler, "Teali"nin odalarında bir araya toplanarak bir ağızdan İşçi Marşı'nı söylemişlerdir. "Teali", İstanbul'daki işçilerin birleşme merkezi olmuştur. Bu işçi örgütünde bir kulüp ve akşam kursları da açılmıştır ki, bu Türkiye için alışılmamış bir şeydir. İktidardaki Kemalist Parti, işçi hareketini kendi vesayeti altına almak için durmadan uğraşmakta, ancak bunu her zaman başaramamaktadır. Şu ana kadar Meclis'te bir iş kanunu tasarısını tartışacak zaman bile bulamamıştır. İktidardaki partinin kendine en az dert ettiği şey, işçi kitlelerinin çıkarlarıdır. Son dört yıl içinde Meclis, hem günlük hayatı değiştiren hem de kamu siyasi hayatını etkileyen önemli reformlar getirmiş olmasına rağmen, sosyal güvenlik alanında tek bir reform bile yapmamıştır. Meclis komisyonu tarafından tartışılarak kabul edilen yeni iş kanunu tasa­ rısı, işçilerin durumunu daha da kötüleştiriyor. (Örneğin askeri fabrikalarda 9 saatlik işgünü yerine 10 saatlik işgünü getirilmektedir). Dağılan Meclis, bu ka­ nun tasarısını, ancak önümüzdeki Ekim ayında toplanacak olan yeni Meclis'e devretmiş bulunuyor. Meclis'te çoğunluğu elinde tutan milli burjuvazi, tüm siyasi reformları sadece kendi sınıf çıkarları açısından yapmaktadır. Türkiye işçi sınıfı, bundan sonra da her türlü haktan yoksun, sefalet içinde yaşamaya zorlanacaktır. Çalışma saatlerinin düzenlenmesi, fabrikaların denet­ lenmesi diye bir şey yoktur. İşverenlerle herhangi bir anlaşmazlık çıktığında, kanunlar, polis ve mahkemeler işverenin tarafını tutmaktadırlar. Sosyal sigorta olmadığı gibi, bir emek borsası da yoktur. İşçilerin kitleler halinde genç yaşta ölmeleri, her yerde rastlanan bir olgudur. Kemalist basın bile, işçi semtlerini kasıp kavuran verem, skorbüt ve diğer hastalıklar nedeniyle buralarda rastla­ nan korkunç ölüm oranlarına dikkati çekmekte, alarm zillerini çalmaktadır. Hele milli azınlıklara mensup işçilerin durumu, Kemalistlerin siyaseti so­ nucunda daha da kötüleşmiş olduğundan, büsbütün beterdir. Bir kere, Rum,

Yahudi ve Ermeni işçilerin, bırakınız şehirler arasında ikametgah naklini, bir kasabadan diğerine göçe dahi hakları yoktur. İkinci olarak, bunlar devlet işlet­ melerine alınmazlar. Bu insanlar, bir anlamda, Türkiye proletaryasının parya­ larıdır. Sadece, ilerici Türk işçilerin etkisi altındaki "Teali" Cemiyeti'nin, İstan­ bul 'daki tüm proleterlere karşı enternasyonalist dayanışma siyaseti izlediğini görüyoruz. Bu Cemiyet, hangi ırktan ve dinden olursa olsun, bütün işçilere seve seve kucağım açmaktadır. Diğer cemiyetlerde ise yine milli kısıtlamalar vardır. Kemalistler, Türk işçi kitlelerinin en hassas noktası olan milliyetçilik duygularım kullanma çabası içindedirler. Ama işçi sınıfı, yine de "hareket ediyor"! Milliyetçi hükümet, giriştiği kanlı eylemlerle, uyguladığı zulümle ve burjuvaziden başkasına siyaset yapma hak­ kını tanımamakla, kendi maskesini yine kendi düşürmekte ve işçi kitlelerinde sınıf kini uyandırmaktadır. İşte Adana demiryolundaki son grev, Türkiye'de kitlelerin içinde bulundukları uyuşukluktan sıyrıldıklarını, Doğulu kadercili­ ğinden kurtulduklarını, bağımsız sınıf mücadelesi yoluna girdiklerini gösteren en güzel örnektir.

Kızıl Sendikalar Enternasyonali Yürütme Kurulu TÜRKİYE'DEKİ SINIF SENDİKALARINI KORUYALIM!285 25 Kasım 1927

Bütün Ülkelerin İ şçilerine! Yoldaşlar! Türkiye'deki sendika birliği ''Amele Teali", Kemal Paşa'nın sözüm ona dev­ rimci hükümeti tarafından verilen emirle dağıtıldı. Faal kadroları tutuklandı, örgüt parçalandı. ''Amele Teali" örgütünün "suçu", hakları gasp edilmiş ve sefa­ lete mahkum edilmiş olan işçi kitlelerini örgütleyen bir merkez olmasıdır. "Halk Partisi"nin (Kemalistler) hükümeti, çoktandır sendika hareketini ele geçirmek ve onu faşist bir ruhla beslemek istiyordu. Ama ne kışkırtıcı ajanların yöntemleri, ne de rüşvet ve baskılar, işçi kitlelerinin sınıf birlikleri örgütleme yolundaki temel talebini bastıramamıştır. Ve şimdi, "Halk Partisi"nin parla­ mento seçimlerinde kazandığı zaferin ertesi gününde ve Kemal Paşa'nın Türk demokrasisinin kazancl.ığı muazzam başarılar konusunda verdiği tam 5 gün süren söylevden hemen sonra, işçi sendikalarının bu ılımlı merkezine karşı yeniden saldırılıyor ve bu merkez yok edilmek isteniyor. İ şte bütün dünyadaki burjuva demokrasilerinin söyledikleri sözle yaptıkları iş arasındaki uygunluk bu kadardır. 285

Kızıl Sendikalar Enternasyonali Yürütme Kurulu, "ZurVerteidigungderKlassengewerkschaften der Türkei", Intemationale Presse-Korrespondenz, sayı l16, yıl 7, 25 Kasım 1927, s.2602-2603.

"Amele Teali" örgütü, Kızıl Sendikalar Enternasyonali'ne bağlı olmadığı halde, Yürütme Büromuz, Türk "Halk Partici"lerinin bu yeni zorbalığı karşı­ sında duyduğu şiddetli öfkeyi, Türkiye'nin ezilen işçileriyle arasındaki derin dayanışma duygularını belirtmek ister. Kızıl Sendikalar Enternasyonali Yürütme Bürosu, bütün ülkelerin işçilerini Türkiye'deki sınıf derneklerinin parçalanmasını şiddetle protestoya ve Kema­ list yok etme yöntemlerine karşı, Kemalistlerin işçi sınıfını parçalayarak onu faşist ruhla yozlaştırma çabalarına karşı Türkiyeli işçilerin verdiği mücadeleyi desteklemeye çağırır. Kemalistler, Türkiye'nin işçi kitlelerini baskı yoluyla milli burjuvaziye tabi kılabileceklerini sanıyorlar. Kemalizm "kendi" sendikalarını kurmayı ve böyle­ ce işçilerin sınıf hareketini daha beşikteyken boğmayı umuyor. Ama sömürücü­ lerin bütün bu işçi örgütlerini yıkma planları, Türkiye proletaryasının direnişi karşısında boşa çıkacaktır. Türkiye proletaryası, bütün dünya işçilerinin de yardımıyla kendini Kemalizmin vesayetinden kurtaracak, kendi sınıf örgütleri­ ni inşa edecek ve sömürü boyunduruğundan nihai kurtuluş uğruna kararlılıkla mücadele edecektir.

Ali Rıza KEMALİSTLERİN TÜRKİYE İŞÇİ HAREKETİNE UYGULADIGI TERÖR286 29 Kasım 1927

Bundan kısa bir süre önce bütün dünya basını, Kemalistlerin son parlamen­ to seçimlerinde parlak bir zafer elde ettiğini ve parlamentonun açılışında Ke­ mal Paşa'nın tam altı gün süren bir konuşma yaptığını yazdı. Kemal Paşa bu söylevinde, Türkiye'nin iktisadi ve siyasi bakımdan emperyalist devletlerden bağımsız, demokratik bir devlet olarak güçlenmesi yolunda Kemalist hüküme­ tin kazandığı muazzam başarıları dile getirmiştir. Ama Türkiye'deki gerçek durum, Kemal Paşa'nın anlattığından çok uzaktır. Emperyalist devletler, özellikle de İngiliz ve Fransız emperyalistleri, Türkiye'yi Sovyetler Birliği'nden koparmak, Kemalistleri faşizmin kollarına atmak ve Ke­ malistlerin üzerinde kesin nüfuz kazanmak için büyük çaba harcıyorlar. Ve Kemalist yöneticiler de bu entrikaların etkisi altında kalıyorlar. Bu, özellikle Kemalist hükümetin son zamanlarda izlediği siyasette kendini göstermektedir. Son zamanlarda Türkiye işçi hareketinde gözle görülür bir yükseliş başla­ mıştır. Geçtiğimiz yılın Nisan ve Mayıs aylarında İstanbul'daki tütün fabrikala­ rında yapılan toplu iş bırakma ve grevlerde, Aydın demiryolu işçilerinin grevi 286

Ali Rıza, "DerTerror der Kemalisten gegen die Arbeiterbewegung in der Türkei", Intemationale Presse-Korrespondenz, sayı 117, yıl 7, 29 Kasım ı927, s.2636.

ve sanayinin diğer dallarındaki birçok grevde bu kendini gösterdi. Bu grevlerin çoğu, grevcilerin kısmi zaferiyle sonuçlandı. Son yıllarda güçlenen ve Türkiye çapında bir sendika merkezi rolü oynamaya çalışan ''Amele Teali Cemiyeti" adlı sendika örgütünün bu zafere önemli ölçüde katkısı olmuştur. "Teali Cemiyeti", dağınık işçi örgütlerini toparlamaya ve Türkiye proletaryasının tüm sınıf güç­ lerini sağlamlaştırmaya başladı. Bu merkezin Türkiye işçileri arasındaki etkisi sürekli olarak artmıştır. İ şçilerin bu önde gelen sendikasına karşı Kemalist hükümetin tutumu ne olmuştur? Kemalist hükümet, bu örgütü kendi vesayeti altına almaya ve polis aracılığıyla "Teali Cemiyeti"nin faaliyetini sınırlandırmaya çalıştı. Ama Kemalist ajanlar "Teali"nin bağımsızlığını yok edemeyeceklerini an­ layınca, hele "Teali"nin çalışmaları sonucunda kendilerinin işçi sınıfı içindeki etkinliklerinin her geçen gün biraz daha azaldığını görünce, Kemalist hükümet Türkiye proletaryasının bağımsız sınıf hareketini zor kullanarak bastırmaya ka­ rar verdi. ''Amele Teali Cemiyeti"ni kapattı ve sendika görevlilerini tutukladı. Bugün 30'dan fazla önder işçi Türkiye hapishanelerinde yatmaktadır. "Demok­ ratik Kemal Hükümeti", tutuklulara korkunç işkenceler yapıyor. Güvenilir kay­ naklardan öğrendiğimize göre, kadınlar bile zincirle asılmakta ve kendilerine bu durumda eziyet edilmektedir. Kemalist hapishanelerde insanlık dışı işkencelere uğrayan işçi önderlerinin adlarını aşağıda veriyoruz: - Hamdi: Yürüyemeyecek hale gelinceye kadar dövüldü; şimdi sargılar içinde yatıyor. - Nuri (işçi): Falakada 150 sopa yedi; durumu ağır. - Hasan: Bayılana kadar dövüldü. - Danielya (işçi): Midesine acımasızca vurularak dövüldü. - Nikola, Hakkı, İbrahim, Jara, Kapolos, Nikko (hepsi işçi): Özellikle zalimce eziyet gördüler. Bu listeyi uzatmak mümkün, ama bu örnekler de yeterlidir. İzmir ve Adana'da da Türkiyeli işçiler tutuklanarak eziyet görmüşlerdir. Kemalist ajanlar, karış karış bütün ülkede devrimci işçi avına çıktılar. Sade­ ce İstanbul 'da kırkı aşkın işçi, haklarında dava açılmaksızın, bir buçuk aydır zindanda çürüyor. Ailelerine ziyaret izni verilmiyor. Tutukluların ne durumda olduğu konusunda kimse bir şey bilmemektedir. Her zaman pek geveze olan basın, bu defa susmaktadır. Sadece Aydınlık dergisinin tanınmış yazarı Şefik Hüsnü yoldaşın tutuklandığından Cumhuriyet gazetesi şöylece bir bahsetmiş­ tir. O kadar. ''Amele Teali Cemiyeti"nin dağıtılması ve sendika görevlilerinin tutuklana­ rak eziyet ve işkence görmeleri, Kemalist Türkiye'deki sözde "demokratik" hü­ kümetin ne olduğunu pek güzel gözler önüne seriyor.

İşte bu tutuklamalar ve işçi hareketine indirilen darbe, Kemalist hükümet tarafından işçi sınıfına Türkiye Cumhuriyeti'nin ilanının 4. yıldönümünde ve­ rilen bir çeşit "armağan"dır. Kemalist Parti'nin işçi sınıfına karşı izlediği gerici siyaset, onun artık geniş halk kitlelerinden, özellikle de işçi kitlelerinden koptuğunu ve emekçi kitlele­ ri ezen ve sömüren malum burjuva siyasetine sıkıca sarıldığını göstermekte­ dir. Parti'nin bu yolda atacağı ikinci adım, emperyalist devletlerle arasındaki iktisadi ve siyasi bağlan güçlendirmek ve Türkiye'nin Sovyetler Birliği ile iliş­ kilerinin bozulması olacaktır. Zaten, Kemalist hükümetin her zaman için övün­ düğü Sovyetler Birliği ile dostluğun artık kendisi için bütün anlamını yitirdiğini görüyoruz. Türkiye işçi ve köylüleri, Kemalist hükümetin verdiği bu son dersten gere­ ken sonucu çıkarmak zorundadırlar. Kemalist hükümet, kendini onlardan ko­ parmakta ve yüzünü gericilerle emperyalistlere dönmektedir. Türkiye işçi ve köylüleri böyle bir hükümete sırtlarını çevirmeli ve bu hükümete karşı karar­ lılıkla mücadeleye başlamalıdırlar. Kemalist hükümete karşı mücadele, aynı zamanda barış için, ülkenin bağımsızlığı için mücadele olacaktır. Bu mücade­ leden vazgeçmek ise, Türkiye emekçileri için vahim sonuçlar doğurur. Bütün ülkelerin işçileri, genç Türkiye'nin işçi hareketini boğmak amacıyla karanlık işler çeviren Kemalist yöneticilerin bu siyasetine karşı seslerini yükselterek onu protesto etmelidirler. Bu ülkenin, emperyalist boyunduruktan, daha dün bu işçilerin mücadelesiyle kurtulduğu unutulmamalıdır.

TÜRKİYE1DE 11KOMÜNİST TERTİP 11 287 4 Ocak 1928

Son günlerde Türkiye basını, iri puntolarla ve heyecan verici manşetlerle, ülkede bir "komünist tertibin" açığa çıkarıldığı haberini verip duruyor. Bu "tertip" etrafında Türkiye basını tarafından kopartılan şamata ile ter­ tibin gerçek niteliği hakkında verilen üç beş bilgi kırıntısı, apaçık bir çelişki halindedir. Türkiye'nin tüın gazetelerinde bu "tertip" konusunda çıkan tüm haberleri toplayacak olsak, çıka çıka ortaya şu görüntü çıkar: Bundan bir süre önce Türkiye hükümeti, legal bir işçi dergisi olan Aydınlık'ın eski başyazarı Dr. Şefik Hüsnü Bey'in yurda döndüğü yolunda bir ihbar almıştır. Şefik Hüsnü, 1925 yılında İstiklal Mahkemesi tarafından, komünist etkinliğinden dolayı, gı­ yaben 15 yıl ağır hapis cezasına çarptırılmıştı. Polisin verdiği bilgiye göre, Şefik Hüsnü'nün yurtdışından Türkiye'ye dönmesinin tek nedeni, kendisinin Türki­ ye'deki komünistlerin çalışmasından hoşnut olmaması ve onları daha enerjik bir çalışmaya sokmak istemesidir. Son zamanlarda, Türkiye Komünist Partisi, Şefik Hüsnü'nün önderliği altında, bir dizi bildiri yayınlamış ve Parti'nin hedef­ leriyle görevlerini açıklamıştır. Ne yazık ki, Türkiye basını bu belgelerde nelerin yazdığını açıklamıyor. Buna karşılık Türkiye gazeteleri polis kaynaklarından aldıkları, Şefik Hüsnü'nün ilk sorgulama sonuçlarını yayınladılar. Bu polis ra­ porlarına göre, Şefik Hüsnü, her türlü tertip faaliyetini reddetmekte, ama yurda 287

"Die 'kornrnunistische Verschwörung' in der Tilrkei", Die Kommunistische Intemationale, sayı 1, 4 Ocak 1928, s.28-31.

dönüş nedeninin işçi hareketinin örgütlenmesini desteklemek olduğunu kabul etmektedir. Peki, o halde "tertip" bunun neresindedir? Hem Inprekorr dergisi­ nin hem de Komünist Enternasyonal dergisinin pek çok sayısında, Türkiye'de işçi hareketinin ve Türkiye Komünist Partisi'nin görevleriyle ilgili makaleler yayımlanmıştır. Legal basında, üç ayrı Avrupa dilinde yayımlanan bu makale­ lerde Türkiye Komünist Partisi'nin görevleri, açık seçik ortaya konmuştur. Türkiye Komünist Partisi'nin 1926 yılındaki Parti Kongresi'nde onaylanan ve hem Komintem'in hem de çeşitli Komintern şubeleriyle tek tek işçi önderle­ rinin elinde bulunan resmi programı, şu temel maddeleri içeriyor: "1. Türkiye Komünist Partisi, monarşinin geri getirilmesinin toplumsal

temelini oluşturan emperyalizmin ve gericiliğin tüm güçlerinin (feodal ağalar, din adamları, büyük toprak sahipleri, burjuvazi, eski soylular, karşıdevrimin eski subayları vb.) kararlı bir düşmanıdır. Parti, tüm bu güçlere karşı verilen mücadelelerin hepsine katılır. ( ... ) Kemalizm, yabancı emperyalizme ve feodal gericiliğe karşı mücade­ le ettiği sürece, Türkiye Komünist Partisi onu destekleyecek ve ilerlet­ meye çalışacaktır. Ancak, Türkiye Komünist Partisi, Kemalist Parti'nin emperyalizmle tüm uzlaşma eğilimlerine karşı çıkacak ve o, gericilikle emperyalizme karşı mücadeleyi tamamen felce uğratacak bir biçimde 'iş' yaptıkça, ona karşı mücadele edecektir." Bundan başka, eylem programı için ise şu gibi maddeler sıralanmaktadır: Şehir büyük burjuvazisinin bir yandan Cumhuriyetçi ideallere bağlılık yemin­ leri ederken, öte yandan da eski rejimi geri getirme çabalarını desteklemesini teşhir etmek, büyük toprak mülkiyetine derhal ve tazminatsız olarak el konma­ sı ve toprak ağalarının tüm ayrıcalıklarının kaldırılmasını talep etmek, sabık Sultan'a, ailesine ve karşıdevrimci ayaklanmaların elebaşlarına ait olan serve­ te ve topraklara aynı şekilde derhal el konmasını talep etmek, milli azınlıklara uygulanan baskı siyasetine derhal son verilmesini talep etmek, söz ve basın özgürlüğü, sendika kurma özgürlüğü vb. gibi (bugün hala Türkiye'de olmayan) demokratik özgürlüklerin halka tanınmasını talep etmek, 8 saatlik işgünü ve eksiksiz sosyal sigortanın kabulünü talep etmek ve bunun gibi, bütün komünist partiler tarafından işçilerin, köylülerin ve toplumdaki diğer sömürülen tabaka­ ların çıkarlarını savunmak için ileri sürülen daha pek çok başka talep. Türkiye hükümetinin, Inprekorr'da ve Komünist Enternasyonal dergilerinde çıkan ma­ kalelerden ve Türkiye Komünist Partisi'nin gerçek programından haberi olma­ dığını düşünmek safdillik olur. Haydi, polisin alt kademelerinin haberi yoktur diyelim, Türkiye devletinin sorumlu yöneticileri bunları bilmezlikten gelemez-

ler; hele içlerinden bazıları, zamanında Üçüncü Komünist Enternasyonal'in görüşlerine duydukları yakınlığı açıkça ve sık sık dile getirmişken! Türkiye Komünist Partisi, Kemalist hükümete eylemlerinin hesabını vere­ cek değildir. TKP'nin eylemlerini yöneten tek şey, Türkiye işçilerinin ve milli burjuvaziyle milli emperyalistler tarafından ezilen ve sömürülen diğer toplum tabakalarının çıkarlarıdır. Komünist Enternasyonal şubelerinin hepsi gibi, Türkiye Komünist Partisi de, tüm emekçilerin nihai kurtuluşu için sürdürülen kararlı devrimci mücadelenin partisidir. Türkiye Komünist Partisi, bu mücade­ lede uluslararası işçi sınıfının deneylerini ve Komünist Enternasyonal'in kuru­ cusu ve önderi olan Lenin'in vasiyetini izliyor. Türkiye Komünist Partisi, hakim sınıflara karşı devrimci şiddet uygulamaksızın, işçi ve köylü proletaryasının devrimci diktatörlüğünü kurmaksızın, işçi sınıfının zaferini güvence altına al­ manın ve sağlamlaştırmanın mümkün olmadığına, dün olduğu gibi bugün de kesinlikle inanmaktadır. Türkiye Komünist Partisi, bu tayin edici mücadeleler ve gerçek işçi-köylü hükümetinin zaferi için hazırlıklarını yapmıştır. Türkiye köylülüğünün ve şehirlerdeki demokratların büyük bir bölümünü harekete geçirerek, başarılı bir milli demokratik devrim sonucu iktidara gelen Kemalist hükümetin karşısında iki ayrı yol ve iki ayrı gelecek vardı. Bunlardan birincisi, milli devrimin bilinen yoludur; yani, ayaklanan halk kitlelerini dizginlemek ve köleleştirmek, işçi örgütlerine ve işçi sınıfının öncüsü Komünist Partisi'ne saldırmak, emperyalistlere yaklaşmak ve SSCB'den gitgide daha fazla uzaklaş­ maktır. İkinci yol ise, uluslararası dünya proletaryasına yaklaşarak, SSCB'nin kurtuluşa kavuşmuş halklarıyla ittifak içinde, emperyalist haydutlara ve ül­ kedeki toprak ağası ve kapitalist sömürücülere karşı başlatılan mücadeleyi sonuna kadar götürüp zafere ulaştırmaktır. İşte Kemalist hükümet, bu yollar­ dan birincisini seçmiştir. Ama tutumu, son zamana kadar, Türkiye Komünist Partisi'nin emperyalizme ve feodal kalıntılara karşı mücadelede Kemalist hü­ kümeti desteklemesine fırsat veriyordu. Türkiye Komünist Partisi'nin Programı, Komünist Parti'nin, Kemalist hükü­ met eski rejimin kalıntılarını tasfiyeye devam ettiği sürece onu desteklemeye hazır olduğunu, ama Kemalist hükümetin gericilikle ve emperyalistlerle uz­ laşma çabalarına karşı da mücadele edeceğini belirtiyor. TKP Programı'nın bu maddesi, modern Türkiye'nin işçi ve köylülerine eski rejime karşı bir zamanlar Kemalistlerin başarıyla başlattığı ve ülkenin tüm emekçileri tarafından destek­ lenen amansız mücadeleyi sürdürmeleri için çağrı niteliğindedir. Türkiye Ko­ münist Partisi Programı'nın bu maddesine karşı mücadele etmek demek, eski rejim taraftarlarının karşıdevrimci tertiplerini desteklemek demektir; emper­ yalistlerin ekmeğine yağ sürmek ve Türkiye halkını yeniden boyunduruk altına sokmak demektir.

Türkiye Komünist Partisi'nin 8 saatlik işgünü, ağalarla sultana ait toprak­ lara el konması, sendika kurmak, söz ve basın özgürlüğü vb. gibi taleplerine karşı çıkmak ise, Kemalist hükümetin eski rejimin güçleri ve onu destekleyen emperyalist soyguncularla arayı bozmak istemediğini bir kez daha kanıtlar. Ni­ tekim Türkiye Komünist Partisi'nin, varlığını bir yıldan fazla bir zamandır sür­ dürduğünü, Türkiye hükümetinin bu Parti'nin varlığından haberi olduğu gibi, polisin de çeşitli komünist önderleri tanıdığını düşünürsek, Türkiye hüküme­ tinin Komünist Partisi'ne yönelttiği bu son baskılar, objektif olarak, Kemalist hükümetin gericilerin safına, emperyalizmin safına doğru bir dönüş yaptığı anlamına gelir. Türkiye'de komünistlere pervasızca saldırı [lı]yor. Yüze yakın kişi tutuklan­ mıştı. Tutuklanmaların çoğu, alelade ihbarlara dayanarak yapılmıştır. Tutuk­ lulara işkence ediliyor, dayak atılıyor, zincire vurularak eziyet ediliyor. Ö nde gelen sanıklar, vatana ihanet suçundan asılarak idam cezasıyla karşı karşıya­ dırlar. Ö te yandan ise, yine aynı legal Türkiye basının yazdığına göre, Türkiye Komünist Partisi hala varlığını sürdürmekte, illegal yayınlar vb. çıkarmaktadır. Günümüz Türkiye'sinin iç hayatındaki bütün bu olaylar, uluslararası prole­ taryaya şu görevleri yüklüyor: 1) Tutuklanan Türkiyeli komünistlerin serbest bırakılması için bir kampan­ ya açmak. 2) Tutuklanan komünistlere işkence yapan, onları ölüm cezasıyla tehdit eden ve onlara komplocu caniler ve Türk "vatanına" ihanet eden hainler diye iftira atan Kemalist hükümetin işlediği bu suçları açığa çıkarmak. 3) Türkiye işçi ve köylülerinin çıkarlarını gerçekten savunan tek parti olan Türkiye Komünist Partisi'nin gerçek hedeflerini ve görevlerini tanıtmak. 4) Kemalistlerin gericilikle ve emperyalistlerle uzlaşma çabalarına karşı mücadelesinde, Türkiye Komünist Partisi'ni sonuna kadar desteklemek. 5) Kemalistlerin feodal gericilik ve emperyalistlerle uzlaşma çabalarına kar­ şı, bütün ülkelerin işçilerinin devrimci birleşik cephesini çıkarmak. 6) Türkiye Komünist Partisi ve Türkiye işçi sınıfı, Kemalist hükümetle olan ilişkilerini yeniden gözden geçirme zorunluluğuyla karşı karşıyadır. Kemalist hükümetin şu anda Türkiye Komünist Partisi'ne karşı başlattığı azgın saldırı, onun artık kesinlikle gericiliğin ve emperyalistlerin safına çark etmekte oldu­ ğunu, hatta çoktan ettiğini göstermektedir. Türkiye Komünist Partisinin mücadelesi yeni bir döneme giriyor. Bu dönem, eskisine oranla daha ağır sorumluluklar ve güçlüklerle dolu olacaktır. Bugün henüz tutuklanmamış olan Türkiyeli komünistlerin verdiği kahramanlık örne­ ği, Türkiye proletaryasının güvenilir bir öncüye sahip olduğunu ve onunla gu­ rur duyabileceğini kanıtlamaktadır.

Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi KOMİNTERN'İN GÖREVLERİ VE ULUSLARARASI DURUM288 3 Temmuz - 19 Temmuz 1928

Türkiye Üzerine Birkaç Söz: Türkiye'nin bize vermiş olduğu örnek, halkların burjuvazinin önderliği altında, bağımsız olarak siyasi ve iktisadi yönde ilerle­ mesinin, tarih açısından imkansız olduğunu gösteriyor. Ayrıca Türkiye örneği bize, büyük devletlere olan iktisadi bağlılığın gittikçe arttığını da gösteriyor. Nihayet, Türkiye örneği, Kemalist Devrimin o zamanki uluslararası emperya­ lizmin karşısında yozlaşmasının da tipik bir örneğidir. Kemalizmin toplumsal temelinin bozukluğu, Kemalistlerin bugünkü siya­ setinde çeşitli bakımlardan izlenebilir. Ticaret merkezlerinin burjuvazisiyle uz­ laşılmıştır, devletleştirilen topraklar ağalara geri verilmiştir, bizzat Kemalistler büyük topraklara sahip olmuşlardır. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü'nün 1929'da Milletler Cemiyeti'nin Silah­ sızlanma Komisyonu hazırlıklarındaki tutumu, yani Litvinov'un aleyhinde ve italya'nın aldığı tutumun lehinde konuşması da tipiktir. Bu dış siyaset, Türkiye'nin iç siyasetine de tam uygun düşüyor. Bir zamanlar köylüler lehine yapılan samimi konuşmalar, "köylüler toprağın efendisidir" gibi teminat verip 288

Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu Raporu, Türkiye'yle İlgili Bölüm, 3-19 Temmuz 1929, Komünist Enternasyonal 6. Dünya Kongresi Tutanağı, Almanca, "Fachri (Türkei)", Verlag Cari Hoym & Nachfolge, 1967, s.330. Bu rapor, Komintern'in 6. Dünya Kongresi'nin 10. Genel Toplantısının 13. Oturumu'nda sunulmuştur. (YN)

onları göklere çıkarmalar, işte bunların hepsi Kemalistler tarafından bir kenara itilmiştir. Bugün Kemalistlerin siyaseti, emekçi kitleleri amansızca sömürmek ve vergi baskısını daha da artırmaktır. İşçi ücretleri dahi vergiye tabi tutuluyor. Bir iş kanununun çıkarılması düzenli olarak erteleniyor, proletaryanın sınıf ör­ gütleri ortadan kaldırılıyor. Aynı zamanda Türkiye'de emekçi kitleler arasında, özellikle de proletarya­ nın arasında güçlü bir radikalleşme eğilimi almış yürümüştür. Komünist Parti­ si, kendisini yol arkadaşlarından temizleyip, gerçek bir proletarya örgütü hali· ne gelecektir. Bu, çok sevindirici bir gerçektir. Şu anda 35 komünistin davasına bakılmaktadır. Sanıkların yüzde SO'i Türkiyeli işçilerdir. Türkiye'de şimdi cereyan eden olaylar dolayısıyla, Kemalistlere karşı tutu­ mumuzu bir kez daha gözden geçirmek zorundayız.

Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu Raporu ORTADOGU-TÜRKİYE289 17 Temmuz 1928

ı. İktisadi Durum

Ortadoğu ülkeleri arasında Türkiye, kuşkusuz son yıllar içinde en hızlı sana­ yileşen ülkedir. Sanayinin kuruluşunda genç Türk burjuvazisi, devlet tarafın­ dan cömertçe desteklendi. Ülkedeki fabrika benzeri 1.900 işyerinden 400'üne devlet ödenek ayırdı, diğerleri ise doğrudan doğruya devlete bağlandı. Ö te yan­ dan Kemalist hükümet, sıkı bir şekilde demiryolu yapımına çalışmaktadır. Şu anda ülkede 500 kilometrelik bir demiryolu ağı örülmüş bulunuyor. Ne var ki, ülkenin kendi olanaklarıyla sanayileşmesi yetersizdir. Bunun için hükümet, yabancı sermayeyi çekmek amacıyla son yıllarda şu önlemleri aldı: 1. Yabancılara ayrıcalıklar tanıma, 2. Tam işbirlikçi niteliği taşıyan ve o güne kadar mümkün olduğunca tasfiye edilmiş olan İstanbul 'un Türk olmayan burjuvazisine belli ödünler verme. Her yerde olduğu gibi, Türkiye'deki kapitalist gelişme de emekçi yığınların sırtından gerçekleşmektedir. Kemalist Devrim, zaferini köylü yığınlarının des­ teğine borçlu olduğu halde, köylülerin durumu hiç değişmedi. Doğu illerinde 289

"Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu Raporu ı928'', "Naher Osten: Türkei", Komünist Enternasyonal 4. Dünya Kongresi Tutanağı, s.429-434. Bu rapor, Komünist Enternasyonal 6. Dünya Kongresi'ne sunulmuştur. (YN)

siyasi ve iktisadi iktidar, eskiden olduğu gibi yine feodallerin, ağaların, şeyh­ lerin elindedir. Kemalist iktidar, Kürdistan'daki ünlü karşıdevrimi (1925) bile bu bölgede feodal toprak ağalığını tasfiye için kullanamadı. Sadece Kemalist hükümete düşman birkaç feodali cezalandırmakla yetindi. Kemalistlerin toprak reformu, Anadolu'nun nispeten daha az geri olan mer­ kezi bölgelerinin küçük bir bölümünde ve Anadolu'nun güneyinde köylülük içindeki sınıf farklılaşmasını geliştirmektedir (bu reformun en önemli madde­ si, aşarın, yani ürünün onda birinin vergi olarak alınmasını ortadan kaldır­ masıdır). Bu, bir yandan "kulak"lık yaratırken, öte yandan da köylü yığınla­ rını yoksullaştırıyor. Şehir burjuvazisi, yoksullaşan köylülerin toprağını satın alıp "rasyonel" kapitalist çiftlikler kuruyor. Ö rneğin Mustafa Kemal "kendisine minnettar" Meclis'ten birkaç bin dönüm toprak armağan aldı ve orada "örnek" bir "kuruluş" meydana getirdi. Aşağıdaki sayılar, farklılaşmanın niteliği konu­ sunda bize bir fikir verebilir: Beş dönümden az toprağa sahip olan 837 bin köy­ lünün hep birlikte ellerinde bulundurdukları toprak miktarı ı milyon 715 bin dönümdür, yani tüm toprağın ancak yüzde 7,32'si. Buna karşılık 230 bin zengin köylü 7 milyon 350 bin dönüme, yani tüm toprağın yüzde 30,62'sine, sadece 33 bin toprak ağası ise toplam 8 milyon 650 bin dönüme, yani tüm toprağın yüzde 36'sına sahiptirler. Vakıflara ait olan toprak miktarı 6 milyon 285 bin dönüm, yani tüm toprağın yüzde 26,12'sidir. Topraksız köylüler, büyük bir kır proletar­ yası ordusu meydana getiriyor. Bunlar, en azından 450 bin ailedir. 2. Siyasi Durum

Güçlü bir burjuva devleti yaratmaya çalışan Kemalistlerin iktisadi siyaset­ leri de, uyguladıkları iç ve dış siyasete uyuyor. "Halk Partisi", ülkede sınırsız hakimiyet kurmuştur. Sağ ve sol tüm muhalefet partileri ya dağıtılmış ya da gizli çalışmaya mahkum edilmiştir. 1927'de yapılan son milletvekili seçimle­ rinde halk büyük ölçüde oy kullanmadığı halde, sırf Halk Partisi'nin adayları seçildi. Gerçi din ve devlet işlerinin ayrılmasında ve hurafe ile mücadelede çok şeyler kazanıldı. Ama dinin ikinci plana düşürülmesi işi bugüne değin tamam­ lanamamıştır. Gerçi hayat tarzında gerçekleştirilen bazı reformlar (peçenin kaldırılması, birden fazla kadınla evliliğin yasaklanması gibi), kadınların öz­ gürlüğe kavuşmasını yansıtıyor. Ama kadınlar bugün bile siyasi eşitliğe sahip değildir. Hükümet, milli azınlıklara karşı (Ermeni, Yahudi, Rum, Arap) şoven bir siyaset izlemektedir. Milli azınlıkların siyasi hakları kısıtlanmakta ve onlar zorla Türkleştirilmektedirler Bütün bunlar, Doğu illerinin nüfusunu oluşturan Kürtler için de geçerlidir. Sanayinin devlet eliyle desteklenmesi, kuvvetli bir ordunun ve büyük bir devlet aygıtının kurulması, büyük kamu girişimleri (demiryolları, Ankara'da

yeni hükümet binası yapımı), eski Osmanlı borçlarının ödenmesi, köylülerin, işçilerin ve küçük burjuvaların üstündeki vergi yükünün gitgide ağırlaşmasına yol açmaktadır. 206 milyon liralık 1928 bütçesinin 80 milyonu, yani yüzde 34'ü kara ve deniz kuvvetleriyle jandarma ve polise, 33 milyonu kamu işlerine, 18 milyonu faiz ödemelerine ayrılmış olup, bunun sadece 6,3 milyonu halk eğiti­ mine, ancak 4 milyonu da tarıma düşmektedir. Devlet vergilerinin kaynakları da son derece karakteristiktir. Dolaylı vergilerden 71,5 milyon, buna karşılık dolaysız vergilerden sadece 47,8 milyon lira vergi, tekellerden (tütün, tuz, içki, şeker, gaz, benzin, kibrit, posta, radyo vb. gibi) 52 milyon, demiryolları, çiftlik­ ler ve çeşitli sanayi işletmelerinden de 6,5 milyon lira vergi gelmektedir. Kemalist Türkiye'nin dış siyaseti, Sovyetler'e dost bir çizgi ile Batı'ya açık bir çizgi arasında bocalıyor. Fakat son zamanlarda Batı'ya açık çizgi ağır basmıştır. Türkiye Doğu devletleri ile (Afganistan, İran) anlaşmalar imzaladı. Fakat bu anlaşmalar, İran ile ciddi sınır anlaşmazlıklarına yol açmıştır. Bunlar, İngiltere tarafından tezgahlandığından dolayı kaçınılmazdı. Yunanistan ve Irak ile iliş­ kiler de aynı şekilde gergindir. 3. İşçi Sınıfının Durumu

Şehirli işçilerin sayısı son yıllar içinde önemli ölçüde artmış olup, bugün 300 binin üstündedir. Tarım işçilerinin sayısı ise en az 450 bindir. Pahalılık yü­ zünden gerçek ücretler düşmüştür. Hatta bazı hallerde nominal ücret de düş­ müştür. İşgünü 12 ile 15 saat arasındadır. Özellikle dokuma ve tütün sanayin­ de uzun işgünü vardır. Gerçek anlamda sendika yoktur. Mevcut işçi örgütleri, daha çok yardımlaşma sandıklarıdır. Bunların çoğu, hem işçilerin hem de pat­ ronların üye olduğu ve yönetiminde hemen her zaman Kemalist Parti üyeleri bulunan, lonca türünden örgütlerdir. Son zamanlarda işçiler, Kemalistler tara­ fından bu örgütlere girmeye zorlandılar. Bütün işçi örgütleri hükümetin deneti­ mi altında bulunuyor ve sınıf mücadelesi alanındaki her çaba çok sıkı bir şekil­ de kovuşturmaya uğruyor. Ülke çapında bir örgütün eksikliği duyulmaktadır. İşçi sınıfının ileri kesimlerinin katıldığı ve Komünist Partisi'nin etkisi altındaki ·�mele Teali Cemiyeti" adlı sendika, resmi makamların emriyle kapatılmıştır. İşçi hareketi için böylesine zor olan bu koşullara rağmen, özellikle ulaşım ve taşıt işçileri (demiryolcular, kayıkçılar, telgrafçılar, liman hamalları, arabacı­ lar, hamallar) ve tütün işçileri arasında 1927 ve 1928 yıllarında büyük ve inatçı grevler patlak verdi. İlgi çekicidir ki, yabancı işyerlerindeki, örneğin bir Fransız şirketine ait olan Adana-Nizip demiryolundaki iş bırakmalar, küçük burjuvazi­ nin sempatisini kazandı ve hükümetin her türlü kovuşturmasına rağmen destek gördü. Milli işyerlerindeki iş bırakmalar ise, acımasızca cezalandırıldı.

4. Komünist Partisi'nin Çalışması

Gizli genç Türkiye Komünist Partisi, sıkı bir şekilde kovuşturmaya uğramak­ tadır. Buna rağmen 1924 yılında Komünist Partisi'nin işçi sınıfı içinde etkisi büyüktü ve Komünist Partisi grev hareketinin önderliğini elinde tutuyordu. Kemalistler, 1924'teki karşıdevrimci tertipten yararlanarak Komünist Partisi'ne karşı da harekete geçtiler, Parti'nin tanınmış önder kadrolarını tutukladılar ve mahkemeye verdiler. O zaman 17 kişi, toplam 177 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bütün legal basın yasaklandı. Yayınevlerine el kondu. Parti, o sırada legal teo­ rik organ olarak Aydınlık'ı (baskısı 1.500 adet) çıkarıyordu. Bundan başka, aynı isimde bir işçi organı (baskısı 3 bin), haftalık Orak-Çekiç dergisi (baskısı 3 bin) ve gizli bir organ, 5 legal broşür (toplam baskı 15 bin) ve pek çok gizli broşür de çıkarmaktaydı. Kemalistlerin tanıdığı özgürlükleri abartan ve 1924'te hemen hemen tüm Parti'yi legalleştiren Türkiye Komünist Partisi, açılan bu dava so­ nucunda çok zayıflatıldı ve dağıtıldı. 1926 Mayıs'ında Parti'nin bir eylem programının hazırlanması, Parti'nin ye­ niden inşası meselesi ve zulüm rejimi altında çalışma yöntemleri meselesini ele alan gizli bir kongre toplandı. 1924'teki mahkemeden sonra da azgınca devam eden zulüm ve kovuşturma­ lar ve Parti'nin Merkez Komitesi'ndeki önder grubun zaafları, birkaç Menşevik­ tasfiyeci sapmaya sebep oldu. Bu sapmanın taraftarları, işçileri siyasi mücade­ leye çekmek yerine onlara "Marksist eğitim" vermekle yetinmeyi ve olsa olsa ekonomik mücadeleyi savunuyorlardı. Ama bu yoldaşlar, yönetimde bulunma­ larına rağmen, ekonomik mücadelede de pasif davrandılar. Büyük grevlerde, örneğin tütün işçilerinin grevinde, Parti hiçbir rol oynamadı. Ayrıca İstanbul kayıkçılarının Kemalist şirketi Hayriye'ye karşı mücadelesi silahlı çatışmaya kadar vardığı halde, bu Parti yöneticileri, Kemalistlerin desteklenmesinden yana çıktılar. Sebep olarak da, kayıkçıların, proleterleşen küçük burjuvazinin temsilcisi olduğunu, Merkez Komitesi'nin görevinin ise proleterleşmeyi teşvik etmek olduğunu gösterdiler. Eski Merkez Komitesi, Komintern'in talimatlarını ve 1926 Kongre kararları­ nı baltaladı. Gitgide daha açık bir şekilde Menşevik görüşü savundu ve hatta Komintern'den bağımsız olmayı talep etti. Komintern başka önlemler almaya zorlandı. Bütün sağlıklı unsurlar, Komintern'in çizgisini doğru kabul ettiler ve birleştiler. Parti'deki durum böylece düzeldi. Bunun sonucu olarak Parti ça­ lışması, 1927 yılında canlandı: Gizli yayınların çıkarılması, güçlü bir sendika çalışması, işçilerin siyasi mücadeleye (milletvekili seçimlerine ve seçim kam­ panyasına) çekilmesi, daha sonra aidatların mecburi tahsiline karşı kampanya gibi.

Fakat polis, Parti'nin yükselen etkisi karşısında kaygı duymaktaydı ve bun­ dan dolayı yeni tutuklamalara girişti. 1927 yılı sonunda, Parti'nin İstanbul'da ve diğer şehirlerde artan etkinliği yüzünden 200 kadar kişi tutuklandı. Bunlar­ dan 57'si, aylarca zindanlarda işkence gördükten sonra mahkeme önüne çıka­ rıldı, 26'sı, 2-18 ay hapis cezasına çarptırıldı. Bu davada birkaç Merkez Komitesi üyesi, Türkiye'de milli demokrasi iktidarda olduğu için, siyasi mücadele yürü­ tecek gizli bir Parti'nin geçersiz olduğunu savundular. Eski Merkez Komitesi Sekreteri290, Parti'nin gizli çalışması konusunda polisin baştanığı olarak çıktı. Öte yandan, birçok yoldaşın dava sırasında aldıkları tavır ise, Parti 'nin işçi sınıfı içindeki etkisinin daha da yükselmesine büyük katkıda bulunmuştur. Da­ vanın görüldüğü mahkeme binasının önünde birçok işçi gösterisi oldu. Fakat polis tarafından dağıtıldı. Serbest kalan yoldaşlar, zalimce tutuklamalara ve kovuşturmalara rağmen derhal yeni bir yönetici organ örgütlediler. Bir sürü bildiri çıkardılar ve şimdi de Komintern'in ruhuyla çalışmalarını sürdürüyorlar. 1926 Kongresi'nden sonra, Parti yeniden örgütlendi. Fabrika ve sokak hüc­ releri, mahalle ve ilçe örgütleri kuruldu. Hücreler şimdi düzenli olarak çalış­ maktadır. Toplantılarında devamlı olarak siyasi meseleler tartışılmakta, propa­ ganda çalışması yapılmaktadır.

�90

Vedat Nedim kastediliyor. (YN)

Rothstein "SÖMÜRGELERDE DEVRİMCİ HAREKETİN SORUNLARl " 291 17 Temmuz 1 Eylül 1928 -

( .. ) Çizilen tablo, savaştan sonra Türkiye'nin mali sermayenin denetimi altına girmesine Ankara'nın nasıl isyan ettiğini gösterecek yerde, İstanbul 'un İngiliz­ ler tarafından işgal edilmesini vurguluyor. Bu işgal, emperyalizmle sömürge halkları arasında görülen savaş sonrası çatışmaların en belirleyici örneği olarak gösteriliyor. Oysa olgular bunun tam tersinin doğru olduğunu kanıtlamaktadır. Doğru bir tablo çizmek için Ankara'nın isyanı vurgulanmalıydı. Ankara'nın is­ yanı, yabancı mali sermayenin Türkiye'yi sultanlık aracılığıyla sömürmesine karşı Türk burjuvazisinin ve küçük burjuvazinin köylülük tarafından destekle­ nen isyanıdır. Mali sermayenin Türkiye'de başlatmış olduğu ekonomik gelişme, bu isyana yol açan önemli nedenlerden biri olmuştur. ( )" .

...

291

Rothstein (Büyük Britanya), "Fortsetzuıı.g der Diskussion zu den Fragen der revolutionaren Bewegungen in den Kolonien", 33. Oturum, 16 Ağustos 1928, Komünist Enternasyonal 6. Kongresi 17 Temmuz-1 Eylül 1928, Protokoll der Kommunistischen Internationale, VL Weltkongress, c.111, Verlag Cari Hoym Nachfolger, Hamburg-Berlin, s.175.

Fahri [Baytar Ali Cevdet] SOVYETLER BİRLİGİ'NİN VE SBKP'NİN DURUMU VE MESELELERİ ÜZERİNE292 17 Temmuz 1 Eylül 1928 -

Türkiye, İran, Suriye, Filistin, Mısır ve diğer Arap partileri, Alman delegas­ yonunun yaptığı açıklamayla aynı görüştedirler. Bu partiler, Sovyetler Birliği Komünist Partisi ve Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi'nin çizgisinin, siyasetinin ve taktiğinin doğruluğunu kabul ederler ve küçük burjuva, Menşe­ vik ve Troçkist muhalefet hakkında SBKP'nin 15. Parti Kongresi 'nde ve KEYK'in genişletilmiş oturumunda alınan kararları onaylarlar. Adı geçen delegasyonlar, uluslararası proletaryanın biricik ülkesi olan Sovyetler Birliği 'nin, uluslararası işçi hareketinin ve sömürge ülkelerdeki kurtuluş hareketlerinin en güçlü ve tek dayanağı olduğunu, kendilerinin bizzat yıllar boyunca edindikleri tecrübeler sonucunda bilmektedirler. Bu delegasyonlar, Alman Komünist Partisi'nin yap­ tığı açıklamayla tam anlamıyla aynı görüştedir.

292

Fahri [Ali Cevdet], Komünist Enternasyonal 6. Dünya Kongresi Tutanağı, (Protokolle der Kommunistischen Intemationale VI. Weltkongress), s.587. Fahri bu konuşmayı Komünist Entemasyonal'in 6. Dünya Kongresi'nde Ortadoğu delegasyonu adına yapmıştır. (YN)

Omura SÖMÜRGELERDE DEVRİMCİ HAREKET MESELESİ293 16 Ağustos 1928

( .. ) Türkiye ve Kore Komünist Partilerine tasfiyecilik hastalığı bulaşmıştır. Ko­ re'deki komünist hareket, sürekli hizip mücadelelerinden hiç kurtulamadı. (. ) Kızıl Sendikalar Enternasyonali Kongresi, sömürge ve yarısömürge ülkeler­ deki işçi hareketi için kısmi talepler saptamış bulunuyor. Kanımca, bu ülkeler­ deki köylü hareketleri için de kısmi talepler oluşturmak gerekmektedir. Bunlar, örneğin toprak ağalarının topraklarına el konması, tüm feodallerin yıkılması, aynı şekilde tüm dini kurumların yıkılması, tefeci sermaye ile mücadele, yük­ sek vergilere karşı mücadele, hazine topraklarının işletilmesi, rant meselesi, angaryanın kaldırılması vb. olabilir. (.) .

..

. .

293

Omura (Japonya), "Diskussion zu den Fragen der revolutioniiren Bewegung in den Kolonien", 32. Oturum, 16 Ağustos ı928, Komünist Enternasyonal 6. Dünya Kongresi Tutanağı, Verlag Cari Hoym Nachfolger, s.140-141.

Fahri [Ali Cevdet] SÖMÜRGELER MESELESİ ÜZERİNE TARTIŞMA294 18 Ağustos 1928

Yoldaşlar! Türkiye heyeti Kuusinen yoldaşın tezlerine genel olarak, özellikle de kapitalist olmayan yoldan gelişmenin ele alındığı bölümüne katılmaktadır. Tezlerin özel bir bölümünde Türkiye'deki kapitalist gelişme ele alınmakta ve açıklanmaktadır. Bu tezin temel fikrini, Türkiye'nin, yani Anadolu'nun, milli devrim sırasında, Habeşistan, Libya, Arabistan vb. gibi dördüncü tip ülkelere benzer bir gelişme düzeyinde bulunduğu oluşturuyor. Bu ülkelerde sanayinin gelişmesinden asla söz edilemeyeceği açıktır. Bu ülkeler daha feodal gelişme aşamasına bile ulaşamamışlardır. Bu ülkelerde olsa olsa el zanaatlarının ve ilkel bir ticaretin gelişmesinden söz edilebilir. Buna karşılık Türkiye'de belli bir sınai gelişme gözlenmektedir. Türkiye'de kapitalizm 70-80 yıldır gelişmiştir ve bir proleter sınıf vardır. Zaten ülkede burjuva devrimi olabildiğine göre, sa­ nayi de belli ölçüde gelişmiş demektir. Sınıflaşma ta köylere kadar yayılmıştı. 294

Fahri, "Fortsetzung der Diskussionen zu den Referaten über die Kolonialfrage", 37. Oturum, ı8 Austos ı928, Komünist Enternasyonal 6. Dünya Kongresi Tutanağı, Verlag Cari Hoym Nachfolger, Berlin-Hamburg, c.3, s.330-333. Bu tartışma, Komintem'in 6. Dünya Kongresi'nin 37. Oturumu'nda yapılmıştır. Konuşmacılar, Fahri, Murphy, Mondok, Lozovski, Heinz Nevmann, Arrot, de Vries, Dutt, Bennett'ti. Oturum Başkanı Schüller'in oturumu açmasından sonra ilk sözü Fahri almıştır. (YN)

Sanayinin o zamanki gelişmesi ve özellikle şehirlerdeki işçi sayısı hiçbir za­ man, herhangi bir Balkan ülkesindekinden daha geri ve daha az değildi. istan­ bul'daki proleterlerin sayısı 100 bini, Anadolu'nun diğer bölgelerinde, Adana, İzmir, Zonguldak, Samsun, Eskişehir, Kayseri, vb. yerleşenlerin sayısı ise 500 bini bulmaktaydı. Demek ki, Anadolu o kadar da geri kalmış değildir. Üstelik Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi'nin (KEYK) ayrıntılı raporundan da anlaşılacağı gibi, Türkiye'deki proletarya kitleleri bazı Balkan ülkelerindekin­ den bile hem biraz daha gelişmiştir hem de sayıca daha büyüktür. Türkiye'de milli devrim neden kapitalist bir yol izledi? Bu konuda her şeyden önce nesnel sebepler göz önüne alınmalı, fakat bu açıdan son derece önemli olan öznel etkenler de hiçbir zaman unutulmamalıdır. Bu böyle olabildi; çünkü birincisi, proletarya Türkiye'nin çeşitli yerlerinde dağınık bir şekilde bulunu­ yordu; büyük bir kısmı da emperyalizmin işgali altındaki bölgelerde yaşıyordu. Bu yüzden aralarında bir bağlantı olmadığı gibi, bağlantı kurma olanakları da yoktu. İkinci olarak, ülkenin ve özellikle de proletaryanın geçmişinin yarattı­ ğı koşullar sonucunda, işçi sınıfı zamanında örgütlenemedi, zamanında sınıf mücadelesine atılamadı ve milli devrimin milli kurtuluş niteliği yüzünden de kolaylıkla burjuvazinin kurnaz siyasetinden etkilenebildi. Ü çüncü olarak, Ko­ münist Partisi henüz örgütlenmenin eşiğindeydi. Kitlelerle ilk bağları kurmuştu; kitleleri örgütlemeye, etkilemeye ve müca­ delelere önderlik etmeye daha yeni başlamıştı. Dördüncü olarak, uluslararası işçi hareketi o sıralarda antiemperyalist mücadele alanında, sömürgelerdeki kurtuluş mücadeleleri alanında hiçbir esaslı deneye sahip değildi. O sıralarda Komünist Enternasyonal'in en zayıf bağları Türkiye proletaryası ile olan bağla­ rıydı. Beşinci olarak, köylü kitleleri içinde yeterince güçlü bir hareket olmakla birlikte, örgütlü hareket zayıftı, hatta yer yer hiçbir örgütlenme yoktu. Altın­ cı olarak, burjuvazi eski rejime karşı uzun süren legal mücadelesi sırasında ve hükümette yer alarak büyük tecrübe kazanmıştı. Burjuvazi kendi sınıfının devrimci güçlerini ve Anadolu'nun burjuva sınıfını bünyesinde birleştirebildiği gibi, orduyu da arkasına aldı. Çok iyi örgütlenmişti ve çok güçlüydü. Yedinci olarak, emperyalistler arasındaki çelişmeler, burjuva sınıfına hızla zafer ka­ zanma olanağını verdi. Burjuva sınıfı, emekçi kitleleri geçici olarak etkisi altına alabilmeyi ve böylece kapitalist gelişmenin önündeki bütün engelleri ortadan kaldırabilmeyi başardı. İşte Türkiye'de burjuva devrimini ve kapitalist gelişme olanağını yaratan, bu olgulardır, yoksa tezlerde denildiği gibi feodalizm öncesi ilişkiler değil. Bu açıklamalardan sonra, Türkiye'nin iç şartlarına biraz değinmek isti­ yorum. Son zamanlarda Kemalizm bambaşka ilkeler yönünde 180 derecelik

bir dönüş yaptığı için, bu, özellikle gereklidir. Kemalizm, gelişmesindeki ilk aşamayı, yani yerel güçlere ve olanaklara dayanarak gelişme aşamasını, ar­ tık tamamlamıştır. Emperyalistlere karşı kazandıkları zaferden sonra kendi hakimiyetlerini kuran Kemalistler, ellerindeki siyasi iktidardan, Türk olma­ yan unsurların ve emperyalizmin ajanlarının, yani komprador burjuvazinin aleyhine asgari bir iktisadi güç yaratabilmek için yararlandılar. Bu aşamada Kemalistler, eski atölyeleri ve işletmeleri yeniden kurmakla yetinmediler, yeni yeni atölyeler ve işletmeler de kurdular. Onlar, bu aşamada rakiplerini baskı altında tutmuşlardır. Bu dönemde, vergilerin olağanüstü arttığını, bütçe kay­ naklarının Kemalistlerin iktisadi gücünü kurma yolunda gitgide daha yoğun olarak sanayinin geliştirilmesi yolunda kullanıldığını görüyoruz. Tekelci yön­ temlerin uygulandığını, ülkenin ta içlerindeki sermayenin seferber edildiğini görüyoruz. Birkaç yıl süren bu gelişme, Türkiye burjuvazisini, dünkü rakibi komprador burjuvaziye gitgide daha yaklaştırdı. Bu aşama biteli bir buçuk yıl oluyor. Artık Kemalizm, gelişmesini kendi olanaklarıyla sürdüremeyeceği bir noktaya gelmiştir. Burjuvazi sermaye birikimini güçlendirmek ve hızlandırmak zorundadır. Ne var ki, milli burjuvazinin, kendi olanak ve yöntemleriyle bağım­ sız gelişme çabaları iflas etmiştir. Milli burjuvazi, kendini daha fazla yabancı sermaye ithal etmek zorunda hissediyor. Kemalizm, işçi kitlelerini beraberce sömürebilmek için emperyalist sermayeye başvurmak zorundadır. Bu zor du­ rumu fırsat bilen emperyalizm, Musul meselesini ve son olarak da dış borçlar meselesini kendi lehine çözmek için Kemalist burjuvaziyi zorladı. Kemalizm, bu iki temel noktada emperyalizme tamamen boyun eğdi. Ama iş bununla da bitmedi. Emperyalizmin iştahını artırabilmek için Kemalizm, yabancı serma­ yeye başka tavizler de vermek zorundadır. Böylece Kemalizm, ülkenin bağım­ sızlığına ihanet yoluna sapmak zorunda kaldı. Başka bir sonuç da, özellikle işçi sınıfına en şiddetli bir baskının uygulanmasıdır. Kemalist burjuvazi sade­ ce komünist harekete değil, aynı zamanda devrimci sendikalara ve mücadele etmeye cesaret eden bütün işçi teşkilatlarına da baskı yapmaktadır. Böylece Kemalist burjuvazi, tamamen karşıdevrim saflarına geçmiş bulunmaktadır. Bu, sömürge ve yarısömürge ülkelerde milli burjuvazinin zafer kazansa da, bir süre sonra karşıdevrim saflarına geçeceğine tipik bir örnektir. Burada ayrıca, kapita­ list gelişme yoluna giren bu sömürge ya da yarısömürge ülkelerin, kapitalizmi bağımsız olarak geliştirme olanağına sahip olamayacaklarını da görüyoruz. Bu ülkeler, bir süre sonra yabancı sermayenin nüfuzu altına girmek zorundadırlar. Kurtuluş mücadelelerini zaferle sonuçlandıran, ama sosyalist yola girmeyen bu ülkeler, zamanla, adım adım yarısömürge ülkelere dönüşürler. Aynı şey, Ke­ malist, kapitalist Türkiye için de geçerlidir. Kemalistler, emperyalist burjuva-

ziyle, örneğin İtalyan kapitalizmiyle antlaşmalar imzalamaya başladılar bile. Bu antlaşmalann hedefi, Sovyetler Birliği'ne karşı, uluslararası proletaryanın devrimci cephesine karşı savaştır. İ şte bu, Kemalizmin tuttuğu yeni yolun en tipik özelliğidir. Bu ikinci aşamadır, Türkiye'nin emperyalistler tarafından sö­ mürgeleştirilmesi ve boyunduruk altına alınması aşamasıdır, milli burjuvazi­ nin ihanet ederek tamamen karşıdevrim saflarına geçmesi aşamasıdır. Doğal olarak bu durum bizim saflarımızda da yankı yaptı. Bizzat Parti için­ de Kemalizm ve Parti'nin izleyeceği yol konusunda görüş ayrılıkları çıktı. Bir kısmının görüşüne göre, Türkiye'de kapitalist gelişme antiemperyalist bir ni­ telik taşımaktaydı. Ve bu aşamada burjuvazi, sadece burjuva sınıfını değil, aynı zamanda Türkiye'deki bütün sınıfların çıkarlarını da temsil ediyordu. Bu yüzden Kemalizme karşı siyasi mücadele değil, olsa olsa iktisadi mücadeleler, kısmi talepler için mücadele, emekçi kitlelerin durumunun düzeltilmesi için mücadele verilmeliydi. Kapitalist düzene devrimci bir müdahale söz konusu değildi ve bu yüzden de mücadeleci ve önder nitelikte bir kitle partisi değil, küçük bir çevre partisi kurulmalıydı. Bazıları ise, sürekli uygulanan terör karşısında serin kanlıklarını yitirdiler, burjuva sınıfının işçi sınıfına karşı aldığı önlemler yüzünden ümitsizliğe kapıl­ dılar ve nihayet provokatörlerin sahneye çıkmasıyla güvenleri sarsılarak başka bir hata işlediler. Bunlar, bireyci kahramanlık eylemlerine giriştiler, Kemalist sendikalarda çalışmayı reddettiler, sendika hareketinin birliği yerine sendi­ kaların bölünmesini savundular, anarşist hata ve eğilimleri görüldü, koyu bir sekterlik gösterdiler. Bütün bunların yanı sıra, sadece çok gelişmiş kapitalist ülkelerde atılabilecek şiarlar atarak, başka aşırı sol hatalar da işlediler. Türki­ ye, bir burjuva devriminden geçmiştir. Ne var ki, bu devrim, burjuva demokra­ tik devrimin bütün görevlerini yerine getiremedi. Toprak devrimini, milliyetler meselesini vb. henüz çözemedi. Türkiye'de hala yarıfeodal kalıntılar vardır. Türkiye, örneğin Almanya gibi çok gelişmiş bir sanayi ülkesi değildir. Nüfusun çoğunluğu, küçük üretici köylülerden oluşmaktadır. İşte bu yüzden, Türkiye proletaryasının önündeki görev, işçi-köylü diktatörlüğünü kurarak, proletarya diktatörlüğüne geçiştir. Türkiye'de bu geçiş dönemi kısa sürecektir; çünkü ül­ kede asgari bir sanayi, ,yeterli büyüklükte bir işçi sınıfı ve kitlelerle bağı olan bir Komünist Partisi vardır. Bu işçi-köylü diktatörlüğünün, proletaryanın doğ­ rudan önderliği ve hegemonyası altında gerçekleştirileceğini ayrıca belirtmeye gerek yok. İşte, Türkiye Komünist Partisi'nin izlemesi gereken doğru çizgi bu­ dur. Somut şartların tahlilinden çıkan doğru bakış açısı budur. Komünist Partisi'nin bu dönemdeki görevleri, Partiyi örgütsel bakımdan güçlendirerek bir kitle partisi haline getirmek; işçi kitlelerini, özellikle de

örgütsüz olanları, sendikalara kazanmak; işçi sınıfı içindeki özellikle sağdan gelen tehlikelere karşı mücadele etmek ve sol hataları titiz bir şekilde eleştire­ rek düzeltmektir. Biz, Türkiye'nin emekçi kitleleri önünde Kemalistlerin mas­ kesini indirmeli, onların ülkenin bağımsızlığına ve devrime ihanet ettiklerini, karşıdevrimci bir sınıf olduklarını göstermeliyiz. Kemalist burjuvaziye karşı işçi ve köylülerin devrimci mücadele cephesini inşa etmeliyiz. Kemalizme kar­ şı, onun Sovyetler Birliği 'ne yönelen savaş hazırlıklarına karşı, durmaksızın, yorulmaksızın mücadele etmeliyiz. İçinde bulunduğumuz dönemde Türkiye Komünist Partisi'nin başta gelen görevleri işte bunlardır.

KOMÜNİST ENTERNASYONAL PROGRAMI'NDA TÜRK DEVRİMİ295 1 Eylül 1928

Dünya kapitalizminin geçirdiği şiddetli sarsıntı, sınıf mücadelesinin kes­ kinleşmesi ve Ekim proletarya devriminin dolaysız etkisi, hem Avrupa'da hem de sömürge ve yarısömürge ülkelerde bir dizi devrime ve devrimci eyle­ me yol açmıştır: 1918 Ocak'ında Finlandiya'da işçi devrimi; 1918 Ağustos'unda Japonya'da "pirinç ayaklanmaları"; 1918 Kasım'ında, Avusturya ve Almanya'da, yan-feodal krallıkları yıkan devrimler; 1919 Mart'ında, Macaristan'da proletar­ ya devrimi ve Kore'de ayaklanma; 1919 Nisan'ında Bavyera'da Sovyet hüküme­ ti; 1920 Ocak'ında, Türkiye'de burjuva-milli devrim; 1920 Eylül'ünde, İtalya'da fabrikaların işçiler tarafından işgal edilmesi; 1921 Mart'ında, Almanya'da pro­ letarya öncüsünün ayaklanması; 1923 Eylül'ünde, Bulgaristan'da ayaklanma; 1923 sonbaharında Almanya'da devrimci buhran; 1924 Aralık'ında, Estonya'da ayaklanma; 1925 Nisan'ında, Fas'ta isyan; 1925 Ağustos'unda Suriye'de isyan; 1926 Mayıs'ında, İ ngiltere'de genel grev; 1927 Temmuz'unda, Viyana'da işçi ayaklanması. Bütün bunlar, Endonezya'daki isyan, Hindistan'daki derin ka­ rışıklık, bütün Asya'yı sarsan Çin Devrimi gibi olaylarla birlikte uluslararası devrim zincirinin halkaları, kapitalizmin derin genel buhranının parçalarıdır. 295

"Das Program der Kommunistischen Internationale (Komünist Enternasyonal Programı)", Internationale Presse-Korrespondenz (Internationale Presse Korrespondenz, Jahrgang, 1928, no 133, 30 Kasım 1928, s.2629 vd.

Bu uluslararası devrimci süreç, hem proletarya diktatörlüğünün, hem de mil­ yonlarca köylünün toprak devrimine kopmaz bağlarla bağlı olan emperyalizme karşı milli kurtuluş savaşları ve sömürge ayaklanmalarının mücadelesini ku­ caklamaktadır. Böylece, devrim seli çok büyük halk kitlelerini sarmıştır. Dün­ ya tarihi yeni bir gelişm:e aşamasına yani kapitalist sistemin uzun süreli genel buhranı aşamasına girmiştir. Dünya ekonomisinin birliği, ifadesini devrimin uluslararası niteliğinde, bu ekonominin farklı parçalarının gelişmesindeki eşitsizlik ise, devrimin farklı ülkelerde farklı zamanlarda meydana gelmesinde bulmaktadır.

P. Hasanoğlu TÜRKİYE'DE DURUM: KOMÜNİSTLER ÜZERİNDEKİ TERÖR ARTIYOR296 14 Haziran 1929

Türkiye'de komünist işçilere karşı savaş açıldı. Şu anda 60'ın üzerinde yol­ daşımız, Kemalist "adalet" tarafından yargılanmak üzere tutuklanmış bulun­ maktadır. Tutuklu Türkiyeli yoldaşlar insanlık dışı işkencelere uğratıldılar; ba­ yılıncaya kadar dövüldüler, koltuk altlarına kaynar yumurta kondu, bazıları­ nın ise gözleri oyuldu ve kızgın demirle dağlandılar. İşte Türkiye burjuvazisinin ajanlarının yaptığı zulüm budur. Yoldaşlarımız neyle suçlanmaktadır? Yoldaşlarımız, Türkiyeli işçilere Ke­ malistlerin burjuva siyasetinin niteliğini anlatan ve onları 1 Mayıs'ın anlamı konusunda aydınlatan bir bildiriyi dağıttıkları için mahkemeye verildiler. İşte, "özgür" Türkiye'de komünistler bu yüzden hapse atılıyor, bu yüzden dayak yiyip işkence görüyor. İktidardaki Kemalist burjuvazi, göz açıp kapayıncaya kadar geride bıraktığı gençlik döneminin "heyecan"ını artık üstünden attığını Batı'ya kanıtlama çabasındadır. Kemalistler şimdi, malt sermayeye her bakım­ dan yaltaklanıyorlar; çünkü istedikleri, yabancılardan ne pahasına olursa ol­ sun kredi almaktır. Bu nedenle Kemalistler, Avrupa ve Amerikan borsalarındaki 296

P. Hasanoğlu, "Zur Lage in der Türkei, Verscharfter Terror gegen die Kommunisten", Intemationale Presse-Korrespondenz, sayı 51, yıl 9, 14 Haziran 1929, s.1235-1236.

kurtlara, Türkiye'nin komünistlerle işbirliği yapmak şöyle dursun, her düzenli burjuva devletinde olduğu gibi onları en sert biçimde kovuşturan, "oturmuş" bir burjuva ülkesi olduğunu göstermek için didinmektedirler. Yabancı sermaye, Türkiye'de harcayacağı "çaba"ların boşa gitmeyeceğini görsün. Bu amaçla, Tür­ kiye işçi sınıfının ağzı kapatılmakta, karşı çıkanların işi ise "milli jandarma", polis ve mahkemeler tarafından en acımasız bir şekilde bitirilmektedir. İşte, Kemalist makamların azgınlığının arkasında yatan gerçek budur. Türkiye şiddetli bir iktisadi ve mali buhran içindedir. Türk parasının değeri baş döndürücü bir hızla düşüyor. 1915 yılında 1 Sterlin 500-600 kuruş değe­ rindeyken, bugün değeri 1.000 kuruşun üstündedir. Pahalılık alıp yürümüştür. Fiyatlarda savaş öncesine oranla yüzde 2.000 bir artış görülüyor! Ö te yandan, ücretler en asgari düzeyde tutuluyor. Üstelik Türkiye işçi sınıfının omuzlarına son derece ağır bir vergi yükü bindirilmiştir. Ücretler ayrı bir vergiye tabi tutu­ luyor. İşçi, kelimenin tam anlamıyla açlık çekmektedir. Buna karşılık burjuvazi "zenginleşiniz!" şiarını emekçi kitlelerin sırtından canla başla uygulamaktadır. Türkiye'nin işçi kitleleri, onlar sayesinde bağımsızlığına kavuşmuş olan milli burjuvazinin artık, işgücünü amansızca sömürerek kendi gücünü ve refa­ hını artırmaktan başka bir şey düşünmediğini biliyorlar. Türkiye parlamentosu şu ana kadar hala bir iş yasası çıkaramamıştır. İşçilerin yararına tek bir reform bile yapılmamıştır. Türkiye'de iktidardaki kliğin tüm faaliyeti, varlıklı sınıfların çıkarlarını korumaya yönelmiştir. Milli burjuvazi, en üst tabakası dışında köylülüğü de, şehir küçük burjuva­ zisini de dikkate almamaktadır. Vergi yükünün ağırlığı, özellikle şehir küçük burjuvazisinin ve işçi sınıfının üstünde kendini duyurmaktadır. Köylüler, en önemli talepleri olan toprak ve ucuz kredi talebinin yerine getirildiğini bugüne kadar görmüş değiller. Burjuvazinin, toprak ağalarının ve bürokrasinin en üst kesimlerinin temsil edildiği Meclis'in de kulakları, Anadolu köylüsünün talep­ lerine tıkalıdır. Kemalistlerin yapı programı, vergilerin sonuna kadar zorlanmasıyla, uygu­ lanabilmektedir. Burjuvazinin dış krediye ihtiyacı vardır. Türkiye'deki siyasi ay­ rıcalıkları elinden alınmış olan yabancı sermaye ise, Kemalistlerin teslim olma­ sını istiyor. Kemalistler, daha şimdiden Avrupa ve Amerikan borsalarına karşı teslim bayrağını çekmeye başlamışlardır. Saltanat zamanından kalan borçları taksitle ödemeye bu yıl başlayacaklar. 220 milyon Türk Lirası tutan devlet büt­ çesinin 32 milyonu yıkılan saltanat hükümetinin borçlarını ödemeye ayrılmak­ tadır. Bu bütçenin yüzde 40'ı savunmaya ayrılmıştır. Kemalist hükümet, açığı kapatabilmek için yoksul sınıfların ellerindeki son kuruşa bile el atmaktadır. İşçiler grev yaparak durumlarını düzeltmeye çalıştıklarında, Kemalist hü­ kümet devlet gücünün, polis aygıtının tüm şiddetiyle üstlerine saldırmakta, grevleri yasaklamakta, işçi önderlerini tutuklatıp işkence ettirmektedir.

Ama Türkiye işçileri, mim burjuvazinin kendilerine düşman olduğunu gör­ mektedirler. Onlar, her geçen gün daha fazla sola kayıyorlar. Komünistlere git­ tikçe daha fazla kulak vermekte ve gizli komünist yayınlan adeta kapışmakta, genç ve cesur Türkiye Komünist Partisi'nin üstüne proletaryanın koruyucu sev­ gi ve dayanışma kanatlarını germektedirler. Son bir buçuk yıl içinde Türkiye Komünist Partisi'nin otoritesi artmıştır. İstanbul'un, izmir'in, Eskişehir'in ve öteki büyük şehirlerin ileri işçileri, Ko­ münist Partisi'ni kendi kurtarıcıları olarak görmekte ve tek bir vücut gibi onun safında yer almaktadırlar. Kemalist basın bile, işçilerin komünist çağrıları yay­ dıklarını kendi ağzıyla itiraf etmek zorunda kalmaktadır. Kesinlikle söylenebi­ lir ki, Türkiye Komünist Partisi başarılar kazanmıştır. İşte yabancı sermaye önünde diz çöküp sürünmeye başlayan Türk burjuva­ zisinin hiç hoşuna gitmeyen şey de budur. Burjuvazi vahşice teröre sarılmakta, ama bir yandan da İstanbul'daki işçi kamuoyundan korktuğu için, komünistle­ rin mahkemesini İstanbul'un devrimci işçilerinden uzakta bir yerde, İzmir'de, yapmaktadır. Kemalistler istedikleri kadar saldırsınlar, Türkiye işçi sınıfı uyanmıştır. Saf­ larından çekip alınan 100 devrimcinin yerine binlercesi yetişiyor. Kahraman işçilere yapılan işkenceler de, zalim mahkeme kararları da hesap sorma gü­ nünün gelmesini engelleyemeyecektir. Türkiye işçi hareketi, komünist bayrak altında ilerliyor. Ve milli devrime her gün yeniden ihanet eden burjuvazisini kesin yenilgiye uğratana kadar da bu bayrağın altında mücadele edecektir.

S. Bedri TÜRKİYE1DE KADINLARIN UYANIŞl297 30 Ağustos 1929

Türkiye kadınının hukuki durumu, son zamanlarda çıkarılan kanunlarla önemli ölçüde düzeltilmiştir. Kadın, bugüne kadar her şart altında kelimenin tam anlamıyla erkeğin kölesi iken, hatta erkek tarafından sebep gösterilmeksi­ zin evden kovulabilirken, bugün hiç olmazsa kağıt üzerinde erkekle tamamen eşit sayılmaktadır. Fakat haklara sahip olmak yetmez, bu hakları kullanmasını da bilmek gerekir. Türkiye kadını, ancak bilinçlendiği, eğitim gördüğü ve özel­ likle ekonomik bakımdan erkeğe bağlılıktan kurtulacak bir durumda olduğu zaman haklarını da tam anlamıyla kullanabilecektir. Bugüne kadar Türkiye kadını esas olarak tarımda çalışıyordu. Fakat örgütlü değildi ve genellikle en ilkel üretim araçlarıyla yaptığı iş karşılığında, aç kalma­ yacak kadar bir ücret bile almıyordu. Dünya Savaşı sırasında işgücünün azalması üzerine, kadın erkeğin yerini almak için büyük şehirlerde kapalı köşesinden çıktı. Yalnız fabrikalarda değil, o güne kadar kadına kapalı olan bürolarda da çalışmaya başladı. Her iki alan­ da, üretimde ve büro işlerinde çalışan kadınların sayısı yükseldi. 297

S. Bedri, "Das Erwachen der Frauen in der Türkei", /ntemationa/e Presse-Korrespondenz, sayı 83, yıl 9, 30 Ağustos ı929, s.ı978.

Halen özellikle tütün sanayiinde çalışan kadınların sayısı fazladır. Son is­ tatistik verilere göre bütün sanayide ve bürolarda 25 bin kadar kadın çalışıyor. Bunlar çeşitli dallara şöyle dağılıyorlar: Tütün sanayisinde 10 bin (bu sanayi dalındaki toplam işçi sayısının 25 bin olduğu sanılıyor) kadın çalışıyor. Tekstil sanayiinde ve halıcılıkta çalışanlarla birlikte küçük memurlar ve kadın öğret­ menler de dahil olmak üzere telefon dairelerinde ve büro işlerinde çalışan ka­ dınların toplamı 15 bindir. Sendikalarda, özellikle Tütün İşçileri Sendikası'ndaki kadınların sayısı da artmaktadır. Hatta devletin Tütün Rejisi'ne ait fabrikalarda çalışan işçileri birleştiren sendika içinde kadınların sayısı erkeklerden yüksektir (yarısı veya yarıdan biraz çoğu). Özel işletmelerde tütün işçilerinin sendikasında bu sayı yüzde lO'a düşmektedir. Kadınların çalışma koşulları son derece kötüdür. Kadın emeğini koruyan bir kanun yoktur. Zaten Türkiye'de işçilerin çıkarlarını koruyan hiçbir kanun mevcut değildir. İşçiler, patronun keyfine terk edilmiştir. Hatta çalışma süresi­ ni patronlar tespit etmektedir. Kadınlar özellikle daha fazla sömürülmektedir. İşçi kadının ücreti, 80 para ile 1 lira arasında değişmektedir. Kadınların bü­ yük çoğunluğu 30 para kadar veya ancak ekmek ve yol parasını karşılayacak kadar ücret alırlar. Kadınlar arasında 2-3 liraya kadar ücret alanlar da vardır. Bunlar ustabaşılardır. Ne var ki aynı işi yapan erkekler kadınların iki katı ücret alırlar. Bu yüzden, kadın çalıştırmak, patronlara büyük kar sağlamaktadır. Özel­ likle tütün işleyen sanayide erkeklerin yerine gittikçe daha fazla kadın, hatta çocuk işçi alınmasının nedeni budur. Komünist propagandanın etkisiyle kadının sınıf bilinci gelişmektedir. Son zamanda Türkiye'de kadın işçiler, 1 Mayıs hazırlıkları dışında bildiri dağıtımı­ na aktif olarak katıldılar. İçlerinden birçoğu tutuklandı ve kısa bir polis sor­ gusundan sonra tekrar serbest bırakıldı. Hükümet, kadınlara karşı en şiddetli tedbirler uygulamaktan bugün için çekiniyor. Hükümet, kadınların bilgisizli­ ğinden yararlanmayı ve kadınları kendi safına çekmeyi ummaktadır. TKP Geçici Merkez Komitesi

111.

BÖLÜM

EMPERYALİZM VE BÖLÜCÜ AYAKLANMALAR 1930 - 1939

B. Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] DOGU MİLLİYETÇİLİGİ EMPERYALİZM ÖNÜNDE DİZ ÇÖKÜYOR298 22 Ocak 1930

Emperyalizme karşı, Doğu ülkelerindeki devrimci hareket son yıllarda, özel­ likle Komintern'in 6. Dünya Kongresi'nden bu yana köklü değişiklikler geçirdi. Büyük önemde bir dizi olay bunun kaı:ııtıdır. İster Büyük Ekim Devrimi'nin et­ kisi ve baskısıyla ilk milli devrimin alevlendiği Türkiye'ye bakalım, ister Arap ülkelerine, İran'a, Afganistan'a ya da Çin'e, Hindistan ya da Endonezya'ya, Doğu'da her yerde aynı olayla karşılaşıyoruz: Milli kurtuluş mücadelesi ilerli­ yor. Ne var ki, bugünkü aşamasında milli kurtuluş mücadelelerinin toplumsal itici gücü, bu mücadelelerin ilk alevlendiği andaki (kapitalizmin savaş sonrası bunalımının ilk dönemindeki) itici gücün aynısı değildir. Bu hareketlerin itici güçlerinin ağırlık noktasının büyük ölçüde yer değiştirdiğini ve devrimci ufkun genişlediğini burada belirtelim. Bu ülkelerde olup biten nedir? En çarpıcı olayların bazılarına bakalım. Türkiye'de Kemalist burjuvazi, daha iki-üç yıl öncesine kadar biçimsel ola­ rak bağlı kaldığı devrimci mevzileri terk ettiğini açıkça göstermekten artık hiç298

B. Ferdi, "Der östliche Nationalismus auf den Knien vor dem lmperialismus", Die Kommunistische lntemationale, sayı 2-3, 22 Ocak 1930, s.160-170.

bir şekilde çekinmiyor. Biz o zamanlar Komünist Enternasyonal dergisi sayfala· rında Kemalizmin bu geriye gidişinin belirtilerini saptamıştık. Bu, artık açıkça görülmektedir. Kemalizm, şüphesiz daha oldukça uzun bir süre, emperyalizm­ den yararlanarak ve Sovyetler Birliği ile dostluk bağlarım vurgulayarak ma­ nevralar yapacaktır. Ancak kapitalist sınıf karakterinden gelen hakim eğilimin onu gericilik kampına ve emperyalist mali çevrelere adım adım yaklaşmak du­ rumunda bırakacağı da, en az bu kadar açık bir gerçektir. Kemalizmin bütün iç ve dış siyaseti, bu yargının doğruluğunu açık bir şekilde gösteren bir dizi olaya yansımaktadır. Kemalizm, emperyalist mali dünyanın sempatisini kazanmak için, sultanların tavrım takınarak, Osmanlı İ mparatorluğu'nun devlet borçları­ nın tamamını ödemeyi üstlendi ve bu borçlar için İstanbul ile Samsun'un güm­ rük gelirlerini güvence olarak gösterdi. Kendi ülkesinin zararına olarak faşist İtalya'ya ekonomik ayrıcalıklar tanıyan dostluk anlaşmaları imzaladı. Fransız emperyalizminin hatırı için, Halep ve İskenderun'un Türk halkına ve Suriye devrimcilerine ihanet etti. İtalya'nın baskısıyla Kemalistler, Yunanistan'la mü­ badele edilen bölgeler halkıyla ilgili sorunda görüşmeler yapıyorlar. Kemalizm, kendi hakimiyetini istikrara kavuşturmak için, bu bölgeler halkının en can alı­ cı çıkarlarım hızla ve gözünü kırpmadan feda etti. Kişisel diktatörlük rejimi, acıklı durumda olan göstermelik Meclis'in yardımıyla Cumhuriyet'in ilk yılla­ rında var olan demokrasinin son kırıntılarını da sildi süpürdü. Bu rejim, dört yıl önce acımasız bir terör uygulayan gericilikten devrimci örgütleri korumak için kurulmuştu. Ancak bugün hemen hemen bütünüyle işçi sınıfını, köylülüğü ve onların örgütlerini hedef almaktadır. Yalnızca sınıf mücadelesini temel alan sendikalar değil, belli belirsiz bir antiemperyalist ya da muhalif niteliğe sahip küçük burjuva örgütler, örneğin birkaç yıl önce işçilerin de katkısıyla kurul­ muş olan "Misyonerleri Türkiye'den Kovma Derneği" gibi örgütler de acımasız bir şekilde tasfiye edildi. Kemalist terör, sömürülen kitlelerin öncüsü olan Ko­ münist Partisi'ni zalimce baskı altında tutuyor. Komünistler, milli partinin299 korkulu rüyası haline geldi. Bu partinin önderi, geçenlerde İ stanbul'a giderken Eskişehir'de yaptığı konuşmasında Komünist Partisi 'ne açık tehditler yöneltti. Sadece kendini "komünist" olarak adlandırmak değil, proletarya devrimine en ufak bir yakınlık göstermek bile yasak. TKP'nin yiğit savaşçıları hakkında İzmir Ağır Ceza Mahkemesi'nin verdiği görülmemiş ölçüde sert kararlar, bugünkü Kemalizmin gerici özü konusunda bir fikir veriyor. Peki, Türk milliyetçi burjuvazisinin bu gerici yozlaşmasının yam sıra başka neler görüyoruz? Emekçi kitlelerin, burjuva demokratik devrimin tam olarak başarılması için duyduğu coşkunun ve emperyalizme karşı mücadele isteği299

Halk Partisi kastediliyor. (YN)

nin, bu hükümete rağmen hiçbir şekilde gerilemediğini, tersine her geçen gün yükseldiğini ve radikalleşen kitlelerin gözlerinin yeni bir önderlik arayışıyla Komünist Partisi'ne çevrildiğini görüyoruz. İran'da da, sorunun tümüyle değişik olmasına rağmen, aynı olayı başka bir açıdan görüyoruz. Pehlevi, milli devrimci hareketi tasfiye ettikten ve kendini şah ilan ettikten sonra, ticaret burjuvazisi onu, gericilik ve İngiliz emperyalizmine teslimiyet yolunda izleme konusunda yalnızca bir an duraksadı. Ancak, şehir ve köydeki sömürülen ve ezilen kitlelerin devrimci, antiemperyalist tutumları bütün şiddetiyle sürmektedir. Ne var ki, bilinçli olarak belirlenmiş bir çizgi ol­ madığı için, kitlelerin hoşnutsuzluğu son yıllarda bütünüyle İngiltere'nin etki­ si altında olan gericiliğin maceracı ayaklanmalarında dile geliyor. Öte yandan işçi hareketi yükselen bir çizgi izleyerek gelişti ve İran Komünist Partisi'nin bu hareket üzerindeki etkisi de arttı. Son olarak, petrol işçilerinin açıkça İngiliz emperyalizmini hedef alan büyük Mayıs gösterisinin siyasi niteliği, işçilerin, Komünist Partisi'nin önderliğinde, milli kurtuluş için emperyalizme karşı mü­ cadelenin yönetimini ele almaya kararlı olduklarını açık bir şekilde dile getirdi. Suriye'deki harekette ise, bu hareketi dağlık bölgelerin feodal önderleriy­ le birlikte yöneten önderler (eski rejimin Türk bürokratları ve askerleri), nasıl davranacakları konusunda her zaman Mustafa Kemal'le anlaşma halindeydi­ ler. Kemal, onlara emperyalizme karşı mücadelelerinde örnek oldu. Önderler, ayaklanma hareketinin en şiddetli anlarında bile, kitlelerin kahramanca müca­ dele ettikleri Fransız emperyalizmiyle belli koşullarda uzlaşmaya çabalıyordu. Milli özgürlük hareketinin itici gücü, burada kapitalist sömürü yöntemlerine karşı ayaklanan köylülüğün belli tabakaları ve göçebe çoban aşiretleriydi. Az çok varlıklı yerli burjuvazi işgalcilerin ülkeye yerleşmelerine başından beri yar­ dım etti. Ne var ki, önderlerin kararsızlığı, köylü kitlelerinin ve proleterleşen küçük burjuvazinin emperyalizme düşman tutumunda ısrar etmesini ve radi­ kalleşmeye devam etmesini engelleyemedi. Bugün bütün Arabistan'da ezilen halkların ezen emperyalistlere karşı özgürlük hareketinin çığ gibi büyüdüğünü görüyoruz. Nitekim Filistin'deki Arap ve Siyonist önderlerin kışkırttığı cinayet­ lerin, bütün köylü kitlesinin gerçek bir antiemperyalist ayaklanmasına yol aç­ ması, orada olgunlaşmakta olan durumun tipik bir özelliğidir. Burada işçi sını­ fının, sayıca az olan kuvvetine ve eksik siyasal tecrübesine rağmen uyandığını, mücadele yeteneğini ve gelecek milli kurtuluş mücadelesinde ona düşen tarihi görevi yerine getirmek isteğini gösterdiğini görüyoruz. Mısır milliyetçilerinin ve partileri "Vafd"ın yalpalayan, kararsız tutumları yeteri kadar biliniyor. Kral Fuat'ın çömezlerinin yaptığı bir darbeyle iktidardan düşürüldükleri zaman, mücadeleye hazır halk kitlelerinin başına geçerek dev­ rimci bir karşı saldırıya girişecek yerde, parlamentoda birkaç protesto eylemi

düzenlemekten başka bir şey yapmadılar. Mac Donald hükümetinin kısa bir süre önce tezgahladığı, ülkeden çekilme ve daha geniş bir bağımsızlık tanıma şeklindeki demagojik manevra, Vafd çevrelerinde hiçbir tepki uyandırmadığı gibi, görünüşteki tavizlerin aldatıcı niteliğini açığa çıkarmaları yolunda onları harekete geçirmedi. Mısırlı milliyetçilerin, bütün özgürlük umutlarını kendi· lerine bağlayan kitlelere vaat edebildikleri tek şey, Londra'dan daha elverişli şartlar koparabilmekti. Milliyetçilerin son seçimlerde kazandıkları zafer de, Vafd'ın acizliğini ve iradesizliğini açığa çıkaracak, kayıtsız şartsız milli bağım­ sızlık için çaba gösterecek, yani Vafd yandaşlarının her anlama çekilebilen ge­ vezeliklerinin karşısına, emperyalist boyunduruktan kesin kurtuluş için uzlaş­ maz mücadelenin açık platformunu koyacak yetenekte gerçek bir devrimci par­ tinin olmamasıyla açıklanır. İşte, sömürülen ve aldatılan halk kitleleri içindeki devrimci kaynaşmanın, her geçen gün büyümekle birlikte, bir türlü ahenkli bir hareket halinde billurlaşmamasının ve bilinçli bir örgüt halini alamamasının nedeni de budur. Bu rolü, eğer bir kitle partisi haline gelmeyi başarabilseydi, ancak Komünist Partisi oynayabilirdi. Çin'e baktığımızda ise, durumun burada daha açık bir şekilde ortaya çıktığını görüyoruz. Burada hain Guomindang yöneticilerinin en çok fiyat veren emper­ yaliste ruhlarını bile satmaları ve bayağı davranışları yoruma gerek bırakmıyor. Kitlelerin hareketi, bu satılmış ve çıkarcı genelkurmayı, Şanghay'ın alınışı sıra­ sında ezip geçmiş ve alaşağı etmiştir. Çin proletaryasının bu fırtına gibi grevleri ve köylülüğün dizginlenemeyen kitle ayaklanmaları insanı hayrete düşürüyor. Çin, en zalim baskıları hiçe sayarak, aylardır hiç durmadan ve tehditkar bir şe­ kilde kaynıyor. Sömürülen kitlelerin fırtına gibi öfkesi savaş ağalarını korkuya boğdu ve şaşkına çevirdi. Onlar ölüm korkusu içinde, hareketin, kendilerinin koyduğu engelleri yıktığını ve hakim sınıf olarak kendi varlıklarını çok ciddi bir şekilde tehdit ettiğini gördüler. Ayrıcalıklı durumlarını ve burjuvazinin tehlike­ ye giren ekonomik çıkarlarını koruma kaygısı yüzünden gözleri hiçbir şey gör­ müyordu. En zalim tedbirlerle ölüm tehlikesinden kurtulmak ve hareketi kana boğmak için deli gibi çabaladılar. Kitle hareketinin hızlı ve beklemedikleri bir şekilde yükselmesi karşısında, Çin milliyetçileri pişman olup emperyalistlerin önünde el pençe divan durdular. Milliyetçi burjuvaziyle emekçi kitlelerin çıkar­ ları arasındaki zıtlığı böyle açık bir şekilde ortaya çıkartan Çin'deki olayların, hiç şüphesiz belirleyici bir etkisi oldu ve bu, emperyalizmin ezdiği diğer ülke­ ler burjuvazisinin daha sonraki tutumunu belirledi. Artık burjuvazinin bütün tabakalarının gerici yozlaşması ve emperyalizme boyun eğmesi elle tutulur bir biçim almaktadır. Çin'deki yeni devrimci yükseliş, yiğit Çin müfrezemizin ön­ derliği altında daha büyük gelişmeler vaat ediyor. Ancak bu konuda doğru ve gerçeklere uyan sonuçlar çıkarmak için her ülkedeki somut duruma bakmak

gerekir. Her durumda değişmez olan bir şey varsa, o da, ezilen halkların burju­ vazisinin, berrak bir sınıf bilinciyle emperyalist ana ülkelerin burjuvazilerine yaklaşmakta ve onlarla uzlaşmakta olmasıdır. Doğal olarak bu, ezilen ülkeler­ deki burjuvazinin kitleleri sömürme tekelini mümkün olduğu kadar pahalıya satma amacıyla manevra yapma olanağını ortadan kaldırmıyor. Şimdi böyle bir manevrayı Hint milliyetçileri yapıyor. Hintliler, günümüzde İngiliz emper­ yalizminin kaderini belirleyebilecek büyük bir devrimci mücadelenin eşiğin­ dedir. Ülkenin en önemli ekonomi merkezlerinde sanayi işçilerinin kararlı mü­ cadelesi ve büyük grevleri, zincirlerini kıran emekçi kitleler arasındaki şiddetli devrimci kaynaşma, kitleleri hayali vaatlerle yatıştırma ve kitlelerin mücadele yeteneğini ezme konusunda sendika reformcularının ve milli reformcuların acizliği, bütün bunlar, yaklaşan Hint devriminin yönünü ve bu devrimde hangi sınıfın önder olacağını berrak bir şekilde gösteriyor. Milli burjuvazinin kitleler üzerindeki etkisinin azalması, onun önder rolü oynama olanağını ortadan kal­ dırıyor. Svarajistler, milli bağımsızlık mücadelesinde hegemonyayı işçi sınıfına kaptırdıklarını ve İngiliz emperyalizminin hakimiyetinin yıkılmasından hemen sonra kendi sınıflarının yıkılması tehdidinin ortaya çıktığını çok iyi kavrıyorlar. Dolayısıyla Svarajistlerin, İngiliz İşçi Partisi'nin Hindistan'a dominyon hakları tanıyacağı şeklindeki her zamanki hayali vaatlerine umutsuzca sarılmaları bu koşullarda şaşırtıcı değildir. Son Hint Milli Kongresi, yeniden tam bağımsızlık için mücadeleye karar verdiyse de, bu, büyük coşku içinde bulunan kitleleri yatıştırma, Svarajistlere sarsılan saygınlıklarını yeniden kazandırmak ve niha­ yet mümkün olan en yüksek fiyata teslim olmak için yapılan bir manevradan başka bir şey değildir. Benzer olgulara, yerli burjuvazinin en bayağı bir şekilde yolsuzluğa battığı Kuzey Afrika'daki Fransız sömürgelerinde de rastlıyoruz. Bunun tipik bir örne­ ği, Tunus'taki (milliyetçi) Düstur Partisi'nin yozlaşması ve çöküşüdür. Son olarak, Filistin'deki son ayaklanma üzerinde kısaca durmak istiyoruz. Bu hareket, bütün Arap ülkelerinde emperyalizme karşı başlayacak olan bü­ yük mücadelelerin müjdecisidir. Biz burada, İngiliz bürokrasisi ile anlaşarak ırklar arasında kin duygularını kışkırtan ve katliamları daha da büyütmeye çalışan burjuvaziyle Müslüman meclisin gerici önderlerinin ve Siyonistlerin al­ çaklığını belirtirken, aynı zamanda da kitlelerin devrimci coşkusunu vurgula­ makla yetineceğiz. Burada açıkça görülen, Arap burjuvazisinin düşman safına geçmesinin, kitlelerin devrimci özgürlük mücadelesini hiçbir şekilde zayıflata­ mayacağıdır. Bütün bu olgular göz önünde bulundurulduğunda, Doğu ülkelerindeki ve sömürgelerdeki milli kurtuluş devrimleri konusunda şimdiye kadar olduğun-

dan daha kesin şeyler söylenebilir. Gördüğümüz gibi, bugün, bu devrimlerde genç milliyetçi burjuvazilerin rolü konusunda artık hiçbir hayale kapılmamak gerekir. Çünkü milliyetçi burjuvazi, bu devrimlere er geç ihanet edecektir. Bu, Doğu'daki burjuva demokratik devrimlerin toplumsal itici güçlerinin ne olduğu konusundaki anlayışımıza büyük bir berraklık getirmektedir. Savaş sonrası kapitalizmin çöküşünün bugünkü döneminde (6. Kongre'nin deyişiyle "üçüncü" döneminde) dünyanın bu kesimindeki siyasi durumla ilgili olarak iki olay ayırt edici niteliktedir: Birincisi, yerli burjuvazilerin ve bunların mücadele örgütlerinin emperya­ list kapitalizme yaklaşmaları ve ikincisi, antiemperyalist harekete katılan halk kitlelerinin radikalleşmesi; bu hareketin, başında komünist partilerinin bulun­ duğu işçi sınıfının hegemonyası altına girme eğiliminin gittikçe artması. İşte bu iki olay, partilerimizin faaliyeti açısından çok büyük bir öneme sa­ hiptir ve daha ayrıntılı bir tahlil gerektirmektedir. Burjuvazinin Teslimiyeti ve Kitlelerin Radikalleşmesi

Uzun süren Dünya Savaşı'yla ortaya çıkan olağanüstü koşullar sonucu, eko­ nomik bakımdan geri ülkelerde burjuvazi içinde yeni tabakalar oluştu. Bun­ ların çıkarı, ülkenin sanayisinin gelişmesinden yanaydı ve bu sanayinin tam anlamıyla gelişmesinin önünde duran bütün engelleri kaldırmak için çaba harcıyorlardı. Bu kapitalizm öncesi toplumlarda yerli sanayinin küçük dalla­ rının belli ölçülerde gelişmesi, ekonomik bakımdan hayati önem taşıyan kay­ nakların emperyalist sermaye ve onların yerli ajanları (asalak hakim sınıflar; hanedanlar, feodaller, büyük toprak sahipleri, yüksek memurlar ve din adam­ ları) tarafından ele geçirilmesi, ücretli işçilerin sayısının göreceli olarak hızla artması, orta sınıfların parçalanması vb. toplumsal ve ekonomik uzlaşmalar, çelişmelerin şimdiye kadar görülmemiş boyutlara ulaşmasına yol açtı. Böylece, Doğu'da, hem iç gericiliği hem de emperyalist baskıyı hedef alan burjuva demokratik devrimler için gerekli koşullar oluştu. Savaştan sonraki ilk yıllarda (kapitalizmin savaş sonrası bunalımının birinci döneminde), yaban­ cı sermayenin sızmasına ve sömürmesine karşı kendiliğinden ayaklanan halk kitlelerine mücadeled� önderlik edecek işçi ve köylü örgütleri olmadığı için, ezilen halkların devrimci, milli kurtuluş hareketlerinde önderliğin milli burju­ vaziye düşebileceği görüşü doğru gözüküyordu. Kapitalist ülkelerde proletaryanın mücadelesinin kabaran dalgası, iktidarı ele geçirmek için çabalayan genç burjuvazinin bu tabakaları üzerinde çok bü­ yük bir etki yaptı. Bu burjuvazi, Avrupa'nın kapitalist sınıflarının hakimiyet te­ mellerinin, uluslararası proletaryanın şiddetli hücumlarıyla kaçınılmaz ve ke­ sin olarak yıkılmasının zorunlu olduğunu gördü. Ezilen halkların emperyalist

boyunduruğu kırmaları için tek olanak buydu. Bu halklardan her birinin kendi emperyalizmine, bu emperyalist daha kendi vatanında geçirdiği sarsıntıdan kurtulma imkanı bulmadan öldürücü bir darbe indirmesi yeterliydi. Ekim Devrimi'nin zaferi ve proleter Sovyet devletinin kurulması, o zaman­ lar yerli milliyetçi burjuvazi içinde çok yaygın olan, emperyalist hakimiyetin yakında kaçınılmaz olarak yıkılacağı inancını, bu sınıfları gerçek devrimci bir ruhla dolduran ve uluslararası proletarya ile sıkı bir birlik için çaba göstermeye iten inancı sağlamlaştırdı. Milli kurtuluş hareketinin önder çevrelerinde, Doğu ülkelerinin "kapitalist olmayan" gelişmesinin mümkün olduğu düşüncesi bile boy verdi. Ö rneğin, Mustafa Kemal'in 1920 yılında, Ankara'da Büyük Millet Meclisi'nde yaptığı bir konuşma son derece ilginçtir. O hareketli günlerde Ekim Devrimi'nin ülkesin­ den gelen düşüncelerin etkisini ister istemez hisseden Türk milliyetçiliğinin önderi, "Türk milletini diğer uygar milletlerden ayıran birçok özellik açısından, Türkiye'nin toplumsal ve ekonomik gelişmesinin büyük bir olasılıkla, sosya­ lizm yoluna sapmak zorunda kalmaksızın, kapitalist olmayan bir yönde iler­ leyeceğini" açıklıyordu. Türkler bağımsızlıklarını kazandıktan sonra, "kendi milli dehalarından kaynaklanan", kendine özgü bir toplumsal düzen kuracak­ lardı. Narodniklerin görüşlerini hatırlatan bu görüş, Kemalistlerin kafasının o sıralarda ne kadar karışık olduğunu gösteriyor. Ama Kemalist Türkiye'de iç çelişmelerin keskinleşmesinden ve uluslararası mali gruplarla uzlaşma yoluna girilmesinden sonra, Kemal ve yandaşları bambaşka bir telden çalmaya ve bu kez de her fırsatta, Türklerin, kendilerinden daha ileri, büyük ve uygar Avrupa­ lı halklar topluluğu üyelerinden hiçbir farkları olmadığını ve ancak her şeyle­ riyle taklit ederek onlara kısa sürede yetişebileceklerini ısrarla söylemeye baş­ ladılar. Doğu burjuvazisinin ileri tabakaları, gerçi sarsılan kapitalist sistemin nesnel koşulları sonucunda ve kaynaşan emekçi kitlelerin kendiliğinden ve şiddetli hareketinin etkisiyle emperyalizme karşı mücadele eylemlerine, bütün olarak, ilk başta az çok devrimci bir ruhla önderlik ettiler. Ama bu uzun sürme­ di. Avrupa'da nispi ve geçici bir istikrarın kurulması (ikinci dönem) sonucunda durum oldukça büyük bir hızla değişti. Burjuva demokratik milli kurtuluş devrimlerine örnek sayılabilecek Kema­ list Türkiye'nin bağrında ortaya çıkan bazı tipik belirtiler, bu dönemin başla­ rında, yani 1924 yılından sonra, bizi bazı yorumlar yapmaya götürmüştü. An­ cak o sıralarda, bu yorumlarımız maddi temeli yokmuş gibi görünüyordu. O sıralarda biz, ekonomik bakımdan geri ülkelerin milli burjuvazilerinin, milli bağımsızlık hareketlerinin birliğini koruyacak ve bu devrimleri sonuna kadar götürecek yetenekte olmadıkları ve kendi sınıflarının yararına belli uz­ laşmalar yaparak er geç antiemperyalist cepheyi terk edecekleri ve emperyalist

devletlerin safına geçecekleri görüşünü savunuyorduk. O zamandan bu yana görüşümüz değişmedi. Ortadoğu'daki milli hareketlerin somut olgularının tah­ liline dayanan bu tezi bazı yazılarımızda savunduk. Çin'deki olaylar, Kemaliz­ min emperyalizmin bir aleti haline gelme süreci içinde gerici yönde yozlaşması ve çeşitli Doğu ülkelerindeki, bir dizi benzer olgu bizim görüşümüzü bütünüyle doğruladığı için, bu konuyu eskiye göre daha titiz bir biçimde ele alacağız. Batı'da savaştan hemen sonraki dönemde görülen devrimci sarsıntılardan sonra kapitalizmin nispi ve geçici olarak istikrar kazanması, zaten son derece kararsız olan Doğu'nun milliyetçi burjuva çevrelerinde kaçınılmaz olarak telaş ve kaygıya yol açtı. Daha kısa bir süre önce, bunlar, bütün saldırı planlarını emperyalizmin hızla çökmesine bağlamışlardı. Emperyalizmin çökmesi için, Avrupa'nın en önemli ülkelerinde proletaryanın zafer kazanması gerekiyor­ du. Gel gelelim Doğu'nun milliyetçileri, bu altüst olmanın olumlu sonuçlarını hiç görmezken, sırf tek bir yönünü, yani emperyalizmin yıkılışını görüyor ve bağımsızlık rüyalarının gerçekleşmesi umudunu buna dayandırıyorlardı. Bu koşullarda, emperyalist burjuvazinin iktidarının yeniden kurulmasının, mil­ liyetçilerin saflarında karamsarlığa yol açması şaşılacak bir şey değildir. Bu, onların bütün tasarılarını çöp sepetine atmalarına yol açan bir çeşit mucizeydi. Gerçekten de, küçük burjuvazinin siyasi gruplarına özgü yalpalayıcı bir ni­ teliğe sahip olan ve yüzeysel değerlendirmeler yapan milliyetçi kurmaylar ka­ pitalist istikrarın önemini abartma eğilimindeydiler. Bu kurmaylar her yerde Kemalizmin şu ya da bu ölçüde etkisi altındaydılar ve dünya proletaryasının devrimci hareketinin geçici olarak durması karşısında cesaretleri kırılmıştı. Onlar, bu istikrarı değişmez bir şey olarak görüyorlardı. Hayal kırıklığına uğra­ yan bu "devrimciler", kapitalizmin içine düştüğü bunalımdan kurtularak yeni bir "refah" döneminin eşiğinde olduğunu sandıklarından dolayı, hem kendileri hem de sınıfları için, bu yerinden doğrulan emperyalist kapitalizmle birleşmek· ten başka bir kurtuluş yolu göremiyorlardı. Bunlar savaş alanından kaçtılar ve emperyalizme karşı mücadeleyi baltalamaya başladılar. Bunun dışında, milli kurtuluş hareketlerinin burjuva önderlerinin emper­ yalizme karşı en şiddetli mücadelelerin tam ortasında bile, yurttaşlarının mü­ cadele ettiği emperyalist devletle görüşmelere oturdukları ve onunla birlikte, coşkun halk kitlesini �andırmaya ve ezmeye yarayacak bir teslimiyet formülü bulmak için çaba gösterdikleri de görülmüştür. Böyle bir ikiyüzlülüğe en iyi örnek Suriye'deki ayaklanmadır. Burada önderlerin bir bölümünü Osman­ lı İmparatorluğu'nun dağılan ordusunun subayları oluşturuyordu ve bunlar Fransız emperyalizminin resmi ajanlarıyla görüşmelere oturdular. Emperyalizme karşı savaş döneminden sonra, ülke içinde kitlelerin devrim­ ci hareketinin yükselmesiyle ve çok büyük dış zorluklarla karşılaşan milliyetçi burjuvazi, emperyalizme karşı mücadeleden ve bağımsız ekonomik gelişme

düşüncesinden vazgeçti. Acizlik duygusuna kapılan milliyetçi burjuvazi, ül­ kesini ekonomik ve siyasi bakımdan emperyalizme boyun eğmeden yeniden kurmanın mümkün olduğu yolundaki bütün eski inancını da yitirdi. Milliyetçi burjuvazi, ekonomik alanda tecrübe edindikçe, bağımsız milli bir ekonomi kurmak, ona, daha başından başarısızlığa mahkum bir hayal olarak gözükmeye başladı. Hakim sınıf olarak durumlarını kurtarmak için, dünya ekonomisinin kaderini çizen güçlü yöneticilere, yani önde gelen emperyalist devletlere teslimiyetten başka yol görmez oldular. Nitekim uzun yalpalamalar­ dan ve karmaşık manevralardan sonra, bu adımı atan Kemalistleri örnek alan Yakın ve Uzakdoğu'nun bütün milliyetçi hükümetleri de bu belirleyici geri dö­ nüşü yaptılar. Emperyalizmle anlaşmak, milliyetçi hükümetler için, deyim yerindeyse, karşı koyamayacakları bir yem oldu. Çünkü sorunu gerçekten devrimci bir biçimde, dünya proletaryasının sınıf mücadeleleriyle uyum ve ittifak içinde çözmek güçlükler ve belirsizliklerle dolu olduğu halde, emperyalizmin derhal yardım edeceği kesindi. Onlar da, doğal olarak kendi sınıflarının çıkarı uğruna, o kadar hararetle ve o kadar uzun süredir hayal ettikleri milli bağımsızlıklarını feda ettiler. Saf biçimiyle bağımsızlık özlemi, yalnız, emperyalist sermayenin sömürüsünü bütün ağırlığıyla doğrudan doğruya kendi et ve kemiklerinde du­ yan halklar arasında vardır. Kapitalist gelişme yolunda bulunan burjuvazinin dilinde ise "bağımsızlık" sözü, kendi sınıf çıkarlarının üstü kapalı bir ifade­ sinden başka bir anlam taşımıyordu. "Bağımsızlık" sözü, burjuvazinin doymak bilmez iştahını kitlelerin gözünden gizlemek için kullandığı ve daha uzun süre kullanacağı bir paravandaydı. Kar hırsıyla at oynatmaları için meydanı onlara açan her çözümü, duraksamadan kabul etmeye hazırdılar. Milliyetçilerin bağımsızlık ve burjuva demokratik devrim davasına ihanet­ lerini hızlandıran ana etken, gittikçe daha berrak bir siyasal nitelik kazanan işçi hareketi karşısında kapıldıkları korkudur. Bu ülkelerin işçi sınıfı, her geçen gün daha açık bir şekilde, kendi devrimci hedeflerinin bilincinde ve örgütlü bir siyasi güç olarak burjuvazinin karşısına çıkmaktadır. Öncüsü komünist partile­ rin faaliyeti ve ajitasyonu sayesinde, işçi sınıfı, sınıf düşmanlarına gözü kapalı alet olmamak için gittikçe daha güçlü bir irade gösteriyor. İşçi sınıfı, emekçi kitleler her çeşit kapitalist ve emperyalist sömürüden tamamen kurtulunca­ ya kadar emperyalizme karşı mücadeleyi -milliyetçilere karşı da- sürdürmeye kararlıdır. Yerli işçi sınıfının, ipleri kendini sömürenlerin elinde olan bir güç olmaktan çıkıp, mücadeleye hazır ve devrimci hareket içinde hegemonyasını kurmaya çalışan, örgütlü bir devrimci güç haline gelmesi, genç milli burjuva­ zinin bütün güvenliğini sarsmıştır. Milli burjuvazi, işçilerin bu tutumunun,

kendi geleceğini, hatta hakim sınıf olarak varlığını ciddi olarak tehdit ettiği­ ni görüyordu. Çin proletaryasının büyük mücadelesinin bu anlamda ne kadar güçlü bir etki yaptığına daha önce işaret etmiştik. Kendi gelecekleri için duydukları bu kaygı, milliyetçileri, hemen hemen bütün geri ülkelerde, tam emperyalizme teslim olmaya hazırlandıkları sırada, proleter örgütlere, özellikle komünist partilerine karşı amansız mücadele aç­ maya sevk etti. Böylece bir taşla iki kuş vurmak, yani hem gerçek tehlikeyi sa­ vuşturmayı hem de yeni efendilerine bağlılıklarını kanıtlamayı amaçlıyorlardı. Bu tutum bize, aleti oldukları burjuvazinin çıkarı uğruna bütün proleter eylem­ leri ezen Avrupalı sosyal-demokratların tutumunu hatırlatmaktadır. Savaş sonrası dönemde olaylar çok hızlı geliştiği için, bu genç burjuvaziler kısa sürede nispeten büyük tecrübe kazandılar ve sınıf bilinçleri son derece yükseldi. Dünya proletaryası ve onun öncüsü Komünist Enternasyonal, genç burjuvazilere yardım ettiği ve onları emperyalizme karşı mücadele yolunda ilerlemeye zorladığı zaman, bunun hiçbir şekilde sırf güzel davranış olsun diye yapılmadığını, hele hayır işlemek amacıyla hiç yapılmadığını çok çabuk kavra­ dılar. Genç burjuvaziler, oldukça iyi gelişmiş sınıf içgüdüleri sayesinde, bu yar­ dımın amacının, kendilerinin belli bir süre için ortaya çıkan devrimci tutumun­ dan yararlanmak ve bütün dünyada emperyalist burjuvazinin çöküşünü hız­ landırmak olduğunu kavradılar. Ayrıca bunun, kendi ülkelerinde kaçınılmaz olarak, onların istemeyeceği kadar köklü bir toplumsal devrime yol açacağını da gördüler. Yani, emperyalist kapitalizmin yok edilmesine katılmakla, ken­ dilerini, ayrıcalıklı toplumsal durumlarını kaybetmek tehlikesine attıklarını anladılar. Milli bağımsızlık davasına ihanetleri ile işçi sınıfına saldırmalarının aynı zamana rastlaması, hiçbir şekilde bir rastlantı olmayıp, birbiriyle uyumlu ve eşyanın mantığına uygun eylemlerdi. Milliyetçilerin, burjuva demokratik devrimi daha sonuna kadar götüreme­ den kafalarını kıracakları ve emperyalizmin ezdiği ülkelerde, onların önderliği altında gerçek bağımsızlığa ulaşmanın imkansız olduğu, milli kurtuluş hare­ ketinin başından beri açıktı. Çünkü burjuva milliyetçiliği, kapitalist gelişmeyi içinde barındırır. Burjuva milliyetçiliği ortaya çıktığı andan itibaren böyle bir gelişmenin tohumunu içinde taşır. Ancak bütün bu olgular bir yana bırakılırsa, kendiliğinden hareketfn önderliğini ele geçirmiş olan burjuva unsurları, milli hareketin ilk başlarında özendirmek ve desteklemek, bu hareketi devrimci yol­ da olabildiğince ilerletmek, tümüyle mantıklı ve zorunlu bir şeydi. Nitekim bu dönemde siyasal bakımdan örgütlenmiş ve emperyalizme karşı mücadeleye önderlik edebilecek durumda olan yerli bir işçi sınıfı henüz yoktu. Öğretmeni­ miz Lenin, o zaman bu sorunu bütünüyle aydınlatmıştı. Olayların akışı daha sonra onun görüşlerinin doğruluğunu açıkça kanıtlamıştır.

Bugün Doğu ülkelerinde artık yeni bir gelişme aşamasına girmiş bulunuyo­ ruz. Güçler arasındaki ilişki temelden değişmiştir. Radikalleşen kitleler, burju­ vazinin ihanetini kavrıyor. Onlar bu burjuvaziyi teslimiyet yolunda gözü kapalı izlemeye hiç niyetli değil. Öte yandan, Bolşevikleşme yolunda ağır ama güvenli adımlarla ilerleyen kardeş partilerimiz daha da gelişmekte ve sağlamlaşmak­ tadır. Genç Nehru türünden sol milliyetçiler için bile, kitleleri aldatmak ve on­ ların devrimci coşkusunu kof ve dürüst olmayan sol gevezeliklerle söndürmek gittikçe zorlaşmaktadır. Bugün Doğu ülkelerinde, feodal-burjuva gericilik ile komünist hareket arasında yer alan milliyetçi ve görünüşte devrimci ara örgüt­ lerin rolünün, kitleler arasında milli reformcu hayaller yayma, devrimci poz­ larla kitleleri kandırma ve onları bir süre daha teslimiyet yolunda burjuvazinin peşinden sürüklemekten başka bir şey olmadığı su götürmez bir gerçektir. Bu çabalar bize, kendilerinden gittikçe daha fazla uzaklaşan ve radikalleşen işçi kitlelerini partilerinde tutmaya çalışan Avrupa sol sosyal demokrasilerinin çabalarını hatırlatıyor. Komünist partilerinin görevi, hata bu sahte devrimci­ leri izleyen ya da onlar hakkında hayallere kapılan emekçi kitlelerin gözünde, sahte devrimcilerin oynadığı alçakça rolü, onların ikiyüzlülüğünü ve rezilliğini açığa çıkarmak, kandırılmış kitlelerin gözünü açmak ve böylece onları gericilik ve komünizm arasında bir seçim yapmaya çağırmaktır.

Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] 25 TÜRK KOMÜNİSTİNİN

HAYATI TEHLİKEDE300 4 Mart 1930

1929 ilkbaharında İzmir'de Türk komünistlerine karşı bir dava açıldı. Yapı­ lan bütün işkenceler, Anadolu'nun emekçi kitlelerinin devrimci hareketinin bu yiğit öncülerini susturamamıştı. Hiçbir yasal gerekçeye dayanmayan zorbaca bir kararla, lOO'e yakın devrimci, Türkiye'de komünizm propagandası yapmak "suçundan" aşağı yukarı 100 yıl kürek cezasına çarptırıldı. Beyaz terörün bu kurbanları, cezaya çarptırılmalarından kısa bir süre sonra İzmir'den uzaklaştırıldılar. Bütün yasal haklar ayaklar altına alınarak, bir vah­ şi hayvan sürüsü gibi zincire vuruldular ve Doğu Anadolu'nun en ücra, en geri bölgelerine götürüldüler. Bu önlem, onların maddeten yok edilmesi anlamına gelmektedir. Uzun süre susmaya zorlanan bu mahkumların dış dünyadan yardım isteyen sesleri Elazığ ve Diyarbakır zindanlarından duyuluyor. İşkencelere yalnızca gardiyanlar ve jandarmalar değil, aynı zamanda yüksek memurlar da katıl­ maktadır. Gördükleri eziyet ve işkence, mahkumları açlık grevi yapmak zorun­ da bırakmıştır. 300

Ferdi, "Fünfundzwanzig türkische Kommunisten in Lebensgefahr!", Internationa/e Presse­ Korrespondenz, sayı 22, yıl 10, 4 Mart 1930, s.518.

Eğer uluslararası proletarya, bu kurbanları işkencecilerin elinden kurtar­ mak için hemen harekete geçmezse, proletarya devriminin bu öncüleri mutlak bir ölüme itilmiş olacaklardır. Anadolu hapishanelerindeki durum dehşet vericidir. Mahkumlar ıslak zin­ danlarda, çıplak duvarlar arasında en pis koşullarda yatırılmakta, çoğu kez 20 ya da 25 kişi çok küçük hücrelere tıkılmaktadır. Siyasi mahkumlar sıradan suçlularla aynı muameleye tabi tutulmakta, üs­ telik bir de ortaçağ işkenceleri görmektedir. Eski rejimde işkence, yalnızca zor­ la "itiraf' ettirmek için kullanılırken, Kemal Paşa'nın rejiminde hüküm giymiş olanlara bile uygulanmaktadır. Elazığ'da sopa, falaka ve kızgın demir çubuklar kullanılmıştır. Türk hükümeti, emperyalist büyük devletlere yaranabilmek için, devrim­ ci unsurlara uyguladığı baskıları artırıyor. Kısa süre önce, Adana, Trabzon ve İstanbul'da 20'den fazla komünist tutuklandı ve bunlar da aynı işkencelerle karşı karşıya bulunuyor. Uluslararası proletarya, Elazığ, Diyarbakır ve Siverek'e sürülen devrimci­ lerin derhal serbest bırakılmasını talep etmeli ve Ankara hükümetinin beyaz terörüne en sert bir şekilde karşı çıkmalıdır.

P. Chattopadhyaya SOVYETLER BİRLİGİ'NE KARŞI İNGİLİZ SAVAŞ ÜSSÜ OLARAK IRAK301 22 Temmuz 1930

Dünya işçilerinin 1 Ağustos'ta emperyalizme ve emperyalist savaşa karşı ve Sovyetler Birliği'ni savunmak için gösteriler yapmaya hazırlandıkları şu sıra­ larda, İşçi Partisi hükümeti, İşçi ve Köylü Cumhuriyetine vurulmak istenen zin­ cire bir halka daha eklediğini açıkladı. İngiltere ile Irak arasındaki 30 Haziran tarihinde Bağdat'ta imzalanan antlaşma, şimdi açıklanmıştır. Antlaşma'nın Ö nsöz'ünde, her ne kadar "tam bir eşitlik, özgürlük ve bağımsızlık temelinde" imzalanmış olduğu yazıyorsa da, hem Antlaşma'da yer alan 11 madde hem de eki, açıkça, Irak'ı İngiltere'ye bağımlı bir uydu devlet ve İngiltere'nin savaşla­ rında askeri üs haline getirmektedir. Gerçi Sovyetler Birliği'nin adı geçmiyor, ama her satırı, Antlaşma'nın Sovyetler Birliği 'ne karşı olduğunu açıkça dile ge­ tiriyor. Bu hedef öylesine açıktır ki, hazırlanmasına İşçi Partisi hükümetinin de katıldığı emperyalist savaşın gerçek bir tehlike olduğunu işçilerin gözleri önüne sermek için, bu antlaşmayı her işçiye tanıtmak gerekir. Antlaşma'nın en önemli noktalarını kısaca gözden geçirelim. Bu antlaşma, ancak 1932 yılında -o yıl Irak, Milletler Cemiyeti 'ne girmek gibi büyük bir şerefe 301

V. Chattopadhyaya, "Der Irak als britische Kriegsbasis gegen die Sowjetunion, Der neue Vertrag zwischen GroBbritannien und dem Irak" (İ ngiltere ile Irak Arasındaki Yeni Antlaşma), Intemationale Presse-Korrespondenz, sayı 61, yıl 10, 22 Temmuz 1930, s.1438·1439.

nail olacaktır- yürürlüğe girecektir. Fakat en kısa sürede parlamento tarafından onaylanması gerekmektedir. Antlaşma'nın ı. maddesi "antlaşmayı imzalayan yüksek taraflar arasında, ortak çıkarlarını ilgilendiren bütün dış siyaset konularında tam ve özgürce bir danışma" yapılmasını belirlemekte ve antlaşmayı imzalayan her iki tarafın da "başka ülkelere karşı bu ittifakla bağdaşmayacak ya da diğer taraf için güçlük­ lere yol açabilecek hiçbir tutum almamayı üstlendiğini" yazmaktadır. Bunun anlamı, Irak'ın diğer ülkelerle olan ilişkilerinde elinin kolunun bağlanması ve Irak halkının önemli bölümlerinin Sovyetler Birliği'ne karşı takındığı dostça tutumun her türlü ifadesinin, ittifakla "bağdaşmayacak" bir şey olarak nitec lendirilmesidir. İngiltere'nin hakim durumu, 2. maddede büsbütün ortaya çık­ maktadır. Bu madde, İngiltere'nin diplomatik temsilcisinin, daima ve her şart altında, bütün diğer devletlerin temsilcilerinin önünde gelmesini öngörüyor. Irak'la üçüncü bir devlet arasında (Türkiye, İran ve İngiliz emperyalizmi ta­ rafından kurulan ''Arap" devletleri kastediliyor) anlaşmazlıklar başgösterdiği takdirde, bunlar, Milletler Cemiyeti'nin tüzüğüne uygun bir biçimde, barışçı yollarla çözülmelidir. Ne var ki, 4. maddede, Irak'ın gerçekte İngiltere'nin savaş üssü olma niteliği açıkça belirlenmektedir: "Bir savaş tehdidi söz konusu olduğunda, antlaşmayı imzalayan yüksek taraflar, gerekli savunma tedbirleri yüzünden vakit kaybetmeksizin(!) birbirleriyle anlaşacaklardır. Bir savaş durumunda ya da savaş tehdidi karşısında, Majesteleri Irak Kralı'nın yardımı, Irak toprakları üzerinde elinden gelen bütün kolaylıkları ve desteği Majesteleri İngiliz Kralı'na sağlama biçiminde olacaktır. Buna demiryollarının, ırmakların, liman­ ları, havaalanlarının ve ulaşım araçlarının kullanımı da dahildir." Bu ifadenin tek bir anlamı vardır ve İngiltere'nin dünyanın hangi köşesinde "savaş tehlikesi" örgütlediği konusunda hiçbir kuşkuya yer bırakmamaktadır. Antlaşma'nın 5. maddesinde "Irak'ın" yeni "bağımsız hükümdarı", "Majes­ teleri İngiliz Kralı'nın en önemli bağlantı yollarının sürekli olarak bakımının ve her şart altında korunmasının" her iki tarafın da "ortak çıkarı" olduğunu kabul etmektedir. Bu nedenle, Irak Hükümdarı, İ ngiltere'ye "Majesteleri İngiliz Kralı'nın Basra'da ya da Basra'ya yakın bir yerde ve Fırat Nehri'nin batısında seçeceği yerleri hava alanları için vermeyi" üstlenmektedir. Aynı hükümdar, Majesteleri İngiliz Kralı'na "Irak topraklarında yukarıda adı geçen yerlerde si­ lahlı kuvvetler bulundurmak" için "yetki vermektedir". Ancak pek doğaldır ki "bu silahlı kuvvetlerin varlığı hiçbir şekilde işgal anlamına gelmez ve Irak'ın egemenlik haklarını hiçbir şekilde kısıtlamaz!"

Bu antlaşma 25 yıl geçerli olacaktır. 20 yıl geçtikten sonra yeni bir antlaşma imzalanabilir. Ancak bu da "Majesteleri İngiliz Kralı'nın önemli bağlantı yolla­ rının bakımı ve her şart altında korunması" koşuluna bağlıdır. Bu "her şart al­ tında" deyiminin sık sık tekrarı, bu "ittifak"ın belirgin özelliğidir. Antlaşma'ya, bazı çok önemli askeri "anlaşmaları" içeren bir ek konmuştur. Bunlara göre, İngiltere, örneğin lrak'ta sürekli üslenmiş yukarıdaki birliklere ek olarak, 1937 yılına kadar Hinaydi ve Musul'da askeri birlik bulundurma hakkına sahiptir. Bu yerlerin seçilmesi tipiktir. Musul'u açıklamaya gerek yok. Hinaydi de İ ngiliz Kraliyet Hava Filosu'nun, "Irak komandolarının" önemli bir havaalanıdır. Bu­ rada bir depo, bir hastane ve ayrıca üç bombardıman uçağı alayı, 30, 55 ve 70 numaralı alaylar bulunmaktadır. Irak, "bu kuvvetlerin hareketi, eğitim ve ikmali için bütün kolaylıkları sağ­ lamayı ve onların telsiz telgrafı kullanmaları durumunda her türlü desteği" üst­ lenmektedir. Bunların dışında Irak, " İngiliz birlikleri tarafından işgal edilmesi olası havaalanlarına", giderleri İngiltere'ye ait olmak üzere "özel muhafızlar koymayı" da üstleniyor. Irak ordusunun, sadece İngiltere'nin emperyalist ordusunun bir parçası olduğu (yalnız giderlerini Irak'ın kendisi ödemektedir!) şu şartlarda daha çok açık bir biçimde dile gelmektedir: "Irak silahlı kuvvetlerinin donatım ve silah­ ları" esas olarak "Majesteleri İngiliz Kralı'nın silahlı kuvvetlerininkinden tip olarak farklı olmamalıdır" ve yabancı askeri eğitmenler " İngiliz uyruklu olma­ lıdır". Yani Irak, İngiliz birlikleri için sürekli bir transit bölgesi olmalıdır. Irak Kra­ lı da, gerektiğinde Majesteleri İngiliz Kralı'nın bütün sınıflardan birliklerinin Irak'taki ulaşımı için, ayrıca bu birliklerin ihtiyacı olan tüm malzeme ve ikma­ linin ulaşımı ve depolanması için, mümkün olan bütün kolaylıkları sağlamaya hazır olduğunu ilan etmektedir. Bu antlaşma hükümlerini bu kadar ayrıntılı olarak burada tekrarlamamızın nedeni, bu antlaşma sonucunda Irak'ın, bütün şatafatlı özgürlük, eşitlik ve ba­ ğımsızlık laflarına rağmen, tıpkı Haydarabad nizamı gibi, İngiltere'nin bir uy­ dusu olduğunu göstermektedir. Ayrıca ve özellikle, bu antlaşmanın her satırı, Sovyetler Birliği'ne karşı bir savaş hazırlığını yansıttığı için, üzerinde bu kadar durduk. Bağdat'ın satılmış feodal aristokrasisi, bu antlaşmayı onaylayabilir. Ancak Irak'ın ve diğer Arap devletlerinin halk kitleleri, bu dayanılmaz yükü ve kendilerini köle yerine konulmasını sessizce kabul etmeyeceklerdir. İngiliz emperyalizmi, İşçi Partisi hükümeti aracılığıyla, Mısır ve Hindistan'da da bu tür antlaşmalar yapmaya çalışıyor. Bu antlaşmalar, sömürgelerdeki mü­ cadelenin ulusal burjuvazinin emperyalizmle uzlaştığı bugünkü durumunu

yansıtmaktadır. Antlaşma, ulusal ve toplumsal özgürlük için emperyalizme karşı mücadelenin, bundan böyle emekçi kitleler tarafından kendi bayrakları altında ve kendi öncüsünün yönetiminde yürütüleceği yeni bir dönemin baş­ langıcını simgeliyor. Irak'taki kitlelerin baskısı daha bugünden kendini duyur­ maktadır. Antlaşma'ya karşı olan gençlik ve solcu milliyetçiler, Necef'te topla­ nacak bir kongre düzenlemişlerdir. Bu kongrede, Antlaşma'mn onaylanmasını engellemek için araçlar ve yollar tartışılacaktır. Ancak hakim sınıf için, Dibani­ ye ve Amara illerindeki devrimci köylü hareketleri daha ciddi bir tehlikedir. Bu hareketler, hükümetin resmi telgraflarına göre, kanla bastırılmış bulunuyor. Ne var ki, iktisadi bunalım, köylülüğün durumunu son derece kötüleştirmektedir ve daha iyi örgütlemiş devrimci bir hareket beklenmektedir. Bu arada, İngiliz hükümetinin Kürtler arasında yürüttüğü entrikaları da çok büyük bir uyanıklıkla izlemek gerekiyor. Kürtler, Türklere, İranlılara ve Irak'a karşı ayaklanmaları için İngilizler tarafından silahlandırılmakta ve parasal yardım görmektedirler. Bununla amaçlanan, bu ülkelerin arasında, tamamen İngiliz etkisi altında ve İngiliz emperyalizminin savaşları için yeni bir askeri üs görevini yerine getirecek bir tampon devlet oluşturmaktır.

M. L. KÜRDİSTAN'DAKİ OLAYLAR ÜZERİNE302 5 Ağustos 1930

İ ngiltere ile Irak arasında yeni imzalanan ve İngiliz emperyalizminin Sovyet­ ler Birliği 'ne karşı bir aracından başka bir şey olmayan antlaşmayla, İngiltere'nin Önasya'daki savaş hazırlıkları hiçbir şekilde son bulmuş değildir. Aslında dik­ kati, Kürtlerin yaşadığı ve basının, haklarında isyan ve ayaklanma haberleri ver­ diği bölgelere yöneltmek gerekiyor. Türkiye'de ve İran'da patlak veren ve Kuzey Irak'ta Musul bölgesinde bile "Kürdistan'a Özgürlük" sloganı altında çıkma eği­ limi gösteren bu ayaklanmalar, İngiltere tarafından kışkırtılmış, silahlandırıl­ mış ve finanse edilmiştir. Amaç, Türkiye, İran, Irak ve Sovyetler Birliği arasında bütünüyle İngiliz nüfuzu altında bulunan ve Sovyetler Birliği 'ne karşı askeri bir üs görevini yerine getiren tampon bir devlet kurulmasıdır. Daha Ocak 1930'da, yani ortada henüz açıkça bir ayaklanma görülmediği sıralarda, La Depeche Coloniale gazetesi, İngiliz casusu ve kışkırtıcı ajanı Al­ bay Lawrence'in, Türkiye, İran, Kuzey Irak ve Suriye'de genel bir ayaklanma çıkartabilmek için Kürdistan'da (Kuzey Irak) bulunduğunu yazmıştı. Herkesten önce özellikle Fransız emperyalistlerinin bu tasarılardan büyük bir kaygıyla sö­ zetmelerinin nedeni, Les Troupes Coloniales gazetesinin haberine göre, Fransız 302

M. L. (Londra), "Zu den Ereignissen in Kurdistan", Internationale Presse-Korrespondenz, sayı 65, yıl 10, 5 Ağustos 1930, s.1595-1596.

manda bölgesi olan Suriye ve Lübnan'daki Kürtlerin silahlandırılmış olmasıdır. Buralardaki Kürtler, Suriye ve Arap milliyetçilerine karşı yardımcı polis olarak kullanılmaktaydılar. Lawrence'in görevi, Kürt Teali Cemiyeti ve Vilayet-i Sitte Kürt Cemiyeti gibi zaten var olan Kürt "özgürlük cemiyetleri"ni canlandırmak ve silahlı ayaklan­ maya sürüklemekti. Türk gazeteleri, ilk olarak ancak Mayıs ayında, ayaklanan Kürtlere karşı açık savaş haberleri verebildiler. Bu arada, Republique [Cumhuriyet] gazetesi­ nin Bağdat muhabiri, Albay Lawrence'in Hacı Mehmet adı altında Bağdat'ta yaşadığını, evinin İngiliz diplomatik temsilciliğine çok yakın olduğunu ve Kürt sınırlarından gelen yaralıların bakımıyla uğraştığını bildiriyordu. Bu haber, "ayaklanan Kürtlerin" önceleri bildirildiği gibi, sadece İran'dan harekete geçmiş olmadıklarını, Irak'tan da harekete geçerek ilerlediklerini ka­ nıtlamaktadır. Kürtler, hem Türkiye'de hem de İran'da ezildikleri için, onları bu emperya­ list oyunlara alet etmek mümkün olmaktadır. Kuzey Irak dışında yaklaşık 2,5 milyon Kürt yaşamaktadır. Kuzey Irak'ta yaşayanların sayısının ise 500 bin ile 600 bin arasında olduğu tahmin edilmektedir. Irak'taki Kürtler, Musul petrol bölgesinde yaşamaktadırlar. Temkinli adam­ lar olan İngilizler, bu bölgeleri gerektiğinden fazla güçlük çıkmadan Irak'tan koparabilmek için, buralarda bir çeşit "Kürt özerkliği" oluşturmuşlardır. Amaç, Kuzey Irak'ın, yani bu "özerk" Kürdistan'ın boyunduruk altındaki Kürtlerin özlemini çekecekleri ve İngiliz propaganda ve istihbarat servislerinin Türkiye, Suriye ve İran Kürtleri üzerinde çalışma yapabilecekleri bir merkez ol­ masıdır. Eğer bugün İngiliz "bilginleri" dünya tarihinde önce Kürtlere karşı "adalet" sağlanması gerektiğinden ve "gerçek Kürdistan"ın kurulmasına yardımın zo­ runlu olduğundan dem vuruyorlarsa, doğrusu bu "adaletin fazlasıyla petrol ve kan koktuğunu" söylemek gerekir. Türkiye'den gelen son haberlere göre isyancılar, göze çarpacak kadar iyi silahlanmış durumdadırlar. Türk Ordusu'nun bültenleri, bazı kısmi zaferler kazanıldığını, örneğin isyancıların önderlerinden Selahattin'in yakalandığı­ nı bildirmektedir. Bu bültenlerden, isyanın bastırılması için kanlı bir seferin daha düzenlenmesi gerektiği anlainı çıkmaktadır. 12 Temmuz 1930 tarihli La Depeche Coloniale gazetesinde, Bağdat'taki bir muhabirin Iraklı bir milliyetçi önderle yaptığı konuşma haber olarak yayımlandı. Bu Iraklı milliyetçi önder, İngiltere'nin Kürt sorununu sırf eski "böl ve yönet" siyasetini uygulamak ve Kürtleri kullanarak Arap milliyetçilerini bastırmak için alevlendirdiğini açıkça saptamaktadır.

Eğer İngiliz emperyalistleri, aynen daha önce Dünya Savaşı'nda Araplar için yaptıkları gibi, bugün de Kürtler için, "Kürtler, bağımsızlığınızı kazanmak için İngiliz himayesinde (yani boyunduruğu altında) mücadele ediniz" şeklinde bir slogan ortaya atıyorlarsa, bu, İngilizlerin Ônasya'da Sovyetler Birliği'ne karşı bir savaş üssü kurmak, Musul petrol bölgesine tamamen hakim olabilmek ve Arapların hürriyet mücadelesine karşı Kürtleri kullanabilmek için başvurduk­ ları bir oyundan başka bir şey değildir.

M. L. İNGİLİZ EMPERYALİSTLERİNİN KÜRT SORUNUNA MÜDAHALESİ303 19 Ağustos 1930

Günlük basın, Türklerin, İran topraklarına Kürtleri durdurabilmek için gir­ diklerini bildiriyor. İran, Türk ordusunun bu hareketini Milletler Cemiyeti'nde protesto etmeye hazırlanmaktadır. Bu çatışmaların rejisörü olan İngiliz emper­ yalistleri de boş durmamışlardır ve hatta Kürdistan sorununu kendilerine göre "çözmek" üzere belirleyici adımı atmış oldukları haberini de verebiliriz. Onla­ rın hedefleri -geçenlerde de belirtmiş olduğumuz gibi- Sovyetler Birliği'ne karşı bir savaş üssü olarak hizmet etmesi için İngiliz hakimiyeti altında bir "Kürdis­ tan devleti" kurmaktır. Türkiye'deki ve İran'daki Kürtlerin ayaklanmasından sonra şimdi de Irak'ta­ ki Kürtler bu harekete katılmaktadırlar. İngiliz manda yönetiminin desteğiyle bir komisyon kuruldu. Bu komisyon İngilizlerin satın aldıkları Kürt ajanlarından oluşuyordu. Bu komisyon, 26 Temmuz'da Cenevre'deki Millletler Cemiyeti Sekreteri'ne, Londra'daki Sömür­ geler Bakanı'na ve Süleymaniye'deki idari makamlara başvurarak geçenlerde Near East'te (Yakındoğu) yer alan şu yazıyı gönderdi: 303

M. L., "Der Eingriff der britischen lmperialisten in die kurdische Frage" (l ngiliz Emperyalistlerinin Kürt Sorununa Müdahaleleri), lnternationale Presse-Korrespondenz, sayı 70, yıl 10, ı9 Ağustos ı930, s.1711-1712.

"Kürtler, Araplar ve Kürtler arasında sürekli ve kalıcı bir kardeşliği sür­ dürebilmek için ve Iraklılarla beraber yaşamayı kabul ettikleri günden bu yana, ulusal haklarının tam anlamıyla tanınmasını talep etmişlerdir. Milletler Cemiyeti bu hakları kabul etmesine rağmen, bunların hiçbiri­ ni uygulamamıştır. Yeni anlaşmaya bağlı olarak, Araplardan özerk bir rejim istedik. Ne yazık ki, Kürt bölgelerindeki çoğunlukla Arap olan yö­ neticilerin ve memurların Kürtlere baskı yaptıkları ve sindirmeye çalış­ tıkları haberini aldık. Amaçları böylece Kürtlerin yasal haklarını orta­ dan kaldırmaktı. Arap hükümetinin memurlarının yaptıklarına bakacak olursak, henüz mandanın varlığını sürdürdüğü bir zamanda bunların olması, mandanın kalkmasından sonra yönetimin Türklerin zamanın­ dakinden de beter olacağını göstermektedir. Arap memurlarının mua­ melesi, Türklerin Kürtlere karşı geçmişte ve bugün yaptıklarından kesin­ likle daha iyi değildir. Türklerin yaptıkları, düşmanlıklara ve Kürtlerin onlardan sonsuza değin kopmalarına yol açmıştır. Yukarıda belirttiğimiz olgular karşısında Kürtlerin kesin ve son kararı, Milliyetler Cemiyeti'nin gözetimi altında bir Kürt hükümeti kurmaktır. Bizi desteklemenizi ve ya­ sal ülkümüzün gerçekleşmesini dileriz. İmzalayanlar Azmi Bey (Baban), Hamo Ağa, Abdurrahman Ağa, Şeyh Kadir Hafid, Remzi Efendi, İzzet Bey, Osman Paşa, Hamo Salih Bey, Faik Bey (Baban), Ahmet Paşa, Macit Efendi, Hacı Resul Ağa, Tevfik Kazaz. Bu belge İngilizlerin artık açıkça sahneye çıktığını ve Kürtleri Araplara karşı kullandığını kanıtlamaktadır. Yukarıda adı geçen gazete, bir başyazısında, İn­ gilizlerin Irak'taki azınlıklar sorununu, yani Kürt sorununu çözmeyi bir "onur sorunu" haline getirdiklerini yazıyordu. Buna Suriye'de de İngiliz ajitasyonunun başladığını ekleyebiliriz. 13 Ağus­ tos tarihli La Depeche Coloniale de Suriye Yüksek Komiseri Ponsot'nun Kürt şefi Bedirhan'ı sınır dışı ettiğini bildiriyordu. Yüksek Komiserliğin resmi açıklama­ sı, Bedirhan'ın Suriye'ye Mısır pasaportuyla geldiği (yani İngiltere'nin rızasıy­ la!) ve isyancı Kürtler arasında, (resmi ifadeyle) Suriye ile Türkiye arasındaki iyi ilişkileri bozmak amacıyla aktif bir propaganda yürüttüğü şeklindeydi. Bedir­ han, Suriyeli Kürtleri, sözüm ona bir genel ayaklanmayla kazanmak istiyordu. Bu belge, İngiliz emperyalistlerinin Kürtlere nasıl bir "özgürlük" getireceğini yeterince gözler önüne sermektedir.

S. Gastow TÜRKİYE'DE SİYASİ DURUM ÜZERİNE KEMALİZMİN İKİYE BÖLÜNMESİ304 22 Ağustos 1930

Türkiye'de, kendine "Serbest Fırka" adını veren yeni bir parti kuruldu. Türkiye'nin bugüne kadarki Fransa Büyükelçisi Ali Fethi, Parti'nin başında. Aralarında Türkiye'nin İngiltere Büyükelçisi Ferid de olmak üzere Türk parla­ mentosunun 65 üyesi Parti'ye girdi. Mustafa Kemal'in kız kardeşi de Parti'ye üye oldu. Cumhurbaşkanı, laik cumhuriyet ilkesine bağlı kalması koşuluyla yeni partiye karşı tarafsız bir tavır takınacağı konusunda açık güvence vermeyi gerekli gördü. Bunu kanıtlamak amacıyla Halk Partisi'nden istifa etti. Ama yeni partinin şimdi yayımlanan programında bir dizi başka karakteris­ tik nokta görüyoruz: Tekellerin kaldırılması, yabancı sermayeye karşı hayırhah bir tutum, komşu ülkelerle dostluk ilişkileri. "Milletler Cemiyeti ile daha yakın işbirliği" de arzu ediliyor. Kapitalist borsa, yeni partinin kuruluş haberine Türk hisse senetlerini yükselterek tepki gösterdi. Yabancı basın, şimdiki Başbakan İsmet Paşa'nın istifa etme olasılığını ve Fethi başkanlığında yeni bir hükümetin kurulabileceğini yazıyor. Yeni bir partinin kurulması ve iki partili sisteme geçilmesinde şaşılacak bir şey yok. Halk Partisi'nin "birliği" büyük ölçüde yapaydı ve esas olarak 304

S. Gastow, "Zur politischen Lage in der Türkei, Zweiteilung des Kemalismus", Internationa/e Presse-Korrespondenz, sayı 71, yıl 10, 22 Ağustos 1930, s.1729-1730.

M. Kemal 'in kişisel otoritesi ile korunuyordu. Geçmişe bakarsak, Türkiye ege­ men sınıfları arasındaki ayrışma, daha Yunan müdahalesine karşı savaş sıra­ sında "Müdafaai Hukuk" adlı grup ikiye bölündüğünde apaçık ortaya çıkmış­ tı. Tutucu olan ve halifeliğin korunmasını isteyen ikinci grup daha sonra yok edildi. Ama birinci grubun bağrından doğan ve Cumhuriyetçi Halk Partisi3°5 adını alan yeni bir muhalefet onun yerini aldı. Başında eski Başbakan Rauf bu­ lunuyordu. Bu parti de daha sonra yok edildi. Ama geriye kalan tek yasal parti "Halk Partisi" gerçekte iki kanada bölündü; muhalefetteki azınlığın gerçek başı Fethi'ydi. Bu ikiye bölünmenin kökü Türkiye'nin sosyal yapısında yatar. Burjuvazinin yabancı pazarlar ve yabancı sermaye ile sıkı sıkıya bağlı olan önemli bir kesimi (en başta kıyı bölgelerindeki), Ankara'nın milliyetçi çizgisine gönülsüz katlanı­ yordu ve Batı'ya daha fazla ödün veren bir politikadan yana olduğunu gizlemi­ yordu. Halk Partisi'nin iç pazara bağlı burjuvazisi ile küçük burjuvaziye ve köy­ lülüğün önde gelen gruplarına dayanan ana çekirdeği, gerek savaş döneminde ve gerekse ekonomik inşanın son yıllarında önder rol oynadı. Başlangıçta Parti dışında çeşitli gruplaşmalarda (eski İttihatçılar, halkçı cumhuriyetçiler vb.) or­ taya çıkan muhalif düşünceler, bu gruplar dağıldıktan sonra egemen parti için­ deki yalpalayan kesimler arasında kendilerine bir barınak aradılar. Ve giderek Fethi ve parlamentodaki taraftarları çevresinde toplandılar. Fethi, ulusal hareketin bir önderi ve Kemal'in arkadaşı olarak Ankara'nın politikasındaki belli sapmalara yabancı olmadığı için karşıt düşüncelere açık bir kişi olarak görüldü. Anadolu demiryolu sorununda ve Fransız tütün tekeli­ nin kaldırılması konusunda ödün veren çizgisi, Cumhuriyetçi anayasanın yü­ rürlüğe konması ve halifeliğin kaldırılması konularındaki yalpalayan tavrı ve nihayet Kürt isyanının sert önlemlerle bastırılmasını reddettiği biliniyor. Son konudaki.ikircikli tutumu, başbakanlıktan ve iç politika sahnesinden tümüyle çekilmesine yol açtı. Diplomasi alanına atladı ve Brüksel ile Cenevre'de Musul görüşmelerini yürüttü. Paris büyükelçisiyken hükümete döne döne Avrupa'ya karşı daha dostça bir tavır takınmayı salık verdi. Daha önce Halk Partisi'nde oluşan muhalif görüşler derinleşip açığa çıktık­ tan sonra bir parti içinde kendine yer bulamaz duruma gelince, Kemalizmin, bugün Türk ulusal hareketinin önderliği ve iktidar için açıkça mücadele eden iki ana gruba bölünmesi sürecine somut biçim verecek kişinin Fethi olması an­ laşılır bir şeydir. Kemalizmin, karşıt grupların oluşmasına ve bir partinin kurul­ masına yol açan, emperyalizmle uzlaşma eğiliminin gelişmesi sürpriz değildir. 305

Rauf Bey'in önderliğinde kurulan parti, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'dır. Partinin adı yanlış verilmiş. (YN)

İstanbul gazetesi Yann'ın306 İsmet'in politikasına karşı öfkeli kampanyasına eş­ lik eden söylentiler aylardan beri zaten yayılmaktaydı. Olumsuz ticaret bilan­ çosu, Türk parasının değerinin düşmesi vb. karşısında bu gazete, hükümetin demiryolları inşaatını, yanlış ekonomi politikasının ana noktası olarak tanım­ lıyordu. Bunun yerine karayollan yapılmalı ve tanın ekonomisini geliştirmek için en başta sağlıklı bir ticaret bilançosu sağlanmalıydı. Başka bir deyişle, bu gazete, çözümü, ülkenin sanayileşmesi yerine tanın ülkesi yapılmasında görü­ yordu. Muhalefet hareket özgürlüğü elde ederse Türk ekonomi perspektifleri­ nin berraklaştınlmasında da bu nokta belirleyici önemdedir. Türkiye'nin son yıllarda yaşadığı ve bu yıl özellikle derinleşen bunalımın nedeni, aslında tasfiyeci diye değerlendirilen unsurların görmek istediği nok­ tada değildir. Türkiye'nin normal ekonomik gelişimini sarsan ve sanayileşme yönündeki hayli alçakgönüllü atılımları (en başta demiryolları) engelleyen borç ödeme anlaşmasıydı. Bu anlaşmaya göre Türkiye, sultanlığın borçları ile Ankara-Bağdat demiryolu için yılda yaklaşık 40 milyon mark ödemek zorun­ daydı. Ö teki ödemelerle birlikte dışarıya yapılan toplam ödeme 160 milyon markı buluyor ve bütçenin sarsılmasına ve Türk parasının değer yitirmesine yol açıyordu. Dünya ekonomik bunalımının genel olarak derinleşmesiyle birlikte mali zorluklar daha da arttı ve talebin gerilemesine ve Anadolu tarım ürünleri (mey­ ve, yün, bitkisel boya maddesi vb.) dışsatımından sağlanan gelirlerde düşme­ ye (kısmen aşağı çekilen fiyatlar nedeniyle) yol açtı. Bu durum, son yıllardaki kötü ürünle birlikte Türkiye'nin ticaret bilançosunu son derece sarstı. Dış ti­ caret açığı son yılda ikiye katlanarak 100 milyon Türk lirasına yükseldi. Para dolaşımı bozuldu. Aynı zamanda köylerde yoksullaşma ve kentlerde işsizlik arttı. Hükümet, çözüm yolu arayışı içinde bir ekonomi programı hazırladı. Bu program, hayvancılığı geliştirmek amacıyla tarım ekonomisine (apaçık tarım ekonomisindeki üst katmanlara) kredi verilmesini ve tekstil ile keresteciliğin özendirilmesini öngörüyordu. Hükümet, köylük bölgelerde daha geniş katmanların refah düzeyini ve köy­ lü kitlelerin satın alma gücünü yükseltecek ve böylece büyüyen sanayiye geniş bir pazar sağlayacak olan köktenci bir toprak reformuna yönelmiyor. Hükümet, işçi sınıfının, salt siyasal durumunu değil, aynı zamanda ekonomik durumunu da düzeltmek amacıyla yaptığı girişimlere karşı inatla mücadele etti. Ülke bir çıkmaza girdi. Kemalistler, iç politika çizgilerinde köktenci bir değişiklik yap­ maya karar veremediler ve ekonomi programını uygulamak amacıyla yabancı finanskapital ile 30-40 milyon Türk lirası tutarında kredi pazarlıkları yaparak görünüşte en alt düzeyde bir direniş çizgisinde çıkış yolu aradılar. 306

"Jaryn" diye yazılmış. (YN)

Bu yolun hem kolay hem de Türkiye'nin ulusal kazanımları için felaket ge­ tirmese bile tehlikeli olduğu ortaya çıktı. Yabancı sermaye sahipleri, kredi gö­ rüşmelerinin ön koşulu olarak, ülkenin ekonomik durumunu incelemek, bir "iyileştirme planı" hazırlamak ve mali sistemi yeniden düzenlemek üzere bir "uzman" göndermeyi önerdiler. Düyunu Umumiye Başkan Yardımcısı Reast, küçük Dawes olarak Ankara'ya gitti ve uzun görüşmelerden sonra Haziran ayı sonunda oradan ayrıldı. Çıkar­ dığı sonuçlar yayımlanmadı, ama sermaye sahiplerinin, tüm Türk ekonomisi­ nin yabancı uzmanlar denetiminde "iyileştirilmesini" şart koştukları ve aynı zamanda Türkiye'nin bu bağlamda üstlenmek zorunda olduğu tüm yükümlü­ lüklerin yerine getirileceğine ilişkin "güvenceler" istedikleri duyuldu. Emperyalistlerin "güvence"den ne anladıklarını herkes bilir: Uluslararası fi­ nanskapitalin "güvenine" sahip bir hükümet kurar, tüm ekonomik yaşam üze­ rinde az ya da çok maskelenmiş yabancı denetim oluşturur ve böylece ekono­ minin emperyalizm için en elverişli biçimde yönetilmesini sağlarlar. Başka bir deyişle, emperyalizm "güvence" olarak Türk milliyetçiliğinin teslim olmasını ya da en iyi olasılıkla son yıllardaki tüm başarılarının tasfiyesini istemektedir. Bu ülkeyi yeniden yarısömürge yapmaya çalışan emperyalist heveslere karşı nasıl bir tavır alınması gerektiği konusunda Halk Partisi önderliği içinde karar­ sızlık belirdi. Kürt isyanı, uzlaşma yanlısı unsurların konumunu güçlendiren bir etkendi. Sosyal durum, yaşam koşulları ve Türkiye ile İ ran arasındaki bölge­ nin durumundan kaynaklanan ve emperyalizm tarafından kurnazca kullanılan Kürt isyanı, salt Türkiye'nin mali ve iç politik durumunu ağırlaştırmakla kal­ madı, aynı zamanda dış politika durumunu da karmaşıklaştırdı. İ syancıların ana karargahlarının İran topraklarında olması, İran ile Türkiye'nin ilişkilerin­ de gerginliğe yol açtı. İran'ın, Türkiye'nin üye olmadığı Milletler Cemiyeti'ne başvurabileceği bir durum doğdu. Kürtlerin Milletler Cemiyeti'ne başvurması da olasılık dışı değildir. Ayrıca, isyandan bir restorasyon için yararlanmak üze­ re güçlerini birleştiren Suriye'deki gerici Türk göçmenler de harekete geçtiler. Bu olayların tümü, Kemalistlerin ikircikli kesimini kaçınılmaz olarak etkile­ yecek ve açık gericiliğin konumunu güçlendirecekti. Bugüne değin dışa karşı birlik halinde gözüken Kemalist cephenin ikiye bölünmesiyle sonuçlanan bir panik havası doğdu. . Burada anlamlı bir farklılık görüyoruz: Kürt isyanı 1925 yılında köktenci un­ surların güçlenmesine yol açtı ve yalpalayan kesimlerin iktidardan uzaklaştı­ rılması sonucunu getirdi. Kemalistler daha da sıkı kenetlendiler. Bugün ise tam tersi bir etki görüyoruz: Kemalist saflar bölünüyor ve Batı ile uzlaşma yanlıları daha güçlü bir çaba ii;:indeler. Bu sonuncular, belki emperyalizmi aldatabileceklerini ve ondan aldıkları borçla bağımsızlıktan vazgeçmeksizin ülkenin sanayileşmesini gerçekleştirebi-

leceklerini hesaplıyor olabilirler. Guomindang yönetimi de işçi ve köylü kitlele­ rinden koparak emperyalistlerle ilişkiye geçtiklerinde benzer savlarla hareket etmeye çalıştılar. En saf bir seyirci bile emperyalizmin beş kuruşu on kuruş al­ mak için verdiğini ve onu aldatmanın olanaklı olmadığını bilir. Milliyetçi Türk hareketinin tükendiğini ya da Parti içinde hedeflerini uygulamaya koymasının kolay olacağını düşünmemiz için bir neden yok. Üstelik Türkiye egemen sınıfları içinde Batı'ya teslimiyet düşüncesi henüz zafer kazanmadığı gibi, Halk Partisi dışındaki milyonlarca emekçi kitlesi de göz önünde bulundurulmalıdır. Kitlelerin emperyalizme karşı mücadele kararlılığı zayıflamamıştır. Aksine, hakim yönetici tabakaların yalpalanmaları karşısın­ da gelişmek zorundadır. Teslimiyet havası, herhangi bir biçimde gerçekleşecek olursa ve emekçinin kanı pahasına kazanılmış olan ulusal kurtuluş tehlikeye düşerse, son sözü bu kitleler söyleyeceklerdir.

B. Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] TÜRKİYE'DE MUHALEFETÇİLİK OYUNUNUN PERDE ARKASP07 Eylül 1930

Halk Partisi, kamuoyu önünde yeni bir komedi oynamaya girişmiştir. Bu komediyi sahneye koyan bizzat Kemal Paşa'dır. Başrolü komedyen Fethi Bey oynuyor, oyunun ilk perdesinin adı "Serbest Fırka". Peki bu oyunun oynan­ masını gerekli kılan nedir? Hangi nedenler, Kemal'in diktatörlüğünü bu yeni yola başvurmaya zorladı? Durumu dikkatli bir şekilde gözden geçirirsek, kişi­ sel iradenin değil, toplumsal ve ekonomik güçlerin sonucu olan bir olayla karşı karşıya bulunduğumuzu görürüz. Burjuva basının okuyucularını inandırmaya çalıştığı şaşaalı planların ve cumhuriyetçi isteklerin hiçbiri, aslında boş laf olmaktan öteye gitmiyor. " Ül­ kenin siyasi gelişmesinde yeni bir aşama", "tek partili parlamenter rejimden(!) iki partinin görüş alışverişinde bulunduğu rejime geçme zamanının geldiği yo­ lundaki muazzam keşif", "halkın serbestçe tartışma hakkına saygı" vb. Bun­ lar, iç ve dış durumun son derece gerginleşmesi sonucu zorunlu hale gelen bir manevrayı güzel göstermeye ve maskelemeye hizmet eden boş laflardır. Şimdi gerçeği, bütün süslerd�n arınmış olarak kısaca ortaya koyalım. 307

B. Ferdi, "Die Hintergründe der Oppositionsspielerei in der Türkei", Intemationale Presse­ Korrespondenz, sayı 79, yıl 10, 19 Eylül 1930, s.1956.

Halk Partisi, iki yönden gelen ve karşı koymayacağım kavradığı güçlü bas­ kılar karşısında, bir tutum takınmak ihtiyacım duydu. Bu baskılardan birincisi, Halk Partisi'nin vermiş olduğu birçok tavize rağmen bir türlü hoşnut edemediği emperyalist sermayeden, ikincisi ise, sefalet ve yoksulluğun son sınırına var­ ması sonucu kaynaşmaya başlayan ya da kısmen isyan etmiş olan halk kitle­ lerinden geliyordu. Halk Partisi, bu iki tehlikeyle aynı anda mücadele etmeye korktu. Hem iç siyasetine hem de dış siyasetine yeni bir yön vererek bu tehlike ve güçlüklerden sıyrılmaya çalıştı. Uygulanmak istenen plan şudur: Boyun eğ­ diği izlenimini uyandırmadan emperyalizm önünde boyun eğmek ve halka kar­ şı esas mücadeleye başlamadan önce sistemli bir biçimde hazırlık yapabilmek için hoşnutsuz halkı birtakım vaatlerle oyalayarak zaman kazanmak. Bu manevrayı aynı bayrak altında ve aynı önderin yönetiminde yürütmek, kendi şiarlarını inkar etmek ve herkesin önünde açığa çıkmak anlamına gele­ cekti. O halde, ne yapılmalıydı? En gülünç durumlara düşmekten çekinmeyen utanmazlığı ile Kemal, işin içinden sıyrılmanın yolunu buldu. Halk Partisi'ne bir muhalefet partisi doğurtmak. Büyük bir titizlikle gizlenen üç aylık bir gebe­ likten sonra gün ışığına çıkan bu bebek, Kemal 'in arzularına göre, hem emper­ yalizme teslimiyet sorununu çözecek hem de halk kitlelerinin huzursuzluğunu, vaatlerle ve hükümetin siyasetinde faal bir rol oynayabileceği hayaliyle yatış­ tırabilecekti. Eski bakan ve elçilerden Fethi Bey, kamuoyunu yanıltma ve Halk Partisi'nin teslimiyet siyasetini yutturma görevini üstlendi. Böylece o, Kemal Paşa'mn kuklalarından biri olduğunu, üstelik en alçak ve ikiyüzlülerinden biri olduğu­ nu kanıtladı. Birbirlerinin rakibi olduklarım iddia eden bu iki partinin ortak amaç ve is­ tekleri işte bunlardır. Ama şu da unutulmamalıdır ki, toplumsal hareketler bu tür oyunlarla durdurulamaz ya da amacından saptırılamaz. Kemalizm, dikta­ törlüğün zincirlerini belli ölçüde gevşetmek zorunda kalmıştır. Durumun ken­ di denetiminden çıkmasını hiç kuşkusuz istememektedir. Ancak toplumsal ve ekonomik ilişkiler gibi etkenler tarafından belirlenen olayların, onun çabaları­ na rağmen, kendi iç mantıklarına göre gelişeceği de aynı şekilde kesindir. Yeni kurulan Parti, ya akın akın kendisine katılan toplumsal tabakaların (küçük burjuva aydınlar, küçük zanaatkarların belli kesimleri) baskısıyla, cid­ di bir biçimde demokratik reformlar için mücadele etmek zorunda kalacak ve böylece gerçek bir muhalefet partisi haline gelecektir, ya da daha büyük bir olasılıkla, kitlelerin baskısına rağmen Halk Partisi'nin talimatlarım inatla uy­ gulayacak ve hükümete düşman olan kitlelerin belirleyici saldırılara girişmesi­ ni engellemeye çalışacak ve böylece Kemalizmin yedeğindeki bir örgüt olduğu

hemen açığa çıkacak ve hoşnutsuz olan emekçi kitlelerin nefret ve öfkesini üs­ tüne çekecektir. Bir de program yayınlanmış ve Parti'nin sağ mı yoksa sol mu olduğu sorusu ortaya atılmıştır. Güttüğü amaçlar, Serbest Fırka'nın niteliğini yeterince açık bir biçimde ortaya koyuyorsa da, bu olayı bu açıdan da incelemek ilginç olacaktır. Bu parti, tümüyle karşıdevrimci ve gerici bir partidir. Halk Partisi'nin, Serbest Fırka maskesi altında izlemeyi tasarladığı siyaset, bugüne dek izlediği siyasete oranla daha da karşıdevrimci ve gericidir. Halk Partisi, böylece gözlerini, devrim ve kurtuluş dünyasından baskı ve zulüm dün­ yasına, sömürgeci kapitalistlerin Milletler Cemiyeti'ne çeviriyor. Halk Partisi gitgide daha çok emperyalist sömürücü ve zalimlere yaklaşmak, emekçi kit­ leleri daha fazla ezmek ve iliğine kadar sömürmek istemektedir. Ülkenin ka­ pılarını ardına kadar emperyalist sermayeye açmak için yanıp tutuşmaktadır. Onun amacı, ekonomik liberalizm siyasetiyle, şehir ve köylerdeki küçük üreti­ cileri ücretli işçi haline getirmekte büyük sermayeye yardım etmektir. Son ola­ rak, halk� daha iyi kandırabilmek için ortaya sürülen demokratik özgürlükler de, yalnız ve yalnız sömürücü sınıfların çıkarlarına göre kırpılmış, işçi sınıfının ve köylülüğün esas kitlelerinin yararlanamadığı bir demokrasiden başka bir şey değildir. Bütün bunlar bizde, Terakkiperver Fırka'nın ruhunun canlandığı izlenimini uyandırmaktadır. Kemalist burjuvazinin emperyalizme en yakın olan kesimi, Terakkiperver Fırka'nın programını kabul ederek, kendi sınıf çıkarları için en elverişli siyaset olarak gördüğü emperyalizme teslimiyet siyasetini açıkça uygulamaya koyul­ muştur. Halk Partisi ve "Serbest Fırka" aynı örgütün iki ayrı biçimidir. Karşı karşıya bulunduğumuz olay, Halk Partisi'nin önderlerinin sağa kaymalarından başka bir şey değildir. Halk Partisi, milli bağımsızlığı emperyalizme satmaya karar vermiş olan önderi Kemal Paşa'nın önerisi üzerine, aynı eşeği boyayıp boyayıp satma hilesine uygun bir örgüt yaratmıştır. Her iki parti de, yalnızca kapita­ list milli burjuvaziyi temsil etmektedir ve aynı ölçüde emekçi halkın düşmanı­ dır. Ancak, kitleler Halk Partisi'nin ne istediğini artık biliyorlar. Buna karşılık "Serbest Fırka", demokratik özgürlükler ve vergilerin indirilmesi konusundaki demagojisiyle hoşnutsuz halkın belli bir kesimini hala aldatabilmekte, onla­ rı yeni hayaller peşine takabilmekte, böylece Halk Partisi'ne kıyasla devrimci harekete daha fazla zarar verebilmektedir. Bunun için komünistler, bu ihanet ve sahtekarlık partisine sağlamlaşma fırsatı vermeden, en şiddetli hücumlarını ona yöneltmek zorundadırlar.

B. Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] TÜRK BURJUVAZİSİ İÇİNDEKİ SİYASI MÜCADELELER308 11 Ağustos 1931

Aylar önce seçilen Türkiye Millet Meclisi, basın özgürlüğünü hedef alan son derece gerici bir yasayı kabul ederek bu yılın yasama dönemini kapattı. Bu, Ankara'daki diktatörlüğün bir yıldır aldığı tedbirlerin sonuncusudur. Bu ted­ birler, Cumhurbaşkanı Kemal Paşa'nın partisi tarafından gizlice yönetilen bir muhalefet yaratma gibi daha başından başarısızlığa mahkum girişimi tasfiyeyi amaçlıyor. Bu resmi muhalefet, kendisinden beklenen her şeyi yerine getirememiştir. "Emir üzerine muhalefet" yürütmekle görevli partinin taşra örgütleri, küçük burjuvazinin ve orta köylülüğün sefalet içindeki kesimlerinin karşı durulmaz baskısı altında, doğrudan doğruya Kemal Paşa'nın emirlerini uygulayan önder­ lerini aşarak Kemalistlerin iktidarını tehdit eden kitle eylemlerine giriştiler. Aslında bu örgüt, milliyetçi burjuvazinin sağ kanadının çıkarlarını temsil ediyordu. Bu kanadı oluşturan büyük tüccarlar kesiminin, uluslararası mali sermayeyle sıkı bağları vardır. Bunlar, uluslararası mali sermayeyle anlaşmak, Türkiye'nin kapılarını ona açmak uğruna milli bağımsızlığın kazançlarını yok etmekten kaçınmıyorlardı. Bunları burjuvazinin iktidardaki kesiminden ayıran 308

B. Ferdi, "Politische Kampfe innerhalb der türkischen Bourgeoisie", Intemationale Presse­ Korrespondenz, sayı 79, yıl 11, 11 Ağustos 1931, s.1780-1781.

şey, iktidardakilerin de aynı şekilde emperyalizme boyun eğmeye hazır olmak­ la birlikte, bu ihanetlerini çok pahalıya satmak istemeleri ve görünüşü kurtar­ maya dikkat etmeleridir. Ne var ki, bu "muhalefet" tarafından başlatılan halk hareketi, bu oyuna gel­ medi. Komünist ajitasyonun etkisiyle kitleler hücumlarını bir yandan Kemalist diktatörlüğe, öte yandan -hangi kılığa bürünmüş olursa olsun- emperyalizme yönelttiler. Burjuva muhalefet, kitlelerin şiddetli baskısından kaçamadığı ve kendi amaçlarına karşı mücadele etmek zorunda kaldığı için, siyaset sahnesinden çekilmekten başka bir yol bulamadı. Fena halde köşeye sıkıştığını gören Ke­ malist diktatörlük, muhalefeti buna zorladığı için, bu intihar, beklenenden de daha hızlı gerçekleşti. Bu, keyfi yönetim ve zorbalık rejimine geri dönüş yolunda atılan ilk adımdı. İ kinci adım ise, komünist harekete ve genel olarak emekçilerin sınıf müca­ delesine karşı baskı ve zulmün artırılması oldu. İşçilerin yaşam koşullarının düzeltilmesi için ortaya konan en küçük bir talep bile, komünizm suçu olarak nitelenmektedir. Yalnızca komünistler değil, bu tür taleplerde bulunan işçiler de kovuşturmaya uğramakta, J;ıapse atılmakta ve işkence görmektedir. Şiddet önlemlerinin artırılmasının yanı sıra, Kemalistler, en kaba demagoji­ lere sarıldılar. İşçi ve köylülere, Halk Partisi 'nin onların davalarını ele alacağı­ nı, bu nedenle ayrı bir örgüte gerek olmadığı fikrini yaymaya çalıştılar. Birkaç yerde işçi çocukları için yuvalar açıldı. Seçimler sırasında, İzmir, Zonguldak ve İstanbul'daki işletmelerde çalışan yarım düzine yüksek düzeyde vasıflı işçinin ve birkaç köylünün Halk Partisi listelerinden milletvekili seçilmesi sağlandı. Kuşkusuz, bu milletvekillerinin emekçi halk kitleleriyle hiçbir siyasi bağı yok­ tur ve bunlar parlamentoda sadece bir süstür. Ne var ki, kitlelerin hoşnutsuzluğu azalmak şöyle dursun, yeni Millet Meclisi'nin açılmasından sonra daha da artmıştır. En sonunda Kemalistler, bu huzursuzluğun nedeninin, o güne kadar yasaklamaya cesaret edemedikle­ ri muhalif basının yıkıcı propagandasında yattığı sonucuna vardılar. Aslında bu basının gurur ve cesareti hiç yoktur. Yaptığı her eleştiriyi, Kemal 'e ya da İsmet'e övgüler düzerek bitirmek zorunda olduğunu sanmaktadır. Buna kar­ şın, sömürülen ve ezilen halk kitlelerinin acılarını ve sefaletini belli ölçülerde yansıtmaktadır. Bu basının, Kemalist basına oranla daha çok insan tarafından okunmasının nedeni de budur. Bu kadarı bile, resmi makamları çileden çıkar­ mak için yeterlidir. "Diktatörlük" suçlamasının haklılık kazanmasından korktuğu için, Halk Partisi, bu gazeteleri doğrudan doğruya yasaklamaktan kaçındı. Bu gazetelere karşı etkili bir kampanya açılmasını sağladıktan sonra, taraftarlarına, basının

daha sıkı bir biçimde denetlenmesi önerisini yaptırdı. İşte bu hareketin sonu­ cunda, yukarıda sözünü ettiğimiz yasa ortaya çıktı. Bu yasaya göre, bir gazete­ nin sahibi ve sorumlu yazıişleri müdürü o kadar çok koşulu yerine getirmeliydi ki, bunları yapabilecek eleman bulamayacaklardı. Bu nedenle, bugün pek çok gazete, yayınına son vermek zorunda kalacaktır. Bu yasa, Türkiye işçi sınıfını ve devrimci gençliğini o kadar ilgilendirme­ mektedir. Çünkü eski yasanın demokratik hükümlerinin himayesi altında, bur­ juvazinin, bu alanda nispi bir özgürlüğe sahip olduğu dönemde bile, komü­ nistlerin ve devrimci emekçilerin gazete ve dergi yayınlamaları, zaten resmen yasaklanmıştı. Dolayısıyla Türkiye Komünist Partisi, 1925 yılından beri siyasi propagandasını gizli gazeteler ve dergilerle yapıyordu. Polisin eline geçtikle­ rinde bu gibi dergi ve gazetelerin sorumluları aylarca hapis cezasına çarptırı­ lıyordu. Her ne kadar bu durumun emekçiler ve köylüler lehine değişmesi için pek olanak görünmüyorsa da, yeni yasadan zarar gören küçük burjuva gaze­ teler çeşitli mali grupların çıkarlarını savunuyorlarsa da, komünistler yine de, devrimci işçi ve köylü basının özgürlüğü uğruna canla başla çalışmalıdırlar.

Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] TÜRKİYE'DE 1 AGUSTOS309 14 Ağustos 1931

Kemalist makamların olağanüstü sindirme önlemlerine rağmen illegal Tür­ kiye Komünist Partisi, savaş tehlikesine karşı sistemli bir ajitasyon faaliyeti yürütmüş ve 1 Ağustos Savaşa Karşı Uluslararası Mücadele Günü'ne etkili bir şekilde hazırlanmıştır. Komünist işçiler, önemli sanayi merkezlerinde, özellikle İstanbul, İzmir ve Eskişehir'de emekçi kitleler arasında bildiriler dağıtmayı ba­ şardılar. Bu bildiri, kitleleri, Sovyetler Birliği'ne silahlı bir saldırı seferi hazır­ lıklarına karşı, Çin Devrimi'nin savunulması için ve emperyalizme teslim olan Kemalizme karşı, 1 Ağustos'ta gösteriler yapmaya çağırıyordu. Bu bildiri, işçiler arasında derin bir etki yaptı. Polis, bütün baskı mekaniz­ masını hemen harekete geçirdi. Onlarca devrimci İzmir ve İstanbul'da tutuk­ landı. Bu bildirinin en önemli bölümleri şöyledir: "Kemalist diktatörlük, bugüne kadar, emekçi kitlelerin antiemperya­ list coşkusu karşısında emperyalizme karşı açık tavır almaktan kaçın­ mış, çeşitli emperyalist devletler arasında bocalamayı tercih etmiştir. Bu siyasi ikiyüzlülük, soyguncu devletlerin kampına açıkça geçmekten 309

Ferdi, "Der ı. August in der Türkei'', Internationale Presse-Korrespondenz, sayı 80, yıl 11, 14 Ağustos 193ı, s.ı8ıO.

çok daha tehlikelidir. Bu tutum yalnızca bir manevradır. Amacı, emek­ çi kitlelerin, emperyalistlerin ve onların milliyetçi ajanlarının her türlü entrika ve hilelerine karşı millt bağımsızlığı savunmadaki kararlılıkla­ rını köreltmektir. Sosyal ve ekonomik temeli sarsılan Kemalist diktatör­ lük, kendisini tehdit eden yıkılıştan kaçmak için kurtuluşu her gün yeni bir manevraya başvurmakta buluyor. Bu manevralarla işçi ve köylüleri kandırmak istiyorlar. Ancak bütün bu entrikalar, işçilerin, köylülerin ve askerlerin Sovyetler Birliği ile sıkı bir ittifak, Çin Devrimi'ni savun­ mak, Hindistan, Hindiçini, Arap ülkeleri ve diğer sömürgelerdeki milli devrimci ve antiemperyalist hareketleri desteklemek için var güçleriyle yürüttükleri mücadeleyi engelleyemez. Kemalistler daha emperyalistler­ le kesin olarak anlaşmadan önce, iktidar, kitleler tarafından ellerinden alınacak ve Türkiye Komünist Partisi'nin önderliğinde işçi ve köylülerin demokratik diktatörlüğü kurulacaktır." 1 Ağustos'ta İstanbul ve İzmir' in birçok büyük işyerinde işçiler, atölye ve fab­ rikalarını terk ederek savaş hazırlıklarını protesto etmeye çalıştılar. Ancak, özel olarak onlara karşı harekete geçirilen polis birlikleri tarafından dağıtıldılar.

B. Ferdi [Şefik Hüsnü Değmer] İKİNCİ EMPERYALİST BALKAN KONFERANSI VE PERDE ARKASP10 Kasım 1931

İstanbul'da sahneye konan "Balkan Birliği" Konferansı'na gülüp geçmek yanlış olur. Aslında bu konferansı örgütleyen hükümetlerin, onu bir oyala­ _ma aracı olarak kullanmak istemelerinde gerçekten de gülünç bir yan vardır. Balkan devletlerinin dayanışması konusunda yapılan gürültülü açıklamaların amacı, ezilen halkların dikkatini, kendi ülkelerinde içinde bulundukları acı durumdan çelmektir. Ne var ki, bu, madalyonun yalnızca bir yüzüdür. Balkanlar'ın kaderini elle­ rinde tutan faşistler ve onları destekleyen emperyalistler, bu psikolojik etkinin yanı sıra, çok daha önemli somut amaçlar güdüyorlar. Balkan devletlerinin faşist hükümetleri, daha geçen yıl, bu hükümetlerin birliği fikrinin ilk kez ortaya atıldığı Atina Konferansı sırasında da, zor bir du­ rumda bulunuyorlardı. Dünya ekonomik bunalımına bağlı olarak ortaya çı­ kan tarım alanındaki bunalım, Balkan ülkelerini çok erken tarihlerde kasıp kavurmaya başlamıştı. Bütün Balkan devletlerinin dış ticaretleri, daha bir yıl öncesinden büyük bir gerileme göstermişti. Fiyatların önemli ölçüde düşmesi, 3ıo

B. Ferdi, "Die Zweite imperialistische Balkan-konferenz und ibre Hintergründe", Intemationale Presse-Korrespondenz, sayı 104, yıl 11, 3 Kasım 1931, s.2333.

sürüm pazarının daralması ve iç pazarın satın alma gücünün azalması bu ülke­ lerin bütçelerinde büyük açıklar yaratmış, hem küçük işletmelerin iflasını hem de orta köylülerin ve şehir küçük burjuvazisinin iflasını hızlandırmıştı. Ekonomik alandaki bu berbat durumun siyasi sonucu, muhalefet parti­ lerinin ve her şeyden önce de devrimci örgütlerin güçlenmesine bağlı olarak emekçi kitlelerin büyük ölçüde radikalleşmesiydi. Sömürülen kitlelerin bu radikalleşmesi ve bu ülkelerdeki iktidarların zayıflaması, Atina ve İstanbul Konferansları arasında geçen sürede de devam etti. Bulgaristan'da Liyapçev ve Sgovor iktidardan düşürüldü; Yugoslavya'da Kral ve hükümeti, huzursuzlu­ ğu yatıştırabilmek için göstermelik bir anayasa kabul etmek zorunda kaldılar; Türkiye'de Kemalistler, liberal burjuvaziye belli bir düşünce özgürlüğü tanımak zorunda kaldılar; Yunanistan ve Romanya'da Venizelos ve Kral Karol, çeşitli demagojik oyunlarla durumlarını zor bela korudular. Bu ülkelerin devlet adamları, bir Balkan savunma ortaklığı kurarak ken­ dilerini ekonomik durumun daha da kötüleşmesine karşı koruyabileceklerini sanıyorlardı. Venizelos gibi kurnaz politikacılar, bütün Balkan emekçilerinin değer verdiği, Balkan Devletlerinin Birliği (Federasyon) gibi belli talepleri kul­ lanmaktan kaçınmadılar. Bunlar, aslında bu hükümetler tarafından çözülme­ sine asla olanak olmayan milli azınlıklar ve ezilen milliyetler sorunu, sefalete sürüklenen köylülük sorunu ve ülkeler arasında göçmen değiş tokuşu sorunu gibi bir dizi sorun bulunduğunu biliyorlar. Ama yine de bu sorunlardan pro­ paganda ve ajitasyon amacıyla yararlanıyor ve onları konferanslarının günde­ mine alıyorlar. Bu sorunların resmi nitelikleri üzerinde spekülasyon yaparak, hoşlarına gitmeyen bütün köklü çözüm önerilerini boşa çıkartmaya çalışıyorlar. Ama konferansın gündemine alınan bütün sorunlar yalnızca, emperyalist devletlerin Balkanlar'daki ajanlarının, açıklamaya cesaret edemedikleri siyasi amaçlarını gizlemek için kullandıkları bir şal görevini görmektedir. Bu amaçla­ rın en önemlisi, Sovyetler Birliği'ne karşı hazırlanmakta olan emperyalist sal­ dırıya daha iyi hizmet edebilmek için, bir Balkan devletleri ittifakı kurmaktır. Doğal olarak, çeşitli Balkan devletleri arasında, kapitalist sisteme bağlı uluslararası çelişmelerin hüküm sürdüğü bir ortamda, ortadan kaldırılması olanaksız olan anlaşmazlıklar vardır. Örneğin, Bulgaristan, Makedonya ve Ege Denizi'ne çıkış sağlanması konularında Yunanistan'la hiçbir zaman anlaşa­ maz. Arnavutlar, Kosova sorununda Yugoslavlarla asla aynı görüşü savunamaz. Bulgaristan'la Yugoslavya arasında Makedonya, Romanya ile Bulgaristan ara­ sında da Dobruca çatışma konusu olmaya devam edecektir. Hele Yunanistan'la Yugoslavya'nın, Selanik Limanı'ndan ve Selanik'i Yugoslav Makedonyası'na bağlayan demiryolundan yararlanma konusunda anlaşabileceğini ummak bo­ şunadır.

Bütün bunlara rağmen, Balkanlar'daki faşist hükümetler, bu güçlüklerin et­ rafından dolanarak bazı uzlaşmalara varacak esnekliğe de sahiptir. Bugün on­ ların başdüşmanları, hem hakim milliyetten hem ezilen milliyetten şehir ve köy­ lerdeki emekçi kitleler, proletaryanın devrimci hareketi ve Sovyetler Birliği'dir. Emperyalistlerin ve Balkanlar'daki ajanlarının İstanbul Konferansı'ndan bek­ ledikleri, daha önce Atina Konferansı'nda da kotarmaya çalıştıkları gibi, çeşitli faşist devletlerin baskı ve terör örgütleri arasındaki işbirliğini daha da güçlen­ dirmek, bir emperyalist saldırı savaşı durumunda ortak eylemin önkoşullannı yaratmak ve tutumu hala kesin olmayan Türkiye'yi de bu canice maceranın içine çekmektir. Kuşkusuz ipler, çeşitli ülkelerin emperyalistlerinin elinde bulunuyor. İtalyan emperyalizmi iki yıldır, Balkanlar'da Fransız etkisine karşı bir grup oluşturma­ ya çalışmaktadır. İtalyan emperyalizmi, bunun için Türkiye ve Bulgaristan'ın Fransız emperyalizmine karşı duyduğu güvensizlikten ve hoşnutsuzluktan ya­ rarlanmaya çalışmaktadır. Karşılaşılan en büyük güçlük, Türkiye'deki milli kurtuluş savaşıyla arala­ rında kapatılması güç bir uçurum açılan Türkiye ve Yunanistan arasındaki tar­ tışmalı konularda uzlaşmanın sağlanmasıdır. Elverişli koşullar, İtalya'nın ara­ buluculuk çabalarının başarıya ulaşmasına katkıda bulunmuştur. Yunanistan, tecrit olduğunu ve yeterince korunmadığını düşünüyordu ve Yunan hükümeti emekçi halkın şiddetli baskısı altındaydı. Türkiye'de ise, iç durumun gerginleş­ mesi, Kemalist hükümeti, Balkanlar'daki sınırını güvence altına almaya zorla­ dı. Bu koşullarda, taraflar, zorla mübadele edilen halkın can alıcı çıkarlarını gözden çıkararak, Atina Konferansı'nın başlamasından kısa bir süre önce ara­ larındaki anlaşmazlıkları giderdiler. 6 Balkan ülkesini temsil eden 200 delege İstanbul'da toplanmış bulunuyor. Bunların çoğu milletvekili, eski bakan ya da eski yüksek devlet memurudur. Ülkelerindeki emekçi kitlelerin kanına girmiş olan bu cellatlar resmi ziyafet­ lerde sıkı fıkı olmuş ve uzun uzadıya nutuklar atarak, aralarındaki çekişmelere son vereceklerine ve Balkan Birliği'ni gerçekleştireceklerine yemin etmişlerdir. Ama azınlıklar meselesi ciddi bir biçimde ele alınmaya başlar başlamaz birbir­ lerine sövmeye giriştiler. Arnavutlar Yugosl