Erkek Millet Asker Millet: Türkiye'de Militarizm, Milliyetçilik, Erkek(lik)ler [1 ed.]
 9789750511530

Citation preview

Derleyen:

Nurseli Yeşim Sünbüloğlu

Erkek Millet Asker Millet Türkiye’de Militarizm, Milliyetçilik, Erkek(lik)ler

Derleyen NURSELİ YEŞİM SÜNBÜLOĞLU

Erkek Millet Asker Millet

İletişim Yayınlan 1852 • Araştırma-lnceleme Dizisi 313 ISBN-13: 978-975-05-1153-0 © 2013 İletişim Yayıncılık A. Ş. 1. BASKI 2013, İstanbul EDİTÖR Tanıl Bora DİZİ KAPAK TASARIMI Ümit

Kıvanç

KAPAK Suat Aysu KAPAK FOTOĞRAFI

Haluk Çobanoğlu

UYGULAMA Hüsnü Abbas DÜZELTİ Birhan Koçak

Sena Ofset ■s e r t i f i k a n o . 12064 Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi B Blok 6. Kat No. 4NB 7-9-11 Topkapı 34010 İstanbul Tel: 212.613 03 21

BASKI ve CİLT

İletişim Yayınlan

s e r t i f i k a n o . 10721

Binbirdirek Meydanı Sokak İletişim Han No. 7 Cağaloğlu 34122 İstanbul Tel: 212.516 22 60-61-62 • Faks: 212.516 12 58 e-mail: [email protected] • web: www.iletisim.com.tr

Derleyen NURSELİ YEŞİM SÜNBÜLOĞLU

Erkek Millet Asker Millet Türkiye’de Militarizm, Milliyetçilik, Erkek(lik)ler

^

m

m

U

iletişim

Giriş: Türkiye’de Militarizm, Milliyetçilik ve Erkek(lik)lere Dair Bir Çerçeve N u r se l i Y e şim S ü n b ü l o ğ l u ........................................................................................... 9

Asker-Vatandaşlar ve Kahraman Erkekler: Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Dönemlerinde Beden Terbiyesi Aracılığıyla İdeal Erkekliğin Kurgulanması Y a şa r T olg a C o r a ........................................................................................................... 4 5

Türkiye’de Milli Kimlik İnşası Sürecinde Militarist Eğilimler ve Tesirleri G üven G urkan Ö/ t a n .................................................................................................... 75

Bir “Aşkınlık” Anlatısı Olarak Şimal Yddızı... T ebessüm Ö z t a n .............................................................................................................. 115

Şehitlik ve Türkiye’de Militarizmin Yeniden Üretimi: 1990-1999 Ş a f a k A y k a ç ....................................................................................................................... 141

Askerin Önemini Öğretmek ya da Türkiye’de Profesyonel Ordunun İmkânsızlığı Üzerine M u r a t B e l g e ...................................................................................................................... 181

Gösteri İktidarı ve Militarist Erkeklik B a r iş Ç o b a n ...................................................................................................................... 187

“Askerlik Yapmayana Adam Denmez”: Zorunlu Askerlik, Erkeklik ve Vatandaşlık A yşe G ü l Ai i in a y .......................................................................................................... 205

“Esas Duruş!”: Kışla Deneyimleri ya da Türkiye’de Zorunlu Askerliğin Antropolojisi Ö m er T u r a n ...................................................................................................................... 261

Çatlakların Gölgesinde Militarizm: Türkiye’de Askerlik, Annelik ve Toplumsal Cinsiyet S en em K a p t a n ................................................................................................................. 3 3 7

7. Ok - Militarizm: Vatandaşlık, Borçluluk ve Çürükleştirmek Üzerine A lp B i r i c i k ........................................................................................................................ 3 6 9

Militarist Ezberi Tahkim Etmek: Basındaki Temsilleri Üzerinden Kore, Kıbrıs ve Güneydoğu Gazileri N u r s e l i Y e ş im S ü n b û l o ğ l u ..................................................................................... 3 9 3

Kürt Sorunu Bağlamında Gaziliğin Vücuda Gelişi: Egemenlik, Erkeklik ve Sakatkk S alih C an A ç ik s ö z ....................................................................................................... 4 6 3

Futbolda Erkeklik, Militarizm, Milliyetçilik: Tek Kale T a n il B o r a .................................................

Pornografik Devlet - Erotik Direniş: Kürt Erkek Bedenlerinin Genel Ekonomisi ZÜ LA L NAZAN Ü STÜ ND AĞ .................................................

513

Rojin’i Dağa Kaldırmak ya da Militarizm, Kadın ve Mizah A r i .s Y u m u l ...................................................................................................................... 5 3 7

Y a z a r l a r ........................................................................................................................... 5 5 3

Giriş: Türkiye’de Militarizm, Milliyetçilik ve Erkek(lik)lere Dair Bir Çerçeve N

urseli

Y e ş im S ü n b ü l o ğ l u

Bu derleme, Türkiye’de ulus-devletin varoluşunu imleyerek toplumsallığın inşa süreçlerini belirlemiş olan üç ana kavramın -militarizm, milliyetçilik ve erkeklik- farklı bağlamlarda etki­ leşimini ele alıyor. Tarihsel anlamda Türkiye’yi hem var eden hem de “tehdit” eden birçok düğüm noktasının, modem ulusdevletin oluşumuna paralel olarak ortaya çıkan ve birbirleri ile etkileşim içinde gelişen bu kavramlar etrafında örgülendiğini söylemek mümkün. Derlemeyi oluşturan makaleler tam da bu düğüm noktalarının kültürel, toplumsal ve politik alanlarda­ ki yansımalarının izini sürmekte. Bu çalışma, zamanlama ola­ rak Türkiye’de asker! vesayet, askerlik ve militarizmle ilgili tar­ tışmaların yoğunlaştığı bir döneme denk geliyor ve militariz­ min, milliyetçilik ve erkeklikle temas ettiği noktalara odaklana­ rak bu tartışmalara katkı sağlamayı amaçlıyor. Derlemeyi oluş­ turan makaleler aracılığıyla, son dönemde dikkat çeken bir de­ ğişim sürecine girmiş olan siyaset-ordu ve sivil-asker ilişkileri ile ilgili tartışmalara, bu ilişkilerle birlikte kurulmuş ve onların devamlılığını sağlamış, kurum, söylem ve pratiklerden bir kıs­ mının çözümlenmesiyle, ampirik bir zemin sağlanmakta. Mili­ tarizmin, 20. yüzyılı ve günümüz dünyasını anlayabilmek için gerekli temel kavramlardan biri olmasına rağmen, sosyal bi­

limler literatüründe yeteri kadar yaygın kullanılmıyor olduğu, üzerinde durulması gereken bir tespit. Ayşe Gül Altınay bu du­ rumun sebepleri arasında, militarist kavram ve pratiklerin do­ ğallaştırılmış olmasını ve gerek milliyetçiliğin gerekse norma­ tif erkekliğin bu doğallaştırma sürecindeki kritik rollerini gös­ terir.1 Bu çalışmanın genel çerçevesini de Altınay’ın işaret ettiği bu bağlantı noktalan oluşturmakta. Derlemenin üç odak noktasının ilki olan militarizm, 20. yüz­ yılın son dönemine kadar modern ulus-devletin asli bir unsu­ ru olan yurttaş orduları ve zorunlu askerlik uygulaması ile or­ taya çıkmış ve güç kazanmıştır. Militarizm tarihsel süreç için­ de politik ve sosyal gelişmelere paralel olarak biçim değiştir­ miş, ancak etkinliğinden bir şey kaybetmemiştir. 11 Eylül 2001 sonrası Amerika Birleşik Devletleri’nin etkisinin ağırlıklı oldu­ ğu bu dönemde, yıkıcı bir militarizmin ön planda oluşu bu tes­ piti desteklemektedir.2 Türkiye’de ise, militarizmin gelişiminin tarihini, İttihat ve Terakki’nin etkili olmaya başladığı 19. yüz­ yılın sonundan başlatmak mümkündür.3 Zorunlu askerlik uy­ gulaması, Avrupa’da olduğu gibi Osmanlı’da ve Cumhuriyet Türkiyesi’nde de (özellikle erkek) yurttaş ile devlet arasında­ ki ilişkiyi biçimlendiren temel unsurlardan biri olmuştur. Ayşe Gül Altınay ve Tanıl Bora’nın belirttikleri gibi, zorunlu asker­ lik, Türkiye’nin kapalı toplum olma özelliği taşıdığı 1980’lere kadar, militarist milliyetçi bir doktrinin özellikle taşralı erkek­ lere aktarıldığı elverişli bir alan işlevi görmüştür.4 Bu işlev za­ 1

Ayşe Gül Altınay, “Militarizm”, Kavram Sözlüğü I: Söylem ve Gerçek, der. Fik­ ret Başkaya, Ankara: Ûzgür Üniversite Kitaplığı, 2007, s. 351-366.

2

Altınay, a.g.m., s. 359.

3

Ayşe Gül Altınay ve Tanıl Bora, “Ordu, Militarizm ve Milliyetçilik”, Milliyet­ çilik: M odem Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 4, der. Tanıl Bora, İstanbul: ile­ tişim, 2002, s. 141. Altınay ve Bora’mn, yaygın kanının aksine, Osmanlı mo­ dernleşmesinin başından beri askerler öncülüğünde gerçekleşmediğini, İttihat ve Terakki’ye kadarki modernleşme çabalarının ağırlıklı olarak siviller tarafın­ dan yürütüldüğünü belirttiklerini vurgulamak gerekli.

4

Altınay ve Bora, a.g.m., s. 147. Söz konusu doktrin aşılama, militarizmin yay­ gınlaşmasında etkisi olan araçların başında gelen eğitimin kışla ayağını oluş­ turur. Zorunlu asker eğitiminin içeriğini Askerin Ders Kitabı (1934), Askerin Din Kitabı (1941) ve Askerin Bilgi Kitabı (1945) gibi kaynaklardan takip etmek mümkündür.

man içinde zayıflamış olsa da, Altmay ve Bora’nın makalesinde yer alan örnekler, 2000’li yıllarda militarizmin, özellikle asker­ lik ve kültür ilişkisi bağlamında, önemini koruduğunu göster­ mektedir. 2011-2012 yılları arasında gerçekleştirilen başka bir çalışmanın, militarizmin ders kitaplarında hâlâ çok ağırlıklı bir yeri olduğunu ortaya koyması da kavramın etkisinin sürdüğü­ nün önemli bir kanıtıdır.5 Hayatın birçok alanını hâlâ derinlemesine etkileyen milita­ rizm, en yalın tanımlamayla askerî değerlerin ve pratiklerin yü­ celtilmesi ve toplumsal hayatın örgütlenmesinde önemli bir rol oynaması anlamına gelir.6 Militarist söylem ve pratiklerin sa­ vaş ya da çatışma dönemlerinde yeniden oluşturularak daha kolaylıkla dolaşıma girmesi, bu dönemleri mercek altına alma­ nın önemini açıklar. Ancak, Cynthia Enloe’nun savaş ya da ba­ rış gibi sınırlan daha belirli durumlardan ziyade toplumsal bir süreç olarak militarizme odaklanılması gerektiği önerisinin de altını çizmek gerekir.7 Bununla bağlantılı olarak, Laura Sjoberg ve Sandra Via’nın militarizm tanımına dikkat çekmek gerek­ mekte. Sjoberg ve Via’ya göre, militarizm askerî değer ve pra­ tiklerin sivil hayattaki uzantısı olmanın ötesinde, savaş ve ba­ rış, askerî ve sivil arasındaki sınırların silinmesi ya da bulanık­ laşması anlamına gelmektedir.8 Militarist olan ile olmayan ara­ sındaki muğlaklığın farkında olmak, militarist kültür ile birbi­ rinden ayrılamayacak kadar iç içe geçmiş milliyetçilik ve top­ lumsal cinsiyet gibi diğer unsurları da incelemeye tabi tutma­ nın gerekliliğine işaret eder. Böylelikle doğrudan militarist ol­ madığı izlenimi uyandıran birçok gündelik pratiğin ve kültürel değerin kurucu öğesi olan milliyetçi ve cinsiyetçi paradigmalan 5

“Ders Kitaplarında Militarizm”, 2012, İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bö­ lümü, Sosyoloji ve Eğitim Çalışmaları Birimi, http://www.secbir.org/wp-content/uploads/2012/03/SECBIR-DEKIG-MILITARlZM-PDF.pdf.

6

Altmay, “Militarizm”, s. 352.

7

Cynthia Enloe, “Feminists Thinking About War, Militarism, and Peace”, Anal­ yzing Gender: A Handbook o f Social Science Research, der. Beth B. Hess ve My­ ra Marx Ferree, Newbury Park, California: Sage, 1987, s. 527.

8

Laura Sjoberg ve Sandra Via, “Introduction”, Gender, War, and Militarism: Fe­ minist Perspectives, der. Laura Sjoberg ve Sandra Via, Santa Barbara; Denver; Oxford: Praeger, 2010, s. 7.

ve bunlann doğallaşarak görünmez hale gelmiş politik sonuç­ larını görünür kılmak mümkün olur. Bu çerçeveye uygun ola­ rak, militarizm kavramı bu derlemede, ideolojiye olduğu kadar bu ideolojinin yaygınlaştığı, kurumsallaştığı ve görünmezleştiği süreçlere de gönderme yapacak şekilde ele alınmakta. Bu ne­ denle bu derlemede, doğrudan askerlikle bağlantılı meselele­ ri ele alan yazıların yanı sıra, spor, mizah ve sinema gibi “sivil” alanlann militarist değer ve pratiklerle iç içe geçmiş hallerine bakan yazılar da bulunmakta. Derlemenin çerçevesini oluşturan diğer ana unsur olan mil­ liyetçilik, özellikle militarizmin Türkiye’de aldığı özgün biçi­ mi anlamak açısından kritik bir noktada duruyor. Söz konusu özgünlüğün kaynağı, millet-i müsellaha veya ordu-millet miti­ nin Türk milliyetçiliği tarafından yapılan yorumunda bulunu­ yor. İlk olarak 1803 yılında İngiltere’de yayımlanan bir kitapta Fransa’ya atıfla kullanılan ordu-millet tanımlaması,9 esas ifade­ sini Alman general ve askerî düşünür Colmar von der Goltz’un 1883 tarihli Millet-i Müsellaha (Das Volk in Waffen) isimli kita­ bında bulur. Kavramın Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk kullanı­ mı ise, Goltz’un kitabının 1885’teki çevirisinden önce, 21 Ocak 1864 tarihli Tasvir-i Eflıar gazetesinde görülür.10 Goltz’un ta­ nımının temelinde, savaş yapma biçiminin değişmesiyle bir­ likte farklı bir ordu anlayışına gerek olduğu fikri yatar. Döne­ min karakteristiği olan topyekûn savaş anlayışı, tüm yurttaşla­ rın her an silahaltına alınmaya hazır durumda olmasını ve mil­ li orduyu gerektirir. Goltz’un kitabında dönemin gereği olarak görülen ordu-millet kavramına, Türkiye’de 1930’larda Türk Ta­ rih Tezi’nin oluşmaya başlamasıyla birlikte özgün bir anlam atfedilmiştir ve askerlik Türk kültürünün bir uzantısı olarak ta­ rif edilmiştir.11 Altınay ve Bora’nın sıraladığı, askerliğin kül­ 9

Ayşe Gül Altınay, “‘Askerlik Yapmayana Adam Denmez’: Zorunlu Askerlik, Erkeklik ve Vatandaşlık”, bu derleme içinde.

10

Ayşe Hür, “Millet-i Müsellaha’nın Doğuşu”, Taraf, 12.10.2008.

11

Altınay ve Bora, “Ordu, Militarizm ve Milliyetçilik”, s. 142-143 ve Ayşe Gül Altınay, The Myth o f the M ilitary-Nation: Militarism, Gender, and Educati­ on in Turkey, New York: Palgrave MacMillan, 2004. Ordu-millet anlayışının 1930’larda aldığı özgün biçimi özellikle Mustafa Kemal ve Afet lnan’ın birlikte

türel bir özellik olarak kodlanmasınm sonuçlan arasında, as­ kerliğin tartışılamaz bir gerçeklik olarak kabul edilmesi ve as­ kerî alandan bağımsız bir sivil milli alan tahayyülünün zorlaş­ ması bulunmaktadır. Her iki sebep de Cumhuriyet döneminde­ ki ordu-milliyetçilik ilişkisinin dayandığı temelle ilgili fikir ve­ rici niteliktedir. Buna göre, ordu kendisine resmî milliyetçiliği -Altınay ve Bora’nm tanımlamasıyla “doğru milliyetçiliği”- ta­ yin etme rolü biçmiştir.12 Serdar Şen’in vurguladığı üzere, ordu bu rolü özellikle sıkıyönetim ve askerî müdahalelerin gerekçe­ lerini açıkladığı metinler aracılığıyla pratiğe dökmüştür. Bunun yanı sıra, TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesinde de görül­ düğü gibi, resmî milliyetçilik ordunun siyasi yönetime müdaha­ lelerinde her zaman meşrulaştırıcı bir zemin sunmuştur. Buna mukabil, askerlerin müdahaleleri de resmî milliyetçiliğin yük­ selmesine yol açmıştır.13 Bu noktada, ordunun özellikle zorunlu askerlik uygulaması aracılığıyla, popüler milliyetçilik alanında da belirleyici olma çabasının varlığına işaret etmek gerekli. Bir diğer vurgulanması gereken nokta da, militarist etkinin yalnız­ ca resmî milliyetçilikle sınırlı olmayıp, Türk milliyetçiliği ideo­ lojilerinin - “askerî söz dağarcığının genişliği ve merkezîliği”ne bakarak- belirgin özelliklerinden birisi olduğudur.14 Bu çerçe­ vede, derlemedeki makalelerin ağırlıklı olarak militarizmin res­ mî milliyetçilikle hemhal olduğu noktalan ele aldığını söylemek mümkün. Yine ağırlıklı olarak resmî milliyetçiliğin popüler ala­ na yansımalan da incelenen konular arasında yer alıyor. Daha önce de vurguladığım gibi, militarizmin doğallaştır­ masında hâkim cinsiyet kurgularının da milliyetçilik kadar rolü bulunuyor. Militarizm ekonomik, politik, sosyal ve kültürel sü­ yazdıklan Askerlik Vazifesi (1930) isimli kitaptan takip etmek mümkün. Bkz. Haşan Ünder, “Goltz, Milleti Müsellaha ve Kemalizmdeki Spartan Öğeler”, Tarih ve Toplum, Cilt 35, No. 206, 2001, s. 45-54. Kavramın 1930’larda bu şekli almasının tarihinin 1910’lara, İttihat ve Terakki’ye dayandığını da be­ lirtmek gerek. 12

Altınay ve Bora, a.g.m., s. 141.

13

Serdar Şen, “Silahlı Kuvvetler Milliyetçilik İlişkisi”, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Toplum Mühendisliği, İstanbul: Su Yayınlan, 2011, s. 111-158.

14

Altınay ve Bora, “Ordu, Militarizm ve Milliyetçilik”, s. 141.

reçlerin kesiştiği bir noktada bulunur ve bu birbiriyle ilintili fa­ kat birbirinden bağımsız dinamiklere de sahip süreçler arasın­ daki “iletişimi sağlayan”, çoğu kez toplumsal cinsiyet ilişkileri­ dir. Bu çerçevede, derlemenin üçüncü sacayağını erkeklik oluş­ turuyor. Odak noktası olarak, genel olarak cinsiyet ilişkilerinin değil de, özellikle erkekliğin tercih edilmesinin iki nedeni var. Birincisi, George L. Mosse’nin ortaya koyduğu üzere, modern ulus-devletin -ve bağlantılı olarak gelişen milliyetçilik ve mili­ tarizm ideolojilerinin- ve modem erkekliğin oluşumlarının bir­ birine paralel ve yakın ilişki içinde gelişen süreçler olmasıdır.15 Normatif erkeklikle ilişkilendirilen özelliklerin ve erkek bede­ ninin milliyetçi söylemde ideal ulus tahayyülünün somutlaş­ mış halini ifade etmesi bu açıdan büyük önem taşır. Bu kavram­ sal ilişkiden, “savaşçı erkeklik miti” aracılığıyla, zorunlu asker­ lik hizmetinin meşruiyetini ve gerekçesini oluşturmak ve savaş­ lara halk desteği sağlamak için faydalanılmıştır. John Horne’a göre, bu mit sayesinde erkek nüfusun militarize edilmesi, ulu­ sal savunmanın ve dolayısıyla ulusun varlığını sürdürebilme­ sinin nihai garantisi haline gelmiştir.16 Nitekim, Birinci Dünya Savaşı ile birlikte savaşçılık bir erkeklik paradigması haline gelir ve savaşa katılım erkekliğe davet olarak formülleştirilir.17Joane Nagel bu durumu açıklamak için “siren” metaforuna başvurur. Nagel’a göre politik kriz anlarında dile getirilen “vatan sevgisi”, çok az erkeğin kulak tıkayabileceği bir sirene benzer.18 Dolayı­ sıyla vatanın tehdit altında olduğu fikri canlı tutulduğu müd­ detçe erkeklere görev çağrısı çıkarmak ve erkeklik ile militariz­ min bağlannı güçlendirmek mümkün olabilmektedir. 15

George L. Mosse, The Image o f Manhood: The Creation o f M odem Masculinity, New York; Oxford: Oxford University Press, 1998.

16 John Home, “Masculinity in Politics and War in the Age of Nation-States and World Wars, 1850-1950”, Masculinities in Politics and War: Gendering M odem History, der. Stefan Dudink, Karen Hagemann ve John Tosh, Manchester; New York: Manchester University Press, 2004, s. 31. 17

George L. Mosse, Fallen Soldiers: Reshaping the Memory o f the W orld Wars, New York; Oxford: Oxford University Press, 1990.

18 Joane Nagel, “Erkeklik ve Milliyetçilik: Ulusun İnşasında Toplumsal Cinsiyet ve Cinsellik”, Vatan Millet Kadınlar, der. Ayşe Gül Altınay, İstanbul: İletişim Yayınlan, 2009, üçüncü baskı, s. 80.

Erkeklik, vatan görevi ve savaş çağrısı oluşturmadaki rolü­ nün yanı sıra, (bilhassa kaybedilen) savaşın yaralarını sarma iş­ levi de görür. Susan Jeffords The Remasculinization o f America başlıklı çalışmasında, ABD’nin Vietnam Savaşı’nda yaşadığı ba­ şarısızlığı özellikle Rambo filmleri gibi popüler kültür ürünle­ ri aracılığıyla normatif erkekliği yemden tesis ederek giderme­ ye çalıştığını ortaya koyar.19 Daha yakın tarihten bir örneği ele alan Deborah Cohler ise, 11 Eylül sonrasında ABD medyasının saldırıya gösterilen tepkileri, hegemonik erkekliğin yapı taşı­ nı oluşturduğu heteronormatif ulusal aile fikrini güçlendirecek şekilde aktardığı tespitinde bulunur.20 Derlemede erkekliğin ve erkeklerin odak noktasına alınma­ sının diğer nedeni ise, Türkiye özelinde militarist ideolojinin makbul erkekliğin tanımlanmasında oynadığı önemli roldür. Türkiye’de militarizm, özellikle zorunlu askerlik uygulaması aracılığıyla, erkeklerin toplumsallaşma süreçlerini şekillendi­ ren, devletle kurdukları vatandaşlık ilişkisini düzenleyen ve er­ kekleri devletin cinsiyet rejimi içinde konumlandıran önemli bir iktidar unsuru olmuştur. Bu derleme, militarizmin ve asker­ liğin, Türkiye’de erkeklerin deneyimlerini şekillendirme ve hâ­ kim erkekliğin sınırlarım çizme işlevlerini ele alan bir dizi çalış­ manın açtığı yoldan ilerliyor ve oluşmakta olan literatüre kat­ kı sunan çalışmaları bir araya getiriyor. Bu çerçevede, öncelikle Nadire Mater’in Mehmedin Kitabı adlı çalışmasını anmak gere­ kiyor.21 Güneydoğu’daki şiddetin çok yoğun yaşandığı bir dö­ nemde, 1999 yılında yayımlanan kitap, röportajlar aracılığıy­ la, çatışma bölgesinde askerlik yapmış olmanın sıradan asker­ ler için ne ifade ettiğini ilk kez gün yüzüne çıkardı. Mater’in ça­ lışması, çatışma ortamına ilişkin pek çok detayı kaydetmesine 19

Susan Jeffords, The Remasculinization o f America: Gender and the Vietnam War, Bloomington: Indiana University Press, 1989.

20

Deborah Cohler, “Fireman Fetishes and Drag King Dreams: Queer Responses to September 11”, Gender, War, and Militarism: Feminist Perspectives, der. La­ ura Sjoberg ve Sandra Via, Santa Barbara; Denver; Oxford: Praeger, 2010, s. 219-230.

21

Nadire Mater, Mehmedin Kitabı: Gûneydoğu’da Savaşmış Askerler Anlatıyor, İs­ tanbul: Metis Yayınları, 1999.

ilaveten, militarizmin ve zorunlu askerliğin ordu-siyaset ilişki­ lerinin dışında, toplumsal ve kültürel bağlamda incelenmesi­ nin de önünü açmış oldu. Emma Sinclair-Webb’in 2000 yılında yayımlanan “Our Bülent Is Now a Commando” başlıklı makale­ si ise, Türkiye’de zorunlu askerlik ve erkeklik arasındaki ilişki­ ye dair çok yönlü bir resim sunmasıyla öncü niteliktedir.22 Sinclair-Webb, zorunlu askerliğin hukuki zemini, ordunun yüksek rütbeli personelinin zorunlu askerlere bakışını ve askerlik hiz­ metini yerine getirmenin/getirmemenin toplumsal etkileri ve anlamını makalesinde bir araya getirerek, ordunun ve toplu­ mun askerlik ve erkekliğe bakışına dair bir çerçeve çizmiştir. Ayşe Gül Altmay’m etkisi tartışılmaz kitabı The Myth o f the Military-Nation, askerliğin ulus-devletin oluşumunda oynadığı ro­ lü, tarihsel süreç içinde geçirdiği değişiklikleri de inceleyerek, ortaya çıkarması ile önem kazanmıştır.23 Altmay’m bu öncü ni­ telikteki çalışmasından bir bölüm, Türkçe’de ilk kez bu derle­ me içinde yer alıyor. Altınay bu kitapta, yukarıda da değinildi­ ği gibi, askerliğin kültürün bir parçası olarak kurgulanması sü­ recini analiz eder. Altınay, askerliğin kültürel anlamlar atfedi­ lerek doğallaştırılması ve normalleştirilmesini iki ana hat üze­ rinden takip eder: asker-millet mitinin eğitim aracılığıyla (ye­ niden) üretilmesi ve yaygınlaştırılması ve askerliğin cinsiyetler arası -hem kadınlarla erkekler hem de askerliğini yapan ve çe­ şitli sebeplerle yap(a)mayan erkekler arasında- eşitsiz ilişkiler yaratması. Altınay askerliğin, “millileştiren ve erkekleştiren” iş­ levlerine ilaveten, Foucaltcu bir bakışla disipline edici işlevini de ele alır. Pınar Selek’in 2008 tarihli Sürüne Sürüne Erkek Ol­ mak isimli kitabı tam da bu noktadan hareketle, askerliğin nor­ matif erkekliği kışkırtarak sınırlandırdığını ve denetlediğini or­ taya koyar.24 Selek askerliği, öncelikli olarak, toplumsal hayat 22

Emma Sinclair-Webb, “’Our Bülent İs Now a Commando’: Military Service and Manhood in Turkey”, Imagined Masculinities: Male Identity and Culture in the M odem Middle East, der. Mai Ghoussoub ve Emma Sinclair-Webb, Londra: Saqi Books, 2000.

23

Ayşe Gül Altınay, The Myth o f the Military-Nation.

24

Pınar Selek, Sürüne Sürüne Erkek Olmak, İstanbul: iletişim Yayınlan, 2008. Suavi Aydın da kendisiyle gerçekleştirilen bir röportajda benzer bir noktayı vur­

içindeki konumu üzerinden, sünnet, evlenme ve iş sahibi ol­ ma ile birlikte bir erkekliğe geçiş ritüeli olarak ele alır. Selek’in çalışması, askerliğini farklı dönemlerde yapmış erkeklerle ger­ çekleştirilen mülakatlar aracılığıyla, bir yandan sıradan asker­ lik deneyimine dair birçok ayrıntıyı ortaya çıkarır, diğer yan­ dan da bu deneyimin erkeklerin toplumsallaşma süreçlerinde­ ki rolünü gösterir. Ordunun ve militarizmin Türkiye’de asker­ liğini yapanlar kadar yapmayanların da hayatlarında belirleyici role sahip olduğu üstünde durulması gereken bir noktadır. Bu noktadan hareket eden Alp Biricik’in çalışmaları, normatif er­ kekliğin tanımlanmasında erkek eşcinseller ve askerliğin rolü­ ne dikkat çekmiştir.25 Özellikle eşcinsel erkeklerin askerlikten muaf sayılmak için almak zorunda olduklan “çürük raporu”na odaklanan Biricik, rapor sürecinde yaşanan ve ordunun kurum­ sal hegemonik erkeklik tanımını açığa çıkaran “ataerkil pazar­ lıkları” göz önüne serer. Daha yakın dönemde yayımlanan Ser­ pil Sancar’ın Erkeklik: imkânsız İktidar kitabı (özellikle “Asker­ lik, Militarizm ve Erkeklik” başlıklı bölümü), askerliği “bir tür devletin ve erkekliğin gerçeklerini ‘öğrenme’ deneyimi” olarak tanımlayarak, mülakatlar üzerinden bu deneyime dair detaylar sunar.26 Bu alanda literatüre yeni katkılar sürmekte.27 gulamakta: “Dolayısıyla ‘askerlik’, erkek kültüründen gelen bir adamın erkek­ liğini, militarizm adına feda ettiği bir zemindir”. Neşe Düzel, “Pazartesi Ko­ nuşmaları”, Taraf, 11.10.2010. Aydın’ın bahsettiği fedanın bir anlamda geçi­ ci olduğunu, askerlik hizmetinin yerine getirilmesiyle birlikte erkeklerin yeni bir “erkeklik” kazandıklarını da vurgulamak gerek. 25

Bu çalışmalardan bazıları, Diagnosis... Extremely Homosexual: (Re)Constructing Hegemonic Masculinity Through Militarized Medical Discourse in Turkey, yayım­ lanmamış yüksek lisans tezi, Central European University, 2006; ‘“Erkek Adam’ Söylemini Bozmak Üzerine: Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Sisteminin Resmi Söylem Üzerinden Kurgulanması”, Cinsiyet Halleri: Türkiye’de Toplumsal Cin­ siyetin Kesişim Sınırlan, der. Nil Mutluer, İstanbul: Varlık Yayınlan, 2008, s. 232-246; “Çürük Raporu ve Türkiye’de Hegemonik Erkekliğin Yeniden İnşası”, Çarklardaki Kum: Vicdani Red, Düşünsel Kaynaklar ve Deneyimler, der. Özgür Heval Çınar ve Coşkun Üsterci, İstanbul: İletişim Yayınlan, 2008, s. 143-149.

26

Serpil Sancar, E rkeklik: im kânsız iktidar, Ailede, Piyasada ve S okakta Erkekler, İstanbul: Metis Yayınlan, 2009.

27

Yakın dönemde konuya ilişkin yayımlanan bir diğer çalışma için, bkz. Çiğ­ dem Akgül, Militarizmin Cinsiyetçi Suretleri: Devlet, Ordu ve Toplumsal Cinsi­ yet, Ankara: Dipnot Yayınlan, 2011.

Bu derlemedeki makaleler de, militarizm ve milliyetçilik bağ­ lamında, hem bir ideal olarak erkekliğe ve normatif erkekliğin çeperinde ve dışında konumlandırılan hallerine hem de somut bir düzlemde erkeklere ve erkeklerin deneyimlerine odaklanan konuları ele alıyor. Elbette erkekliği/erkekleri kadınlıktan/ka­ dınlardan soyutlayarak düşünmek mümkün değil; dolayısıyla derlemedeki makaleler erkek(lik)lere bu ilişkiselliği yansıtacak şekilde yaklaşıyor. *

*

Bu derlemenin ordu-siyaset-toplum arasındaki ilişkilerin dö­ nüşüme uğradığı bir zamana denk geldiğini yukarıda belirt­ miştim. Bu dönüşümün ana hatlarını vurgulamak, derleme­ de ele alınan konuların daha iyi değerlendirilmesi için bir ar­ ka plan sağlayacaktır. Bilindiği gibi, özellikle Ergenekon Dava­ sı olarak bilinen yargı sürecinin başlamasıyla birlikte Türk Si­ lahlı Kuvvetleri’nin (TSK) siyasette oynadığı rol kamuoyunun başlıca tartışma konularından biri haline geldi. Bu yargı süre­ cinin ardındaki temel motivasyonun AKP Hükümeti’nin, ikti­ darının ilk yıllarında ordu içinde kendisini hedef alan darbe gi­ rişimleriyle hesaplaşmak ve ordu-hükümet ilişkilerini yeniden düzenleyerek iktidar alanını genişletmek olduğu söylenebilir. Nitekim, olası askerî darbeleri engellemek için TSK’nm komu­ ta yapısının yeniden düzenlenmesi ve bu çerçevede Genelkurmay’ın ve kuvvet komutanlıklarının Milli Savunma Bakanlı­ ğına bağlanması gündemde.28 Bu yeniden yapılandırma süreci bir yandan da “TSK’nın (kısmen) sivilleşmesi” olarak adlandı­ rılabilecek bir dizi kurumsal değişikliği bünyesinde barındırı­ yor. Bu değişikliklere bir örnek, Gülhane Askerî Tıp Akademi­ 28

AKP’nin bu yönde planlan olduğuna dair bir haber için bkz. “TSK’ya Osmanlı Modeli Önerisi", Radikal, 22.11.2012. Aynca kısa sûre önce açıklanan TBMM Darbe ve Muhtıralan Araştırma Komisyonu raporunda da aynı yönde bir öne­ ri olduğunu belirtmek gerek; bkz. “Genelkurmay’m Özel Statüsüne Artık Son Verilmeli”, Radikal, 28.11.2012. Aynı raporda darbelere gerekçe olarak göste­ rilen TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesinin değiştirilmesi ve TSK’ya yeni görev tanımı yapılması gerektiği de belirtildi; bkz. “Askere Yeni Görev”, Ömer Şahin, Radikal, 20.11.2012.

si’nin (GATA) özel güvenlik personeli almak için ihale açma­ sı.29 TSK tarihinde bir ilk olan bu girişimle amaçlanan, askerî personel dışındaki hastalara da hizmet vermeye başlamış olan GATA’da nizamiye, acil servis ve polikliniklerde nöbet tutan askerleri sivil personel ile değiştirmek. Asker-sivil ilişkilerin­ de bir derece yumuşamaya işaret eden diğer bir örnek, Ordu­ evleri, Askerî Gazinolar ve Sosyal Tesisler Yönetmeliği’nde ya­ pılan bir değişiklikle türbanlı, sakallı, cübbeli, günlük sakal tı­ raşı olmamış ve yabancı uyruklu misafirlerin bu tesislere girişi­ nin serbest hale getirilmesi.30 Görüldüğü gibi, bu değişiklikler TSK’nın tamamen kendi içine kapalı özerk yapısının ve işleyi­ şinin bir nebze de olsa kırılması anlamı taşımakta. TSK’nın sivillere kısmen açılması girişimlerinin bir diğer yü­ zünü, TSK bünyesindeki kimi “sivil-asker karma” alanların ye­ niden düzenlenerek homojenleştirilmesi yönündeki değişiklik­ ler oluşturuyor. Bu konuda bir örnek, kısmen Genelkurmay’a, kısmen de İçişleri Bakanlığı’na bağlı olan Jandarma Genel Komutanlığı’nm tamamen bakanlığa bağlanarak iç güvenlik teşki­ latına dönüştürülmesi.31 Bir diğer önemli gelişme ise, çatışma bölgesi olarak tarif edilen alanda yalnızca profesyonel askerle­ rin yer alması uygulamasının başlatılması.32 Genelkurmay’ın bu yeni uygulaması ile çatışma bölgelerindeki aktif muharip görevlerde, uzun ve kısa dönem zorunlu askerliğini yapan as­ 29

“TSK da ‘özel’leşiyor!’’, Radikal, 02.01.2012.

30

“Türban, Sank, Cübbe ve Sakal Orduevine Girecek”, Radikal,17.05.2012. Bu arada, sivilleşme girişimlerinin kurum içinde tepkilere yol açtığı bazı durum­ lar da haberlere yansıyor. Örneğin, “Subaylar Sivillerden Rahatsız" başlık­ lı haberde, Genelkurmay’ın TSK’ya ait sosyal tesislerde rütbe farkı ayrımcı­ lığını kaldıran kararının ardından Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı sivil per­ sonelin Genelkurmay’a ait yemekhaneyi kullanması üzerine subayların “si­ villerle yemek yemeyiz” diyerek boykota gittiği belirtiliyor, http://www.dipnot.tv/25594/SUBAYLAR-SiViLLERDEN-RAHATSiZ.aspx (Erişim tarihi: 11.03.2012).

31

“Jandarma’da Şapka Devrimi”, Taraf, 03.04.2012.

32 “Çatışma Bölgelerine Profesyoneller Gidecek”, Hürriyet,21.11.2012. Bu uy­ gulamanın çok kısa sürdüğü, profesyonel ordu bünyesindeki uzman çavuşlar arasında kitlesel denecek sayıda istifa yaşanması sonucu, er ve erbaşların tek­ rar “terörle mücadele timleri”nde yer almaya başladığı anlaşılıyor ( “Erler Ye­ niden Cepheye”, Sabah, 16.01.2013).

kerlerin yerine profesyonel erbaş, uzman çavuş, astsubay ve su­ bayların yer alması amaçlanıyor. Bu uygulamanın ortaya çıkar­ dığı en önemli nokta, Güneydoğu’da devam eden çatışmaların toplumda önemli ölçüde meşruiyet kaybetmiş olması. Hürri­ yet gazetesinin konuyla ilgili haberinde yer alan, “Eskiden kısa ve uzun dönem askerler, çatışma bölgelerinde aktif olarak kul­ lanılıyor, bu durum ‘Neden bu çocuklar az bir eğitimle sadece görüntü olsun diye çatışma alanlarına sürülüyor’ diye eleştiri­ liyordu” ifadesi de bu tespiti doğrular nitelikte. Son zamanlar­ da çatışmalarda hayatını kaybeden askerlerin sayısında bir artış yaşanmasının ve “vatan sağolsun” diyen ailelerin sayısının es­ kiye nazaran azalmış olmasının, kısmi profesyonel ordu açık­ lamasının zamanlamasına etki ettiğini söylemek yanlış olmaz. Çatışmaların ve genel olarak TSK’nm ayrıcalıklı konumunun toplumdaki meşruiyetinin azaldığının bir diğer çarpıcı göster­ gesi de, profesyonel asker kadroları için yapılan başvurunun ol­ dukça düşük kalması. 2011 yılı içinde, cazip sayılabilecek mik­ tarda maaş ve sosyal haklar sunulan 5 bin 103 kişilik sözleş­ meli er kontenjanı için yapılan ilk alım sürecinde, eğitime baş­ lamaya hak kazanan aday sayısının 783’te kaldığı anlaşılıyor.33 Rakamlar açık bir şekilde rütbesiz askerliğin toplum tarafından makbul bir meslek olarak görülmediğini ortaya koyuyor. Zo­ runlu askerlikle ilgili olarak da toplum nezdinde benzer bir di­ renç olduğu, yine 2011 yılında başlayan bedelli askerlik tartış­ 33

Gazetelerde yer alan haberlerde, açılan kadro ve başvuran kişi ile ilgili rakam­ larda bir “kafa karışıklığı” olduğunu söylemek gerek. Konuyla ilgili ilk haber­ lerde 5 bin kişilik kadro için 15 bin kişinin başvurduğu bildirilmekte. Örne­ ğin, “Sözleşmeli Er İçin 15 bin Başvuru”, Radikal, 27.09.2011. Sabah gazetesi­ nin başlığı toplumda PKK’ya karşı savaşa katılma yönünde büyük bir talep ol­ duğu mesajını vermeyi amaçlaması açısından daha dikkat çekici: “Teröre Kar­ şı 15 b in ‘Profesyonel’ Başvuru", Sabah, 27.09.2011. Ancak birkaç ay sonra du­ rumun tam tersi olduğu, 5 bin 103 kadronun ancak yüzde 15’inin dolacağı or­ taya çıkıyor ve başlıklar da buna paralel olarak değişiklik gösteriyor: “Sözleş­ meli Erbaş Hüsranı”, Milliyet, 01.12.2011 ve “‘Sözleşmeli Er’de Genelkurmay Şaşkın”, Radikal, 01.12.2011. Yaklaşık bir sene sonra kısmi profesyonel ordu­ ya geçildiği haberlerinde aynı konuya tekrar değinildiği, bu kez rakamların 50 bin kişilik kadro için 1500 başvuru şeklinde düzeltildiği görülüyor: “Çatışma Bölgelerine Profesyoneller Gidecek", Hürriyet, 21.11.2012 ve “TSK’da Yeni Dönem”, Sabah, 21.11.2012.

maları sırasında görüldü. Zorunlu askerliği yapmamanın bede­ linin hayli ağır olduğu Türkiye’de, buna rağmen, Milli Savun­ ma Bakam’mn açıklamasına göre 460 bin kişinin bedelli asker­ lik şartlarım taşıdığı ortaya çıktı. Bedelli askerlikten yararlanma koşulunun 30 yaş olduğunu göz önüne alarak, askerliğini yap­ mayanların sayısının telaffuz edilen rakamdan daha fazla oldu­ ğunu düşünmek gerekir. Diğer bir deyişle, açıklamanın yapıl­ dığı dönemde zorunlu askerliğini yapan kişi sayısı kadar, hat­ ta ondan da fazla, askerliğini yapmamak için çeşitli yollara baş­ vuran kişi bulunmakta.34 Bu tablo, ulus devletin askerliği kül­ türün bileşeni olarak kodlayan asker-millet/ordu-millet (millet-i müsellaha) mitinin meşruiyetini kaybetmeye başladığım açıkça ortaya koyuyor. TBMM İnsan Haklan Komisyonu’nun “Zorun­ lu Askerlik Sırasında Yaşanan Hak İhlalleri” başlıklı raporu tar­ tıştığı toplantıda, AKP milletvekili İhsan Şener’in, “Askerliği so­ na eren kaç kişi yeniden askerlik yapmak ister?” şeklindeki yorum-sorusu da bu durumun itirafı niteliğinde.35 Nitekim, AKP hükümetinin toplumdaki bu eğilimi takip ederek, askeri uygu­ lama ve sembollerin etkisi altındaki bazı alanlarda “sivilleşme­ yi” sağlayacak birtakım uygulamaları başlattığı biliniyor. Bu ko­ nuda dikkat çeken iki örnek, 19 Mayıs törenlerinin stadyum­ larda kutlanması uygulamasına son verilmesi ve liselerde veri­ len Milli Güvenlik dersinin kaldırılması. 1938 yılında çıkarılan yasayla “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak kutlanan 19 Mayıs’ta gerçekleştirilen ve ulus devletin militarist beden politikalarının önemli bir göstergesi olan stadyum törenlerinin son bulmasının ve 1926’dan beri liselerde askerler tarafından verilen ve özellik­ le 1998’den itibaren müfredatı güncel siyaset konularını içere­ cek şekilde yeniden düzenlenen36 Milli Güvenlik dersinin kal­ dırılmasının eğitim alanında asker-sivil ilişkilerinin yeniden dü­ 34

“Bedelli Sivillikle Ortaya Çıkan Çarpıcı Gerçek”, 24.11.2012, marksist.org, (Erişim tarihi: x 01.01.2012). Aynı haberde Genelkurmay’ın zorunlu askerli­ ğini yapan kişi sayısını 465 bin olarak verdiği belirtiliyor.

35

“Kim Yeniden Askerlik Yapmak İster?", Radikal, 29.11.2012.

36

Bkz. Milli Güvenlik dersinin kaldırılması üzerine Ayşe Gül Altmay ile yapı­ lan röportaj, “Milli Güvenlik Dersi Kalkınca Okullarda Militarizm Bitti mi?”, 26.01.2012, www.bianet.org (Erişim tarihi: 03.02.2012).

zenlenmesi açısından oldukça önemli gelişmeler olduğunu be­ lirtmek gerekiyor. Ordunun ve askerî değerlerin siyasette ve toplumda yer alma biçimlerinin tartışmaya açıldığı bu dönemde TSK’nm belli bir “itibar kaybı”na uğradığını, daha doğru bir deyişle, TSK’nm si­ yasi ve toplumsal konumunun, eskisinden farklı olarak, yer yer açıkça sorgulanabilir hale geldiğini belirtmek gerek. Elbette bu sürecin en kritik noktasını oluşturan gelişme, Ergenekon ve Balyoz Davaları ile Türkiye tarihinde ilk kez TSK’nm darbe gi­ rişiminin yargılanması oldu.37 2012 yılı Eylül ayında açıklanan mahkeme kararı ile Balyoz Planı Davası kapsamında yargıla­ nan, aralarında çok sayıda yüksek rütbeli TSK personelinin de bulunduğu 325 sanık, 2003 yılında 1. Ordu Komutanlığı’nda hükümeti devirme amaçlı askerî darbe planı hazırlamaktan mahkûm oldular. Henüz karara bağlanmayan Ergenekon dava­ larında ise, askerlerin de içinde olduğu yasadışı örgütlenmenin AKP hükümetini devirmeye yönelik darbe planlan hazırlama­ nın yanı sıra, yakın dönemin Danıştay Saldmsı ve Zirve Yayı­ nevi Katliamı gibi sarsıcı olaylann failleri olduklan suçlamalannın yargılanıyor oluşunun, kurum olarak en çok TSK’yı yıp­ rattığı söylenebilir. Bu davaların en önemli sonuçlanndan biri, şüphesiz, Türkiye’de neredeyse bir gelenek haline gelen, ordu­ nun siyasete doğrudan müdahil olmasının en yıkıcı araçlanndan birinin -askerî darbelerin- toplum nezdindeki meşruiyeti­ nin önemli ölçüde sarsılması oldu. TSK’mn yasadışı eylemlilik alanını hedef alan bir diğer da­ va, 2009’dan beri sürmekte olan ve çok yakın zamanda ikin­ 37

Ergenekon Davaları ile başlayan askerlerin yargılanması süreci kapsamında son derece önemli iki farklı örnek de, eski Genelkurmay Başkam tlker Başbuğ’un İnternet Andıcı Davası kapsamında Ocak 2012’den beri (“İlker Başbuğ Tutuklandı”, Radikal, 06.01.2012), dönemin Genelkurmay 2. Başkam Çevik Bir’in de 28 Şubat soruşturması kapsamında Nisan 2012’den beri tutuklu bu­ lunmaları (“Çevik Bir Tutuklandı”, Radikal, 16.04.2012). Her iki dava da hâlâ sürmekte. Yüksek rütbeli askerlerin yargılanması konusunda, farklı yönde bir örnek de, Mayıs 2009’da Hakkari Çukurca’da mayın patlaması sonucu 7 aske­ rin hayatını kaybetmesi ile ilgili görülen davada, kusurlu görülen Tuğgeneral Zeki Es için askeri savcılığın 25,5 yıl hapis cezası talebinde bulunması ( “Tuğ­ general Zeki Es’e 25,5 yıl Hapis Talebi”, Zaman, 16.01.2013).

cisi açılan JİTEM Davası. 1987’de Jandarma Genel Komutanlığı’na bağlı olarak, “istihbarat ve terörle mücadele” amacıyla kurulan JlTEM’in, Güneydoğu’daki birçok faili meçhul cina­ yetin sorumlusu olduğu bilinmekte. Uzun bir zaman devlet ta­ rafından inkar edilen JlTEM’in varlığı, bu yargı sürecinde res­ men tanındı.38 Böylelikle, TSK’nın bölgede uyguladığı şiddetin, henüz kısmen de olsa, mahkûm edilmesinin yolu açılmış ol­ du. TSK’nın bölgedeki şiddet eylemlerinin kamuoyunda sorgu­ lanmasını sağlayan bir diğer kritik olay ise, 28 Aralık 2011’de meydana gelen Roboski Katliamı oldu. Şımak’ın Uludere ilçe­ sine bağlı Roboski (Ortasu) ve Bujeh (Gülyazı) köylerinden Irak sınırına geçip geri dönmekte olan köylülerden 17’si çocuk 34’ünün TSK’ya ait savaş uçaklarının bombardımanı netice­ sinde hayatını kaybetmesi vicdanları yaralayan bir olay olarak TSK’nın ve hükümetin hanesine yazıldı. Felaketin üstünden bir yıl geçmesine rağmen sorumluların henüz ortaya çıkartılma­ mış olmasının üstüne bir de Hava Kuvvetleri Komutam’na “ru­ tin uygulama”nm bir parçası olarak TSK Şeref Madalyası veril­ mesi büyük tepki çekti.39 Roboski Katliamı’m, TSK’nın “terörle mücadele” adı altında bölgede uyguladığı şiddetin son halkası olarak görmek gerekli. Geçmişteki şiddet olaylarının henüz ce­ zalandırılmamış olması, bu katliamın sorumlularının ortaya çı­ karılması konusunda neden bu kadar ağır davranıldığım açıklı­ yor. Roboski şüphesiz TSK’nın hesap verme yükümlülüğü olan bir kurum haline gelme sürecindeki dönüm noktalarından bi­ ri olarak hatırlanacak. Bu gelişmeler ışığında bakıldığında, 2011 yılı sonunda ger­ çekleştirilen bir araştırmanın sonucuna göre, orduya güvenin azalmış olması oldukça anlamlı gözükmekte. Kadir Has Üni­ versitesi tarafından yürütülen ve toplumun gündeme bakışını anlamayı amaçlayan araştırma 2010 yılma nazaran toplumda orduya duyulan güvenin yüzde 63.2’den 59.9’a düştüğünü gös­ 38 JtTEM davasında yargılanan emekli albay Cemal Temizöz’ün, son duruşmada JİTEM bünyesinde bir “infaz mangası” kurulduğunu ilk kez itiraf etmiş olma­ sı bilgisini de eklemek gerek. Bkz. “Albay Temizöz’den ‘J İTEM İnfaz Mangası İtirafı”, Birgün, 21.12.2012. 39

“Genelkurmay’dan Madalya Açıklaması”, Radikal, 10.12.2012.

teriyor.40 Düşüş oranı çok fazla görünmese de, bunu araştırma­ daki diğer bir veriyle - “terörün çözümünde en etkili çözümün askerî yöntemler” olduğunu düşünenlerin sayısında azımsan­ mayacak oranda artış olmasıyla- birlikte okumak, resmi daha anlamlı hale getiriyor. 2010’da siyasi çözüme verilen destek en yüksek orana sahipken, 2011’in yaz aylanndan başlayarak ça­ tışmaların artmasıyla birlikte, askerî çözümden yana olanla­ rın oranı, yüzde 12.6’lık bir artışla, yüzde 44.2’ye çıkarak en yüksek oranı oluşturuyor. Buradan, toplumda ordunun görevi ve ordu kurumunun algılanışı arasında bir ayrım oluştuğu ve TSK’nın görev tanımı üzerinden siyasete müdahalelerini meş­ rulaştırma çabasının destek kaybetmeye başladığı (ya da bunun artık açıkça ifade edilir hale geldiği) gibi bir sonuç çıkarılabi­ lir. Elbette yukarıda sayılan etkenlerin orduya duyulan güvenin azalmasında payı olup olmadığı, varsa da ne kadarlık bir etkisi olduğunu bu araştırmanın sonucundan çıkarmak mümkün de­ ğil. Ancak, bu güven kaybını, genel olarak TSK’nın kamuoyun­ da sorgulanır bir kurum haline gelmesinin bir yansıması olarak değerlendirmek mümkün görünüyor. TSK’nın kurum olarak tartışılır hale gelmesiyle birlikte zo­ runlu askerlikle ilgili tartışmalar da, profesyonel ordu, bedelli askerlik, vicdani ret ve askerlik sırasındaki hak ihlalleri bağla­ mında medyada önemli ölçüde yer almaya başladı. Aslında bu tartışmaların yoğunlaşacağının sinyallerini, popüler kültür ala­ nında ön plana çıkan bir örnek olan, 2009 tarihli Nefes: Vatan Sağolsurı filmi vermişti. Levent Semerci’nin yaklaşık iki buçuk milyon biletli seyirci tarafından izlenen filmi, askerliğin ve Güneydoğu’daki çatışmaların konuşulur hale gelmesinin ne denli bir toplumsal bir ihtiyaç olduğunu gösterdi.41 Son birkaç yıllık süreçte en dikkat çekici gelişme, askerde yaşanan hak ihlalle­ ri ve şüpheli intiharların/ölümlerin yoğun bir şekilde gündeme gelmeye başlaması oldu. Böylelikle, askerlik sırasında yaşanan­ 40

‘“Terörün Çözümü Asker’ Diyenler Artışta", Radikal, 18.01.2012.

41

38 hafta vizyonda kalan filmin biletli seyirci sayısı 2.436.780 olarak veriliyor. http://www.boxofficeturkiye.eom/film/2010279/Nefes:-Vatan-Sagolsun.htm. DVD satışları, korsan ve televizyon gösterimleri ile filmin ulaştığı izleyiciyi de bu sayının üzerine eklemek gerekmekte.

lar, yalnızca özel sohbetlerde aktarılan, epey bir kısmı da giz­ li tutulan bir dizi anı olmanın ötesine geçip “alternatif anlatı­ lar” olarak kamusal görünürlük kazanmaya başladı.42 Özellikle Nisan 2011’de kurulan Asker Haklan İnisiyatifi’nin çabalanyla, zorunlu askerliğini yapanların maruz kaldığı hak ihlallerinin görünürlük kazanmasının en önemli sonucu, askerlerin hak sahibi vatandaşlar olduğunun hatırlatılması ve vurgulanması oldu. Bu vurguyla askerliği, olması gerektiği şekilde, devlet ve vatandaş arasındaki bir sözleşme çerçevesinde düşünmek, as­ kerliğin Türk kültürünün doğal bir unsuru olduğu mitinin te­ mellerinin de zayıflaması anlamına geliyor. Kültür ve askerlik arasındaki bağın zayıflaması, şüphesiz, zorunlu askerlik uygu­ lamasının kaldırılması yönünde kritik bir aşamayı oluşturuyor. Zorunlu askerlik sırasındaki hak ihlalleri konusuna kamuo­ yunun dikkatinin çekilmesine vesile olan olay, Uğur Kantar’ın “disko” adı verilen disiplin koğuşunda hayatını kaybetmesi ol­ du. Uğur Kantar, 2011 yılında Kuzey Kıbns’ta zorunlu askerli­ ğini yaptığı sırada, disiplin koğuşunda gördüğü işkence sonu­ cu can verdi. Olaydan sorumlu tutulan iki askerin davası hâlen askeri mahkemede görülüyor.43 Bu olayla birlikte hem disiplin koğuşlanndaki şartlar hem de komutanlann astlara disiplin ce­ zası verme yetkisi tartışmaya açılmış oldu. Bu tartışmalann ne­ ticesinde, TSK Disiplin Kanunu’nda yapılan değişiklikle, disip­ lin koğuşu uygulamasına son verilmesi kararlaştınldı.44 Uğur 42

Bir başka kötü muamele örneği olarak sayılabilecek, TSK’nın Kabul Toplama Merkezleri’nde askerlerin maruz kaldığı kötü koşullar yakın dönemde ortaya çıktı ve tartışılmaya başladı. Pınar Öğünç’ün konuyla ilgili yazısından bir bö­ lümün altım “alternatif askerlik anlatıları" bağlamında özellikle çizmek gere­ kiyor: “Bir de ‘KTM gerçeğinin farkına şimdi mi vardınız?’ türünden bir ser­ zenişte bulunanlar var. Haklıdırlar. Fakat nasıl farkında olalım? Anlatmıyor­ sunuz ki! Belki hayatınızın en ağır tecrübesini yaşıyor, çantanızda kalıcı araz­ larla evlerinize dönüyorsunuz. Belki siz de unutmak istiyor, dost meclisleri­ ne birkaç komik askerlik anısı ayınp kapatmak istiyorsunuz o dosyayı." Pınar Ûgünç, “Bize ‘Askerlik Anısı’ Değil, Bunları Anlatın", Radikal, 21.09.2012.

43

“Uğur Kantar’ı Güneş Çarpmış”, 28.09.2012, www.bianet.org (Erişim tarihi: 28.09.2012).

44

TSK Disiplin Kanunu Tasarısı 19 Aralık 2012 tarihinde TBMM’ye gönderildi; bkz. “TSK Disiplin Kanunu Değişiyor”, 19.12.2012, www.cnnturk.com (Eri­ şim tarihi: 20.12.2012).

Kantar’m hayatını kaybetmesi, ölümle sonuçlanmayan birçok vakanın kamuoyunun fazla dikkatini çekmediği gerçeğini de ortaya çıkarmış oldu. Bu anlamda Asker Haklan İnisiyatifi’nin 12 Ekim 2012’de açıklanan ve Uğur Kantar’a ithaf edilen rapo­ ru özel bir öneme sahip.45 25 Nisan 2011-24 Nisan 2012 tarih­ leri arasında Asker Haklan’mn internet sitesine ulaşan 432 baş­ vuruya dayanan “Zorunlu Askerlik Sırasında Yaşanan Hak İh­ lalleri” raporu, hakaret, dayak, uykusuz bırakma gibi, askerliğin neredeyse doğal bir parçası olarak görülegelmiş kötü muamele­ nin “hak ihlali” olarak kodlanarak görünürlük kazanmasını sağ­ ladı. Askerlik sırasındaki kötü muamelenin, üzerine çok daha fazla konuşulması gereken kimi sonuçlan da -fiziksel sakatlığa yol açtığı,46 birçoğu çok ciddi psikolojik ve psikiyatrik sorunla­ ra neden olduğu,47 kadına ve çocuğa yönelik şiddetin önemli se­ beplerinden biri olduğu-48 raporda ve medyada yer alarak görü­ nürlük kazanmaya başladı. Rapora kapsamı gereği dahil edilme­ yen 50’den fazla şikâyetin de, Asker Haklan inisiyatifinin inter­ net sitesine, hâlen görev yapmakta olan ya da görevinden aynlmış rütbeli TSK personeli ile askerî liselerden aynlmak zorunda kalmış kişilerden geldiğini özellikle belirtmek gerek.49 Bu şikâ­ yetlere paralel olarak medyada yer alan haberler, TSK içinde­ ki hoşnutsuzluklan -astsubaylann yetersiz sosyal haklanyla ve subaylar karşısındaki güvencesizlikleriyle ilgili şikâyetleri,50 as­ kerî okul öğrencilerinin okulu bırakmalanna sebebiyet veren, eğitim sırasında yaşadıklan psikolojik baskı ve kötü muamele51 45

Rapora http://www.askerhaklari.com/rapor.pdf adresinden ulaşılabilir.

46

Medyada yer alan bir örnek için, bkz. “Komutan ‘Dürtüğü’ Sakat Bıraktı”, Ra­ dikal, 04.01.2012.

47

Medyada yer alan bir örnek için, bkz. “Askerde ‘Şizofren’ Oldu, ‘Gazi’ Ünvanı İstiyor”, Radikal, 14.09.2012.

48

“Askerlikte Şiddet Gören Evde Karısını Dövüyor”, Sabah, 12.12.2011. Spesi­ fik bir ömek için, bkz. Pınar Öğünç, “’İzdırap Taşlan’ ve Bebek Doğanlar", Ra­ dika!, 16.12.2011.

49

“Zorunlu Askerlik Sırasında Yaşanan Hak İhlalleri” raporu, s. 3-4, dipnot 3.

50

Cüneyt Özdemir, “Astsubaylar Sosyal Medyaya El Koydu", Radikal, 02.05.2012.

51

“Askeri Öğrenciler Arasında ‘Şok Mangası’ Korkusu", Radikal, 29.09.2012; “Harp Okullannda ‘Ayı Yürüyüşü’ İncelemesi”, 20.10.2011, t24.com .tr (Eri­ şim tarihi: 23.12.2012).

ve muvazzaf subay ve astsubayların yükümlü olduğu 15 yıllık zorunlu hizmet uygulaması-52 ortaya koydu. Bu şikâyetler kö­ tü muameleyi kurum içi bir mesele olmaktan çıkararak, TSK’yı yalnızca “kendisine emanet edilen” zorunlu askerlere değil, per­ soneline karşı da sorumlulukları olan ve bunları yerine getir­ me konusunda karnesi hiç de iyi olmayan bir kurum olarak ko­ numlandırıyor. “Zorunlu Askerlik Sırasında Yaşanan Hak Ihlaleri” raporu­ nun 28 Kasım 2012 tarihinde Meclis İnsan Hakları Komisyonu’na sunulması sırasında telaffuz edilen bir olgu, askerlik sıra­ sında yaşanan şüpheli ölümlerin/intiharların gündeme oturma­ sını sağladı. Konu aslında hayli kritik bir noktaya ulaştığından bir süredir gündeme getirilmeye çalışılıyordu, ancak Komisyon başkanı Ayhan Sefer Üstün’ün “Son on yılda intihar olayları şe­ hit sayısını geçmiş durumda. Bu kabul edilemez. Bu sorunun üstüne hep birlikte gitmek zorundayız” açıklamasına değin ge­ rektiği kadar dikkat çekmemişti. Bu noktada, devletin bir önce­ ki hamlesinin “şüpheli asker ölümü” tanımını reddetmek oldu­ ğunun altını çizmek gerek. Hatırlanacağı gibi, asker intiharları sorununun ayyuka çıkmasının öncesinde, CHP milletvekili Sabahat Akkiraz’ın verdiği soru önergesine cevaben, Milli Savun­ ma Bakanı İsmet Yılmaz, “Müsebbibi belli olmayan kayıt altına alınmayan, soruşturma ve araştırma yapılmayan, şüpheli ola­ rak görülebilecek bir tek olay dahi bulunmamaktadır” demek­ teydi.53 Oysa şüpheli asker ölümleri/intiharları ifadesi, kayıtla­ 52

Zorunlu hizmetten ayrılmanın tek yolu olan firari durumuna düşmeyi gö­ ze alan onlarca subay ve astsubay bulunmakta; bkz. Pmar Ûğünç, “Firari Su­ baylar Anlatıyor”, Radikal, 07.12.2011; Pmar Ûğünç, “‘Yeter’ Diyen Subaylar AlHM’ye Gidiyor”, Radikal, 09.03.2012. Firari durumuna düşmeyi göze alan askerlerin de aynı vicdani retçiler gibi “sivil ölüm”le karşı karşıya kaldıkları­ nı belirtmek gerek; bkz. “Rütbelilere Zorunlu Hizmet AIHM’de”, 09.04.2012, www.bianet.org (Erişim tarihi: 27.05.2012).

53

“Şüpheli Asker Ûlümü Yok’m uş!”, Radikal, 01.03.2012. Başka bir haberde ve­ rilen bilgiye göre, TSK’nm şüpheli ölüm ve intihar olaylarının spekülasyonla­ ra neden olması karşısında önlem olarak, 2010 yılında, ailelerin gerçekleşen ölümle ilgili bilgilendirilmesi uygulamasına geçtiği anlaşılıyor. Bkz. “Sır Gibi Saklanan İstatistik!”, Vatan, 04.05.2012. TSK’nm iki sene öncesine kadar ku­ rum bünyesinde meydana gelen ölümlerle ilgili ailelere bir açıklama yapma yükümlülüğüne girmemiş olmasının altım ayrıca çizmek gerek.

ra “intihar” olarak geçen birçok vakanın oluş biçiminin hay­ li şüpheli olduğunu vurgulamak açısından son derece önem­ li.54 Meselenin can alıcı noktasını ise, intihar olarak adlandırı­ lan birçok vakada hayatım kaybeden askerin etnik ve/veya dinî kimliği oluşturuyor.55 Nitekim, Yılmaz’ın yanıtından kısa bir süre sonra CHP milletvekili Veli Ağbaba’nın Yılmaz’a yönelt­ tiği soru önergesi de, 2011 yılında Maraş’ta askerliğini yapar­ ken şüpheli bir şekilde ölen Eren Özel’in Kürt ve Alevi olma­ sına vurgu yaparak, bakanlığın “nefret suçu” ihtimalini değer­ lendirip değerlendirmediğini sorgulamaktaydı.56 İnsan Hakla­ rı Demeği’nin 28 Haziran 2010 tarihli raporu da şüpheli şekil­ de ölen askerlerin çoğunun Kürt olduğuna dikkat çekmekte.57 Ölen askerlerin etnik ve dinî kimliklerinin önemini göste­ ren bir sembol isim de (iddiaya göre tesadüf eseri) 24 Nisan günü hayatını kaybeden Sevag Balıkçı. Bahkçı’nm ölümüyle il­ gili hâlen devam etmekte olan dava sürecinde ortaya çıkan ba­ zı ayrıntılar TSK bünyesinde gerçekleşen ölüm olaylarını ta­ nımlarken “şüpheli” sıfatına ne denli ihtiyaç olduğunun ka­ nıtı niteliğinde. Örneğin, Balıkçı’nm öldürülmesinin ardın­ dan birbiriyle çelişen iki farklı tutanak tutulduğunun anlaşıl­ 54

Bu konuyla ilgili medyada yer alan haberlerden birkaç örnek için, bkz. “Bir Ga­ rip Asker Ölümü”, 20.10.2011, www.bianet.org, (Erişim tarihi: 21.10.2011); “Hakkari’de tki Askerin Sır Ölümü”, Milliyet, 30.12.2011; “Er Özcan’ı Kim Öl­ dürdü?”, 08.06.2012, www.bianet.org, (Erişim tarihi: 09.06.2012); Efkan Bolaç, “Bir Cinayetin/Intihann Güncesi”, Birgûn, 16.12.2012; “Bir Askerin im ­ kansız İntihan’”, 03.01.2013, www.bianet.org, (Erişim tarihi: 03.01.2013).

55

İsmet Yılmaz’ın yanıtında, bu durumla ilgili olarak alışıldık devlet refleksini yansıtan ifadelere rastlamak mümkün: “Milli Savunma Bakanı, ‘Türk Silahlı Kuvvetleri moral gücünü halkın sevgisinden, vatanına ve milletine olan bağlı­ lığından almaktadır’ dedi. Milli Savunma Bakam, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde görev yapan tüm personelin, etnik köken, din, mezhep aynını yapmadan va­ tan ve millet sevgisi, silah arkadaşlığı duygusuyla hizmet ettiğini ifade ederek, ‘Hiçbir kademe tarafından kesinlikle inancına göre bir tasnif veya aynma tabi tutulmamaktadır’ değerlendirmesini yaptı" (Radikal, 01.03.2012).

56

Önergede, olayın kamuoyuna ilk önce intihar olarak duyurulduğu, ancak son­ rasında “Yozgatlı milliyetçi bir genç" olan Ahmet Aktaş’m Özel’i vurduğu şüp­ hesiyle tutuklandığı vurgulanmış. “Şüpheli Asker Ölümleri Hakkında Soru Önergesi", 19.03.2012, www.bianet.org, (Erişim tarihi: 21.03.2012).

57

“Türk Silahlı Kuvvetleri’nde Meydana Gelen Şüpheli Asker Ölümleri Raporu”, 28.06.2010, http://www.ihd.org.tr/index.php?option=com_content&view=ar ticle&id=2062:turk-silah, (Erişim tarihi: 25.12.2012).

ması58 ve astsubay Sadrettin Ersöz’ün tanıklara, Balıkçı’yı vu­ ran Kıvanç Ağaoğlu lehine ifade vermeleri için telkinde bulun­ duğunun ortaya çıkması,59 bu tip olaylarla ilgili detayları ku­ rumun dışına yansıtmama ve kurum olarak sorumluluk üst­ lenmeme refleksini açıkça ortaya koyuyor. Ayrıca MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, Temmuz 2012’de resmileşen “sivil şehit yasası”nı eleştirirken, “Vefat eden birisinin şehit olabil­ mesi için Müslüman olması mutlak anlamda gereklidir” sözle­ ri60 askerlik sırasında meydana gelen ölümün kültürel yönü­ ne vurgu yaparak Sevag Balıkçı’mn ölümünde bile bir dışlama durumuna işaret ediyor. Tüm bu vakalar ortadayken, Milli Sa­ vunma Bakam’mn şüpheli asker ölümü olmadığı açıklaması­ nın tepki çekmemesi düşünülemezdi. Nitekim, Uğur Kantar’ın babası açıklamanın üstüne, “bu gençlerin neden sivilde değil de askerde intihar ettiği” sorusunu yöneltiyordu.61 TSK’nın ve hükümetin konuyla ilgili bundan sonraki açıklamaları tam da bu eksen üzerinden ilerledi. Şüpheli asker ölümü olmadığı açıklamasından kısa bir sü­ re sonra, İsmet Yılmaz’ın başka bir soru önergesine cevaben, 1990’dan beri 2221 asker intiharı gerçekleştiğini söylemesiy­ le durum netleşmeye başladı.62 Asker Haklan’nm verdiği bilgi­ ye göre, 2012 yılı içinde gerçekleşen intihar sayısı ise 70.63 An­ cak bu veri sadece medyaya yansıyan olaylara ve Asker Hakla­ 58

“Sevag Cinayetinde Mıntıka Temizliği’’, Agos, 02.02.2012.

59

“Sevag Davasında ‘Organize’ İfade”, Agos, 21.12.2012.

60

“Er Sevag’ı Yok Saymak”, Radikal, 28.03.2012.

61

“Aileler Bakana Soruyor: Peki Bizim Oğullarımız Nasıl Öldü?”, 02.03.2012, www.bianet.org, (Erişim tarihi: 03.03.2012).

62

“22 Yılda 2221 Asker İntihar Etti”, 15.05.2012, www.bianet.org, (Erişim ta­ rihi: 20.12.2012). İsmet Yılmaz, BDP milletvekilleri Özdal Üçer ve Hüsamet­ tin Zenderlioglu’nun verdikleri soru önergesine yanıt olarak, 22 yılda top­ lam 3813 asker ve TSK personelinin kaza sonucu ya da intihar ederek yaşamı­ nı yitirdiğini, intihar edenlerin yanı sıra 1602 askerin de çeşitli kazalar sonu­ cu ve “kendini askerliğe elverişsiz hale getirmeye çalışırken” hayatını kaybet­ tiği açıklamasını yaptı. Açıklama bu iki kategori arasındaki rakamsal dağılımı belirtmiyor, ancak askerliklerini bitirmek için kendilerine zarar vermeyi göze alanların sayısı -ölüm le sonuçlanmayan vakalar dahil- ve hikâyeleri üstünde durulması gereken bir konu.

63

http://www.askerhaklari.com/2012-yili-zorunlu-asker-intiharlari

rı’nm internet sitesine yapılan başvurulara dayanıyor ve ger­ çek rakamın bunun çok üstünde olduğu tahmin ediliyor. Ge­ nelkurmayın aylık intihar istatistikleri ile ilgili bilgi edinme ta­ lebine olumsuz yanıt veriyor olması bu açıdan oldukça önem­ li. Olumsuz yanıtın gerekçesi olarak “bunun için özel çalışma gerektiği”nin telaffuz edilmesi ise ayrıca çarpıcı.64 Bu konuda özel bir çalışma yapmayan TSK’nın, durumun ciddiyeti gizle­ nemez hale gelince istatistiklere başvurmasını ilginç bir çelişki olarak not etmek gerekiyor. Genelkurmayın yaptığı açıklama­ da üç önemli nokta bulunuyor. Birincisi, GATA’nın 9 yıllık sü­ reçte intihar vakalarında yarıya yakın bir düşüş tespit etmesi. Buna göre, 2002’de yüz binde 32 olan intihar oranının 2011’de yüz binde 15’e düştüğü görülüyor. İkinci önemli nokta intihar sebepleri ile ilgili. Son dönemdeki intiharların kötü muame­ le ile birlikte ele alınması karşısında TSK kötü muamelenin se­ beplerden yalnızca bir tanesi olduğunu vurgulayarak diğer se­ bepleri -uyuşturucu kullanımı, ailevi sorunlar, aşırı borçlanma vs.- ön plana çıkarıyor.65 Son dikkat çekici nokta ise açıklama­ da yer alan bir ifadede gizli: “Yaş grubu, eğitim seviyesi ve di­ ğer özellikler açısından dikkate alındığında; ülke genelindeki intihar eğilimi ve davranışların, askere alınma ile birlikte Türk milletinin ayrılmaz bir parçası olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nde, görev yaptığı süreye taşındığı görülmektedir”.66 Askerliğin bi­ zatihi kendisinin intihar sebebi olarak algılanmasının önüne geçmeye çalışan açıklama, güncel bir millet-i müsellaha vurgu­ suyla, kışla içi ve dışı arasında bir süreklilik olduğunu, sivil in­ 64

Bu bilgi Asker Haklan’mn kurucusu Tolga İslam ile gerçekleştirilen mülakatta yer alıyor. “Askerlerin İntihar Rakamlarını Devlet Su İşleri mi Verecek?”, Hür­ riyet, 19.02.2012.

65

“Borç, Şiddet, Uyuşturucu”, Radikal, 06.12.2012. Asker intiharlarının bir kıs­ mı sivil yaşamdaki sebeplerle ilgili olsa bile, Avrupa İnsan Haklan Mahke­ mesi kararlannın devletin askerlerin yaşam hakkı üzerindeki sorumluluğu­ na atıf yaptığının altını çizmek gerek. AlHM’nin Türkiye’yi yaşam hakkını ih­ lalden mahkûm eden kararlanyla ilgili olarak bkz., Benan Molu, “AlHM’de Şüpheli Asker İntiharları", 1 5 .1 2 .2 0 1 2 , w w w.bianet.org, (Erişim tarihi: 01.0 1 .2 0 1 3 ) ve “Türkiye Askerde ‘Yaşam Hakkını thlal’den AlHM’de Mah­ kûm”, 11.12.2012, www.bianet.org, (Erişim tarihi: 12.12.2012).

66

Eyüp Can, “Genelkurmay İntiharlar İçin Ne Düşünüyor?”, Radikal, 06.12.2012.

tihar oranları ile asker intihar oranlarının paralel olduğunu be­ lirtiyor. Oysa, Tolga İslam’ın verdiği bilgiye göre, 2011 yılı ra­ kamları asker intiharlarının sivil muadillerinden 2.5 kat fazla olduğunu gösteriyor.67 TSK’nm intiharları önlemek için aldı­ ğı tedbirlerden biri olan “Can Dostu Teşkilatı” uygulaması, so­ runu askerlerin birbirlerine mukayyet olmalarını talep ederek çözme eğilimi taşıması açısından dikkat çekici.68 Bu uygulama­ nın, sorumluluğu kurumun kendisinden diğer askerlere kaydı­ rarak, askerliğin ve militarizmin etkilerinin mercek altına alın­ masını önleyici işlev görme olasılığını gözden kaçırmamak ge­ rekiyor.69 Bu noktada tekrar militarizmin bittiği iddiasının ne derece geçerli olduğu meselesine dönmek gerekiyor. Elbette özetle­ meye çalıştığım tartışmaların birtakım iyileşmeleri beraberin­ de getirdiği yadsınamaz bir gerçek. Yukarıda da bahsi geçen, “disko”larm kaldırılması ve Asker Haklan İnisiyatifi’nin hazır­ ladığı raporun Meclis’te sunulmasıyla birlikte etkisinin artma­ sı ve askerlik sırasında karşılaşılan kötü muamelenin daha çok dillendirilmeye başlaması olumlu gelişmeler arasında sayılma­ lı.70 Bu gelişmelerin yanı sıra, askerliğin cinsiyetçi boyutunun 67

“TSK Asker İntiharlarında Sayıyı Daha Az Göstermek İçin Dezenformasyon mu Yapıyor?”, 18.12.2012, t24.com.tr. (Erişim tarihi: 19.12.2012). Tolga İs­ lam’a göre, TÛ1K verileriyle Milli Savunma Bakanlığı ve TSK verileri arasın­ daki çelişki ya bilinçli bir şekilde dezenformasyon yapıldığını ya da kurumun yanlış bilgilendirildiğini gösteriyor.

68

Pınar Öğünç, “Asker İntiharlarını ‘Can Dostum’ Çözer mi?’’, Radikal, 07.12.2012.

69

Elbette militarizmin etkilerini tartışmanın dışında tutma çabası TSK’ya has de­ ğil. Nedenleri tartışmak yerine biyolojiye müdahalenin tercih edildiğine da­ ir ironik bir örnek, ABD ordusunda artış gösteren intiharları önlemek için bir sprey geliştirilmiş olması. Gazetede yer alan habere göre, spreyin içinde­ ki kimyasal madde, vücutta antidepresan etkisi olan trotropin hormonunun salgılanmasını artırarak intihar düşüncesini ortadan kaldırıyor. Bkz. “İntihan Önleme Spreyi”, Sabah, 28.08.2012.

70

Raporun Meclis’te sunulmasının şikâyet sayısını artırması bekleniyor ki bu da kışlalarda yaşananlann boyutlannın daha net açığa çıkması anlamına geliyor. Ailelerin de bu sürecin önemli bir parçası olduğunu, “ben oğlumu askere da­ yak yesin diye göndermedim” sözlerinin ilgili haberlerde yer almaya başladığı­ nı belirtmek gerek. Askerlik sırasında yaşananlan sorgulamayan tavırda bir kınlma yaşanmaya başladığı görülüyor. Üstelik sorgulamanın geçmişe de uzan­ dığı görülüyor. Asker Haklan’na 1946 yılında babasının gördüğü kötü mua­ mele ile ilgili başvuru yapan kişi bu konuda çarpıcı bir örnek teşkil ediyor.

da, henüz sınırlı bir alanda da olsa, hedef alındığını görmekte­ yiz. Bu konudaki dikkat çekici örneği, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’in girişimi sonucu, kışlada askerlerin eği­ timi sırasında söylenen cinsiyetçi marşlann Genelkurmay Başkanı’nın talimatıyla kaldırılması teşkil ediyor.71 Bu olumlu gelişmelerin artarak devam etmesi için, askerî ve­ sayetin bittiği görüşünün yaygın kabul görmeye başladığım da göz önünde bulundurarak, devletin, özellikle de iktidar parti­ sinin uygulama ve söylemleri üzerinden askerî vesayet ve mi­ litarizm arasındaki ilişkiye biraz daha yakından bakmak el­ zem hale geliyor. Bu bağlamda, öncelikle askerî harcamalar­ daki artışa dikkat çekmek gerek. Rakamlar 2012 yılında Tem­ muz ve Ağustos aylarında yapılan “güvenlik ve savunmaya yö­ nelik mal, malzeme ve hizmet alımları” harcamalarının, yılın ilk altı ayındaki harcama miktarının yaklaşık iki katma çıktığı­ nı gösteriyor.72 Türkiye’nin en fazla askerî harcama yapan ül­ keler arasında 15. sırada olmasına rağmen, silah alımı bütçesi­ nin hâlâ Sayıştay denetimi dışında olması da üstünde durulma­ sı gereken bir nokta.73 Askerî vesayetin bitmesinin doğrudan militarizmin sona erdiği ya da zayıfladığı anlamına gelmediği­ ni gösteren farklı bir örnek, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün TSK’nın 2012 kış tatbikatına ilk kez katılması ve tatbikat sıra­ sında çekilen fotoğrafları sosyal paylaşım sitesinde yayınlama­ sı. AKP ile TSK arasındaki gerilimin krize dönüştüğü noktanın Abdullah Gül’ün de aday olduğu Cumhurbaşkanlığı seçimleri olduğu hatırlanacak olursa, Gül’ün tatbikata katılımının siyasi sembolik anlamı daha açık ortaya çıkmakta.74 Bu noktada, Ah­ met İnsel’in Roboski Katliamı ile birlikte ordunun yeniden ikti­ dar bloğu içindeki yerini aldığı yorumunun altını çizmek gere­ Bkz. “Asker Ölümleri Sır Olmaktan Çıkacak”, Milliyet, 07.12.2012. 71

“‘Yaylalar...’ Emekli Oldu”, Sabah, 27.02.2012.

72

Çiğdem Toker, “Güvenlik Harcamalarındaki Artış Korkunç”, Akşam, 23.09.2012.

73

“Silahlanmayı Vergilerimizle Fonluyoruz Ama Denetleyemiyoruz”, 12.04.2012, www.bianet.org, (Erişim tarihi: 26.05.2012).

74

Murat Yetkin, “Bir Askeri Tatbikatın Siyasi Önemi”, Radikal, 25.02.2012. 27 Nisan e-muhtırasının Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Abdullah Gül’ün en yüksek oyu aldığı ilk turun sonunda verildiğini de hatırlamak gerek.

kiyor.75 Bu gelişmelerden çıkarılacak sonuç, sivilleşme hamle­ sinin esas olarak militarizmi hedeflemekten ziyade, sivil iktidar ve asker arasındaki güç dengesindeki dağılımın, sivil iktidar le­ hine yeniden düzenlenmesi yönünde bir seyir izlediği. Bu fikri destekleyen en net örneklerden biri, yukarıda da bahsi geçen, militarist unsurların ders kitaplarında hâlâ önem­ li ölçüde yer aldığını ortaya çıkaran araştırma.76 İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nün yürüttüğü proje, 2005 müf­ redat reformu öncesine nazaran azalmakla birlikte, ders kitap­ larında hâlâ Türklerin asker-millet oldukları, askerliğe ve or­ duya dair değerlerin kutsal görüldüğü, bu bağlamda şiddetin normalleştirildiği ile ilgili örnekler olduğunu ortaya koyuyor. Bunun yanı sıra, 2011 yılı sonlarında gündeme gelen bedelli as­ kerlik ve vicdani retle ilgili tartışmalar sırasında hükümet yet­ kilileri tarafından sarfedilen sözler, militarist dilden ve zihni­ yetten kurtulmanın kolay olmadığının göstergesi niteliğinde. Örneğin, Milli Savunma Bakam’nın, vicdani reddin hüküme­ tin gündeminde olmadığı açıklamasıyla birlikte sarfettiği “Tür­ kiye’de zorunlu askerlik var, olacak. Hiçbir sıkıntı da yok” söz­ leri bu alanda bir değişiklik olasılığının hâlihazırda düşük ol­ duğunu gösteriyor.77 2012 yılı sonunda hazırlanan 4. Yargı Paketi’nin içinde yer alması beklenen vicdani ret düzenlemesinin AKP, CHP ve MHP’nin itirazları yüzünden paketten çıkarılmış olması da bu açıdan önemli bir gelişme olarak kaydedilmeli.78 Bu noktada, Mehmet Tarhan’ın vicdani ret hakkı yasal olarak tanınsa da fazla sayıda vicdani retçi çıkmayacağını, bunun ne­ deninin de “mahalle baskısı” olduğunu belirtmesi altı çizilme­ si gereken bir nokta.79 Militarizmin mercek altına alınması tam da mahalle baskısının bileşenlerinin çözümlenmesini, milita­ rist değerlerin hayatın hangi alanlarına sirayet ettiğini incele­ 75

Ahmet lnsel, “Otoriter Kuşatma Yılı”, Radikal İki, 30.12.2012.

76

“Ders Kitaplarında Militarizm”, a.g.y.

77

“Milli Savunma Bakanı: Vicdani Red Gündemimizde Yok”, 21.11.2011, marksist.org, (Erişim tarihi: 21.11.2011).

78

“Vicdani Ret 4. Yargı Paketinden Çıktı”, 25.12.2012, www.ntvmsnbc.com, (Erişim tarihi: 26.12.2012).

79

Pınar Öğünç, “Mahalle Baskısı Ne Olacak?”, Radikal, 16.11.2011.

meyi gerektiriyor. Derlemenin amacı da bu çözümleme faaliye­ tine katkı sunmak. Bu noktada derlemeyi oluşturan makalele­ rin içeriğinden kısaca bahsetmek gerekmekte. *

*

Derlemenin ilk beş makalesi, doğrudan ya da dolaylı olarak, Türkiye militarizminin temel kavramı olan “asker/ordu-millet” merkezli konulan tarihsel bir izlek takip ederek inceliyor. Ma­ kaleler, Geç Osmanlı modernleşmesinden Cumhuriyet’in için­ de bulunduğumuz son dönemine kadar geçen süreçte farklı dö­ nemlere odaklanarak, asker-millet kavramının yaratılması ve yeniden üretilmesi sürecine aracılık eden söylem ve pratikler­ den örnekleri ve kavramın toplumsal, kültürel ve siyasi alan­ lardaki bazı kullanımlarını analiz ediyor. Derlemenin ilk ma­ kalesinde Yaşar Tolga Cora, “Asker-Vatandaşlar ve Kahraman Erkekler: Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Dönemle­ rinde Beden Terbiyesi Aracılığıyla İdeal Erkekliğin Kurgulan­ ması” başlığı altında, II. Meşrutiyet dönemi beden politikala­ rında merkezî öneme sahip olan beden terbiyesi uygulamaları­ nı ve bu uygulamalann işaret ettiği erken dönem ulus-devletin ideal erkeklik tanımlamasını ele alıyor. Cora, Avrupa’daki ör­ neklerden ilhamla oluşturulan beden eğitimi ve izcilik uygula­ malarının, “asker-millet”in temelinde yatan değerleri aktarmak ve yaygınlaştırmak için kullanıldığını ve bu değerlerden, o dö­ nemde yeni bir uygulama olan zorunlu askerliği kitlelere kabul ettirmek için faydalamldığım ortaya koyuyor. Cora’nın da vurguladığı üzere, Cumhuriyet ideolojisi II. Meşrutiyet döneminde temelleri atılan militarist milliyetçilik ve erkeklikle ilgili söylemleri devralmış ve bazı farklılıklarla da olsa sürdürmüştür. Güven Gürkan Öztan “Türkiye’de Mil­ li Kimlik İnşası Sürecinde Militarist Eğilimler ve Tesirleri” baş­ lıklı makalesinde bu tarihsel sürekliliği takip ederek, ordu-millet mitinin milli kimlik yaratma sürecindeki kritik rolüne dik­ kat çekiyor. Dönemin resmî ve popüler milliyetçiliğinden ör­ nekler sunan metinler üzerinden, askerliğe ve orduya atfedilen özellikleri serimleyen Öztan, milli kimliğe içkin ideal toplum­

sal cinsiyet rollerinin, kentlilik-taşralılık zıtlığına da denk dü­ şecek şekilde, militarizmden ne ölçüde beslendiğini gösteriyor. Öztan’ın incelediği geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemlerinde oluşturulan milliyetçi-militarist ideolojinin, 1950’lerin başında gerçekleşen Kore Savaşı aracılığıyla yeni­ den kurulduğu görülüyor. Türkiye’de önemli bir siyasi ve top­ lumsal dönüşümün yaşandığı bu dönemde, Kore Savaşı ile ye­ niden canlanan ve savaş sonrasında da etkisini sürdüren milita­ rizmin, popüler kültür alanındaki yansımasını gösteren bir ör­ neğin analizi, Tebessüm Öztan’m “Bir ‘Aşkınlık’ Anlatısı Ola­ rak Şimal Yıldızı” başlıklı makalesini oluşturuyor. Öztan, 1954 tarihli Şimal Yıldızı isimli filmi, Soğuk Savaş döneminde Yeşilçam’m toplumun militarizasyonuna olan katkısının bir örne­ ği olarak mercek altına alıyor ve döneme damgasını vuran ve filmin de merkezinde yer alan “komünizmle savaş” temasının cinsiyet kodlarıyla yüklü olduğuna dikkat çekiyor. Öztan Şi­ mal Yıldızı’nı, hâkim değerlerini komünizm tehdidi altında his­ seden Türk milliyetçiliğinin, bu tehdit algısıyla baş etme yön­ temi olarak militarist değerleri ve hegemonik cinsiyet kodlarını pekiştirme çabasının bir örneği olarak okuyor. Şafak Aykaç’ın makalesi, “Şehitlik ve Türkiye’de Militariz­ min Yeniden Üretimi: 1990-1999” başlığını taşıyor ve militariz­ min bir diğer yeniden üretim sürecine - 1990’lı yıllara odakla­ narak, şehitlik fenomeninin yükselişini konu ediniyor. PKK ile yaşanan çatışmaların bu en şiddetli döneminde, hayatını kay­ beden asker sayısındaki artışın, yurttaşların devlet politikaları­ na olan desteğini yeniden tesis etme ihtiyacı doğurduğuna dik­ kat çeken Aykaç, şehitliklerin düzenlenmesi ve kitlelerin katıl­ dığı şehit cenazelerinin bu amaçla ön plana çıkarıldığı tespitin­ de bulunuyor. Böylelikle kendisine yüklenen tarihdışılık özel­ liğinden sıyrılan şehitlik kavramı, Aykaç’ın makalesinde, dev­ letin ve TSK’nm bu netameli konuda toplumsal tepkiyi yönet­ me biçiminin bir örneği olarak tartışılıyor. TSK’nın bu etkinliğe sahip olmasının en temel koşullarından birinin, zorunlu askerlik uygulaması olduğu, Murat Belge’nin “Askerin Önemini Öğretmek ya da Türkiye’de Profesyonel Or­

dunun İmkânsızlığı Üzerine” başlıklı makalesinde ön plana çı­ kan nokta. 2010 yılında gündeme gelen profesyonel ordu sis­ temine geçişin mümkün olup olmadığı sorusuna yanıt arayan Belge, zorunlu askerliğin en önemli işlevinin erkek yurttaşlara “ordunun önemini öğretme” ve dolayısıyla TSK’nın siyasetteki ağırlığını meşrulaştırma olduğunun altını çiziyor. Buradan ha­ reketle, Belge, asker-millet mitini kökten değiştirme potansiye­ line haiz bu sistem değişikliğinin gerçekleşmesini, TSK’nm bu ayrıcalıklı konumdan vazgeçme isteksizliğinden dem vurarak, olası görmediği sonucuna varıyor. Ulus-devletin Silahlı Kuvvetlerin ve ideolojisinin belirleyici rolünü merkeze alan yazıların ardından gelen üç makale, odak noktasını askerliğe, özellikle de kışla deneyimlerine kaydırıyor. Banş Çoban’m, kendi zorunlu askerlik deneyiminden yola çıkan, “Gösteri İktidarı ve Militarist Erkeklik” başlıklı makalesi, milita­ rist iktidarın işleyişine dair kavramsal bir çerçeve sunuyor. Zo­ runlu askerliği, tektipleştirici bir disiplin süreci ve şiddet temel­ li bir özneleştirme çabası olarak ele alan Çoban, militarist iktidar mekanizmasını anlamlandırmak için “gösteri iktidarı” kavramı­ na başvuruyor. Çoban’ın vurguladığı üzere, kısaca “iktidarın gö­ zünün denetimi” olarak tanımlanabilecek gösteri iktidarının en önemli işlevlerinden biri, askerlik içindeki çelişkileri ve askerle­ rin oluşturduğu topluluğun içindeki parçalılığı örtmek. Çoban’m altını çizdiği bu nokta, askerlikle ilgili, kışla içi ve dışına dair etnografik verinin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor, ki sırada­ ki iki makale tam da bu ihtiyacı karşılayan nitelikte. Ayşe Gül Altınay’m “‘Askerlik Yapmayana Adam Denmez’: Zorunlu Askerlik, Erkeklik ve Vatandaşlık” başlıklı makalesi, disipline edici bir pratik olarak zorunlu askerliğe ve bu pratiğin eğitimle ilişkisine dair kapsamlı bir bakış sunuyor. Altınay, di­ sipline etmeyi, millileştirme ve erkekleştirme işlevleriyle birlik­ te ele alıyor ve zorunlu askerlik bağlamında disiplinin hem mil­ liyetçi militarist ideolojiyi benimsetme hem de kapitalist eko­ nominin gereksinimi olan üretken ve yararlı vatandaşlar yetiş­ tirme amacına karşılık geldiğini gösteriyor. Eğitimin, zorunlu askerlikle birlikte millileştirilmiş disiplinin başlıca iki kurumu-

nu oluşturduğuna dikkat çeken Altınay, Türkiye’de “milli eği­ timin” toplumun militarizasyonunu sağlayacak şekilde kurgu­ lanmasının, buna karşılık olarak, zorunlu askerliğin de bir eği­ tim aracı olarak kullanılmasının tarihini ele alıyor. Vatandaş­ ların disipline edilmesi ve eğitilmeleri sürecinin temel unsu­ ru şüphesiz toplumsal cinsiyet. Altınay’ın makalesinde yer alan mülakatlar, askerliğin içinde birçok çelişkiyi de barındıran bir “adam olma” süreci olarak tarif edildiğini gösteriyor. Altmay aynca 1990’larda artan şiddet ve çatışmalarla birlikte askerliğin kültürden ayrıştırıldığı ve savaş ve siyasetle ilişkilendirildiği yeni bir sürecin başladığına, vicdani ret ve LGBT muhalefetinin de bu yeni sürecin önemli unsurları olduğuna dikkat çekiyor. Ömer Turan’m “‘Esas Duruş!’: Kışla Deneyimleri ya da Tür­ kiye’de Zorunlu Askerliğin Antropolojisi” başlığını taşıyan kap­ samlı makalesi, derinlemesine görüşmelerin yanı sıra, kendi zo­ runlu askerlik deneyimine de dayanan etnografik bir çalışma olması açısından bir ilk olma özelliği taşıyor. Turan’m makale­ si, çatışma bölgelerinin dışında kalan kışlalarda yaşanan sıradan askerlik deneyimlerine odaklanarak, kışlanın ne derece ideolo­ jik bir mekân olarak ele alınabileceği sorusuna yanıt arıyor. Zo­ runlu askerlikle ilgili uygulamalar açısından kışlalar arasında azımsanmayacak ölçüde farklılıklar ve belirsizlikler olduğu tes­ pitinde bulunan Turan, bunlarla ilgili çok sayıda özgün örnek sunuyor. Turan, Ayşe Gül Altınay’dan farklı olarak, kışla içi di­ siplin meselesini ele alıyor ve mutlak disiplinin söz konusu ol­ madığını ortaya koyuyor. Turan buradan hareketle, çoğunluk­ la düşünülenin aksine, zorunlu askerliğin dar anlamda bir ideo­ loji benimsetme ve tektipleştirme mekanizması olarak işlemedi­ ğini, bunun yerine, ideolojinin militarist kültürle hemhâl olmuş halinin yaygınlaştırıldığı bir mecra olduğunu savunarak, mili­ tarist kültürün milliyetçi ve cinsiyetçi unsurlarını çözümlüyor. Bundan sonraki dört makale, zorunlu askerlik yine merkez­ de olmak üzere, kışlanın dışına bakıyor ve militarist ideolojinin çeperinde konumlandırılan üç gruba - asker annelerine, erkek eşcinsellere ve gazilere odaklanıyor. Bu gruptaki ilk makale, Se­ nem Kaptan’ın “Çatlakların Gölgesinde Militarizm: Türkiye’de

Askerlik, Annelik ve Toplumsal Cinsiyet” başlıklı çalışma­ sı. Kaptan, askerliğin yalnızca erkekler için zorunlu olmasının kadınların tamamen dışarıda bırakılması anlamına gelmediği, belli kimlikler aracılığıyla militarist ideolojiye dahil edildikle­ rini hatırlatarak, bu kimliklerin en önemlilerinden biri olan as­ ker anneliğine bakıyor ve ne şehit anneleri gibi yüceltilen ne de Barış Anneleri örneğinde olduğu gibi ötekileştirilen “sıra­ dan” annelerin deneyimlerini ele alıyor. Kaptan, zorunlu asker­ lik uygulamasının sürdürülmesinde annelerin rızasının ve des­ tekleyici tutumunun militarist ideoloji için ne denli önemli ol­ duğunu ve bunun örneklerinin görüşme yaptığı annelerin ifa­ delerinde de yer aldığını gösteriyor. Ancak bir yandan da anne­ lerin askerliği anlamlandırmadaki çelişkilerini, kaygı ve korku gibi duygularını ve sorgulamalarını ortaya çıkararak, kışlanın içi nasıl tutarlı bir bütünlük oluşturmuyorsa, dışarıda da yek­ pare bir desteğin var olmadığını “çatlak” kavramına başvurarak açıklıyor. Kaptan’ın son olarak değindiği, “çatlak”lann örgüt­ lü bir militarizm karşıtı harekete dönüşme potansiyeli ile ilgili mesele daha kapsamlı tartışmalar için zemin sunuyor. Alp Biricik’in “7. Ok - Militarizm: Vatandaşlık, Borçluluk ve Çürükleştirmek Üzerine” başlıklı makalesi, eşcinsel erkeklerin zorunlu askerlikten muaf tutulmak için almak zorunda olduk­ ları “çürük raporu”nu vatandaşlık ve “vatan borcu” kavramla­ rı bağlamında ele alıyor. Biricik, militarizmi Kemalist ideolo­ jinin Altı Ok’una ilave ederek, militarist kavram ve değerlerin ulus-devletin ideal erkek vatandaş kurgusunda merkezî bir ko­ numa sahip olduğuna dikkat çekiyor. Bu bağlamda, zorunlu as­ kerlik hizmetinin “erkeklerin hesabına kesilen bir borç” oldu­ ğunu vurgulayan Biricik, çürük raporu alarak askerlikten muaf olmanın, borçtan da tam olarak muaf olmak anlamına gelmedi­ ğini, rapor alanların, özellikle çalışma hayatında bu borcun be­ delini ödemeye devam ettiklerini ortaya koyuyor. Biricik, tam da ilgili kanun, yönetmelik ve mevzuatlardan çürük ifadesinin kaldırılmasına yönelik bir teklif verilmişken,80 “çürükleştirme” 80

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’mn Başbakanlık’a gönderdiği söz konusu kanun teklifi, “çürük” yerine “askerliğe elverişli olmayan” ifadesinin kullaml-

kavramım ön plana çıkararak, militarizm-heteronormativite ilişkisine dikkat çekerek, “çürük”ün bir kelime tercihi olmanın ötesinde bir anlam ifade ettiğini gösteriyor. Militarist ideolojinin en kırılgan noktalarından biri olan ga­ zilerle ilgili ilk makale, Nurseli Yeşim Sünbüloğlu’nun “Mili­ tarist Ezberi Tahkim Etmek: Basındaki Temsilleri Üzerinden Kore, Kıbrıs ve Güneydoğu Gazileri” başlıklı çalışması. Sünbüloğlu, Cumhuriyet Türkiyesi’nin dahil olduğu üç savaş/ça­ tışma -Kore Savaşı, Kıbrıs Harekâtı ve Güneydoğu’da yaşanan çatışmalar- ile ilgili bir dizi gazete haberi örneğinden yola çı­ karak, gazilerin bu haberlerde nasıl bir bağlamda yer aldıkları­ nı inceliyor. Sünbüloğlu’nun makalesi, “gazi” kavramının sabit bir gösteren olmadığını, her bir savaşa/çatışmaya yüklenen an­ lam çerçevesinde gazilik kavramının medyadaki kullanımının da değişikliğe uğradığını vurguluyor. Bu bağlamda, sakat asker bedeninin militarist ideoloji için en sorunlu unsurların başın­ da geldiğini hatırlatan Sünbüloğlu, bu nedenle asker sakatlığı­ nın gazete haberlerinde çeşitli stratejilerle görünmezleştirildiğini ortaya koyuyor. Güneydoğu gazileriyle ilgili yapılmış ilk çalışmanın81 sahibi Salih Can Açıksöz’ün makalesi “Kürt Sorunu Bağlamında Gazi­ liğin Vücuda Gelişi: Egemenlik, Erkeklik ve Sakatlık” başlığını taşıyor ve ve özellikle son on beş yıllık sürece odaklanarak ga­ zi kavramına tarihsel süreçte hangi anlamların yüklendiğini ve gaziliğin yasal olarak nasıl tarif edildiğini çözümlüyor. Bu sü­ reçteki değişiklikleri, “gaziliğin yeniden bulunuşu” olarak tarif ettiği kavram üzerinden takip eden Açıksöz, bu yeniden buluş­ ların asker sakatlığının yarattığı egemenlik ve erkeklik krizleri­ ne karşılık olarak ortaya çıktığını savunuyor. Açıksöz, gazilerin sakatlığının, milliyetçi militarist ideolojiyi pekiştirecek şekilde bir “kurbanlık anlatısı” -askerlerin vatan için uzuvlarını kur­ ban etmeleri- aracılığıyla anlamlandırıldığım ortaya koyuyor. masını öneriyor. Bkz. “Çürük Yerine Elverişsiz Sakat Yerine Engelli”, Sabah, 16.11.2012. 81

Salih Can Açıksöz, Sacrificial Limbs o f Sovereignty: Disabled Veterans, Mascu­ linity and Nationalist Politics in Turkey, The University of Texas at Austin, ya­ yımlanmamış doktora tezi, 2011.

Açıksöz’ün etnografik çalışmaya dayalı makalesi, sakat gazile­ rin gündelik yaşam deneyimlerine dair örnekleri de ele alarak, gaziliğin milliyetçi militarist çerçevenin dışına taşan anlamları­ nın ortaya çıkmasını sağlıyor. Derlemenin son üç makalesi, doğrudan askerlikle ya da asker-millet mitiyle ilgili konuları değil, milliyetçilik, militarizm ve erkekliğin kesişiminde duran kavram, yargı ve değerlerin farklı alanlara sirayet etmiş hallerini ele alıyor. Tanıl Bora, Nazan Üstündağ ve Arus Yumul’un makaleleri sayesinde, bir yan­ dan bu kavram, yargı ve değerlerin ne şekillerde doğallaştırıldıklarını ve normalleştirildiklerini, diğer yandan da bunların sosyal, kültürel ve politik hayatın çeşitli alanlarında nasıl be­ lirleyici ve kurucu bir işleve sahip olduğunu görmek müm­ kün hale geliyor. Bu üç makalenin bir ortak noktası da cinselli­ ğin milliyetçi militarist kodlar aracılığıyla düzenlenmesine dair farklı alanlardan örnekleri barındırıyor olması. Tanıl Bora’nın “Futbolda Erkeklik, Militarizm, Milliyetçilik: Tek Kale” başlıklı makalesi, futbolun militarizm, milliyetçilik ve hâkim erkeklik kodlarıyla yüklü veçhelerini ele alıyor. Bun­ lardan biri, Bora’nın Türkiye’den ve diğer farklı ülkelerden ver­ diği örneklerle ortaya koyduğu üzere, futbol karşılaşmalarının, savaş, çatışma ya da politik gerginliğin tarafları arasında bir he­ saplaşma arenası haline dönüşmesi. Bora, bunun yer yer olduk­ ça sertleşen milliyetçi ve maçist eril bir dil aracılığıyla ve cin­ selliği tahakküm aracı olarak gören bir anlayışla gerçekleştiği­ ni vurgulayarak, farklı tarihsel dönemlerden örneklerle futbo­ lun militaristleştirilmesi süreçlerine bakıyor. Bora ayrıca, fut­ bolun savaş bağlamı dışında da milliyetçi ötekileştiriciliğin sah­ nesi haline gelebildiğini ve bunlardan bağımsız olarak, hâkim erkekliğin sınırlarım belirleyen bir işlevi de olduğunu, sınıfsal farklara da değinerek açıklıyor. Makalesinde kadınların ve di­ şil olanın bu çerçeveye hangi biçimlerde dahil edildiğini de or­ taya koyan Bora, futbolun yalnızca bu resimden ibaret olmadı­ ğını ve “egemenlere karşı sınırlan aşma” potansiyeli taşıdığını, alternatif taraftarlık kültürünün ve farklı erkeklik biçimlerinin varlığına dikkat çekerek vurguluyor.

Nazan Üstündağ, “Pornografik Devlet - Erotik Direniş: Kürt Erkek Bedenlerinin Genel Ekonomisi” başlıklı makalesinde, “ataerkil devletin cinselleşmiş iktidarTnın, erkek bedeni özelin­ de, Kürt kimliğini inşa etme sürecini ele alıyor. Cinsellik alanı­ nın siyaset ve toplumsallığın inşasındaki önemini hatırlatan Üs­ tündağ, bu bağlamda pornografik ve erotik arasındaki ayrıma dikkat çekiyor. Buna göre, pornografi modem devletin iktidar kurma biçimini, erotik ise egemen karşısında kurulan bir konu­ mu -çoğul yaşamlar içinde tutku ve aşkla müşterek bir siyaset yapma ve eyleme biçimini- ifade ediyor. Üstündağ, feda kavra­ mını merkeze oturtarak, ilk önce Diyarbakır Cezaevi ve burada üretilen iki uç erkeklik tipi - “kahraman şehit” ve “itirafçı”- ve Abdullah Öcalan örnekleri üzerinden devletin pornografik ikti­ darının işleyişini ortaya koyuyor. Ardından, bu iktidarın nesne­ si olan maddi ve sembolik Kürt erkek bedeninin, özellikle “taş atan” Kürt çocuklarına odaklanarak, Kürtler tarafından ne şe­ kilde direnişin mecrası haline getirildiğini açıklıyor. Derlemenin son makalesinde, Arus Yumul, “Rojin’i Dağa Kaldırmak ya da Militarizm, Kadın ve Mizah” başlığı altında, Serdar Turgut’un 2009 yılında yazdığı bir yazıyı merkeze ala­ rak, savaş, iktidar, cinsellik ve mizah ilişkilerini inceliyor. Tur­ gut’un, Kürt Açılımı adı verilen sürecin en kritik noktaların­ dan biri olan “Habur 01ayı”na82 karşılık kaleme aldığı yazıdaki Rojin’e yönelik cinsiyetçi ifadeleri inceleyen Yumul, bu ifade­ lerin militarizmin fallik ideolojisini açıkça yansıttığını gösteri­ yor. Yumul, milliyetçiliğin cinselliği belli bir şekilde düzenledi­ ğine ve kadın bedeninin, özellikle de etnik anlamda “öteki” ka­ dın bedeninin, bu düzenleme içindeki hedef konumuna vurgu yaparak, Turgut’un yazısını ve ona destek olmak amacıyla ya­ zılan yazıların dilini bu çerçevede çözümlüyor. Yumul ayrıca, Turgut’un yazısının, absürd mizah olarak anlaşılması gerekti­ ği düşüncesini de sorgulayarak, egemenlerin söylem ve eylem­ 82

“Habur Olayı”, AKP hükümetinin 2009 yılı ortalarında netleştirmeye başladı­ ğı, önce Kürt Açılımı, ardından Demokratik Açılım olarak adlandırdığı süre­ cin bir parçası olarak, Abdullah Öcalan’ın çağrısı ile Kandil ve Mahmur kamp­ larından gelen PKIChlan karşılama törenlerinin Türk kamuoyunda “PKK’nın gövde gösterisi" olarak algılanmasını ifade ediyor.

lerini meşrulaştırma amacı taşıyan “mizah”ına karşılık, siya­ si ifade olanaklarından yoksun bırakılmış kesimlerin “isyankâr mizah”mı savunuyor. Son söz olarak, Türkiye’de asker-sivil ilişkileri, askerî vesa­ yet ve militarizmle ilgili tartışmaların genişleyerek devam ede­ ceğini söylemek mümkün görünüyor. Bu süreç militarizm, mil­ liyetçilik ve toplumsal cinsiyet ilişkileri üzerinden tanımlanan birçok yargının, değerin ve pratiğin de yeniden tanımlanması­ nı gerektirecek. Bu çerçevede, toplumsal, kültürel ve siyasi ha­ yatı bu denli geniş bir şekilde kaplamış, yer yer içine işlemiş bir ilişkiler bütününün etkisinin azalması hangi alanlarda boşluk­ lar yaratır ve bu boşluklar militarizm, milliyetçilik ve cinsiyetçilikten uzak hangi söylem ve pratiklerle doldurulabilir sorula­ rı önem kazanacak. Bu derlemenin bu sorulara verilecek yanıt­ lara katkı sağlaması dileğimi dile getirmek isterim. Tam anlamıyla kolektif bir çabanın ürünü olan bu derleme­ ye makaleleriyle katkıda bulunanlar, çok titiz bir çalışma yü­ rütmekle kalmayıp, bu çalışmaya olan desteklerini defalar­ ca dile getirerek bana güç verdiler. Bu nedenle herkese teşek­ kür borçluyum. Bu derleme varlığını her şeyden önce Barış Çoban’a borçlu. Bu çerçevede bir derleme yapmak fikrini ortaya attığı, beni bu işe dahil ettiği ve sürekli teşvik ettiği için Banş’a çok teşekkür ederim. Bu derlemenin hazırlanması, olması ge­ rekenden çok daha uzun bir zamana yayıldı. Bu süreçte sabrı­ nı ve nezaketini esirgemeyen Tanıl Bora’ya teşekkür etmek is­ terim. Ömer Turan, en başından beri yorumlarını ve önerileri­ ni cömertçe paylaşarak bu çalışmaya büyük destek oldu. Derle­ meye çok emeği geçen Ömer’e çok teşekkür ederim. KAYNAKÇA Açıksöz, S. C. (2011) Sacrificial Limbs o f Sovereignty: Disabled Veterans, Masculi­ nity and Nationalist Politics in Turkey, The University of Texas at Austin, yayım­ lanmamış doktora tezi. Akgül, Ç. (2011) Militarizmin Cinsiyetçi Suretleri: Devlet, Ordu ve Toplumsal Cinsi­ yet, Ankara: Dipnot Yayınlan. Altınay, A. G. (2004) The Myth o f the Military Nation: Militarism, Gender, and Edu­ cation in Turkey, New York: Palgrave Macmillan.

Altınay, A. G. (2007) “Militarizm”, Kavram Sözlüğü I: Söylem ve Gerçek, der. F. Baş­ kaya, Ankara: Özgür Üniversite Kitaplığı, 351-366. Altmay, A. G. ve T. Bora (2002) “Ordu, Militarizm ve Milliyetçilik”, Milliyetçilik: M odem Türkiye'de Siyasi Düşünce, Cilt 4, der. T. Bora, tstanbul: İletişim Yayın­ lan, 140-154. Biricik, A. (2006) Diagnosis... Extremely Homosexual: (Re)Constructing Hegemonic Masculinity Through M ilitarized M edical Discourse in Turkey, yayımlanmamış yüksek lisans tezi, Central European University. Biricik, A. (2008) ‘“Erkek Adam’ Söylemini Bozmak Üzerine: Türkiye’de Toplum­ sal Cinsiyet Sisteminin Resmi Söylem Üzerinden Kurgulanması”, Cinsiyet Hal­ leri: Türkiye’de Toplumsal Cinsiyetin Kesişim Sınırlan, der. N. Mutluer, İstanbul: Varlık Yayınlan, 232-246. Biricik, A. (2008) “Çürük Raporu ve Türkiye’de Hegemonik Erkekliğin Yeniden İnşası”, Çarklardaki Kum: Vicdani Red, Düşünsel Kaynaklar ve Deneyimler, der. Ö. H. Çınar ve C. Üsterci, İstanbul: İletişim Yayınlan, 143-149. Cohler, D. (2010) “Fireman Fetishes and Drag King Dreams: Queer Responses to September 11”, Gender, War, and Militarism: Feminist Perspectives, der. L. Sjoberg ve S. Via, Santa Barbara; Denver; Oxford: Praeger, 219-230. Enloe, C. (1987) “Feminists Thinking About War, Militarism, and Peace”, Analy­ zing Gender: A Handbook o f Social Science Research, der. B. B. Hess ve M. M. Ferree, Londra; Newbury Park; Yeni Delhi: Sage Publications, 526-547. Home, J. (2004) “Masculinity in Politics and War in the Age of Nation-States and World Wars, 1850-1950”, Masculinities in Politics and War: Gendering M odem History, der. S. Dudink, K. Hagemann ve J . Tosh, Manchester; New York: Man­ chester University Press, 22-40. Jeffords, S. (1989) The Remasculinization o f America: Gender and the Vietnam War, Bloomington: Indiana University Press. Mater, N. (1999) Mehmedin Kitabı: Güneydoğu’da Savaşmış A skerler Anlatıyor, İs­ tanbul: Metis Yayınlan. Mosse, G. L. (1990) Fallen Soldiers: Reshaping the Memory o f the World Wars, New York; Oxford: Oxford University Press. Mosse, G. L. (1998) The Image o f Manhood: The Creation o f M odem Masculinity, New York; Oxford: Oxford University Press. Nagel, J. (2009) “Erkeklik ve Milliyetçilik: Ulusun İnşasında Toplumsal Cinsiyet ve Cinsellik”, Vatan Millet Kadınlar, der. A. G. Altmay, İstanbul: İletişim Ya­ yınlan. Sancar, S. (2009) E rkeklik: im kânsız iktidar, Ailede, Piyasada ve S okakta Erkekler, İstanbul: Metis Yayınlan. Selek, P. (2008) Sürüne Sürüne E rkek Olmak, İstanbul: İletişim Yayınlan. Sjoberg, L. ve S. Via (2 010) “Introduction”, Gender, War, and M ilitarism: Fem i­ nist Perspectives, der. L. Sjoberg ve S. Via, Santa Barbara; Denver; Oxford: Pra­ eger, 1-13. Sinclair-W ebb, E. (2 0 0 0 ) ‘“Our Bülent Is Now a Commando’: Military Service and Manhood in Turkey”, Imagined Masculinities: Male Identity and Culture in the M odem Middle East, der. M. Ghoussoub ve E. Sinclair-Webb, Londra: Saqi Books.

Şen, S. (2011) “Silahlı Kuvvetler Milliyetçilik İlişkisi”, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Toplum Mühendisliği, İstanbul: Su Yayınlan, 111-158. Ünder, H. (2001) “Goltz, Milleti Müsellaha ve Kemalizmdeki Spartan Öğeler", Ta­ rih ve Toplum, Cilt 35, No. 206, 45-54.

Asker-Vatandaşlar ve Kahraman Erkekler: Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Dönemlerinde Beden Terbiyesi Aracılığıyla İdeal Erkekliğin Kurgulanması* Y aşar To lg a C

ora

1908 Meşrutiyet Devrimi’nin Cumhuriyet Türkiyesi’ne siya­ sal, kültürel ve toplumsal alanlarda birçok miras bıraktığı ve bu dönemdeki gelişmelerin günümüzde yaşamakta ve tartış­ makta olduğumuz sorunları anlamak için incelenmesi gerekti­ ği gerçektir. Bu açıdan bakıldığında bu kitapta irdelenen Tür­ kiye’de militarizm, milliyetçilik ve erkeklik arasındaki çeşitli ilişkilerin temellerinin aşağıda gösterileceği gibi yine II. Meş­ rutiyet Dönemi’nde (1908-1918) atıldığını görmek mümkün­ dür. İttihat ve Terakki yönetimindeki bazı milliyetçi aktörle­ rin projeleri Balkan Savaşlan’nın (1912-1913) ve Birinci Dün­ ya Savaşı’nm (1914-1918) getirdiği savaş ortamında ve sefer(*) Bu çalışma, yazarın Constructing and Mobilizing the “Nation" through Sports: State, Physical Education and Nationalism under the Young Turk Rule (19081918) [‘Millet’in Spor Aracılığıyla İnşası ve Seferber Edilmesi: 11. Meşrutiyet Dönemi’nde Devlet, Beden Terbiyesi ve Milliyetçilik (1908-1918)), (Central European University, 2006) başlıklı yüksek lisans tezine dayanılarak hazırlan­ mıştır. Aynı konu hakkında Sanem Yamak Ateş’in A sker Evlatlar Yetiştirmek: II. Meşrutiyet Dönemi’nde Beden Terbiyesi, Askeri Talim ve Param iliter Gençlik Örgütleri (İstanbul: İletişim Yayınlan, 2012) adlı çalışması, bu makalenin bası­ ma hazırlanmasından sonra yayımlandığından kaynak olarak değerlendirme­ ye alınamamıştır. Değerli yorum ve eleştirileriyle bu metnin son halini almasına katkıda bu­ lunan Mehmet Beşikçi ve Cihangir Gündoğdu’ya teşekkür ederim. Metindeki mevcut hatalar tabii ki yazann kendisine aittir. [Y.T.C.]

berlik gibi uygulamalar sırasında sınama tahtasına koyulmuş, bazen çeşitli devlet aygıtlarınca desteklenen “zorunlu” bir ted­ bir bazen de şahısların beceri ve hırslarına kalmış projeler ola­ rak Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde uygulamaya koyulmuşlardır. Bugün başta Ermeni Tehciri olmak üzere bu projelerin daha açık bir biçimde tartışılabilmesi bizi bu dönem­ deki başka toplumsal projeleri de sorgulamaya ve onlarla ilgi­ li daha farklı sorular sormaya itmektedir. Bu sorgulama Türki­ ye Cumhuriyeti’nin oluşumu gibi makro sorulara cevap getire­ ceği gibi, pek de sorgulamadığımız ya da sorgulamaktan çekin­ diğimiz “erkekliğimiz” gibi gündelik hayatımıza dair konula­ rı da tarihsel bağlamda anlamamıza yardımcı olacaktır. Bu ya­ zı, Balkan Savaşlan ve Birinci Dünya Savaşı sırasında beden eği­ timi ve izcilik aracılığıyla desteklenen, asker-millet yaratılması ve seferberlik gibi büyük projelerle iç içe geçmiş ve günümüz­ deki uzantılarını rahatlıkla tespit edebileceğimiz “ideal-kahraman erkeklik” modelinin gelişimini ve bu gelişimin ulus-devlet inşasıyla olan ilişkisini gözler önüne sermeyi amaçlamaktadır. Avrupa’da beden eğitimi ve izciliğin militarizmle olan bağlan II. Meşrutiyet dönemi düşünürlerinin ve ittihat ve Terakki yö­ neticilerinin Avrupa’da 19. yüzyılın ikinci yansında başlayan be­ den eğitimi ve izciliğin askerî ve toplumsal amaçlar için kullanıl­ ması çabalannı örnek aldığı muhakkaktır. Avrupa’da beden eği­ timinin gelişimi, kabaca bir yanda Anglo-Sakson toplum anlayı­ şı ile özdeşleştirilen bireysel sporlar ile öte yanda gençlerin ener­ jilerini sosyal amaçlar için kullanmak isteyen ve Kıta Avrupası’nda yayılan Alman jimnastik modeli olarak ikiye ayırarak in­ celenebilir.1 Osmanlı Imparatorluğu’nda devlet tarafından gelişi­ mi desteklenen beden eğitimi ve izcilik teşkilatını incelediğimiz için ikinci modele yani Alman jimnastiklerine ve daha sonra or­ taya çıkan İzci Teşkilatı’nm gelişimine kısaca değinmemiz gere­ 1

Eugen Weber, “Gymnastic and Sports in Fin-de-Siecle-France: Opium of Clas­ ses?”, The American Historical Review, Cilt LXXVI, N o .l, 1971, s. 71.

kir. Alman jimnastik modelinin temeli olan Turnen jimnastikleri ve bu modelden esinlenen Slav Sokol jimnastikleri bu hareketle­ rin temelindeki milliyetçi ve militarist amaçlara yaklaşmışlar ve uzun ömürlü spor harekeden olmayı başarmışlardır. Her iki ha­ reket de gerek incelediğimiz dönemde gerekse Cumhuriyet Türkiyesi’nin beden eğitimi ve spor politikalannda etkili olmuştur. Kuruluşu Napolyon’un Almanya’yı işgal dönemine dayanan Alman Turnen jimnastiklerinin kurucusu Freidrich Ludwig Jahn’ın amacı “Alman gençlerini zihnen ve bedenen mücadele­ ye hazırlamak ve Almanya’nın birleşmesi için çalışmak” olarak özetlenebilir.2 Fakat egaliter bir anlayışı savunan Jahn’ın jim­ nastik hareketi, Viyana Konferası sonrası statüko yanlısı Prus­ ya’da yasaklanmış ve 1842 yılına kadar yasaklı kalmıştır. Tur­ nen jimnastikçileri içinden Prusya’ya liberal demokrasiyi getir­ meyi amaçlayan bir grubun 1848 Devrimi’nin başansızlıgmdan sonra yurtdışına kaçmasının ardından Turnen jimnastikleri banndırdığı liberal unsurları kaybetmiştir. Özellikle 1870’te Al­ man ordularının Fransızlara karşı Sedan’daki zaferinden son­ ra devlet desteği altında gelişen Turnen jimnastikleri daha mu­ hafazakar bir görünüm kazanarak, giderek daha fazla militari­ ze olmuş ve gençleri otoriteye itaata yönlendiren bir hal almış­ tır.3 Bu çalışma kapsamında Turnen’in başka bir özelliğinin da­ ha altını çizmemiz gerekir ki bu da Jahn’ın “erdemli, saf, muk­ tedir, korkusuz, dürüst ve müsellah” bireyler yaratma arzusu­ dur.4 Tarihsel süreç sonunda ortaya çıkan tablo, Jahn’ın başlan­ gıçtaki amaçlannı 19. yüzyıl sonundaki Alman milliyetçiliğiyle bütünleştirmiştir. George Mosse’nin sözleriyle Turnen jimnas­ tikleri “uygun ahlaksal özelliklere sahip güzel bedenlerin yanı sıra yeni Almanlan yaratmayı” amaçlıyordu.5 2

F. Hertz, “Friedrich Ludwig ja h n ”, Sport and International Relations, der. Ben­ jamin Lowe, David B. Kanin ve Andrew Strenk, Champaign: Stipes Pub. Co., 1978, s. 36.

3

Allen Guttmann, Games and Empires, M odem Sports and Cultural Imperialism, New York: Columbia University Press, 1994, s. 140-142.

4

George L. Mosse, The Image o f Man: The Creation o f M odem Masculinity, New York: Oxford University Press, 1996, s. 43.

5

A.g.e., s. 44.

Turnen jimnastiklerinin etkisi ve önemi, Osmanlı İmparatorluğu’nda sporun gelişmesindeki katkısı çok büyük olan Selim Sırrı Tarcan’ın Jahn üzerine yayımladığı bir monografi ve paramiliter bir gençlik örgütü olan Osmanlı Genç Demeklerinin ilk nüshasına yazdığı yazı göz önüne alındığında çok daha iyi an­ laşılmaktadır.6 Selim Sırrı Bey Birinci Dünya Savaşı yıllarında yazdığı makalede Tümen jimnastiklerinin kişisel gelişimi des­ tekleyen yönünden çok paramiliter yönünü öne çıkarıyor ve yazısını şöyle noktalıyordu: “Yan’ı [Jahn] bütün Alman genç­ leri hürmetle takdir ediyor ve her emrine itaati kendilerine bir vazife biliyordu. Yan ihdas eylediği usul-i mümarese ile genç, dinç, cesur, bir millet-i müsalaha teşkiline muvaffak oldu.”7 Bu sözler aşağıda gösterileceği gibi dönemin asker-millet yaratma amacını ve bu amaçla birlikte sunulan ideal karakter özellikle­ rini özetler nitelikteydi. Bu dönemde etkili olan başka bir beden eğitimi hareke­ ti de Alman modelinden etkilenen Slav Sokol (Şahin) organi­ zasyonuydu. 1860’larda Avusturya-Macaristan İmparatorlu ğu’na bağlı olan Prag’da başlayan Sokol jimnastik teşkilatı za­ man içerisinde bütün Slav dünyasına yayılmış ve AvusturyaMacaristan ve Osmanlı İmparatorluklarından ayrılmayı hedef­ leyen Çek ve Bulgar milliyetçi hareketlerine farklı bir boyut ge­ tirmişti.8 Sokol organizasyonu tıpkı Turnen jimnastikleri gibi jimnastik ve beden eğitimi aracılığı ile itaatkar, atik ve gayret­ li bireyler yaratma ve bu bireylerden oluşan kuvvetli ve şuurlu bir millet oluşturma amacını güdüyordu.9 Osmanlı İmparator­ luğu yöneticilerinin 1899 gibi nispeten erken bir tarihte Bulga­ ristan’daki beden eğitimi faaliyetlerini takip ettiklerine dair eli­ 6

Selim Sim [Tarcan], Alman Jim nastikleri ve Yan [Jahn], İstanbul: Selanik Mat­ baası, 1329 [1913],

7

Selim S im [Tarcanl, “Terbiye-i Bedeniye Dersleri: Fazilet İttihadı (Tugenbund) ve Alman Milli Jimnastikleri 1808”, Osmanlı Genç D em ekleri Mecmua­ sı, No. 1, 1 Eylül 1333 [1 Eylül 1917], s. 12.

8

W ojciech Liponski, “Sport in the Slavic World before Communism: Cultural Traditions and National Functions”, Sport in Europe, Politics, Class, Gender, der. J . A. Mangan, Londra: Frank Cass, 1999, s. 218-221.

9

Paul Vysny, Neo-Slavism and the Czechs, 1898-1914, Cambridge: Cambridge University Press, 1977, s. 23-24.

mizde belgeler bulunmaktadır.10 Bununla beraber bazı Osmanlı-Türk düşünürlerinin gözünde Sofeol’un öneminin ilerleyen yıllarda arttığı gözlemlenmektedir. Bunda Bulgar ordusunun Balkan Savaşları sırasındaki başarısıyla S okol un ilişkilendirilmesinin önemli bir yeri bulunmaktadır ve Türk Gücü adıyla ku­ rulan ilk Türk paramiliter örgütü de Sofeoîları örnek almıştır.11 İncelediğimiz tarihsel dönemde etkili olan bir diğer spor ha­ reketi ise İngiliz izci Ocağı’ydı. İzciliğin öncüleri İngiltere’de gençlik örgütleri olarak kilise ile ilişkili ve işçi sınıfı gençlerini kontrol altında tutmak ve onların enerjilerinden faydalanmak amacıyla 1880’lerde ortaya çıkmıştı.12 Fakat bu gençlik hare­ ketleri yerel düzeyde kalmış, hiçbiri 1908 yılında Baden-Powell tarafından kurulan izci Teşkilatı gibi yaygın olmayı başarama­ mışlardı. Teşkilatın kurucusu Baden-Powell, ikinci Boer Savaşı’nda (1899-1902) görev almış bir subaydı ve bu savaştaki tec­ rübelerinden, özellikle de yedek milis kuvvetlerin öneminden hareketle İzci Ocağı’m kurmuştu. İzcilik teşkilatı İngiltere’de çok kısa bir süre içinde büyüyerek 1910 yılında 100.000 üye­ ye ulaştı.13 Bizim çalışmamız açısından Baden-Powell’in izcilik teşkilatının önemi ise bazı Osmanlı düşünürleri arasında Baden-Powell’m oldukça popüler olmasında ve Osmanlı impara­ torluğunda da bu teşkilatı örnek alan kuramların kurulmasın­ da yatmaktadır. Ayrıca bu teşkilatın birbiriyle ilişkili iki amacı bulunuyordu. Bunlardan birincisi “karakter sahibi” [erkek] va­ tandaş yaratmak diğeri ise asker-vatandaşlar yaratarak gençle­ ri askere hazırlamaktı.14 Bu iki amacın da Osmanlı İmparator­ 10

B aşbakanlık Osmanlı Arşivi (B.O.A.), Y. PRK., 8/104. İlk sayfası bulunmayan bu nizamname Bulgar Jim nastik Cemiyeti'ne aittir.

11

Zafer Toprak, “II. Meşrutiyet Döneminde Paramiliter Gençlik Örgütleri”, Tan­ zim at’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, der. Murat Belge, İstanbul: İleti­ şim Yayınlan, 1985, s. 532.

12

Paul Wilkinson, “English Youth Movements, 1908-1930”, Journal o f Contem­ porary History, Cilt IV, No. 2 (1969), s. 4-5.

13

A.g.m., s. 14-15.

14

Allen Warren, “Popular Manliness: Baden-Powel, Scouting, and the Develop­ ment of Manly Character”, Manliness and Morality: Middle-Class Masculinity in Britain and America: 1800-1940, der. J. A. Mangan ve James Walvin, Manc­ hester: Manchester University Press: 1987, s. 200-204.

luğu’nda izciliğin gelişimi sırasında olduğu gibi kabul edilmesi bizim açımızdan anlamlıdır. İngiliz İzci Ocağı’nm kurulma aşa­ masında daha liberal ve orta sınıf değerleri olarak adlandırıla­ bilecek ölçülü, azimli ya da çalışkan olmak gibi özelliklere ya­ pılan vurgu, savaş ortamında toplumun militarizasyonu ile ye­ rini kahramanlık ve fedakârlık gibi savaşla ilişkili temalara bı­ rakmıştı. Osmanlı İmpartorluğu’nda ise izcilik aşağıda görüle­ ceği üzere devlet tekelinde ve savaş ortamında geliştiği için bu değerlerin birleşimi Osmanlı împaratorluğu’nun son yılların­ daki beden eğitimi ve izcilik hareketlerinin temelini oluşturdu. Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet ile doğrudan ilişkili şekil­ de militarist amaçlarla gelişen beden eğitimi ve izciliğin bu dar çerçevede yorumlanması ve uygulamaya koyulmasında, daha önce belirtildiği gibi, tarihsel bağlamın önemi çok büyüktü. Bu bağlam zorunlu askerlik sistemlerinin yaygınlaştırılmaya çalı­ şıldığı ve cephelerin “topyekûn” hale geldiği savaş yıllarıydı. Zorunlu askerlik sistemi ve gençlik Zorunlu askerlik kavramı, bilindiği gibi Fransız Devrimi’nden sonra eli silah tutabilen erkeklerin kitlesel katılımı ile ülkenin ve devrimin korunması amacıyla ortaya çıkmıştı. Amacı, de­ mokratik haklara sahip vatandaşlardan oluşan bir ordu yarat­ mak, böylece ancien regime dönemindeki ayrıcalıkları yok et­ mek ve modern devletin gücünü meşrulaştırmaktı.15 Fransız Devrimi’ni takip eden yüzyılda, Avrupa devletleri, Mısır, Japon­ ya, Rusya ve Osmanlı İmparatorlukları bazen gönüllülüğe daya­ nan ama çoğu zaman da güç kullanan zorunlu askerlik sistem­ leri uygulamaları ile askerî güçlerini arttırmayı hedeflediler.16 15 Joh n Horae, “Defining the Enemy, War, Law, and the Levée en m asse from 1870 to 1945”, The People in Arms, Military Myth and National M obilization since the French Revolution, der. Daniel Moran ve Arthur Waldron, Cambrid­ ge: Cambridge University Press, 2003, s. 100-123. 16

Erik Jan Zûrcher, “Zorunlu Askerlik ve Direniş: Tarihi Çerçeve,” Devletin Si­ lahlanması, Ortadoğu'da ve Orta A sya’da Zorunlu A skerlik (1775-1925), der. Erik Jan Zûrcher, çev. Mehmed Tanju Akad, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversi­ tesi Yayınlan, 2003, s. 2-22.

19. yüzyılın özellikle ikinci yarısından itibaren “topyekûn” savaşların ana unsurları olan erkeklerin yanı sıra, kadınlar ve çocuklar da savaş ekonomi politiği için daha fazla önem kazan­ dılar ve cephede savaşan askerlere destek veren “sivil cephe”nin daha faal unsurları haline geldiler. Bu dönemde, zorunlu asker­ lik sistemi beden eğitiminin ve vatanseverlik duygularının yo­ ğun biçimde verildiği eğitimler ile desteklenmeye çalışılıyordu. 1871 Fransa-Prusya savaşı sırasında, Fransız bir yazar: “Çocuk­ larımıza vatan müdafaasının bir yük değil bir görev olduğunu öğretelim. Bu görev birinin evini ve ailesini koruması gibi kişi­ sel bir görevdir ve kimsenin bundan kaçınmaya hakkı yoktur” diyerek bu eğitimin amaçlarım özetlemekteydi.17 Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa devletlerinde görülen ordu-millet yaratılması çabalarının farkındaydı. Askerlik siste­ mi 1843 yılından itibaren köklü değişikliğe uğradı. 1908’den sonra atılan adımlar ve özellikle askerliğin vatandaşlık kurumuyla ilişkilendirilmesi Avrupa’daki gelişmelerle benzer­ lik gösteriyordu. İttihat ve Terakki yönetimi altında, Osmanlı “vatandaşı”nm görevleri tanımlanırken, dönemin malumatı medeniyye (vatandaşlık bilgisi) kitaplarında vatandaşın üç te­ mel görevi olduğunun altı çiziliyordu: itaat, askerlik ve vergi vermek.18 Bu kitaplardaki “vatanı sevmek ve vatanı müdafaa etmek, din-i İslam’ın emir buyurduğu mukaddes vazifelerden­ dir” veya “yirmi yaşın altındaki bütün Osmanlılar zengin olsun fakir olsun askerlerdir”19 gibi ifadeler farklı temellere dayanan vatandaşlık tanımlarını yansıtsalar da neticede askerlik kurumunun toplumsal temel kazanması için gösterilen ortak çaba­ nın ürünleriydiler. Kurumsal ve yasal olarak da 1908 Devrimi sonrası Osmanlı hükümeti zorunlu askerlik sistemini yerleştirme çabası için­ deydi ve bunun sonucu olarak 1909’da zorunlu askerlik ya­ sasım yürürlüğe koymuştu. 1912 yılında, 1834 yılında kuru­ 17

Home, a.g.m., s. 111.

18

Füsun Üstel, “Makbul Vatandaş”m Peşinde, II. Meşrutiyetken Bugüne Vatandaş­ lık Eğitimi, İstanbul: İletişim Yayınlan, 2004, s. 83.

19

A.g.e.,s. 87.

lan ve muvazzaf orduya ihtiyat kuvveti olarak hazırlanan re­ d if kuvvetlerin ilgasına karar verilmiş olmasına rağmen Bal­ kan Savaşları ve siyasi değişim bu uygulamayı 1914 yılma ka­ dar geciktirdi.20 Bu amaçla hazırlanan Mükellefiyet-i Askeriye Kanun-i Muvakkati, Osmanlı Güç Dem ekleri adlı örgütün ülke­ deki bütün paramiliter ve gençlik örgütlerini kapsayıcı biçim­ de kurulmasından sadece on beş gün önce, 12 Mayıs 1914’te hazırlandı.21 Bütün bunların altında ülkenin seferberliğe hazırlandığı bir dönemde İttihat ve Terakki’nin yönetici kadrolarının Osmanlı millet-i müsellehası yaratma fikrinin yattığı görülmektedir. Bu fikrin entelektüel boyutu gerek dönemin en önemli bilimsel akımlarından olan sosyal-Darwinist söylemlerin “hayatta kal­ mak için mücadele” temasından22 gerekse İttihatçı subayların Harbiye yıllarında okuduklan ordu-millet düşüncesinin başlıca mimarlarından olan Von der Goltz’un Türkçe’ye Millet-i Müselleha adıyla çevrilen kitabı Das Volk in W aff en'dan filizleniyor­ du.23 Bu dönemde hâkim olan sosyal-Darwinist teorinin üret­ tiği kendini koruyamayan zayıf ulusların devre dışı kalacakları fikri müsellah bir milletin oluşturulması için “bilimsel” altya­ pıyı hazırlıyordu.24 Birinci Dünya Savaşı sırasında İttihat ve Te­ rakki’nin kurulmasını desteklediği paramiliter İzci Ocağı, Güç Demekleri ve daha sonra faaliyete geçen Osmanlı Genç D em ek­ leri bu açılardan önem taşımaktaydılar çünkü gençliği askerli­ 20

Erik Jan Zürcher, “The Ottoman Conscription System, 1844-1914”, Internati­ onal Review o f Social History, Cilt XL1II, No. 3, 1998, s. 437-449.

21

Mehmet Beşikçi, “Militarizm, Topyekûn Savaş ve Gençliğin Seferber Edilmesi: Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorlugu’nda Paramiliter Demekler", Tarih ve Toplum: Yeni Yaklaşımlar, No. 8, 2009, s. 51.

22

Sosyal-Darwinist düşüncenin Osmanlı Imparatorluğu’ndaki gelişimi için şu iki çalışmaya bakınız: Haşan Ünder, “Türkiye’de Sosyal Darwinizm Düsüncesi”, M odem Türkiye’de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik, der. Tanıl Bora, İstanbul: İletişim Yayınlan, 2003, s. 427-437 ve Atila Doğan, Osmanlı Aydınlan ve Sos­ y al Darwinizm, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınlan, 2006.

23

M. Şükrü Hanioğlu, Preparation f o r a Revolution: The Young Turks (19021908), New York: Oxford University Press: 2001, s. 294-295.

24

H. W. Koch, “Social Darwinism as a Factor in the ‘New Imperialism’”, The Ori­ gins o f the First W orld War: Great Power Rivalry and German W ar Aims, der. H.W. Koch, Basingstoke: Macmillan, 1984, s. 336.

ğe hazırlamayı amaçlıyorlardı. Ayrıca sosyal-Darwinist teorinin yolunu izleyerek gençlere iyi bir karakter kazandırarak onları hayat mücadelesinde kuvvetli kılmayı hedefliyorlardı.25 Kahraman-ideal erkeklik olarak tanımladığımız bu kavram tam da bu düşüncelerin merkezinde yer alıyordu. Kahraman ideal erkeklik modeli ve gençlerin askerliğe hazırlanması

Gençleri askerliğe hazırlamadaki en önemli araçlardan biri, ideal bir erkeklik tipinin yaratılmasıydı. Bu ideal tip, vatan mü­ dafaası uğruna ve milleti için fedakârlıkta bulunan savaşçı/kah­ raman erkeklikti.26 Millet-i müselleha kavramının bir önemi de tam olarak bu “millete hizmet” ve “vatan için fedakârlık” gibi söylemler aracılığıyla çoğu zaman zor kullanarak işleyen askere alma kurumunun vatandaşlarca içselleştirilmesine yardımcı ol­ masından kaynaklanıyordu.27 Fedakârlık teması “savaşçı/kah­ raman” imgesinin en önemli unsuruydu28 ve daha da önemlisi vatanperver-yiğit erillik modeli savaş dönemlerinde diğer eril­ lik tiplerini geride bırakarak hegemonik (baskın) erillik tipi ha­ line gelmişti.29 Bu bağlamda “yiğit”lik kavramına kelimenin sözlük karşılı­ ğı olan güçlü, yürekli, kahraman gibi tanımların ötesinde silah kullanabilmek, ailesini ve vatanını korumak gibi başka anlam­ lar da yüklendi ve ahlaklı, zeki, ölçülü, vatansever ve onurlu ol­ mak gibi diğer değerlerle birlikte ideal erkek-vatandaşm sahip 25

Allen Warren “Sir Robert Baden-Powell, the Scout Movement and the Citizen Training in Great Britain, 1900-1920,” The English Historical Review, Cilt Cl, No. 399, 1986, s. 376-398.

26 Joane Nagel, “Masculinity and Nationalism: Gender and Sexuality in the Ma­ king of Nations”, Ethnic and Racial Studies, Cilt XXI, No. 2 ,1 9 9 8 , s. 251-252. 27 John Horne, “Masculinty in Politics and War in the Age of Nation-States and World Wars, 1850-1950”, Masculinities in Politics and War: Gendering M odem History, der. Stefan Dudink, Karen Hagemany ve John Tosh, New York: Man­ chester University Press, 2004, s. 31. 28

Karen Hagemany, “German Heroes: The Cult of the Death for the Fatherland in 19lh Century Germany", a.g.e., s. 117.

29

A.g.m., s. 124.

olması gereken özellikler olarak sunuldu.30 Bu noktada özel­ likle sosyal-Darwinist düşüncenin beden eğitiminin bedensel ve ahlaksal gelişimi sağladığı; bireyi ve nihai olarak da toplu­ mu güçlendireceği öngörüsü beden eğitiminin ve ideal askervatandaş yaratılması fikirlerinin birbiriyle yakından ilişkilendirilmesine sebep oldu. Beden eğitimi bu amaçlara ulaşmak için mükemmel bir araç olarak görülerek desteklenmeye başlandı.31 Yukarıda belirttiğimiz “ahlaki” özelliklerin izcilik andını ve iz­ cilik töresini meydana getirmesi ise bu bağlamda rastlantıdan ziyade doğal bir ilişkinin sonucuydu.32 Beden eğitiminin ve izciliğin “vatan müdafaası” ve “kahra­ man” erkeklerin yaratılması için kullanılması fikri bu dönem­ de gelişmeye başlayan Türkçe beden eğitimi dergilerine de hâ­ kimdi. Balkan Savaşları döneminde yayımlanmaya başlayan îdman'm başyazarı Cemi Bey, gençlerin “memleketimizi kurta­ racak amillerin en birincisi olan ‘terbiye-i bedeniyye’ye hidmet hususundaki mesaiye” katılacağını ümit ettiğini belirtiyor­ du.33 Derginin ikinci sayısına bir mektup gönderen Müdafaai Milliye Cemiyeti reisi Hulusi Bey İdman’dan, cemiyetin yeri­ ne geçecek olan Müzaheret-i Milliye Cemiyeti’yle beden eğiti­ mi alanında işbirliği yapmasını rica ediyordu.34 Dergide sosyal-Darwinist bir ton zaman zaman göze çarp­ maktaydı. Hem ikinci Meşrutiyet Dönemi’nin hem de Cumhu­ 30

Karen Hagemann, “O f ‘Manly Valor’ and ‘German Honor’: Nation, War, and Masculinity in the Age of the Prussian Uprising against Napoleon”, Central European History, Cilt XXX, No. 2, 1997, s. 192-194.

31

Mosse, a.g.e., s. 40.

32

Sözü geçen izcilik andı şu şekildedir: “Tann’ya ibadet ve hakana itaat edeceği­ me, daima vicdanlı, vazifesini tanır, kanuna hürmet eder, yiğit bir adam olarak hareket edeceğime, vatanımı sevib sulh ve harb zamanında fedakârlıkla hidmet yapacağıma, izcilik töresine baş eğeceğime namusum ve şerefim üzerine söz veririm.” İzcilik töresinin de ilk iki maddesinde de yukarıda belirttiğimiz ahlaki özelliklere vurgu yapılmaktadır: 1. “İzcinin sözü sözdür. İzci namusu­ nu ve şerefini her şeyin ve hatta hayatının fevkinde tutar.” 2. “İzci itaatlidir. Çünkü vatanın selametinin ruh-i inzibat olduğunu bilir.” izci Ocağı İç Nizam­ namesi, İstanbul: Matbaa-i Hayriye ve Şürekası, 1330 [1914], s. 19-20.

33

Cemi, “Bir Kaç Söz”, idman, No. 1, 15 Mayıs 329 [28 Mayıs 1913], s. 1.

34

Hulusi, “idman Gazetesi Sahib-i imtiyazı Cemi Bey’e”, idman, No. 2, 1 Hazi­ ran 329 [14 Haziran 1913], s. 19.

riyet’in ilk yıllarının önemli yazarlarından olan, Müdafaa-i Mil­ liye Cemiyeti azası Aka Gündüz [Enis Avni] oğlu Doğan’ı “ya­ şam için mücadeleye” uygun biçimde yetiştireceğini şu sözler­ le ifade ediyordu: Bilirsin benim Doğan isminde pek mini mini bir oğlum var, onu şimdiden alıştırıyorum, yarın mektebe verdiğim vakit -kim olursa olsun- kendine en küçük bir hakarete cesaret edene hemen savlet etsin. Ve onu ömründe ne vakit tekdir edeceğim. Bilir misin, edeceği kavgalarda dayak yerse...35

Aka Gündüz’ün makalesindeki “yaşam için mücadele” te­ ması Anadolu Spor Kulübü’nün başkanı ve yine Cumhuriyet Dönemi’nin önemli spor adamlarından olan Burhaneddin [Fe­ lek] Bey’in yazılarında daha açıkça ortaya çıkıyordu. “Zayıf Irk” başlıklı iki makalesinde Burhaneddin Bey “zayıf ırka” Osman­ lIlardan daha iyi bir örneğin olmadığını iddia ediyordu: “Zayıf ırk için bizden daha baliğ misal tasavvur olunamaz. Zayıf ırkü zayıf vücud bunun neticesi olarak zayıf dimağ ve havas, onun da sonu noksan muhakeme, sukut-i ahlaki, azimsizlik...” Yaza­ ra göre “zayıf ırk” olmaktan kaçınmanın iki yolu vardı: Birin­ cisi, eğlenceden kaçınmak, içki ve sigara tüketmemek, İkincisi ise beden eğitimiydi.36 Burhaneddin Bey’in sağlıklı yaşama da­ ir savunduğu görüşlerin arkasında güçlü bireylerden oluşan bir ulus tahayyülü bulunmaktaydı. “Terbiye-i bedeniye ırkı sağ­ lamlaştırır mı?” diye soran Burhaneddin Bey sorusuna şöyle ce­ vap veriyordu: Memleket millete arz-ı iftikar eder. Millet de sağlam metin adamlardan mürekkeb olursa iş görebilir aksi halde göremez. Göremeyince de memleketin beklediği hizmet ifa edilememiş olur, terakki edilemez. Daha büyük bir tehlike vardır ki o da asr-ı hazmn tevlid eylediği bir kaide, cellad bir kaideden geli­ yor. O kaide; mücadele-i hayatiyede çalışanların, çalışmayan­ 35

Aka Gündüz, “Fikirce: ‘ldman’cı Cemi Bey’e”, idman, No. 1, 15 Mayıs 329 [28 Mayıs 1913], s. 3.

36

Burhaneddin, “Zayıf Irk I", İdman, No.5, 1 Ağustos 329 [14 Ağustos 1913], s. 79-80.

ların yerini kapmasıdır. Çürük efraddan mürekkeb heyetler, çürük olur, çürük ise sağlam kadar çalışamaz. O halde yerini çalışana bırakır. Bu bir tehlikedir. Menşe-i de zayıf ırkdır. On­ dan dolayı bu zaafı, milli bir tehlike telakki ediyorum.37

Beden eğitiminin güçlü bedenlere sahip bireyler ve bu bi­ reylerden oluşan güçlü bir toplum yaratması için bir araç ola­ rak görülmesinin ötesinde çok daha acil bir gerekliliğe de hiz­ met etmesi amaçlanıyordu: “Vatanı savunmak”. Bu fikir özel­ likle Balkan Savaşları sonucunda Rumeli’de Osmanlı egemenli­ ğinin sona erişiyle yönetici elitin yaşadığı travma ve bu travma­ nın sonucu olarak ortaya çıkan ideolojik değişimle ilgiliydi.38 Savaşın sonucunu ve yapılan hataları sorgulayan Osmanlı dü­ şünürleri siyaset, iktisat ve eğitim alanlarında yapılması gere­ ken reformlarla Osmanlı toplumunu değiştirmeyi öneriyorlar­ dı.39 İdman'da yayımlanan yazılarda gördüğümüz ve beden eği­ timini merkeze alan değişim fikirleri bu toplumsal ve düşün­ sel atmosferin ürünüydü. Bununla beraber bu fikirlerin teme­ linde sadece fiziksel olarak güçlü erkeklerin yetiştirilmesi ça­ bası değil, bu güçlü erkeklerin savaş alanlarında “kahraman­ ca” özellikler sergilemeleri gerektiği de vurgulanıyordu. Başlıca “erkeksi” özellikler onur, cesaret ve fedakârlıktı. Aynı dergide “îdmancılık Himaye Edilmelidir” başlıklı imzasız bir yazıda da Balkan Savaşları’ndaki yenilginin sorumluları ortaya konuyor­ du. Toprağın savunmasız bir “kadınla” onu savunanların ise “erkekle” özdeşleştirildiği bu makalede gençlik yenilgide ordu­ dan sonra en büyük sorumluluğa sahipti. Çünkü: Koca Rumeli kıtasını, madervatamn o nazlı kızını bir iki cana­ var vahşi milletin kanlı kucağında!... Pek âlâ miktan yüzbinlere varan bu masumlar boğazlanırken asker nerede idi?.. Ne ya­ 37

Burhaneddin, “Zayıf Irk II: Terbiye-i Bedeniyye Irkı Sağlamlaştırır m ı?", İd­ man, No. 6-7, 1 Eylül 329 [14 Eylül 1913], s. 100-104.

38

Tanıl Bora, “Turkish National İdentity, Turkish Nationalism and The Balkan Peninsula”, Balkans: A M irror o j the International Order, der. Günay Göksu Özdoğan ve Kemali Saybaşılı, İstanbul: Eren, 1995, s. 102-120.

39

Yahya Akyüz, “Eğitim Alanında Aydınların Özeleştirisi ve Balkan Savaşları”, Tarih ve Toplum, Cilt XXXVIII, No. 228, 2002, s. 54-58.

pıyordu?.. Daha sonra o illerin metin yürekli, polad kollu de­ likanlıları!.. Ne oldu?!.. Birincinin cevabını vakti gelince tarih elbette verecek fakat İkinciye; verilecek en doğru cevap şudur! O illerin metin yürekleri, polad kollu delikanlıları mı?!..Onlar en doğru ve manasıyla o... kan ayaklı kadınlar!.. Benizleri sa­ rarmış, [erkekler] elleri kuşaklarının arasında, belleri bükül­ müş, gözlerinin feri sönmüş olduğu halde olanca kuvveti ba­ caklara vermiş titreye, titreye kaçıyorlardı...40

Beden eğitimi ve ideal erillik arasında kurulmaya çalışılan ilişki sadece bu makalelerle sınırlı değildi. İdman ilk sayısın­ dan itibaren sayfalarında izciliğin önemine dair yazılara yer ve­ riyordu. Gerek İdman’da gerekse dönemin diğer gençlere yöne­ lik dergilerinde bu yazılar İzci Ocağı ve diğer paramiliter örgüt­ lerin kurulmasıyla birlikte artış gösteriyordu. Bu yazılarda ideal-kahraman erillik ile ilgili özelliklerin altı çiziliyor ve bu özel­ liklerin eksikliği bir sorun olarak ortaya koyuluyordu. Yazar­ lar yaygın biçimde, Avrupa’da 19. yüzyılın sonunda görülen ve sosyal-Darwinist düşünceyle ilişkisi olan, karakter çöküşü ola­ rak adlandırabileceğimiz dekadans söylemine41 benzer şekilde “seciyesizlik”ten [karaktersizlik] yakınıyorlar ve izciliğin genç­ liğe istenen seciyeyi kazandıracağından bahsediyorlardı.42 İz­ cilik hakkında görüşlerini belirten ilk Osmanlı-Türk düşünür­ lerinden biri olan Fescizade İbrahim Galip, izcilik konusunda Lozan’da verdiği bir konferansı şöyle noktalamıştı: Arkadaşlar; şu sözlerimle size pek meçhul şeylerden bahset­ tiğimi zannetmiyorum çünkü hepiniz bilir ve hissedersiniz ki; merdlik, yiğitlik, başkalarına yardım, emre itaat gibi hususat Türklüğümüzün en büyük seciyelerinden, en mukaddes 40

“Idmancılık Himaye Edilmelidir”, İdman, No. 12, 28 Teşrin-i Sani 329 [11 Aralık 1913], s. 174-176.

41

Avrupa’da sosyal-Darwinizm’in gelişimi ve decadance teması ile ilgili olarak bkz. Mike Hawkins, “Social Darwinism and Race,” A Companion to NineteenthCentury Europe, 1789-1914, der. Stefan Berger, Malden: Blackwell Pub., 2006, s. 224-235.

42

“Keşşaftık Soğukluk mu?”, İdman, No. 5, 1 Ağustos 329 [14 Ağustos 19131, s. 73-75.

ananelerindendir. Fakat ah, o zavallı Türklüğümüz... Dünkü merdliklerine mukabil bugün tevarüs ettiği sefalet-i ictimaiyesiyle ne kadar feci bir mevkide kaldığını acaba hissediyor mu? Mamafih henüz tarih-i ırklar zümresine girmedik, az bir zah­ met, ufak bir teşebbüs, bize, gençliğimize, Türk yavrularına (ana cevherleri) yeniden, kazandırabilecektir. Bunun için heyet-i muhtereminizi vazife başına davet ediyor ve evvela, me­ tin, cesur, bütün manasıyla Türk olacak bir nesl-i cedid yetiş­ tirmeye çalışalım diyorum.43

Bu ve benzeri yazılarda ideal erkeklik değerleri ve bu değer­ lere sahip bireylerden oluşan bir ulusun inşaası vurgulanıyor­ du. İdman dergisi yazarlarından Şükrü Bey’in derginin ilk sayı­ sında yayımlanan izcilik üzerine yazısında, ilk kez 1911 yılında Hamburg’da izcileri gördüğü an anlatılıyordu. Bu anlatı, izcili­ ğin Osmanlı Türkleri arasındaki gelişiminin arkasındaki, yuka­ rıda belirttiğimiz karakter yaratılmasıyla beraber irdelenen, mi­ litarist amaçları özetler nitelikteydi: Bir kalabalığın beri tarafa doğru gelmekte, yaklaşmakta oldu­ ğunu gördüm. Henüz ırakta olduklan cihetle bu kalabalığın ne olduğunu layıkıyla anlayamasam da herhalde asker cinsin­ den bir şey olduklarını zan ediyordum. Alay yaklaştı. Dikkat­ le baktım. Asker değil fakat asker yavrulan!., olduğunu gör­ düm. En küçüğü on dört. En büyüğü on altı yaşında, dünyayı titreten Alman ordusunun temel taşlan... Delikanlılar!... Hep­ si gürbüz, güçlü kuvvetli, boylu poslu, yanaklan kıpkırmızı, elbiseleri hep bir biçimde... Bu genç, dinç, Alman delikanlılan sert, fakat ağır adımlarla tam bir asker gibi yürüyorlar....44

Şükrü Bey İdman’m sonraki sayılarında bu konuyu işleyen makaleler yazmaya devam etti. Seri halinde yayımladığı üç ma­ kalenin sonuncusunda izcileri “Harb” ve “Sulh” keşşaflan [iz­ ci] olarak ikiye ayıran Şükrü Bey, bu iki izci grubunun fark­ 43

Fescizade İbrahim Galip, “Yaşamaya Azmetmiş Milletlerde Çocuklar”, Say ve Tetebbu, No. 36, 1 Ağustos 328 [14 Ağustos 1912], s. 10-13.

44

A. Şükrü, “Keşşaf Yoldaşlığı: Boy Scout”, İdman, No. 1, 15 Mayıs 329 [28 Ma­ yıs 1913], s. 5.

lı amaçlan olduğunu söylüyordu. Fakat şeref ve vatanseverlik duygularının her şeyden ön planda olduğu savaş döneminde izciliğin savaşla ilişkilendirilmesi ve izciliğin bu değerlerle iliş­ kisinin vurgulanması çok daha doğaldı. Şükrü Bey’e göre Osmanlı Türkleri arasında izcilik istenilen düzeyde gelişmemişti ve bu durum erkeklerin “korkak” olmalannın başlıca sebeple­ rinden biriydi: “İşte Balkan Harb-i Ahiri! Askerlerimizden bir çoğunun, yalnız bir ‘geliyor’ sözü üzerine sağma soluna bakmazsızın tabana kuvvet kaçdıklarım duymayan bir sağır sul­ tan kaldı!”45 İzciliğin ve beden eğitiminin Balkan Savaşlarında­ ki bu tecrübelerin sonucunda ve Birinci Dünya Savaşı’nın sefer­ berlik ortamında İttihat ve Terakki yönetimi tarafından çok da­ ha fazla ciddiye alındığını ve var olan izcilik derneklerinin dev­ let tekeline alınıp, militarize edildiklerini görüyoruz. İzciliğin devlet tekelinde gelişimi ve militarizmle ilişkisi

II. Meşrutiyet Dönemi’nde beden terbiyesine karşı artan ilgi ve İs­ tanbul Sultanisi, Galatasaray Sultanisi ve Darüşşafaka gibi impa­ ratorluğun önde gelen okullanndaki izci kollarının ve 1913 yı­ lında kurulan Türk Gücü gibi izci demeklerinin şüphesiz ki itti­ hat ve Terakki’nin Güç Demekleri bünyesinde oluşturmaya çalış­ tığı teşkilata etkisi oldu. Bu etkilerin hem düşünsel hem de kişi­ ler üzerinden yürüyen organik bağlar olduğunu belirtmemizde fayda var. Bu dönemde yukanda adı geçen Müdajaa-i Milliye Ce­ miyetinin bünyesinde kurulan ama faaliyetleri hakkında pek bil­ gi sahibi olmadığımız Mümaresat-ı Bedeniye ve Askeriye Heyetle­ rinin amacı gençlere çocukluk yaşlanndan itibaren askerî yete­ neklerini geliştirecek bir eğitim sağlamaktı.46 Daha da önemli­ si, 1913 yılında yürürlüğe koyulan Tedrisat-1 Ibtidaiye Kanun-1 Muvakkati ile beden eğitimi, mektep oyunlan ve erkek öğrenci­ 45

A. Şükrü, “Keşşaflık", İdman, No. 6-7, 1 Eylül 329 [14 Eylül 1913], s. 96-100.

46

Nâzım H.Polat, Müdafaa-i Milliye Cemiyeti, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınla­ rı, 1991, s. 81-82 ve Müdafaa-i Milliye Cemiyeti Nizamname-i Esasisi Tadil La­ yihası, a.g.e., s. 196-198.

ler için talim-i askeriye dersleri müfredata dahil edilmişti.47 Türk Ocağı bünyesinde kurulan Türk Gücü de gayesini benzer biçim­ de, Türk gençlerinin fiziksel durumunu güçlendirmek, kamu sağlığını ve temizliğini sağlamak olarak belirtmiş, şiarını da be­ nimsediği milliyetçi çizgiyi yansıtacak şekilde “Türk’ün Gücü Her Şeye Yeter” olarak seçmişti. Türk Gücü ile Osmanlı Güç Der­ nekleri arasında organik bağlar da bulunuyordu; örneğin, Türk Gücü’nün reisi olan Burdur Mebusu Atıf Bey Osmanlı Güç Dernekleri’nin kurucu üyelerinden biriydi.48 Daha da önemlisi Atıf Bey, İzci Teşkilatı’m ve Osmanlı Güç Demekleri'ni oluşturma­ sı amacıyla Belçika’ya, o ülkede izcilik çalışmaları yürüten Ingi­ liz vatandaşı Mösyö Parfit ile anlaşmak için gönderilmişti. Anlaş­ manın sağlanmasının ardından İstanbul’a gelen Mösyö Parfit’in Meclis-i Vüfeela’nm 19 Nisan 1914 tarihli toplantısında aylık yir­ mi beş Osmanlı lirası maaşla çalışması kararlaştırıldı49 ve 28 Ma­ yıs 1914 tarihli Osmanlı Güç Demekleri Hakkında Nizamname’nin kabulünden beş gün önce, 23 Mayıs 1914 tarihli Irade-i Maarif ile Mösyö Parfit Osmanlı Devleti’nin hizmetine kabul edildi.50 Mösyö Parfit’in görevine başlamasının ardından Nisan ile Mayıs aylarında Osmanlı basınında izcilik ile ilgili haber ve bil­ gilerin yer aldığını görüyoruz. Örneğin, dönemin önemli ga­ zetelerinden Tanin, 22 Nisan 1914 tarihli nüshasında izciliğin Avrupa’nın çeşitli ülkelerindeki gelişimi hakkında bilgi veriyor ve yine aynı nüshada İstanbul’da Mösyö Parfit yönetiminde bir İzciler Ocağı’nın oluşturulduğunu yazıyordu.51 Ertesi gün ise aynı gazete Mösyö Parfit ile yapılan bir mülakatı yayımlamış­ tı. Mösyö Parfit, izcilik ile ulaşmak istedikleri amaçlan şu şe­ kilde ifade ediyordu: 47

“Tedrisat-ı lbtidaiye Kanun-ı Muvakkati”, Düstur, Tertib-i Sani, Cilt V, İstan­ bul: Dersaadet Matbaası, 1332 h. [1914], (İkinci Fasıl, Mevad-ı Dersiyye, Mad­ de 23), s. 808.

48

Zafer Toprak, “İttihat ve Terakki’nin Paramiliter Gençlik Örgütleri”, Boğaziçi Üniversitesi Beşeri Bilimler Dergisi, CiltVII, 1979, s. 96.

49

B.O.A., MV, 187/57.

50

B.O.A., îrade-i Maarif, 1332/C/27, Ek No. 5.

51

“Boy Skavt (İzci) Teşkilatı”, Tanin, No. 1914, 9 Nisan 1330 [22 Nisan 1914], s. 1-2.

Türkiye’de vücuda getireceğimiz teşkilat, İngiliz, Fransız, Bel­ çika teşkilatına müşabih olacaktır. Gençlere metin bir seciyye vermek, vatan ve ordu muhabbetini tezyid etmek, vatanper­ ver, müteşebbis bir nesil-i müstakbel yetiştirmek, bilhassa ni­ zam ve intizama alıştırmak aksa-yı emelimizdir...52

Bu mülakattan yaklaşık bir ay sonra, 25 Mayıs 1914’te İstan­ bul’un çeşitli semtlerinde izci yetiştirecek olan ilk oymak bey­ leri Harbiye Nezareti’nde yapılan törenle mezun oldular. Tö­ rende İzci Ocağı’nın başbuğu Enver Paşa, izciliğin “orduyu ha­ zırlayan nafi bir unsur” olacağım söylüyordu.53 Aynı gün Dahiliye Nezareti izci ocaklarının kurulması ile il­ gili olarak, vilayetlere dört maddelik bir talimatname gönderdi. Bu talimatname ile izcilik teşkilatlarının kurulması mahallin en büyük mülkiye memurunun müsaadesine bağlanmıştı; teftişle­ rinden mahallin askerî ve maarif memurları sorumlu tutulmuş ve izcilerin kullanacağı lisanın sadece Türkçe olması istenmiş­ ti.54 Yaklaşık bir ay sonra bu talimatnamede, muhtemelen iz­ ciliğe “pedagojik” bir boyut katmak ve belki de çeşitli tepkile­ ri yatıştırmak amacıyla, değişikliğe gidilerek izci derneklerinin kurulmasının en yüksek mülkî amirin yanı sıra en büyük maa­ rif memurunun da iznine tabi tutulması istendi.55 Bütün bu çalışmalann 28 Mayıs 1914 tarihinde kurulan Güç Demekleri'yle ilişkisi vardı ve henüz kurulmuş olan İzci Oca­ ğı da Güç D em ekleri’ne bağlandı. Bu iki kurum arasındaki fark İzci Ocağı’nın 17 yaşından küçük gençlere yönelik oluşturul­ ması ve gönüllülüğü esas almasıydı. Güç Demekleri 17 yaşın­ dan büyük gençler için gayr-i Müslim ve yabancı okullar dışın­ daki tüm devlet okullannda mecburi tutulmuştu. Güç Demekleri’nin kurulmasının ilanı sebebiyle 24 Haziran 1914 tarihin­ de gazetelerde yer bulan Harbiye Nezareti’nin bildirisi ise Güç D em ekleri aracılığı ile ordu-millet yaratma çabaları arasmda52

“İzcilik Yolunda”, Tan in, No. 1915, 10 Nisan 1330 [23 Nisan 1914], s. 1.

53

“İzcilik: Oymak Beylerinin Taltifi Merasimi”, Tanin, No. 1 9 4 8 ,1 3 Mayıs 1330 [26 Mayıs 1914], s. 4.

54

B .O A , DH. EUM. MH. 86/58.

55

B.O.A., DH. EUM. LVZ. 22/58.

ki ilişkiyi tam anlamıyla gözler önüne seriyordu. Bu bildiriden yapılan aşağıdaki uzun alıntı İttihat ve Terakki yönetiminin Bi­ rinci Dünya Savaşı döneminde toplumu militarize etmek çaba­ sını ve bu çabaların içindeki ideal erkekliğin konumunu anla­ mamız açısından oldukça önemlidir: Bu asırda varlığını temin etmek, vatanını, ırz ve namusunu düş­ manlara karşı korumak isteyen her millet için bütün manasıy­ la “millet-i m üselleha” şekline girmekten başka çare yoktur. [Osmanlılara pek acı tecrübelerin daha yeni öğrettiği bu haki­ kati milel-i muhtelife vakit ve zamanıyla düşünmüşler eli si­ lah tutan bi’l-cümle efradını düşmana karşı çıkabilmek için her türlü hazırlıklarda bulunmuşlardır.] Çünkü bütün efradı asker olmayan milletler bundan sonra bekasından, yurdunun ırz ve namusunun muhafazasından katiyyen emin değildir. İş­ te bizim yeni mükellefiyet-i askeriye kanunumuzun tertibin­ de bu fikir gözetildi ve eskisi gibi birçok efrad-ı milleti asker­ lik şerefinden, vatana hidmetten mahrum eden kaydlar, şart­ lar kaldırıldı. Bundan sonra herkes askerdir, bundan sonra vatan tehlike­ ye düştüğü vakit erkek namı taşıyanlar elini kolunu sallayarak sokaklarda gezemeyecek, silahını kapıp, cenab-ı Hakkın bize emaneti olan vatanın, Osmanlı namusunun müdafaasında ko­ şacaktır. Ecdadlanmızm kanı pahasına kazandıkları toprakla­ rımızın düşman ayağı altında ezilmesini, Osmanlı sancağının, ırz ve namusumuzun tahkir edilmesini inşallah bir daha gör­ memek için her Osmanlının bu teşebbüsü kemal-i şevk ve he­ yecanla karşılayarak Osmanlılığa yeni bir nefha-i hayat vere­ cek olan Osmanlı Güç D em ekleri’nin her mahalde vücuda ge­ tirilmesi için canla başla çalışacağını Harbiye Nezareti katiyen ümid etmektedir.56

Bu bildiriyi izleyen günlerde ise Güç Demekleri ile ilgili çalış­ malar artmış ve 1914 Temmuzu’nda Harbiye Nezareti bünye­ sinde, Güç D em ekleri’nin teşkiline dair bir komisyon oluşturu­ 56

“Güç Demekleri”, Tanin, No. 1977, 11 Haziran 1330 [24 Haziran 1914], s. 2. Vurgular bana aittir [Y.T.C].

larak hazırlanan rapor ilgili Nezaret’e sunulmuştu.57 Fakat Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girmesinin ardından Mösyö Parfit’in İngiliz uyruklu olması dolayısıyla işine Ekim 1914’te son verilmesi,58 ilk günlerde görülen heyecan ve faa­ liyetin, sona ermese bile azalmasına sebep olmuştu. Örneğin, Ocak 1915’te derneğe bağlı gençlerin Koska’daki (Laleli) İtti­ hat ve Terakki Konağı’nda toplanmaları için çağrı yapıldığı,59 hatta Nisan 1915’te Söğüt ve Bilecik’te Güç Demeği şubelerinin açıldığı haberleri gazetelerde görülmektedir.60 Fakat bu tarih­ ten sonra Osmanlı Güç Dem ekleri ile ilgili haber ve belgelerin seyrekleşmesi bu teşkilatın zaman içinde yerini Osmanlı ordu­ sundaki Alman subaylarından Von Floffun idaresinde kurulan Osmanlı Genç Dem ekleri’ne bıraktığı şeklindeki görüşü destek­ lemektedir.61 Von Hoffun Goltz Paşa ile beraber Almanya’da paramiliter örgütleri yönetmiş olması da bu çabanın ciddiyeti­ ni göstermesi açısından önemlidir.62 İzcilik ve ideal erkek: Vatansever, fedakâr, itaatkar

Peki Güç Demekleri ve izcilik dönemin hegemonik erilliği olan savaşçı erilliğin oluşumuna nasıl bir katkıda bulunmuştur? Bu­ nu anlamak için Güç Demekleri ile ilgili söylemlerde vurgu ya­ pılan bazı temalara dikkat çekmek gerekir. Söze her şeyden ön­ ce Güç Demekleri'nin eril bir çaba olduğunu hatırlatarak başla­ malı. Ama buradaki erillik aşağıda açıklayacağımız gibi asker­ lik kurumunun toplumdaki erkek bireylerle olan ve süreç içe­ risinde normalleştirilmeye çalışılan ilişkisinin ötesinde gerçek­ leşmiştir. Güç D em ekleri ve benzeri örgütlenmelerdeki amaç erkekleri askerliğe hazırlamak ve seferber etmek olduğu kadar bu seferberliğin içselleştirilmesi amacıyla erkekliğin tanımlan­ 57

“Güç Demekleri”, İkdam , No. 6 2 4 8 ,3 0 Haziran 1330 [13 Temmuz 1914], s. 2.

58

B.O.A., MV, 194/34.

59

“Güçcülere”, İkdam , No. 6436, 7 Kanun-i Sani 1330 [20 Ocak 1915], s. 2.

60

“Güç Demekleri”, Tasvir-i Efkar, No. 1400, 22 Mart 1331 [4 Nisan 1915], s. 2.

61

Toprak, a.g.m., s. 535.

62

Beşikçi, a.g.m., s. 63.

ması ve özellikle de savaşçı erilliğin vurgulanmasıdır. Ejrad-ı vatarim ya da millet-i Osmani’nin kadınlardan ve erkeklerden oluşan bir toplum olmaktan çok savaşabilen, silah taşıyabi­ len, yiğit erkeklerden oluşan bir topluluk olarak tahayyül edil­ miş olması önemlidir. Askerliğin zorunlu hale gelmesinin va­ tandaşlık görevlerinden birisi olarak tanımlandığı bir dönemde askerlik üzerinden kimin vatandaş olabileceği ve dolayısıyla si­ yasal haklara sahip olacağı da tanımlanmaktadır.63 Bu tanımın özellikle Müslüman Türk unsuruyla sınırlandırılması ve gay­ rimüslimleri barındırmaması çok önemli başka bir noktadır.64 Bu bağlamda devamlı vurgu yapılan gençlik, diğer bir ifade ile genç erkekler topluluğu, askerlik hizmetini yerine getirecek ve siyasal haklarına kavuşacak, yani vatandaş olmaya hak kazana­ caktır. Burada vatanı savunanların erilliğine vurgu yapılırken “savunulmaya muhtaç” vatan ise, yukarıda da görüldüğü gibi, dişil imgelerle sunulmaktadır. İzcilik üzerine yazılan yazılarda bu ‘ahlaki’ değerlere ve bu değerlere sahip erkekler yetiştirme amacına vurgu yapılıyor ve bu amaca uygun ideal erkekliğe nasıl ulaşılacağına dair bir yol çiziliyordu. Talebe Defteri adlı dergide Keşşafın Muhtırası adı al­ tında yayımlanan yazılarda izcilerin ahlaken ve fiziksel olarak kazanacakları özellikler anlatılmaktaydı. Keşşafın Vezaif-i Ahlakiyesi adlı bölümde açıklanan ilk tema vatan’dı: Vatan: Keşşaf daima memleketine bir muhabbet, bir aşk bes­ leyecektir. Vasi ve kıymetdar Osmanlı toprağının her an için kendi hizmetine muhtaç olduğunu ve vatanının yükselmesi yahud aksi, kendinin himmetine bağlı olduğunu hiç hatırdan çıkarmamalıdır. Ayağını bastığı Osmanlı yurdunun mukaddes 63

19. yüzyılın ikinci yansından itibaren Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye’de askerlik kurumunun ulus devletin inşa sürecindeki rolüyle ilgili olarak şu makelelere bakılabilir: Suavi Aydın, “Toplumun Militarizasyonu: Zorunlu Asker­ lik Sisteminin ve Ulusal Ordulann Yurttaş Yaratma Sürecindeki Rolü,” Ç ark­ lardaki Kum: Vicdani Red, Düşünsel K aynaklar ve Deneyimler, der. Özgül Heval Çınar ve Coşkun Üsterci, İstanbul: İletişim Yayınlan, 2008, s. 25-48; Mehmet Hacısalihoglu, “Inclusion and Exclusion: Conscription in the Ottoman Empi­ re,” Journal o f M odem European History, Cilt V, No. 2, 2007, s. 264-285.

64

Beşikçi, a.g.m., 68-69.

ve herkesçe muhterem olması için her türlü fedakârlığı göze almalı ve onu her zaman her tehlikeye karşı müdafaaya hazır olmalıdır. Çünkü keşşaf yurdundan doğmuştur.65

Bu fedakârlığın en üst noktası hayatını vatan için kaybet­ mek, yani şehit olmaktı. Örnek olarak, İdman dergisinde bu dö­ nemde yayımlanan Galatasaray Sultanisi izcilerinden Necmet­ tin Bey adlı öğrencinin fotoğrafının altına “istikbalde şehid da­ yısı Necmi Bey’in yerini tutacak”tır yazılarak izcilik ve fedakâr­ lık arasında doğrudan bir bağ kurulmaktaydı.66 Birinci Dünya Savaşı askerden firar oranlarının yüksek olduğu, ordunun bel­ kemiğini oluşturan köylülerin özellikle ekonomik sebepler­ den ötürü zorunlu askerliğe sıcak bakmadığı bir dönemdi.67 Bu yüzden fedakârlık ve şehitlik kavramlarına yapılan vurgu, hal­ kın zorunlu askerlik kavramını normalleştirmesi hatta içselleştirmesini sağlanmak açısından daha da önem kazanıyordu. İzcilik, gençleri askerî ve toplumsal amaçlann gerçekleşme­ sine yani ideal asker-vatandaşlar olmaya hazırlayan birincil un­ sur olarak görülüyordu. Bu dönemde konu üzerine yayımlanan eserlerden biri olan İzci R ehberinde M. Sami, izciliğin amaçla­ rını şu şekilde sıralıyordu: İzcilikten maksud olan gaye, gençleri metin ve ahlaklı kılmak, memleketini tanıtmak, sıhhatli ve gürbüz olmalanna çalışmak, hayatta her nerede olur ise olsun maişetini kazanır, azimkar, müteşebbis adam yapmaktır. Bir de terbiye-i meslekiye ve terbiye-i milliye itibariyle gençleri bir kanun tahtında talim ve ter­ biye edip yeknesak bir gençlik kidesi meydana çıkarmaktır. En başlıca esaslanndan biri de budur. İyi ellerde terbiye olan ço­ cuklar herhalde istikbalde vatanına karşı en büyük fedakârlığı yapar insan olur. İzciliğin doğuracağı kitleler yeknesak talim ve 65

“Keşşafın Muhtırası II", Talebe Defteri, No. 19, 30 Kanun-i sani 1329 [12 Şu­ bat 1914], s. 315.

66

İdman, No. 20, 30 Kanun-i Sani 1329 [12 Şubat 19141, s. 474.

67

Beşikçi, a.g.m., s. 81 ve devamı. Aynca bu konuyla ilgili olarak şu makeleye de bakılabilir: Erik Jan Zürcher, “Hizmet Etmeyi Başka Biçimlerde Reddetmek: Osmanlı lmparatorluğu’nun Son Dönemlerinde Asker Kaçaklığı,” Ç arklardaki Kum: Vicdani Red, Düşünsel K aynaklar ve Deneyimler, s. 59-68.

terbiye görmüş ordulardır ki, daha askere alınmadan bütün ta­ lim ve terbiye-i askeriyeyi ikmal etmiş bulunurlar. Böyle talim ve terbiyeyi itmam etmiş metin, mukavemetli, sıhhatli, azim­ kar, müteşebbis fikirli, memleketini tanır, vatanını sever...68

Benzer bir biçimde, yukarıda adı geçen Atıf Bey de konu hak­ kında yazdığı bir yazısında izciliği “fedakâr, müteşebbis bir millet ve kuvvetli inzibat ve itaat sahibi bir ordu yetiştirecek” bir araç olarak tanımlıyordu.69 Bu ve benzeri yazılarda “fedakârlık” dışında vurgu yapılan bir diğer “ahlakî” değerin de “itaat” olduğu görülüyor. 1908 Devri­ mi sonrasında kanuna itaat, yukarıda da belirtildiği gibi zorunlu askerlik ve vergi vermekle beraber en önemli vatandaşlık göre­ vi olarak nitelendirilmişti.70 İzciliğin kurallarına uyan izciler ile devletin kanunlarına itaat eden itaatkâr gençler arasında para­ lellik kurulması bu kurumun belirttiğimiz askerî amaçlarla be­ raber başka sosyal amaçlar da güttüğünü gösteriyor. “Fedakâr­ lık” ve “itaat” asker-millet anlayışının birbirini tamamlayan iki önemli manevi unsuruydu ve izcilik aracılığıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında, başka birçok ülkede olduğu gibi, iyi asker ve iyi vatandaş kavramları birleştiriliyordu.71 Güç D em ekleri’nin kurulması ise bu düşüncelerin kurum­ sallaştırılması için atılan önemli bir adımdı. Arşiv belgelerin­ de tanımlandığı şekliyle “Genç evlad-ı memleketi maddeten ve manen vatan müdafaasına hazırlamak ve ölünceye kadar kuvi ve sağlam bir vatanperver haslet muhafaza etmesini temin et­ mek maksadıyla” kurulan Güç D em ekleri72 hakkında, yukarı­ da uzun bir alıntı yaptığımız Harbiye Nezareti’nin bildirisinde kullanılan sözler dikkat çekiciydi. “Vatanını, ırz ve namusunu düşmanlara karşı korumak”, “yurdunun ırz ve namusunu mu­ 68

M. Sami (Karayel], İzci Rehberi, İstanbul: Zarafet Matbaası, 1331 [1915], s. 17.

69

(Burdur Mebusu) Atıf, “İzcilik Düsturları”, Tasvir-i E fkar, 4 Mayıs 1330 [17 Mayıs 1914], s. 4.

70

Üstel, a.g.e., s. 83-84.

71

Smetrusth Richard J ., “The Creation of Imperial Military Reserve Association in Japan”, The Journal o f Asian Studies, Cilt XXX, No. 4, 1971, s. 818.

72

B.O.A., MV., 235/87.

hafaza”, “sancağımızın ve ırz ve namusumuzun tahkir edilme­ si” gibi ifadeler yukarıda belirttiğimiz gibi vatanın dişiliği ve er­ keğin de onu koruma görevine işaret ediyorlardı. Burada hitap edilenler, “erkek namı taşıyanlar” ya da “erkeklere yaraşan o saf-ı merdaneyi kazanmaya” çalışanlardı. Bütün bunlar Birin­ ci Dünya Savaşı döneminde erilliğin yeniden tanımlandığına ve bu yeni tanımda ağırlık kazanan özelliklere işaret ediyordu. Güç Dernekleri’nin başka bir önemi de bu dönemde kuru­ lacak olan diğer “sivil” projelerin nasıl gerçekleşmesi gerektiği konusunda bir çerçeve çizmesiydi. Bu çaba doğrultusunda ba­ zı “sivil” projeler de bu resmî söylemi hayata geçirmeye çalışı­ yordu. Bu proje sahiplerinden bir tanesi dönemin spor kulüple­ rinden Anadolu Hisarı İdman Yurdu’ydu. 1914 Ocak ayında bir endaht (atıcılık) şubesi kurmak amacıyla Dahiliye Nezareti’ne başvuran İdman Yurdu’nun yöneticilerine olumlu cevap Güç Dernekleri talimatnamesi yürürlüğe girdikten sonra 1914 Haziranı’nda verilmişti.73 Amaçlan gençleri kısa zamanda askerli­ ğe hazırlamak olan İdman Yurdu yöneticileri Harbiye Nezareti’nden satın alacaklan eski fişeklerle eğitim yapacak ve bu eği­ timin sonucunda “yurdumuzda yetişecek evlad-i vatanî vazife-i vataniyeleri olan askerliğe duhulünde oldukça mümarese pey­ da etmiş” olacaklardı.74 İdman Yurdu’nun “Türk’ün malzemesi at, silah, çadırdır” sözleriyle başlayan endaht şubesi programın­ da Osmanlı halkının çöküşünden, mertliklerinin yitirilişinden bahsediliyor ve İdman Yurdu aracılığı ile “mestur kalan şeref ve namus-ı milliyi, metin kol ve bacaklan, şaşmayan kurşunlanyla hiçbir şeyden ürkmeyen, cesaret ve metanetleriyle telakki eden” gençler yaratılması amaçlanıyordu.75 İdman Yurdu’nun bu çabası toplumun militarize edilmesinin “sivil” hayatta nasıl gerçekleştirilmeye çalışıldığı açısından oldukça önem taşımak­ taydı. Bütün bunlar yaratılmakta olan ulusa bu ideal erkeklik anlayışını benimsetmeyi amaçlıyordu.76 73

B.O.A, DH. KMS., 12/20, ek no. 9.

74

a.g.b., ek no. 2.

75

a.g.b., ek no. 3.

76

Mosse, a.g.e., s. 52.

Sonuç yerine: Güçlü devlet - pasif bireyler?

Yukarıda incelediğimiz dönemde beden eğitimi ve izcilik hakkındaki tartışmalar ile yazarlann ve devletin söylemleri bize Bi­ rinci Dünya Savaşı öncesinde erkeklik ve milliyetçilik arasında kurulan bağın niteliği hakkında oldukça açık bilgiler sunmak­ tadır. Ayrıca bu bağ çeşitli akademik çalışmalarda da gösteril­ diği üzere Türkiye Cumhuriyeti kadrolannca devralındı ve in­ celediğimiz dönemde olduğu gibi ulus-devletin vatandaşlarının yaratılmasındaki önemli unsurlardan biri olarak görüldü.77 Bu devamlılığın bir diğer önemi de çok farklı şekillerde günümüze kadar uzanan milliyetçilik ve spor arasındaki ilişkinin de Tür­ kiye’deki tarihsel kökenleri hakkında bize çok önemli ipuçları sunmasından kaynaklanıyor. Bununla beraber bu devamlılığın önemi yadsınamaz olsa da tarihçiye düşen görev burada sunu­ lan ve söylem analizine dayanan anlatının yekvücut olamayaca­ ğının ve birçok katmandan oluştuğunun da farkında olmaktır. Bu ve benzeri çalışmalarda gözden kaçırılmaması gereken nokta incelediğimiz olgunun yalnız bir yüzünün, resmî yüzü­ nün bütün anlatıya egemen olması olasılığıdır. Başka bir ifa­ deyle Mehmet Beşikçi’nin de eleştirdiği gibi söylem analizine dayalı bir çalışma devlet merkezli ve tek yönlü bir izlenime sa­ hip olmamıza yol açabilir ve daha da önemlisi halkın bu süre­ ce olan tepkilerini gözden kaçırmamız sonucunu doğurabilir.78 Yukarıda da belirtildiği gibi firar ya da zorunlu askerlikten kaç­ mak bu sürece karşı gösterilen en önemli direnç şekilleridir. Bu tepkilerin varlığının bilincinde olmamız, yani devletin yaptırım gücünün sınırlarının farkında olmamız burada incelediğimiz anlayışın varlığını inkâr etmeyecek, bu anlayışın gündelik ha­ yatta nasıl işlediğini göstererek anlatımızı kuvvetlendirecektir. Bu gibi politikalara gösterilen direncin incelenmesinin ya­ nı sıra var olan bütün “milliyetçi” söylemlerin de dikkatle in­ 77

Erken Cumhuriyet döneminde devletin beden eğitimi aracılığı ile uyguladığı biyo-politikalar için şu esere bakılabilir: Yiğit Akın, “Gürbüz ve Yavuz Evlat­ lar”: Erken Cumhuriyet’te Beden Terbiyesi ve Spor, İstanbul: iletişim, 2004.

78

Beşikçi, a.g.m., s. 54.

celenmesi, egemen söylemin halk tarafından nasıl algılandı­ ğı konusunda bize fikir verebilir. Örnek olarak incelediğimiz dönemdeki her türlü sportif aktiviteyi hatta izciliği milliyetçi­ lik ve militarizmle ilişkilendirmeden önce de temkinli olmamız gerekmektedir, çünkü çeşitli aktörlerin savaş ortamında milli­ yetçi söylemleri kendi çıkarları için kullanmaları, yani var olan söyleme eklemlenerek başka istekleri gerçekleştirmeye çalış­ maları da pekâlâ muhtemeldir. Buna 1915 Mayıs ayında kuru­ lan ve kuruluş nizamnamesi Başbakanlık Arşivi’nde bulunan Denizli Gençler İdman Kulübü örnek olarak gösterilebilir. Ku­ rucuların Dahiliye Nezareti’ne gönderdikleri metinde kulübün kurulma amacı şu şekilde belirtilmiştir: Geleceğin Türk ordu­ sunu hazırlamak ve spor aracılığı ile “Türk’ün namım Avru­ pa’da yükseltmek”. Kulüp bunun için iki branşta çalışmak is­ tediğini iddia etmektedir: İzcilik ve futbol!79 Bu kulübün 1922 yılında kurulan ve Denizli’deki ilk spor (futbol) kulübü olarak bilinen Denizli İdman Yurdu’nun öncülü olduğu düşünülebi­ lir. Ama bizim çalışmamız açısından önemi Birinci Dünya Savaşı’nın ortasında taşrada bir spor kulübünün nizamnamesinde açık bir şekilde belirtildiği üzere bir futbol kulübü olarak ku­ rulmasıdır. Bu örnekte gözlemlenen olgu milliyetçi fikir ve ide­ olojilerden bağımsız olarak bir grup gencin spor yapmak için kurdukları kulübün milliyetçi bir söylem aracılığı ile devlet nezdinde meşrulaştırılma çabasıdır. 1915 yılında Osmanlı Devleti’nin ve toplumunun içinde bulunduğu ortamın “Türk’ün namının Avrupa’da yayılmasından” çok daha büyük sorun ve önceliklerinin olduğu bir dönem olduğu aşikârdır. Bu örnek hem yukarıda gösterdiğimiz milliyetçi ve militarist söylemlerin yaygınlığını hem de bu söylemlerin farklı çıkarların ve istekle­ rin de dile getirilebileceği alternatif bir alan yarattığı ölçüde gü­ cünü de göstermektedir. İncelediğimiz dönemde var olan erillik, milliyetçilik ve mi­ litarizm arasındaki bağlar ancak bu ilişkideki bütün aktörler göz önüne alındığında anlaşılabilecektir. Bununla beraber or­ taya çıkacak sonuç, Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Sava­ 79

B.O.A., DH.EUM. 5. $b., 12/19.

şı yıllarında İttihat ve Terakki’nin politikalarının diğer bir­ çok alanda olduğu gibi, militarizm ve erillik arasında bugün bile kurmaya devam ettiğimiz ilişkilere de damgasını vurdu­ ğu gerçeğidir. KAYNAKÇA Başbakanlık Osmanlı Arşivi (B.O.A.) Tasnifleri Dahiliye Nezareti Hmniyet-i Umumiye Müdüriyeti 5. Şube Evrakı (DH. EUM. 5. Şb.) Dahiliye Nezareti Emniyet-i Umumiye Müdüriyeti Muhabere Kalemi (DH. EUM. MH.) Dahiliye Nezareti Emniyet-i Umumiye Müdüriyeti Levazım Kalemi (DH. EUM. LVZ.) Dahiliye Nezareti Kalem-i Mahsus Müdüriyeti (DH. KMS.) Dahiliye Nezareti Mebani-i Emiriye ve Hapishaneler Müdüriyeti (DH.MB.HPS.M) Irade-i Maarif Meclis-i Vükela (M.V.) Yıldız Parekende Evrakı (Y. PRK.) Süreli Yayınlar Düstur, Tertib-i Sani, Cilt V, 1914. İdman 28 Mayıs 1913 - 23 Mayıs 1914. İkdam, (İstanbul), 1914. Osmanlı Genç D em ekleri Mecmuası, 1917-1918. Say ve Tetebbu, 1912. Talebe Defteri, 6 Kasım 1913 - 21 Mayıs 1914. Tanin (İstanbul), 1914. Tasvir-i E fkar (İstanbul), 1914-1915. Kitap ve Makaleler Akyüz, Y. (2002) “Eğitim Alanında Aydınların Özeleştirisi ve Balkan Savaşlan”, Tarih ve Toplum, Cilt XXXVIII, No. 228: 54-58. Aydın, S. (2008) “Toplumun Militarizasyonu: Zorunlu Askerlik Sisteminin ve Ulu­ sal Orduların Yurttaş Yaratma Sürecindeki Rolü”, Ç arklardaki Kum: Vicdani Red, Düşünsel K aynaklar ve Deneyimler, der. Û. H. Çınar ve C. Üsterci, İstanbul: iletişim Yayınlan, 25-48. Beşikçi, M. (2009) “Militarizm, Topyekûn Savaş ve Gençliğin Seferber Edilmesi: Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı lmparatorluğu’nda Paramiliter Dernekler", Tarih ve Toplum: Yeni Yaklaşımlar, No. 8: 49-92. Bora, T. (1995) “Turkish National Identity, Turkish Nationalism and The Balkan Peninsula”, Balkans: A Mirror o f the International Order, der. G. G. Ûzdoğan ve K. Saybaşılı, İstanbul: Eren, 102-120.

Cora, Y. T. (2007) Constructing and Mobilizing the “Nation” through Sports: State, Physical Education and Nationalism under the Young Turk Rule (1908-1918), ya­ yımlanmamış yüksek lisans tezi, Central European University, Budapeşte. Doğan, A. (2006) Osmanlı Aydınlan ve Sosyal Darwinizm, İstanbul: Bilgi Üniver­ sitesi Yayınlan. Guttman, A. (1994) Games and Empires, M odem Sports and Cultural Imperialism, New York: Columbia University Press. Hacısalihoğlu, M. (2007) “Inclusion and Exclusion: Conscription in the Ottoman Empire", Journal o f M odem European History, Cilt V, No. 2: 264-285. Hagemann, K. (1 997) “O f ‘Manly Valor’ and ‘German Honor’: Nation, War, and Masculinity in the Age of the Prussian Uprising against Napoleon”, Central Eu­ ropean History, Cilt XXX, No.2: 187-220. Hagemann, K. (2004) “German Heroes: The Cult of the Death for the Fatherland in 19,h Century Germany”, Masculinities in Politics and War: Gendering M odem History, der. S. Dudink, K. Hagemann ve J. Tosh, New York: Manchester Uni­ versity Press, 116-136. Hanioğlu, M. Ş. (2001) Preparation f o r a Revolution: The Young Turks (1902-1908), Oxford: Oxford University Press. Hawkins, M. (2006) “Social Darwinism and Race", A Companion to Nineteenth-Cen­ tury Europe, 1789-1914, der. S. Berger, Malden: Blackwell Publishing, 224-235. Hertz, F. (1978) “Friedrich Ludwigjahn”, Sport and International Relations, der. B. Lowe, D. B. Kanin ve A. Strenk, Champaign: Stipes Pub. Co., 35-41. Horne, J . (2 0 0 3 ) “Defining the Enemy, War, Law, and the Levée en m asse from 1870 to 1945”, The People in Arms: Military Myth and National Mobilization sin­ ce the French Revolution, der. D. Moran and A. Waldron, Cambridge: Cambrid­ ge University Press, 100-123. Home, J. (2004) “Masculinity in Politics and W ar in the age of Nation-States and World Wars, 1850-1950”, Masculinities in Politics and War: Gendering Modem History, der. S. Dudink, K. Hagemann ve J. Tosh, New York: Manchester Uni­ versity Press, 22-40. İzci Ocağının İç Nizamnamesi. (1914), Istanbul: Matbaa-yı Hayriye ve Şürekası. [Karayel], M. S. (1915) izci Rehberi. İstanbul: Zarafet Matbaası. Koch, H.W. (1984) “Social Darwinism as a Factor in the ‘New Imperialism’”, The Origins o f the First World War: Great Power Rivalry and German W ar Aims, der. H. W . Koch, Basingstoke: Macmillan, 319-342. Liponski, W. (1999), “Sport in the Slavic World before Communism: Cultural Tra­ ditions and National Functions", Sport in Europe, Politics, Class, Gender, der. J. A. Mangan, Londra: Frank Cass, 203-249. Mosse, G. L. (1996). The Image o f Man: the Creation o f M odem Masculinity, New York: Oxford University Press. Nagel, J. (1998) “Masculinity and Nationalism: Gender and Sexuality in the Ma­ king of Nations”, Ethnic and Racial Studies, Cilt XXI, No. 2: 242-269. Polat, N. H. (1991) Mûdafaa-i Milliye Cemiyeti, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınlan. Smetnısth, R. J. (1971) “The Creation of Imperial Military Reserve Association in Japan”, The Journal o f Asian Studies, Cilt XXX, No. 4: 815-828.

[Tarcan], S. S. (1913) Alman Jim nastikleri ve Yan ¡Jahıı], İstanbul: Selanik Matbaası. Toprak, Z. (1979) “İttihat ve Terakki’nin Paramiliter Gençlik Örgütleri", Boğaziçi Üniversitesi Beşeri Bilim ler Dergisi, Cilt VII: 95-113. Toprak, Z. (1985) “II. Meşrutiyet Döneminde Paramiliter Gençlik Örgütleri”, der. M. Belge, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, İstanbul: İletişim Ya­ yınlan, 531-536. Ünder, H. (2003) “Türkiye’de Sosyal Darwinizm Düşüncesi”, M odem T ürkiye’de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik, der. T. Bora, İstanbul: İletişim Yayınları, 427-437. Üstel, F. (2004) “Makbul Vatandaş’’m Peşinde, II. Meşrutiyet'ten Bugüne Vatandaşlık Eğitimi, İstanbul: İletişim Yayınlan. Vysny, P. (1977) Neo-Slavism and the Czechs, 1898-1914, Cambridge: Cambridge University Press. Warren, A. (1987) “Popular Manliness: Baden-Powel, Scouting, and the Develop­ ment of Manly Character”, Manliness and Morality: Middle-Class Masculinity in Britain and America: 1800-1940, der. J. A. Mangan ve J. Walvin, Manchester: Manchester University Press, 199-219. Weber, E. (1971) “Gymnastics and Sports in Fin-de-Siecle France: Opium of the Classes?”, The American Historical Review, Cilt LXXVI, No. 1: 70-98. Wilkinson, P. (1969) “English Youth Movements, 1908-1930”, Journal o f Contem­ porary History, Cilt IV, No. 2: 3-23. Zürcher, E. J. (1998) “The Ottoman Conscription System, 1844-1914”, Internatio­ nal Review o f Social History, Cilt XLIII, No. 3: 437-449. Zürcher, E. J. (2003) “Zorunlu Askerlik ve Direniş: Tarihi Çerçeve", Devletin Si­ lahlanması, Ortadoğu’da ve Orta Asya'da Zorunlu Askerlik (1775-1925), der. E .J. Zürcher, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınlari, 2-22. Zürcher, E. J. (2008) “Hizmet Etmeyi Başka Biçimlerde Reddetmek: Osmanlı Imparatorlugu’nun Son Dönemlerinde Asker Kaçaklığı”, Ç arklardaki Kum: Vicda­ ni Red, Düşünsel K aynaklar ve Deneyimler, der. Ö. H. Çınar ve C. Üsterci, İstan­ bul: İletişim Yayınlan, 59-68.

Dahiliye Nazırı Talat Paşa'nın Balıkesir Mekteb-i Sultanisi'ni ziyareti. (.Şehbal, No. 99, 15 Haziran 1330 [28 Haziran 1914], s. 41.)

"Bursa'daki İttihat ve Terakki Mektebi talebesinin şayan-ı takdir idmanlarından biri." (Şehbal, No. 97, 15 Mayıs 1330 [28 M ayıs 1914], s. 4.)

İstanbul Sultanisi izcileri resm-i geçid yaparken. (İdman Mecmuası, No. 30, 1 Mayıs 1330 [14 Mayıs 1914], s. 474.)

Türkiye’de Milli Kimlik İnşası Sürecinde Militarist Eğilimler ve Tesirleri G

üven

G

ürkan

Ö

ztan

Milliyetçi ideoloji(ler), ulus özelinde “beka” sorunu etrafında tanımlanan, kendine özgü bir “doğa durumu” tasvir eder. Sö­ zü edilen “doğa durumu”, düşünsel kökeni T. Hobbes’a kadar uzanan, şiddet ile ahlâki mesafesini kaybetmiş, kaotik bir dün­ ya tasavvuruna dayanır. “Her ulusun bir diğeri ile ölümüne sa­ vaştığı”, “düşmanların kol gezdiği”, insanların “doğası gere­ ği” saldırgan ve şiddete eğilimli olduğu bir dünyada, ulusların varlığını ve çıkarlarını sürdürebilmesinin yegâne yolu, “güçlü” ve “caydırıcı” bir potansiyele sahip olmalarıdır. Bu çerçevede ulus-devletleşme sürecinde milliyetçi düşünce(ler), ekseriyetle ulusal sınırların güvenliği için iktidarın merkezileşerek kurum­ sallaşmasını, “içte” ve “dışta” nüfuzunu arttırmasını ve bunun için de şiddet kullanma tekeline sahip olmasını gerekli görür.1 Merkezî iktidarın hâlihazırda olası tehlikelere karşı silahaltında tutması gereken yurttaşlardan müteşekkil daimî bir askerî güce sahip olması fikri tarihsel süreç içinde olağanlaşır. Bu bağlam­ da ulus-devlet örgütlenmesiyle beraber çok geçmeden yeni bir ordu modeli oluşturulur; paralı askerlik sistemine dayanan im­ paratorluk ordulanndan zaman içinde askerlik hizmetinin zo­ runlu olduğu “vatandaş ordulan”na geçilir. Örneğin 1789 Ih1

Gianfranco Poggi, Forms O f Power, Cambridge: Polity Press, 2001, s. 141-43.

tilali sonrası Fransız ordusu oluşturulurken devrim şartlarının zorlamasıyla “ulusallık prensibi” devreye sokulmuş, orduya katılım meselesi, öncelikle “Fransız olanlar” ve “olmayanlar” ayrımına dayandırılmıştır. Avusturya ve Prusya 1792’de Fran­ sa’ya saldırıp Fransız “ulusal ordusu” savaştan başarıyla çıkınca yeni ordu modeli, adım adım 19. yüzyılda Avrupa’da kurulan ulus-devletlerde egemen form olmaya başlamıştır.2 Hal böyleyken yurttaşlık formülasyonları, sivil-asker ilişkisi, savaşla­ rın niteliği, bilhassa cephe - cephe gerisi tanımı ve etki alanları değişmiştir. Eskiden maddi güç ve boş zaman gerektirdiğinden soylu sınıfın “ayrıcalığı” ve “eğlenceliği” olan savaşkanlık, poli­ tik ve kültürel değişimin eşliğinde öncelikle ulusun tüm erkek­ lerinin “ortak erdemi” ve “vazifesi” haline gelmiştir. Aynı dönemlerde ulus-devletin yeni muktedirleri, sadece or­ duyu “ulusallaştırmakla” yetinmemiş; eğitimi merkezileştire­ rek zorunlu hale getirme yönünde ilk ciddi adımlan atmıştır. Ana temalan ve ritüelleriyle “ulusallık kriteri” ve “ideali”ne uy­ gun bir maarif sistemi oluşturmaya çalışmıştır. Bu durum, or­ ta sınıflardan başlayarak eğitim felsefesi ve sistemleri içinde ço­ cukluk kavrayışlarının ve pratiklerinin ne denli değişip çeşit­ lendiği hakkında ipuçları sunar. Çocuktan başlayarak ulusal disiplini ve sosyal kontrolü sağlama çabası ile homojen bir top­ lum yaratma gayesinin eşzamanlı denilebilecek bir şekilde ge­ lişmesi, mecburi eğitim ve askerliğin, hem ilkesel hem de araçsal manada iç içe geçtiğini gösterir.3 Elbette özneler ve özne­ lerin yetkileri, kontrol mekanizmaları (ödüllendirme, ceza­ landırma, “hizaya sokma” vs.), örgütlenme modelleri ve fizi­ ki mekânların özellikleri değişiklik arz eder. Lâkin arzu edi­ len “standart”, yaygın eğitim ile mecburi askerliğin birbirini ta2

19. Yüzyılın başından itibaren birçok Avrupa devleti birbirinin peşi sıra zo­ runlu askerlik uygulamasına gitmiştir. 1850’lere henüz gelmeden Prusya, İs­ panya, İsveç, Norveç ve Danimarka’da zorunlu askerlik modellerinin türevle­ ri mevcuttur. Bu manzaradan görece uzun süre farklı bir durum arz eden ör­ nek ise Britanya’dır. Britanya’da “gönüllüler”, askerliğin tüm İngiliz erkekleri için yasayla zorunlu kılındığı 1916’nın ocağına kadar “savaşma" işini üstlen­ mişlerdir.

3

Bu konuda bkz. G. Gürkan Ûztan, Türkiye’de Çocukluğun Politik İnşası, İstan­ bul: Bilgi Üniversitesi Yayınlan, İstanbul, 2011

marnlamasıdır. Böylece kitleler, “milli bilinci” keşfedecek ve “unuttukları form”a/“ulus”a dönüşecektir. Bu bağlamda milliyetçi-militarist ideoloji(ler), ulusal kimlik inşası sırasında ço­ ğu zaman militer çağrışımları olan kavramları ve simgeleri kul­ lanmış; savaşlar, kahramanlık hikâyeleri ve efsaneleri, fedakâr­ lık manzumeleri, “ideal” kadın-erkek kimliğinin kurgulanma­ sında ve “milli pedagoji”nin tesisinde adım adım önemli birer araç haline gelmiştir. Milliyetçi bakış açısından bir yurttaş için ülkesine yapabileceği “en büyük fedakârlık”, belirli bir aske­ ri mantık ve disiplin içinde, milleti ve onun “yüce menfaatleri” için ölmeyi ve öldürmeyi göze almaktır. Zira milliyetçilere gö­ re “ulusun devamı” ferdin müstakil yaşamından değerlidir; fert ölümsüzlüğü ulusun ebediyete kadar sürdüğü varsayılan mu­ hayyel varlığında yakalar. Hal böyleyken ucu açık kahramanlık gösterileri ve tükenmeyen savaşma isteği, “ulusun erilliği”nin, “makbul” erkekliğin zamanla özellikle “olağanüstü durumları” kapsayacak şekilde kadınlığın ve hatta çocukluğun “doğal” ve “ayrılmaz” bir parçası oluvermiştir. Ulus-devlete itaatkâr erkekler ile erkeklere boyun eğen ka­ dınlar ve elbette “makbul” terbiye edicilerin (ki ebeveynler ve öğretmenler çocuklara geleneksel yakınlık dereceleriyle ilk sı­ radadır) hizaya getirdiği çocuklar yaratmanın milli birlik ile bütünlüğü, sosyal disiplini ve kalkınmayı temin edecek ve sür­ dürecek en önemli araç olduğu düşüncesi, militarist yönelim­ ler ile milliyetçilik(ler)i eklemleyen temel unsurlardan biridir. Ulusun, fertleri birbirine gönülden bağlı, büyük ve fedakâr bir aile olarak tahayyül edilmesi, kadının “aile reisliği” veya “ha­ miliği” kavramı ile babası/kocası üzerinden “eril” olan devle­ te/iktidara boyun eğmesini, teorik düzlemde çocuğun da an­ nelik bağı üzerinden yalnızca içine doğduğu ailenin evladı ol­ maktan çıkıp “tüm ulusun evladı” olmaya geçişini beraberinde getirmiştir. Böylece ailenin görece pedagojik serbestliği kâğıt üzerinde de olsa ortadan kaldırılmıştır. Tüm ulusu sanki “kan bağı” ya da feshi mümkün olmayan bir “akit” ile dahil olunan geniş bir aileymişçesine tasavvur etmesi ve benimsemesi bek­ lenen “milliyetperver çocuğun”, toplumsal hiyerarşiyi ve açık

ya da örtük iktidar ilişkilerini “verili” olarak kabul etmesi arzu edilmiştir. Direktif temelli gündelik yaşam modelinin (bir ne­ vi emir-komuta ilişkisinin) estetize edilip yüceltilerek önce ha­ ne içine ve okullara, sonra toplumun tümüne sistematik bir bi­ çimde yayılmak istenmesi, çoğu zaman hem “dıştaki ve içteki düşmanlara karşı uyanık olma” hem de “birlik içinde kalkın­ ma” diskuru ile desteklenmiş ve meşrulaştınlmıştır. Yukanda değinilen önkabullerin “kolektif güvenlik” ve “ulu­ sal birlik” kavrayışını ve bu kavrayışa karşılık gelen davra­ nış şekillerini doğrudan etkilediği ise yadsınamaz. Askerliğin ulus-devletleşme sürecinde mecburileştirilmesi de bu bağlam­ da düşünülmelidir. “İdeal” bir model olarak zorunlu askerliğin “vatan borcu”, hatta kimi zaman kültürel göndermelerle “na­ mus meselesi” olarak kurgulanması ve savaşkanlığın türlü ba­ haneler ve Sosyal Darwinist temalarla mütemadiyen bir “be­ ka” ve “güvenlik” bahsi olarak lanse edilmesi, militarizm ve milliyetçilik(ler)i kesiştirmiştir.4 Böylece ulusal mevcudiyeti ve bütünlüğü koruma söylemi militer disiplinin, itaatin, daya­ nıklılığın ve cesaretin taşıyıcısı haline getirilmiştir. Türkiye özelinde “devleti kurtarma” telaşı ve buna bağlı ola­ rak da modernleşme süreciyle çakışan milliyetçiliğin gelişimi de militarizmden ayrı düşünülemez. Türk milliyetçiliği tarihsel seyrinde ağırlıklı olarak militarist temalar üzerinden popüler­ lik kazanmış, kitleselleşmiş ve daha sonralan resmî ideolojinin ve popüler imgelemin temel referans noktası olmuştur. “Halk terbiyesi”nin, yetişkin eğitiminin, sıkı toplumsal denetimin ve yurttaş biçimleme projesinin askerlik ve militer refleksler ara­ cılığıyla gerçekleştirilmesine ve/veya perçinlenmesine duyulan sarsılmaz inanç, militer değerlerin hem resmî, hem de günde­ 4

Batı akademiasında ulus-devlet, milliyetçilik, ırkçılık ve militarizm ile Sosyal Darwinizm arasındaki ilişkiyi analiz eden, ülke örnekleri ve düşünürler çerçe­ vesinde konuyu değerlendiren verimli bir literatür mevcut. Örneğin bkz. Ma­ rius Turda, The Idea o f National Superiority in Central Europe (1880-1918), Ce­ redigion: Edwin Melen Press, 2005; Mike Hawkins, Social Darwinism in Eu­ ropean and American Thought (1860-1945), Cambridge: Cambridge University Press, 1997 ve L. Linda Clark, Social Darwinism in France, Alabama: The Uni­ versity of Alabama Press, 1984.

lik dilde yeniden üretilmesine hizmet etmiştir. “Otantik” mem­ leket sevgisi, rejime bağlılık ve modemiteyle askeriye arasında uluslaşma sürecinde kurulan “doğrudan ilişki”, bir yandan or­ duya kendi profesyonel alanıyla sınırlı kalmayan “kurumsal bir üstünlük” ve “itibar” sağlarken diğer yandan da siyasal ve sosyo-ekonomik sorunları tanımlamada ve aşmada militer yön­ temlerin başvurulabilirliğini ve yüceltilmesini kolaylaştırmış­ tır. Tüm sorunları “acil” kılma ve “güvenlik” ile ilişkilendirme sonrasında da “mekanik” bir çözüm üretme ısrarı, bahsedilen militer zihniyetin izdüşümüdür. Bu zeminde muhalif fikirleri de içeren politik çoğulluğa ve müzakereye yer yoktur. Türkiye bahsinde özellikle yaklaşık son on beş, yirmi yılda yapılan bir dizi akademik çalışma, adı konmamış bu durumu “askeri vesa­ yet” ve “militarizm” çerçevesinde tarif ve tahlil etme cesareti­ ni göstermiştir.5 Bu çalışmada sözü edilen gayretlerin ışığında, öncelikle Türkiye’de ulusal kimlik inşasında ve kimliğin yeni­ den üretiminde -bilhassa da II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet dö­ nemine, resmî ideolojinin oluşumu ve yayılmasına uzanan ara­ lıkta- milliyetçi düşünce ve türevleriyle iç içe geçen militarist öğeler ve sözü edilen unsurları besleyen parametreler üzerinde duruyorum. Aynı zaman aralığında bir “referans noktası” ola­ rak kışla düzenine, mecburi askerliğe ve komutanlara atfedilen özellikleri irdeleyip, çokça tekrarlanan “ordu-millet miti” çer­ çevesinde oluşturulan söylemin başvurduğu tezleri ve tesirleri­ ni birincil metinler üzerinden analiz etmeye çalışıyorum. Son­ rasında ise milliyetçilik-militarizm arasındaki ilişkinin “ide­ al” kadınlık ve erkeklik rollerinin yeniden üretimine etkisini, “kentlilik-taşralılık zıtlığını”6 göz önüne alarak tartışıyorum. Uluslaşma sürecinde faal olan, hatta kadm-erkek “eşitliği” için mücadele eden kent kökenli kadınların, tıpkı aynı sınıfsal ko­ numdaki erkekler gibi milliyetçi perspektiften zikredilen “ke­ 5

Zikredilen cesur girişimler arasında Taha Parla, Murat Belge, Ümit Cizre, Ay­ şe Gül Altınay, Tanel Demirel, İsmet Akça ve elbette Tanıl Bora’mn çalışmala­ rı şüphesiz önemli yer tutar.

6

Kentlilik-taşralılık, çoğu zaman pratikte lstanbulluluk-Anadoluluk ayrımına denk düşmektedir. Çalışma boyunca bu noktanın hatırda tutulmasını rica edi­ yorum.

sin zıtlığı” bir şekilde beslediğini ve bu durumun ilgili literatür­ de yeteri kadar incelenmediğini savunuyorum. Yukarıda bahsettiğim sürece dair, Türkiye’de militer eğilim­ leri besleyen unsurların “yapısal-mekanik” ve “kültürel-söylemsel” olmak üzere iki düzlemde değerlendirilebileceğini dü­ şündüğümü eklemeliyim. Devletin ideolojik örgütlenmesi, si­ yasal sistemin nitelikleri, askeriyenin kurumsal özellikleri ve asker! müdahalelerle bunların perçinlenmesi gibi yapısal öğe­ ler ve devleti kategorik olarak kutsayan, özerk bireye müstakil değer atfetmeyen, “korumacı” nitelikleri ağır basan kolektivist kültürel kodlar7 (ki kimi zaman yapısal unsurlardan daha da “dirençli” olabilir) ve militer değerleri yeniden üreten söylem­ ler, militarizmin hegemonyasında son derece etkili. Bu sayede militarist dışavurumlar, hem kültürel hem de politik düzlem­ de başta milliyetçi ideolojinin çeşitli varyantları olmak üzere si­ yasal gramerin kalıplan ile kendini yeniden var edebilmekte. Türkiye’de militarizmin kökleri, ordu ve erkeklik II. Meşru tiyet’in ilanı sonrasında yaşanan dinamik ve bir o ka­ dar çalkantılı süreçte militarist değerler ve önkabuller, adım adım resmî ideolojinin âdeta mütemmim cüzü haline gelen milliyetçi düşüncenin en önemli kaynaklarından biri olmuştur. Uluslaşma sürecinde, yalnız zihnen ve bedenen “güçlü” olan­ ların hayatta kalacağını, “zayıflar”m ise yok olmaya mahkûm olduklarını savunan “doğal seleksiyon” tezine dayanan Sos­ yal Darwinist paradigmanın ivedilikle manipüle ve adapte edil­ mesi, milliyetçi-militarist projeleri alttan alta beslemiş ve za­ man içerisinde siyasal elitin “çözüm önerileri”ni ve “kurtuluş 7

Bu meseleyi G. Hofstede’in çok farklı nedenlerle (iş yeri ilişkileri) geliştirdiği kavramsal çerçeveye göndermelerle düşündüğümü belirtmeliyim. Hofstede, güç mesafesinin fazla olduğu toplumlarda genellikle gücün sorgulanmadığı­ nı, güce nza gösterme temayülünün yüksek olduğunu ve ayrıca katılımın dü­ şük olduğunu ifade eder. Türkiye bu anlamda güç mesafesinin yüksek oldu­ ğu, kültürel anlamda kolektivist bir toplumdur. Bkz. G.Hofstede, Cultures and Organizations: Software o f the Mind, Londra: McGraw-Hill, 1991. Bu çerçeveye dikkat çekerek Türkiye bağlamında zihin açıcı metinler yazan Murat Önderman’a teşekkür ediyorum.

reçeteleri”ni biçimleyen temel referans maddesi haline gelmiş­ tir.8 Ayrıca büyük ölçüde, romantik dışavurumlarıyla 19. yüz­ yılın Alman siyasi ve askerî düşüncesinden ve yer yer Japon mi­ litarizminden etkilenen Türk milliyetçiliği, Almanya’nın ve Ja­ ponya’nın 20. asrın başlangıcındaki yükselişlerinin ardında, onların militarist yapılarının birincil etken olduğuna inanmış­ tır. Hal böyleyken Alman komutanların müktesebatının da et­ kisiyle çıkış yolu, öncelikle “milli ordu”nun güçlendirilerek sosyo-psikolojik hegemonyasının arttırılmasında ve böylece “milletin ordulaşması”na koşut olarak toplumsal disiplinin ek­ siksiz biçimde inşa edilmesinde görülmüştür. Balkan Savaşla­ rının travmatik atmosferiyle, “intikam arzusu” ve “beka soru­ nu” araşma sıkışan hegemon söylem,9 yöntem olarak savaşı/sa­ vaşa hazır olmayı kutsayan geleneğe kapı açmış;10 vatanın, ulu­ sun birliği ile bütünlüğünü koruma ve geleceğe taşıma adına, ölme ve öldürme üzerinden kendini yeniden üretme yolunu seçmiştir. Kan, gözyaşı, ihanet, kahramanlık ve şehitlik temala­ rıyla süslenen bir siyasi seslenme üslubu ve ona eşlik eden po­ püler yazın, toplumsal travmayı hafifletmek şöyle dursun daha da derinleştirmiştir.11 Bahsi geçen “derinleşme”, normalleşme 8

Türkiye'de Sosyal Darwinist paradigmanın gelişimi konusunda özellikle bkz. Hasan Under, “Türkiye’de Sosyal Darwinizm Düşüncesi”, M odem T ürki­ ye'de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik, İstanbul: İletişim, 2002, s. 427-435. Sosyal Darwinizm’in özellikle ırk ıslahı’ düşüncesine ve Türkiye’deki nüfus politika­ larına yansıması için bkz. G. Gürkan Ûztan, “Türkiye’de Ûjeni Düşüncesi ve Kadın”, Toplum ve Bilim, No. 105, 2006, s. 265-282.

9

Bkz. G. Gürkan Ûztan, a.g.e., s. 49-57.

10

Türk milliyetçiliğinde savaşı kutsayan söylem, genel hatlan ile özellikle ırkçıTurancı kanatta sürekliliğim korumuştur. Savaşların “gayrı kabili içtinap bir zaruret” ve “tabiat kanunu” olarak gösterildiği, milletleri “zinde” tuttuğuna inanıldığı ve “medeniyet ölçüsü” olarak tescil edildiği bir anlatı, İkinci Dün­ ya Savaşı esnasında başta olmak üzere farklı dönemlerde yinelenmiştir. Sözü edilen militarist söylemde barış yanlıları ve pasifistler ise genellikle “hainlik” ile itham edilmiştir. Örneğin bkz. R. Oğuz Türkkan, Türkçülüğe Giriş, İstan­ bul, 1940, s. 175-197, H. N. Atsız, “Savaş Aleyhtarlığı”, Orhun, No. 12, 1943. Savaşı milliyetçi bir bakış açısı “zinde ve sıhhatli milletler” için olumlu gören bir diğer öm ek için bkz. Tahsin Ünal, Türk Askerlik Kültürü, Ankara: Berikan, 2001, s. 5.

11

Bkz. G. Gürkan Öztan, “Şiddetin Modem Meşruiyet Zemini: 'Ulusun İntika­ mı’”, Doğu-Batı, No. 43, Kasım-Arahk-Ocak, 2007-08.

ve özgürleşme eğilimleri karşısında yapısal unsurların yanı sı­ ra çoğu zaman sosyo-psikolojik bir set oluşturmuştur ve bugün de bir ölçüde oluşturmayı sürdürmektedir. “İdeal” erkeklik ve kadınlık tahayyülünden çocuk yetiştiril­ mesine kadar geniş bir yelpazede yükselişe geçen militarist eği­ limler, zaman içerisinde “makbul” yurttaşlık tanımının ve bu­ nun da ötesinde muhafaza edilmesi şart koşulan, toplumca de­ netlenen kolektif değerler sisteminin büyük ölçüde içini dol­ durmuştur. Vatandaşlık haklarının, ödevlerinin tespiti ve kul­ lanma/yerine getirme ehliyeti ile sosyal yaşamda “yer edinme”, “kendini kanıtlama” ve “itibar/güç” kazanma, hâkim söylemde çoğunlukla savaşkanlık, kahramanlık, intikam ve itaat temaları­ nı içeren bir “şeref’ tanımı ve “milli menfaatler” ile çatışmayan bir üretkenlik algısı çerçevesinde düşünülmüştür. Bu eksende Cumhuriyet döneminde de milliyetçilik(ler) ile militarizm ara­ sındaki sıkı ilişkinin, yeni rejimin umdeleri ve gözde motifleriy­ le harmanlanarak kendini politik diskurda ve kolektivist kül­ türel zeminde yeniden ürettiği ifade edilmelidir. Öyle ki, hem gündeliğin içindeki “hegemonik erkeklik” tasavvurunda hem de “cumhuriyetçi yurttaş”ın kitabi tarifinde, “milletin fikrî ve bedenî terbiyesi”nde ve “milli kalkınma” projesinde çoğu za­ man komutanların “üstün vasıflarTndan güç alan idealize “kış­ la modeli” ve askerliğini yapmış “çocukluktan çıkmış/olgun er­ kek” örnek gösterilmiştir. Bu süreci meşrulaştırmak adına “as­ kerî başarılar”, şehitlik/gazilik anlatılan, mistifiye edilmiş asker­ lik anılan ve hikâyeleri, bireysel ve kolektif hafızada sürekli can­ lı tutulmuş, hatta kimi zaman yeniden yaratılmış “içteki ve dış­ taki ihanet tecrübeleri”, ekseriyetle kategorik mutlaklaştırmalar üzerinden hikâyeleştirilmiştir.12 Böylece genellikle savaşçı, fe­ dakâr Türkler “mutlak iyi”, “[‘düşman’ ile] işbirlikçi Türkler” ve Türk olmayanlar ise “mutlak kötü” cephesini oluşturmuştur. 12

Çanakkale ve Bağımsızlık Savaşı’m anlatan resmî ve popüler metinlerde, “iha­ net” teması fazlasıyla işlenmiştir. Devletin zor günlerinde “soysuzların” (özel­ likle gayrimüslimlerin) işgalci güçler ile işbirliği yaptığına dair vurgular, mili­ tarizm üzeriden zenofobik duygulan kamçılamıştır. Örneğin bkz. Şükufe Ni­ hal [Başar], “Kara Günler, Işıklı Yıllar ve Ant”, Yeni Türk Mecmuası, Cilt 1(2), No. 11-14, Birinci Teşrin, 1933.

Bu anlatının içinde ne işgalci güçlerle işbirliği yapmayan ve fa­ kat artık cephede savaşmak da istemeyen Türkler vardır ne de yine aynı güçlerin varlığından rahatsız gayri Türk ve Müslüman özneler... Militarist hegemonyayı var eden araçlardan biri olarak kemikleşmiş “konumlandırma geleneği”nin bugün de az çok aynı metotlarla sürdüğünü iddia etmek mümkün. Yeni rejim, malum olduğu veçhile resmî ideolojisini oluştu­ rurken milliyetçi ideolojinin ve ondan da güç alan lider kül­ tünün, tüm ülkede inkılâpların ve kurumlarm sosyo-psikolojik zeminini ve meşruiyetini hazırlayacağım varsaymış, halk­ çı, köycü göndermeleriyle kentli-taşralı arasındaki mesafeyi -salt simgesel düzeyde de olsa- azaltacağını ümit etmiştir. Hal böyleyken milliyetçiliğin resmî formunun kökleşmesinde iki ana eksen belirlenmiştir. Bunlardan ilki siyasal/bürokratik elit ile rejimin yanında saf tutan “makbul entelijansiya”nm ideolo­ jik üretkenliği ve bireysel/kolektif çabası, diğeri ise bu vesiley­ le “olgunlaşan” milliyetçi fikirlerin bilhassa okul, (popüler ya­ yınlar dahil) matbuat ve ordu kanalıyla halka benimsetilmesidir.13 Bu bağlamda resmî ideolojinin ve çoğu zaman onunla harmanlanan Türk milliyetçiliğinin içerisindeki militarist kod­ lar aranırken iki yönlü bir değerlendirme yapmak faydalı olabi­ lir. Öncelikle siyasal seçkinler ve milliyetçi ideologlar tarafın­ dan ordu, zorunlu askerlik ve devletin korunması çerçevesinde ileri sürülen resmî/yarı resmî savların deşifre edilmesi ve inkı­ laplar ile militarist öykünmeler arasındaki ilişkinin açığa çıka­ rılması gerekir. Daha sonra kışla düzenine, militer disipline ya­ pılan “pedagojik” atıfların ve askerliğin önemine dair önkabullerin gerekçeleri açıklanmalıdır. Bilindiği üzere, Türk milliyetçiliğinin ilk ortaya çıkışından itibaren konjonktürel gelişmelerin sarsıcı etkisi ile orduya, “kurtarıcı/kurucu” ve “modernleştirici/devrimci” bir rol biçil­ miştir. Ordu milliyetçi-kalkınmacı perspektiften bakıldığında tam manasıyla “rasyonel” ve “laik” bir kurumdur; geleneği var­ dır ama “geleneksel dünya”ya ait değildir. “Kurumsal gelenek” 13

M. Saffet Engin, Kemalizm inkılâbının Prensipleri, İstanbul: Cumhuriyet Mat­ baası, 1938, s. 67.

ise bizzat iktidara eklemlenen seçkinlerin tahayyülünde askeriyeye “ruh” katan etmenlerdendir. Ordunun rasyonelliğine “Türk askeri ruhu” da eklendiğinde “başarı” kaçınılmaz hale gelir. Buradan hareketle uluslaşma sürecinin ideologları, mad­ di mahrumiyetlere ve yılgınlıklara rağmen kazanılan Bağımsız­ lık Savaşı’na atfen askeri alandaki başarıların ve süreç olarak askerliğin namevcut siyasi/iktisadi birliği tesis edeceğine, top­ lumsal motivasyonu güçlendireceğine ve modernleşme/kalkın­ ma projesi için bulunmaz bir itici güç yaratacağına inanmış­ tır. Böylece Türkiye’de resmî ideolojinin inşası ve tabana teşmil edilmesi sürecinde, hâkim söylemde, askerlik ile “milli ruh” ve inkılaplar arasında sıkı bir ilişkinin var olduğu ileri sürülebilmiştir. Hatta kimi zaman, ordunun “kurumsal özellikleri”nin yansıması olarak “milli ruh”u ateşleyen, devrimin fikrî ve mad­ di kaynaklarını hazırlayan “hakiki zümre”nin askerler olduğu açıktan savunulmuştur. “Rejimin ve inkılapların bekçisi” olan ordunun,14 bir “güvence” ve gelecek için “bitmez tükenmez bir ilham kaynağı” olarak gösterilmesi, sınır koruyuculuğu göre­ vine ek olarak, orduyu orta-uzun vadede “siyaseten” de sorgulanamaz/yok sayılamaz bir aktör konumuna getirmiştir. Res­ mî ideolojinin sığ sularında “askerî terbiyenin sağlamlığı”nın, “militer disiplinin kusursuzluğu”nun ve “komuta kademesi­ nin üstünlüğü”nün, çoğunlukla milli mevcudiyeti, düzeni ve ilerlemeyi mümkün kılan en önemli payandalardan biri oldu­ ğu iddia edilmiştir. Erken cumhuriyetin önemli milliyetçi ide­ ologlarından ve siyasetçilerinden M. Saffet Engin’in bu bağlam­ da köklü politik değişimleri askerlerin eylemliliğine bağlama­ sı ve en vatansever/milliyetçi topluluğun varoluşsal zeminde de siviller değil askerler olduğunu ima etmesi sürpriz değildir: 14

Bu vurgu özellikle CHP’nin 1931 ve 1935 programlarında oldukça barizdir ve orduya sorgusuz sualsiz itaat ve hürmeti telkin eder. Aynca ordunun, kendim “yeni rejimin bekçisi” olarak görmesini etkileyen simgesel dönüm noktalan çer­ çevesinde zikredilmesi gereken önemli olaylardan biri şüphesiz Kubilay’ın kat­ ledilmesidir. Kubilay’m ölümü, rejime kasteden “iç düşmanlar”m varlığını “tes­ cil etmiş” ve ordunun yalnızca dışanya karşı değil, içerde de “müteyakkız olma­ sı gerektiğini” göstermiştir. Sami Sabit Karaman, hemen 1931 tarihinde verdiği bir konferansta tam da bu görüşü yansıtmıştır. Bkz. Sami Sabit Karaman, Büyük İnkılâbımıza Dair Eski Bir Kçnferans, İzmit: Selüloz Basımevi, 1947, s. 7.

Türkiye’de askerlik ve Türkün bu husustaki yüksek kabiliyet­ leri milli cereyanların inkişafında derin bir rol oynamıştır. As­ kerlik yüksek bir vatanseverlik ruhu ile birdir. Vatanseverliğin son şekli milliyetçilik suretinde tecelli ettiğine göre, askerin bütün varlığıyla bir milliyetçi olacağı şüphesizdir... 1908 inkılâbını ve birçok felaketleri müteakip en son büyük inkılâbımızı askerî sınıfa borçlu olduğumuz şüphesizdir... Binaenaleyh Türk mil­ liyetçilik cereyanı tarihini yazarken, askerî zümreye eşsiz bir yer verilmesi icap eder.15

“Doğal olarak” milliyetçi ve çağdaş fikirlere sahip olduğu/ olması gerektiği öne sürülen ordunun kurumsal(laşan) “er­ demleri” ve “misyonu”, resmî kulvarda çok temelde “ordumillet miti”ni içeren militarist zihniyetin bir yansımasıdır. Cumhuriyet ideolojisinin kurumsallaşma döneminde (ve el­ bette değişen dozlarda sonrasında), “ordu-millet miti”ne ve “halk-ordu özdeşliğine” (ki birçok durumda devlet de bu “öz­ deşliğe” eklenir) dair kaleme alınmış çok sayıda metne rastla­ mak mümkündür.16 Özellikle 1930’lu yıllarda, etnisist karak­ terli milliyetçiliğin bir yansıması olarak, resmî tarih yazıcılı­ ğı ile ders kitaplarına giren ve popüler neşriyatla mütemadi­ yen desteklenen “ordu-millet miti”nin, askerliği/savaşkanlığı Türklük özelinde etnikleştirerek kadimleştirdiğini ve şehitlik en başta olmak üzere, dinî motifleri de ulusallaştırarak17 za­ 15

M. Saffet Engin, Kemalizm İnkılâbının Prensipleri, İstanbul: Cumhuriyet Mat­ baası, 1938, s. 75-76. (Vurgu bana ait)

16

Bu metinler arasında doğrudan askerler için yazılmış olanlar da mevcuttur. Örneğin bkz. C. Kâzım Tunçoğlu, A skere O kuma Yazma, Hesap ve İnkılâp D ersleri, Samsun: Ahali Basımevi, 1936, s. 28. Askerlik kurumu ile Türklü­ ğü “ezelî bir birliktelik" olarak ele alan yakın dönem eserlerinden bir ömek: Türkler ve Askerlik, der. S. Kızıltoprak, İstanbul: İstanbul Yayınlan, 2009. Ordu-millet miti hakkında geniş bir değerlendirme için bkz. Ayşe Gül AltınayTanıl Bora, “Ordu, Militarizm ve Milliyetçilik”, Mode m Türkiye’de Siyasi Dü­ şünce: Milliyetçilik, İstanbul: İletişim, 2002 ve Ayşe Gül Altmay, The Myth o f the Military-Nation: Militarism, Gender and Education in Turkey, New York: Palgrave Macmillan, 2004.

17

Türk milliyetçiliği, başlangıçtan itibaren, militarist argümanları dinsel içe­ rikli göndermeler ile desteklemiştir. Askerliğin aynı zamanda “dinî vazifeler” arasında sayılması ve millileştirilerek kutsallaştırılması, yeni rejimin mesele­ ye daha çok araçsalcı bir bakış açısı ile yaklaştığını destekler mahiyettedir.

man içinde büyük ölçüde kitleselleştiğini biliyoruz. Dönemin yazılı kaynaklarında Türklerin asker ve kahraman doğdukları, yiğitçe büyütüldükleri, gündelik yaşamlarının ve sorun çöz­ me yöntemlerinin askerî başarılara zemin hazırlayan özellik­ ler barındırdığı, savaşma azmi ve zafer kazanma iradesi bağ­ lamında, diğer uluslarla mukayese dahi edilemeyecek derece­ de “üstün bir maharete” sahip oldukları18 ve milli mevcudiyet­ lerini, cesaretlerine ve cenk etme kudretlerine borçlu olduk­ ları mütemadiyen ileri sürülmüştür.19 Hâkim diskurda askerlik-savaş-güvenlik ilişkisi mutlaklaştırılarak sorgulanmaz bir niteliğe bürünürken, “ordu-millet” anlayışı modernliğin dışı­ na, hatırlanamayacak kadar uzak bir geçmişe atılmıştır. Dola­ yısıyla “Altın Çağ - Orta Asya” anlatısı içerisinde ordunun yü­ celtilmesi, kahramanlıkların ve zaferlerin övülmesi rastlantı­ dan ibaret değildir. Orta Asya’daki “idealize” erkeklik ve kadınlık imgesinin vaz­ geçilmez öğesi “öz”deki askerliktir. Savaşkanlığın gündeliğin içinde yer alması, kendi bağlamında göçebe kavimlerin genel bir özelliği olarak değil sadece Türklere has bir durummuş gi­ bi anlatılır. Böylece “milli karakter”in parçası haline getirilen askerlik, modem devletin bir “gereği” ya da yaygın uygulama­ sı olarak değil Türk kültürünün temel unsuru, yapıtaşı olarak tahayyül edilebilmiştir. Türk Tarih Tezi ile birlikte Batı’ya ve kendi kendine “rüştünü ispat” ve özgüven inşa etme çabaları­ nın önemli bir unsurunu oluşturan “Orta Asya kahramanlıkla­ rı”, sıklıkla yakın tarihteki Çanakkale ve Bağımsızlık Savaşı ile Örneğin bkz. Sami Sabit Karaman, a.g.e., s. 16. Bugün de aynı eğilimin izleri­ ni görmek mümkündür. Asker ve ordu için kullanılan “Mehmetçik” ve “pey­ gamber ocağı” ifadeleri, basit adlandırmaların çok ötesinde çağrışımsal güce sahiptir.. 18

Örneğin Mehpare Tevfik, Türk Tarihinde Aile Hayatı Evrimi ve Bunda Kadın, İstanbul: Hüsnütabiat Matbaası, 1936, s. 16-17. Aynı vurguların yer aldığı da­ ha geç tarihli bir metin için bkz. Tahsin Ünal, a.g.e., s. XI, XII.

19

1930’lu ve 40’lı yılların etnisist karakterli milliyetçi bakışı, Türklerin “üstün ırk” olduğuna dair çıkarsamalar yapmaktan kendini kurtaramamıştır. “Ordu­ nun üstünlüğünü”, “Türk ırkının üstünlüğüne" referans ile açıklayan ifadele­ re rastlamak mümkündür. Örneğin bkz. Ali Rıza Seyfi, Türklük Demek; K ah­ ram anlık Demektir, İstanbul: Çeltut Matbaası, 1940, s. 69.

süreklilik ilişkisi içerisinde değerlendirilmiştir.20 Tüm bu at­ mosfer içinde cengâverliğin ve fedakârlığın “aziz milletin ru­ hunda ve mazisinde” bulunduğu ve en zor şartlarda dahi ken­ dini tüm dünyaya gösterdiği/göstereceği fikri bir nevi “gelecek garantisi” olarak askerlerin ve üniformasız sivillerin metinle­ rinde yinelenmiştir.21 Millet ile ordu arasında tesis edilen ilişki, kimi zaman, yine “özdeşliğe” yakın bir düzlemde fakat daha çok temsiliyet usu­ lüne uygun düşebilecek bir formda da dışavurulur. Ordu, res­ mi ideolojide sadece üniformalıların askeri faaliyetlerine daya­ lı profesyonel bir birim değildir; “temsil gücü” itibari ile uz­ manlık alanının çok üzerindedir. Bu eksende erken cumhuri­ yet döneminin diskurunda (ve elbette sonrasında) askeriyenin, tüm ulusu ve onun menfaatlerini temsil ettiği savunulmuştur. Durum böyleyken ordu için yapılan tüm fedakârlıkların, ordu­ ya beslenen tüm sevginin bizzat devletin, milletin kendisine ve “bölünmez menfaatleri”ne yöneldiği iddia edilebilmiştir.22 Ay­ rıca yine bu bahiste, temsiliyet savının izdüşümü olarak ordu­ nun bir “bütün” olduğu, “milletin özüne” işaret ettiği ve “mil­ li varlığı” korumanın en iyi yolunun bu “öze” sahip çıkmak ol­ duğu yazılmıştır.23 Bu bağlamda hem ulusun hem de ordu­ 20

Orta Asya miti ile Milli Mücadele arasındaki “sürekliliğin” resmi ideolojide koptuğu yer, bilindiği üzere İstanbul’un fethi gibi istisnalar hariç Osmanlı geç­ mişidir. Özellikle tüm bir 19. yüzyıl Osmanlısı, bu anlatıda “Türk milletinin askeri dehasına rağmen”, hanedanın ve çevresinin “beceriksizliği” yüzünden muazzam bir çöküşe mahkûm olmuştur. Bkz. Recep Peker, Recep P eker’in in­ kılâp Ders N otlan, Ankara: Ulus Basımevi, 1936 s. 3-5. Resmi ideolojinin tam merkezinde yer almayan ırkçı-Turancı kanadın da bu konudaki savlan ben­ zerlik arz eder. Örneğin bkz. R. Oğuz Türkan, Milliyetçilik Yolunda, Müftüoğlu Yayınevi, 1944.

21

Örneğin İkinci Dünya Savaşı yıllarında Milli ve Askeri A hlâk adlı bir kitap ya­ zan Faik Türkmen bahsi geçen yineleme işini şu cümlelerle yapmıştır: “Biz, her şeyden evvel milliyetçi ve asker bir milletiz. Milliyetçilik ve askerlik, Türk ruhunun hakiki hüviyetidir. Türkün imrendiği tablo, harp sahneleri, kahra­ manlarımızın hoşlandığı müzik, at ve kılıç sesleri, Türk annelerinin söyledi­ ği ninni harp türküleridir.” Faik Türkmen, Milli ve Askeri Ahlâk, İstanbul: As­ keri Liseler Neşriyatı, 1943, s. 7.

22

Örneğin bkz. “Millet ve Ordu”, Konuşmalar, Ankara: CHP Halkevi Neşriyatı, Birinci Teşrin 1940, s. 52.

23

Bkz. a.g.m., s. 52-53.

nun, içinde farklılıklar barındırmayan monoblok yapılar ola­ rak telakki edildiği ve tasvir edilen muhayyel haliyle kutsandı­ ğı gözlemlenir.24 Öyle ki, Silahlı Kuvvetler’in içindeki fikrî bö­ lünmenin Türkiye’nin politik tarihinde (bilhassa 12 Mart kon­ jonktüründe) bir “zafiyet” ve “tehdit” şeklinde değerlendirildi­ ğini ve kurum içi tasfiyeleri bir kez daha beraberinde getirdiği­ ni biliyoruz. “Yol gösterici” subaylar ve kışlada “toyluktan kurtulan” erkekler Milliyetçiliğin “milli mevcudiyet” ve “güvenlik/asayiş” ile as­ kerliği birleştiren ordu-millet söylemi, pratik düzlemde kolek­ tif kültürün özellikleriyle de birleşerek, “askerlik vazifesi”ni erkekler için adeta doğallaştırmak suretiyle normalleştirmiş­ tir. Bu topraklarda askerlik, bilindiği üzere erkekler için sosyo­ kültürel zeminde sünnetle birlikte yaşamın iki önemli merha­ lesinden biri olarak kodlanır. O nedenle aralarında sembollerle-ritüellerle güçlendirilmiş bir bağ da tesis edilmiştir. Minya­ tür subay üniformalarının sünnet kıyafetleri yelpazesindeki ye­ rini hâlen muhafaza etmesi bu bağın boyutları hakkında ipucu verir. Sünnet ile “erkekliğe” adım atan oğlan, askerlik ile ade­ ta “toyluk”tan kurtulur; “gerçek hayatı” tanır. Askerlik, bir çe­ şit “ehliyet” sahibi olma, erkekliğe dair ortalama “itibara” ka­ vuşma durumudur; onu elinde tutmadan “düzen kurma iktida­ rı” (en basit şekli ile sürekli iş ve evlilik) söz konusu dahi ola­ maz. Bahsi geçen algının içinde, toplumsal mobilizasyonun gö­ rece düşük olduğu bir dönemde ailenin, doğup büyüdüğü coğ­ rafyanın dışına zorunlu bir şekilde (hem de sonu belirsizce) 24

Ordu, hem politik hem de sosyolojik düzlemde cumhuriyetin ilk yıllarında dahi homojen değildir. Bu bağlamda, Mustafa Kemal’in muvazzaf subayları si­ yasetten uzak tutma projesinin nihai amacı, orduyu tamamen “siyaset dışı" bir pozisyona konumlandırmak değil, G. Harris’in de iddia ettiği gibi, askeri ya­ pıyı yalnızca kendisine ve rejime bağlama arzusu olabilir. Bu projenin önem­ li yapıtaşlanndan ve destekleyicilerinden biri Fevzi Çakmak’m 1944’e kadar yaklaşık 22 yıl süren genelkurmay başkanlığıdır. Benzer bir yorum için bkz. Serdar Şen, Geçmişten Geleceğe Ordu, Ankara: Alan Yayıncılık, 2000, s. 23 ve 26.

çıkmanın izleri mevcuttur.25 Kışladaki “medeniyet” ve “erilleş­ tirilmiş” toplu yaşam, genel kanıya göre erkeği zorlu yaşam ko­ şullarına alıştırarak “adam” edecek nihai süreci kapsar.26 “Toy erkek”, üniformalı hemcinsinde eril değerler ile kutsanmış bir “otorite” görür/görmek zorunda kalır. Otorite sahibi, varoluşsal olarak “mutlaktır” ve bu “mutlaklık”, hâkim diskurda her yönü ile terbiye edicidir. Milliyetçi-modemist projelerde bahsi geçen “terbiye edilme” ve “toyluktan kurtulma/adam olma” halinin doğrudan “poli­ tik” bir veçhesi de mevcuttur. Öyle ki, askere giden erkeğin, birbiriyle dayanışma içinde atalarından miras kalan vatanı ve ailesini “layığı” ile korumasını öğreneceği iddiası militarizmin romantik bileşenlerinden ve eril hitabetinden vazgeçmeksizin ısrarla dillendirilecektir. Askeriyeye atfedilen “rasyonellik” ve “vatansever ruh” birleşimi yine devrededir. Buna göre asker, “kutsal amaç” uğruna “bilenmiş süngüsünü”, “çelik göğsünü” ve “demir pençesini”; “medeni hayatla”, “işlenmiş kafasıyla” ve “sarsılmaz imanı” ile birleştirecektir.27 Genelkurmay’ın hazır­ ladığı 1934 tarihli kitabın erata hitabetinde askerlik, “erkeğin özündeki yiğitliği” dışarıya çıkaracak, “milli ülkü”yü ateşleye­ cek bir süreçtir: Asker! Şunu da unutma ki! Askerlik, bir erkeğe lâzım olan yiğitlik ve kahramanlık vasıflarım, meziyetlerini aşılayan bir meslek­ tir. Zaten her Türk’ün aslında var olan bu vasıf ve meziyetleri askerlik kuvvetlendirir. Bunu ispat için söz söylemek fazladır. Askerlik hizmetin boyunca kendin bunu nefsinde duyacak ve 25

Ordu metinlerinde de zorunlu askerliğin bilhassa köylü erkek için “ufuk açı­ cı bir imkân” olduğu vurgusu göze çarpmaktadır. Bkz. Serdar Şen, a.g.e., s. 63. Askerliği, erkeğin geleneksel ilişkiler ve düşünce kalıplan dışına çıkması­ nı sağlayan “fırsat” olarak formüle etme alışkanlığı, modemist eğilimlerle örtüşmektedir.

26

Elbette bu çerçevenin algısal düzlemde farklı biçimler almasında sınıfsal konum-statü ve zamansallık hesaba katılmalıdır. Ancak bu makalenin boyutlan buna aynca yer ayırmaya uygun değil.

27

Tahir Kıral, Türk Askerine ve Köylüsüne Yaşayış Öğütleri, Samsun: Güneş Bası­ mevi, 1937, s. 4.

tezkere aldığın zaman hakikaten bunlann tamamı ile gelişmiş olduğunu göreceksin.28

Sistematik bir biçimde “meziyet” aşılamak, mevcudu geliştir­ mek, modem çağda öncelikle okullara (hem de ağırlıklı olarak “seküler” okullara) havale edilen bir iştir. Zorunlu askerlik mo­ deliyle kışlalar da okullar arasına eklenmiştir. Türkiye özelin­ de de kışlanın bilhassa yetişkin eğitiminde mektepleştirildiğine tanık olunur. “Büyük ve kusursuz bir millet mektebi” gibi gös­ terilen kışlalar,29 yeni rejimin halka tanıtılmasında ve benimsetilmesinde “asri mektepler” ile birlikte en etkili araç olarak ta­ sarlanmış ve askerlik, bilhassa erkeklik etrafında hem biyolo­ jik hem de kültürel kurgunun yapıtaşı olmuştur. Daha genel bir ifade ile resmî ideolojinin ve hegemon erkekliğin halka em­ poze edilmesinde, aile ve okul ile ordu kurumu özelinde tesis edilmek istenen benzerliğin öne çıkarılmasının, dönemin te­ mel metinlerinin ortak özelliği olduğu söylenebilir. Orduya hâ­ kim olan ilişkilerin kendine özgü niteliği ve ceza mekanizma­ larının aile ve okulla kıyaslanamayacak ağırlığı, benzerlik söy­ leminin içerisinde şüphesiz yer almamıştır; bugün de yer alma­ maktadır. Kışladaki komutan-er ile okuldaki öğretmen-öğrenci ya da hanedeki aile büyüğü-küçüğü arasındaki ilişkinin ta­ hakkümü normalleştiren bir hiyerarşi ve disiplin anlayışı üze­ rinden hegemonik diskurda “eşitlenmesi”, emir verme yetkisi­ ne sahip olana ayrıca öğretici/bilgilendirici/inandıncı bir görev ve konum atfedilmesi, ülkedeki kolektif kültürün öğelerinin yanı sıra resmî ideolojinin modemist ve militarist kaynakların­ dan beslenmiştir. Bu nedenle de zamana karşı oldukça direnç­ lidir. Ordunun “milletin en büyük okulu”, “ulusun şeref sem­ 28

Askerin Ders Kitabı, Ankara: Büyük Erkânıharbiye Matbaası, 1934, s. 2. (Vur­ gu bana ait)

29

1930’larda CHP, orduyu yetişkin eğitimi bağlamında “halk okulu” olarak nite­ leyen posterler dahi çıkarmıştır. Bkz. William Hale, Türkiye’de Ordu ve Siyaset, İstanbul: Hil, 1996, s. 80. Cumhuriyetin ilk yıllarında, resmi ideolojinin inşası sürecinde “yetişkin eğitimi” konusu ayn bir yere sahiptir. Çok sayıda bürok­ rat ve aydın, Halkevleri’nin kurulmasına giden aşamada yurtdışında tetkikler­ de bulunmuşlardır. Bu konuda bkz. G. Gürkan Oztan, “Türk Milliyetçiliğinde Taşra Fetişizmi ve Toplumsal Cinsiyet”, Doğu-Batı, No. 31, 2006, s. 77-83.

bolü”; komutanların Alman askerî ekolünden mülhem “rasyo­ nellik” ile “vatansever ruhu” üzerinde taşıyan, “üstün insan”, “baba” ve “mürebbi” olduğu resmî ve yarı-resmî söylemde;30 askerlik süresi tüm gençler -özellikle de köy delikanlıları- için disiplinli bir süreçte “cehaletten kurtulma” ve “iyi bir yurttaş” olma imkânıdır: Vücutça olgun fakat dimağca ham delikanlıları cehaletin zalim pençesinden, karanlık telkinlerden kurtaracak ve onlan ame­ li bir köy muallimi olarak köylerine, sabanlanna ve tarlalarına gönderecek kışla zabitleridir, kışla âmirleridir. Zabit neferin hem ağabeysi, hem kardeşi, hem de her yeniliğin muallimidir. Neferin sıhhatinden, temizliğinden, gıdasından, giyinmesin­ den, seciyesinden, okumayı ve yazmayı öğrenmesinden, dima­ ğının inkişafından ve köyüne faydalı bir vatandaş olarak dön­ mesinden, hülâsa her şeyinden mesul değil midir?31

Hal böyleyken büyük ölçekte tüm ulusun, mikro düzeyde ise erlerin komutanlarına, hem amirleri hem öğretmenleri hem de koşulsuz hürmet bekleyen bir aile büyüğü gibi sadakat ile min­ net hissetmeleri ve saygı duymaları beklenmiştir. Zira ulusun komutanlara ve işaret ettiği vazifelere kıymet vermeleri, “miî30

Alman askeri modeli subaylann sadece militer özellikleriyle değil profesyonel alanlan dışında sahip olmalan gereken diğer “üstün” vasıflanyla (entelektü­ el bilgi, siyaset, sanat vb.) da topluma örnek olmasını şart koşar. Bu konuda bkz. S. Güvenç, “ABD Askeri Yardımı ve Türk Ordusunun Dönüşümü: 19421960”, Türkiye’de Ordu Devlet ve Güvenlik Siyaseti, der. İsmet Akça ve Evren Balta Paker, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınlan, 2010. Alman ekolünün kuv­ vetli şekilde tesir ettiği Türkiye’deki militarist-milliyetçi ideolojinin başlıca kaynaklannda ve ordu metinlerinde komutanlann sahip olması gereken özel­ likler uzun uzadıya tarif edilmiştir. Subaylann, “değerli yurttaş-neferler" ye­ tiştirilmesi için tam donanımlı olmalan beklenmiş, emri altındaki askerleri hem uzvi hem de manevi açıdan terbiye etmeleri istenmiştir. Bkz. Behçet Bingül, Ordu Bilgisi, İstanbul: Aydınlık Basım Evi, 1935-1936, s. 162-176; Askerin Ders Kitabı..., s. 12-13. Benzer ifadeler için aynca bkz. Remzi Yiğitgüden, As­ kerlik Psikolojisi, Ankara: Genelkurmay Matbaası, 1941, s. 5-6 ve Komutan ve Nitelikleri, Ankara: Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Ya­ yınlan, 1979.

31

Hilmi A. Malik [Evrenol], “Kışla ve Köy Terbiyesi”, Ülkü, Cilt 1, No. 3, Nisan 1933, s. 238. Daha sonraki yıllara ait ve fakat benzer ifadeler için bkz. Mithat Ûzgüç, Askerlik Psikolojisi Ders Notlan, Harp Okulu Basımevi, 1953-54, s. 135.

1etçe ebedi bir hürriyet için lüzumlu bir inançtır”.32 Bu çerçevede itaatsizlik ile saygısızlığın/kıymet vermemenin hemen hemen eşdeğer olarak kabul edildiği anımsanmalı. İtaatsizlik, militer diskurda “birlik ve intizamı bozacak tehlikeli bir tavır” olduğu kadar amirin otoritesine karşı işlenmiş bir “vefasızlık” örneği­ dir ki bu haliyle “Türklüğe” ve “askeri namusa” yakışmaz. Za­ ten “Türk askerinin yüksek itaatini, yalnız Türk tarihi değil; dün­ y a milletlerinin tarihleri de tasdik eder. ”33 Otoriteye itaat bu şe­ kilde etnikleştirilince, bunun politika başta olmak üzere başka alanlara da tatbik edilmesinin arzu edildiği muhakkaktır. Disiplin ve itaat dahil militer vurguların etnikleştirildiği li­ teratürde, eğitim kurumlarının tam manasıyla yurt çapında ni­ telik ve nicelik açısından istenen kapasiteye ulaş(a)maması ve okur-yazarlık oranının tüm olumlu çabalara rağmen özellik­ le kırsal bölgelerdeki düşüklüğü sebep gösterilerek askeriyenin uzun vadede yurttaş eğitimindeki rolünün canlı ve işlev­ sel tutulduğu bu bahse eklenmelidir. Ordunun, erkek-yurttaşı özellikle de “ordunun temiz ve tükenmez kaynağı” olarak görülen köylü erkeğini,34 bedenen ve zihnen “güçlü ve kavi” kılacağına;35 yurdunu tanıtacağına, onu “elzem bilgiler” ile do­ natıp hayata hazırlayacağına dair ileri sürülen tüm savlar,36 res­ mî söylem ve popüler varyantları içinde tartışılmaz bir “ger­ çek” olarak dillendirilmiştir.37 Ancak yeni rejimin ideologla32

Örneğin bkz. Kemal Eker, Millet Morali ve Ordu, Ankara: Ayyıldız Matbaası, 1960, s. 37.

33

Askerin Ders Kitabı..., s. 23.

34

Bkz. Ali Rıza Seyfî, a.g.e., s. 69.

35

Örneğin bkz. O. Şerafeddin, “Bir Irkın Islahı”, Yeni Türk Mecmuası, Cilt 2, No. 2 3 -2 4 ,1 9 3 4 , s. 1558

36

“Dünya görmek” ile özedenen bu durum ikili bir fonksiyona sahiptir: Bir yan­ dan “medeni bilgiler" ile donanmak ve mesleki beceriler kazanmak diğer yan­ dan doğduğu yerden bir başka yerde belirli bir süreliğine kalmak. Örneğin bkz. Kerim Ömer, İnkılâp Bilgisi, Ankara: Ankara Halkevi Neşriyatı, No. 3, 1933. İfade edilmelidir ki yurdu tanımak/tanıtmak meselesi, resmî ideolojinin kuruluş dönemi şartlan dikkate alındığında oldukça önemli bir mevzudur. Zi­ ra toplumsal hareketliliğin düşük olduğu bir konjonktürde ulusal sınırlar da­ hilindeki başka bir bölgede, askerî alan ile kısıtlı bir mevcudiyet dahi, erkek yurttaşın bakış açısının değişmesinde etkilidir.

37

Örneğin bkz. Kemal Eker, a.g.e., s. 28.

nna göre ordunun, sözü edilen “hasletleri” erkek-yurttaşa ka­ zandırabilmesi için askere giden vatan evladının önceden -as­ gari düzeyde de olsa- endoktrine edilmesi (vatan tahayyülü, askerliğin önemi vs.) gerekmektedir. Taşra bağlamında bu önendoktrinasyonun araçları, işlerliği ve kapsamı ise resmî ideo­ lojide çok net değildir. 1930’ların ikliminde genellikle Halkev­ leri mensuplarından köy öğretmenlerine geniş bir mesul kad­ ro vazifelendirilmiştir. Açık olan şudur ki muhit (aile/topluluk vs.), erkek evladının olgunlaşmasını, vatanına ve ulusuna aza­ mi ölçüde faydalı olacak şekilde biçimlenmesini arzu ediyorsa çocukluğundan itibaren “milli faziletleri” telkin etmeli ve onu askerliğe hazırlamalıdır: ...millet orduya bu kıymetli Türk evladını teşbih caiz ise yani pırlantasını, elmasım yerden, ocaklardan çıkarıldığı tozla, top­ rakla vermesin ki üzerinde mahdut ve en lüzumlu ameliyatlar­ da işlenerek istenen şekil ve kıyafet muayyen müddette verilebilsin ve yalnız üzerinde onu şekillendirmekle uğraşılacak bir halde tertemiz ve tam ebatta meydana getirilsin de hiçbir sar­ sıntıdan eşkâli bozulmaz, çok intizamlı bir varlık ile kendisine yani millete, vatana iade olsun.38

Nazariyede “işlenmeye (adam olmaya) hazır” bir şekilde as­ kere gitmesi istenen erkeğin, kışlada katı/tavizsiz bir program dâhilinde eğitilerek “kıvama gelmesi” ve akabinde terhis olma­ sı ile süreç nihayete erer gibi görünür. Fakat başta askerler ol­ mak üzere militarist-modemist perspektiften meseleye yakla­ şanlar için zikredilen süreç terhisle sona etmemelidir. Militarizasyon kavramının bir sürece işaret ettiği akılda tutulduğun­ da, terhis edilen erkeğin eve (bilhassa köye) dönüşünün de kâ­ ğıt üzerinde genel şablondan bir kaçış/kopma olmadığı zaten açığa çıkar. Öyle ki, kışla ve köy terbiyesini anlatan satırlarda, “askerlik vazifesi”ni ifa eden erkeğin evine döndükten sonra da “asker ocağı”nda öğrendiklerini unutmaması ve komutanları 38

“Millet ve Ordu”, Konuşmalar, Ankara: CHP Halkevi Neşriyatı, Birinci Teşrin 1940, s. 62. Ayrıca benzer bir bakış için bkz. Nusret Kemal [Köymen], H alkçı­ lık ve Köycülük, Ankara: Tank Edip ve Ş. Kütüphanesi, 1934, s. 54.

ile irtibatını sürdürmesi gerektiği sıklıkla vurgulanmıştır. Böylece komutanları, sivil yaşamda da onun “rehberi” ve “gözet­ meni” olabilecektir. Terhis olanlar, çevresinde gördüğü nok­ sanları, ailelerinden başlamak suretiyle “milli menfaatlere ve amaçlara” uygun bir şekilde tamamlamalıdır.39 Karşılaştığı so­ runların çözümünde bir referans noktası olarak komutanları­ nı ve/veya kışladaki tecrübelerini göstermesi yeterlidir. Olgun­ laştığı - “milli bilince” kavuştuğu varsayılan erkek, “evinin ko­ mutanı” olarak, erkek-hegemonik erkeklik ilişkisini ve “kadınerkek hiyerarşisi”nin şartlarını pekiştirecek bir “iktidar sahibi­ dir.” Ayrıca başta eşine, çocuklarına ve sonra yakın çevresine hem nazari hem de pratik boyutta “doğruları” ve “gerçekleri” öğretmek, hatta öğretileni denetlemek ile mükelleftir. Denetle­ menin şiddet kullanma ve “ceza verme ehliyetini” de içinde ba­ rındırdığı da iddia edilebilir elbette: ASKER! Sen bu ocağa çağrıldığın günden memleketine varaca­ ğın güne kadar seni memleket müdafaasına hazırlayacak olan milletin malı ve ordunun misafirisin. Bu ocakta kaldığın gü­ nün her saat ve dakikası yemen, içmen, gezmen uyku ve istirahatinle çalışman bir programla çizilmiştir. Kışlada onbaşı ve­ kilinden tut da en yüksek komutanlarına kadar hepsi senin bu program içindeki düzgün yaşamana iyi yiyip içmene, çalışma­ na ve dinlenmene dikkat edecekler ve çelik gibi sağlamlaştırı­ lacak vücudunu yarının en şiddetli muharebelerine dayana­ cak kadar kuvvetli bulunduracaklardır. Terhisinde bu ocakta yaptığın, gördüğün ve öğrendiğin düzgün yaşamayı köyünde evinde çocuklarına öğreterek askerlikte kazandığın kudre­ ti kendinde ve çocuklarında sonuna kadar yaşatacak ve iler­ leteceksin.40

Görüldüğü gibi, Türkiye’de resmî ideolojinin tesisi sırasın­ da milliyetçi-militarist paradigma, güçlüyü “tam güçlü” karşı­ sındakini de “zayıf’ kılan kolektivist kültürün öğelerini arkası­ nı alarak, özellikle “yurttaş/yetişkin eğitimi” meselesinde “ku­ 39

Hilmi A. Malik [Evrenol], a.g.m., s. 237-240.

40

Tahir Kıral, a.g.e., s. 3. (Vurgu bana ait)

sursuz bir program” dâhilinde işlediği farz edilen orduya çok boyutlu işlevler yüklemiştir. “Halk terbiyesi”nin tamamlanma­ sı, taşraya yeni rejimin ilkelerinin, inkılapların erkekler aracı­ lığı ile götürülmesi (ki bu erkeğin “iktidarı”nı merkeze koyan ve meşrulaştıran bir varsayımdır) ve merkezi denetim ve ye­ rel güçlerle ittifak sürecinin hızlandırılmasında zorunlu asker­ lik görece kilit bir rol oynamıştır. İlaveten, üniforma üzerinden geçici süreyle de olsa erkekler arası simgesel bir “eşitlik” yaka­ lama, bu “eşitliği” işaret ederek farklı zümreler arasında “ulu­ sal birlik” duygusu inşa etme projesi, militarist uygulamaların ve eğilimlerin tesirlerini keskinleştirmiştir. Bugün gelinen nok­ ta itibari ile, toplumsal yaşamda şahit olunan tüm değişimlere rağmen “asker millet” vurgulu aynı paradigmanın zorunlu as­ kerlik ve politik, sosyo-ekonomik sorunlara militer çözümler önermek çerçevesinde benzer savlarla muhafaza edilmeye çalı­ şılması ise başlı başına bir sorundur.41 Farklı pencerelerden bu sorunu ve neden olduğu alt sorunları dillendirenler de genel­ likle millet ile ordunun arasını açmayı arzulayan “hainler” ve/ veya “asker düşmanları” olarak resmedilmektedir. Albay Nusret Baycan’m aşağıdaki satırları tam da bu ruh halinin bir yan­ sıması: Türk ordusu ile Türk milleti arasındaki ilişkiler de ayrıca bir güçlülük ifade etmektedir. Dünyanın hiçbir milletinde ordu­ suna karşı bağlılık bu derecede değildir. Doğuştan asker bir karaktere sahip büyük Türk milleti, ordusu üzerinden dikka­ tini eksik etmez, daima onunla beraber ve ilgilidir. Bu kuvvetle bağı koparm ak için her devirde hainler faaliyet göstermişler; f a ­ kat her seferinde hüsrana uğramışlar; bu tutumları ile tersine et­ ki yaparak bu bağı daha da kuvvetlendirmeye sebep olmuşlardır. Çünkü Türk milleti bu konuda çok hassastır ve bilinçlidir. Bil­ 41

Suavi Aydın, örneğin emekli Kara Kuvvetleri Komutanı orgeneral Aytaç Yalman’ın “postmodern ordu”ya karşı “milli ordu”yu savunan beyanatını tam da bu çerçevede emsaller arasında tahlil eder. Bkz. S. Aydın, “Toplumun Militarizasyonu: Zorunlu Askerlik Sisteminin ve Ulusal Ordulann Yurttaş Yaratma Sürecindeki Rolü”, Çarklardaki Kum: Vicdani Red (Düşünsel K aynaklar ve De­ neyimler), İstanbul: İletişim, 2008, s. 46.

mektedir ki, ordusu yalnız bir zümreden ibaret değildir. Türk •vatanı tümü ile bir kışla, o kışlanın askerleri de bütün Türk mille­ tidir. İşte bunun içindir ki, Türk milleti çok güçlüdür. Bu güç­ le bütün tehlikelere göğüs germiş ve Türk vatanı bütün tehli­ keleri atlatmıştır. Türk Silahlı Kuvvetleri dendiği zaman ak­ la asıl bu gelir; yalnız silahaltındaki evladan değil. Zaten Türk ordusunun esas gücü, dünyayı korkutan asıl gücü de budur.42

Madalyonun diğer yüzü: Uluslaşma sürecinde “ideal” kadının inşasında m ilitarist öğeler

Yukanda militarizm, ordu ve erkeklik meselesine dair aktardık­ larımın tamamlanması gereken bir yönü daha var. Zira “hegemonik erkeklik” ve militarizm ilişkisinin deşifre edilmesi, ancak bu erkeklik tasavvurunu besleyen ve yeniden üreten “ideal” ka­ dınlığın inşa sürecinin ve karakteristiğinin analiziyle mümkün­ dür. Bilindiği üzere ulus-devletin egemen form haline gelme­ si ve akabinde cephe - cephe gerisi aynmınm silikleşerek savaşlann kitleselleşmesi ve “topyekûn savaş” doktriniyle birlikte ka­ dınlar (hatta çoğu zaman çocuklar - özellikle de erkek çocuklar) da savaşlann etkin bir unsuru olmuştur. Bir kadın için asker-evlat -ki kahraman ile eşdeğerdir- yetiştirmek ve onu “vatan uğ­ runa” yitirmeyi göze almak hâlâ başlı başına değerlidir ve çeşit­ li coğrafyalarda kültürel olarak da kutsanmaktadır; ancak bu fe­ dakârlık, özellikle çok cepheli ve topyekûn bir harp olan Birin­ ci Dünya Savaşı ile birlikte savaşan dünyada tek başına “yeterli” olmamaya başlamıştır. Milliyetçi-militarist diskurda “ulusal var­ lık” tehlike altındaysa kadınlar artık sadece evladmı/kocasını sa­ vaşa yollayan, onun arkasından gözyaşı döken, şehit düştükle­ rinde bağırlanna taş basan, sakat döndüklerinde kol kanat geren ketum varlıklar olamazlar. Onlar aynı zamanda savaş halinde, sivil yaşamda “erkeğin bıraktığı” işi devralan, askerî sahada ise cephede lojistik yardımda bulunan, mermi taşıyan, yara saran ve gerektiğinde bilfiil çatışmaya katılan “dişi kahramanlar”dır. Ka­ 42

Nusret Baycan, “Atatürk ve Türk Silahlı Kuvvetleri” Atatürk Dizisi Sayı: 18, Atatürk Haftası Armağanı, 10 Kasım 1985, s. 67. (Vurgular bana ait)

dınlar, savaş dolayımıyla ve yine savaş süresince erkek dünyasın­ da “meşru bir kamusal etkinliğin parçası” olurlar. Sular durulun­ ca kadınların genellikle “olağan” -eski- konumlarına dönmele­ ri arzu edilir. Dönmeyenler ise genellikle kurulan sistemin dışı­ na itilir ve/veya itibarsızlaştırılır. Ulus devlet ideolojisinin bahsi geçen rol tanımı ve projeksiyonu, fonksiyonel olarak hem milliyetçi-militarist amaçlara uygundur hem de bilhassa görece süre­ ce geç dâhil olan ülkelerde modernlik/kalkınma iddiasının sim­ gesel bir uzantısıdır. Milliyetçi-militarist düşünceye göre kadın­ ların savaşın “faal” bir öğesi olması, “ulusal birlik” ve “bütünlü­ ğün” eşi bulunmaz bir göstergesi ve söylemsel olarak yeni ulus devlet formunun kadın-erkek ilişkisi özelinde “çağ açan eşitlik­ çi doğası”nm da bir yansımasıdır.43 Türkiye gibi bağımsızlık mü­ cadelesi ile rejim değişikliğinin peşi sıra yaşandığı ve böylece re­ ferans dünyasında birbirleriyle ayrılmaz kılındığı uluslaşma ör­ neklerinde bu durum daha da belirgindir. Türkiye’deki kolektivist özellikleri belirgin olan kültürel formlar içinde askerlik, askeriye ve kadın/kadınlık ilişkisi, el­ bette mecburi askerliğin gündelik yaşama etkileriyle yakından alakalıdır ve bu anlamda belli bir süreklilik arz eder. Zorunlu askerlik kadını, anne/eş/kardeş ya da evlat olarak “bekleyen” konumunda tutan bir zamansallığa tekabül eder. Erkeğin kış­ laya vatan için gittiği, kendini bekleyenler için evine “sağlık­ lı” bir şekilde döneceği varsayılır. Bekleme pozisyonu, ataer­ kil ilişkilerin hâlen güçlü olduğu bu toplumda bir “yoksunluk” hatta “eksiklik” halidir. Çoğu zaman “yoksunluk hali”, belir­ sizlikten doğan endişeleri de üretir. Sıcak çatışmaların vuku bulduğu dönemlerde endişeler sessizce (ki sessizliğin muhafa­ zası yönündeki telkinler, bu bağlamda iktidarın yeniden üreti­ midir) katmerleşir. Fakat aynı zamanda “asker yolu gözlemek”, kültürel olarak “onurlu” bir özlem ve sabır göstergesidir. Aske­ re giden erkeğin sağ salim eve dönmesi için dua etmek ise da­ ha çok kadınlara ve aile büyüklerine atfedilen bir özelliktir. Bu 43

Ayşe Gül Altmay, “Ordu-Millet Kadınlar: Dünyanın İlk Savaş Pilotu Sabiha Gökçen”, Vatan Millet Kadınlar, der. Ayşe Gül Altmay, İstanbul: İletişim, 2000, s. 271.

süreç içinde, kadınların üzerindeki mevcut toplumsal deneti­ min genellikle artış gösterdiği söylenebilir. Militer bir disiplin­ le “toyluktan kurtulan” erkeğin sivil yaşama dönmesi/kendini bekleyenlere kavuşması ile onun yolunu gözleyen kadın(lar)m gündelik hayatı adeta “tamamlanır”. Erkeğin gazi ya da şehit olması halinde ise kadınlardan ilk beklenen, bu durumu “meta­ net” ile karşılamaları hatta “haklı bir gurur” duymalarıdır. Ka­ dınların metaneti ve ketumluğu erkek kahramanlığının bir par­ çasıdır zira. İsyana, itiraza bu çerçevede katiyen meşru bir alan açılmaz. “Vatan sağolsun” demeyen kadın(lar) ise çoğunlukla kolektif biçimde ayıplanır ya da en azından yok sayılır. Erkeğin “eksilmesinden” ya da kaybından duyulan acı, genellikle milliyetçi-militarist duygulan, öç alma isteğini beslediği ölçüde po­ litik eğilimlerin ve sosyal dışavurumlann ilgi alanına girer.44 Yukanda, hâlen yürürlükteki zorunlu askerlik ve yarattığı at­ mosfer başlığı etrafında tarif edilen kültürel algılamalarla bir­ likte, kadınlar için doğrudan savaşlara -özellikle de topyekûn savaş mantığına- ilişkin bir geçmişin mevcudiyetini de es geç­ memek gerekir. Tarihsel perspektifte Türkiye’de milliyetçi­ lik ve militarizmin kesişmesinin kadmlann yaşamına ilk ciddi yansımaları daha çok Balkan Savaşlan dönemine rastlar. 191213 Balkan Savaşlan ve hemen akabinde Birinci Dünya Savaşı, tıpkı birçok Batı ülkesinde olduğu gibi, kadınların sadece hane içinde değil erkeklerden boşalan sanayi dâhil olmak üzere bir­ çok işkolunda istihdam edilmelerine kapı açmıştır.45 Savaş es­ nasında kadmlann işgücünden istifade etmek maksadıyla dev­ let gözetiminde örgütler de tesis edilmiştir. Enver Paşa’nın gi­ rişimi ile kurulan Osmanlı Kadınlan Çalıştınna Cemiyet-i Islamiyyesi tam da böyle bir örgütlenmedir. Cemiyet, Istanbul’da44

Bahsi geçen durumun yakın tarihi kapsayan en belirgin örneği şüphesiz “şehit anneleri”dir. Şehit annelerinin acılan, toplumun “milliyetçi tepkileri”ni art­ tırmada kullanılan unsurlann başında gelir. Şunu da not etmek gerekir. Şehit annelerinden beklenen tavırlar milliyetçi-militarist ve dini argümanlarla standartlaştınlır. “Standart”a karşı çıkmak ise hem politik hem de kültürel neden­ lerle oldukça zordur. Bu konuda bkz. Esra Gedik, “Türkiye’de Şehit Anneleri­ nin Savaş ve Çözüm Algılan”, F e Dergi, Cilt 1, No. 2, 2009, s. 29-43.

45

Fatmagül Berktay, “Türkiye’de Kadın Hareketi: Tarihsel Bir Deneyim”, Kadın Hareketinin Kurumsallaşması: Fırsatlar ve Rizikolar, İstanbul: Metis, 1994, s. 19.

ki Birinci Ordu tarafından desteklenen Birinci Kadın işçi Taburu’na gönüllü kadın askerler toplamıştır. Zafer Toprak, orduda işçi statüsünde çalışacak kadınlarda “kuvvetli” ve “sağlam” ol­ mak, 18’inden büyük olup 30 yaşını aşmamış olmak, “iffetli” olduğu yerel makamlarca belgelenmiş olmak ve “kucakta taşı­ nır bebeği” olmamak şartlarının arandığını yazar.46 Bahsi geçen şartlar, adeta zihinlerdeki -savaş sonrasına da uzanan- “ideal kadın” tahayyülünün bir özeti niteliğindedir. Birinci Dünya Savaşı esnasında kadınların kısmen ticaret­ le de uğraştığını yeniden vurgulamak gerekir. Örneğin İstan­ bul’da Kadın Tüccarlar Pazarı kısa bir süre de olsa faaliyet gös­ termiştir.47 Özellikle liman kentlerinde kadınların mal alımsatımla uğraştığı da bir gerçek. Ezcümle, Birinci Dünya Sava­ şı sırasında kadınların fabrikalarda dikiş dikmekten erkek ber­ berliğine, hemşirelikten postanelerde ve çeşitli memuriyet sa­ halarında devlet işlerini görmeye kadar birbirinden farklı bir­ çok sektörde yoğun emek harcadığı söylenebilir. Öyle ki, Emi­ ne Semiye ve Aliye Esad gibi dönemin bazı kadın yazarları, tüm bu gelişmeleri bir nevi “kadın inkılâbı” olarak değerlendirmiş­ lerdir. Birçok yerde Büyük Savaş’m kadınlan, “pasif’ ve “müs­ tehlik” olmaktan kurtardığı yazılıp çizilmiştir.48 Ancak Cum­ huriyet Türkiyesi’nin tarih yazımında kadınlar için asıl Dönüm noktası, tahmin edilebileceği gibi Milli Mücadele dönemi ola­ rak ifade edilir. Zira milliyetçi-militarist perspektiften hiçbir sivil üretkenlik şekli, savaşa destek olmakla eşdeğer değildir. Milli Mücadele sırasında Sivas Kongresi’nden hemen sonra ku­ rulan ve kısa sürede üye kaydeden Anadolu Kadınları Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti genellikle ilk gösterilen örnektir.49 Ay­ 46

Zafer Toprak, “Kadın Askerler ve Milli Aile: Osmanlı Kadınları Çalıştırma Ce­ miyeti ", Tarih ve Toplum, Cilt 9, No. 51, Mart 1998, s. 34, 35.

47

Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bkz. Zafer Toprak, “The Family, Feminisim and the State During the Young Turk Period, 1908-1918", W orkshop on Tur­ kish Family and Domestic Organization's sunulan tebliğ. New York, 23-25 Ni­ san 1986.

48

Bkz. Yaprak Zihnioglu, Kadınsız İnkılâp, Istanbul: Metis, 2003, s. 81-82.

49

Mustafa Kemal, Anadolu Kadınlan Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin kurulması­ nın Avrupa kamuoyunda Türklerin nasıl “asil bir zihniyete m alik ve atiyen her türlü kabiliyet-i terakki ve kuvveti h a iz ” olduğunu kanıtlayacağını söyleyerek

nı süreçte sıklıkla iddia edilenin aksine İstanbul’daki kadın­ lar da savaş şartlarına uyum sağlamış, yardım demekleri kur­ maktan cephe için mühimmat toplamaya, yetimleri ve yoksul­ ları himaye etmekten hastabakıcılığa kadar birçok alanda ça­ lışmıştır. Bahsi geçen tüm bu faaliyetler, ilerleyen yıllarda ta­ rihsel bağlamından koparılarak ve tahrif edilerek “Cumhuri­ yet Kadınlığı”nm köşelerini belirleyen ve kimi zaman da mili­ tarizmin farklı boyutlarını besleyen politik birer referans nok­ tası olacaktır. Bağımsızlık Savaşı, siyaseti yönlendirenlere göre kadın-erkek, genç-yaşlı herkes için “eşsiz bir uyanış” ve “bilinçlenme sürecidir”; öyle ki, kadın-erkek yeni rejimin kalemlerinden çı­ kan metinlerde harp Türk milletine “Türk” olduğunu anlatmış ve “milli terbiyenin menşei olmuştur”.50 Mezkûr anlatının o zaman böyle formüle edilmesi, “uyanışı” sağlayan önderler-aktörler için siyasal-toplumsal meşru hareket alanını genişletmek için biçilmiş kaftandır. Bugün Cumhuriyet tarihinin miladı ola­ rak ele alman Bağımsızlık Savaşı’nın farklı dönemlerde farklı ilave çağrışımlarla donatılarak “daimi referans” olma özelliğini sürdürdüğünü saptamak mümkün.51 Zira bu anlatı, “devletin kadınların Bağımsızlık Savaşı’na katılımının simgesel etkisini ifade etmiştir. Bkz. Sadi Borak, Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşi­ leri, Ankara: Halkevleri Atatürk Enstitüsü Araştırma Yayınları: 1980, s. 305306. Ayrıca bkz. Fevziye Abdullah Tansel, istiklal Harbinde Mücahit Kadınları­ mız, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayınlan, No. 21, 1998, s. 23. 50

Bu anlayışın tipik bir örneği için bkz. H. Zeynettin, a.g.e., s. 26. Bağımsızlık Savaşı’nın, Türk milletinin ataletini kaldıran bir “uyanış” olarak nitelendiril­ diği bir diğer ilginç metin, Süreyya Temel’e aittir. Temel şunlan yazar: “Bu se­ ferki savaş [Bağımsızlık Savaşı]; sözlerini tutmayanlara, hadlerini bilmeyenle­ re zulme karşı isyan eden bütün bir milletin savaşı idi. Memleketimizi paylaş­ maya gelenler milletin kanını oynatmış, ona kimlerden olduğunu hatırlatmış, meskenet içinde geçen hayatın nelere mal olacağını göstermiş, onu çok uzun süren uykusundan uyandırmıştır. Anadolu’da her şehir, her ilçe ve köy, her sokak ve her ev yıkılmaz, geçilmez bir kale olmuş; şöyle bir gezintiye çıktıklannı sananlar, yaman bir müdafaa karşısında şaşırmışlar, sonunda başkumandanlan ile birlikte teslim olmak zorunda kalmışlardır...” Süreyya Temel, Harp ve Sosyal Dâvalarımız, İstanbul: İktisadi Yürüyüş Matbaası ve Neşriyat Yurdu, 1947, s. 15.

51

Milli Mücadele Dönemi, hem milliyetçi sağ hem de sol düşüncede farklı vur­ gular ile atıfta bulunulan nadir öğelerden biridir. Sağ cenah savaş yorumlannda Türklüğü ve İslam’ı öne çıkanrken; Kemalist sol, mücadeleyi “ezilen ulu­

bekası” için idamesi zorunlu kılındığı varsayılan mekanizmala­ ra farklı perspektiflerden ama aynı doğrultuda söylemsel des­ tek sağlamaktadır. Milli Mücadele dönemi destansı ve kurucu bir anlatı olarak şüphesiz Cumhuriyet Türkiyesi’nde resmî ideolojinin içini dol­ duran milliyetçiliklerin, erkeklik bahsinde olduğu gibi “ide­ al” kadın ve çocuk kimliğinin kurgulamasında da çok önemli bir yer tutmuştur. Milliyetçi bakış açısından Bağımsızlık Sava­ şı, bizzat kent kökenli faal kadın yazarların kaleminde de Türk kadınları için bir “uyanış” ve “özünü keşif’ sürecidir. Kadın­ ların savaşta bilfiil mücadelesi anlamında ise,52 milliyetçi-modemist diskur(lar)a göre dünya çapında bir “ilk”tir. Bu haliy­ le de “ilham kaynağı”dır. Milli Mücadele, resmî ideolojinin ta­ rih anlatısında (ve ondan mülhem geniş yazında) ise Türk ka­ dının “ilk şuurlu hareketi” olarak görülmüş; kahramanlaştırı­ lan kadın figürler kimi zaman isim isim anlatılmış53 ve kadın­ ların savaştaki mevcudiyetleriyle zafere katkıları, Türk kimliği­ nin epik inşasında kullanılmıştır. Geleneksel düşüncede bir ka­ dın için en değerli varlığının çocuğu olduğu düşüncesinden ha­ reketle, Türk kadınının vatanı uğruna kundaktaki bebeğini bile gözden çıkarmaya hazır olduğu, böylece yurdunu her şeyin üs­ tünde tuttuğunu kanıtladığı, hem resmî hem de popüler neşri­ sun başkaldınşı" olarak nitelendirmiştir. Özellikle 1960’lardan itibaren çeşit­ li Kemalist sol gruplar, Bağımsızlık Savaşı’nı, ilk anti-emperyalist başkaldınş olarak yeniden yorumlamışlardır. Örneğin bkz. Anıl Çeçen, “Kemalist Halkçı­ lık" Gönlümüz Atatürkçülük Ûlküsü’y le Dolu ve Yolumuz Kemalist Devrim Yolu, Halkevleri ve Kemalist Devrimciler Birliği Ortak Yayınlan: 2, 1971 52

İzmir’in işgalinin hemen sonrasında Halide Edip ve Meliha Hanım’ın Fatih’te­ ki mitingde söz almalan ile başlayan süreç, Sabahat Hanım’ın Üsküdar’da As­ ri Kadınlar Cemiyeti adına yaptığı konuşmayla devam etmiş, Kadıköy’de bir üniversite öğrencisi olan Münevver Saime’nin ayaklanma çağnsı ile kadınlan n cepheye katılacağının ilk sinyalleri verilmiştir. Direniş esnasında Gördesli Makbule Hanım’ın eşiyle birlikte kurduğu çeteden, güney cephesindeki Tay­ yar Rahmiye Hanım’a, Adana’daki Hatice Hanım’dan tzmit’te Fatma Seher’in birlik komutanlığına kadar birçok öm ek çalışmalarda zikredilir. Bkz. Bemard Caporal, Kem alizm ’de ve Kemalizm Sonrasında Türk Kadını, Atatürk’ün Doğu­ munun 100. Yılı Dizisi: 9, Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlan, 1982, s. 167-182.

53

Örneğin bkz. Cahit Çaka, Tarih Boyunca Harp ve Kadın, Ankara: As. Fb. Bası­ mevi, 1948, s. 40-78.

yatta anlatılagelmiştir.54 Bu çerçevede Sakarya Savaşı sırasında cepheye mermi taşıyan hamile bir kadının cephe gerisine gön­ derilmeyi reddetmesinden, arkasında yeni doğmuş bebeğiyle siperlere erzak taşıyan köylü kadının kahramanlıklarına kadar birçok anonimleşen hikâye Cumhuriyet’in yeni kuşağınca “ifti­ har vesilesi” olarak bir ölçüde içselleştirilmiştir. Cumhuriyet’in “asr-ı saadeti”nde kadın hareketi içinde yer alan yazar Efzayiş Suat [Yalçın]’m aşağıdaki satırları bunun adeta kanıtı: Türk kadını, ilk şuurlu hareketini İstiklal harbinde gösterdi. Köyünü ve bağını terkederek buzlu dağlar, yalçın kayalar üs­ tünden, bitmez tükenmez yollardan topları harp meydanına kadar sürükledi. Bu hareketiyle pazusunun kuvvetini ve ölçül­ mez seçaatini ispat etti. Fakat yağmurun altında uyuyan çocu­ ğunun üzerinden çekip aldığı örtüsüyle asker cephanesini setrederken fevkelbeşer yükseldi.55

Bağımsızlık Savaşı, aynı zamanda yeni rejimin “kadm-erkek eşitliği”ne verdiği simgesel önemin temellendirilmesinde ve “ordu-millet mitini” öne çıkaran resmî tarihin yazılmasın­ da kullanılmıştır. Bu bakış açısına göre, savaşta tıpkı erkek gibi mücadele eden, cepheye erzak ve mermi taşıyan kadının azmi ve kuvveti tüm vatandaşlar tarafından tartışmasız kabullenilmelidir.56 Kadınların “vazifede eşitliği”, milliyetçi-kalkınmacı bir amaca, “gelecek” tahayyülüne hizmet edebileceği gibi “geç­ miş” ile kurulacak mitsel bağın da söylemsel bir uzantısı olabil­ miştir. Mustafa Kemal’in ifadesiyle kadınlar, tıpkı “ataları” Eti­ ler, Iskitler, Amazonlar gibi, askerlik hizmeti dâhil olmak üze­ re tüm vazifelere iştirak ederse Türkler, kendi ırkından başka hiç kimseye muhtaç olmayacaktır: 54

Örneğin Tahsin Ünal, a.g.e., s. 200.

55

Efzayiş Suat [Yalçın], Türk Kadını: Müsbet-Menfi, İstanbul: Milliyet Matbaası, 1932, s. 6-7. (Vurgu bana ait) Benzer ifadeler Milli Mücadele Dönemi’ni anla­ tan epik manzumelerde de sıkça tekrarlanmıştır. Örneğin bkz. Ankaralı Aşık Ömer'in Cumhuriyet Destanı, Ankara: Ankara Halkevi, 1938, s. 7 ve A. Refik [Altmay], Çocuklara Türk İstiklal Harbi, İstanbul: Hilmi Kitaphanesi, 1929, s. 21-25.

56

Necip Ali Küçüka, Kadın Hukuku, Hâkimiyet-i Milliye Matbaası, 1931, s. 189.

102

Bundan sonra Türk ırkı, kadınlarını, erkeklerin yapmaya mec­ bur olduğu askerlik vazifesi dâhil bütün hizmetlere teşrik ederse Etilerde, Iskitlerde, Amazonlarda olduğu gibi kendi ır­ kından başkalarının hiçbir yardımına muhtaç olmaksızın bü­ yük milli ülkülerine başlı başına ve müstakil olarak yürümek kabiliyetini ihraz edebilir.57

Ancak Bağımsızlık Savaşı’ndaki fedakârlıkları ile yüceltilen Türk kadın kimliğinin kurgusal bazı sınırları vardır ve bu sı­ nırlar Osmanlı-Türkiye modernleşmesinin temel gerilimlerinden biri olan kent-taşra geriliminden beslenir. Resmî ideolog­ ların ve birçok kadın yazarın “kahraman Türk kadını”ndan kastı çoğunlukla nüfusun büyük bir kısmını oluşturan “otan­ tik” Anadolu köylü kadınıdır. Anadolu kadını, kategorik olarak hem üretkenliği ile ulusu besleyen hem de kararlılığı ile şehir­ li kadına örnek olandır.58 Dönemin milliyetçi diskurunda Milli Mücadeleye destek olmanın yolları bellidir: Savaşa lojistik des­ tek sağlamak, erkeğin yokluğunda çift sürmek, tarla ve bah­ çe ile uğraşmak, ürünü pazara götürüp satmak vs. Sözü edilen fedakârlıkların şehirli kadının faaliyet alanından uzak olduğu açıktır. Muhayyel şehirli kadın, genellikle övgülerden pay al­ madığı gibi, aşağıda değinileceği üzere, sürekli olarak da eleşti­ riye muhatap olmuştur. Bizzat Mustafa Kemal’in dilinden Ana­ dolu kadının mücadelesinin dünyada eşi benzeri olmayan bir iradenin ürünü olarak resmedildiği ise bilinen ve mütemadiyen hatırlatılan bir kalıptır.59 57

Aktaran Türkan Ankan, Atatürk’ün Türk Kadını H akkında Görüşlerinden Bir Demet, Ankara: TBMM Yayınları, 1984, s. 14. Benzer ifadeler için bkz. Tah­ sin Ünal, a.g.e., s. 200-201. Türk kadının savaşkanlığını, Amazonların muhay­ yel “Turani kökleri”ne kadar uzatan bir başka örnek için bkz. Necati Gültepe, Türk Kadın Tarihine Giriş: Amazonlardan Bâcıyan-ı Rûm’a, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2008.

58

Efzayiş Suat [Yalçın], a.g.e., s. 12.

59

“Bu son senelerin inkılâp hayatında hummalı fedakârlıklarla mahmul müca­ dele hayatında milleti ölümden kurtararak halasa ve istiklale götüren azmü faaliyet hayatında her ferdi milletin mesaisi, gayreti, himmeti, fedakârlığı sebkeylemiştir. Bu meyanda en ziyade tebcil ile yâd ve daima şükran ile tekrar edilmek lazım gelen bir himmet vardır ki o da Anadolu kadının ibraz etmiş ol­ duğu çok ulvi, çok yüksek, çok kıymetli fedakârlıktır. Dünyanın hiçbir yerin­

Anadolu köylü kadının Bağımsızlık Savaşı’na katkılarını ef­ saneleştirmek, imparatorluk mirasına sahip fakat mekân algı­ sı daha çok “yerel olan” ile sınırlı halka, Anadolu coğrafyasının bütününü temel alan (ve “bütün”ü kutsayan) bir vatan tasav­ vurunun benimsetilmesinde önemli rol oynamıştır. Ayrıca di­ reniş esnasında köylü kadınının rolü ve kahramanlıkları, Cum­ huriyetin “ideal yurttaş” kimliğinin inşasında bir atıf unsuru olarak kullanılmıştır. Bu “yeni kimlik” hem üretkenliğe ve kal­ kınmaya vurgu yapmış hem de kentli aydınlar ile halk arasın­ daki “mesafeyi” kapatıp kaynaşmış bir toplum imajı yaratma­ yı hedeflemiştir. Politik platformda Bağımsızlık Savaşı’nda sergilenen kahra­ manlık, bizzat kentli, okuryazar kadınlar açısından ise Cum­ huriyetin ilk yıllarında (ve hatta daha sonraları) talep ettikle­ ri sosyo-politik hakları savunmalarında önemli bir dayanak ol­ muştur. Savaştaki fedakârlıklar, kadınlar için bağımsızlık yo­ lunda erkeklerle “eşit roller”e sahip olunduğunun ve “rüş­ tün” kazanıldığının adeta ispatıdır. Zor zamanlardaki ve bil­ hassa cephedeki “kader birliği”, sosyal ve siyasal yaşamda da sürmeli ve yeni rejim, mücadeleci kadınlara “vefasını” göster­ melidir. Öyle ki Nezihe Muhiddin dahi kadınların siyasal hak­ lar kazanmasını engellemek üzere ileri sürülen savlara karşı, mütemadiyen Anadolu kadınının Milli Mücadele’deki yararlı­ lıklarına gönderme yapmıştır. Dönemin kimi önde gelen siya­ set ve fikir adamları ise buna mukabil yine “eşitlik” ilkesine re­ ferans yaparak siyasal hak talep eden kadınların bu arzularına kavuşması için tıpkı erkekler gibi askerlik yükümlülüğü altına girmeleri gerektiğini iddia etmiştir.60 Bu fikrin savunulmasmde, hiçbir milletinde, Anadolu köylü kadınının fevkinde kadın mesaisi zikret­ mek imkânı yoktur ve dünyada hiçbir milletin kadını ‘Ben Anadolu kadının­ dan daha fazla çalıştım, milletimi halasa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar himmet gösterdim’ diyemez.” Aktaran Türkan Ankan, a.g.e., s. 12. 60

1920’li yılların sonlarına doğru başlayan bu tartışma, hem siyasal zeminde hem de entelektüel boyutta 1930’lann ortalarına kadar devam etmiştir. Söz konusu tartışmanın siyasi düzlemde patlak verdiği belki ilk olay, 21 Haziran 1927’de Büyük Millet Meclisi’nde Askeri Mükellefiyet Kanunu’nun görüşül­ mesidir. Hakkı Tank Us, kadınlara ancak zorunlu askerlik karşılığı siyasal hak verilebileceği tezini öne sürmüş, Recep Peker ise buna karşılık annelerin evlat

da artık topyekûn savaş anlayışının yerleşmesinin yanı sıra ka­ dınların taleplerini dolaylı yoldan geciktirmek gibi bir strate­ jinin rol oynadığı söylenebilir. Neticede kadınlar, zorunlu as­ kerlik sistemine dâhil olmadan seçme ve seçilme hakkını elde etmiştir, ancak sonuç o gün de bugün de sadece yeni rejimin “kadirbilirliği”nin bir yansıması olarak sunulmuştur.61 Tüm bunlara ilaveten, yukarıda aktarılan politik tartışma­ larda kendini tekrarlayan bir önkabul vardır ki o da daha önce kısmen değindiğim gibi, halkçı-köycü yönelimleri olan hegemonik milliyetçiliğin, “kahraman-asker” kadını Anadolu köy­ lü kadım ile “özdeş” kabul edip, şehirli hemcinsini “ürkek”, “pasif’ hatta çoğu zaman “ahlaksız” ve “gayri milli” gören kur­ gusudur. Bu bakış açısına göre kadınlar eğer seçme ve seçilme hakkına sahip olacaklarsa, bunu talep etmek savaşta “varlık göstermeyen” ve sadece “tüketici” olan “süs kadınları”na (şehirli-bilhassa da varsıl kadınlara) değil cephede savaşan, ulu­ su besleyen Anadolu kadınlarına düşmektedir.62 Tartışmanın alevlendiği dönemde, kentli kadınların köydeki hemcinsleri adına konuşma yetkisine sahip olmadığı sıkça dillendirilmiştir. Kadınlar, seçme ve seçilme hakkına sahip olduktan sonra dahi farklı meselelerde bu anlayışın içten içe sürdüğü gözlenmekte­ dir. Daha sonraki yıllarda, Türkiye’de kadınların sahip olduk­ yetiştirerek “bu hizmeti şimdilik yerine getirdiğini” savunmuştur. Bkz. TBMM Tutanakları, Cilt 33, s. 385-386. 1930’lu yıllarda kadınların askerliği konusu, basında da sıkça tartışılmıştır. Cumhuriyet Gazetesi'ndeki (özellikle Yunus Nadi’nin yazılan) ve Yeni Adam Mecmuası'ndaki yorumlar (Dr. İzzeddin Şadan, 1. Hakkı Baltacıoglu, Füruzan Hüsrev Tökin ve İrfan Beydeş dergide birbirleri­ ne açık mektuplar yazarak konuyu tartışmışlardır. Dr. 1. Şadan kadınlann as­ ker olamayacağını “tıbbi tetkiklerle” açıklamaya gayret ederken ona destek 1. Beydeş’ten gelmiştir. Füruzan H. Tökin ise Bağımsızlık Savaşı’ndaki Türk ka­ dınını, İspanyol kadın direnişçilerini ve Rus asker kadmlannı örnek göstere­ rek kadınlann askerliğini, “eşitlik” penceresinden savunmuştur) bu mevzu­ nun polemik haline getirildiğini gösterir. 61

Örneğin Lemi Aksoy, Yaşayan İnkılâp’ta şunlan yazar: “Sapana sanlan, savaşta dövüşen, Türk evini kuran ve düzenleyen Türk kadınının bulunmaz hasletle­ rini ve gerçek değerlerini tanıtmanın yolundaki Kemalist rejim, Türk kadınını lâyık olduğu yere yükselterek kadirbilirliğini göstermiştir.” (Vurgu bana ait) Bkz. Lemi Aksoy, Yaşayan İnkılâp, Ankara: Cumhuriyet Matbaası 1946, s. 18. Örnekleri çoğaltmak mümkün.

62

Yaprak Zihnioğlu, a.g.e., s. 103.

ları siyasal ve sosyal hakların miladı olarak Kemalist reform­ ları işaret eden düşünce gruplarının ve araştırmaların nerede ise tümü, “Cumhuriyetçi Kadın” kimliğinin yeniden üretilme­ sinde Milli Mücadele dönemine, Mustafa Kemal’e ve özellikle Cumhuriyet’in ilk on yılma referans yapma gereği duymuşlar­ dır.63 Bu eğilim, çoğunlukla popüler olarak kategorileştirilebilecek yayınlarla da desteklenmiştir ve desteklenmektedir. Ka­ dın kahramanlıklarını konu alan milliyetçi-militer içerikli ede­ bî metinler azımsanmayacak kadar çoktur.64 Geçmişten bugüne sözü edilen diskurdaki en önemli fark, sosyolojik değişime uygun olarak, kentli kadın-köylü kadm arasında, bahsi geçen konumlandırmayı esas tutarak kurulan gerilimli ilişkinin bir ölçüde yumuşatılmasıdır. Zira hâlihazır­ da nüfusun kompozisyonu hayli değişmiştir. Fakat buna rağ­ men “makbul kadm” ve “olmayam”nı, modemist kaygılar saklı tutularak militer değerler ve çağrışımlar üzerinden kategorileş­ tirme geleneği devam etmektedir. Mevcut bu durum, tıpkı er­ keklik bahsinde değinildiği gibi, temel referanslar bağlamında bugüne dair ciddi sorunlar üretmektedir. Sosyopolitik yaşam­ da kadınların konumu üzerine yapılan tartışmalarda, hak ve özgürlük arayışlarında meşruiyet zemini olarak Bağımsızlık Sa­ vaşı yıllarına atıf yapma, oradan “dersler çıkarma” geleneği, si­ yasi mücadele alanını daralttığı gibi çoğu kez milliyetçi/ulusal­ cı eğilimleri de güçlendirmektedir. Artık mesele bugündür ve bugünün kadınlarına militer propaganda yapmaktır. Zeki Sanhan’ın “2006 Yunus Nadi Sosyal Bilimler Ödülü” almış Kurtu­ luş Savaşı Kadınlan adlı eserinin son satırlarında yazdıkları bu 63

Sözü edilen bu eserler, resmî ideolojinin oluşumu sırasında yazılanlar ile içe­ rik yönünden hemen hemen aynıdır. Türk kadının Milli Mücadele sürecin­ deki askeri başarılarıyla yeni rejimdeki kazanımlan arasında bağ kurma gele­ neği bir şekilde sürmektedir. Örneğin Burhan Göksel bu konuda şunlan ya­ zar: “Gazi Mustafa Kemal İstiklal Savaşı’nı yönetirken güç aldığı, yaslandığı Türk kadınını, Türk anasını hiç unutmamış, vefa duygusunu daima belirtmiş­ tir. Belki de reformları arasında kadın haklarına öncelik tanıması ve çok önem vermesinde, bu duygusunun etkisi vardır.” Burhan Göksel, Çağlar Boyunca Türk Kadını ve Atatürk, Ankara: Kültür Bakanlığı, 1993, s. 148.

64

Çok sayıda örnek arasında bkz. Osman Alagöz, Milli M ücadele’de Kınalı Eller, İstanbul: Kaynak Yayınlan, 2006.

çerçevede konunun nerelere kadar uzanabileceğini göstermesi açısından dikkate değer: Kadınların Kurtuluş Savaşı’nda gösterdiği olağanüstü çaba, medeni haklarına kavuşmaları konusunda verilen mücadelede onlar için büyük bir sıçrama yaratmıştır. Gene de erkek ege­ men bir kültürün 21. yüzyılda da sürüp giden derin etkisinden ötürü bu haklar bir çırpıda alınamamış, cumhuriyet devrimleriyle adım adım kazanılmıştır. Dünya bugün de bir yanda ezenlerin diğer yanda ezenlerin yaşadığı; ezenlerin ekonomik, politik, kültürel, askerî araçlar­ la ezenler üzerindeki baskı ve bağımlılık ilişkilerini sürdürdü­ ğü emperyalizm çağını yaşamaktadır. Bu nedenle, benzer ulus­ lar gibi Türkler için de tam bağımsızlıklarım güçlendirerek ko­ rumak en başta gelen görevdir. Bu mücadelede Türk kadınları­ na büyük görevler düşmektedir. Türk kadını ve Türk kızı, er­ kekleriyle birlikte yurdun bağımsızlığı ve halkın özgürlüğü ile son derece ilgili olmak ve bunun için gerekli her türlü araçla mücadele etmek zorundadır. Türk kadınlığı için gerçek kurtu­ luş ancak tam bağımsız ve özgür bir Türkiye’de mümkündür.

Ulusların tam bağımsızlığı ile ilgilenmeyen, Batı ülkelerinden akıtılan fonlarla “sivil toplumculuk” yapan postmodern birfemi­ nizm, kadının kurtuluşuna yardım etmeyeceği gibi, onun ve bü­ tün ulusun emperyalizmin kölesi olmasına hizmet etmekten baş­ ka bir işe yaramayacaktır. Türk kadınlığı, ancak Kurtuluş Savaşı kadınlığının mirası üzerinde mücadele ederek yurduna, halkına ve dünya kadınlı­ ğına hizmet edebilir.65

Bitirirken...

Yazı boyunca Türkiye’de resmî ideolojinin ve popüler varyant­ larının önemli bir belirleyicisi olan milliyetçilik ve onunla ça­ kıştırılan reçetelerin, ilk ortaya çıkış anından günümüze kadar 65

Zeki Sanhan, Kurtuluş Savaşı K adın lan , 3. baskı, İstanbul: Remzi Kitabevi, 2007, s. 354. (Vurgular bana ait)

içlerinde sürekli olarak değişen dozlarda militarist denebile­ cek unsurlar barındırdığını ileri sürdüm. Bunda Balkan Savaş­ ları ile yükselişe geçen ve sonrasında kemikleşen siyaset yap­ ma tarzının etkisi olduğu muhakkak. Dönemin koşullarının etkisiyle kendini şiddeti yücelten militarist bir jargon üzerin­ den popülerleştirmiş Sosyal Darwinist temalar, hem siyasi pro­ jeyi/projeleri hem de günlük hayatı kapsayacak biçimde do­ laşımda tutulmuştur. Metanet, mertlik ve kimi zaman acıma­ sızlık, milli mevcudiyeti ve rejimi muhafaza eden “erdemler” olarak açıkça ya da zımnen zikredilmiş ve çoğu zaman kültü­ rel formların da etkisiyle doğrudan “erkeklik” ile ilişkilendirilmiştir. Bağımsızlık Mücadelesi akabinde cumhuriyetin ilanıyla birlikte ordu, resmî ideolojide kurumsal bağlamda öne çıkma­ dan “mümtaz yeri”ni korurken, bağımsızlık ve kalkınma ile di­ siplin ve dayanıklılık arasında militer çağrışımları olan sosyopsikolojik bir bağ inşa edilmiştir. Bu bağ, sürekli olarak “mu­ hayyel düşmanlar”a ve “işbirlikçileri”ne işaret edilmesi suretiy­ le pekiştirilmiştir. Bilhassa 1950’den sonra anti-komünizmden Kürt soruna ve “irtica”ya farklı meselelerde, ordunun “kurucukurtancılığı” ve ideolojik tahkimatı gündemde tutulmuş, yakın zamana dek askerî açıklamalara, projeksiyonlara ve yöntemle­ re ekseriyetle koşulsuz inanç beslenmiştir. İnkılapların peşi sıra uygulanmaya konması ve kurumsal­ laşma yönünde hızlı adımların atılmasını takiben milliyetçili­ ğin, yeni rejimin ilkelerini ve siyasal iktidarın meşruiyetini te­ sis etmede nüfuzunun arttığı tecrübe edilir. Askerî kurumlar ve mensupları bu süreçte hem “resmî” ve “gayri resmî” milliyetçi­ liklerden doğrudan etkilenen hem de onu bizatihi biçimleyen unsurlar arasındadır. Rejimin çoğu sivil ve asker ideologunun kaleminde, “ordu eşittir mektep”; subaylar ise “çağdaşlaşma ül­ küsü” için “üstün meziyetler” ile donanmış ve kumandanlığın yanı sıra “öğretici” vazifesini de yüklenmiş aktörlerdir. Türki­ ye siyasal hayatına bakıldığında subaylarca üstlenilen “öğreti­ cilik” sıfatının askerî alanla sınırlı olarak algılanmadığı, sosyopolitik platforma da taştığı rahatlıkla tespit edilebilir. Siville­ rin “müzmin talebelermiş” gibi algılanması, bir ölçüde muha­

lif sivil inisiyatiflere karşı güvensizlik besleme ve şüpheyle bak­ ma alışkanlığını yerleştirmiştir. Orduya atfedilen kurtarıcı, mo­ dernleştirici, devrimci rol askeriyenin kurumsal kimliğine baş­ tan beri “yeni rejimin ve çağdaşlığın bekçisi vasfı”nı ilave et­ miştir. Dolayısıyla ordunun “itibarım” ve “kurumsal üstünlü­ ğünü” korumak, rahatlıkla devleti, rejimi ve değerlerini muha­ faza etmekle özdeşleştirilebilmiştir. Sivil siyasete askerî müda­ halelerin “meşruiyeti” de bahsi geçen “özdeşleşme” ile şüphe­ siz ilişkilidir. Hemen hemen her müdahale sonrasında orduya atfedilen olumlu sıfatlar ve imtiyazlar pekiştirilmek istenmiştir (Kemalist eğilimleri belirgin kentli okur-yazar kesimde 27 Ma­ yıs algısı bu bahiste en net örnektir). Bu bağlamda altı çizilme­ si gereken temel nokta, günümüzde siyasete askerî müdahale­ lerin eleştirel dille bir şekilde tartışma konusu edilebilmesine rağmen müdahale edenin sosyal yaşamdaki etkinliği üzerinde fazla durulmadığıdır. Yukarıda aktarılmaya gayret edildiği gibi Türkiye’de “ide­ al” kadınlık ve erkeklik rollerinin içini dolduran özelliklerin ve müstakbel yurttaş olarak çocuklann sahip olması istenen yöne­ limlerin belirlendiği düzlem de çoğunlukla milliyetçi-militarist düşünceyle çakışmıştır. Kahramanlık ve sadakat temelli militer bir dil “erkekliğin” kurucu unsurlarından biri olarak süreklilik kazanmıştır. Bugün de aynı eğilim, konjonktürden nemalanan farklı parametrelerin desteğiyle sürmektedir. Yine bu bahiste madalyonun diğer yüzü olarak ulusal kimliğin inşasında taşralı kadının, “üretkenliği” ve “savaşkanlığı” ile kentli hemcinsi kar­ şısında yüceltildiğinden bahsetmiştim. Bu söyleme bizzat Er­ ken Cumhuriyet’in kadın yazarları da katılmıştır. Şehirde belir­ li bir yaşam standardına sahip, okumuş kadınların kendileriy­ le benzer konumda olanları bu şekilde eleştirmesi, büyük ölçü­ de, kamusal tartışmada rağbet gören mevcut tenkitlerden ken­ dilerini korumaları yönündeki iradenin de bir yansımadır. Şu­ nu da ilave etmek gerekir: Kadın kimliğinin çeşitlenmesine rağ­ men kadınların siyasal projelerinde Milli Mücadele hep bir atıf noktası olarak muhafaza edilmiştir. Zaman içerisinde bahsi ge­ çen vurgular, milliyetçiliğin çeşitli tonlarından anti-emperya-

list okumalara ve de İslamcı eğilimlere kadar birçok “farklı” si­ yasal diskurun ortak paydaları arasına girmiş ve güncelle bağlantılandınlmıştır. Öyle ki, militarist muhayyilede Bağımsızlık Savaşı’nın fedakâr kadınlarından şehit annelerinin metanetine uzanan düz-çizgisellikler oluşturulmuştur. Çocukların da aynı söyleme muhatap, hatta salt çocuklara yönelik olduğu varsayı­ mıyla metinlerde verilen mesajların çok daha keskin olduğunu söylemeliyim. Askerî başarılar ve kahramanlıklar, tüm militer motifleriyle dünden bugüne çocuk yazınının en gözde temaları arasında yerini korumaktadır. Mustafa Kemal’in başkumandanlığı ve “askerî deha” ile çev­ relenmiş “eril erdemleri” üzerinden Kemalizm ile birleştirilen militarist vurguların, Cumhuriyet Dönemi siyasi yaşamını ve gündeliğin kalıplarını büyük ölçüde belirlediği söylenebilir. Ay­ rıca “Gazi” imgesi ile birlikte (ya da alternatif anlatılarda kimi zaman onsuz), Çanakkale ve Bağımsızlık Savaşı’nı, her kapıyı açan bir referans noktası olarak kolektif hafızada canlı tutmak için harcanan çabalar, dolaylı olarak milliyetçi ve militarist de­ ğerleri kutsamıştır, kutsamaktadır. Bu şablonun içinde Kemalist soldan İslamcılara uzanan geniş bir siyasal yelpaze vardır. Hal böyleyken farklı cenahlardan farklı saiklerle militer değer kü­ mesinin sürekliliği konsolide edilmiştir. Geçmişten bugüne ki­ mi zaman Kore’deki kimi zaman Kıbrıs’taki, yaklaşık son otuz yılda da iç savaş atmosferinde “ulusun erkekliği” ile özdeşleşti­ rilen ve mitleştirilen kahramanlık ve şehitlik öyküleri, haberle­ ri, anılan ve tüm bunlar üzerinden oluşturulan kamuoyu, süreci bir diğer yandan beslemiştir. Militer çözümler, şehitlik üzerin­ den hem “vicdani bir mesele” hem de kolektif eylemlerin mil­ liyetçi tezahürlerini kuvvetlendiren bir etken haline gelmiştir. Bugün de Türkiye’de ordu, çarpıcı eleştirilere ve toplum­ sal yapıda yaşanan değişimlere rağmen resmî söyleminde ken­ dini salt bir iç ve dış güvenlik aktörü olarak değerlendirmek­ ten ziyade erkekler üzerinden “halk terbiyesini” sağlayan bir okul, erkekler arasında “vazifeyi” temel almak suretiyle “eşit­ liği” sağlayan bir kurum şeklinde göstermekte ve daha çok si­ villere atfedilen kurumsal/kişisel menfaat ilişkilerinin dışında,

devletin ve rejimin “gerçek koruyucusu” olduğu iddiasını sür­ dürmektedir. Bu iddiayı destekleyen kolektif aktarım mekaniz­ maları ve “üniformasız askerler” de elbette mevcuttur. Bunun ötesinde kimi zaman Silahlı Kuvvetler’i aşan/ondan daha fazla bir şey de olan militer diskura ait temel önkabulleri ve pratik­ teki izdüşümlerini sorgulamayan fakat ordunun politik tartış­ maların dışına çıkmasını kendi başına “yeterli” gören bir baş­ ka popüler duruş da dolaşımdadır. Ordunun kurumsal olarak kendi profesyonellik sınırlarına çekilmesi (bu uzmanlık alanını da sorunsallaştırabilme kaydıyla) yönünde çaba sarf etmek el­ bette birinci derecede önemli fakat demokratik özgürlüklerden yana bir normalleşme için sadece kurumsal çerçevede adım at­ mak yeterli değildir; bunun ötesinde bir yönü ile de kültürel unsurlardan ve (şimdilerde iyiden iyiye rağbet gören emperyal özlemler, Fatih imgesi ve fetihçilik tutkusu başta olmak üzere) muhafazakâr damarlardan beslenen militer unsurların ve gün­ deliği kapsayan yeniden üretim biçimlerinin de tartışılması ve deşifre edilmesi elzemdir. KAYNAKÇA Aksoy, L. (1946) Yaşayan inkılâp, Ankara: Cumhuriyet Matbaası. Alagöz, O. (2006) Milli Mücadele'de Kınalı Eller, İstanbul: Kaynak Yayınlan. [Altınay] Refik, A. (1929) Çocuklara Türk istiklal Harbi, İstanbul: Hilmi Kitaphanesi. Altınay, A. G. ve T. Bora (2002) “Ordu, Militarizm ve Milliyetçilik”, M odem Türki­ y e ’de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik, İstanbul: İletişim Yayınlan. Altınay, A. G. (2004) The Myth o f the Militaıy-Nation: Militarism, Gender and Edu­ cation in Turkey, New York: Palgrave Macmillan. Altınay, A. G. (2 000) “Ordu-Millet Kadınlar: Dünyanın İlk Savaş Pilotu Sabiha Gökçen”, Vatan Millet Kadınlar, der. A. G. Altınay, İstanbul: İletişim Yayınlan. Ankaralı Aşık Ömer’in Cumhuriyet Destanı, (1938) Ankara: Ankara Halkevi. Ankan, T. (1984) Atatürk’ün Türk Kadını H akkında Görüşlerinden Bir Demet, An­ kara: TBMM Yayınlan. Askerin Ders Kitabı, Ankara: Büyük Erkâmharbiye Matbaası, 1934. Atsız, Nihal H. (1943) "Savaş Aleyhtarlığı”, Orhun, No. 12. Aydın, S. (2008) “Toplumun Militarizasyonu: Zorunlu Askerlik Sisteminin ve Ulu­ sal Ordulann Yurttaş Yaratma Sürecindeki Rolü”, Ç arklardaki Kum: Vicdani Red (Düşünsel K aynaklar ve D eneyimler), der. Û. H. Çınar ve C. Osterci, İstanbul: İletişim Yayınlan.

Baycan, N. (1985) “Atatürk ve Türk Silahlı Kuvvetleri”, Atatürk Dizisi Sayı: 18, Atatürk Haftası Armağanı. [Başar] Şükufe Nihal, (1933) “Kara Günler, İşıklı Yıllar ve Ant", Yeni Türk Mecmu­ ası, Cilt 1(2), No. 11-14. Berktay, F. (1994) “Türkiye’de Kadın Hareketi Tarihsel Bir Deneyim”, Kadın Hare­ ketinin Kurumsallaşması: Fırsatlar ve Rizikolar, İstanbul: Metis. Borak, S. (1980) Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşileri, Ankara: Halkevleri Atatürk Enstitüsü Araştırma Yayınlan: 2. Caporal, B. (1982) K em alizm ’de ve Kem alizm Sonrasında Türk Kadını, Atatürk’ün Doğumunun 100. Yılı Dizisi: 9, Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlan. Clark, L. (1984) Social Darwinism in France, Alabama: The University of Alaba­ ma Press. Çaka, C. (1948) Tarih Boyunca Harp ve Kadın, Ankara: As. Fb. Basımevi. Çeçen, A. (1971) “Kemalist Halkçılık”, Gönlümüz Atatürkçülük Ülküsü’y le Dolu ve Yolumuz Kemalist Devrim Yolu, Halkevleri ve Kemalist Devrimciler Birliği Or­ tak Yayınlan. Eker, K. (1960) Millet Morali ve Ordu, Ankara: Ayyıldız Matbaası. Engin, S. M. (1938) Kem alizm İnkılâbının Prensipleri, İstanbul: Cumhuriyet Mat­ baası. [Evrenol], Hilmi A. Malik (1933) “Kışla ve Köy Terbiyesi”, Ülkü, Cilt 1, No. 3, Ni­ san. Gedik, E. (2009) “Türkiye’de Şehit Annelerinin Savaş ve Çözüm Algılan", F e Der­ gi, Cilt 1, No. 2. Göksel, B. (1993) Çağlar Boyunca Türk Kadını ve Atatürk, Ankara: Kültür Bakan­ lığı. Güvenç, S. (2010) “ABD Askeri Yardımı ve Türk Ordusunun Dönüşümü: 19421960”, Türkiye’de Ordu Devlet ve Güvenlik Siyaseti, der. 1. Akça ve E. Balta Paker, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınlan. Hale, W. (1996) Türkiye’de Ordu ve Siyaset, İstanbul: Hil Yayınlan. Hawkins, M. (1997) Social Darwinism in European and American Thought (18601945), Cambridge: Cambridge University Press. Hofstede, G. (1 9 9 1 ) Cultures and O rganizations: Softw are o f the Mind, Londra: McGraw-Hill. Karaman, S. S. (1947) Büyük İnkılâbım ıza Dair Eski Bir Konferans, İzmit: Selüloz mataası. Kıral, T. (1937) Türk Askerine ve Köylüsüne Yaşayış Öğütleri, Samsun: Güneş Ba­ sımevi. Komutan ve Nitelikleri (1979), Ankara: Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınlan. Köymen, K. N. (1934) H alkçılık ve Köycülük, Ankara: Tank Edip ve Ş. Kütüpha­ nesi. Küçüka, A. N. (1931) Kadın Hukuku, Hâkimiyet-i Milliye Matbaası. Mehpare Tevfik (1936) Türk Tarihinde Aile Hayatı Evrimi ve Bunda Kadın, İstan­ bul: Hüsnütabiat Matbaası.

“Millet ve Ordu", Konuşmalar, Ankara: CHP Halkevi Neşriyatı, Birinci Teşrin 1940. Necati Gûltepe, N. (2 0 0 8 ) Türk Kadın T arihine Giriş: A m azonlardan Bâcıyan-ı Rûm’a, İstanbul: Ûtüken Neşriyat. Özgüç, M. (1953-54) Askerlik Psikolojisi Ders N otlan, Harp Okulu Basımevi. Öztan, G. G. (2006) “Türkiye’de Ojeni Düşüncesi ve Kadın”, Toplum ve Bilim, No. 105. Öztan, G. G. (2006) “Türk Milliyetçiliğinde Taşra Fetişizmi ve Toplumsal Cinsi­ yet”, Doğu-Batı, No. 31. Öztan, G. G. (2007-08) “Şiddetin Modem Meşruiyet Zemini: ‘Ulusun İntikamı’”, Doğu-Batı, No. 43. Öztan, G. G. (2011) Türkiye’de Çocukluğun Politik İnşası, İstanbul: Bilgi Üniversi­ tesi Yayınları. Peker, R. (1936) Recep P eker’in İnkılâp Ders N otlan, Ankara: Ulus Basımevi. Poggi, G. (2001) Forms O f Power, Cambridge: Polity Press. Sanhan, Z. (2007) Kurtuluş Savaşı K adınlan, 3. baskı, İstanbul: Remzi Kitabevi. Seyfi, R. A. (1940) Türklük Demek; Kahram anlık Demektir, İstanbul: Çeltut Mat­ baası. Şen, S. (2000) Geçmişten G eleceğe Ordu, Ankara: Alan Yayıncılık. Tansel, A. F. (1998) İstiklal Harbinde Mücahit Kadınlanm ız, Ankara: Atatürk Kül­ tür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Kültür Merkezi Yayınlan, No. 21. Temel, S. (1947) Harp ve Sosyal D âvalanm ız, İstanbul: İktisadi Yürüyüş Matbaa­ sı ve Neşriyat Yurdu. Toprak, Z. (1998) “Kadın Askerler ve Milli Aile: Osmanlı Kadınlan Çalıştırma Ce­ miyeti”, Tarih ve Toplum, Cilt 9, No. 51. Tunçoğlu, K. C. (1936) A skere Okuma Yazma, Hesap ve inkılâp Dersleri, Samsun: Ahali Basımevi. Turda, M. (2005) The Idea o f National Superiority in Central Europe (1880-1918), Ceredigion: Edwin Melen Press. Türkkan, R. O. (1940) Türkçülüğe Giriş, İstanbul. Türkler ve Askerlik, (2009) der. S. Kızıltoprak, İstanbul: İstanbul Yayınlan. Türkmen, F. (1943) Milli ve Askeri Ahlâk, İstanbul, Askeri Liseler Neşriyatı. Ünal, T. (2001) Türk Askerlik Kültürü, Ankara: Berikan. Ünder, H. (2002) “Türkiye’de Sosyal Darwinizm Düşüncesi”, M odem Türkiye’de Siyasi Düşünce: M illiyetçilik, der. T. Bora ve M. Gültekingil, İstanbul: iletişim Yayınlan. [Yalçın], Suat E. (1932) Türk Kadını: Müsbet-Menfi, İstanbul: Milliyet Matbaası. Yiğitgüden, R. (1941) Askerlik Psikolojisi, Ankara: Genelkurmay Matbaası. Zihnioglu, Y. (2003) Kadınsız İnkılâp, İstanbul: Metis.

Bir “Aşkınlık” Anlatısı Olarak Şimal Yıldızı.. T

ebessü m

Ö

zta n

Kore Savaşı, Türkiye’deki siyasal atmosferi anlayabilmemiz ve anlamlandırabilmemiz için kilit bir önem taşır. Günümüze dek (ağırlıklı olarak) “uluslararası ilişkiler” disiplini ve “ordu içi modernizasyon/değişim” momentleri üzerinden değerlendiri­ len Kore Savaşı, hem asker gönderme kararının öncesinde hem de birlikler Kore’ye gönderildikten sonra ve bilhassa savaşın nihayete ermesinin ardından da propagandif yönüyle milliyetçi-militer değerlerin işlenmesi ve toplum nazarında makbul bir konuma yükselmesi ve nihayetinde bu “kazammların” taşın­ masında başat rol oynar. Toplumsal militarizasyonun önem­ li bir bileşeni haline gelen Kore deneyimi, eril bir dille kolek­ tif hafızayı şekillendirmeye devam etmektedir. Milliyetçi ideo­ lojinin ulus tasavvurunda “vatan”ın kadın bedeni ile özdeşleş­ tirilip, “kadınsal özellikler” ile donatıldığı, kısacası dişileştirildiği hatırda tutulduğunda, “vatan”ın müdafaası rolünün erkek­ lere düştüğü görülür.1 Milliyetçilik için makbul erkeklik for­ 1

Milliyetçi ideolojide kadın ve erkeğe atfedilen rollerin daha net anlaşılabilme­ si için, başta ataerkillik ve aydınlanma düşüncesinin dikotomik bir biçimde sı­ nırlarını belirlediği özel/kamusal alan kavramsallaştırmasının tespit edilmesi gerekir. Kadını doğa ve doğal olan ile erkeği ise akıl ve rasyonel olan ile ilişkilendiren Aydınlanma düşünürleri, kamusal/özel alan sınırlarım da cinsiyet­ ler arası “farklı doğallıklara” dayandırır. Eril bir ideoloji olan milliyetçilik de

mu sertlik, dayanıklılık ve savaşkanlığı içerir. Militarizmle el ele veren milliyetçi tasavvur, karşılıklı olarak birbirini besler­ ken eril bir üslupla hitap etmeyi sürdürür. Bu bağlamda değer­ lendirildiğinde Kore tecrübesi hem milliyetçi şovenizmin hem de militarizmin bütünleştiği bir örnektir ve hâlâ toplumsal ha­ fızada önemi yadsınamayacak bir yeri vardır. Özellikle Soğuk Savaş’ın sona erdiği 90’lı yılların başların­ dan günümüze değin sayıları artarak gelen Çanakkale, KarsSarıkamış başta olmak üzere savaş deneyimlerinin yerli sine­ ma aracılığıyla yeniden işlenerek gündemde tutulması da Kore deneyimi ile oluşturulmaya başlayan milliyetçi-militer-eril di­ le dayalı “dava” adına teyakkuz halinde bulunulması için bir girişim olarak düşünülebilir. Soğuk Savaş sona ermiş olsa da “düşman”ların kaybolmadığını hatırda tutmamızı salık veren bu filmler özellikle PKK eylemlerinin yükselişe geçtiği 90’lardan itibaren içerideki düşmanlar, hainler imgesinin yaratılması bağlamında oldukça önemli bir yer tutmaktadırlar. Bu bağlam­ da hem “yüksek gişe başarısı elde etmiş” yerli sinema örnekle­ ri hem de ulusal kanallarda yayınlanan kimi televizyon dizile­ ri arasında ilk akla gelen örnekler olarak, Ziya Öztan’ın Kurtu­ luş Savaşı filmleri serisi Kurtuluş (1994), O Şimdi Asker (2003), “ulus”u tahayyül ederken geleneksel ataerkilliği “modernleştirerek”, aydın­ lanma düşünürlerinin özel alana hapsettiği kadını kamusal alana kısmen dahil ederek meşruiyet sağlar. Kadınların kamusal alana çekilmesi, “üretici" sıfatıy­ la kadının milliyetçi projeye eklemlenmesi demektir. Ulusun pek çok yönden devamını sağlayacak olan kadınların bu sebeple kendilerinden daha “güçlü” olan erkekler tarafından korunup kollanması gerekmektedir. Milliyetçi jargo­ nun ulus ve vatanı tanımlarken kadını referans alarak anne/sevgili metaforlanna sıklıkla başvurmasının da temel sebebi budur. Ulusun üreticisi ve sürdürücüsü olan kadınların erkekler tarafından ne pahasına olursa olsun savunulma­ sı, korunması gerekmektedir. Kadını/vatanı koruma şerefine nail olmuş “sert” erkekler rüştlerini ispatlayarak tümden erkek olurken, buna muktedir ol(a) mayanlar, vatanı için savaşmayan ya da savaşamayanlar ise “hainlikle”, aciz­ likle, “kadınsılıkla” suçlanır ve dişil özelliklerle tarif edilir. Milliyetçiliğin eril jargonu bu noktada militarizm ile tamamen harmanlanmış olur. Bkz. Nira Yuval-Davis, Cinsiyet ve Millet, İstanbul: İletişim, 2003 ve Vatan Millet Kadınlar, der. Ayşe Gül Altınay, İstanbul: İletişim, 2000. Ayrıca bkz. V. Spike Peterson, “Gendered Identities, Ideologies, and Practices In The Context O f War And Militarism”, Gender, W ar and Militarism: Feminist Perspectives, der. Laura Sjoberg ve Sandra Via, California: Praeger, 2010, s. 17-30.

Eve Giden Yol 1914 (2006), Kurtlar Vadisi İrak (2006), Son Osmanlı Yandım Ali (2006), Emret Komutanım Şah Mat (2007), Maskeli Beşler İrak (2007), Maskeli Beşler Kıbrıs (2008) sayıla­ bilir. Bu çalışmada 1954 senesinde gösterime giren Şimal Yıldı­ zı filmi üzerinden Kore tecrübesinin sinemaya yansıması bağ­ lamında erkeklik kurgusunun nasıl ve hangi araçlarla inşa edil­ diği incelenecektir. Ancak öncelikle dönemin halet-i ruhiyesini kavrayabilmek adına 1950’lerin sosyo-politik atmosferine kısa­ ca bakmakta fayda var. Bilindiği gibi İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya genelin­ deki değişim iç dinamiklerle de birleşerek Türkiye’yi olduk­ ça yakından etkiler. Türkiye fiilî olarak savaşa girmemiş olma­ sına rağmen seferberlik ilan edilir, besleyebileceğinin oldukça üstünde sayıda asker uzun süreli olarak silahaltma alınır ve ül­ ke genelinde sosyo-ekonomik sıkıntılar baş gösterir.2 Bir yan­ dan zaten krizde olan tek parti yönetimi ekonomik sıkıntıların artmasıyla daha da aşınırken diğer yandan ülkede yükselen ye­ ni muhalefet odaklarının baskısını hisseder. 1947 senesinde­ ki Truman Doktrini ile iyiden iyiye Amerikan etkisine girmeye başlayan Türkiye böylelikle Soğuk Savaş yıllan boyunca nere­ de konumlanacağını da belirlemiş olur.3 Değişim rüzgârlan ül­ ke içindeki bütün kurumlan etkilemiştir. CHP’nin dışında ku­ rulan partiler çok partili bir sisteme geçişin habercisi olurken, Sovyetleri çevreleme düşüncesinde olan Amerika’nın çevre ül­ kelere yardımlan gündeme gelir. Özellikle Türkiye, ABD’nin çevreleme politikası için stratejik bir önem taşır. Truman Dok­ trini ve Marshall Yardımı ile daha da sıkılaşan ilişkiler ülke­ nin iç siyasetini ve kuramlarını yakından etkiler. Bu bağlam­ da bilhassa Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) modernizasyo­ nu gündeme gelir. Bilindiği üzere İkinci Dünya Savaşı’ndaki Amerikan galibiyeti Amerikan ordusunun “gücü” ve “as­ keri başarıları”nın Türkiye’de de konuşulmasına ve ordunun 2

Konu hakkında detaylı bilgi için bkz. Mete Tunçay, Cumhuriyet Halk Partisi (1923-1950)", Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 8 ,1 9 8 3 , s. 2023 ve Tevfik Çavdar, “Demokrat Parti”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedi­ si, Cilt 8 ,1 9 8 3 , s 2061.

3

M. Tunçay, a.g.m., s. 2019-2025.

“ataletinin” bu yolla giderilebileceği tartışmalarının başlaması­ na sebebiyet vermiştir.4 Kara kuvvetlerine ve beşerî güce daya­ lı, mevzinin terkedilmediği ve düşenlerin geride bırakılmadığı, millet-i müsellaha (silahlı millet) geleneğine bağlı Prusya eko­ lündeki TSK’nm, kuvvetlerin eşit oranda dağıldığı, yoğun tek­ nolojiye dayalı, gerektiğinde zafer için mevzi kaybetmeyi sa­ lık veren “esnek” yapılı Amerikan modeline geçmesi bilhas­ sa TSK’nm içerisinde sıklıkla tartışılan ve arzu edilen bir ko­ nu haline gelmiştir.5 Ülkenin iç siyasetinden bağımsız olmayan bu tartışmalar hem TSK’nm kendi içerisindeki kutuplaşmala­ ra hem de güncel siyasetteki kutuplaşmalara denk düşmekte­ dir. Hatırlanacağı üzere, ismet İnönü’yü destekleyen TSK’nm üst düzey üyelerinin gerçekleştireceği bir darbe girişiminden çekindiği için, Adnan Menderes iktidara gelir gelmez üst kade­ medeki askerlerin emekliye ayrılmasını sağlayarak büyük bir tasfiye gerçekleştirmiştir. Tasfiye edilen bu üst rütbeliler aynı zamanda ordunun alt kademelerindeki subaylar tarafından ge­ ri kafalılıkla itham edilen askerlerdir. Ordunun güçlendirilmesi için Amerikan ekolüne geçilme­ si savunulmuştur savunulmasına ancak bunun için ne yeterli kaynak ne de altyapı vardır. Bu noktada yeni müttefik Ameri­ ka devreye girer ve yeni teçhizatlann kullanılabilmesi için ka­ ra yolu yapımı çalışmalarına başlanır. İkinci adım da adaptas­ 4

Kore Savaşı, 1 9 4 7 ’den itib aren Prusya m odelinden şeklen “Am erikan modeli”ne geçmeye başlayan Türk ordusu ve bu dönüşümü destekleyen siya­ setçiler için bir çeşit “kendini gösterme vesilesidir". Ordu içinde bir grup su­ bay -k i bu subayları “Şahinler” olarak adlandırmak mümkündür- Türk ordu­ sunun 1922’den o tarihe kadar herhangi bir savaşa girmemiş olmasını, “ata­ let" nedeni saymıştır. Savaşlarda askerlerin motivasyonlarının arttığına, “güç­ lü” ve “yetenekliler” ile olmayanların ayrıldığına ve ikinci grubun elendiğine dair önkabuller, tüm Sosyal Darwinist motifleriyle bahsi geçen algılamada et­ kilidir. Türk ordusu, içerideki isyanları bastırmak dışında yaklaşık 28 senedir savaşmamıştır. Kore Savaşı ile beraber Türk ordusu içine düştüğü “ataleti” yır­ tacak ve “muharip gücü”ne yeniden kavuşacaktır.

5

TSK içindeki Şahinler grubu, Prusya modelini benimsemiş olan üst kıdem as­ kerleri orduyu güçsüz bırakmakla ve eski kafalı olmakla itham etmekte ve Amerikan modelini savunmaktaydı. Bkz. Serhat Güvenç, “ABD Askeri Yardı­ mı ve Türk Ordusunun Dönüşümü: 1942-1960”, Türkiye’de Ordu, Devlet ve Güvenlik Siyaseti, der. İsmet Akça ve Evren Balta Paker, İstanbul: Bilgi Üniver­ sitesi Yayınlan, 2010.

yonun sağlanabilmesi ve ekipmanların kullanılabilmesi için su­ bayların eğitilmesi olacaktır.6 İkinci Dünya Savaşı’nm ardından başlayan Soğuk Savaş’ın menşei 1950’lerin başında Mao’nun yükselişe geçmesi ile coğ­ rafya değiştirir. Komünist Kuzey Kore’nin, ABD müttefiki Gü­ ney Kore’ye girmesiyle savaş, Avrupa’dan Asya’ya kaymış ve Amerikan kamuoyu tarafından hegemonya mücadelesinde “Kı­ zılların” üstünlük sağladığı düşünülmeye başlamıştır.7 Dost Güney Kore’nin yardımına koşan ABD basını aracılığıy­ la savaşın kolay bir savaş olacağı, ABD’nin gelişmekte olan bu ülkeyi hemen dize getireceğine dair bir hava yaratılır. Ancak savaşın uzaması ile beraber “şeytani komünist güçler” propa­ gandasını körüklemekten başka çare kalmaz. Örneğin FBI, sa­ vaştan önce milyonlarca Asyalı’mn ABD’nin liderliğini bekledi­ ğini deklare ederken McCarthy de 1950’deki bir konuşmasında 1945’ten itibaren dünya genelinde komünist rejimin idaresi al­ tında yaşayanların sayısının %400 arttığım ilan ederek tehlike­ ye karşı insanları uyarmayı bir borç bilir.8 Türkiye’nin Kore’ye asker gönderme karan ile birlikte ben­ zer bir hava bu topraklarda da esmeye/estirilmeye başlar. Kore Savaşı, Amerikan modelinin değerlendirilip TSK’nın kendisini göstermesi ve kanıtlaması için altın bilettir adeta. Tıpkı ABD’de olduğu gibi Türkiye’de de ulusal basın asker gönderme karannm meşruiyeti için canla başla çalışmaya başlar. Türklerin Ko­ re’ye ulaşmasıyla beraber savaşın nihayete ereceğini, dünya­ nın beklediği kahramanın Türkiye olduğu, Türklerin eski şanı­ na, kuvvetine kavuştuğunun gösterilmesi için bir fırsat olduğu uzun uzun yazılır.9 Bu bağlamda yeniden kurumsallaşan ordu, 6

Ordunun modernizasyonu için yapılması planlanan hamleler için özellikle bkz. Neşe Erdilek, “Hükümetler ve Programlan”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 4, 1983, s. 968-1047.

7

Mary Brennan, Wives, Mothers and The Red Menace, Colorado: University Press of Colorado, 2008.

8

A.g.e., s. 18.

9

Bkz. “Kore’de Birliğimizin Yeni Bir Muvaffakiyeti”, Milliyet, 21.11.1950; “Bir­ liğimiz Çeteleri Başan ile Temizliyor", Milliyet, 22.11.1950; “Kore’deki Nihai Taarruza Girdik”, Milliyet, 25.11.1950; “Birliğimizin Parlak Muvaffakiyeti”, Milliyet, 28.11.1950; “Birliğimiz Anudane Çarpışıyor”, Milliyet, 30.11.1950;

anti-komünist mücadeleyi var gücüyle destekler. Ülke çapında yapılan propaganda faaliyetleri ile askerlik için gönüllü yazma masaları kurulur,10 lise ve üniversite öğrencileri Kore için mi­ tingler, eylemler düzenler, şiir yarışmaları yaparlar.11 “Bütün bir millet tek bir vücut olmuş, ordusuyla bütünleşmiştir” ima­ jı itinayla tesis edilir bu dönemde. Toplumsal militarizasyonun adeta doruk noktasına varılır Kore münasebetiyle. Kore aracılı­ ğıyla elde edilen bu deneyim sonraki yıllarda da neredeyse ne­ silden nesle aktarılacak olan bir “gelenek” halini alacak ve “ge­ rektiği” anlarda düşmanların lanetlenmesi için o atmosfer se­ ferber edilecektir. Anti-komünist mücadeleye destek: Yeşilçam’ın militarizasyonu

Militarizm, askerî inanç, değer ve davranışları toplumsal yaşa­ ma adapte etme, onları övme (glorification) ve biricik referans ha­ line getirme çabası şeklinde tanımlandığında hem bir kurum olarak askeriyenin hem de sosyolojik bir bakış açısıyla toplu­ “Tugayımız Wawon Kesiminde Kızıllarla Göğüs Göğüse Çarpışıyor”, Milliyet, 01.12.1950; “Kore’de Türk Askeri”, Milliyet, 01.12.1950, “Tugayımız Muha­ rebe Nevilerini Maharetle Tatbika Muvaffak Oldu", Milliyet, 08.12.1950. 10

Türk sinemasının da gerek yönetmenleriyle gerek senaryolarıyla Kore’deki sa­ vaşı destekleme konusunda oldukça hevesli davrandığını söyleyebiliriz. Kü­ çük bir anekdot olarak belirtmek gerekirse Türk sinemasına damgasını vur­ muş isimlerden biri olan Halit Refiğ de Kore’ye gönüllü gidenler arasındadır. 1954 senesinde 5. Tugay ile birlikte Kore’ye giden Halit Refiğ, Kore’ye komü­ nistlerle savaşmak için gönüllü olarak gittiğini ancak bu konuda politik olarak çok da bilinçli olmadığını ifade eder. Komünizmin ne olduğunu Kore’de öğ­ rendiğini ve bağlı oldukları Amerikan birliğindeki askerlerin kendisini “Mos­ kova Radyosu” dinlemekle suçladıklarını anlatır. Kore deneyiminin kendisi için çok önemli olduğunu belirtir. Bkz. İbrahim Türk, Halit Refiğ: Düşlerden Düşüncelere Söyleşiler, İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2001, s. 141.

11

Gazete haberlerine göre 1950’nin Aralık ayının ilk haftasında Eskişehir’den Si­ vas’a ülkenin birçok bölgesinde Kore’deki askerler için destek toplantıları ya­ pılmıştır. Toplantıların genel seyri birbiriyle benzerdir, istiklâl Marşı ile baş­ lanır; saygı duruşunda bulunulur; şiirler ve konuşmalar sonrasında cephede­ ki askerlere destek telgrafları çekilir. Bkz. “Bütün Yurt Kahramanlarımızı Min­ net ve Şükranla Anıyor", Milliyet, 04.12.1950; Milliyet, 11.12.1950. Askeri­ ye de kendi içinde benzer organizasyonlar yapmıştır. Örneğin bkz. Milliyet, 10.12.1950: 5.

mun içine dahil edildiği kapsamlı bir analiz çerçevesi sunmak­ tadır.12 Böylesi bir tanımlamada sivillerin askeri değerlere atfet­ tiği önem merkezî bir rol oynadığından militarizasyon süreci­ ne aracılık eden unsurlar da önem kazanmaktadır. Radyo, te­ levizyon, gazete, dergi gibi işitsel, görsel ve yazılı medya araç­ ları başta olmak üzere sinema da toplumun militarizasyonunda büyük bir paya sahiptir. Bununla birlikte bir toplumun be­ lirli bir tarihsel süreç içerisindeki anatomisini analiz edebilmek için biçilmiş kaftandır sinema. İdeoloji, politika, sınıf ve cinsi­ yet ilişkileri, vb. pek çok husus popüler bir anlatı olan sinema aracılığıyla yeniden ve yeniden işlenir ve inşa edilir. Böylesine bir güce sahip olan sinema, kimi zaman bir tahayyülden yola çıkarken kimi zaman da mevcut bir olaydan hareketle iş başı­ na geçer. Kuruluşundan itibaren uzunca bir müddet içerisinde yaşanılan zaman diliminde toplumu birebir ilgilendiren ve/ve­ ya etkileyen gelişmelere uzak durmuş olan Türk sineması, Er­ man Şener’in veciz ifadesiyle bu “geleneği”, Kore Savaşı filmle­ riyle yıkmıştır.13 1950’li yılların bilhassa ilk yarısınca birbiri ardına çekilen savaş temalı “kahramanlık” filmleri hem dönemin görece liberal-muhafazakâr ruhuna hem de politik konjonktürüne olduk­ ça uygundur.14 Ancak burada bir ayrım gözetmemiz gerekir ki 12

Laura Sjoberg ve Sandra Via, “Introduction”, Gender, W ar and Militarism: Fe­ minist Perspectives, s. 7.

13

Erman $ener, Yeşilçam ve Türk Sineması, İstanbul: Kamera Yayınlan, 1970, s. 51.

14

Özellikle ABD’de İkinci Dünya Savaşı döneminde erkek nüfusun büyük bir bölümünün orduya katılması ile birlikte tabir-i caizse erkeklerin boşalttığı alanlara kadınlann hâkim olmaya başladığını ifade eden Bruzzi, evini, ailesi­ ni geçindirebilmek için çalışmak durumunda kalan ve dolayısıyla kamusal ya­ şamda farklı bir biçimde boy göstermeye başlayan kadınlann yeni konumlan karşısında, geriye dönen erkeklerin hem hane hem de toplum içindeki es­ ki konumlannı/iktidarlannı elde etme çabasına girdiklerini belirtir. Bu sebep­ le de ağırlıklı olarak erkek hegemonyasını destekleyen Hollywood’un bu bağ­ lamda erkeklere yardım etmeye çalıştığını ve 1950’li yıllarda “erkekliği” ve er­ kekliğe atfedilen hasletleri, savaş temasını kullanarak yüceltme çabasında ol­ duğunu yazar. Söz konusu yıllarda çekilen filmlerde, vatanlan ve aileleri için savaşa giden erkeklerin, niçin ortalıktan “yok olduğu” hatırlatılarak toplumun ve bilhassa ailenin (asıl vurgu kadınadır) erkeklerine karşı borçlu olduğu, onlann bu fedakârlıklan ve kahramanlıklan için minnet duymalan gerektiği me­ sajı verilir. Bkz. Stella Bruzzi, Bringing Up Daddy: Fatherhood and Masculinty

Kore deneyimi de bu noktada önem kazanır. Savaş öncesinde ve sırasında çekilen filmlerin militer hasletleri yüceltip milli­ yetçi duygulan körükleme gayretinde olmasında çok da hayret edilecek bir şey yoktur. Ancak savaşın sona ermesinin ardın­ dan sanki savaş devam ediyormuşçasma çekilen filmlerin yal­ nızca önceden yaratılmış olan halet-i ruhiye üzerinden propa­ ganda yapmadığı da aşikardır. Toplumun militarizasyonu açı­ sından düşünüldüğünde o tarihlerde üretilen yerli filmlerin ko­ lektif hafızaya sürekli seslenme amacını taşıdıklan da düşünü­ lebilir. Özellikle Soğuk Savaş konjonktüründe yukanda değini­ len anti-komünizm mücadelesinde yerli sinema adeta bu “da­ va” uğrunda seferber olmuş/edilmiştir. Ülke genelinde cereyan eden komünist avları, komünizme dair yaratılan “ahlaksızlık”, “allahsızlık”, “zulümkârlık” gibi mitlerle meşrulaştırılmış ve desteklenmiştir. Komünizmle mücadele dernekleri, milliyetçi-mukaddesatçı yayınlar, dava için oluşturulan külliyat, ulusal basında çıkan haberlerle komünizmin şeytaniliği üzerinde top­ lum nezdinde adeta mutabakat sağlanmıştır: Komünizm kötü­ dür, komünistler şeytandır! Yerli sinemada da özellikle savaşın sona ermesinin ardından çekilen Kore Savaşı filmleri, savaş çı­ ğırtkanlığı yapan propagandif nitelikli filmler olmanın bir adım ötesine geçen komünizmle mücadele davasını destekleyen an­ latılar haline dönüşürler. Bu açıdan ele alındığında aynı yıllar­ da çekilen Kurtuluş Savaşı filmleri de yine aynı denklemin içe­ risine oturtulabilir.15 in Postwar Hollywood, Londra: BFI, 2005. Özellikle, bkz. Donna Peberdy, Mas­ culinity and Film Performance: Male Angst In Contemporary American Cinema, Houndmills, Basingstoke, Hampshire; New York: Palgrave Macmillan, 2011, s. 129-130. Hollywood’a paralel bir biçimde Türkiye'de de savaş temalı filmle­ rin çekimine aynı yıllarda hız verilir. Ayrıca dünya genelindeki sosyo-politik atmosferin yanı sıra savaş/kahramanlık filmlerinin gişe oranlarının diğer tür­ lere nazaran çoğunlukla bir adım önde olduğunu da unutmamak gerekir. 15

Özellikle Soğuk Savaş’ın sona erdiği 90’h yılların başlanndan günümüze değin sayılan artarak gelen Çanakkale, Kars-Sankamış başta olmak üzere savaş de­ neyimlerinin yerli sinema aracılığıyla yeniden işlenerek gündemde tutulması da Kore deneyimi ile oluşturulmaya başlayan milliyetçi-militer-eril dilli “da­ va” için teyakkuz halinde bulunulması için bir girişim olarak düşünülebilir. Soğuk Savaş sona ermiş olsa da “düşman”lann kaybolmadığını hatırda tutma­ mızı salık veren bu filmler özellikle PKK eylemlerinin yükselişe geçtiği 90’lar-

Bu çalışmanın ana eksenini oluşturan Şimal Yıldızı adlı film de yukarıda bahsi geçen Kore filmlerinden biridir. “Savaşkan, kahraman erkek” mitini besleyen ve yücelten, propagandif ya­ nı ağır basan, yalnızca milliyetçi-militarist söylemlerle dona­ tıldığından değil, bütün “önemli” rolleri erkeklerin canlandır­ dığı için de eril bir filmdir Şimal Yıldızı... 1954 senesinde Atıf Yılmaz tarafından çekilen film yüksek bir gişe başarısı yakala­ mıştır. Her ne kadar Atıf Yılmaz yıllar sonra ilkesel olarak kar­ şı çıktığı bir savaş hakkında film yapmış olduğunu ifade etse de filmin o dönemki gişe başarısı uzun dönem gündemde kalma­ sını sağlamıştır.16 Filmin afişindeki (bkz. Resim 1) renklerin ve görsellerin kulla­ nım biçimi izleyiciye filme dair ilk ipuçlarını sunar. Savaş ve şiddeti çağrıştıran kırmızı ağırlıklı renk­ lerin tercih edilmesi, afişin sol üst köşesinde birbirine sarılmış çift­ te, kadın karakterin erkek karak­ terden görsel açıdan daha altta res­ medilmiş olması erkeğe karşın ka­ dının ikincil pozisyonda konum­ Resim 1. landığı eril bir öykünün anlatıla­ cağı sinyallerini verir. Afişte görülen vakur, “kahraman” as­ ker ile kollarındaki “narin” sevgilinin karşısına sert mizaçlı bir “öteki”nin konması; sırtında yaralı olduğu tahmin edilebilecek bir başka askeri taşıyan asker imgesinin yer alması aracılığıyla fedakârlık, kurtarıcı ordu/asker, temalan da milliyetçi bir söy­ lemin bizi beklediğine işaret eder.17 Filmin başrollerinde Ay­ han Işık ve Yılmaz’ın eski eşi olan Nurhan Nur yer alır. Filmin dan itibaren içerideki düşmanlar, hainler imgesinin yaratılması bağlamında oldukça önemli bir yer tutmaktadırlar. 16

Fatih Özgüven, “Uzun Ömürlü Usta Atıf Yılmaz Batıbeki”, Adı: Atıf Yılmaz, Ankara: Dost Yayınlan, 2006, s. 85.

17

Meriç Övünç, 1950’lerden 2000’e A tıf Yılmaz Filmlerinin Afiş İncelem esi, An­ kara: Gazi Üniversitesi SBE Radyo TV Sinema Anabilim Dalı, yayımlanmamış yüksek lisans tezi, 2007, s. 88.

gösterim yılı Türkiye’nin Demokrat Parti ile bir yandan ekono­ mik yönden liberalleşirken toplumsal olarak da muhafazakâr Amerikan prototipinin kabul görmeye başladığı bir zaman dili­ mi içinde yer alması açısından önemlidir. Özellikle Soğuk Savaş’ın şiddetinin yükselişe geçtiği dönem­ de Amerikan toplumundaki kadın ve erkek tiplemeleri de bu muhafazakârlık süzgecinden geçmiştir. Güçlü, kahraman, para kazanan, aile babası olan ya da olmaya aday erkekler ve narin, evi, çocukları ve kocası ile ilgilenen sınırlan genellikle hane içi ile belirlenen kadından müteşekkil mutlu aile tablosu yeni mu­ hafazakâr Amerikan tarzı yaşamı simgeler. Bu unsurlardan her­ hangi birinin zayıflaması ya da yıpranması halinde komüniz­ min saldmya geçerek önce muhafazakâr aileye, ardından tüm topluma ve sisteme yayılacağı, onlan zehirleyeceği görüşü kö­ rüklenir.18 Komünizmle mücadele teması etrafında kilitlenen Amerikan ailesi bu bağlamda tüm bir sistemi sembolize eder. En ufak bir boşlukta komünizmin ahlaksızlık silahını kullana­ rak kadına, dolayısıyla aile­ sine ve toplum değerlerine saldıracağı yönünde uyanda bulunulur. Ailenin kutsallı­ ğının simgesi olan kadına/ anneye yönelik bir saldırı tüm sisteme saldırı anlamı­ na gelir ve kesinlikle buna karşı önlem alınması gerek­ mektedir. Komünizme kar­ şı temkinli olmak ve onun­ la “savaşmak” hususunda da geleneksel kadın-erkek rol dağılımı devreye girer. Resim 2. Ytldızhan (Nurhan Nur) & Anti-komünist erkekler bu Teğmen Kemal (Ayhan Işık). savaşımı gerekçelendirerek “büyük resme” bakabilen rasyonel bireyler olarak kurgulanır­ ken, kadınlar ise daha çok gündelik yaşama yönelik pratik se­ 18

Brennan, a.g.e., s. 115-116.

bepler ile hareket eden, erkeği tamamlayan figürler olarak ta­ hayyül edilirler.19 Filme dönecek olursak, Nurhan Nur’un canlandırdığı Yıldızhan karakteri ile Ayhan Işık’ın canlandırdığı Teğmen Kemal’in birbirlerine karşı besledikleri sevgi ve sonunda “âşıkların ka­ vuşması” temasının çerçevelediği Şimal Yıldızı bir Türk keşif birliğinin Kore’ye gidişini ve Kore’de başından geçenleri konu alır. Siyah-beyaz çekilen film belgesel görüntüleri ve dış ses ile açılır. Duyduğumuz ses Ayhan Işık’a aittir ve Işık bizlere, uzun uzun komünizmin kötülüklerini ve “Kızıl mezalimi”ni anla­ tır. Belgesel görüntülerinin kullanılması ile “gerçekçilik” amaç­ lanmış olsa da propagandif yönü çok açık seçik belli olur. Fil­ min ilerleyen dakikalarında da yer yer belgesel görüntüleri­ ne başvurur Yılmaz. Büyük ihtimalle Amerikan kaynaklıdır bu görüntüler ve Şimal Yıldızı’nm kalanında da Rus ve komünist mezalimini anlatarak onu lanetlemenin aracı olarak işlev gö­ rür. TSK ve komünizmle mücadelenin iç içe geçmişliğinin ve bunun yerli sinemaya tezahür etmesinin bir örneği olarak de­ ğerlendirdiğimiz film, askerî müşavir Kıdemli Yüzbaşı Nusret Eraslan’a teşekkür ederek başlar ve yine filmin sonunda des­ teklerinden dolayı, “...kıymetli yardımlarım esirgemeyen Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Sayın Orgeneral Nurettin Baraner’e, şanlı Türk Ordusu’nun kıymetli elemanlarına, müzaharet ve yardımından çekinmeyen Başvekalet Basın ve Yayın Um. Müd.’ne aleni teşekkür ve minneti bir borç biliriz” diyerek te­ şekkür edilir. Aşkın idealler uğruna savaşan bir kahraman

Soğuk Savaş konjonktürünün sürdürülmesi ve toplumun or­ tak düşman komünizme karşı teyakkuz halinde bulundurul­ ması için yaraulan havanın sinemayı da etkilediğinden bahset­ miştim. Toplumsal militarizasyonun önemli bir aracı haline ge­ len yerli sinema bir yandan ulusal basında çıkan haberleri des­ tekler nitelikli milliyetçi ve propagandif unsurları bünyesinde 19 A.g.e., s. 86.

barındırırken ideolojik savaşın meşruiyet kaynağı olarak savu­ nulması beklenen “aşkın idealler”in yeniden üretilmesinde de önemli bir rol üstlenir.20 Şimal Yıldızı ’nın da gerek aşkın bir ideal belirleme gerekse bu aşkın ideal uğruna hiç düşünmeden canını verebilecek erkek kahraman yaratma bağlamında önem­ li bir örnek olduğunu düşünüyorum. Şimal Yıldızı henüz başlamadan ekranda “BM idealleri için Kore’ye giden ve şehit düşen askerler”den bahseden bir yazı be­ lirir ve bu ifade bir bakıma seyirciyi nelerin beklediğinin sin­ yalini verir. Yaralı askerleri geride bırakmayan, vazifesi uğruna gözünü bile kırpmadan ölüme koşan asker ve siviller, şehit dü­ şen arkadaşları için intikam yemini eden, kanın yerde kalma­ yacağının sözünü vererek milliyetçi söylemi yeniden üreten as­ kerler, söz konusu idealin ne denli “aşkın” olduğunun kavran­ ması açısından önem taşır. Ancak aşkın idealleri seyirciye akta­ ran ve onları gerçekleştirecek olan güruhun başını çeken iki ki­ şi özellikle dikkat çeker: Kemal ve Yıldızhan. Filmdeki Teğmen Kemal ve Yıldızhan karakterleri adeta yu­ karıda özetlenen Amerikan muhafazakâr erkek ve kadın tiple­ melerinin Türkiye ayağı gibidir. Filmin ilk sahnelerinden birin­ de kimi evi için, kimi ülkesini korumak için Kore’ye geldiğini söyleyen askerlerin konuşması sırasında savaşın esas iştirakçi­ si olan Amerikan askeri ülkesi için orada olduğunu belirtir. Bu­ nun üzerine Kore’ye keşfe giden Türk birliğinin başı olan Teğ­ men Kemal (Ayhan Işık) hemen atılarak NATO askerlerine du­ rumun önemini kavrayamadıklarım, buraya bir insanlık ideali için geldiklerini söyler ve böylelikle onlara adeta hadlerini bil­ 20

Özelllikle Kore’ye asker gönderilmesi kararım takiben 1951 senesinde başta Kore Savaşı filmleri olmak üzere Kurtuluş Savaşı temalı filmler de çekilir. Sa­ vaş çığırtkanlığı yapan bu yerli sinema örneklerini ilerleyen yıllarda başkaları da takip eder. Bahsi geçen politik havanın sürdürülmesi için filmlerin devam­ lılığı önemlidir. Kıbrıs’taki gelişmelere paralel Kore ve Kurtuluş Savaşı filmle­ rine Kıbrıs filmleri de eklenir. Bu çalışma sırasında tespit ettiğim başlıca film­ ler şunlardır: Hürriyet Şarkısı (1 9 5 1 ), Kendini Kurtaran Ş ehir (1 9 5 1 ), K o­ re G azileri (1 9 5 1 ), K ore’de Türk K ahram anlan (1951), Kore'de Türk Süngü­ sü (1951), K ore’den Geliyorum (1951), Vatan için (1951), Mehmetçik K ore’de (19 5 2 ), A nkara Ekspresi (1 9 5 2 ), Dokunulm az Bu Aslana (1 9 5 2 ), Şimal Yıl­ dızı (1 9 5 4 ), Kıb n s Şehitleri (1 9 5 9 ), Vatan Uğruna/ Kıbrıs’ın Belası Kızıl Eoka (1959).

dirir! Bu gözü pek Türk askeri aslında savaşın asli tarafları ol­ malarına rağmen diğer milletleri temsil eden askerlerin ama en önemlisi ABD askerinin bile niye orada olduklannı tam olarak anlayamamış olduklarını seyirciye göstererek bahsi geçen as­ kerleri ötekileştirip onları eksik figürler olarak düşünmemizi sağlar. Bununla beraber “Türkler’in Kore’de ne işi var?” sorusu­ na yönelik cevabı da içinde barındırır Teğmen Kemal’in sözleri. Türkler orada olmalıdır çünkü tüm dünyanın Türklere ihtiya­ cı vardır. Evrensel gibi görünen bir amaç milliyetçi üstünlük ile sunulur. “Hür dünyanın kapısını açan sembolik bir savaş” olarak dillendirilen savaşta, Türklere gereksinim duyulur. Savaşın so­ na ermesinden sonra çekilen bir filmin elbette asker gönderme karannm meşruiyetini “ispatlamak” derdinin yanı sıra Türklerin diğer ırklardan, milletlerden üstün oldukları görüşünü bel­ letmek gibi daha egoya yönelik bir sebeple hareket ettiğini dü­ şünmek mümkündür. Teğmen Kemal, aşkın vazifeyi yerine ge­ tirmek için orada bulunan idealize bir karakterdir. Konuşma­ nın cereyan ettiği lokal tipi bir mekanda arka fonda BM bayra­ ğı görülür. Bu sahne hem diyaloglar hem de mekân açısından oldukça önemlidir. Çünkü oradaki BM bayrağı aşkın idealle­ rin simgesidir, neden orada bulunulduğunu her daim hatırla­ tan bir gösterendir. Kızıl zulmü altında ezilen halkların kurtu­ luş reçetesidir(l) Filmin açılışında ekranda beliren ithaf yazısı da bu göndermeyi tamamlar: Bu film BM ideali uğruna Kore’de bir nur gibi toprağa düşer­ ken ebedileşen ve mezarlarına bin bir zaferin gölgesi sinen aziz şehitlerimize ithaf edilmiştir.

Erkek(lik)ler arası bağlar

Sinemada erkeklik temsillerinin önemli görünümlerinden bi­ ri olan “babalık”, bir yandan erkekler arası bir bağ inşa eder­ ken diğer yandan da babalığın toplumsal önkabullerdeki -eli ekmek tutmak, çocukların bakımını ve duygusal ihtiyaçlarının giderilmesini anneye bırakmak, çocuklarla ilişkisinde mesafe­ li olmak ya da sadece erkek çocuk ile haşır neşir olmak, sert

mizaçlı ama (genellikle) yufka yürekli olmak ve hane içindeki otorite figürü olmak, vb - çağrışımlarım itinayla kullanır. İkin­ ci Dünya Savaşı yıllarında ve savaşın hemen ardından çekilen kadın seyircilere yönelik Hollywood filmleri, savaşla ve -iler­ leyen satırlarda değinileceği üzere- erkekliğin içine girdiği dü­ şünülen krizle baş edebilmek için erkeklik ve babalık arasın­ da sıkı bir ilişki inşa etmiştir. Savaşa giden genç erkeklerin ol­ gun erkekler olarak geri dönmelerini konu eden anlatılar kah­ ramanlık söylemiyle harmanlanarak erkekliği performansa da­ yandıran bir anlayışın veçhelerini sunmuşlardır.21 Amerika’da 1940’lı yılların sosyo-politik atmosferi, babaların/erkeklerin ev­ den uzakta oluşu ve onların boşluğunu doldurmaya aday çok yönlü kadınların varlığı genel anlamda geleneksel patriarkal er­ keğe/babaya duyulan arzunun yükselmesine sebep vermişse de bu tip bir erkeklik daha çok 1950’lerin muhafazakâr ortamında zuhur edebilmiştir.22 Söz konusu yıllarda Türkiye’deki erkek­ lik kurgularına/realitesine dair pek fazla çalışma yapılmamış olmasına karşın ilerleyen satırlarda değinilecek olmakla birlik­ te politik aktörlerin ifadeleri dikkate alındığında bu topraklar­ da da aslında erkekliğin/babalığın tehdit altında olduğuna dair bir inancın mevcut olduğunu söylemek mümkün. Ancak Ame­ rika’nın aksine Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’na fiilen katılma­ mış, Milli Mücadele döneminden sonra ülke içindeki (Dersim vb.) isyanları bastırmanın dışında sıcak bir çatışmaya katıl­ mamıştır. Amerika’da erkeklerin savaşta olmasından ve savaş­ tan sonra eski konumlarını bulamamalarından dolayı yaşandı­ ğı ileri sürülen erkeklik krizinin bu topraklarda tam tersine savaşmamaktan dolayı kaynaklandığına inanılmıştır. Bu bağlam­ da da Kore Savaşı Türklerin unutulan gücünün hatırlatılması, “erkekliğinin” ispatlanması için “altın fırsat” olarak değerlendi­ rilmiştir. Savaşkanlık ile erkeklik arasında militer-milliyetçi bir dille kurulan bağ, güce tapınmanın bir örneği olarak ayrıca dik­ 21

Mike Chopra-Grant, Hollywood Genres and Postwar America: Masculinity, F a­ mily and Nation in Popular Movies and Film Noir, Londra ve New York: I. B. Tavris Publishers, 2006, s. 96-98 ve S. Bruzzi, a.g.e., s. 1-35.

22

Bruzzi, a.g.e.

kat çekicidir. İsmet İnönü’nün, Türkiye’yi İkinci Dünya Savaşı’na sokmaması dolayısıyla hem ordu içinde hem de ülke için­ de kimi muhalif odaklarca eleştirildiği bilinmektedir.23 Bahsi geçen zihniyetin çarpıcı bir tezahürü DP iktidarının Devlet Ba­ kam Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu’nun şu sözleridir: ...bir devlet adamı memleketi harbe sokmamakla övünmemelidir. Memleketin erkekliğini öldürmeye, yiğitliğini söndür­ meye çalışmak herhalde övünülecek bir şey değildir. Yeni ikti­ darın Kore’ye gönderdiği ve böyle yapmakla çok iyi ettiği tuga­ yımızın kahramanlığı, eski iktidarın memleketi II. Dünya Har­ bine sokmaması neticesinde; Allah’a şükür, erkekliğimizin öl­ mediğini ve yiğitliğimizin sönmediğini ispat etmiştir.24

Baştan sona bir kahramanlık destanı şeklinde sunulan film­ de, Karaosmanoğlu’nun sözlerini doğrulamak istercesine mü­ cadele veren bir Türk keşif birliğinin öyküsü anlatılmaktadır. Kullanılan belgesel görüntülerinin dışında pek de sıcak çatışma sahnesi barındırmayan Şimal Yıldızı, bu “açığını” düşman eline geçmemek için çırpman askerler anlatısı ile kapatmaya çalışır. Film, zalim komünistlerin eline düşmesine rağmen arkadaş­ larının yerini söylemektense “erkek gibi” ölmeyi tercih eden, masum halkların özgürlüğü için işkenceye katlanıp canını fe­ da eden kahraman erkeklerin destanına dönüşür(!) Hem yan­ larında barındıkları aileyi tehlikeye sokmamak hem de zaman kazanarak daha etkili plan yapabilmek için uzunca bir müd­ det izbe bir bodrumda saklanmak durumunda kalan keşif bir­ liği askerlerinin dayanıklılığı hem fiziki olarak hem de meka­ na bağlı olarak sürekli “kanıtlanır”. Böylelikle filmde yalnızca savaşkan erkeklerin dayanıklılığı ve cesareti küçük bir bodrum odası aracılığı ile sınanmak ve ispatlanmakla kalmaz, askerler­ le özdeşleştirilen bütün ulusun dayanıklılığı ve cesareti de is­ patlanmış olur. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Amerikan askerlerinin si­ nemadaki temsillerinde “ezilmiş halkların yiğit kurtarıcısı ve 23

Doğan, 2004.

24

Akt. Doğan, 2004.

özgürlük savunucusu” olarak kurgulanmasına25 benzer bir bi­ çimde kurgulanan Türk askeri imgesi de milliyetçi idealizm ile tesis edilir. Esir düşen Kadir Çavuş (Hulusi Kentmen) ile ko­ münist general arasında geçen diyalog da bu bağlamda çarpı­ cıdır. Bir avuç Türk askeri olarak Kore’de bulunan birliğin bir üyesi olarak çavuş, aslında bütün milletiyle orada çarpıştıkları­ nı söyleyerek “Her Türk asker doğar” mitosunu anımsatır bizlere.26 Filmin başındaki sahnede evrensel bir değerden hare­ ketle diğer milletlerin askerlerine haddini bildiren Teğmen Ke­ mal’in “masum milletler için buradayız” söylemine rağmen öl­ meden önce göğsündeki ay-yıldız dövmesini gördüğümüz Ka­ dir Çavuş’un fonda Dağ Başım Duman Almış marşı çalarken “Yaşasın Türkiyem!” diye bağırması da kahraman Türk erkeği/ askeri söyleminin militer-milliyetçi bir üslupla yeniden üretil­ mesine olanak tanır. Mümkün olan her fırsatta erkekliğin düşmanla çarpışarak sergilenen performansla “kanıtlandığı” filmde, erkekler ara­ sı bağ ve dayanışma da kaçınılmaz olarak izleyiciye sunulur. Savaşan erkek karakterler arasında ast-üst ilişkisine dayalı hi­ yerarşik bir bağ tesis edilir ancak şahsi ilişkilerinden de tama­ men yalıtılmazlar; böylelikle emir-komuta zincirinin ötesine taşan bir yakınlık kurulur. Hâlihazırda erkeklerden müteşekkil bir grup olan askerlerin, sivil olmalarına rağmen savaşkan has­ letlerle donatılmış filmdeki diğer milliyetçi karakterlerle kur­ dukları ilişkilere bakıldığında yaşlı ve genç erkekler arasında patriarkal bir bağ tesis edildiği görülür.27 Yaşları birbirine ol­ dukça yakın olan keşif birliği askerleri “kan bağı” ile birbirine bağlıdır ve gözlerini kırpmadan birbirleri için hayatlarını feda edebilirler. Askeri hiyerarşinin gerektiğinde ölmeyi/öldürmeyi 25

Michael Ryan ve Douglas Kellner, Politik K am era, tstanbul: Aynntı Yayınlan, 1997, s. 302.

26

Esir düşen Kemal Çavuş’a kaçan arkadaşlannın yerini soran ve “Söyle kaç ki­ şiydiniz?” diye ekleyen generale “22 milyon!” diye karşılık verir. Filmin yapıl­ dığı 1954 yılında kayıtlara göre Türkiye nüfusu yaklaşık 21 milyondur. Bkz. (http://www.konrad.org.tr/secim/ayrinti.php?yil_id=2)

27

Hollywood sineması örneğinde benzer bir değerlendirme için bkz. ChopraGrant, a.g.e., s. 139-140.

emreden söylemini yeniden üreten bu bağ askerlik/kahramanlık/erkeklik üçlemesini de sıklıkla yineler. Türk askerlerinden birinin Kemal Teğmen için sarf ettiği şu sözler bu bağlamda ol­ dukça manidardır: “Yiğit adamdır, adamın özüdür insan onun ağzından ölüme korkmadan gider.” Kemal (Ayhan Işık), yaşlan birbirlerine denk görünüyor ol­ malarına rağmen “teğmenleri” olarak ekibin babası izlenimi­ ni yaratır. Babanın hiyerarşik üstün emriyle ölüme giden er­ kekler babalarının sözünden çıkmayan ve kendilerini birbirle­ rine ve elbette babalanna karşı kanıtlamaya çalışan tam olgun­ laşmamış karakterler olarak kurgulanırlar. Bununla beraber fil­ min başlarındaki lokal sahnesinde Yunan askeri olabileceğini düşündüğüm bir asker gerçek anlamda karşımıza çıkan ilk ba­ ba figürüdür; çocuğunun fotoğrafına bakar ve ailesi için geldi­ ğini söyler. Ancak onun akıbetini bilmeyiz, zira filmin kalanın­ da bir daha karşımıza çıkmaz. “Yitik bir baba”dır o asker. An­ cak bu sahnenin alt metnine odaklandığımızda çok yönlü bir göndermenin olduğunu da iddia etmek mümkün. Bir yandan komünistlerin aileye saldıracağı miti yinelenirken diğer yandan bu yüce davanın aileden bile önde gelmesi gerektiği fikri savu­ nulmuş olur. Üstelik bu yitik babaya orada savaşmalannm asıl gerekçesini sunan Teğmen Kemal böylelikle biyolojik olarak baba olmadan onu alt etmiş olur. Şimal Yıldızı’nda baba kimliği ile daha ön planda karşımıza çıkan karakter ise Yıldızhan’m de­ desi Can Bey’dir (Mümtaz Ener). Tekerlekli sandalyesinde otu­ ran ve Türk birliklerini evinde saklayan Can Bey fiziksel ola­ rak “yanm” bir baba olarak temsil edilir. Ancak bu fiziksel ya­ rımlık, savaşkan ve milliyetçi bir ruh ile kendisini feda etme­ si aracılığıyla onanlır. Onun kendi çocuklannı görmeyiz ancak babalık bağı torunları aracılığıyla kurulur. Yıldızhan’m karde­ şi Oğuzhan da tıpkı dedesi gibi milliyetçi ve vatanına düşkün­ dür. Düşmanla savaşma, Türk askerine yardım etme arzusuy­ la dolup taşmaktadır. Dededen toruna kahraman bir nesil hikâ­ yesi inşa edilirken, bu minvalde Kemal Teğmen de hem Yıldızhan’a beslediği sevgi ile hem de birliğin babası olma hasletiy­ le büyük babanın “evladı” olarak öyküye dâhil edilir. Türk bir-

liginin, ikisi de sonradan “şehit düşecek olan dede ve torunu Oğuzhan’ın yardımları (bilhassa dedenin tecrübeleri) sayesin­ de amaçlanna ulaşmasıyla geleneksel patriarkanm tesisi de ta­ mamlanmış olur. Kısaca belirtmek gerekirse, filmde “babalık” savaş ve militarizm ile bütünlüklü bir görünüme kavuşur. Fi­ ziksel, biyolojik, vb. yönleriyle bütünlüklü bir “baba” figürü­ nün elde edilmesi savaş ile mümkün kılınır. Şimal Yıldızında­ ki erkek karakterlerin bir bölümü parça parça da olsa “baba”dır ancak tam olarak baba değillerdir. Karakterlerin birbirine ekle­ nip resmin tamamlanabilmesi için savaşa ihtiyaç vardır. Şimal Yıldızı’ndaki Türk keşif birliği her ne kadar erkekler­ den müteşekkil bir “erkekler grubu” görünümü verip erkekler arası dayanışma bağını sergilese de filmdeki tek kadın karakter Yıldızhan’m (Nurhan Nur) konumu da erkekler arası bağın te­ sis edilmesinde önem taşır. Kıyafetleri ve görünümü itibariy­ le dişilikten arınmış bir karakter olarak muhafazakârlığı sim­ geleyen Yıldızhan, torun olma sıfatıyla dedeye, abla olma sıfa­ tıyla da Oğuzhan’a bağlanır. Alt metne baktığımızda Can Bey’in sakatlığından dolayı aileyi çekip çevirenin, ailenin erkekleri­ ne bakanın bu kadın kahraman olduğunu görürüz. Bu bağlam­ da 40’lı yılların kimi Hollywood filmlerindeki pek çok göre­ vin altından kalkmasını bilen sorumluluk sahibi kadınlan çağnştıran Yıldızhan’ın muhafazakâr aileyi ve toplumsal değerleri simgelediğini ileri sürmek mümkün. Soğuk Savaş konjonktü­ rü Amerikası’ndaki anti-komünist muhafazakâr kadınlara pa­ ralel bir şekilde milliyetçi erdemlerle donanmış olan Yıldızhan da kendisini ailesi ve ırkdaşlan için feda etmeye hazır aşkın bir karakter olarak karşımıza çıkar. Ancak Teğmen Kemal’in aksi­ ne onun gerekçeleri daha somut ve gündelik yaşama ilişkindir; önceliği ailesidir. Hem filmin izlenebilir olması için gereken “aşk teması”mn bir parçası olarak hem de, ondan daha önem­ li olarak, komünizmin lanetlenmesi için Yıldızhan karakterine ihtiyaç vardır. Böylelikle işin içine cinsiyet boyutu katılmış ve korunup kollanması gereken vatan için savaşmakla kadın için savaşmak bir kez daha harmanlanmış olur. Korunmaya muh­ taç olanlara kol kanat germek milliyetçi-militer diskurun meş­

ruiyet zeminini sağlar. Filmde Yıldızhan’ın yakalanıp genera­ lin karargâhına getirildiği sahne bu bağlamda dikkat çekicidir: General: “Teşekkür ederim...” Yıldızhan: “Siz yaralarınızı saranlara öldürerek mi teşekkür edersiniz?” General: “Merak etmeyin siz yaşayacaksınız.” Yıldızhan: “Ne kıymeti var sevdiklerimi, evimi kaybettik­ ten sonra...” General: “Burası da sizin eviniz sayılır.” Yıldızhan: “Alçakların, katillerin barındığı bir ev, cellatlar evi...” General: “Belki yüz binlerce insan ölecek, belki bütün Kore, bütün dünya çizmelerimizin altında ezilecek. Yaşamak isteyen­ ler, hürriyet isteyenler bizim safımıza geçecekler. Kan ve ateş­ ten sonra sulh gelecek, hürriyet gelecek!” Yıldızhan: “Sulh, hürriyet...İhtiyar, kadın, çocuk, yüz bin­ lerce masum insanı öldüren hürriyet... Sade bedenleri değil; ruhları da esir eden, köleleştiren hürriyet... Lanet olsun!”

Komünizmin “zehirleyiciliğine” dair ileri sürülen savların yöneltildiği mecra yukarıdaki diyalogun da işaret ettiği gibi ka­ dın kahramandır. Dedesini henüz “şehit” vermiş olan Yıldızhan başlangıçta sevdiklerinden, evinden bahsederek hüznünü duygularına dayalı gerekçelerle ifade etse de sonrasında Teğ­ men Kemal’in söylemine yakın evrensel değerlere atıfta bulu­ nan milliyetçi bir idealizmi dile getirir. Filmin sonunda dedesi­ ni ve kardeşini kaybetmiş olan Yıldızhan ve Teğmen Kemal ara­ sındaki bir başka diyalog ise rasyonel erkek ve duygularıyla ha­ reket eden irrasyonel kadın klişesini milliyetçi ortak payda üze­ rinden yeniden üretmeye devam eder: Yıldızhan: “Bir tek tesellim var o da anavatana kavuşmak. Dedem de isterdi anavatana dönmeyi, Oğuzhan da... Onlan burada bırakıp gitmenin acısı, en büyük sevincimi gölgeliyor.” Teğmen Kemal: “Ya kazandığımız şeyler, onlan düşünse­ ne... Bir sürü milletin birbirini tanımayan evlatlan burada kar­

deşçe el ele verip bir ideal için savaştılar. Gerçekten hür, ba­ rış içinde, refah içinde yaşayan kardeş bir dünya kurmak için kendilerini feda ettiler. Büyük babanla kardeşin onlann en ön safında. Bu sana iftihar payı vermiyor mu?” Yıldızhan: "Belki fa zla insanca bir düşünce ama bilmem dün­ yada kimsesiz, yapayalnız kalmanın acısını hissedebilir misin?” Teğmen Kemal: “Yalnız değilsin ki, ben varım, ölüme hatta daha ötesine kadar olacağım seninle...” Yıldızhan: “Komutanım!” Teğmen Kemal: “Yıldızım benim, Şimal Yıldızım!"

Kahraman Türk erkekleri ahlaksız komünist erkeklere karşı (!)

Muhafazakâr kadının temsili için biçilmiş kaftan olan Yıldızhan’ın, komünizmin lanetlenmesi işlevi de gördüğünü belirt­ miştim. Şimal Yıldızı’ndaki bir sekansta Yıldızhan’a olan ilgisi­ ni açıkça belli etmekten çekinmeyen generalin kahramanımız­ la baş başa kalmak isteğini dile getirdiğine tanık olduğumuz sahne bu bağlamda önemlidir. Neredeyse filmin sonlanna ka­ dar komünistlerin işbirlikçisi olduğunu düşündüğümüz silah tüccarı görünümündeki Amerikan ajanının (Atıf Kaptan) yar­ dımıyla28 Yıldızhan’ı “kirli emellerine alet etmek isteyen” ge­ neral tiplemesi üzerinden seyircinin komünizme öfke duyması arzulanır. Yukarıdaki satırlarda da değinmiş olduğum gibi “ko­ münistler ahlaksızdır”, “komünizm aileden değil serbest ilişki­ den yana taraftır” diskuru aracılığıyla toplumsal meşruiyet ka­ zandırılmak istenen anti-komünist mücadelenin merkezine bu bağlamda kadın/aile yerleştirilmiş olur. Toplumun/değerlerin temeli ve koruyucusu ailenin ya da onun sembolü kadının sal­ dırıya uğraması da bütün değerlerin saldırıya uğraması ile eş­ değer tutulur. Yıldızhan’ın, General (Temel Karamahmut) tara­ 28

Atıf Kaptan’ın canlandırdığı silah tüccarı tiplemesi filmin önemli bir kısmında neredeyse para için şeytana ruhunu satan adam imajı çizer. Ancak dost oldu­ ğunun anlaşılmasıyla Türklerin güvenini kazanır ve böylelikle müttefikimiz Amerika’ya da göz kırpılmış olur.

fından “saldırıya uğraması” bu bağlamda değerlendirildiğinde Yıldızhan’m namusu ile birlikte vatanın namusu ve toplumun değerleri de saldırıya uğramış olur. Ancak yine de Yıldızhan if­ fetinden ödün vermez. Amerikan ajanının (Atıf Kaptan) karde­ şini kurtarması için zaman kazanması amacıyla generalle baş başa kalmayı gönülsüzce kabul eden Yıldızhan ile aralarında­ ki diyalog ataerkil bakış açısını yansıtması açısından önemlidir: Ajan: “Çok basit, generale biraz mûltefit davranacaksın.” Yıldızhan: “Asla!” Ajan: “Anlıyorum...” Yıldızhan: “Her şeyi yapabilirim her şeyi, ama bunu... Yok işte, bu olamaz!” Ajan: “Yanlış anladınız, bu iltifat bir şey kaybetmeden de ya­ pılabilir, siz zeki bir kızsınız, şuh bir kahkaha, küçük bir te­ mas, yerinde sunulan bir kadeh şarap, birkaç manalı söz insa­ nı saatlerce oyalayabilir. Bunu yapacaksınız, kardeşiniz için!"

Devamındaki sahnede ise general ve ajanın konuşmalarını dinleriz. Generalin eril ve “ahlaksız” üslubu komünizmin ah­ laksızlığının vesikası olarak lanse edilir ve kadınlara dair bilin­ dik önkabuller arka arkaya sıralanır: General: “Demek güzel bebek masamıza şeref verecek, bu­ nu temin ettiniz...” Ajan: “Tabii ekselans, şüpheniz yok, kadınlar böyledir. Ön­ ce mukavemet, naz, sonra birkaç güzel söz, parlak vaatler, on­ ları hemen yola getiriverir.”

Filmin ilerleyen dakikalarında kendisine sahip olmaya ça­ lışan generali hem vatanın hem de kadının kurtarıcısı olarak kurgulanan Türk askerinin durdurduğuna tanıklık ederiz. Yıldızhan “Komutanım! Komutanım!” diyerek kendisini kurtaran Teğmen Kemal’in kollarına atılır. Böylelikle bir yandan ahlaksız, komünist General Türk aske­ rine mağlup olurken diğer yandan da komünizmin Türk aske­ rinin/erkeğinin gücü karşısında dize getirildiği anlamı yaratıl­ maya çalışılır.

Komünizmin defedilmesi için verilen bu mücadelede başat rollerden birine sahip olan “ahlaksızlık” argümanının yanı sıra sıkça başvurulan başka klişelerin mevcudiyetinden de bahset­ mek mümkün. Soğuk Savaş konjonktüründe hem ülke içinde­ ki komünizmle mücadeleyi amaçları arasına yerleştirmiş olan milliyetçi-mukaddesatçı yayınlarda ve de ulusal basında hem de ülke dışından gelen bilhassa Amerika menşeili kaynaklar­ da komünist/kızıl mezalimi başlığı altında süngüsü ile masum insanları gözünü kırpmadan öldüren komünistlere, yani çiz­ meleri ile halkları ezen vahşilere ve zincir ve prangalara vurul­ muş “esir milletler”e sıklıkla tesadüf edilir. Şimal Yıldızı da ade­ ta dönemin halet-i ruhiyesini yansıtan klişelerle doludur. Ko­ münist Çin’i simgeleyen bir ejderha figürü generalin karargâhı­ nın kapısında yer alır; henüz doğum yapmış bir kadının bebe­ ği sorgusuz sualsiz komünist bir askerin süngü darbeleriyle can verir; Türklere ulaşmaya çalışan Oğuzhan kaçarken saklandığı çalıların arasında yine aynı askerlerin süngü darbelerine maruz kalır; generalin elinden içki kadehi düşmez; Yıldızhan’dan sü­ rekli “bebek” diye bahseder, vb. Kore Savaşı sırasında çekilen filmlerin devamı olarak bu tip imge ve sembollerin savaş sonra­ sında da yoğunlukla kullanılmaya devam etmesi meselenin tek başma Kore Savaşı olmadığını göstermesi açısından önemlidir. Bu tip simgesel kullanımlar politik bir amaca hizmet eder. So­ ğuk Savaş konjonktüründe düşmanların ve müttefiklerin belir­ lenmesi ve varlıklarının sürekli hatırda tutulması açısından ha­ yati bir rolü vardır. Dededen toruna militerleşen sivil yaşam

Milliyetçi diskurun ideal kadınlık ve ideal erkekliğe dair ma­ lum kurgulan vardır. Bir süredir Türkiye’de bu alanda yapı­ lan çalışmalar ideal kadınlık ve erkeklik hallerinden dem vu­ rurken aynı politik mercekten ideal çocukluk tahayyülleri üze­ rinde derinlemesine durmamıştır. Oysa ki çocuklar, milliyetçi projelerin temel taşlarından biridir. İster ulus-devlet inşası aşa­ masında yurttaşlık esasına dayanarak ister beka meselesi üze­

rinden olsun milliyetçi söylemler çocukları es geçmezler.29 Ki­ mi zaman küçük yetişkinler olarak değerlendirilen çocuklar ki­ mi zaman da salt çocuk olmalarından dolayı anlam kazanırlar. Onlara biçilen ideal haller bu bağlamda düşünüldüğünde, va­ tan sevgisi ile dolu olmak, savaşkan, atılgan, cengâver ve gözü kara olmak gibi özellikleri içinde barındırır. Genellikle militer hasletlerin yüceltilişi ile el ele yürüyen milliyetçi söylem, ço­ cukları (özellikle erkek çocukları) da savaşma ve asker olma ar­ zusu duyan küçük askerler olarak görme eğilimindedir. Bu ek­ sende aslen sivil yaşamın bir parçası olan çocuklar askeri alanın içerisine dâhil ediliverirler. Bu dâhil oluş tıpkı Şimal Yıldızı’nm Oğuzhan’ında gördüğümüz gibi genellikle gönüllü bir şekilde gerçekleşir. Henüz filmin başında dedesi Can Bey torununun da büyüdüğünde asker olacağını söyler ki Oğuzhan’ın da evle­ rine gelen Türk keşif birliğinin askerlerine gıptayla bakması bi­ ze çocuğun bu konuda ne kadar hevesli olduğunu daha en ba­ şından göstermiş olur. Amerikan ajanının yardımı sayesinde ele geçirilen Çinlilerin bütün istihbaratı önce Oğuzhan aracılı­ ğıyla Türk birliğinin eline ulaşır. Ele geçirilen bu bilgilerin ive­ dilikle Kore’deki Türk karargâhına iletilmesi gerekmektedir. Bu zorlu görev için askerlerini bir araya toplayıp karar verme­ ye çalışan Teğmen Kemal’in karşısına atılan Oğuzhan kendisi­ nin bu görev için biçilmiş kaftan olduğunu ilan eder. Çocuklu­ ğundan faydalanarak kimsenin kendisinden şüphe etmeyeceği­ ni ve çevikliği ile de hızlı bir biçimde karargâha gidebileceğini söyler. Oğuzhan’ın bu atılganlığının yanı sıra bir sivil olmasına rağmen Teğmen Kemal’e “komutanım” diye hitap etmesi de bu bağlamda oldukça manidardır: Oğuzhan: “Ben varım komutanım! Buraları iyi bilirim, sonra çocuk olduğum için bana pek ehemmiyet vermezler; araların­ dan kolayca sıyrılabilirim, iyi de koşarım...”

Teğmen Kemal de bu söylemi aynen benimser ve Oğuzhan’ın her Türk gibi doğuştan asker olduğunu hatırlatarak bunun 29

Güven Gürkan Oztan, T ürkiye’de Çocukluğun P olitik İnşası, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınlan, 2012.

kendisini kanıtlaması için bir fırsat olduğunu dile getirir. Ordu-millet mitini anımsatan bu üslup gerekirse insan yaşamının feda edilmesi gerektiğini de ima eder bir şekilde: Teğmen Kemal: “Pekala delikanlı, işte sana şerefli bir Türk askeri olduğunu göstermek için bir fırsat. Dikkatli ol, zarf ne

pahasına olursa olsun30 düşman eline geçmemeli!.. Parola Şi­ mal Yıldızı dır, unutma! Anladın mı?” Oğuzhan: “Anladım Komutanım!"

Oğuzhan her türlü tehlikeyi göze alarak yola çıkar. Fiziksel performansını sergilediği sahneler boyunca koşmasına, komü­ nist bir asker tarafından kovalanmasına ve yaralanmasına tanık oluruz. Aldığı darbelere rağmen görevini bırakmayan Oğuzhan canı pahasına kendisine verilen zarfı korur, düşman askerleri­ nin eline geçmesine izin vermez. Yaralı bir şekilde yolda yatar­ ken kendisini bulan keşif birliği askerlerinin yanında ablasının kollarında “şehit” düşer. Çocuğun ölümü ablası Yıldızhan ve Teğmen Kemal’i biraz daha birbirlerine yaklaştırır. Ûlen çocuk imgesi aynı zamanda birleştiren çocuk imgesine dönüşür.31 Oğuzhan’ın dışında gördüğümüz diğer iki sivil de dedesi ve ablasıdır. Ancak her ikisi de hem üslup bakımından hem de dav­ ranışları açısından oldukça militarize ve milliyetçi karakterler olarak karşımıza çıkarlar. Adeta “fiziksel eksikliğini” milliyet­ çi hasletleri ve savaşkanlığa verdiği ehemmiyetle tamamlamaya çalışan Can Bey, Türk birliklerine can-ı gönülden destek verir. Hatta askerleri evinde sakladığı için komünistler tarafından öl­ dürülerek “dava şehidi” olur. Yıldızhan ise zaten savaşın büyük bir destekçisidir; savaşın kazanılmasını ve anavatanları olan Tür­ kiye’ye dönmeyi ister. Hem Can Bey’in hem de Yıldızhan’m tıp­ kı Oğuzhan gibi Teğmen Kemal’e sürekli “komutanım” diyerek hitap etmesi de askeri hiyerarşinin sivil hayattaki ilişkileri de dü­ zenlediğinin bir göstergesi olarak düşünülebilir. Milliyetçi sivil­ 30

Bu ifade ile gerektiği takdirde insan yaşamının feda edilebileceği düşüncesine zemin yaratılır.

31

Nilüfer Pembecioğlu, Türk ve Dünya Sinemasında Çocuk İmgesi, Ankara: Eba­ bil Yayınlan, 2006, s. 271-272.

lerin giderek militerleştiği Şimal Yıldızı’nm verdiği mesajlar bağ­ lamında toplumun militarizasyonunda rol oynadığı açıktır. Değerlendirme Bu çalışmada ele almış olduğum Şimal Yıldızı filmi kanımca Türkiye sinemasında oldukça önemli bir yere sahiptir. Bir ya­ nıyla ülkenin gündemine oldukça uzun bir müddet damgasını vurmuş olan anti-komünizm davasını milliyetçi ve eril bir dil­ le incelikle (!) işleyen film diğer yandan geleneksel patriarkayı yeniden üreten kadınlık ve erkeklik rollerini sergileyiş şekliyle de incelenmeye değer. Soğuk Savaş yıllarının halet-i ruhiyesini oldukça iyi bir biçimde yansıtan Şimal Yıldızı, Kore deneyimi­ ni yeniden ve farklı bir bakış açısıyla değerlendirebilmemiz için de bir fırsat sunmuş oluyor. Türkiye’nin sınır dışına asker gön­ derme konusundaki ilk deneyimi olan Kore Savaşı ve hatırala­ rı bir süreliğine küllenmiş olsa da Kıbrıs meselesi unutulmaya yüz tutan hatıralan yeniden alevlendirmiştir. Toplumsal belle­ ğe bir “kahramanlık destanı” olarak kazman ve anti-komünizm sosu ile süslenen Kore anlatısı, Kıbns’a asker gönderilmesi ile canlanmıştır. Peşi sıra çekilen Kıbrıs filmleri, gerek kurgu açı­ sından gerek içerik açısından Kore filmlerinin adeta birer kop­ yasıdır. Her ihtiyaç duyulduğunda sığınılacak bir kale gibi ha­ zırda bekletilen Kore deneyimi, gerek Kore üzerine yazılan ki­ taplarla olsun gerek belgesel filmlerle, günümüzde de referans noktası olmayı sürdürür. 2010 senesinde Kore’ye asker gönde­ rilişinin 60. Yıl dönümü kapsamında yayımlanan Şimal YıldızıSon Kore Gazileri kitabı bahsi geçen durumun güzel örnekle­ rinden biridir. “Hamasetten kaçınılarak” hazırlandığı iddia olu­ nan Şimal Yıldızı-Son Kore Gazileri,32 “kahramanlık” mitini gü­ nümüzde yeniden üretmeye devam ediyor. KAYNAKÇA Brennan, M. (2 0 0 8 ) Wives, Mothers and The Red M enace, Colorado: University Press of Colorado. 32

http://www.medyatava.com/haber.asp?id=75853 (Erişim tarihi: 15.08.2012).

Bruzzi, S. (2005) Bringing Up Daddy: Fatherhood and Masculinty in Postwar Holly­ wood. Londra: BFI. Fakir, C. (2010) Şimal Yıldızı: Son Kore G azileri, İstanbul: NTV Yayınlan. Chopra-Gant, M. (2006) Hollywood Genres and Postwar America: Masculinity, F a­ mily and Nation in Popular Movies and Film Noir, Londra ve New York: 1. B. Tauris Publishers. Çavdar, T. (1 983) “Demokrat Parti”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 8, İstanbul: İletişim Yayınlan, 2060-2076. Doğan, G. (2004) Kamuoyunda K ore Savaşı, yayımlanmamış yüksek lisans tezi, An­ kara: Ankara Üniversitesi SBE Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Anabilim Dalı. Erdilek, N. (1983) “Hükümeder ve Programlan”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye An­ siklopedisi, Cilt 4, İstanbul: İletişim Yayınlan, 968-1047. Güvenç, S. (2 010) “ABD Askeri Yardımı ve Türk Ordusunun Dönüşümü: 19421960”, Türkiye’de Ordu, Devlet ve Güvenlik Siyaseti, der. 1. Akça ve E. B. Paker, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınlan. Meriç, O. (2007) 1950’lerden 2000'e Atıf Yılmaz Filmlerinin Afiş İncelemesi, yayım­ lanmamış yüksek lisans tezi, Ankara: Gazi Üniversitesi SBE Radyo TV Sinema Anabilim Dalı. Michael R. ve Kellner D. (1997) Politik Kamera, İstanbul: Aynntı Yayınlan. Özgüven, F. (2 0 0 6 ) “Uzun Ömürlü Usta Atıf Yılmaz Batıbeki", Adı: A tıf Yılmaz, Ankara: Dost Yayınlan. Öztan G. G. (2012) Türkiye’de Çocukluğun Politik İnşası, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınlan. Peberdy, D. (2 011) Masculinity and Film Perform ance: M ale Angst In Contemporary American Cinema, Houndmills, Basingstoke, Hampshire; New York: Palgrave Macmillan. Pembecioglu, N. (2006) Türk ve Dünya Sinemasında Çocuk İmgesi, Ankara: Eba­ bil Yayınlan. Peterson, V. S. (2010) “Gendered Identities, Ideologies, and Practices İn The Context Of War And Militarism”, Gender, W ar and Militarism: Feminist Perspectives, der. L. Sjoberg ve S. Via, California: Praeger, 17-30. Sjoberg, L.ve S. Via (2010) “Introduction", Gender, W ar and Militarism: Feminist Perspectives, der. L. Sjoberg ve S. Via, California: Praeger. Şener, E. (1970) Yeşilçam ve Türk Sineması, İstanbul: Kamera Yayınlan. Tunçay, M. (1983) “Cumhuriyet Halk Partisi (1923-1950)”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 8, İstanbul: iletişim Yayınlan, 2019-2025. Türk, 1. (2001) Halit Refiğ: Düşlerden Düşüncelere Söyleşiler, İstanbul: Kabalcı Ya­ yınevi. Vatan Millet Kadınlar (2000) der. Ayşe Gül Altınay, İstanbul: İletişim Yayınlan. Yuval-Davis, N. (2003) Cinsiyet ve Millet, İstanbul: İletişim Yayınlan. Milliyet gazetesi, Kasım-Aralık 1950. (http://www.konrad.org.tr/secim/ayrinti.php?yil_id=2) (http://www.medya tava.com/haber.asp?id=75853).

Şehitlik ve Türkiye’de Militarizmin Yeniden Üretimi: 1990-1999 Şa fak A yk a ç

Savaşın tek bir gerçeği vardır: İnsanlar ölür! - R ic h a r d B r in sle y S h e r id a n

Şehitlik kavramı Türkiye’nin son yirmi beş yıllık gündeminin daimî bir maddesidir. Hemen herkesin şehitlik kavramının ne olduğuna dair bir varsayımı vardır ve bu kavram pek çok in­ san tarafından talihsiz olan ölümü anlamlandırmanın bir yo­ lu olarak kullanılmaktadır. Bu noktada şehit kavramı bilim şe­ hidi, devrim şehidi, demokrasi şehidi, asker şehitler vb. birçok farklı kullanımla karşımıza çıkar. Bu çalışmada şehitliğin böylesi farklı veçheleri değil, sadece şehitlik fenomeninin yükseli­ şinin ana ekseni olan savaş, askerlik ve ulus devletle ilişkili bo­ yutu ele alınacaktır. Kürt sorunu ve iç savaş 1980 sonrası Türkiyesi’nin en önem­ li gündemlerinden biridir. Savaş tüm ülke çapında yaşanmasa da, zorunlu askerlik ve süreklilik arz etmeye başlayan asker cenazeleri savaşı tüm yurttaşların günlük hayatlarının önemli bir parçası haline getirmiştir. Terörizm ve bölünme tehdidi gi­ bi devletin milli güvenlik siyasetinin temel algıları ve söylemle­ ri toplumsal bir zemine yayılmıştır. Özellikle soğuk savaşın so­ na ermesi ile kendini ve resmî politikalarını yeniden tanımla­ ma sürecine girmiş olan devlet, yurttaşları ile de yeni bir ilişki zemini inşa etmekteydi. Savaşın en doğrudan sonucu olan as­ ker ölümleri inşa edilen devlet-yurttaş ilişkisinin yeni zeminini

oluşturdu. Şehitlik bir fenomen olarak bu noktada kendini gös­ terdi ve bir kült haline gelerek yükselişe geçti. Bu çalışmada belirli bir savaş dönemine odaklanmakla birlik­ te, militarizmi salt savaşlar ve askerler temelinde oluşan bir ida­ ri pratik olarak ele almıyorum. Militarizmin bir yönetim tekni­ ği olarak işlerlik kazandığı toplumsal ve siyasal ilişkisellik bo­ yutunu da tanımın önemli bir parçası olarak alıyorum.1 Michael Howard’ın tanımıyla, “askerî altkültüre ait değerlerin top­ lumun egemen değerleri olarak algılanması”2 noktasında etkin ve güncel bir kavram olarak şehitlik kavramını sorunsallaştınyorum. Başka bir deyişle, bu çalışmadaki temel amacım, şehit­ liğin kültleşmesinin, devlet ile yurttaşların karşı karşıya geldi­ ği savaş sürecinde, sivil yurttaşların aktif katılımının ve rızala­ rının dahil olduğu bir militarizm üretim süreci olarak okuma­ sını oluşturabilmektir. Militarizmin milliyetçilikle iç içe geçen yapısı göz önüne alındığında, bu durumun çalışmaya da yansı­ ması kaçınılmazdı. Bu nedenle belli oranda milliyetçilik analiz­ leri de çalışmaya dahil edilmiştir. Çalışmanın kapsamı gereği öncelikle ilk iki bölümde konu­ nun kavramsal temelleri üzerinde durulacaktır. Bunlardan il­ ki, ulus devlet, savaş ve yurttaşlar arasındaki ilişkinin oluşu­ mu üzerinedir. Çünkü modem devletin meşru şiddet kullan­ ma tekeli ile zorunlu askerlik yapmakla yükümlü erkek yurt­ taş ve destekleyici konuma yerleştirilen kadın yurttaşlar ara­ sındaki ilişki anlaşılmadan, modem bir ideoloji olarak milita­ rizmin üretim sürecinin anlamlı bir okumasını yapmak müm­ kün gözükmemektedir. İkinci kavramsal temel, şehitliğin din­ sel ve kavramsal arka planı üzerinedir. Çünkü devleti adına sa­ vaşmakla yükümlü yurttaşın içinde bulunduğu ve ölüme ka­ dar gidebilen hayati tehlikenin anlamlandınlmasında temel un­ sur olarak şehitlik kavramı ön plana çıkmaktadır. Burada şehit1

İsmet Akça, “Ordu, Devlet ve Sınıflar: 27 Mayıs 1960 Darbesi Ömegi Üzerin­ den Alternatif Bir Okuma Denemesi", Türkiye’de Ordu, Devlet ve Güvenlik Si­ yaseti, der. Evren Balta Paker, İsmet Akça, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversite­ si Yayınlan, 2010, s. 351.

2

Akt. Ayşegül Altınay, “Militarizm”, Kavram Sözlüğü, der. Fikret Başkaya, An­ kara: Özgür Üniversite Kitaplığı, 2005, s. 352.

ligin ve şehitlerin dini anlamı ile milliyetçilik tarafından kav­ ramın içselleştirilmesi süreci ele alınacaktır. Bu iki kavramsal temel oluşturulduktan sonra çalışmanın Türkiye ayağına ge­ çilecektir. Öncelikle farklı dönemlerde kaleme alınmış, fark­ lı tarz metinler aracılığı ile 1990’lı yıllar öncesi Türkiye’de şe­ hitlik kavramının oluşumu ve bu kavramla kurulan özdeşlikler üzerinde durulacaktır. Daha sonra çalışmanın asıl odak nokta­ sı olan 1990-1999 arası döneme geçilecektir. Bu dönemin seçil­ mesinin iki nedeni bulunmaktadır. Birincisi, 90’lı yıllar iç sava­ şın şiddetinin yükseldiği ve ordu ile PKK arasındaki çatışma­ ların arttığı bir savaş dönemidir. “Barış” dönemlerini ihmal et­ memekle birlikte, savaş zamanları militarizmin kültürel ve ide­ olojik üretim süreçlerinin yoğunlaştığı, çok daha açık hale gel­ diği dönemlerdir. Bu da çalışmada oluşturduğum analiz düze­ yini daha bol ve sarih veriler üzerinden inşa etmemi sağlamak­ tadır. İkinci olarak, şehitlik kavramı bu dönemde toplumsal ve siyasal yaşamda etkin bir kült haline gelmiştir. Bu kültleşme sürecinde pek çok farklı siyasal, ideolojik, yasal ve iktisadi et­ ken bulunmakla birlikte, bu çalışmada özellikle iki etken üze­ rinden bir analiz düzeyi oluşturulmaya çalışılmıştır. Bunlar, ta­ rihî anıt mezarlar şeklinde düzenlenen şehitlikler ve PKK ile gi­ rilen çatışmalarda hayatını kaybeden askerlerin cenaze törenle­ ridir. Diğer etkenler göz ardı edilmemekle beraber her bir etke­ ni tek tek hakkıyla ele almak bu çalışmanın kapsamını aşacağı için, bu şekilde bir sınırlama tercih edilmiştir. Ayrıca mezarlık­ ların ve cenaze törenlerinin kitlesel katılımların geniş ve kamu­ sal görünürlüğü yüksek mekanlar olmaları nedeniyle diğer et­ kenlere nazaran daha öncelikli olduğu görüşü de bu sınırlama­ da önemli bir etkendir. Modem devlet, savaş ve yurttaşlar

Modem devlet ile savaş arasında doğrudan bir ilişki mevcuttur. Belirlenmiş sınırlar içerisinde, merkezileşmiş bir iktidar yapısı­ na ve meşru şiddet kullanma tekeline sahip ulus devletlerden mürekkep günümüz dünyasında savaş temel devlet fonksiyon­

larından biri durumundadır. Bu durumun en temel nedeni sa­ vaşın ulus devletlerin kurucu unsuru olmasıdır.3 Charles Tilly’nin Zor, Sermaye ve Avrupa Devletlerinin Oluşumu’nda gös­ terdiği gibi tüm ulus devletler savaşlarla kurulmuştur (war ma­ king - state making) ve savaşkanlık tek merkezde yoğunlaştık­ ça modern devletin yapısı billurlaşmıştır. Başka bir deyişle, mo­ dern devlet inşası savaş yapma kapasitesi ile birlikte işleyen bir süreçtir ve devletin kuruluşu kadar devamlılığı da savaşkanlığı ile bağlantılıdır. Hatta devlet merkezli bakış açısına sahip bazı teorisyenler açısından devlet olmak demek meşru savaş yapa­ bilme hakkı demektir. Bu yaklaşımın önemli bir temsilcisi olan Cari Schmitt’e göre “tözsel siyasal birlik olarak devlet olmanın bir gereği de jus belli’ye sahip olmak [tır]”.4Jus belli en temel an­ lamıyla savaş yapma hakkı demektir fakat bu kadar basit değil­ dir. Çünkü jus belli savaş yapma hakkı olduğu kadar meşru an­ lamda düşman olabilme anlamına da gelir. Yani, hukuka (ulus­ lararası hukuka) uygun biçimde dost ya da düşman olabilmek devlete haiz bir statü olarak kabul edilmektedir. Bu yaklaşıma göre devlet harici tüm örgütlenmeler ve organizasyonlar savaş kavramının dışına çıkarılmaktadır. Jus belli’nin diğer bir boyu­ tu ise, devletin yurttaşlarından ölümü ve öldürmeyi göze alma­ yı talep etme hakkıdır.5 Bu haliyle meşru savaş tamamen dev­ letler arası bir olay olarak ya da Schmitt’in deyişiyle “örgütlü birimler arasındaki silahlı mücadele” olarak karşımıza çıkar. Yani devlet merkezli perspektiften bakıldığında savaş dışa kar­ şı bir mücadele demektir. Bu da demektir ki, tersi bir durumda yani savaşın dışandan içeriye yönelmesi, bir iç savaş haline gel­ mesi halinde modern devletin egemenliği ile savaş arasındaki bağlantı geçersiz kalacaktır. Çünkü haricî savaşın aksine iç sa­ vaş bir devlet açısından bir çözülme işaretidir. Sonuç olarak iç savaş devletin egemenliği açısından paradoksal bir durumdur. 3

Bkz. Charles Tilly, Zor, Serm aye ve Avrupa Devletlerinin Oluşumu, çev. Kudret Emiroğlu, 1. baskı, Ankara: imge Kitabevi, 2001; Anthony Giddens, Ulus Dev­ let ve Şiddet, çev. Cumhur Atay, 2. baskı, İstanbul: Kalkedon Yayınlan, 2008.

4

Carl Schmitt, Siyasal Kavram ı, çev. Ece Göztepe, 1. baskı, İstanbul: Metis Ya­ yınlan, 2006, s. 64.

5

A.g.e., s. 65.

Bütün bu savaşlar ve modern ulus devlet inşası sürecinde sa­ vaşın temel aracı olan ordu da modem şeklini kazandı. Daimî devlet iktidarı ve savaşkanlık daimî bir orduya ihtiyaç duyu­ yordu ve sonuç kendisini savaşan yurttaşlar (silahlanmış millet ya da millet-i müsellaha) olarak gösterdi. Tilly zorunlu askerlik uygulamasının ortaya çıkışım şu şekilde açıklar: Avrupa’nın büyük devletleri paralı askeri kendi uluslarından kişilerin kumandası altındaki orduların içine katmak ve ken­ di sivil görevlileri tarafından yönetilmesini sağlamak için uzun zaman uğraş verdiler. Onsekizinci yüzyıla gelindiğinde gelin­ diğinde, büyük ölçekli paralı askerlerin maliyeti ve riski bu devlet yöneticilerini gittikçe daha fazla kendi yurttaşlarım as­ kere almaya ve mümkün olduğunca bunları paralı askerle­ rin yerine ikame etmeye yönlendirdi. Askerî yayılmanın kira­ lık ordular aracılığıyla yürütülen ilk aşamalannda, yöneticiler kendi yurttaşlarından ordu kurmayı pahalı ve siyasal bakım­ dan riskli buluyorlardı; direniş ve isyan tehlikesi hâlen büyük­ tü. Fransız Devrimi ve İmparatorluk savaşlan bu eğilimi orta­ dan kaldırdı ve paralı asker egemenliğine son verdi. [...] Bir ulusun silahlanması ile bir devletin kapasitesi deva­ sa oranda artar; yurttaşların devletten talepleri de aynı oran­ da çoğalır. Anayurt savunma çağrısının savaş gayretlerine bü­ yük katkıda bulunmasına karşılık, kitle askerliğine, kamulaş­ tırın vergilendirmeye ve savaş amaçlı üretime duyulan güven devletleri halk direnişine karşı korunmasız bir hale düşürür ve daha önce hiç olmadığı kadar halkla muhatap eder. Bu nokta­ dan sonra savaşın niteliği değişir ve savaş yapmayla sivil siya­ setin ilişkisi temelden farklılaşmıştır.6

Savaşmak için ulusu silahlandıran devletin artık kendisini ve savaşı yurttaşlarına yeni bir şekilde sunması gerekiyordu. Böylece savaş, mobilizasyon, askere alma ve sadakat gibi olgular ulus devlet için egemenliğinin en kati testi haline geldi.7 Çün­ 6

Tilly, a.g.e., s. 147-148.

7

Nigel Young, “W ar Resistance, State and Society”, War, State and Society, der. Martin Shaw, New York: St. Martin’s Press, 1984, s. 99.

kü egemen bir ulus devlet yurttaşlarından devlet ve anavatan adına savaşmalarını ve ölmelerini istiyordu. Sürecin bir boyutu yurttaşlık hakları gibi pazarlıklardan oluşuyordu. Burada ilginç olan, askerlik hizmetinin bir ödev olmanın yanında bir hak ola­ rak da tanımlanmasıdır.8 Öteki boyutu ise, sıradan yurttaşın sa­ vaşla, orduyla ve devletle özdeşlemesini sağlayan sosyo-kültürel ve ideolojik yeniden üretime dayanıyordu. Bu bir rıza dev­ şirme süreciydi. Çünkü yurttaş orduları ile yapılacak bir savaş­ ta sadece yönetici elitlerin ya da muktedirlerin talep, arzu ve çı­ karları kendi başına yeterli değildir. Yapılacak olan savaşa doğ­ rudan katılacak, hayatlarını riske atacak olan kitlelerin kendi­ lerini savaş ve savaşın politik gerekçeleri ile özdeşleştirmeleri­ ne ihtiyaç vardır. Aksi takdirde devlet savaşkanlık kapasitesini kısmen ya da tamamen kaybedebilir. Bu noktada, devlet açısın­ dan yurttaşların bedenleri kullanılacak ve tüketilecek birer “si­ yasal kurumdur”.9 Askerlik hizmeti ile yurttaşlık arasındaki ilişkide başka önemli bir nokta daha vardır: İsrail gibi istisnai örnekler dışın­ da zorunlu askerlik uygulaması sadece erkek yurttaşları kapsa­ yan bir “hak”tır. Bu durum göz önüne alındığında erkek ve ka­ dın yurttaşlar arasında bir eşitsizlik durumu ortaya çıkar. Ön­ celikle, erkek ile kadının modem birer yurttaşa dönüşme süre­ cinde devletle ve savaşla kuracakları ilişki ideolojik olarak fark­ lı rollere indirgenmiştir. Erkekleri savaşçı, kadınları barışçı ola­ rak doğallaştıran yaklaşıma uygun olarak ölüme varabilen fe­ dakârlık rolü erkeklere yüklenmiştir. Fakat ordu ve savaş ta­ mamen “erkeklere ait bir alan” olmamıştır; kadınlar da bunun içinde hayati öneme sahip ama erkeklerden farklı ve eşit olma­ yan roller üstlenirler.10 Kadının bu farklı ve erkekle eşit olma­ 8

Örneğin T.C. 1982 Anayasası’m n siyasi haklar ve ödevler bölümünde 72. maddesinde, “Vatan Hizmeti” başlığı altında askerlik hizmeti hem bir hak hem de ödev olarak tanımlanıyor; bkz. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, 1982, Md. 72.

9

Nicos Poulantzas, Devlet, İktidar ve Sosyalizm, çev. Turhan İlgaz, 1. baskı, An­ kara: Epos Yayınları, 2006, s. 32.

10

Nira Yuval-Davis, Cinsiyet ve Millet, çev. Ayşin Bektaş, 2. baskı, İstanbul: İleti­ şim Yayınlan, 2007, s. 176.

yan rolleri kimi zaman ordu geri hizmetinde destekleyici faa­ liyetler şeklinde olabileceği gibi, öjenik düşüncenin de kadına yüklediği her nesilde yeniden genç fedakâr erkekler yetiştirme şeklindeki üretici rol de olabilmektedir. Başka bir sorun da ide­ olojik olarak askerlik hizmeti ile yurttaşlık hakları arasında ku­ rulan doğrudan bağlantıdır. Bu perspektiften bakıldığında, as­ kerlik yapmayan kadınlar hiçbir koşulda erkeklerle eşit dere­ ce yurttaş olamamaktadır. Bütün bunlar göz önüne alındığında miltarizmin yeniden üretim süreci toplumsal cinsiyet rollerin­ den bağımsız ele alınamaz. Savaşlarla inşa edilen modern devletin milli demokrasisi­ nin dili de savaşın dilidir. Milli ordular hem “savaşın demokratikleşmesi”nin11 hem de ulusun büyüklüğünün ve devletin bağımsızlığının bir numaralı sembolleri haline geldiler.12 Or­ du bu derece önemli olunca, zorunlu askerlik de kahramanca, fedakârca ve yurtseverce bir erdem haline geldi. Ordu ve dev­ letle kurulan bu yeni ilişki tarzı savaşları da ulusun bütününü temsil eden bir eylemlilik tarzı haline getirdi. Böylece milliyetçi ve militarist yeni ideoloji “devlet=millet=ordu” denkliğini kur­ muş oluyordu.13 Bir sonraki adım, savaşın en doğrudan sonu­ 11

“Savaşın demokratikleşmesi” ile kastedilen haklar ve özgürlüklerde olduğu gi­ bi savaş konusunda da eşit yurttaşlık kurgusunun devreye sokulmasıdır. Ulus devlet egemenliği ve yurttaşlardan teşekkül ordu ile birlikte savaşma işi, savaş­ çılık vazifesi bir grup azınlığın sahip olduğu bir ayrıcalık değil, bütün bir ulus­ ça yerine getirilmesi gereken bir görev halini almıştır. Ûlüme kadar varabilen savaşçı fedakârlığı da bu süreçte toplumun bütününü kapsayan bir erdem ha­ line getirilmiştir. Sıkça kullanılan “halk savaşı”, “ulusal bağımsızlık savaşı" gi­ bi adlandırmalar hep bu “demokratikleştirme" durumuna tekabül etmektedir.

12

Bkz. Nigel Young, a.g.e., s. 101; Ulrich Bröckling, Disiplin: Askeri İtaat Üreti­ minin Sosyolojisi ve Tarihi, çev. Veysel Atayman, 2. baskı, İstanbul: Ayrıntı Ya­ yınlan, 2008, s. 10.

13

Bu devlet, millet ve ordu denkliği her zaman, her koşulda ve her yerde aynı oranda olmaz. Her ne kadar milliyetçilik ulus devletlerin temel ideolojisi ol­ sa da, konjonktüre bağlı olarak militarizm boyutunun görünürlüğü değişebi­ lir. Şöyle ki, örneğin verili bir barış durumunda (aktif bir savaşın olmadığı du­ rum olarak okumak doğru olur) daha çok hak ve özgürlükler temelinde bir yurttaşlık algısı hâkimken, bir savaş durumunda algı tersine dönebilir ve sa­ vaş odaklı bir yurttaşlık algısı ön plana çıkabilir. Bu nedenle dünyanın her ye­ rinde, aynı anda ve aynı oranda bu denklik gözlemlenmez. Burada asıl önem­ li olan bir savaşın varlığı ve toplumsal etkisidir.

cu olan asker ölümlerini toplum nezdinde kabul edilebilir bir çerçeveye oturtmaktı. Yurttaş ile devlet arasındaki ilişkide ye­ ni bir boyut bu noktada ortaya çıktı: ölüm ve kefaret ilişkisi. Savaşarak hayatını riske atan yurttaşın yeri geldiğinde ölümü o güne kadar yaşadığı toplumsal düzenin bedeli, bir çeşit bor­ cu olarak kabullenmesi talep edilir. Çünkü her yurttaş kendi­ sinden önceki nesillerin ölüme varan fedakârlıkları sayesinde o milli cemaat içinde “özgür” ve “huzurlu” bir hayat yaşamıştır; şimdi gelecek nesiller için fedakârlık sırası ondadır. Bu bir an­ lamda devletin nezdinde yurttaşın parçası olduğu millete kar­ şı bir borçtur. Ölüm ile kurulan bu ilişki hem yurttaşın kendi­ sini hem de devleti algılayışını şekillendirir. Bu durum sadece fiilî savaş dönemleri için değil, savaş arası dönemlerde de (di­ ğer bir deyişle banş dönemlerinde de) açık ya da örtülü devam eden bir süreçtir. Devlet-yurttaş ilişkisinin savaşlar sayesinde billurlaşan mi­ litarist boyutu hiçbir zaman devamlılık garantisi taşımamak­ tadır. Cari von Clausewitz bu durumu banş zamanlarının ge­ tirdiği bir “yumuşama ve rahatına düşkünlük” hali olarak ta­ nımlıyor ve çözüm olarak savaşın sürekli gündemde tutulması­ nı öneriyor.14 Sürekli olarak yurtseverlik duygularını uyarma, ezelî ve ebedî düşmanlar yaratma ve bu çalışmanın asıl konusu olan, dinî şehitliği doğrudan milliyetçi ideolojiye transfer etme şeklinde pek çok farklı uygulama gündelik hayatın içine nüfuz ederek savaşı tüm zamanların değişmez gündemi olarak ayak­ ta tutmaya çalışır. 14

Cari von Clausevvitz, Harp Üzerine, çev. H. Fahri Çeliker, 2. baskı, Anka­ ra: Genelkurmay Basımevi, 1991, s. 150; ayrıca bkz. Bröckling, a.g.e., s. 140. Prusyalı bir subay olan Clausewitz Harp Üzerine adlı eserini 19. yüzyıl gibi er­ ken bir tarihte kaleme almış olmakla birlikte hem yazım sürecinin Avrupa’da­ ki modem devlet inşası süreçlerine denk gelmesi hem de içeriğinin geniş ve ayrıntılı olması hasebiyle, modem ordu teşkilatının en önemli ve öncü teorisyeni konumundadır. Türkiye dahil pek çok ülkede hâlen daha askerî eğiti­ min temel başvuru kaynağı olarak kullanılmaktadır. 19. yüzyıl Prusya milita­ rizminin Osmanlı ve Türkiye üzerindeki etkisi göz önüne alındığında, Clausewitz’in önemi daha da iyi anlaşılmaktadır. Prusya etkisi için ayrıca bkz. Gencer Ûzcan, “Türkiye’de Cumhuriyet Dönemi Ordusunda Prusya Etkisi", Tür­ kiye’de Ordu, Devlet ve Güvenlik Siyaseti, der. Evren Balta Paker ve İsmet Akça, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010, s. 175-221.

Şehitlik ya da “vatan için ölmek” düşüncesinin gelişimi üzerine En genel anlamıyla şehitliğin tanımı bir inanç sistemine bağ­ lılık ve başka bir inanç sistemine karşı çıkışla ilişkilidir. Da­ vid Cook’un Martyrdom in İslam’daki tanımlamasıyla, şehitlik inanç ile inançsızlığın karşılaştığı noktadır ve bazı temel denk­ lemlerin oluşumunda asli rol oynar.15 Öncelikle şehitliğe geti­ rilen açıklama ile iki inanç sistemi arasındaki sınır çizilir: dost ile düşman, sadık ile hain arasındaki sınır. İkinci olarak, şe­ hidin fedakâr eylemi ve ölü bedeni üzerinden diğer inananlar (sağ kalanlar) için davranış standartlan yaratılır ve uğrunda öl­ meye değer inanç sistemi kamusal olarak sergilenir. Son olarak ise sadece ayetler, hadisler üzerinden bakıldığında soyut kalan şehitlik tanımı, yaratılan bu sınırlar ve kamusal örnekler, diğer bir deyişle şehidin bedeninin fiziksel varlığı üzerinden, söyle­ minin eksik kalan maddi kanıtını kazanmış olur.16 Şehit üze­ rinden bu denkliklerin kurulabilmesi için yapılan fedakârlığa şahitlik edecek bir izleyiciye ihtiyaç vardır. Fakat doğrudan şa­ hitlik zorunlu değildir, asıl önemli olan izleyicinin iletişimsel bir ajan olarak öyküyü şekillendirmesi ve aktarmasıdır. Böylece öyküyü her dinleyen yeni birer izleyici ve aktancı olarak denk­ liklerin yeniden ve yeniden kurulmasında aktif rol üstlenebilir. Milli Eğitim Bakanlığı’nın hazırlattığı İslam Ansiklopedisi’nde17 yer alan W. Björkman’ın yazdığı “Şehîd” maddesin­ de kavram şahid (tanık, görmek) olarak açıklanmaktadır. Bu­ rada yapılan açıklamaya göre “Kur’an’da şâhid’e, kanı ile şehadet eden, şehid mânası verilmemiştir.”18 Björkman’a göre şa­ hid kelimesini şehîd haline getiren bir anlam dönüşümü ol­ muştur: “Wensinck’in şark ‘martyr’leri hakkındaki eseri, bü­ 15

David Cook, Martyrdom in Islam, 1. baskı, New York: Cambridge University Press, 2007, s. 1-3.

16

Cook, a.g.e., s. 2.

17

Bkz. W. Björkman, “Şehid”, Islam Ansiklopedisi, der. Adnan Adıvar v.d., Cilt XI, 5. baskı, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Güzel Sanadar Fakültesi, 1997, s. 389-391.

18

A.g.e., s. 389.

tün teferruatı ile, bunun hıristiyanlık ve müslümanlıkta birbi­ rine muvazi [paralel] olarak geliştiğini, her iki dindeki şehîd ta­ savvurunun nihâyet, eski şarkın, yahudi ve helenistik unsuru­ na dayandığını göstermiştir. Eski mâna şahid=şâhid daha sonra Islamiyette öyle unutulmuştur ki, ondan sık-sık, yanlış iştikaki izahlar yapılmıştır.”19 Diğer yandan Orhan Hançerlioğlu İs­ lâm İnançları Sözlüğü’nde “Şehid” kavramını hem “tanık” hem de “din uğrunda ölen” anlamında kullanmaktadır. Tanık-şâhid anlamını “her zaman ve her yerde bulunan demektir ki Tan­ rı adı olarak da bu anlamı verir” şeklinde açıklamaktadır.20 Fa­ kat daha sonra özellikle “din uğrunda ölen” anlamı üzerinde durmakta ve bunu açıklamaktadır. Bütün bu anlam karmaşası içinde, bugün İslam dinindeki yaygın kullanımıyla şehitlik iki temel boyut içermektedir. Birincisi “Allah yolunda” canını fe­ da etmek; İkincisi ise “ölümsüzlük”. Kavramın bu iki boyutun­ dan bahsedilirken sıkça referans noktası olarak kullanılan bir­ kaç ayet vardır: O halde, dünya hayatını ahiret hayatı karşılığında satanlar Al­ lah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürü­ lür veya galip gelirse, biz ona büyük bir mükafat vereceğiz.21 İman edenler, Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenler de tâğût yolunda savaşırlar. O halde siz şeytanın dostlanna karşı savaşın. Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır.22 Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyin. Hayır, on­ lar diridirler. Ancak siz bunu bilemezsiniz.23 (Vurgu bana ait) Andolsun, eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Al­ lah’ın bağışlaması ve rahmeti onlann topladıkları (dünyalıklan)ndan daha hayırlıdır.24 19 A.g.e., s. 389-390. 20 Orhan Hançerlioğlu, İslâm İnançları Sözlüğü, 3. baskı, İstanbul: Remzi Kitabevi, 2000, s. 576-577. 21

Kur'an, Nisâ Suresi 74, http://www.diyanet.gov.tr/kuran/

22

Kur'an, Nisâ Suresi 76.

23 Kur’an, Bakara Suresi 154; Bu ayet aynı zamanda Çanakkale Şehitleri Anıtı’ndaki bir sütunun üzerinde de yer almaktadır. 24 Kur’an, Âl-i lmrân Suresi 157.

Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis on­ lar diridirler, Rableri katında Allah’ın, lütfundan kendilerine verdiği nimetlerin sevincini yaşayarak ışıklandırılmaktadır­ lar. Arkalarından kendilerine ulaşamayan (henüz şehit olma­ mış) kimselere de hiçbir korku olmayacağına ve onların üzül­ meyeceklerine sevinirler.25 (Vurgu bana ait)

Görüldüğü üzere, ayetlerde “savaş” ve “ölüm” konuları geç­ mektedir. Bunların geçmişten bugüne birer çeviri veya tefsir değişikliği olup olmadığını kestirmek zor. Ancak Björkman’ın tanımlamasına göre bir değişim olduğu kesin ve şehitlik ye­ ni anlamıyla bugün yaygın kabul görmüş durumdadır. Şdhid ile şehid arasındaki anlam karmaşası ve dönüşüm bu iliş­ kiyi önemsizleştirmez. Aksine hayatını feda ederek şehit olan­ la geride kalan sağlann şahitliği arasında önemli bir ilişki var­ dır. Daha önce yukarıda Cook’tan yapılan alıntıda vurgulandı­ ğı gibi, şehidin fedakârlığına şahitlik yapacak bir izleyiciye ihti­ yaç vardır. Bu kişi ya da kitle şehidin kutsal ülküsünü taşımak, yüceltmek ve gelecek nesillere aktarmakla yükümlüdür. Başka bir anlatımla, modem anlamıyla şehit, şahit olan değil, eylemi­ ne şahitlik edilen kişi konumundadır. Bu perspektif Björkman ve Hançerlioğlu’nun tanımlarıyla uyumsuz gibi gözükse de, modem toplumsal ilişki içerisinde şehit kavramının bu boyutu göz ardı edilemez. Son kertede, şehitlik kutsal kabul edilen bir uğurda yapılan savaşta gerçekleşecek ölüme bir methiyedir ve ölümsüzlük vaat etmektedir. Savaşı yönetenler savaşçılarından, kaçınılmaz sonu, yani ölümü kabullenmelerini beklerler. Bu kabullenme süreci sava­ şın “kim için” ve “ne için” yapıldığı sorularına verilecek ceva­ ba doğrudan bağlıdır. Şehitlik fenomeni ise bu sürecin nedeni değil sonudur ve içinde bulunulan döneme bağlı olarak farklı çehrelerle karşımıza çıkar. Din! bir kavram olarak şehitlik Mu­ sevilikten Hıristiyanlığa pek çok dinde bulunmaktadır. Bu yö­ nüyle de kadimlik taşıdığı söylenebilir. Fakat anlam olarak aynı sürekliliği taşımaz. Savaşa karar verenler ile cephede savaşanlar 25

Kur’an, Âl-i lmrân Suresi 169-170.

arasındaki ilişki değiştikçe şehitliğin anlamı da değişir. Örne­ ğin, canını feda etmeye varacak bir vatansever fedakârlığı Or­ taçağ Avrupası’nda26 ya da Osmanlısı’nda yoktu. Bu dönemde aşağıdan gelişen bir halk vatanseverliği beklentisinin aksine te­ baaya verilen görev kulluk ve sükûnetti. Sadece askerî yüküm­ lülükleri olanlardan sadakat ve canım feda etmeye varacak bir bağlılık bekleniyordu. Ancak bu fedakârlık kesinlikle kamusal bir anlam taşımıyordu; ya tamamen dinsel referanslara dayanı­ yor ya da kral, padişah, lord gibi belli bir kişiye yönelik mutlak sadakate dayanan bir içeriğe sahipti.27 Şehitliğin modem anla­ mını kazanması milliyetçiliğe ve ulus devlet ile yurttaş arasında kurulan özgün ilişkiye bağlıdır. Milliyetçilik öncesi çağda din, cemaat kurmanın, yani bir tür kardeşlik bağı oluşturmanın denenmiş bir yöntemiydi. Fakat milliyetçilik çağında din, modem milliyetçilik açısından “para­ doksal bir çimento” haline gelmiştir. Çünkü İslam gibi evren­ sellik iddiası taşıyan bir dünya dini (“M.Ö. 6. yüzyıl ile M.S. 7. yüzyıl arasında ortaya çıkmış olan” pek çok diğer din gibi) ile milliyetçiliğin çok daha sınırlı söylem alanı arasında bir çeliş­ ki mevcuttur.28 Çünkü bu dinler etnik, dilsel, politik sınırla­ rın ötesinde bir kapsayıcılığa sahiptir. İşte dindeki bu millet­ ler üstü niteliğe karşı getirilen milli sınırlamalardan biri olarak, şehitlik, vatan ve millet perspektifine indirgenmektir. Çünkü millet modern bir teritoryal devletle, yani ulus devletle ilişkilendirildiği oranda bir toplumsal birimdir.29 Şehitlik için de ay­ nı ilişkisellik geçerlidir. Yani, şehitlik kültürü doğrudan sınır­ lan belli milli bir devletle birlikte anlamlıdır ve tamamen propagandif niteliklidir. Fakat bu propagandif söylem salt yukandan, ulus devletin kurucuları tarafından üretilmekle geçerli­ lik kazanamaz. Söylem aynı zamanda tabandaki ihtiyaçlara ce­ 26

Bkz. Em st Kantorowicz, “Orta Çag Siyasi Düşüncesinde ‘Vatan tçin Ölmek Pro Patria Mori’”, Devlet Kuramı, çev. Erol Öz, der. Cemal Bali Akal, 2. baskı, Ankara: Dost Kitabevi Yayınlan, 2005, s. 109-125.

27

Eric J. Hobsbawm, 1780’den Günümüze M illetler ve M illiyetçilik, çev. Osman Akınhay, 3. baskı, İstanbul: Ayrıntı Yayınlan, 2006, s. 96-97.

28

A.g.e„ s. 89-90.

29

Bkz. A.g.e. içinde “Popüler Ön-Milliyetçilik” başlıklı bölüm, s. 64-101.

vap verebildiği ve toplum tarafından aktif olarak sahiplenildiği oranda geçerlilik kazanır. Ayrıca milliyetçilik milletin ezelî ve ebedî bir varlık olduğu iddiasına dayanır ve sürekli olarak geçmişte özünü arama/bulma, yani bir nevi toplum arkeolo­ jisi yapma çabasındadır. İşte bu nedenle de geçmişe dair refe­ ranslarda din ve kutsal ikonlar gibi sembol ve duygular modem bir dava olan vatan, millet ve devletin peşinden seferber edile­ bildikleri oranda milliyetçilik tarafından kullanılırlar. Bu kul­ lanım ile de geçmişle bağ kurulmuş olduğu düşünülür. Fakat milliyetçilik, şehitlik gibi bazı sembol ve kavramları geçmişin mahzeninden tamamen seçme usulü alırken anlamlarını mo­ dern döneme uyarlar, hatta yeni baştan icat eder. Propagandif söylemin inşasında olduğu gibi bu seçme süreci de toplumsal ihtiyaçlardan bağışık değildir. Böylece kutsal şehitlik kavramı ile modem millet arasında doğrusal bir bağ kurulur. Ama Eric Hobsbawm’ın “icat edilmiş gelenekler” için dediği gibi, modern çağın şehitlik kavramı “eskinin kıyafetleriyle tebdil gezdiği için daha az yeni değildir.”30 Modern ulus devletlerin inşası sürecinde şehit kavramının belli bir inanç adına hayatını feda eden kişi anlamı korunmuş fakat inancın kaynağı önemli bir dönüşüm geçirmiştir. Önce­ likle savaşçı fedakârlığı doğrudan din veya Tanrı adına olmak­ tan çıkmış, tabi olunan millet ve devlet adına yapılması bekle­ nen bir eylem olmuştur. Şehitliğin temel taşı olan dinin yeri­ ni modern ulus devlet, Tanrı buyruğunun yerini ise yasalar ve muktedirlerin emirleri almıştır. Rousseau’nun Toplum Sözleş­ m esinde bu dönüşüm karşımıza şu şekilde çıkıyor: [Bireylerin] devlete adadıkları yaşamları bile bu sayede [doğal durumdan toplumsal düzene geçiş] sürekli olarak korunmak­ tadır ve devleti savunmak için yaşamlarını tehlikeye attıkları zaman, ondan aldıklarını yine ona vermekten başka bir şey mi yapıyorlar? [...] Elbette gereğinde herkes yurdu uğruna savaş­ mak zorundadır, ama artık kimse kendisi için dövüşecek de­ 30

Eric J. Hobsbawm, “Giriş: Gelenekleri İcat Etmek", Geleneğin k a d ı, der. Eric Hobsbawm ve Terence Ranger, çev. Mehmet Murat Şahin, 1. baskı, İstanbul: Agora Kitaplığı, 2006, s. 7.

ğildir. Güvenliğimizi sağlayan şey uğrunda, o güveni yitirince kendimiz için göze alacağımız tehlikelerden yalnız bir parçası­ na düşmekte de kazancımız yok mu?31 [...] yurttaş yasanın “Atıl!” dediği tehlike üstüne yargı yü­ rütemez artık ve hükümdar da, “Devlet için çıkar yol senin ölmendir," dediği zaman, yurttaş ölmek zorundadır. Çünkü o zamana kadar güvenlik içinde yaşadıysa, bu koşulun gölge­ sinde yaşamıştır ve artık yaşamı doğanın nimeti değil, devletin koşullu bir armağanıdır.32

Ulus devlet kutsallığın ta kendisiyse dili de milliyetçiliktir. Bu denklemle yurttaşlara tanınan tek yaşam alanı ise devlet ta­ rafından çizilen sınırlar içerisine sıkışmaktadır. Fakat bu sınır­ lı alan içine girebilmek bile bir hak değil, “koşullu bir arma­ ğan” olarak tanımlanmakta ve yurttaşın buna layık olduğunu ispatlamasının tek yolu ise ölmekten geçmektedir. Bu paradok­ sal varoluş hali yurttaşı militarizmin toplumsal cinsiyet rolle­ rine göre biçtiği “zorunlu” iki konumdan birine iter: Önceden çerçevesi çizilmiş milli erkek ve milli kadın konumları. Zorun­ lu askerlik yükümlülüğü altındaki erkek yurttaş ölmeli ya da en azından buna hazır olduğunu göstermelidir. Çünkü asker­ lik hizmeti onu ulus devletin bir yurttaşına dönüştüreceği gi­ bi, aynı zamanda “erkekleştirecektir”. Bu çocukluktan çıkış ol­ duğu kadar kadınlığın karşıtı olarak da erkeğe dönüşmek de­ mektir.33 Ülkenin dişi olarak kodlandığı (anavatan) ve ordu ta­ rafından korunduğu kurguda, erkek yurttaşın askerlik hizme­ ti sırasında geçirdiği dönüşüm önemli bir sembolik değer taşır. Birey düzeyinde namusun taşıyıcısı kadın ve namusun koruyu­ cusu erkek olacak şekilde oluşturulan kurgusal ilişki, patriarkanın asker ile vatan arasında kurduğu ilişki ile örtüştürülür. Başka bir deyişle, askerlik hizmeti yapan erkek hem vatanın hem de bütün bir kadın yurttaşlar kitlesinin namusunun ko­ 31

Jean-Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi, çev. Vedat Gûnyol, 3. baskı, İstan­ bul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlan, 2008, s. 31.

32

A.g.e., s. 32.

33

Ayşe Gül Altınay, The Myht o f the Military-Nation. Militarism, Gender, and Edu­ cation in Turkey, New York: Palgrave Macmillan, 2004, s. 79.

ruyucusu konumuna gelir. Fedakârlık bir anlamda bu namu­ su korumak adına da yapılmış olacaktır. Korunan konumunda­ ki kadın yurttaş ise bir eş, sevgili, anne veya evlat olarak erkeği ölmeye teşvik etmeli ve fedakârlık durumunu yurttaşlık görevi olarak kabul etmeli, hatta bununla gurur duymalıdır. Özellikle “şehit annesi” olmak bu toplumsal yapı içerisinde “sıradan bir kadının” sosyal ve dinî açıdan erişebileceği en saygın mertebe olarak karşımıza çıkmaktadır.34 Bu yeni varoluş hallerinin in­ şası modem teritoryal devlet ile dinsel algıların harmanlandığı bir kutsallık halesi ile tamamlanır. Yani her devletin kendi ege­ menlik alanı ile sınırlı bir “yurttaş dini” ile: Tanrı sevgisini yasa sevgisiyle birleştirir ve yurttaşlara yur­ da karşı aşın bir hayranlık aşılayarak devlete hizmet etmenin, devletin koruyucusu Tanrı’ya hizmet olduğunu öğretir. Bu, bir çeşit teokrasidir; onda kraldan başka fetvacı, yöneticiler dı­ şında da rahip yoktur. O kadar. Yurdu uğruna can vermek şe­ hit olmaktır; yasalan çiğnemek dinsizlik; bir suçlunun üstüne herkesin lanetini çekmek, onu tanrıların öfkesine kurban et­ mek demektir: Sacer esto.35

Türkiye’de şehitlik kavramının temelleri ve oluşumu

Bir ulus devlet projesi olarak modem Türkiye’nin inşasında yu­ karıda anlatılana benzer bir yurttaş-devlet-ordu ilişkisinin ku­ rulması son derece önemsenmiştir ve kurucu unsur olarak öne çıkan ordu bu süreçte başat bir rol üstlenmiştir. Yurttaşın sa­ vaş üzerinden devlet ve millet ile kuracağı ilişki iki yönlü bir ilişkidir. Öncelikle, daha önce de bahsedildiği gibi, zorunlu as­ kerlik uygulaması ile bir araya getirilen sıradan insanların ulus devlet adına savaşmayı ve yeri geldiğinde ölmeyi kabul etme­ lerini sağlamak ulus devletin savaşkanlık kapasitesi için hayati önemdedir. Ayrıca savaşan, ölen her bir yurttaş devletin meşru­ 34

Esra Gedik, “Türkiye’de Şehit Annelerinin ve Şehit Babalarının Siyasi Katılıma Farklı Bakış Açılan”, Toplum ve Bilim , No. 120, 2011, s. 94.

35

Rousseau, a.g.e., s. 130.

iyetinin kanıtı ve kaynağı olacaktır. Türkiye devleti egemenle­ ri de bu durumun bilincindedir ve şehitlik fenomeni devlet, sa­ vaş ve geleneksel dinî inançların kesiştiği ve harmanlandığı bir noktada görünürlük kazanmaktadır. Fakat sadece devlet merkezli yukarıdan bir yaklaşım ne mil­ liyetçiliği ne de şehitlik olgusunu bütünlüklü olarak anlamamı­ za yardımcı olabilir. Aşağıdan bir bakışla, yani sıradan insan­ ların ihtiyaçları, talepleri, özlemleri, çıkarları temelinde de bir analiz yapmak gerekir çünkü milliyetçilik aynı zamanda bir ai­ diyet ilişkisidir. Bir vatana ve millete dâhil olmak, bugün için birçoklarına olağan gelen ama modernite öncesi dönemlerle karşılaştırıldığında yeni bir olgudur. Bu yeni aidiyetin bir diğer adı ise vatanseverliktir ve artık makbul olan, bu kutsal milli de­ ğerler için ölmeyi arzulamak olmuştur. Şehitlik ne kadar yuka­ rıdan kurgulanırsa kurgulansın, aşağıdaki sıradan insanlar ta­ rafından arzulanır olmadığı sürece bir anlam ifade edemez. İşte bu arzunun en önemli kurucu öğesi milliyetçilik içinde dinin asimile edilmesidir. Yani, ulus devlet şehitliğin dinî köklerini reddetmez, onu soğurur ve kendi kültürel ve siyasal varoluşuy­ la özdeşleştirir. Cumhuriyetin ilk yıllarında Genelkurmay Baş­ kanlığının (Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti) talebi üzeri­ ne Diyanet İşleri Başkanlığı adına Ahmet Hamdi Akseki’nin ka­ leme aldığı Askere Din Kitabı da36 böylesi bir derdin sonucun­ da ortaya çıkan önemli bir kaynaktır. Bu kitap zorunlu askerlik uygulaması ile bir araya getirilen sıradan erkek yurttaşlara mil­ li ordu olmayı öğretmek amacıyla hazırlanmıştır ve Genelkur­ may Başkanlığı tarafından (zaman içerisinde bir takım sadeleş­ tirmeler yapılarak) bugüne kadar birçok kere basılmıştır. Akse­ ki’nin kitabında öncelikle modern devletin askerlik uygulama­ sı ile dinî kutsiyetler bir araya getirilmektedir: Müslümanlığın altıncı bir şartı daha vardır ki o da cihattır, askerliktir. [...] Bu, namazdan, oruçtan, hacdan ve zekâttan bambaşka bir vazifedir. Bu vazife yapılm adıkça öbürleri de dos­ 36

Ahmet Hamdi Akseki, Askere Din Kitabı, 2. baskı, İstanbul: Diyanet İşleri Baş­ kanlığı Yayınlan, 1945.

doğru yapılam az. [...] Her müslümanm daha çocukluğundan itibaren, hele bülûga erdikten sonra, askerlik terbiyesini al­ ması şarttır. Askerlik olmadıkça, millet ve memleket kurtula­ maz.37 (Vurgu bana ait) Asker; düşmanlara karşı yurdumuzu, ırz ve namusumu­ zu müdafaa, muhafaza eden ve bu uğurda canını fedaya ha­ zır olan silahlı kuvvettir. Memleket ve millet uğrunda her fer­ din sarfedeceği gayret ve fedakârlık ne kadar büyük olursa ol­ sun bunun hiçbirisi askerlik ile ölçülebilecek bir mertebe de­ ğildir. Çünkü askerlik kan ve can vergisidir. [...] Bizim dini­ mizde askerliğin mertebesi çok yüksektir; Ölürse Şehid, sağ kalırsa Gazi’dir.38

Askerlik dinin bir şartı olarak tanımlanınca, nöbet bekleme, talim yapma gibi askerî pratikler de birer ordu icraatı olmanın ötesine geçiyor ve dinin emri, ibadet haline getiriliyor: “Seve seve, can ve gönülden, aşk ve şevkle bir gece nöbet beklemek, sevap niyetine bin gün nafile oruç tutmaktan ve bin gece na­ maz kılmaktan daha hayırlıdır.”39 Hem dinin hem de yurttaş­ lığın zorunlu görevi olarak sunulan askerlik, böylece çift yön­ lü olarak kutsallık halesi ile sarılmaktadır. Askerlik öyle kutsal bir mertebeye oturtulmaktadır ki, yurttaşın yapabileceği baş­ ka hiçbir şey askerken yapacağına denk olamamaktadır. Fa­ kat unutulmamalıdır ki, daha önce de belirttiğim gibi, askerlik hizmeti erkek yurttaşlarla sınır olduğu için kadın bir kez daha ikincil konuma kaydırılmış oluyor. Zorunlu askerlik yapmadı­ ğı için yurttaşlık konusunda erkekle eşit olamayan kadın, Ak­ seki’nin kurduğu askerlik-din ilişkisi (Askerliği/cihatı İslam’ın beş şartına ön şart koşması) sonucunda müslümanlıkta da eşit­ siz bir konuma gelmektedir ve en az bir erkek kadar müslüman olma şansını kaybetmektedir. Yurttaşın fedakârlığı devletin ve tabi milletin varoluş şar­ tı durumundadır. Askerlik sırasında ölmek ise fedakârlıkla37

A.g.e., s. 195.

38

A.g.e., s. 285.

39

A.g.e., s. 295.

nn en büyüğü, yurttaşın devlete olan borcunun nihai ifası ola­ rak karşımıza çıkmaktadır. Bir kurumsal birlik olarak devletin tüm maddi varoluşsal ihtiyaçlarının içine bir kaynak çeşidi ola­ rak yurttaşın bedeni de böylece eklenmiş oluyor. Tilly’nin de­ yişiyle, bir savaş makinesi olan devletin yola devam edebilme­ si için yakıta ihtiyacı vardır40 ve “kan vergisi” olarak yurttaşla­ rın bedenleri bu makinenin yakıtına katılır. Fakat bu tek yön­ lü bir ilişki değildir; yurttaşın da böylesi bir tüketime rızası ge­ rekmektedir. Askerî metinler bazen bu konuda gayet açık söz­ lü olabiliyor: [...] tekniğin ve ilmin önem kazandığı bugünün savaşların­ da insanın değeri azalmamış, tersine olarak daha çok artmış­ tır. Bugünün askerliği ve savaş kudreti teknik üstünlükle bera­ ber, bu teknik üstünlüğü sağlayacak olan psikolojik ve pedogojik üstünlüğe de dayanmaktadır. İkinci Dünya Savaşı olay­ ları, ordulan teşkil eden büyük insan kitlelerinin manevi vasıf üstünlüklerinin başandaki hisselerinin eskilere nispeten daha da arttığını göstermiştir. Dolayısıyla savaşı yapan her şeyden önce insan olduğu gerçeği ve insanı değerlendiren manevi un­ surun da psikoloji ve pedogoji ile kazandırılıp geliştirilen mo­ ral niteliği olduğu bir defa daha görülmüştür.41

Vatan-millet-devlet adına insanların ölmeleri pek çok propagandif milliyetçi metinde özsel, ırki bir meziyet olarak sunul­ sa da,42 milliyetçi ideologlar bunun öğretilmesi ve kışkırtılma­ sı gereken bir hareket tarzı olduğunun farkındadırlar. Sıradan bir insanın içinde yaşadığı toplumun yüksek idealleri adına ca­ nından vazgeçmesi hayat boyu devam eden bir öğrenme süre­ cinin sonunda mümkün hale gelir. Şehit kültü de dinsel kök­ lerine rağmen bu durumdan muaf değildir. Tüm bu öğrenme süreci boyunca ölüme dizilen güzellemeler bir noktadan son­ 40

Tilly, a.g.e., s. 169.

41

Mithat Ûzgüç, Askerlik Psikolojisi Ders N otlan, Ankara: Harp Okulu Basımevi, 1956, s. 8-9.

42

Örneğin Bkz. Nurettin Topçu, Şehit, İstanbul: Milliyetçiler Demeği Neşriyatı: 9, 1959, s. 8; Ûzgüç, a.g.e., s. 39-40.

ra ölümün kendisini fetişleştirir. Milliyetçiliğin tüm bu şehit söylemi erkek yurttaşlara savaşmayı ve ölmeyi telkin ederken, dinden devşirdiği başka bir kavramla da nihaî vaadine ulaşır: ölümsüzlük. Ölüm denilen şeyin ruha değil, bedene geldiği, ruhun beden­ den ayrıldıktan sonra yine ölmiyeceği Allaha imanı olanlar için bir gerçektir. Ûlüm cana değil, tenedir.

[...] Allah yolunda canım veren o mübarek insanlar o kadar yük­ sek bir mertebede bulunuyorlar ki o mertebeye çıkmamış ve toprak üzerinden kalmış olan bizim gibiler onları asla anlaya­ mazlar. Şehidin bulunduğu yüksek mertebeyi, Allahın yanın­ da şehidin gördüğü nimet ve itibarı anlamak için şehid olmak lâzımdır43

Şehit olmak bir çeşit alışveriş olarak görülmekte, devlete su­ nulan beden karşılığında Tanrısal mükâfat denklemi kurul­ maktadır. Devletin tasarrufundaki bedenleri ile Tanrının tasar­ rufundaki ruhları arasında sıkışan sıradan yurttaşların önün­ de tek yol olarak asker olmak, savaşmak ve ölmek kalıyor. Öl­ düğünde, yani şehit olduğunda ise ulaşacağı noktayı tam ola­ rak anlamasının mümkün olmadığı, sadece kabullenmesi ge­ rektiği telkin ediliyor. Dinî kült üzerinden inşa edilmiş mil­ li kültün bu anlamaktan değil, deneyimlemekten geçen yolu onu muğlaklaştırmaktadır. Fakat tüm bunların içinde son de­ rece net bir nokta var. Bireyin ölümsüzlüğü tabi olduğu mil­ letin ölümsüzlüğü ile doğrudan bağlantılıdır. Nurettin Topçu Kore Savaşı’nda ölen askerler için kaleme aldığı Şehit adlı yazı­ sında “ölürken bile ebedi olmak için ölüyoruz” der.44 Buradaki ebediyet ve biz denkliği tam da birey ile milletin ölümsüzlükle­ ri arasındaki bağda kurulmuştur: Her yerde büyük milletler, hürriyet uğrunda, hakikat uğrun­ da şehit veren milletlerdir ve milletlerin ruh dünyasındaki kı­ 43

Akseki, a.g.e., s. 428-429.

44

Topçu, a.g.e., s. 5.

mıldanışların müjdecisi, münâdisi, menbaı olan felsefe hare­ ketleri, büyük harplerin sonunda, büyük şehitlerin izlerinde doğmuştur.45 Kore’de şehit olan kimdir? Biz kimiz? Şehit, bir fert değildir; bir fertte barınan bir millet ruhu, bir millet iradesidir ki, bir vücudun gömüldüğü yerden bize hayat iradesi gönderir, bize ebediyeti kazandınr. Kore’de gömülen kimdir? Biz biriz, demiştim. Bedenlerimiz çok, ruhumuz birdir. Bi­ zim ruhumuz nerede başladı? Nerede doğmuştu? Bizi ebe­ di hayata sahip bir millet yapan şehitlerimiz, varlığımızın ruh âlemindeki bütün ceplerinde doludur.46

Görüldüğü üzere asıl ölümsüz olan birey değil topluluktur, millettir. Milletin varoluşunun temeli şehitlerdir ve şehidin fe­ dakârlığındaki sorgusuz-sualsiz itaat hali milletin ölümsüzlü­ ğünü garantileyen temel etmen durumundadır. Başka bir ifa­ deyle, askerin devlete karşı mutlak bir itaatle ve bağlılıkla ya da çok kullanılan şekliyle “gözünü kırpmadan” canından vaz­ geçmesi şehitliğin en muteber şekli olarak kabul ediliyor. Bu sorgusuz sualsiz sadakat milletin ölümsüzlüğünün şartı olarak görülüyor. Savaşla kurulan devletin resmî ideolojisi de savaş­ lar üzerinden şekilleniyor ve millet de bu savaşlarda ölen as­ kerler üzerinden yükseliyor, onlar tarafından temsil ediliyor. Millet yaşayanların değil de ölülerin birliği haline geldiğinde de, yurttaşın görevi millet için yaşamak değil ölmek ya da öl­ meye hazır olmak oluyor. Daima savaşa hazır ve nazır olan millet tahayyülü, yurttaşlardan teşekkül daimî bir yığın talep etmektedir; savaşacak, mümkünse şehit olacak erkek yurttaş­ lar ve yeni şehit adayları üretecek ve onları destekleyecek ka­ dın yurttaşlar. Bu ölmek ve desteklemek şeklindeki karşılıklı sorumluluk halini Zygmunt Bauman şu şekilde tanımlamak­ tadır: Bu savaş söylemleri, bireysel yaşamdan vazgeçilmesini ister, kişisel ölümün bir biçimde toplu yaşamı harekete geçireceği­ 45

A.g.e., s. 7

46

A.g.e., s. 7.

ni ve canlandıracağını ve böylece, dolaylı yoldan olsa da, fe­ dakârlığı büyük memnuniyetle özümseyerek kurbanların son­ suza dek süren başarısı olarak kabul edilecek bir ulus, ırk ya da grup aracılığıyla, ölülerin varoluşlarının sürekliliğini gü­ vence altına alacağını öne sürer.47

Geçmişte ölenler bugünün, bugün ölenler ise geleceğin ga­ rantisi oluyorlar. Milletin ezel! varlığının kökü geçmişin meç­ hul askerine, bugünkü varlığının kutsallığı ölü asker yurt­ taşlarına dayanır. Milliyetçilik, her daim yaptığı gibi, şehitle­ ri söz konusu olduğunda tarihin karanlık derinliklerine ka­ dar uzanan bir şehitler listesi çıkarır. Bu liste ne kadar uzun­ sa o kadar makbul sayılır. Listeyi uzatmanın en çok kullanı­ lan yollarından biri milli tarihi bir savaşlar kronolojisi ola­ rak yazmak ve okumaktan geçer. Böylece bugünün yurttaşla­ rı varlıklarını geçmişin şehitlerine borçlanırlar ve zamanı gel­ diğinde kendileri de şehit olmak edimini yükümlenirler. Bu borç savaşın nedeninden bağımsız, zamansız ve tarihdışı bir borçtur. Milli Savunma Bakanlığı’nm benzer bir dertle hazır­ ladığı Şehitlerimiz adlı beş ciltlik ansiklopedik liste bu konu­ da iyi bir örnektir.48 Osmanlı-Rus, Osmanlı-Yunan, Trablusgarp, Balkan, Birinci Dünya Savaşı, istiklal Savaşı, Kore Sava­ şı, Kıbrıs ve İç Güvenlik şeklinde dokuz savaşlık kronolojik bir sıralama yapan ve arşivlerden toplanan ölü asker kayıtla­ rını alfabetik olarak listeleyen, beş ciltlik uzun bir listedir söz konusu olan. Zaman, sebep ve hatta taraf devletler açısından her biri birbirinden farklı savaşları böylesi bir listeleme usu­ lü şehitlik kültünün nasıl da tarihdışı bir şekilde algılandığı­ nı göstermektedir. Eserin tamamında sanki tüm bu savaşlar tek bir vatan, tek bir millet, tek bir devlet adına yapılmış ve tüm o askerler aynı idealler uğrunda ölmüşler gibi bir yanıl­ sama hâkimdir. 47

Zygmunt Bauman, Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Di ger Hayat Stratejileri, çev. Nurgül Demirdöven, 1. baskı, İstanbul: Aynntı Yayınlan, 2000, s. 42-43.

48

Bkz. Milli Savunma Bakanlığı, Şehitlerim iz: Osmanlı-Rus, Osmanlı-Yunan, Trablusgarp, Balkan, Birinci Dünya, İstiklal, Kore, Kıbrıs, tç güvenlik, Ankara: Milli Savunma Bakanlığı, 1998.

Görüldüğü üzere, erkek yurttaş için şehit kültüne giden yol zorunlu askerlikle ve orduyla kurduğu ilişkide başlıyor. “Bir milletin kendi unsurlarının kendi iradeleriyle teşkil ettikleri, kendilerinden başka bir şey olmıyan”49 orduya katılmak erkek yurttaş için bir görev meselesi gibi görünse de aslında bir zo­ runluluktur. Kişi hem bir milletin üyesi olduğu için, hem de millet olmanın gerçek anlamını öğrenmek için askerlik yapar. Ordu silahaltına topladığı bireyler yığınına millet olmayı öğret­ me ve onları organik bir kütle haline getirmeyi kendine görev edinmiştir. Üniformayı giymiş olanlar artık tek tek ayrı ve fark­ lı bireyler değildir; “Er bütün erlerden biri ve hepsi gibidir”.50 Askerlik yapan yurttaş artık tam anlamıyla milletin ideal insa­ nıdır, orduyla ve en nihayetinde devletle kendisini özdeşleşti­ rebilir; devletin çıkarı yurttaşın çıkandır. Bu fikirler [tevazuu ve fedakârlık], ister millette yayılarak or­ duya geçsin, ister orduda tatbik edilerek millet arasında yayıl­ sın, netice milletin de ordunun da salâha kavuşması olur. [...] Sosyal heyetin disipline uymağı öğrenmesi gerekir. Fakat bu disiplin esaret olmayıp, akla yatan kayıtlere tabi kılınmış erkek­

çe hürriyet olsun.51 (Vurgu bana ait) Kutsal milli değerler uğruna şehit olmak modern devletin yurttaşları için erdem kabul edilmektedir, erkekçe bir erdem. Bir şekilde öğrenilmesi ya da öğretilmesi talep edilen bu erde­ min hedef kitlesi askerî hiyerarşinin en altında bulunan er kit­ lesidir. Çünkü erat refahın ve gücün temsilcisi olmayan sıradan halk kitlesinin ta kendisidir, yani sınıfsal olarak toplumun en geniş kesimidir. Bu haliyle erat milletin en saf ve masum özne­ si olarak görülmektedir. Bu nedenle şehitlik kültü eratın erde­ mi olduğu oranda milletin de erdemi olabilecektir.

49

Şükrü Galip Erker, Ordu Sosyolojisi Yolunda B ir Deneme, Cilt I, İstanbul: yayın yeri yok, 1939, s. 9.

50

Erker, a.g.e., s. 24

51

Baha Ankan, Ordu Psikolojisi, İstanbul: Anıl Yayınevi, 1960, s. 86.

Doksanlı yıllarda şehit kültünün yeniden inşası ve yükselişine bir örnek: Asker mezarları

Şehitlik fenomenine anlamını veren genel unsur vatan-milletdevlet uğruna savaş ise de, savaşların dönemsel politik tanım­ ları kavramın içeriğine ilave anlamlar kazandırır. Milletin va­ roluş mücadelesi ve ulus devletin kurucusu Birinci Dünya Sa­ vaşı ve Kurtuluş Savaşı, komünizme karşı milli mücadele Kore Savaşı, eski düşman Yunanlılara karşı mücadele Kıbrıs Harekâ­ tı gibi örneklerdeki dönemsel politik söylemler fenomenin in­ şasında son derece önemli olmuştur. 1990’h yıllar söz konusu olduğunda ise, Kürt sorunu ve tüm şiddetiyle devam etmekte olan iç savaş dönemin militarist söyleminin ana ekseni konu­ mundadır. Aynı zamanda bu dönem Türk milliyetçiliğinin gi­ derek popülerleştiği yeni bir dönemdir.52 Milliyetçiliğin ve mi­ litarizmin üzerinden ilerlediği bu eksen şehit kültünü de doğ­ rudan etkilemektedir. Şehitlikle birarada ilerleyen tüm söylem­ ler, semboller ve özdeşlikler bu dönemde yeniden inşa süreci­ ne girmişlerdir. Terörizm ve milli güvenlik söylemlerinin hâkim olduğu 1990’lı yılların Türkiyesi’nde askerlik, vatanseverlik ile vatan hainliği arasındaki sınırı oluşturur. Yurttaş ya askere gidip dev­ letin ve millet tam bir parçası olacak ya da “öteki” tarafta kala­ caktır. Devam etmekte olan savaşın başka bir devletle değil de, içeride yaşanıyor olması yurttaşların sürekli olarak kendilerini ispatlamasını daha da hayati kılmaktadır. Çünkü iç savaş du­ rumu “biz” ile “öteki” arasındaki sının muğlaklaştırmaktadır. Fakat sadece askerlik yapmak yeterli değildir. Asıl önemli olan ve yurttaşın kendisini kesin olarak kanıtlayacağı an ölümüdür: Vatanseverlik duygulan taşıyan vatandaş, kendisiyle devlet er­ ki arasındaki farklılıklann hepsini ortadan kaldırmak istiyor; ama arzulanan özdeşleşme hayalî (imaj iner) kalmak zorunda olduğu için de, vatan sürekli olarak bu özdeşleşmeden emin

52

Tanıl Bora, Milliyetçiliğin K ara B ah an , 1. baskı, İstanbul: Birikim Yayınlan, 1995, s. 71.

olmak istiyor ve bu beklenti ancak kişinin kendini feda etme­ siyle yerine getirilebiliyor. Vatandaş ancak asker olarak yaşa­ mım yitirdiği anda, devlete her şeyini feda etmeye hazır oldu­ ğunu gerçekten kanıtlamış oluyor.53

Ulrich Bröckling’in tanımladığı bu gerçek vatanseverlik ve ideal yurttaşlık halinin yerel bir örneğini Ertuğrul Özkök’ün kaleminden dökülen satırlarda görebiliriz: Belki çoğunuz adını bile duymadınız. Ümit, Pentagram adlı bir Türk rock grubunun gitaristiydi. Askerlik çağı geldi. Güneydoğu’ya gitti. Savaştan kaçmak için bazılannın yaptığı gibi, ya­ bancı ülkelere sığınma yollan aramadı. Yaşı geldi. Savaşa git­ ti ve öldü... Ümit Yılbar, yıllardır portresini çizmeye çalıştığım

yeni Türk gencinin bir örneği. Bu gençler, pop müziği çılgınca seviyorlar. Ama bayraklarım da, vatanlannı da çılgınca sevi­ yorlar. Askere hâlâ arkadaşlan tarafından eğlenceli törenlerle gönderiliyorlar. Eğlenmek kadar ölmeyi de biliyorlar, beceriyor­ lar. Onlar vatanseverliğin sadece siyasi slogan haykırmak ol­ madığını, gerçek vatanseverliğin eylemle ispatlandığını hepimi­ ze ispat ediyorlar. Onlar, bize vatan dersi veriyorlar. Pop müzi­ ğini küçümseyen, emperyalizm aleti ilan eden eski tüfek dev­ rimcilere vatanseverlik şiiri yazıyorlar.54 (Vurgular bana ait)

Devletin PKK’ya karşı yürüttüğü savaşta, “ölmeyi bilen” bu genç insanlar ödenmesi gereken “kan vergisinin” örnek mükel­ lefleri olarak karşımıza çıkıyor. Çanakkale Savaşı sırasında Ata­ türk’e atfedilen “size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyo­ rum” sözleri, bu dönemin baş köşesindedir. Milletin tüm üyele­ ri geçmiş şehitlerine olan borçlannı ödemeye çağrılıyor ve bu­ nu ödemeden kimsenin gerçekten vatanseverliğini tam olarak ispatlaması mümkün görünmüyor. Bu aynı zamanda sıradan er­ kek yurttaşların yaşamlarını anlamlı kılma, milletin gerçek ihti­ yaçlarına cevap verme ve erkekliklerini ispatlama fırsatıdır. Ay­ rıca Özkök’ün “ölmeyi bilen, vatansever, yeni Türk gencinin” 53

Bröckling, a.g.e., s. 128.

54

Ertuğrul Özkök, “Şehit Rock’çıya Saygı Duruşu”, Hürriyet, 15 Ekim 1993.

portresini çizme ihtiyacı hissetmesi bir anlamda vatanseverliğin doğuştan gelmediğinin, her nesilde yeniden öğrenilmesi gere­ ken bir “meziyet” olduğunun örtülü bir itirafı gibidir. Kutsal milli savaşlar listesine “iç güvenlik” adı altında yeni bir savaş ekleniyor. Fakat devletin yukarıdan yapacağı çağrılar ve üreteceği söylemler tek başına yeterli değildir. Şehitlik feno­ meninin yükselişi ve günlük yaşamın hemen her alanına giren bir kült halini alması çok daha karmaşık ve çok yönlü bir sü­ reçtir. Devlet de bu durumun farkındadır ve yürütmekte oldu­ ğu savaşın meşruiyetini tartışma dışı bırakmak için, Milli Gü­ venlik Kurulu’nun tanımlamasıyla, “devletin varoluş nedeni­ ne göre oluşup, milli menfaatler çizgisinde gelişen”55 en uy­ gun kamuoyunu oluşturmaya çabalar. Başka bir deyişle, sava­ şın toplumun günlük yaşamının içine zuhur ettirilmesi ve böylece devletin savaş gündemine uygun bir genel irade üretimi öngörülür. Toplumsal hayatın savaşı içselleştirmesi ve şehit kültünün güçlenmesi savaşın en önemli meşruiyet ayağını oluşturur. Bu konuda sadece ordu değil, devletin diğer kolları da etkin çalış­ malar yürütürler; özellikle de kültür üretimine yönelik alan­ lar bunun başında gelir. 1990’lı yıllar bu alandaki çabaların ar­ tış gösterdiği bir dönemdir. Örneğin T.C. Kültür ve Turizm Ba­ kanlığının asker mezarlıkları ve savaş anıtları inşası çalışmala­ rı bu dönemde yoğunlaşır: Mukaddes vatan topraklarımızın savunulması uğruna canla­ rın seve seve fedâ eden aziz şehitlerimizin hâtıralarım yaşat­ mak, ruhlarına fatiha okuyabilecek mekânlar yaratmak, yeni nesillere vatan-millet sevgisi aşılamak amacıyla Kültür ve Tu­ rizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Müdürlüğü’nce 1991-1995 yıl­ lan arasında 10 şehitlik yaptırılmıştır. Bu şehitlikler, yakın dö­ nem Türk tarihinde Balkan, I. Dünya, İstiklâl savaşlarında şe­ hit düşen subay ve erlerimizin aziz hâtıralarına duyulan saygı­ yı ifade etmektedir. 55

Milli Güvenlik Kurulu, Devlet’in Kavram ve Kapsamı, Ankara: Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği, 1990, s. 245.

Dünya Savaşı’nın dönüm noktası olan Çanakkale deniz ve kara muharebelerinde ölen İngiliz, Fransız, Anzak (Avustralya-Yeni Zelanda) askerleri için Gelibolu Yanmadası’nda ba­ kımlı, güzel şehitlikler mevcutken 2 5 3 .0 0 0 şehidimiz için 14 adet, sütundan ibaret anıt mahiyetinde şehitliklerimiz vardı. Bu üzücü durum, ortadan kaldırılmış, yabancı şehitliklerden

daha güzel, daha anlamlı şehitlikler yaptırılmıştır. Diğer yan­ dan, Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde dünya tarihinde ör­ nek bir bağımsızlık mücadelesi vererek Türk İstiklâl Savaşı’nı kazanıp Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk milletinin cephede-cephe gerisinde asker-sivil yaklaşık 137.000 şehidi için de yüz ağartıcı şehitliklerimiz yoktu. Bu eksiklik de yapılan şehit­ liklerle giderilmiştir. Balkan, I. Dünya, Çanakkale, İstiklâl Savaşı Şehitlikleri her yıl çok sayıda ziyaretçi tarafından gezilmektedir. Genel Mü­ dürlüğe gönderilen mektuplardan halkın memnuniyeti öğre­ nilmektedir. Özellikle; şehitliklerde yurdun dört bir köşesinden şehit mezarı bulunması dikkati çekmekte, şehitliklerimiz mil­ lî birlik ve beraberliğimizin birer belgesi sayılmaktadır.56 (Vur­ gular bana ait)

Savaş anıtları ve meçhul asker mezarları şehit kültünün inşa­ sında önemli bir yere sahiptir. Yurttaşların uğruna hayatlarını kaybettikleri “kutsal” değerlerin cisimleşmiş halidir bu mezar­ lar ve anıtlar. Ölen askerler tek tek bireyler değil, kolektif ru­ hun somutlaşması olarak devletin ve genel iradenin temsilcisi olan bir bütün olarak sunulur ve devletin yurttaşlarım ölmeye çağırma hakkını teyit ederler.57 Bir sembol olarak şehitliğin gü­ 56

Kültür ve Turizm Bakanlığı web adresi için bkz. http://www.kultur.gov.tr/TR/ BelgeG oster.aspx?F6E10F8892433CFFA A F6A A849816B2EFBB8F8F00F06 41BDC. Bu dönemde yapılan 10 şehitlik yapılış sırası ile şöyledir; Çanakkale Şehitliği, Çanakkale Yahya Çavuş Şehitliği, Kütahya Dumlupınar Kurtuluş Sa­ vaşı Şehitliği, Çanakkale 57. Alay Şehitliği, Afyon Büyük Taarruz Şehitliği, Af­ yon Yüzbaşı Agâh Efendi Şehitliği, Edime Balkan Şehitliği, Adana Pozantı Çamalan Birinci Dünya Savaşı Şehitliği, Çanakkale Sığındere Sargı Yeri Şehitliği, Afyon Çiğiltepe Şehitliği.

57 Jay Winter, Sites o f Memory, Sites o f Mourning, Canto Edisyonu, Cambridge: Cambridge University Press, 1998, s. 94.

cü şehitlerin fedakârlıklarının ve miraslarının kamusal alanda ve hafızalarda yer bulmasına bağlıdır. Mezarlar milli toprakla­ rın kutsallığının, anıtlar da milli şerefin sembolü olarak kamu­ nun gözü önünde tutulduklan sürece şehitliğin anlamı devam edecektir. Yani kültün var olabilmesi için sembollerinin yurt­ taşlar tarafından görülür ve dokunulabilir olması gerekir.58 Me­ zarlıklar şehit kültünün merkezidir. Bu nedenle Kültür ve Tu­ rizm Bakanlığı, verili savaş ortamında, şehitliğin geçmiş mira­ sını yeniden keşfe yönelmiş ve özel olarak da ulus devletin ku­ rucu savaşlarını ön plana çıkarmıştır. Tarihî savaşlann anıtları ve asker mezarları birer meçhul as­ ker anıtıdır, yani boş mezarlardır (cenotaph). Burada önemli olan orada birilerinin gerçekten gömülmüş olması değil, me­ zarın temsil ettiği şeydir. Ulus devletin birlik, eşitlik gibi so­ yut idealleri bu mekânlarda, savaşta ölen askerlerin semboliz­ mi üzerinden somutlaşır. Yaşarken ulaşılamayan eşit yurttaşlık statüsü ölüm üzerinden kendi gerçekliğini kazanır.59 Aşağıdaki alıntı Türkiye’de meçhul asker anıtlarına ve mezarlarına yöne­ lik yaygın algıya iyi bir örnektir: Sonradan adının Hastanebayın olduğunu öğrendiğim tepenin üstünde boyalı taşlardan yapılmış dev bir asker kabartması vardı. Yanında da “Dur Yolcu” yazıyordu. Onu görünce durup bakmamak var mı? Babama, “Bu asker, Seferşah dede mi?” di­ ye sormuştum. Babam önce gülümsemiş, sonra da “Hayır” de­ mişti. “Bu gördüğün asker, meçhul asker... Kabartma, burada ölen 253 bin askerin anısına yapılmış...” Seferşah dede, 18 ya­ şındayken gittiği cephede şehit olduğu için Çanakkale’ye ayak bastığımızda kendimi sanki bir yakınımızın evindeymiş gibi hissetmiştim. [...] Çanakkale Zaferi’ni kutladığımız 18M art’lar yaklaşırken, dönüp dönüp savaşın muhteşem öyküsünü oku­ dum. Mustafa Kemal’lerin, Haşan Mevsuflann, Nusret Mayın Gemisi’nin, meçhul askerlerin yazdığı destanı satır satır ezber-

58

George L. Mosse, Fallen Soldiers: Reshaping The Memory o f The World Wars, 1. baski, New York: Oxford University Press, 1991, s. 80.

59

A.g.e., s. 95.

ledim. [...] Ulusal birlik ve beraberliğimizin simgesi olan abi­ deye doğru giderken, içim çocukluğumdan kalma bildik bir ürpertiyle doluydu. [...] Vatan uğruna omuz omuza çarpışan 253 bin kahramanımızın ruhu şâd olsun. Çanakkale geçilmez ve bu ulus, onları hiçbir zaman unutmaz... Vatan size minnet­ tardır aziz şehitlerimiz.60

Uğur Dündar’ın Çanakkale Şehitleri Anıtı’nı konu alan bu köşe yazısı, savaş anıtlarının ulusal birlik ve eşitlik semboliz­ mini açıkça göstermektedir. Bu ve bunun gibi mekânlar birer sembol olmanın ötesinde işlevlere de sahiptir. Bir temalı park olarak yeniden inşa edilen bu eski savaş alanları yurttaşlar için birer toplanma ve yas tutma mekanıdır. Milletin geçmiş yıllar­ daki savaşlarının “şan ve şeref dolu” hafızası kitaplardan çok buralarda öğrenilir ve öğretilir. Cami, kilise, sinagog tarzı din­ sel ibadet yerleri gibi savaş mezarlıkları ve anıtları da milliyetçi­ liğin ibadet yerleridir. 18 Mart Şehitler Günü61 gibi zamanlarda yurttaşlar anıtlar ve mezarlar çevresinde bir araya gelir ve milli bir ritüel icra edilir. Böylece kitlelerin toplandığı düzenli seramonilerle şehit kültü sürekli hatırlatılır ve milli görev vurgusu yapılır.62 Askeri mezarlar ve anıtlar çevresinde toplanma işlemi bir çeşit milli hac görevidir. Toplum burada milli birlik ideali­ ne, yani bir anlamda kendisine tapar ve onu (kendisini) yücel­ tir.63 Savaşı yansıtan unsurların ön plana çıkarıldığı bu mekân­ lara yönelik “kahramanlar turizmi” teşvik edilir. Milletin her bir üyesinin hayatında bir kez olsun buralara uğraması ve ha­ yatını feda eden askerlerin erdemlerini içselleştirmesi vaaz edi­ 60

Uğur Dündar, “Bir Çanakkale Öyküsü”, Hürriyet, 19 Mart 1995.

61

27 Haziran 2002 tarihinde 4768 sayılı kanunla Çanakkale Savaşı zaferi olarak kutlanan gün “18 Mart Şehitler Günü” ilan edilmiştir.

62

Mosse, Fallen, s. 92-93; ayrıca bkz. Winter, a.g.e.\ Bruce C. Scates, “Manu­ facturing Memory at Gallipoli”, War Memory and Popular Culture: Essays on Modes o f Rem em brance and Comm emoration, der. Michael Keren, Holger H. Herwing, North Caroline: McFarland & Company, 2009.

63

Bkz. Ernest Gellner, Uluslar ve Ulusçuluk, çev. Büşra Ersanh, Günay Göksu Ûzdogan, 2. baskı, İstanbul: Hil Yayınlan, 2008, s. 139; George L. Mosse, The Nationalization o f the Masses: Political Symbolism and Mass Movements in Ger­ many from the Napoleonic Wars through the Third Reich, 3. baskı, Ithaca: Cor­ nell University Press, 1996, s. 2.

lir. Bu doğrultuda okullar öğrencilerini bulunduklan bölgede­ ki en yakın tarihî şehitliğe en az bir kere götürür ve mümkün olursa, milli savaşların en kutsalı, Çanakkale’ye de bir tur dü­ zenlerler.64 Milliyetçi, militarist kültür üretimi bu süreçte ken­ dini açıkça göstermektedir. Milli tarih yazımının yeniden üret­ tiği savaş hafızası yeni nesillere bu yollarla aktarılır. Modemite çağında hafıza, kimliğin önemli bir unsurudur ve milletin üyelerinin bireysel olarak sahip olmadığı ama millete mal edilen hafızayı edinmesi beklenmektedir. İşte bu kutsal sa­ vaş mekanlarında, şehit kültü üzerinden yaratılan imgeler ile savaşı doğrudan deneyimlemeyen yeni kuşak yurttaşlar milli hafızalarına “kavuşurlar”; hatta hiç tanımadıkları ve yakınlık­ ları olmayan şehit askerlerle hayalî bir akrabalık ilişkisi (fictive/ adoptive kinship) kurarlar.65 Böylece tarihsel devamlılığı olan, organik bir toplumun parçası olma hissi de yaratılmış olur ve devletle olan kader birliklerini öğrenirler. “Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır!” Şehit askerin ai­ lelerine verilen şeref madalyasının üzerinde yazan bu sözler gerçekliğe yansımasını asker mezarlarında bulur. O mezarla­ rı ziyaret eden herkes buna şahitlik eder. Nurettin Topçu, Ko­ re Şehitleri üzerinden konuşsa da, yurttaşların 1990’larda de64

T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı'nm 1991-1995 arası dönemde pek çok proje­ sinden biri olan Çanakkale Şehitleri Anıtı’nın yapımı diğer anıt ve şehitlikler­ den farklı olarak geniş bir zamana yayılmıştır. Projesi 1944’de yarışmayla se­ çilmiş, 1952’de yapımına karar verilmiş ve 1954’te temeli atılmıştır. 1960 yı­ lında da anıtın açılışı yapılmış fakat bugünkü halini yıllar içinde yapılan deği­ şiklerle almıştır. Örneğin anıtın ayaklarındaki kabartmalar 1999’da, tavanın iç kısmındaki seramik Türk bayrağı ise 2004’de yapılmıştır. Bu da göstermekte­ dir ki, şehitliklerin en kutsal kabul edileni ve kamuoyunda en görünür olanı Çanakkale Şehitliği’nin popülaritesi yakın zamanlarda yükselmiştir. Geniş bir zaman dilimine yayılan ve oldukça çalkantılı geçen yapım sürecindeki her adı­ mın konjonktürel olarak önemli olduğunu düşünüyorum. Çok partili siyase­ te geçiş sürecinde canlandırılan Çanakkale “efsanesinin” bir sonraki sıçrama­ sının Kore Savaşı’na denk gelmesi rastlantı olamaz; aynı 1990’larda restoras­ yonuna başlanması ve müze-mezar konseptinin geliştirilmesinin iç savaş sü­ reciyle çakışmasının bir rastlantı olmadığı gibi.

65

Winter, a.g.e., s. 15; ayrıca bkz. Dan Todman, “The Ninetieth Anniversary of the Battle of the Somme", W ar Memory and Popular Culture: Essays on Modes o f Remembrance and Commemoration, der. Michael Keren ve Holger H. Herwing, North Caroline: McFarland & Company, 2009.

neyimlediği bu şahitlik pozisyonunu net bir şekilde açıklamak­ tadır: Her devirde olduğu gibi, şehitler sade fanî bir destanın satırla­ rına gömülmemelidir. Bizim şimdi bir şeyler yapmamız lâzım­ dır. Siz yemin etmek için burada toplandınız. Yemin edeceksi­ niz; yemin edeceksiniz ki Kore’de şehit olanlar boş yere ölme­ diler. Onlan ebedi yapan mukaddesatın bizler kefiliyiz ve bun­ dan sonra kefili olacağız. Onlar azametli tarihin, Alparslanların, Yavuzların ve Gazi Osmanların kendilerine teslim ettiği mukaddes vazifeyi aslanlar gibi yaptılar; biz de aslanlar gibi, bu hayatın dâvası, ideali uğrunda çarpışacağız.66

Doksanlı yılların yeni fenomeni: Şehit cenazeleri

Clausewitz savaşın “politik amacı[nm], yalnız, harekete ge­ çirdiği yığınların (kitlelerin), düşünceleri üzerinde yaptığı et­ ki bakımından” ölçülebileceğini söyler.67 Doksanlı yıllar tam da bu tanımlamaya uygun olarak, savaşın politik amaçları ve kitle ilişkisinde yeni bir fenomenin yükseldiği ve yerleşikleştiği dönemdir: şehit cenazeleri. TSK’nın PKK ile girdiği çatış­ malarda yaşamını yitiren askerlerin cenaze törenleri, yurttaşın savaşla kurduğu ilişkide bambaşka bir kamusal tezahür orta­ ya çıkarmıştır. Askerliği sırasında ölen kişilere, ailesi karşı çık­ madığı sürece, TSK resmî askeri tören düzenler ve onları as­ kerî mezarlığa defneder. Buraya kadarı modem devletlerin ola­ ğan prosedürüdür. Asıl yeni olan ise bu askerî törenlere katı­ lan ve ölen kişi ile hiçbir akrabalığı, tanışıklığı olmayan kitle­ lerin törene katılımıdır. Örneğin 1991 yılında çatışmada ölen dört erin Kayseri’deki cenazesine, bir futbol maçı öncesi top­ landığı söylenen, 10 bin kişilik bir katılım olmuştur.68 Benzer şekilde 1993’te Çankırı'da bir jandarma erinin cenazesine yine 10 bin kişi katılmıştır.69 Doksanlı yıllar boyunca bu tip örnek­ 66

Topçu, a.g.e., s. 12-13.

67

Clausewitz, a.g.e., s. 26.

68

“Bu Fotoğrafa Dikkat!”, Hürriyet, 29 Ekim 1991.

69

“Şehitleri Kalbimize Gömdük”, Hürriyet, 2 Temmuz 1993.

lere sıkça rastlamak mümkün. Gazete haberlerinin verdiği ra­ kamların doğruluğu tartışılır olsa da, pek çok örnekte gözlem­ lenebildiği üzere son derece geniş kitlesel katılımlar söz konu­ sudur ve bunlar artık salt birer cenaze değil, son derece organi­ ze kitlesel eylemlerdir. Farklı zamanlarda, farklı şehirlerde yapılan kitlesel katılımlı şehit cenazelerinin birtakım ortak özellikleri ve etkileri vardır. Birinci olarak, şehit cenazeleri savaşın dehşeti ile “şerefi” ara­ sında hafızanın yanldığı noktada duruyorlar. Bir çeşit kamusal teselli sunumu olarak şehitliğin şan ve şerefi ön plana çıkarılı­ yor.70 Dehşet imgesi ise olabildiğince geri plana itiliyor ve onun yerine öfke, kin ve lanet okuma gibi imgeler ön plana çıkıyor. PKK ile girilen bir çatışmada hayatını kaybeden bir askerin kar­ deşinin sözlerinde bunu gözlemek mümkün: “Teröre lanet ol­ sun, insanlık düşmanlarını Allah kahretsin. Tek tesellim, kar­ deşimin vatanı uğruna şehit olması.”71 Savaşta ölmenin ve fe­ dakârlığın anlamlılığı üzerine inşa edilen kült bu cenaze eylem­ lerinde güncel varlığını bulmaktadır. Birer evlat, eş, baba ya da kardeş olan kişisel kayıplar kitlesel cenaze ile kamusal fedakâr­ lar haline getiriliyor.72 Ölümler böylece millileşiyor ve ölen ile yaşayanlar bir araya gelerek genel iradenin aktif bir temsilini sunuyorlar. Şehitlik mertebesinin soyut ölümsüzlük vaadi de bu cenaze törenlerinde kamusal somutluk kazanır: Anma törenleri ölümün bir son olmadığının birer provasıdır. Bunlar aynı zamanda, en azından bir süre için, bireysel sürek­ sizliğe üstün gelme vaadi olarak toplumun sürekli varoluşunu temsil eder. Bedensel ölüm anım toplumsal ölüm anından ayı­ rır, toplumsal ölümü bedensel ölümden bağımsız kılar ve yal­ nızca toplumsal ölüme sonluluk konumu tanır. Ölümsüzlük düşüne biçim verirken, ölümlülük korkusunu toplumsal bağ­ lılığın hizmetine sunar.73

70

Mosse, Fallen, s. 6-7.

71

“İkizleri PKK ayırdı”, Hürriyet, 15 Ağustos 1993.

72

Mosse, Fallen, s. 36.

73

Bauman, a.g.e., s. 75.

İkinci olarak, şehit cenazeleri, Yael Navaro-Yashin’in Faces o f the Stafe’de ele aldığı asker uğurlamaları bağlamında işaret ettiği­ ne benzer şekilde, devletin övüldüğü, yüceltildiği ve somutlaştı­ ğı birer saygı gösterisidir.74 Katılımcıların taşıdığı Türk bayrak­ ları, “şehitler ölmez, vatan bölünmez”, “kahrolsun PKK”, “aske­ re uzanan eller kinisin”, “dişe diş kana kan, intikam”, “gönüllü askeriz, silah isteriz”, “ordu-millet el ele” gibi standartlaşmış slo­ ganlar ve cenazeye katılan askerlerin alkışlanması bu saygı göste­ risinin sık karşılaşılan örnekleridir.75 TSKnın devlet içindeki ay­ rıcalıklı konumu ile salt tepeden inşa edildiği düşünülen milita­ rizm tam da bu noktada sokaklarda yeniden hayat bulur. Devle­ tin savaşkanlık kapasitesi ve savaşın meşruiyeti açısından milita­ rizmin bu kültürel ve ideolojik yeniden üretim süreci hayati öne­ me sahiptir. Sıradan insanların “milli davayı” sahiplenmesi, ona inanması gerekir. Aksi takdirde savaş kamusal alanda meşruiyet zeminini kaybeder ve şehidik olgusu çatırdamaya başlar. Tam da yakın bir dönemde oğullan zorunlu askerliği sırasında Lüb­ nan’da ölen şu anne ve babanın sözlerinde olduğu gibi: [Baba] ‘Çocuk benim çocuğum, çocuğumu bu vatana helal et­ miyorum [...] Benim oğlum şehit değil. Benim oğlum Çanak­ kale’de savaşmadı, İnönü’de savaşmadı, Anafartalar’da savaş­ madı. Benim oğlum ne olduğu belirsiz bir savaş içinde hiç uğ­ runa öldü. Ne için öldüğü belli değil. Yazık değil mi bu ülke­ ye. Lübnan yerine Kandil Dagı’na asker gönderin. Bu siyasiler Lübnan’a asker gönderirse, iki elim yakalannda olsun.’ [Anne] ‘Bisiklete bile bindirmedim kaza yapacak diye. 3 gün eğitim verip de eline silah tutup çatışmaya gönderilmez. Be­ nim oğlumun süper İngilizcesi, bilgisayan vardı. Lübnan’a as­ ker gönderecek yasaya imza atanlar, oraya kendi çocuklannı göndersinler.’76 74

Yael Navaro-Yashin, Faces o f the State: Secularism and Public Life in Turkey, New Jersey: Princeton University Press, 2002, s. 119.

75

Sırasıyla bkz. “Elazığ’da hazin tören”, Hürriyet, 4 Temmuz 1993; “PKlCya bü­ yük öfke”, Hürriyet, 13 Eylül 1992; “Muş’ta 8 bin kişi PKlCyı kınadı”, Hürri­ yet, 16 Kasım 1993.

76

Hüseyin Toy, “Şehitlerim iz...”, Künye D ergisi, No. 2, 2006, s. 47-48; Kün­ ye Dergisi Türkiye Harp Malulü Gaziler Şehit Dul ve Yetimleri Dernegi’nin

Bu örnek iki şeyi çok açıkça göstermektedir. Birincisi, yurt­ taşlar savaşın gerekliliğine ikna edilemediği noktada askerin ölümü de kutsallık hâlesini kaybeder ve anlamsızlaşır. İkinci­ si ise, 1980 sonrası Türkiyesi’nde şehit kültü çok büyük oran­ da “terörle mücadele” ekseninde yükselmiştir ve hatta onunla özdeşleşmiştir. Savaşın ve devletin kutsandığı şehit cenazelerine sadece sıradan yurttaşlar katılmaz, aynı zamanda devlet erkânı ve TSK’nm komuta kademesinden de kişiler katılır. Üst düzey katılımcıların törene kattığı anlam kitlelerinkinden farklıdır. Kitleler şehide kamusallığını kazandırırken, bürokratlar ve komutanlar devlet düzeyinde resmiyetini kazandırırlar. Böylece modern şehitlik ritüeli bütünlüğünü kazanır; devlet ve si­ vil toplum ele ele vererek vatan, millet ve devlet uğruna ölü­ mü yüceltirler. Ritüele son noktayı koymak da ölen askerin ai­ lesine kalmaktadır: “Ben şehit anasıyım, ağlamayacağım. Yüre­ ğim vatan hainlerine hınçla, kin ve öfkeyle dolu”; “[şehit eşi] Mustafa’nın bıraktığı yerden devam etmek istiyorum. Ne olur beni de askere alın”; “[şehit babası] Vatan millet sağolsun. Ye­ ter ki Türk Bayrağı dalgalansın. 5 oğlumdan biri vatanıma fe­ da olsun.”77 Böylece askerin savaşta ölmesi bireysel fedakâr­ lık olmanın yanında ailenin de fedakârlığı haline gelir. Başka bir deyişle, cenazeler ideal Türk yurttaşlığının sergilendiği bi­ rer sahnedir. Şehitliği kutsayanlar, şehit olmayı arzulayanlar ve şehit yakını olmanın gururunu taşıyanların bir araya geldi­ ği alanlardır. Militarizmin yeniden üretildiği ve idealize edil­ diği her şehit cenazesinde devlet derin bir nefes alır ve kendi­ ne olan güvenini tazeler. Çünkü devlet tasavvur ettiği milita­ (TÛMŞAD) Bursa Şubesi’nin düzensiz olarak çıkardığı bir dergidir. Kimin şe­ hit olduğu, kimin olmadığı üzerine bir takım tartışmalar 1990’lı yıllarda da ya­ şanmıştır ve bir miktar basında yer bulmuştur; örneğin bkz. “Somali şehidine tazminat yok", Hürriyet, 30 Eylül 1993; “Şehit eşine ‘müstehak değilsiniz’ ya­ zısı...”, Hürriyet, 10 Haziran 1994. Tartışmaların en önemli kaynağı yasal mev­ zuattaki “terör şehidi” olan ile olmayan ayrımının yarattığı bazı sosyal sigorta ve emekli maaşı farklılıklarından kaynaklanmaktadır. 77

Sırasıyla; “Şehider, gözyaşları içinde toprağa verildi”, Hürriyet, 28 Ekim 1991; “PKICya Büyük Öfke”, Hürriyet, 13 Eylül 1992; “Şehitlerimiz toprağa verildi”, Hürriyet, 24 Mart 1995.

rist toplumsal formasyonun bir davranış normu olarak sergi­ lendiğini görmek ister: Askerin toplumla özdeşleşmesinde amaç [...] halkm ve yöneti­ cilerin, silahlı kuvvetlerin lâyık olduklan değerin bilincini ta­ şımaları ve onlann toplumun ayrılmaz, gerekli, fedakâr bir bö­ lümü olduğunu kabul etmeleri ve bu gerçeğe göre davranmalannın sağlanmasıdır.78

Tarihî savaşların anıtlarında yapılan törenler gibi güncel şe­ hitler için yapılan cenaze törenleri de savaşın günlük hayatın içine zuhur etmesinin etkili bir aracıdır. Bu şekilde devletin yürütmekte olduğu savaşın gerekleri yurttaşların birincil gün­ dem maddesi olarak var olmayı sürdürebilir. Ayrıca bu cenaze törenleri savaşın meşruiyetinin ölçüsü olmanın yanında kayna­ ğıdır. Ölen her bir asker uğruna savaş yapılan değerlerin kut­ sallık hanesine eklenmiş birer artıdır. Yani, yurttaşlar vatan ve devlet kutsal olduğu için fedakârlıkta bulunmalıdır ve onlar fe­ dakârlıkta bulundukça vatan ve devlet kutsallık kazanır. Şehit kültü bu şekilde karşılıklı birbirini destekleyen bir sürecin için­ de oluşur. Ne zaman ki savaş meşruiyetini kaybeder ve sıradan insanlar fedakârlıkta bulunmak istemez, o zaman şehitlik kültü kendini yeniden üreten dinamiğini kaybeder ve çöker. Sonuç yerine Dinsel kökene sahip bir kavram olarak şehitlik kavramı tarih­ sel olarak bu çalışmanın kapsamından çok daha gerilere götürülebilir. Fakat bu çalışmada hedeflenen kavramının geçmişini değil, ulus devletler çağındaki kullanım alanlannı incelemek­ ti. Özel olarak Türkiye örneğinde şehitlik mefhumunun dinsel alandan milli alana ne şekilde aktarıldığı ve ne tür bir işlevsel­ liğe sahip olduğu üzerinde duruldu. Temelde Tanrı ve belli bir dinsel inanç adına inananın fedakârlığı olan şehitlik kavramı, ulus devletin inşası sürecinde dönüşüm geçirdi. Modem çağın iktidar kaynağı millet, şehitliğe kendine özgü yeni bir görü­ 78

Milli Güvenlik Kurulu, a.g.y., s. 154-155.

nüm verdi. Fedakârlığın kaynağı evrensellik iddiasından kop­ tu ve bölgesel (teritoryal) bir iktidar merkezine yönelik yeni bir kaynağa dayanır oldu. Yeni sofuluk hali de artık milliyetçiliğe ve milletin egemenlik tarzı olan ulus devlete dayanır hale geldi. Modem ulus devletler açısından, yurttaşların tabi oldukları devlet ve onun ordusu ile kurduğu ilişki varoluşsal öneme sa­ hip bir konudur. Çoğu zaman soyut (hayalî) kalan bu ilişki­ de, şehitlik mefhumu yurttaşın aktif bir eylemliliğe girmesi ge­ reken nadir alanlardan biridir. Yurttaş ordularının kurulması ulus devletin en önemli yeniliklerinden biriydi ve devleti yurt­ taşlarla yeni bir ilişki tarzı kurmak zorunda bırakmaktaydı. Zo­ runlu askerlik uygulamasıyla yurttaşlar devletin aktif birer par­ çası haline geliyordu ve devletin göstereceği bir hedefle savaş­ maları bekleniyordu. Bu devlet tarafından öğretilmesi öngörü­ len ama aynı zamanda yurttaşlar tarafından da kabul görmesi gereken hassas bir noktaydı. Çünkü yurttaşlarından savaşma­ sını bekleyen devlet, aynı zamanda devlet için ölmelerini de ta­ lep etmiş oluyordu. Şehitlik olgusunun modern tanımı bura­ da devreye girdi. Milli kavramsal temeller üzerine oturtulmuş ve dinsel referanslarla güçlendirilmiş bir şehitlik kültü ile dev­ let, yurttaş ve savaş arasındaki bağ kuruldu. Özellikle savaş dö­ nemleri, sıradan insanların devleti kavrayış şeklinde hızlı dö­ nüşümlerin yaşandığı dönemlerdir ve şehitlik olgusunun kül­ türel ve siyasal hayattaki kültleşme süreci de bu dönüşümün oluşturduğu derin bir izdir. Bu iz takip edildiğinde ise, bütün bir toplumun nasıl da militarist kavram ve söylemler çerçeve­ sinde yeniden şekillendiğini izlemek mümkün olmaktadır. Zorunlu bir uygulama olarak dayatılan askerlik uygulaması ihtiyaç duyduğu rızayı devşirdiği oranda kutsal bir görev ola­ rak algılanır olmuştur. Ölen askerlerin cenazelerine katılan, 18 Mart gibi günlerde Çanakkale’ye ve diğer şehitliklere koşan in­ sanlar militarizmin aktif birer üreticisi konumuna gelmiştir. 1980 sonrası Türkiyesi’nde, bu dinamikler nedeniyle, milita­ rizmin salt devlet-sivil toplum ikiliğine dayanarak açıklanması mümkün gözükmemektedir. Aksine sıradan insanların devle­ tin yürüttüğü bir savaşı nasıl ve hangi yollarla sahiplendikleri­

ni de analiz etmek gerekir. Çünkü asker cenazelerinde gözlen­ diği gibi, birçok durumda devletin savaş dilini kullanan halk kitleleri kamusal görünürlük kazanmıştır. Fakat bu durum sar­ sılmaz bir bütünlük ve tutarlılık içermemektedir. Savaşın dev­ let ile yurttaşlar arasında inşa ettiği militarist ilişki bir dizi çeliş­ kiyi de bünyesinde barındırmaktadır. Bunun en temel sebeple­ rinden biri de, savaşın içeride yürütülüyor olmasıdır. Daha ön­ ce de belirtildiği gibi, egemen devletin asli faaliyetlerinden bi­ ri olarak kabul edilen savaşkanlık dışa karşı, yani diğer egemen devletlere karşı bir savunma veya saldın etkinliği olarak tasav­ vur edilegelmiştir. Oysa doksanlı yıllardan beri yaşanan bir iç savaştır. Bu da temel savaş tanımına uymayan durumların orta­ ya çıkmasına neden olmaktadır. Diğer bir deyişle, bu savaş ege­ menliğin bir kanıtı değil, aksine milli birlik ve egemenlik tezle­ rinin tehdit altında olduğunun göstergesidir. İç savaş süreci daha erken bir tarihte başlasa da, 1990’lı yıllar iç savaşın tüm şiddetiyle doruk noktasına ulaştığı yıllardır ve şe­ hit kültünün yükselişi de bu süreçle birlikte yeni bir anlam ka­ zanmıştır. Devlet inşası ile savaş arasındaki doğrudan ilişki, iç sa­ vaş döneminde açıkça görünür olmuştur. Tarihî savaşların yeni­ den keşfi, anıt ve mezarlık inşaları, anma törenleri ile savaş ha­ fızası kültür üretim sürecinin etkin bir parçası haline gelmiştir. Daha da önemlisi, devletin yukarıdan müdahaleleri ile üretmeye çalıştığı militarizm, aşağıda, sivil toplum alanında yeni bir üre­ tim sürecine girmiştir. Devletin PKK’ya karşı yürüttüğü savaş­ ta hayatını kaybeden askerlerin cenazeleri birer toplumsal ey­ lem alanı halini almıştır. Çanakkale Şehitleri Anıtı gibi yerlerde üretilen kavramlar ve idealler güncel yansımasını bu cenazelerde bulmuştur. Bu alanlardaki törenler ölenlere karşı manevi bir gö­ revden öte yaşayanlar için düzenlenen, toplumsal varoluş güveni telkin eden, birer ritüel olmuştur. Aynca asker ölümünün kamu­ sal sergileniş biçimi geride sağ kalan kitleler için “doğru” davra­ nış standardını belirlemekte ve kutsal milli değerleri söylem dü­ zeyinden kurtararak maddi birer delil niteliği kazandırmaktadır. Askerlik hizmeti ile yurttaşlık arasındaki bağlantı kısmi barış dönemlerinde gündemin geri planında kalabilmekteyken, söz

konusu savaş dönemi olduğunda yurttaş olabilmenin ana mad­ desi olarak görünürlük kazanmaktadır. Bu gibi savaş dönemle­ rinde yurttaşlık anayasal haklar ve özgürlükler çerçevesinden çıkarak tek bir noktaya, savaş ve askerlik konusuna odaklı ha­ le geliyor. Militarist bir form kazanan yurttaşlık, anayasal yurt­ taşlıktan çok temel bir noktada ayrılıyor. Anayasal yurttaşlık haklar ve özgürlükler üzerine inşa olunan bir yaşam vaadi içe­ rirken, militarist yurttaşlık toplumu savaşa çağırıyor ve ancak yaşamın feda edilmesinden sonra tam anlamıyla bir itibar vaat ediyor. Her ne kadar bu çalışma doksanlı yılları kapsıyorsa da, benzer süreçleri 2000’li yıllarda da gözlemlemek mümkündür. Elbette bunun asıl sebebi, doksanların sonunda savaşın bir dö­ nemi sona ermiş olsa da tamamen sona ermemiş olmasıdır. Be­ delli askerlik veya vicdani ret gibi konuların her gündeme geli­ şinde yaşanan tartışmalarda bu militarist yurttaşlık formülünü gözlemlemek mümkündür. KAYNAKÇA Akça, 1. (2010) “Ordu, Devlet ve Sınıflar: 27 Mayıs 1960 Darbesi Ömegi Üzerin­ den Alternatif Bir Okuma Denemesi", Türkiye’de Ordu, Devlet ve Güvenlik Siya­ seti, der. E. Balta Paker ve I. Akça, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayın­ lan, 351-406. Akseki, A. H. (1945) A skere Din Kitabı, 2. baskı, İstanbul: Diyanet İşleri Başkanlı­ ğı Yayınları. Altınay, A. (2004) The Myth o f the Military-Nation. Militarism, Gender, and Educati­ on in Turkey, New York: Palgrave Macmillan. Altınay, A. (2005) “Militarizm”, Kavram Sözlüğü, der. F. Başkaya, Ankara: Özgür Üniversite Kitaplığı, 351-366. Ankan, B. (1960) Ordu Psikolojisi, İstanbul: Anıl Yayınevi. Bauman, Z. (2000) Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri, çev. N. Demirdöven, 1. baskı, İstanbul: Ayrıntı Yayınlan. Björkman, W. (2007) “Şehid”, İslam Ansiklopedisi, der. A. Adıvar v.d., Cilt XI, 5. baskı, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, 389-391. Bora, T. (1995) Milliyetçiliğin K ara B ahan, 1. baskı, İstanbul: Birikim Yayınlan. Bröckling, U. (2008) Disiplin: Askeri İtaat Üretiminin Sosyolojisi ve Tarihi, çev. V. Atayman, 2. baskı, İstanbul: Aynntı Yayınlan. Clausewitz, C. (1991) Harp Üzerine, çev. H. F. Çeliker, 2. baskı, Ankara: Genel­ kurmay Basımevi. Cook, D. (2007) Martyrdom in Islam, 1. baskı, New York: Cambridge University Press.

Erker, Ş. G. (1939) Ordu Sosyolojisi Yolunda Bir Deneme, Cilt 1, İstanbul: yayın ye­ ri yok. Gedik, E. (2011) “Türkiye’de Şehit Annelerinin ve Şehit Babalannın Siyasi Katılı­ ma Farklı Bakış Açılan”, Toplum ve Bilim, No. 120, 91-108. Gellner, E. (2008) Uluslar ve Ulusçuluk, çev. B. Ersanlı ve G. G. Özdoğan, 2. bas­ kı, İstanbul: Hil Yayınlan. Giddens, A. (2008) Ulus Devlet ve Şiddet, çev. C. Atay, 2. baskı, İstanbul: Kalkedon Yayınlan. Hançerlioğlu, O. (2000) İslâm İnançları Sözlüğü, 3. baskı, İstanbul: Remzi Kitabevi. Hobsbawm, E. J. (2006) “Giriş: Gelenekleri İcat Etmek”, Geleneğin icadı, der. E. J . Hobsbawm ve T. Ranger, çev. M. M. Şahin, 1. baskı, İstanbul: Agora Kitap­ lığı, 1-18. Hobsbawm, E. J. (2006) 1 780’den Günümüze M illetler ve Milliyetçilik, çev. O. Akınhay, 3. baskı, İstanbul: Aynntı Yayınlan. Kantorowicz, E. (2005) “Orta Çağ Siyasi Düşüncesinde ‘Vatan İçin Ûlmek - Pro Patria Mori’”, Devlet Kuramı, çev. E. Öz, der. C. B. Akal, 2. baskı, Ankara: Dost Kitabevi Yayınlan, 109-125. Milli Güvenlik Kurulu (1990) Devlet’in Kavram ve Kapsamı, Ankara: Milli Güven­ lik Kurulu Genel Sekreterliği. Milli Savunma Bakanlığı (1998) Şehitlerimiz: Osmanlı-Rus, Osmanh-Yunan, Trablusgarp, Balkan, Birinci Dünya, İstiklal, Kore, Kıbrıs, İç güvenlik, Ankara: Mil­ li Savunma Bakanlığı. Mosse, G. L. (1991) Fallen Soldiers: Reshaping The Memory o f The World Wars, 1. baskı, New York: Oxford University Press. Mosse, G. L. (1996) The N ationalization o f the Masses: Political Symbolism and Mass Movements in Germany from the Napoleonic Wars through the Third Reich, 3. bas­ kı, Ithaca: Cornell University Press. Navaro-Yashin, Y. (2002) Faces o f the State: Secularism and Public Life in Turkey, New Jersey: Princeton University Press. Özcan, G. (2 010) “Türkiye’de Cumhuriyet Dönemi Ordusunda Prusya Etkisi”, Türkiye’de Ordu, Devlet ve Güvenlik Siyaseti, der. E. Balta Paker, I. Akça, İstan­ bul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınlan, 175-221. Ûzgüç, M. (1956) A skerlik Psikolojisi Ders N otlan, Ankara: Harp Okulu Basımevi. Poulantzas, N. (2006) Devlet, İktidar ve Sosyalizm, çev. T. İlgaz, 1. baskı, Ankara: Epos Yayınlan. Rousseau, J. J. (2008) Toplum Sözleşmesi, çev. V. Günyol, 3. baskı, İstanbul: Türki­ ye İş Bankası Kültür Yayınlan. Scates, B. C. (2009) “Manufacturing Memory at Gallipoli", W ar Memory and Popu­ lar Culture: Essays on Modes o f Remembrance and Commemoration, der. M. Keren ve H. H. Herwing, North Caroline: McFarland & Company, 57-75. Schmitt, C. (2006) Siyasal Kavramı, çev. E. Göztepe, 1. baskı, İstanbul: Metis Ya­ yınlan. Tilly, C. (2001) Zor, Serm aye ve Avrupa Devletlerinin Oluşumu, çev. K. Emiroğlu, 1. baskı, Ankara: İmge Kitabevi.

Todman, D. (2009) “The Ninetieth Anniversary of the Battle of the Somme”, W ar Memory and Popular Culture: Essays on Modes o f Remembrance and Commemo­ ration, der. M. Keren ve H. H. Herwing, North Caroline: McFarland & Com­ pany, 23-40. Topçu, N. (1959) Şehit, Istanbul: Milliyetçiler Demeği Neşriyatı: 9. Winter, J . (1998) Sites o f Memory, Sites o f Mourning, canto edition, Cambridge: Cambridge University Press. Young, N. (1984) “W ar Resistance, State and Society”, War, State and Society, der. M. Shaw, New York: St. Martin’s Press, 95-116. Yuval-Davis, N. (2007) Cinsiyet ve Millet, çev. A. Bektaş, 2. baskı, Istanbul: İleti­ şim Yayınlan. Süreli Yayınlar Hürriyet Gazetesi. Künye Dergisi. Elektronik Kaynaklar Kur’an, http://www.diyanet.gov.tr/kuran/ T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı resmi adresi, http://www.kultur.gov.tr

Askerin Önemini Öğretmek ya da Türkiye’de Profesyonel Ordunun İmkânsızlığı Üzerine M

urat

Belge

2010’a doğru, AKP hükümeti sırasında, “askerlik yapma” ko­ nusuna yeni bir biçim getirme tartışmaları yoğunlaştı. Şu anda da bu tartışmanın nereye varacağı, ne sonuç vereceği belli de­ ğil. Olaya ordunun bakışıyla hükümetin bakışı arasında cid­ di farklılıklar olduğunu tahmin etmek güç değil, zaten her ko­ nuya bakışta durum böyle. Ancak gidişatı belirli bir mesafeden gözlemleyenler açısından farkların ne olduğunu bilmek ve an­ lamak zor, çünkü somut bilgi çıkmıyor ve yayılan söylentilerin asılsız olma ihtimali yüksek. AKP iktidarının kurulmasından bu yana TSK ile sivil hükümet arasındaki ilişkilerin seyrini bir bütün olarak değerlendirdiğimiz­ de, özellikle 2010’un Ağustos ayından sonra, askerliğin nasıl bir sisteme bağlanması gerektiği konusunda, bu hükümetin başka bütün sivil hükümetlerden daha fazla söz sahibi olacağını tahmin edebiliriz. Ama burada dahi kesin bir şey söylenemez. TSK’nın “profesyonel ordu” önerilerine kesinlikle karşı ol­ duğu biliniyor çünkü birkaç kere en yetkili kişiler ağzından ke­ sinlikle telaffuz edildi. Aynı şekilde “bedelli” denilen uygula­ maya da TSK yanaşmak istemiyor. TSK’nm önerisi olarak ba­ sma yansıyan taslak yedek subaylığı da kaldırarak askerliği tek tip haline getiriyordu. Bunu da hükümet uygun bulmadı.

Bir yandan “kaçak” durumunda çok kişinin bulunduğu ve bu sayının gittikçe arttığı biliniyor. Bu her zaman olan, bilinen bir durumdu, ama şu dönemde burada yıllardır süren ve gitgi­ de daha çok asker ölümüne yol açan PKK savaşının öncelikle etkili olduğunu herhalde herkes kabul edecektir. Dünya devletleri, 18. yüzyıl sonunda, Devrim ertesinin ko­ şullarında Fransa’da başlatılan “Herkese Askerlik” (Universal Conscription) sistemini benimsemiş ve pek çok ülke bunu uy­ gulamaya başlamıştı. Amerika Birleşik Devletleri, Vietnam Savaşı’nda, öncelikle çok kayıp vermenin yarattığı sarsıntılar (en başta, savaşmayı reddedenlerin çoğalması) sonucunda, “pro­ fesyonel ordu” çözümüne yöneldi. Amerika’daki bu toplum­ sal duygunun orayla sınırlı kalmayıp bu çağın belirli toplumlannın genel ruh halini yansıttığı anlaşılınca başka Batılı ülke­ ler de onu izledi. Ama TSK, kendi zihniyetine ve geleneğine uy­ gun biçimde, Kürt sorununun askerî yöntemle çözülmesi poli­ tikasının bir uzantısı olacak şekilde “profesyonel” orduyu red­ dediyor ve herkesin askerlik yaptığı bugünkü sistemi takviye etmek istiyor. Bunlar olurken, çok az sayıdaki “vicdani red” hakkının ta­ nınması için mücadele veren insanlara karşı da çok ağır bas­ kı uyguluyor. Niçin böyle olduğunu anlamak için, konunun başlangıcına, yeni devletin kuruluşuna kadar gitmek gerekiyor. Osmanlı’nm son demlerine göz atmanın da yaran var, ama bu konuyu nes­ nel bir perspektif içinde görebilmek için Cumhuriyetle başla­ manın yeterli olacağını düşünüyorum. Cumhuriyet, dünya savaşı yenilgisinin arkasından, Wilson’m “Milletlerin kendi kaderini belirlemesi” yönünde yarat­ tığı (eski çokuluslu kara imparatorluklarının çöktüğü bir çağ­ da) yeni “ulus-devletler” ortamında, Anadolu’da toprak tale­ binde bulunan Yunanistan’a karşı verilmiş başarılı bir savaş so­ nucunda kuruldu. Yunanistan dışındaki toprak talepleri (Er­ meni, Kürt talepleri veya İtalya, Fransa gibi “savaş galibi” ülke­ lerin Türkiye topraklarına yerleşme niyeti) aynı derecede cid­ di değildi, aynı ölçülerde bir güce de sahip değildi. Savaşı kaza­

nan ordu o günün koşullarında toplumdaki tek örgütlü güçtü ve bu başarıdan sonra yeni devletin kurulmasında onun belirle­ yici olması doğaldı. Bu “kuruluş” sürecinde ordu bizzat bir rol üstlenmedi (zaten kuruluşun önderleri ordunun en üst komu­ tanlarıydı), ama gerekli fiziksel gücü o sağladı. Osmanlı devle­ tinin çöküntü yıllarında yetişmiş ve Kurtuluş Savaşı yıllarında Mustafa Kemal’in yanında bulunmuş, birçoğu İttihat ve Terak­ ki deneyiminden geçerek buraya gelmiş küçük bir intelligentsia kadrosu da kuruluş sürecinde ikincil denebilecek (çünkü bir muhalefet veya eleştiri güçleri yoktu) bir rol oynadı. Ancak, ön planda böyle okumuş yazmış kişilerin bulunması, yeni kurulan bu Cumhuriyet’in temelde askere dayanan, dolayısıyla “milita­ rist” bir Cumhuriyet olmasını değiştirmiyordu. Bu aşamada “militarist” demek yersiz olabilir; çünkü milita­ rizmden “askerin önemli olduğu bir rejim” anlamak pek doğ­ ru bir şey değildir. Her toplum için, her zaman, “asker, önem­ lidir”. “Militarizm”, bütün toplumun askerin ilkeleri, kuralla­ rı, değerleri ve ideallerine göre yeniden örgütlenmesidir. Kuru­ luş yıllarının egemen ruh hali bu değildi. Tarih, medeniyet gi­ bi alanlarda yapılan çalışmalarla “yeni bir ulus yaratma çabası” önde geliyordu. Ama bu yapının ayakta durmasını, devam et­ mesini, fiziksel varlığıyla sağlayan Ordu’ydu. Çok-partili rejime geçmek süreçte önemli değişimler yarat­ tı. 1950’de “yeni” partiye seçimle kaptırılan iktidarı sadece on yıl sonra, 1960’ta, Ordu geri aldı. Asıl bundan sonra “milita­ rizm” denebilecek yasal-kurumsal tedbirler alındı. 27 Mayıs’la birlikte, “kötü niyetli” hükümetlerin ülkeyi Atatürk ilkelerinin gösterdiği doğrultudan (bu, neyse!) uzaklaştırması durumun­ da Ordu’nun müdahale edip yön düzeltmesi yapması, yazısız ama geçerli bir yasa, hatta “Anayasa” kuralı olarak Türkiye’nin siyasi hayatına girdi. “Yazısız” olduğu halde perçinlenebilmesi için ciddi “ideolojik” müdahale gerekiyordu. 27 Mayıs’tan baş­ layarak, kurum olarak Silahlı Kuvvetler’in toplum içinde varo­ luş tarzının çeşitli teminatlar altına alınmasını sağlayacak çe­ şitli düzenlemeler yapıldı: OYAK bunların başında gelir. Or­ du’ya eleştiri yöneltmeyi bir “suç” haline getiren yasal değişik­

likler incelenebilir. Ordu mensuplarının birçok davranışları­ nın sivil yargıdan “askerî yargı”ya aktanlması ve bunun yarat­ tığı iki başlı “sistem” incelenmelidir. Bunların yanı sıra emekli generallerin kural olarak büyük şirketlerin yönetim kurulları­ na üye olmaya davet edilmeleri gibi gene bir yazılı temeli olma­ yan teamüllerin oluşması da yaratılan bu yeni atmosferin ma­ hiyeti hakkında bir şey söyler. 27 Mayıs’la başlayan bu eğilim­ ler 12 Mart’la güçlendi ve 12 Eylül’de doruğa vardı. Bu sırada yapılan bir askerî tatbikata “Ordulaşmış Millet” adının verilme­ si ne biçim bir toplum özlemi duyulduğuna işarettir. Doğu’da bir kışlaya “Mustafa Muğlalı” adının verilmesi bir başka zihni­ yet göstergesidir. Toplumda militarist bir ideolojinin yaratılması ve yaygınlaş­ tırılması için yapılanlar arasında, “herkese askerlik” sisteminin de önemli bir yeri vardır. Çünkü bütün erkek nüfusun “asker ocağı” diye adlandırılan bu süreçten geçirilmesinin “eğitsel” faydalan olduğu inancı subaylar arasında son derece yaygındır. Geçmişe doğru gittiğimizde, bu ülkede okuma-yazma dü­ zeyinin gittikçe düştüğünü görürüz. Bu sorun, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Silahlı Kuvvetler’in kendisini Milli Eğitim Bakanlığı’na paralel bir iş yapan bir kurum gibi görmesine de yol açmıştı. Askerlikle ilgili gerekli bilgilerin yanı sıra, çoğu­ nun okuması yazması olmayan köy kökenli erlere bu ilkokul bilgilerinin verilmesini, Silahlı Kuvvetler, kendi görevlerinden (“misyon” da diyebiliriz) biri olarak görmeye başlamıştı. Ama zaten “toplumun öğretmeni” gibi bir sıfat, Türkiye seçkinleri­ nin sivil/asker aynmmdan bağımsız olarak sevinçle benimse­ dikleri bir şeydir. Örneğin Kemalistler Atatürk’ün Başkomu­ tanlığının yanı sıra onu bir de Başöğretmen olarak görmekten hoşlanırlar. Ondan önce ise Ahmet Midhat Efendi “Hace-i Ev­ vel” sıfatıyla anılırdı. Özellikle bir “hayat tarzı değişimi” yaşan­ tısı geçirmek durumunda kalmış toplumlarda “öğretmen”lik önem kazanır. Silahlı Kuvvetler de oldukça uzun bir süre kendisine gelen gençlere okuma-yazma ve gidemedikleri ilkokulda öğrenecekle­ ri başka basit şeyler öğretme işini üstlendi ve böylece, eğitim ay­

gıtının yetişemediği işleri yerine getirdi. Ancak, son zamanlarda bunun gereği azaldı, belki de hiç kalmadı, çünkü özellikle erkek nüfus içinde ilkokula gitme imkânı bulunmayan yok gibi. Bu tür öğretimden/eğitimden elini çekmek, Silahlı Kuvvetler’in eğitiminin bittiği ya da yönteminin değiştiği anlamına gelmiyor. Bu temel eğitim, doğal olarak, askerlikle ilgili. Ama, nasıl ilgili? Çağlar değiştikçe insanların silah olarak kullandıkları araç­ lar da değişir, ama askerliğin silahla ilişkisi değişmez. Max Weber’in devlet tanımı, bu temele dayanır. Devlet, toplumda silah kullanma tekelini kullanan güç ve kurumdur; Ordu, devletin bu tekele doğrudan sahip olan koludur. Dolayısıyla “askerlik eğitimi” denildiğinde, öncelikle silah kullanma eğitiminin verilmesi akla gelir. Ama Türkiye’de bu­ nun tam da böyle olduğu söylenemez. Benim askerlik sürem­ de, herkes yalnız beş el tüfek atabildi. “Yedek subay” adayı ola­ rak, silahla ve savaşla ilgili çok az şey öğrendik. Öğrenmenin hedefi daha çok “disiplin”di. İçerik olarak da, yöntem olarak da, öğretimin amacı askeri hiyerarşinin mutlaklığını ve disipli­ ni belletmekti. Bunun, tabii, “siyasi” denilecek bir tarafı da var­ dı: Ordu’nun ülke siyasi yapısı içinde tuttuğu yer öğretmekten çok hissettiriliyordu. PKK ile savaşın uzayıp gittiği son yirmi küsur yılda silah kul­ lanımı ve piyade savaşına ilişkin ayrıntılar daha dikkatli öğre­ tilir olmuştur. Ama sonuç olarak o bölgede bu tip çatışmalar­ da yer alan asker sayısı sınırlıdır. Belirli yerlerdeki jandarma ve komando birlikleri bu becerilere sahip asker yetiştirmek için gerekli eğitimi veriyordur. Ama “silah altında” bulunan eratın büyük bir kısmının silahla ilgisi olmayan işler yaparak “askerli­ ği” bitirdiğini biliyoruz. Onlar gene askerliğin “disiplin”i konu­ sunda eğitiliyor, komutanın komutunu mutlak bir itaat ilişki­ si içinde yerine getirmekle yükümlü olduğu dersini öğreniyor, ama “muharip” özellikleri kazanacak şekilde yetişmiyorlar. “Muharip” öğretimi görenlerin ve sıcak çatışmaların olduğu bölgelerde askerlik yapanların tam bu işi öğrenmeye başladık­ ları sırada terhis zamanlarının gelmesi, aynı alanda iş yapan su­

baylar için de bir sorun. Buna rağmen, Silahlı Kuvvetler “pro­ fesyonel ordu” sistemine geçmek istemiyor, bu yolda yapılan önerilere karşı ısrarla ayak diriyor. Bunun nedeni, Genelkurmay’m, askerde verilen bu nitelik­ teki eğitimi, bu ülkenin yurttaşlarının edinmesi gereken “yurt­ taşlık eğitimi”nin önemli bir parçası olarak görmesidir. Bu, “askerlik öğrenmek” değil, bu ülkede “askerin mutlak önemi­ ni öğrenmek”tir ve Silahlı Kuvvetler, hiç değilse bütün erkek yurttaşların bu çarktan bizzat geçerek bu bilgiyi öğrenmeleri­ nin onsuz edilemez bir “yurttaşlık” gereği olduğuna inanmak­ tadır. Silahlı Kuvvetler’in ülkedeki yeri askerlikle sınırlı olma­ yıp bütün siyaseti kapladığı için, bu “askerlikdışı eğitim” bu kurumun gözünde “askerî eğitim”den daha fazla gereklidir. Sistem dünyada yetersizleşip aşıldığı, burada her zaman aksadı­ ğı halde, bunu bırakıp daha etkili bir sistem oluşturma yolunda herhangi bir istek, irade, kıpırtı görülmemektedir.

Gösteri İktidarı ve Militarist Erkeklik* B a r iş Ç o b a n

I iktidar suçtur, tüm iktidar yapıları suça dayanır ve iktidarın “raison d’etre”i suçtur, iktidar kendi tekeline almaya çalıştığı ve yasallaştırdığı şiddetle ya da şiddet tehdidi ile baskı altına aldı­ ğı gruplara süreğen bir baskı uygular ve onları denetim altında tutmaya çalışır. Ezilen gruplar arasındaki dayanışmayı engel­ lemek için onlan parçalayacak hiyerarşik yapıları, eşitsizlikle­ ri toplumsal ilişkilerde yeniden-üretir. İktidar eşitsizliği, çatış­ mayı ve suçu üretirken aynı zamanda kendisini de üretir. Top­ lumsal ilişkilerin yapısını belirleyen ekonomik ilişkilerin eşit­ sizlik üreten ve suça dayanan yapısına karşı üretilen muhalefet, iktidarı hedef alır. Muhalifler iktidara karşı kendi iktidarlarını üretmeyi amaçlarlar; karşı-hegemonyalarım var olan toplumsal ilişkiler içerisinde geliştirmek için örgütlenmeler oluşturma­ ya çalışırlar. İktidarın militarist ve erkek egemen yapısına kar­ şı koymaya çalışırlar, ancak tehlikeli biçimde ondan etkilenir­ ler. Muhaliflerin iktidarın etkisinden uzaklaşması ve toplum­ sal muhalefetin örgütlenmesi sürecinde, katılımcılığı, çoğulcu­ (*) Bu yazı askerlik yaparken almış olduğum notlar temel alınarak kurgulanmıştır.

luğu temel alan anti-militarist bir anlayışı temel alması önemli­ dir. Muhaliflerin esnek ve yaratıcı bir biçimde hareket etmele­ ri ve iktidarın onları zorladığı ilişki biçimlerinden kaçınmala­ rı gereklidir. Gerçekte özne olabilmek için süreğen olarak ikti­ dardan kaçmak, onun gözüne görünmez olmak gereklidir. İk­ tidarın gözünün görüş alanında olduğu sürece öznenin iktida­ rın nesnesi olmaktan yani sahte bir özne olmaktan başka bir şansı yoktur. İktidarın gözüne görünmemek için özne maske­ ler takar, tüneller kazar, iktidarın altını oymaya çalışır, böyle­ likle kendisini var edebilir. Bu durumda özne olmak aynı za­ manda suçlu olmaktır. Özne olmaktan vazgeçmeyenler iktida­ rın disiplin mekanizması tarafından açık olarak -devlet şidde­ ti ile- ya da dolayındı olarak -ideolojik etkilemeyle- ehlileşti­ rilmeye çalışılır. Ancak muhalif öznenin bakış açısından devlet bir suç örgütüdür; devlet iktidarı için ise özne suçludur ve her zaman gözaltında olmalıdır. İktidarların varoluşları şiddet ile mümkündür; iktidar ve şid­ det ayrılmaz bir biçimde birbirine bağlıdır. İktidarın varoluşu­ nun sürdürülmesi şiddetin örtük ya da açık bir biçimde tüm ik­ tidar ilişkilerinde üretilmesine bağlıdır, iktidar şiddetini tehdit olarak gördüğü “unsur”lara karşı kullanır. İktidarın şiddet ay­ gıtlarının yapısı gerçekte iktidann düşlediği bir toplumsal dü­ zeni yansıtır: Her şey hiyerarşik bir mantıkla örgütlenmiştir ve düşünmenin, sorgulamanın olmadığı emir-komuta mantığı ile yürür. Militarist iktidar toplumsal çelişkilerden bağışık olmadı­ ğı için istediği düzeni tam olarak kurmayı başaramaz. Bu çeliş­ kiler yani militarist iktidann ideal kurgusu ile varolan gerçekli­ ği arasındaki yanlma, sahte bir gösteri ile, yani “mış gibi” yapı­ larak (rasyonel, disiplinli, yenilmez bir ordu görüntüsü yaratı­ larak) aşılmaya çalışılır. Militarist iktidar disiplinsiz, şekilsiz bedenleri disipline eder ve şekle sokar, onlan sıradan sivil olmaktan çıkanr ve onlara “as­ keri bir hava verir”.1 Militarist yapı içerisinde bedenler bir meka­ nizmanın parçası haline gelir ve kendilerine düşen görevleri ye­ 1

Michel Foucault, Discipline and Punish: The Birth o f the Prison, New York: Vin­ tage Books, 1979, s. 135.

rine getirirler. Bu süreçte Michel Foucault’nun2 belirttiği gibi as­ kerlerin bedenleri tüm parçalan hesaplanmış hareketleri yapa­ bilmeleri için eğitilir ve bedenler bu hareketleri otomatik bir bi­ çimde istenildiği anda gerçekleştirmeyi alışkanlık haline getirir­ ler. Militarist iktidar kusursuz işleyen bir makine yaratma peşin­ dedir. Bu nedenle tektipleştiricidir, sorun yaratacak tüm farklılıklan yok etmeyi amaçlar. Farklılıklann yok edilmesi için tektip bedenlerin yaratılmasına çalışılır. Tektipleşmenin sağlanma­ sı aslında farklılıklann üzerinin örtülmesi ile de sağlanmaya ça­ lışılır; üniforma tektipleştirmenin en önemli araçlanndandır. Iktidann gözünün denetiminde tektip giyinip, tektip hareket eden erkekler topluluğu olarak ordu, aslında yaratılmak istenilen top­ lumun prototipidir. Orduda olduğu gibi toplumdan da tektipleşmesi beklenir; bunu üniformalann altında değil düşünsel anlam­ da yaşaması, militarist iktidarın ideolojisini içselleştirerek sivil bir ordu gibi davranması beklenir. Toplum hem orduyu sürekli kılacak yedek insan gücü hem de cephe gerisidir. Toplumsal an­ lamda iktidara biat etmenin sağlanması ve toplumsal düşünüşün bu temelde belirlenmesi tektip düşüncenin hegemonyası ile ola­ sıdır. Tektipleşme gerçekte öznenin reddidir; özne çoğulluklar bağlamında üretilir. Tektipleşme, mekanikleşmedir; toplumun mekanikleşmesi yok olması anlamına gelir. Mekanikleşen insan­ lar bir toplum oluşturamazlar; ancak ortak düşünme ve davran­ ma yetisini yitirmiş yığın haline gelirler. II

Militarist eril iktidar gösteriye dayanır, bu iktidar “gösteri ikti­ darı” (spectacle power)3 olarak adlandınlabilir. Gösteri iktidan, özneleri yanılsamalı bir gösteri ile büyüler, onlan hem gös­ 2

A.g.e., s. 135.

3

Thomas Elsaesser, “Historicizing the Subject: A Body of W ork?,” New German Critique, No. 63, Special Issue on Rainer Werner Fassbinder, Autumn, 1994, s. 20; Hans Losscher, ‘Being seen as’ and 'seeing as’, Kybem etes, 2011, Cilt 40, No. 3/4, s. 494-506; Charles R. Garoian, Yvonne M. Gaudelius, “Spectacle Pe­ dagogy: Art, Politics, and Visual Culture,” New York: State University of New York Press, 2008, s. 77.

terinin izleyicisi hem de parçası kılarak, toplumsal yaşamı kap­ layan bu gösterinin içerisine hapseder. İktidarın gösterisi tut­ saklaştıran, aşırı estetize ve romantize edilmiş vecd hali içeri­ sinde kendisini iktidara teslim etmenin gösterisidir. Bu göste­ ri kamavalesk gösterinin karşıtıdır; karnaval iktidara karşı kit­ lelerin gücünü, özgürleşme olanaklarını ve buna bağlı olarak da iktidarın parçalanabilirliğini görünür kılar. Gösteri iktidarı karnavalları yasaklar, başka bir dünyanın mümkün olduğu dü­ şüncesini engeller. Militarizmin estetize edilmiş gösterisi, top­ lumsal yaşama nüfuz eder; tüm toplumun dahil edildiği -zorla ya da rızayla- trajedi ve farslardan oluşan melodramatik göste­ ri sahnelenir. İktidarın gözünün denetiminde toplum militarist bir mantık bağlamında gösterinin hem oyuncusu hem izleyici­ sidir. Gösteri iktidarı gücünü yanılsama yaratmak için kullanır ve tüm iktidar mekanizması kendi kurgusu içerisinde anlamlandınlabilir; tüm yaşam emir-komuta zinciri bağlamında kur­ gulanır. Militarist yapıda akıl ve beden birbirinden ayrılmıştır: Komuta edenler akla sahiptir, komuta edilenler ise bedendir. Militarist gösteri “akılsız” bedenlerin, sıradan askerlerin, disip­ line edilmesi ve yönlendirilmesi ile gerçekleştirilir. Gösterinin kurgulayıcıları olarak komutanlar bu bedenin hem içerisinde hem de dışarısmdadır. Bu bedeni bir kukla oynatıcısı gibi yön­ lendirirler; ayrıca gösterinin de merkezî parçası olarak kendi­ lerini gösterirler. Gösteri iktidarının yapısı erkek egemen ve otoriteryandır, militarist bir mantıkla işler. Bu iktidar mekanizmasının kendi iç işleyiş mantığı ötekileştirme ve bastırma üzerine kuruludur. Yapı içerisindeki sorunlar, çelişki ve çatışmalar kendi hukuk kurgusu bağlamında çözümlenir. Toplumsal gerçekliğin red­ dine dayanan ve kendi kurgusunu dayatan gösteri iktidarı, öz­ neleri tektipleştirir, sıradanlaştırır ve bir mekanizmanın parça­ sı kılarak nesneleştirir. Gösteri iktidarına direnen özneler, otoriteryan yapıya karşı koyar, emre itaatsizlik ederler. Oysa özne­ lerden beklenen tek şey emre itaat etmeleridir. Bu itaat ile ör­ gütlenen gösterinin bir parçası haline gelirler. İtaatsizlik göste­ riyi parçalayacağı için en büyük tehdittir. Büyüleyici bir göste­

ri iktidarı, Prusya ordusu örneğinde olduğu gibi, kitleleri pe­ şinden sürükleyecek bir güç kazanır. Göstergebilimsel anlam­ da gösteren ve gösterilen arasında yarılmalar vardır: “gösteri­ len” gerçekte parçalı, eksik bir yapıdadır, düzensiz, disiplinsiz ve işlevsizdir ancak “gösteren” bu gerçekliğin üzerini örter, ek­ siksiz, bütünsel ve disiplinli bir mekanizma görüntüsü yaratır. Bu durum varoluşsal bir çelişkiyi beraberinde getirir; en sıkı di­ siplininin ve eksiksiz iktidar mekanizmasının altından bile bu­ nun sahteliği sırıtır; özne bu durumda bağlamsızlaşır, parçala­ nır, yanlış bir yaşamı yanlış bir biçimde yaşamaya alışana kadar kendisini erteler, varoluşunu gösteri iktidarının hegemonya­ sından kurtarana kadar yavaşlatır, hatta bir süreliğine dondu­ rur, bazen ise bu ertelemeden hiçbir zaman geriye dönülmez. Gösteri iktidarı zaman ve mekân üzerinden işler; mekân ve zaman bedeni işgal edecek biçimde düzenlenir. Mekân özne­ lerin denetim ve gözetim altında tutulması için yapılandırılır. Özneyi açık ya da kapalı alanlarda süreğen bir biçimde disip­ line etmeyi amaçlayan, gözetleyen ve yalnız kalmasını engelle­ yen bir mekânsal düzenleme temel alınır. Zamanın bölümlenmesinde de temel mantık disiplin ve denetimdir. Tüm yaşamın belirli zamansal duraklara bağlanması ve öznenin belirli za­ manlara uygun bedensel pratiklerde bulunması beklenir. Belir­ li zaman belirli mekânı gerektirir, zaman mekâna eklemlenir. Zaman ve mekânı kurgulayan gösteri iktidarı özneyi parçala­ yıp kendi kurgusu bağlamında yeniden-dikerek bir yığının par­ çası haline getirir, tek başına anlamsız bir parçaya dönüştüre­ rek kendisine bağımlı kılmayı hedefler. Öznenin yığın içerisin­ de dağılması, yığının dışında kendisini var edemeyen bir par­ çaya dönüştürülmesi amaçlanır. Öznenin bu durumu, yığının “toplum” olmasını engeller; toplum karşılıklılık ve iletişim ge­ rektiren bir yapı olduğu için iktidara karşı koyabilecek nitelikte özneler üretir. Gösteri iktidarı toplumsallığa karşıdır, onu ye­ niden üretecek olan yığınlardır. Yığın aklı olmayan bir beden­ dir ve gösteri iktidan kendisini bu bedenin aklı olarak var eder ve yeniden-üretir. Bu beden erkek bedenidir. Militarist göste­ ri iktidan fallus merkezli olduğu için hem beden hem zihin er­

keklik bağlamında yapılandırılır; militarize etme ya da “askerleştirme erkeklikle ilişkilidir ve erkeklikten ayrılmaz”.4 Milita­ rist gösteri iktidarı erkeğin bedeni üzerinden kendisini yeniden üretir, bu bedene bir asalak gibi yapışır, süreç içerisinde asalak konuk olduğu bedeni ele geçirir, onu tüketerek kendisini var eder. Militarist erkeklik tüketmeye, yok etmeye dayanır. Za­ man ve mekân tüketilir. Bunun yanında militarist erkeklik ka­ dını da tüketmeyi amaçlar. Kadın tüketim nesnesidir; kadın ay­ rıca militarist erkeği mümkün kılan olmazsa olmazdır, hem er­ kekliği tanımlayan sınırlan çizer hem de onu tehdit eder. Mi­ litarist erkek bu nedenle kadından korkar, hatta nefret eder; onun için kadına yönelen şiddet kendi varoluşunu garantiler. Militarist erkekliğin parçalanmışlığı, olanaksızlığı onun en bü­ yük zayıflığıdır ve kadın, iktidarsızlığı ile erkeğin sahip olduğu iktidarın olanaksızlığını imler. Kadın varoluşu ile fallus mer­ kezli erkek egemenliğinin kurulmasını hem olanaklı kılar hem de onu tehdit eder. Kadın erkeğin oyununa dahil olduğunda kadınlığını yitirir ama erkek kadınlığın geçirgen olmayan dün­ yasına girme şansına bile sahip değildir. Bu bilinmezlik erkekte bitmeyen bir kadın korkusu yaratır. Erkeğin şiddetinin nedeni bu korkudur ve onu yenmek için kadını hedef alır. Gösteri iktidarında hiçbir şey gerçek değildir; her şey “mış gibi”dir (as if). Dışandan her şey gerçek gibi görünür, içeriden ise her şeyin sahte olduğu açıkça sırıtmaktadır. Ana amaç dışandan bakanın, bu oyunun, erkeklik gösterisinin kudreti ve şid­ detinin büyüleyiciliğine kapılmasıdır. Gösteri üniformalı as­ kerlerin tek bir emirle tereddütsüz olarak gerçekleştirilen me­ kanikleşmiş hareketlerine ve bedenlerin uzantısı gibi işleyen, onları tamamlayan mekanize savaş araçlarının hareketlerine dayanır. Aslında bu hem oynayanın hem de izleyenin kaybetti­ ği bir oyundur; estetize edilmiş şiddet gösterisi tam da bu gös­ teri karşısında büyülenen toplumu özgürlüğünden mahrum kılar. Üniformalı şiddet aygıtının gösterisindeki kusursuzluğu 4

Sandra Via, “Gender, Militarism, and Globalization: Soldiers for Hire and He­ gemonic Masculinity", Gender, War, and Militarism: Feminist Perspectives, der. Laura Sjoberg ve Sandra Via, California: Praeger, 2010, s. 44.

ve estetiği gerçek anlamda insani olanın reddine dayanır; gör­ sel kusursuzluk gibi görünen şey aslında kusurun en üst biçi­ midir. Bu gösteri gerçekte, kendilerini içerisinde rahatsız his­ settikleri üniformalar ve botlarla ter kokan, yorgun ve mutsuz bir genç erkekler yığınının baskı altında gerçekleştirdiği zoraki bir oyundur. Ordunun gündelik yaşamının disiplinli görünü­ mü altında sınırsız bir disiplinsizlik ve kuralsızlık yatar. Nöbet­ ler uyumak, görevler kaçmak içindir. Oyuncular askermiş gibi yapar, gösteri böylelikle devam eder. Militarist gösteri iktidarı milliyetçi, hatta ırkçıdır. Ötekileştirilen her toplumsal grup düşmandır, varoluşun önündeki en­ geldir, tehdittir ve yok edilmesi gerekir. Catherine V. Scott’a göre milliyetçiliğin kaynağı erkekleri yabancıların aşağılamala­ rından koruma gereksiniminde yatar.5 Militarist milliyetçilik erkekliğe dayanır. Hem onu korumayı hem de yeniden-üretmeyi amaçlar. Erkeğin korunması ve üremesinin sağlanması için ordu en önemli mekanizmalardandır. Askeriye verdiği eği­ timlerde düşmana karşı ulusun varoluşunun garantiye alınma­ sı ve nüfus yoğunluğu bağlamında azınlığa düşmemek yani iç düşmanlara karşı mücadele edebilmek için üremenin, müm­ kün olduğunca fazla çocuk yapmanın gerekli ve zorunlu oldu­ ğunu vurgular. Milletin kurucusu ve sürdürücüsü erkeklerdir; milliyetçilik bu anlamda fallus merkezlidir. Militarist iktida­ rın ideolojisinin temelinde “estetize edilmiş bir kendi varolu­ şunu muhafaza etme, kan gizemciliği, toprak kültü, ölüler kül­ tü, halk ruhu kültü ve son olarak da, siyasal edim sayılan edi­ min irrasyonalizm şeklinde ortaya çıkışını sağlayan romantikdinsel bir milliyetçilik anlayışı”6 yatar. Milliyetçiliğin estetize edilmiş, romantize edilmiş ve dinsel mistifikasyonlarla yapılan­ dırılmış biçimi şiddet merkezlidir ve ulusun bedeni, bütünlü­ ğü düşman olarak belirlenmiş “öteki”lerin tehdidine karşı sa­ vunulur, ancak bu anlayışa göre gerçek kurtuluş kahramanca, 5

Catherine Virginia Scott, G ender and Development: Rethinking Modernization and Dependency Theory, Boulder, Colorado: Lynne Rienner, 1995, s. 11.

6

Ansgar Hillach, “Siyaset Estetiği: Walter Benjamin’in Alman Faşizminin Kuramla­ rı", Estetize Edilmiş Yaşam, der. ve çev. Ünsal Oskay, İstanbul: Der Y., 1995, s. 67.

destansı bir savaşla ötekinin yok edilmesi ile mümkündür. Za­ ten, milliyetçi mitlere göre, varoluşumuzu mümkün kılan ata­ larımızın bize bıraktığı miras, atalarımızın korkusuzca savaşa­ rak, hem kendilerini feda ederek, hem de düşmanlarını, öteki­ leri yok ederek yaratılmıştır, tç-grup ya da biz ile dış-grup, yani biz ve ötekiler arasındaki ayrım, düşmanın tanımlanması için zorunludur. Öteki korkusu milliyetçi erkekliğin en büyük kor­ kusudur. Deborah Harrison7 tarafından da vurgulandığı gibi, ötekileri (kadınlar, etnik, dinsel azınlıklar, yabancılar) aşağıla­ yan, insanlıktan uzakmış gibi gösteren militarist erkeklik, bu gruplan içerisinde yaşanılan dünyadaki tüm kötülüklerin kay­ nağı olarak gösterir ve düşman olarak tanımlar. V. Spike Peterson’un belirttiği gibi, ötekini aşağılayıcı bir biçimde tanımla­ mak “onlara” karşı kullanılan şiddeti haklı gösterir.8 Öteki­ ni yok etmek kendi varoluşunu yeniden üretmek olarak kabul edilir. Düşmanın yok edilmesi, hem milletin hem erkekliğin korunması ve sürdürülmesi için gereklidir. Militarist erkekli­ ğin ve aynı damardan beslenen ırkçılığın kırılganlığı ve sahte­ liği şiddetinin yoğunluğunu arttırır; kendine olan güvensizliği ve kuşkusu için tek tedavi edici ilaç şiddettir. III

Üniforma militarist erkekliğin en güçlü göstergelerindendir. Üniforma ile tüm erkekler eşitlenir, erkek gücünü üstlerine al­ mış olurlar, tektipleşirler, böylelikle tek bir bedene dönüşürler; güçlü ve yenilmez bir erkek bedeninin oluşturulmasına hizmet ederler. Militarist iktidar kendisini bu kutsal ve anıtsal erkek bedeni üzerinden var edebilir. Gerçekte ise bu beden parçalıdır, hiçbir zaman bütünselliğe sahip olamaz; zayıf bedenlerin parça­ lı ve hastalıklı parçalanmışlığı üniforma ile saklanmaya çalışılır. Üniforma, militarist gösteriyi mümkün kılan, ardında aciz, ikti­ 7

Deborah Harrison, “Violence in the Military Community", Military Masculini­ ties: Identity and the State, der. Paul Higate, Westport, CT: Praeger, 2003, s. 75.

8

V. Spike Peterson, “Gendered Identities, Ideologies, and Practices in the Con­ text of W ar and Militarism”, Gender, War, and Militarism: Feminist Perspecti­ ves, der. Laura Sjoberg ve Sandra Via, California: Praeger, 2010, s. 21.

darsız erkek bedenlerinin gizlendiği, muktedir erkeklik maske­ sidir. Bu maske militarist gösteri iktidarının olmazsa olmazıdır, üniformanın yokluğunda erkek sıradan, iktidarsız bir erkektir, militarizm tüm ritüelleri ve mitleri ile sahte erkeği gerçek erkek haline getirir, ona erkekliğini verir. Tüm ulusun geleceğini gü­ vence altma alan da militarizmin erkekliğidir, bu erkekliğin yi­ tirilmesi ulusun yok oluşu anlamına gelir. Bu nedenle, militarist erkeğin işlediği tüm cinsel saldın suçlan, iktidarlar tarafından meşru görülür. Askerî şiddet ile cinsel şiddet üst üste binmiştir. Askerî şiddetin cinselliğini soymak onu erkekliğinden mahrum bırakmak anlamına gelir. Üniforma, bu anlamda, militarist ya­ pı bağlamında cinselliği, erkekliği aşın bir biçimde vurgular. Er­ kekleri tek bir bedende birleştiren bir maskedir, maskenin sak­ ladığı erkek bedenler aşırı vurgulanmış cinsellik ve saldırganlıklan ile savaşı bir gösteriye dönüştürürler ve ulusun fallusu ola­ rak kurgulanan üniformalı erkekler meşru gösterileri sırasın­ da işgalleri, işkenceleri, ölümleri kahramanlığın perdesi altında gerçekleştirirler. Savaş maskesi olarak üniforma erkeklerin ma­ cera sandığı, sömürgeci düşler görmesine neden olur. Erkekliğin kültürü olarak militarizm hem bedenlerin disip­ line edilmesini hem de toplumsal ilişkilerin disipline edilme­ sini gerektirir.9 Bedenle birlikte, toplumsal ilişkileri de belir­ ler, militarist yapı içerisinde toplumsal ilişkiler de emir-komuta temelinde yürütülür. Militarist yapı içerisinde toplum­ sal ilişkiler ve iletişim ırkçı, aynmcı, saldırganlık ve şiddet içe­ ren bir yapıdadır. Militarist erkek bedeni kendi tekilliği bağla­ mında işlevsizdir, iktidarsızdır; ona iktidarını ancak şiddet ka­ zandırabilir. Şiddet militarist iktidarın varoluşunu ve kendisi­ ni ifade edebilmesini olanaklı kılar. Bu bedenin canlılığı şiddet uygulaması ile açığa çıkar. Savaş bu bedeni canlı tutmanın ve iktidarı süreğen kılmanın en iyi yollarındandır. Ayrıca “savaş erkekliğin sembolüdür”.10 Milliyetçi bakışla, “erkek beden­ 9

Cynthia Enloe, Bananas, Beaches and Bases. Berkeley: University of California Press, 1990; Teresia K. Teaiwa, “Articulated Cultures: Militarism and Masculini­ ties in Fiji during the Mid 1990s”, Fijian Studies, Cilt 3, No. 2 ,2 0 0 5 , s. 201-222.

10

George L. Mosse, Im age o f Man: The Creation o f M odem Masculinity. New York: Oxford University Press, 1998, s. 111.

lerinin birliği”, yani ordu, ulusu oluşturan eril güçtür. Ulu­ sun varoluşu bu bedene raptedilmiştir; bu bedene yönelik sal­ dırı ulusun bütününe ve geleceğine yönelik saldırı olarak ka­ bul edilir. Buna bağlı olarak, savaş “ulusun kendini ifade edi­ şinin en üst biçimi”11 olarak kabul edilir. Savaş toplumun ye­ nilenmesi ve kendisine gelebilmesinin yegane yolu olarak gös­ terilir ve savaş sürdükçe militarist iktidar kendisini sorunsuz­ ca yeniden-üretir ve meşru kılar. Bunun yanında savaş erkek­ liği güçlendirir, çünkü “savaş erkekliği öğreten eğitmendir”, zamanı hızlandıran ve çocukça oyunların yerine ölüm oyunu­ nu getiren “savaş çocukları erkek yapar”.12 Savaş topluma ata­ larının düşmanlarına karşı kazandığı kutsal zaferlerini, mit­ lerini anımsatır, çocukluğu ve oyunu değil, erkekliği ve cesa­ reti vurgular. Militarist erkekliğin en büyük düşmanlarından biri de oyunu iktidara karşı bir direniş biçimine dönüştüren, oyunla iktidann sınırlarının dışına çıkmaya çalışan, anti-militarist özgürlük düşleri gören “homo ludens”tir,13 oyuncu in­ sandır; ancak savaş oyunu tüm oyunları, bu arada çocukluğu, ortadan kaldırır. Gösteri iktidarında tüm oyuncular savaş ve barış durumla­ rı farketmeksizin kendilerine biçilen rolleri oynarlar. Militarist yapının, en başarılı gösterilerinden biri olan tatbikatlarda ol­ duğu üzere iyi -mavi kuvvetler- ile kötü -kırmızı kuvvetlerarasmdaki mücadelede hep iyi olanlar kazanır. Gerçekte ise bu oyun önceden hazırlanmış düzene göre yürütülür ve kazananla kaybeden oyun başlamadan önce belirlenmiştir. Gerçek bir sa­ vaş durumunda ise bu oyun sürdürülür; militarist gösteri ikti­ darı Orwell’in “1984”ünde14 olduğu gibi, devamlı değişen iliş­ kiler ve koşullara rağmen hiçbir zaman savaşı kaybetmez. Gös­ teri iktidarının en önemli aygıtlarından olan militaristleşmiş anaakım medya militarist iktidann yenilmezliğini göstermeye 11

Walter Benjamin, “Alman Faşizminin Kuramları”, Estetize Edilmiş Yaşam, der. ve çev. Ünsal Oskay, İstanbul: Der Y., 1995, s. 109.

12

A .g.e.,s. 115.

13 Johan Huizinga, Homo Ludens, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, tstanbul: Ayrıntı, 2006. 14

George Orwell, Bin D okuz Yüz Seksen Dört, çev. Celâl Üster, İstanbul: Can Ya­ yınlan, 2010.

çalışır. Savaş durumunda, düşmanın “hainliğinden, kalleşliğin­ den” kaynaklanan bazı zararlar görülebilir, ancak ulusun gele­ ceğini elinde tutan ordunun yenilmesi mümkün değildir. Ye­ nilgi, erkekliği elinden alman ulusun yok oluşu anlamına gelir. Yenilgi etkisini uzun yıllar sürdüren bir travmaya dönüşür, an­ cak zaferlerle dolu ulusun tarihine yakışacak şekilde, yeni sa­ vaşlarla ulus erkekliğini kazanabilir, böylelikle de bir geleceğe sahip olabilir. Yenilen ulus, başka ulusların kullandığı değersiz bir köleye dönüşür, yani kadmsılaşır, ruhunu yitirir. Ulusların cinsiyetlendirilmesi sorununda, erkeklik ulusal iktidarın gücü­ nü gösterirken, kadınlık ulusal anlamda iktidarsızlığa gönder­ me yapar. Ulusların kadınsılaştırılmaları, bu anlamda yok ol­ maları ile eşanlamlıdır. Militarist iktidar için savaş vazgeçilmezdir; savaş militarist iktidarı hem canlı tutar hem de yeniden-üretir. Savaş mistifiye edilir. Toplumun atalarının izinden yürüdüğü dinsel bir vecd hali olarak sunulur; savaşta ölmek, şehitlik, atalara kavuşmak­ tır, büyük erkek bedeninin varoluşunu korumak için kendini feda etmektir. Şehitlik sürekli olarak vurgulanır ve ölmek de­ ğil ölümsüzleşmek olarak tanımlanır. “Ölenler... ölmekle, mü­ kemmellikten uzak bir gerçeklikten kurtulup, mükemmellik içinde bir gerçekliğe”15 geçmiş olurlar. Ölüm bu bedene za­ rar vermez, aksine onu canlı tutar, bu nedenle ölüm bir arzu­ ya dönüştürülür. Militarist iktidarın erkek bedeni ölülerle bes­ lenir. Kapitalizmin militarist erkek iktidarı tüm yaşam alanla­ rında öznelerin bedenlerini kullanarak, tüketerek ve bu süreç­ te yaşamı bir cehenneme çevirerek işler; “sermayenin kuralı -teknik ve teknoloji aracılığıyla- bedenleri bölmek ve parçala­ maktır. Bu bedenler orta malı haline getirilmiş, makineleştiril­ miş metalardır. Meta fetişizminin şeyleştirme işlemi aracılığıy­ la sermayenin düzenlenmesi, yaşamı ölüm saçarak tüketir”.16 Üretim ilişkileri temelinde işçilerin bedenlerinden başlaya­ rak tüm toplumsal beden metalaştınlır, şeyleştirilir ve tüketi­ 15

Walter Benjamin, a.g.e., s. 117.

16

Esther Leslie, W alter Benjamin: Konformizmi Alt Etmek, çev. Eda Çaça, İstan­ bul: Habitus, 2011, s. 33.

lir. Kapitalist ilişkiler bağlamında ölüm gündelik yaşamın sıradanlığında ya da savaşların canlılığı içerisinde, belki de tek çıkış yolu, kutsanmış kurtuluş ya da kaçınılmaz sondur. Mili­ tarist anlamda erkekliğin kendisini temellendirdiği şiddet iliş­ kileri içerisinde ölüm erkekliğin tamamlandığı tek andır. Er­ kek tam da öldüğünde kendi imgesini yakalar; yaşadığı sürece hep eksik, tamamlanmamış ve çocuk kalacaktır. Şehitlik tüm bu eksikliklerin aşılması, yaşayan hiçbir erkeğin ulaşamayaca­ ğı erkekliğe ulaşmayı anlatır. Savaşmak erkek için erkekliğe geçiştir; bir tür inisiyasyondur. Savaşta alınan yaralar bedene işlenen erkekliğin izleridir. Gazi askerî yapı içerisinde yaşayan erkekliğin göstergesidir, ancak militarist yapının dışına çıktığı anda sıradan bir sakattır. Militarizmin büyüsünden kurtuldu­ ğunda erkek bedenleri sıradanlaşır, zavallılaşır. Üniforma içe­ risinde kazandığı erkekliği yitirir, sivilin “kadınsı” çaresizliği ile yaralanır. IV

Erkekliğin tanımlanması ve sınırlarını gerçekte kadınlar ve ka­ dınsı olarak imlenenler yani eşcinseller çizer. Kadın öteki ola­ rak korkutucu bir tehdittir; hem erkekliğin kuruluşu için vaz­ geçilmezdir, hem de onu yaralayan, sakatlayan ve olanaksız hale getiren kötücül bir unsurdur. “Ordu erkeklik ve kadın­ lık arasında toplumsal olarak kurulmuş zıtlığı kullanarak, as­ kerleri, yani ‘gerçek’ erkekleri, erkekliği olmayan erkek ve ka­ dınlardan ayırt etmek için, orduda bir araya getirirken erkek­ liği temel ilke olarak kullanır”.17 Kadınlar ve “erkekliğe sahip olmayan” erkeklere karşı gerçek erkeklerden oluşan bir örgüt olarak ordu, cinsiyetçiliği ve eşitsizliği meşrulaştırarak, yeniden-üretir. Militarist erkeklik askeriyeden topluma tüm yaşam alanında cinsiyet ayrımcılığı temelinde kendisini var eder. Er­ kekliğin inşası bu anlamda kadın düşmanlığı üzerine kurulu­ dur; gündelik yaşamdaki söylem ve pratiklerden başlayarak erkek kadın üzerindeki iktidannı her seferinde yeniden-üret17

Deborah Harrison, “Violence in the Military Community”, s. 75.

meye çalışarak kendisini var etmeye çalışır. Tüm küfürler ka­ dın bedeni üzerinden dolayımlanır ve bunlar erkeğin gerçek yaşamdaki iktidarsızlığının üzerini örtmesine yardımcı olur. Küfür ile erkek, gerçekte iktidarı hedef alır; küfür iktidar kar­ şısındaki çaresizliğe, yaşam karşısındaki yenilgiye karşı tepki­ nin yansımasıdır. Erkeğin erkek olmasını engelleyen güce kar­ şı koymak ister, ancak bu erkek iktidar ile birlikte elinde kalan tek iktidar olarak gördüğü kendi erkekliğini olumsuzlamaktan, çökertmekten kaçınır. Erkek, küfürü kadın bedeni üze­ rinden dolayımlayarak aslında kendi ezilmişliğinin, iğdiş edil­ mişliğinin acısını güçlü iktidardan değil, güçsüz kadından çı­ karmayı amaçlar. Hegemonik erkeklik, sınıfsal eşitsizliği, ezme-ezilme ilişkilerini, başka bir deyişle köle-efendi diyalekti­ ğini yeniden-üreten iktidar ilişkilerini kadın ve erkek ilişkisi bağlamında tekrar eder. İktidar, efendi erkek; iktidar uygula­ nan, köle kadındır; iktidara sahip olabilmek için erkek bede­ nine değil, erkekliğe yani iktidara sahip olmak gerekir. İktida­ rın kendisine “ezilmeyi hak eden bir kadın gibi” davranmasını, hakaret ve şiddet ile karşı karşıya gelmeyi hazmedemeyen er­ kek, çıkışı kadınlığa küfretmekte bulur. Erkek olabilmek için güçsüz olanı ezmek gerekir, eşitlik, acıma vb. duygular kadın­ sıdır, kadınsılık erkekliğin en büyük düşmanıdır, bunun için erkeğin kendi erkekliğini hissedebilmesi erkek olmayanların yaratılması ve onlara yönelik söylemsel ve fiilî şiddet uygulan­ ması ile mümkündür. Bu nedenle usta askerler yani “gerçek erkekler”, acemileri, güçsüzleri “kadmsılaştırır”, onları ken­ dilerine hizmet etmesi için kullanır, onlar üzerinden kadınlı­ ğa ve eşcinselliğe saldırarak erkekliklerini kurmaya ve koru­ maya çalışırlar. Erkek bedenine sahip olduğu halde heteroseksist erkekliği reddeden eşcinsel ise militarist erkeklik için ka­ dından bile daha korkutucu bir tehdittir. Eşcinsel erkek bede­ nini “kadın gibi” kullanma imkânına sahip olduğu için erkek­ liğe ölümcül bir saldırıda bulunur; ayrıca erkek bedeninin do­ ğuştan atalarının vermiş olduğu kutsal erkekliği yok eder; gös­ teri iktidarının erkek bedenine yüklemlediği savaşçı erkek mi­ tini parçalayarak, erkeğin yaralanmışlığı ve parçalanmışlığı­

nı görünür kılarak erkeklik imgesinin parçalanabilirliğini gös­ terir. Erkeklerin kadınları dışarıda bırakan ve düşmanlaştıran bir anlayışla kurduğu erkek kardeşliğinin altını oyar eşcinsel­ lik; militarist erkekliğin içinde barındırmak istemediği bir has­ talık olarak kabul edilir bu yüzden. Militarist yapı içerisinde erkeklik sert olmayı gerektirir ve acımasızlık, vicdansızlık bağlamında tanımlanır. İktidara sa­ hip olanlar olmayanlara “kadınmış gibi davranır”, hakaret eder, şiddet uygular. Bu ilişki biçimi militarist yapı içerisinde hiye­ rarşik olarak üretilir, tüm söylemler kadını aşağılayan küfür­ lerle desteklenir, gündelik yaşam her daim şiddet eylemi ya da şiddet tehdidi barındırır. Her erkek kendi üstündekine “kadın gibi” hizmet etmeye zorlanır; bu süreçte çelişkili bir biçimde erkeklik hem yaralanır hem de güçlendirilir. Sonuçta, militarist yapı erkekliği inşa etmek için sürekli olarak sıradan erkek be­ denini -buna bağlı olarak da ruhunu- yaralar, sakatlar. Milita­ rist gösteri bu yaraları sarar, görünmez kılar ve erkekliğin mas­ kesi arkasında tüm zavallılıklar, yoksulluklar, aşağılanmışlıklar gizlenir. Erkeklik maskesi olarak üniforma, çocuğu erkek yapar, oyunu işe dönüştürür. Erkek hiçbir zaman sahip olama­ yacağı erkekliğe kısa bir süreliğine de olsa asker olduğunda sa­ hip olur; çelişkili biçimde eğer ölürse erkekliğini hiçbir zaman yitirmez. Yaralanırsa, yani gazi olarak sivil yaşama dönerse, er­ kekliğin izini taşır, bedenindeki eksikliği erkeklik ile tamir et­ meye çalışır. Militarist gösteri tüm toplumu erkekleştirmeyi hedefler; militarist yapı içerisindeki kadınlar da erkekliği kabul ederek ve yeniden-üreterek var olabilirler. Kadınların mevcu­ diyeti bir ordunun erkekliğini azaltmaz, çünkü ordunun kuru­ cu mantığı erkekliğin “erk”ine dayanır. Erkekliğin şiddeti, er­ kek bedenine sahip olmadan da, erkek egemen sistemi içselleş­ tirerek ve bu sistem içerisinde erk sahibi olarak kadın tarafın­ dan pratiğe geçirilebilir. Irak işgali sonrası Ebu Gureyb hapis­ hanesindeki kadın askerin (Amerikalı kadın er Lynndie Eng­ land) tutsakları olan Iraklı erkeklere yaptıkları cinsel aşağıla­ mayı temel alan işkencelerin fotoğrafları bu gerçekliğin göstergelerindendir. Düşmanın bedenine yönelik saldırının temelin­

de, düşman bedeninin kadmsılaştınlması yatar. Düşmana yö­ nelik cinsel saldırı militarist erkekliğin en etkili gösterisidir, hatta “eğlenceli” bir oyundur. Cinsel şiddete dayanan militarist gösteri, savaşı erkek bedeni olan biz ile kadın bedeni olan öte­ ki arasındaki pornografik ilişkiye dönüştürür. Savaşın pornog­ rafik hale getirilmesi ile düşman bedenine yönelik tüm uygu­ lamalar meşrulaştırılır, cinsel şiddetle asker yitirilmiş ya da va­ at edilmiş erkekliğini bulmaya çalışır. Militarist gösteri iktida­ rının verdiği yamlsamalı bütünlüğe rağmen asker savaş ya da çatışma durumunda düşmanının karşısında hem öznel hem de toplumsal parçalanmışlığının gerçekliği ile karşılaşır. Savaşın aynasında parçalanmışlığını, eksik bırakılmışlığmı gören as­ ker için gösteri karşısındakini parçalayarak ve eksik bırakarak tüm bu olumsuzlukları aşma istemine yönlendirir. Düşmanı­ nın cesedinde açtığı boşluk onun varoluşu için bir boşluk yara­ tır ya da düşman ölülerinden parça toplayan askerler kendi ek­ siklerini bu parçalarla tamamlamaya çalışırlar. Ancak savaş bit­ se bile, askerler öldürdükleri düşmanlarının cesedinin ağırlığı­ nı her zaman taşımaya devam eder ve parçalanmış ölülerin göl­ gesi militarizmi yücelten toplumlann üzerinde yapışkan bir ka­ ranlık olarak çöker. Gösteri iktidarı bu karanlığın üzerini ört­ meye çalışır. Düşman olarak tanımlanan insanlara yönelik saldırılar, iş­ kenceler askerlerin bireysel inisiyatifleriyle gerçekleştirdikleri sadistik davranışlar değildir, askerî emirlerin rutin yerine geti­ rilişidir. Asıl gösteri komutanların sanki işkencelerden haber­ dar değilmiş, işkenceler onların görmediği anlarda gerçekleş­ tirilen askerlerin disiplin suçları imiş gibi sunulmasıdır. Yeni emperyalist savaşın bir demokrasi gösterisi olarak sunumunu yaralayan işkenceleri, katliamlan gösteren fotoğraflar ve vide­ olar militarist gösterinin gerçek yüzünü görünür kılmaktadır, bu nedenle suçu işleyenler -aklı olmayan bedenler- cezalandı­ rılabilir, ancak bu gösterinin asıl sahipleri hiçbir zaman suçla­ namazlar. Suç akılsız bedenlerin sapkmlıklan olarak sunulur, militarist akıl ise tüm bunların ötesinde suçlanamayan, yargılanamayan ilahi dokunulmazlığa sahiptir.

Militarizm toplumsal ilişkilere içkindir, bu nedenle militarizm karşıtı bir ideolojik yaklaşım temelinde militarizmin etkisin­ den kurtulmak için mücadele edilmesi, gündelik yaşam içeri­ sinde anti-militarist yaklaşımın içselleştirilmesi gereklidir. Mu­ halif örgütlerde de hiyerarşi, otoriteryanizm, militarizm ve er­ kek egemenliği gibi sorunlar görülür. İktidara karşı çıkmanın bütünsel bir biçimde gerçekleştirilebilmesi ise aslında tüm bu sorunlardan kurtulmayı gerekli kılar; karşı-hegemonyanın ya­ ratılabilmesi katılımcılığı temel alan, demokratik, cinsiyetçi ol­ mayan, anti-militarist toplumsal ilişkilerin geliştirilmesine bağ­ lıdır. Muhalif olmak kendiliğinden sistemin dayattığı toplum­ sal düşünüş ve ilişki biçimlerine bağışık olmak anlamına gel­ mez; muhaliflerin süreğen bir biçimde kendilerini sistemin etki alanı dışında tutmaları ve kendi özgün düşünce ve ilişki biçim­ lerini geliştirerek gündelik yaşamlarının gerçekliği haline getir­ meleri gerekliliği iddia edilebilir. Muhaliflerin devrimci dönü­ şümü temel alan kurgularını gündelik alandan başlayarak yaşa­ ma geçirmeleri, tüm toplumun içinde yaşadığı militarist kurgu­ nun parçalanabilirliğinin görünür kılınması anlamında önemli­ dir. Gösteri iktidarına karşı, muhaliflerin kamavalesk gösterisi militarist iktidarı parçalayan düşünce ve pratiklerin üretilme­ si ve yaygınlaşmasını olanaklı kılabilir. Bu bağlamda, “Biz Er­ kek Değiliz İnisiyatifi”18 muhaliflerin militarist ve hegemonik erkeklik anlayışına karşı verdikleri mücadelenin en etkin ör­ neklerinden bir tanesidir. Militarist erkekliği muhalif hareket­ ler bağlamında yeniden-üretmeyi reddeden ve toplumsal cinsi­ yet eşitliği mücadelesini siyasal mücadelenin temel belirleyen­ lerinden birisi haline getiren çalışmalar, militarizmi ve erkek­ liği teşhir ederek muhaliflerin yarattığı örgütlenme ve ilişki bi­ çimlerine bulaşmalannı engellemiş olur. Militarist gösteri iktidarı kendisini medya üzerinden tüm topluma dayatır. Medyanın militarist mantığı, militarist göste­ ri iktidarının ideolojisine dayanır. Anaakım medya hegemonik 18

http://bizerkekdegilizinsiyatifi.blogspot.com/

erkekliği ve militarizmi yeniden-üreten söylemiyle toplumun militarize edilmesine hizmet eder. “Ordu-millet mitinin”19 can­ lı tutulması için medya renkli gösteriler gerçekleştirir. Med­ ya erkek egemen militarist iktidarın aygıtı olarak militarizmin tüm toplumsal alanlara yayılmasına hizmet eder; bunu sade­ ce açık ideolojik müdahaleler olan haber ve tartışma program­ ları ile değil eğlence programları, filmler ve diziler üzerinden de gerçekleştirmeye çalışır. Estetize edilmiş militarist bir top­ lum imgesinin oluşturulmasında militarist medyanın rolü mer­ kezîdir. Arus Yumul’un belirttiği gibi “militarizm, savaşa ait anlam ve faaliyetlerin, yaşamın her alanına nüfuz etmesini içe­ rir. Yani militarizm sadece savaşla, ordunun siyasal ve toplum­ sal alandaki rolüyle sınırlı değildir. Bizimki gibi, militarizasyon sürecinden fazlasıyla nasibini almış toplumlarda, askeri değer­ ler sivil hayatı şekillendirmekle kalmaz; ‘savaş’ ile ‘barış’, ‘as­ keri’ ile ‘sivil’ arasındaki sınırlar bulanıklaşır”.20 Gösteri ikti­ darı militarist medya marifetiyle gündelik yaşamı işgal etme­ ye çalışır. Tüm toplumun askerleştirilmesi ile birlikte tüm ya­ şam alanları cepheye dönüşür ve düşmana karşı farklı düzey­ lerde ve biçimlerde yürütülen bir savaş başlatılır. Toplumun yaşadığı krizlerin sorumlusu olan iç ve dış düşmanların yarat­ tığı hastalıklardan kurtulmak için savaş bir zorunluluk olarak kabul edilir ve savaş gösterisi topluma erkekliğini ve kaybetti­ ği bütünlüğünü yeniden kazandırmayı vaat eder. Yaşanan yok­ sulluk ve yoksunluklar gösterinin şatafatında görünmez olur. Militarist gösterinin mekanikliği, soğukluğu ve erkekliği tüm yaşamı ele geçirir; zamanın hasta ruhu postalların altında ezi­ lir ve yeni bir ruh yaratılır. Bu yeni ruh erkektir ve ölümün göl­ gesinde, bitmeyen kutsal bir gösteriyi sergiler. Bu rüyanın sür­ mesi için gösterinin devam etmesi gereklidir. Eğer bu ruh rü­ yadan uyanırsa, paramparça olacak ve gerçekliğin kabusunda yok olup gidecektir. 19

Ayşe Gül Altınay, The Myth o f the Military-Nation: Militarism, Gender, and Edu­ cation in Turkey, New York: Palgrave, 2004, s. 14.

20

http://bianet.org/bianet/kultur/133019-bbg-kadinlar-militarizm-ve-masumolmayan-eglence-anlayisi

KAYNAKÇA Altınay, A. G. (2004) The Myth o f the Military-Nation: Militarism, Gender, and Edu­ cation in Turkey, New York: Palgrave. Benjamin, W. (1995) “Alman Faşizminin Kuramları”, Estetize Edilmiş Yaşam, der. ve çev. Ü. Oskay, İstanbul: Der Yayınlan. Elsaesser, T. (1994) “Historicizing the Subject: A Body of W ork?”, New German Critique, No. 63, Special Issue on Rainer Werner Fassbinder, 10-33. Enloe, C. (1990) Bananas, Beaches and Bases, Berkeley: University of California Press. Foucault, M. (1979) Discipline and Punish: The Birth o f the Prison, New York: Vin­ tage Books. Garoian, C. R. ve Y. Gaudelius (2008) Spectacle Pedagogy: Art, Politics, and Visual Culture, New York: State University of New York Press. Harrison, D. (2003) “Violence in the Military Community”, Military Masculinities: Identity and the State, ed. P. Higate, Westport, CT: Praeger. Hillach, A. (1 995) “Siyaset Estetiği: W alter Benjamin’in Alman Faşizminin Ku­ ramları”, Estetize Edilmiş Yaşam, der. ve çev. Ü. Oskay, İstanbul: Der Yayınlan. Huizinga, J . (2006) Homo Ludens, çev. Mehmet Ali Kılıçbay İstanbul: Aynntı. Leslie, E. (2 0 1 1 ) W alter Benjamin: Konformizmi Alt Etm ek, çev. Eda Çaça İstan­ bul: Habitus. Losscher, H. (2011) “’Being seen as’ and ‘seeing as’", Kybem etes, Cilt 40, No. 3/4, 494-506. Mosse, G. L. (1998) Image o f Man: The Creation o f M odem Masculinity, New York: Oxford University Press. Orwell, G. (2010) Bin D okuz Yüz Seksen Dört, çev. Celâl Oster İstanbul: Can Ya­ yınlan. Peterson, V.S. (2010) “Gendered Identities, Ideologies, and Practices in the Con­ text of War and Militarism”, Gender, War, and Militarism: Feminist Perspectives, der. L. Sjoberg ve S. Via, California: Praeger. Scott, Catherine V. (1995) Gender and Development: Rethinking Modernization and Dependency Theory, Boulder, Colo: Lynne Rienner. Teaiwa, T. K. (2005) “Articulated Cultures: Militarism and Masculinities in Fiji du­ ring the Mid 1990s”, Fiji an Studies, Cilt 3, No. 2, 201-222. Via, S. (2010) “Gender, Militarism, and Globalization: Soldiers for Hire and Hege­ monic Masculinity", Gender, War, and Militarism: Feminist Perspectives, der. L. Sjoberg ve S. Via, California: Praeger. http://bizerkekdegiliziiisiyatifi.blogspot.com/ http://bianet.org/bianet/kultur/133019-bbg-kadinlar-militarizm-ve-masum-olmayan-eglence-anlayisi

“Askerlik Yapmayana Adam Denmez”: Zorunlu Askerlik, Erkeklik ve Vatandaşlık A y şe G ü l A l t in a y

Görevimdir bayrağımı üstün tutm ak her bayraktan can veririm kan dökerim, vazgeçemem ben bu haktan - H a şa n A li Y ü c e l1

"İşte n'aber, askerde miydin, ne zaman geldin" falan... Sen ne diyorsun, ben orada hayatımın kırılmasını yaşadım, iki keli­ meyle anlatamam, anlatsam anlayamazsın. - Mehmedin Kitabı için Nadire Mater'le görüşen bir erkek

Zorunlu askerlik, “Her Türk asker doğar” şiarıyla ifade bulan ordu-millet efsanesinin tüm vatandaşların hayatlarına doğru­ dan değen en önemli ayağını oluşturuyor diyebiliriz. Erkekler, doğrudan askere çağrılarak, ezici çoğunlukla bu çağrıyı kabul edip “asker” olarak, belli durumlarda kendilerini savaşın içinde bularak, daha sonra da askere gitmemişlerse bunu sürekli açık­ lamak durumunda kalarak, gitmişlerse “askerlik amlarTm baş­ 1

Haşan Ali Yücel imzalı (ama çoğu zaman onun ismi anılmadan kullanılan) bu dizeler çeşidi ders kitaplarında “Atalarım gökten yere/ İndirmişler ay yıldızı/Bir buluta sarmışlar ki/ Rengi şafaktan kırmızı” dizelerini takiben “bay­ rak şiiri”, “Bayrak Sarkışı” veya “Bayrak Marşı” üst başlığıyla yer almaktadır. İlköğretim kadar okul öncesi eğitimde de kullanıldığı görülmektedir. Örne­ ğin: http://www.okuloncesietkinlikleri.com/sarki-sozu-etkinlikleri-125/bayragim-1589/ (Erişim tarihi: 22 Kasım 2012).

ka erkekler ve kadınlarla paylaşarak ve yeni gideceklere tavsi­ yeler vererek; kadınlar ise erkek kardeşlerinin, arkadaşlarının, sevgililerinin, eşlerinin, çocuklarının askerliğine tanık olarak, onlara destek vererek, vermezlerse kınanmayı, dışlanmayı gö­ ze alarak, askerlik anıları dinleyerek, askerden görünen ve gö­ rünmeyen yaralarla dönen erkek yakınlarının bakımını üstle­ nerek zorunlu askerlikle hayatları boyunca farklı biçimlerde doğrudan ilişkileniyorlar. Makbul vatandaş olmanın yolu bu ilişkilenmeden geçerken, aynı zamanda erkek ve kadın vatan­ daşlığının ayrışmasının yolu da açılmış oluyor. Bu yazı, zorun­ lu askerlik hizmetini, terbiye/disipline eden, millileştiren ve er­ kekleştiren bir vatandaşlık pratiği olarak incelemeyi; bu prati­ ğin farklı erkekler tarafından nasıl deneyimlendiğini ve içinde barındırdığı çelişkileri tartışmayı; son olarak da askerliğin kav­ ramsallaştırılmasında ve deneyimlenmesinde 2000’li yıllarda yaşanan kırılmalara dikkat çekmeyi amaçlamaktadır.2 2

1997-2003 yıllan arasında farklı yaşlardan 100’den fazla erkek ve kadınla as­ kerlik konusundaki düşünceleri ve deneyimleri üzerine görüşmeler yaptım. Buradaki analiz, bu görüşmelere ve 1997 ile 1999 yıllan arasında yürüttüğüm 16 derinlemesine mülakata dayanmaktadır. Bu yazı, 2004 yılında yayımlanan The Myth o f the Military-Nation: M ilitansın, Gender and Education in Turkey (Palgrave Macmillan) kitabının 3. bölümünden Türkçeleştirilmiştir. Bu ki­ tabın Türkçeleştirilmesini annem Nusret Karayazgan ile birlikte yapmaya gi­ rişeli yıllar oluyor. Annem kitabın çevirisinin önemli bir kısmını 2009’da ta­ mamladı, ancak ben kendi üzerime düşenleri araya giren kayıplar, hayatın tat­ sız sürprizleri ve meşgaleleri nedeniyle bir türlü tamamlayamadım. Anneme de, kitabın Türkçesini bekleyenlere de, kitabı yayımlayacak olan Metis Yaymlan’na da özür borçluyum. Umuyorum kısa sürede bu borcumu kitabı tamam­ layarak ödeyebilirim. Sevgili Yeşim Sünbüloğlu’nun daveti, sabn, azmi, ve ver­ diği cesaret sayesinde en azından bu bölüm Türkçe yayımlanmış oluyor. Kita­ bın Türkçeleştirilme sürecinde yaptığı özverili, titiz çalışma için annem Nus­ ret Karayazgan’a, verdiği araştırma desteği için Fulya Kama Özelkan’a, kay­ nakçayı düzenlediği için Dilşah Pınar Ensari’ye, yazıyla ilgili kıymetli yorum­ ları, düzeltmeleri ve aşıladıklan cesaret için Yeşim Sünbüloğlu’na ve Ömer Turan’a, destekleri, sevgileri ve dostluklanyla hayatımın her dönemecinde bana güç veren babam Erdal ve annem Nusret’e, yazının sancılı elden geçirme sü­ recinde verdiği cesaretle önümü açan Ebru Nihan Celkan’a yürekten teşekkür ederim. Son yıllarda bu yazının konu edindiği alanlarda çok sayıda yayın çık­ maya başladı ki bu kendi başına çok önemli ve sevindirici bir gelişme. Bu ya­ yınlan ve onlardan öğrendiklerimizi 2003-2004’te kaleme alınmış bu yazıya katamadım - hem zaman, hem yer darlığından. Kitaptaki diğer yazılar benim bu eksiğimi telafi ettikleri için içim bir nebze rahat.

Disiplin-terbiye aracı olarak askerlik Disiplin askerden, düşmanı yok etmek için hayatını ortaya koymasını talep eder; ondan olağanüstü bir şey bekler ve bu olağanüstü talebi ona o kadar tanıdık hale getirir ki, asker bu talebin kaçınılmaz ve hatta doğal olduğunu düşünür. - Ba r o n

v o n d er

G o l tz

1910 yılında Britanyalı General Sör Ian Hamilton zorunlu as­ kerliği “belli bir insan aklı ve bedeninin imalatı için bugüne ka­ dar icat edilmiş en büyük makina” olarak tanımlıyordu.3 Bu öy­ le bir makinaydı ki, çıktısı “yüz binlerce standart tasarımlı va­ tandaş” idi: Sırtı dikleşmiş, göğsü genişlemiş, temiz, itaatkar, dakik, öte ta­ raftan bireysel inisiyatifi zayıflatılmış vatandaş. Evet, zorunlu askerlik muazzam bir düzleyicidir. Gururluların kibri kırılır; zayıflar güçlendirilir; milli düşünce aşılanır; değişik idealle­ rin etkileşimi feda edilir. İyi veya kötü, siyah veya beyaz, hepsi umarsızca aynı değirmene fırlatılır ve oradan artık siyah veya beyaz değil, fakat aynı, tekdüze hâkî renkte çıkarlar.4

lan Hamilton’m bu sözleri yazmasından yaklaşık 90 yıl son­ ra, 1999 yılında, İstanbul yakınlarındaki bir kasabada görüştü­ ğüm bir genç adam askerlik hizmetini çok benzer ifadelerle an­ latıyordu: İşte askere gidip geldin adam oldun diyorlar ya, yani çok fark var yani. Orada disiplini öğreniyorsun, disiplin neymiş onu bi­ liyorsun. Birine bir saygı göstermeyi falan biliyorsun. Sen say­ gıyı yapmasan bile, göstermesen bile, burada bir sivil arkada­ şın olsun yabancı birine olsun yapmasan bile, senin içinden bir kere o geçiyor. Yani sen yaşamasan, orada öğrenmesen o işi, hiç umurunda bile değil. Zaten esas duruş bir askerin ru­ hen ve bedenen olgunluk derecesini gösteren en iyi duruş şek­ 3

General Sir Ian Hamilton, Compulsory Service: A Study o j the Question in the Light o f Experience, Londra: Joh n Murray, 1910, s. 44. Orijinal metinlerden Tûrkçeye çeviriler bana aittir.

4

A.g.e., s. 44.

lidir diyorlar. Yani sen ruhunu, bedenini hepsini orada şey ya­ pıyorsun yani, çok şey öğrenmiş oluyorsun yani.

Her ne kadar lan Hamilton ve Ali5 adıyla anacağım bu genç adamın ifadeleri, Michel Foucault’nun “insan bedeninin sana­ tı” (art o f the humarı body)6 olarak tanımladığı duruma karşı benzer bir hayranlığı banndınyorsa da askerlik hakkındaki te­ mel varsayımlarının birbirinden oldukça farklı olduğunu söy­ leyebiliriz. Britanya’da askerlik henüz zorunlu değilken7 bu ta­ nımlamayı yapan lan Hamilton’un insanlık ve askerlik tarihinin “büyük makina”sı olarak kabul ettiği zorunlu askerlik hizmeti­ ni Ali, “kültürünün” bir parçası, vatandaşlığa ve erkekliğe ge­ çiş için gerekli bir adım olarak kurguluyor. Ali’ye göre ancak as­ kerliğini yaptıktan sonra “adam” olunuyor. Kendisinin askerlik deneyimini anlatırken de “çok değiştim” diyen Ali, yaşadığı de­ ğişimden son derece memnun olduğunu tekrar tekrar vurgulu­ yor. Ona, “askerliği iyi ki yaptım mı diyorsun yani?” diye sor­ duğumda, cevabı şöyle oluyor: “O bir kere sana verilmiş bir gö­ rev. Onu yapıcan, illa yapıcan da... Orada çok şey öğreniyorsun, askerde. Ben şimdi askere gitmeseydim belki onları bilmezdim.” Askerlik, vatandaşlık ve erkeklik arasındaki bağlantılara daha sonra tekrar döneceğim. Şimdi Ali’nin anlatısından yola çıka­ rak askerlerin düşünce yapılan ve bedenlerinde farkettikleri de­ ğişiklikler üzerinde durmak ve askerliğin terbiye/disipline edici yönüne bakmak istiyorum. Foucault’nun modern tarihin mer­ kezinde gördüğü “insan bedeninin sanatı” ile askerlik arasında nasıl bir ilişki var? Askerlik bu tarihte nereye oturuyor? İsrail’deki askerlik deneyimi üzerine araştırmalar yapan Sa­ ra Helman’a göre askerliği, “bireylerin öznelliğini şekillendi­ ren bir dizi disipline edici uygulama” olarak tanımlayabiliriz.8 5

Bu yazıda geçen bütün adlar takmadır. Görüşmecilerimden bazıları takma ad­ larını kendileri seçtiler, bazılannınkini ise ben verdim.

6

Michel Foucault, Discipline and Punish: The Birth o j the Prison, New York: Vin­ tage Books, 1979, s. 137.

7

Britanya’da ilk zorunlu askerlik kanunu 1916 yılında çıktı.

8

Sara Helman, “Militarism and the Construction of Community”, Journal o f Po­ litical and Military Sociology, No. 25, 1997, s. 309.

Son yıllarda sosyal bilimleri şekillendiren beden ve disiplin ku­ ramları, Helman’mkiler de dahil, ağırlıklı olarak Michel Foucault’ya dayanmaktadırlar. Foucault, çalışmalarında insan bede­ ni üzerinde uygulanan iktidara değil, bedenin içinden işleyen ik­ tidar biçimleri ve tekniklerinin eleştirisine odaklanır. Hapisha­ nenin Doğuşu çalışmasında Foucault, “itaatkâr bedenler” ince­ lemesine, 17. yüzyıldan 18. yüzyıla geçerken bir askerin bede­ ninde meydana gelen değişiklikleri tanımlayarak başlar: Onyedinci yüzyılın başlarına kadar ideal olarak kabul edilen asker figürüne bir bakalım. Her şeyden önce asker, uzaktan fark edilebilen bir kişiydi; gücünün ve cesaretinin doğal işaret­ lerini, gururunun işaretlerini üzerinde taşırdı; bedeni, gücü­ nün ve yiğitliğinin bir ifadesiydi... Onsekizinci yüzyıla gelin­ diğinde asker, imal edilecek bir şey haline gelmişti: şekilsiz bir çamurdan, uygun olmayan bir bedenden istenen makine inşa edilebilirdi; duruş giderek düzeltilir; hesaplı bir kendine hâ­ kim olma hali bedenin her parçasında ifadesini bulur; beden, her daim hazır, alışkanlıkları otomatikleşmiş bir yapıya bürü­ nürdü. Kısacası, kişi ‘köylülükten kurtarılıp’, kendisine ‘asker havası’ verilirdi (20 Mart 1764 fermanı).9

Foucault’ya göre asker bedenindeki bu dönüşüm, iktidarın yeni mikrofiziği, yeni beden sanatı ve modem disiplin yöntem­ lerinin gelişmesi sayesinde gerçekleşir. Foucault’nun “itaatkârlık-yarar (docility-utility) ilişkilerini”10 anlatırken dediği gibi disiplin, boyun eğdirilmiş “itaatkâr” bedenler imal eder: “Di­ siplin, bedenin ekonomik bağlamda etkinliğini artırır ve onu yararlı hale getirir, aynı zamanda da onu siyasal bağlamda za­ yıflatarak itaatkâr yapar”.11 Foucault modern disiplin aracılı­ ğıyla imal edilen itaatkâr ve yararlı-üretken bedenleri tartışır­ ken iki kuruma özel ilgi gösterir: eğitim ve ordu. Okullar ve kışlalar Foucault’ya göre modem disiplin tekniklerinin gelişti­ rildiği ve mükemmelleştirildiği temel alanlardır. 9

Foucault, a.g.e., s. 135.

10

Foucault, a.g.e., s. 137.

11

Foucault, a.g.e., s. 138.

Askerliğini yapmış erkeklerle yaptığım konuşmalar ve gö­ rüşmeler sırasında kışlalardaki disipline dair değişik yorumlar­ la karşılaştım. Tekrarlanan temalardan birisi “askerî mantığın” mantık dışı karakteriydi. Bu yaklaşıma göre, askerlik hizmeti sırasında askerlerin yapmak zorunda oldukları işler mantık da­ hilinde olmayabiliyordu - yapmak zorundaydılar çünkü emir öyleydi ve bir açıklama aramak faydasızdı. Genç bir erkek ba­ na komutanıyla arasında geçen bir konuşmayı şöyle anlatmıştı: Bir şeyi yanlış yaptığım için komutan kızgındı. Ben ‘Komuta­ nım, ben düşünmüştüm ki...’ diye bir cümleye başlamıştım ki beni susturdu: ‘Düşünme! Senin yerine ben düşünürüm!’ Bu­ na ne diyebilirsin? Hiçbir şey düşünmemen gerekiyor.

Bu genç adama göre bu tepkinin arkasındaki sebep, askerli­ ğin kendine özgü karakteriydi: Askerin işi iyi bir iş değil - dövüşmek, öldürmek veya ölmek. İnsanları bu işe motive etmek için ruhlarım öldürmen gerekir. Normal bir insana başkalarına ateş etmesini söyleyemezsin; bunu yapmayacaktır. Tüm o emirler, fiziksel ve psikolojik şid­ det de bu yüzden var.... yoksa, bu kişi düşünecektir.

Bu anlatıda vurgu her ne kadar şiddet üzerindeyse de, bir yan­ dan da askerin itaat yoluyla nasıl daha “yararlı” hale getirildiği­ nin, yani askerliğin üretken yönünün de altının çizildiğini görü­ yoruz. 1880’lerde Prusyalı komutan ve askerî kuramcı Colmar Freiherr von der Goltz’un12 disiplin tanımı da aynı doğrultuday­ dı: “Disiplin askerden, düşmanı yok etmek için hayatını ortaya koymasını talep eder; ondan olağanüstü bir şey bekler ve bu ola­ ğanüstü talebi ona o kadar tanıdık hale getirir ki, asker bu tale­ bin kaçınılmaz ve hatta doğal olduğunu düşünür”.13 Diğer bir 12

Bu noktada Goltz’un Osmanhcaya Millet-i Müsellaha olarak çevrilen Das Volk in Waffen (1883) kitabının yazan olduğunu ve Osmanlı ordusunun modern­ leşmesi sürecinde önemli bir rol oynadığım hatırlamak gerekir. Bu kitap ve etkisi üzerine bkz. Hasan Under, “Goltz, Milleti Müsellaha ve Kemalizmdeki Spartan Öğeler” Tarih ve Toplum, Cilt 35, No. 256, 2001, s. 45-54.

13

Colmar Freiherr von der Goltz, The Nation in Arms, çev. Philip A. Ashworth, Londra: W. H. Allen, 1887, s. 134.

deyişle, Goltz’a göre disiplin, ölüm karşısında bile itaate dayalı bir öznelliği doğal kılar. Foucault’nun “itaatkârlık-yarar ilişkile­ ri” kavramsallaştırması da tam bunun altım çizer: Disiplin itaat­ kâr bedenler yaratırken aynı zamanda bedenleri yararlı hale ge­ tirir. Askeri disiplin bağlamında öngörülen yararlılık, her ne ka­ dar Goltz’un ileri sürdüğü gibi öldürme ve ölmenin doğallaştı­ rılmasına odaklansa da, bunlarla sınırlı değildir. Zorunlu asker­ lik, şiddet ve savunmadan ibaret olmadığı gibi, askerlerin ya­ rar ve üretkenliğinin de ekonomik ve siyasi pek çok başka yan­ sıması vardır. Türkiye bağlamında askerliğin ekonomik yarar ve üretken­ likle ilişkisinin, İkinci Dünya Savaşı sonrası gelişen “kalkınma” dili ve siyaseti (özellikle de NATO ve ABD ile artan askeri işbir­ liği) çerçevesinde daha belirgin hale geldiğini görüyoruz. 1960 yılında yayımlanan bir makalede, siyaset bilimci Daniel Lemer ve Richard D. Robinson, Türk ordusunun Amerikan yardımı­ nı nasıl toplumu “modemize” etmek için kullandığını yazıyor, “okur-yazar olmayan fakir köy delikanlılarına” “kuvvetli bir materyalizm” sunan orduyu övüyorlardı: “Hızla modernleşen ve demoktratikleşen bu orduda talim gören genç delikanlıların köylerinin dışındaki geniş dünya ile ilk temaslarının bu şekilde olmasının onlar üzerinde yarattığı etkiyi düşünün”.14 Bu konu­ da yeterince araştırma yapılmadığı için bu köy delikanlılarının askerlik sonrası köydeki hayatlarına dair kesin veriler olmadı­ ğını vurgulayan Lemer ve Robinson, yine de genelleyici göz­ lemler ve tahminler yapmaktan kaçınmıyorlardı: Terhis olmuş genç, geleneksel toplumun kendisinin yeni bek­ lenti düzeyini karşılamakta yetersiz kaldığını düşünmeye me­ yilli olacaktır. Yaşayacağı hayal kırıklığı onu, askerlik sırasın­ da kazandığı yeni becerilerini sivil hayatta yenilik ve ‘ilerle­ me’ yönünde kullanmaya itecektir. [Askerlik sırasında] Maki­ ne mevhumu ile tanışmıştır ve mekanik becerilere sahip olan­ ların kazandıkları avantajın farkındadır. Dahası, yaptığı asker14

Daniel Lemer ve Richard D. Robinson, “Swords and Ploughshares: The Tur­ kish Army as a Modernizing Force”, World Politics, Cilt 13, No. 1 ,1 9 6 0 , s. 34.

ligin prestiji, herkesin aklında yeni teknoloji ile tanımlanır ol­ muştur. Bundan dolayı köyüne dönen asker büyük olasılıkla makine-öncesi döneme dönmeye direnecektir.15

Lemer ve Robinson’a göre, “askerden dönen genç ... köyünde kalacak olursa, hem teknik hem de sosyal gelişimin arkasındaki itici güç” olacaktır.16 Yazarlar, buna paralel bir gelişmenin, karar alıcılar seviyesinde de gerçekleştiğini gözlemlemektedirler: Ordunun ülkenin ekonomik ve sosyal yapısına olan etkilerin­ den söz ederken, başlangıçta neredeyse tamamen askerî bir mesele olarak kabul edilen otoyol geliştirme programına de­ ğinmeden geçilemez. 1948 yılında Türkiye’ye gönderilen Bir­ leşik Devletler Otoyol Misyonu ilk önce Askerî Yardım Misyonu’nun altında çalışıyordu. Otoyol programının ekonomik yardım misyonuna bağlanması bir müddet sonraya rastlar.17

Türkiye gibi ülkelerde ordu ve ekonomik gelişme arasında­ ki bağlantılar Lemer ve Robinson tarafından “az gelişmişliğin” bir özelliği olarak İncelenmekte ve diğer ülkelerde ABD aske­ ri yardımının azami etki yaratabilmesi için Türkiye deneyimin­ den dersler çıkarılmaktadır: Gerçekten de, az gelişmiş bir ülkede ordu, devlet okulları, en­ düstriyel güçler ve ekonomik planlama faaliyetleri ortak he­ deflerde buluşmaya meyillidirler... Belki de Türkiye deneyi­ minden öğrendiklerimizle, diğer ülkelerin de askerî örgütlen­ me yoluyla güçlü olma hedeflerini hızlı kalkınma hedefleriyle buluşturmalarına yardımcı olabiliriz.18

Bu ifadeler, hem kalkınma ve militarizm söylemleri arasın­ daki bağlantılara hem de küresel askerîleşmenin “ekonomik” veçhesine dair önemli ipuçları sunmaktadır.19 “‘Fakir’, ‘az geliş­ 15

Lemer ve Robinson, a.g.e., s. 34

16

Lemer ve Robinson, a.g.e., s. 35.

17

Lemer ve Robinson, a.g.e., s. 37.

18

Lemer ve Robinson, a.g.e., s. 39.

19

Lemer ve Robinson’un güçlü ordu yoluyla kalkınma vurgulan 1960’lar Türkiyesi’nin sol siyasetinde de yankı bulmuş görünmektedir. 1962’de Lemer’m

miş’, ‘yetersiz beslenmiş’ ve ‘okuma-yazması olmayanları kal­ kınma alanına sokan iktidar ağı”nda20 orduların ve uluslararası askerî yardım programlarının oynadıkları rol araştırılmaya, in­ celenmeye muhtaçtır. Lemer ve Robinson’un en çarpıcı örnek­ lerinden birini sundukları “kalkınmacı” yaklaşımda, “itaatkârlıkları” ve “yarar”lan arttınlmaya çalışılan genç nüfus, yalnız­ ca devlet ve ordunun değil, dünya ekonomik sisteminin de ye­ ni özneleri olarak kurgulanmaktadır. Araştırmam süresince askerlik deneyiminin kışla dışında ekonomik yararı nasıl artırdığına dair pek çok anlatıyla karşılaş­ tım. Askerliğini 1967 ile 1969 yıllan arasında Kahramanmaraş ve Mersin’de yapan bir köylü -ismine Mehmet diyelim- bana uzun uzun ve onaylar şekilde askeri disiplinden söz etti: “As­ kerde bol bol eğitim vardır, talim vardır, disiplin vardır. Disip­ lin şart. Disiplin olmadan askerlik hiç olmaz,” diyerek askerlik­ ten sonra girebildiği devlet memurluğu işini aynı minvalde ta­ rif etmeye devam etti: Ben askerden 20 gün bir ay sonra işe girdim. Devlet işi. Yahu o askerliği bitirdik, gerçek askerliği bitirdik, tekrar ikinci asker­ liğe başladık. Aynı orada da emirle, saatle, aynı disiplin kuru­ lu var, amirler var, memurlar var. Devlet işi. Çiftlik. Hayvan­ cılık üzerine, çiftçilik üzerine. Orada işçilerin başında ben, as­ kerde çavuşluk, fabrikalarda ustabaşı derler, kahyaydım işçile­ rin başında. Çiftlik kahyası derler ya. Bu şekil, insanları çalışurmak. Aynı askerlik. Sabahleyin dikilirler içtimaya, ne iş ve­ rirsen o yaptırılır. Aynen ranzalar vardır, ranzalarda yatarsın. “Değişen toplumlarda ilerici kuvvet: Ordu" başlıklı yazısına yer veren Yön der­ gisinin aynı sayısında llhami Soysal’ın “Çıkmazlar İçinde Bir İşık: Ordu” yazısı şu cümlelerle bitmektedir: “Türkiye’nin bütün ilericilerine, bütün zinde kuv­ vetlerine düşen iş, memleketimizin en kudretli, en organize ve en güvenilir kuruluşu olan Ordunun etrafında kenetlenmektir. İçten ve dıştan gelecek ge­ rici veya sömürücü her tecavüzü önleyecek, def ve yok edecek bu kuvvetin de­ ğerini bilelim." Bkz. llhami Soysal, “Çıkmazlar İçinde Bir İşık: Ordu" Yön, No. 43, 10 Ekim 1962, s. 7, ve Daniel Lemer, “Değişen toplumlarda ilerici kuvvet: Ordu”, Yön, No. 43, 10 Ekim 1962. Bu yazılara dikkatimi çeken ve arşiv kop­ yalarını benimle paylaşan Ömer Turan’a çok teşekkür ederim. 20

Arturo Escobar, Encountering Development: The Making and Unmaking o f the Third World, New Jersey: Princeton University Press, 1995, s. 89.

Askerlik gibi bulgur pilavı, üzüm hoşafı, aynı askerlik gibi. As­ kerlikten bir farkı var: Canın isterse bırakır gelirsin eve. As­ kerlikten bir farkı bu var. Bir de silahı yoktur. Devlet işi öyle. O zamanlar, 69’da daha da kötüydü işler. Orman kanunu var­ dı. Nasıl? Hoşuna gitmezse adama “hadi git” dersin. Hak mak arayamaz. Şimdi öyle değil. Şimdi seni disipline veriyler, bir ihtar veriyler, iki ihtar veriyler, üçüncüsünde cezalandıriyler. Eskiden bu yoktu. Sıyır elbiseyi sırtından git derlerdi... O yüz­ den askerlik gibi.

Bu anlatının bir özelliği ordu ile diğer devlet kurumlan ara­ sında kurulan benzerlik ise bir diğeri de kapitalist bir işletme­ nin çalışma koşullarıyla askerlik deneyimi arasındaki yakın ilişkinin dile getirilmesidir. Mehmet’e göre, kışlada geçirdiği iki yılda öğrendiği disiplin onu devlet çiftliğindeki bu işe hazırla­ mıştı. Kışla deneyimi sayesinde, disiplinli bir ortamda yaşama­ nın getirdiği gündelik sorumlulukları, zamanın ve bedenlerin katı yönetimini biliyordu. Dahası, askerliğini çavuş olarak yap­ tığı için kahyalık yapmaya hak kazanmıştı. Mehmet’in anlatısıyla paralel olarak ben de burada asker­ lik/ordu ile disiplin arasındaki ilişkinin iki özelliğine dikkat çekmek istiyorum. Birincisi, erkek vatandaşlardan üretken ama itaatkâr bedenler “yaratmak” amacını güden askerî disip­ lin uygulamaları ile iktisadi ve siyasi hayatın diğer alanların­ da kullanılan disiplin teknikleri arasındaki ilişkiye bakmanın önemli olduğunu savunuyorum.21 İkincisi, Mehmet’in asker­ lik hizmetinin kendisini askerlik sonrası hayata, geçimini sağ­ layacak olan işe hazırladığına ilişkin algısını ciddiye almak ve üzerinde durmak gerektiğini düşünüyorum. Örneğin, Meh­ met, askerlik hizmetinden önce birkaç sene çiftlikte çalışmış olsaydı neler olurdu, merak ediyorum. Acaba bu durumda as­ kerlikten önceki iş deneyimine referans vererek mi bahsede­ cekti? İş deneyimi, askerliği anlamasına yardımcı olur muy­ du? Veya, tam tersi, “verimlilik” ve “akılcılık”la ilgili beklen­ 21

Millileştirilmiş disiplinin başlıca iki kurumu olan zorunlu askerlik ve eğitim arasındaki ilişkilerden aşağıda söz edeceğim.

tileri kışladaki hayatı sorgulamasına mı yol açacaktı? Aynı şe­ kilde, askerlik öncesinde on bir veya on beş sene (üniversi­ te dahil) disiplinli okul eğitiminden geçseydi ne olurdu? Te­ mel “disiplin” referansını hangi deneyim, hangi kurum oluş­ tururdu? Hem uzun yıllar eğitim görmüş hem de askerlik öncesin­ de bir miktar çalışma deneyimi olmuş üniversite mezunlarıy­ la yaptığım görüşmeler, modem disiplin teknikleriyle ilk karşı­ laşması olmasaydı Mehmet’in büyük olasılıkla üniformalı gün­ ler hakkında farklı duygular taşıyacağını düşündürüyor. Örne­ ğin, otuzlu yaşların başında olan bir üniversite mezunu asker­ lik deneyimini şöyle anlatıyor: Böylece askere gittim ve günlük askerlik rutinlerine ayak uy­ durmaya başladım. Yalnız bir şey çok garipti, sürekli bir deja vu hissi yaşıyordum. İdman yaparken veya içtima sırasında ga­ rip bir ‘ben bunu bir yerden biliyorum’ duygusu... Sonra far­ kına vardım ki bütün bunları okuldan biliyorum. Beden eğiti­ mi derslerinde asker gibi yürümeyi öğrenmiştik, bilirsin, hiza­ ya gir, sağa dön, sola dön. İçtima da aynı Pazartesi sabahlan ve Cuma öğleden sonralan yapılan bayrak töreni gibiydi.

Dahası, Mehmet gibi, yüksek öğrenim görmemiş pek çok köylü erkek, askere giderken evlerinden ilk kez ayrılıyorlar. Ailelerinden, arkadaşlanndan ve tanıdık çevreden uzak olmak da askerlik hizmeti yoluyla “öğrenme”, “olgunlaşma” ve “ru­ hen ve bedenen değişme” duygulannı arttınyor. Yirmi dört ya­ şındaki bir gencin annesi, oğlu için askerlik hizmetinin yersiz­ liğinden şöyle şikâyet ediyordu: Oğlum lise öğrencisiyken evden ayrıldı. Yatılı bir liseye git­ mişti ve bir daha eve dönmedi. Eğitim için Amerika’ya bile git­ ti. Askerlik yapmaya ihtiyacı yok. Evden uzakta kendi başına o kadar uzun süre kaldı ki ayaklan üzerinde durmayı öğrendi.

Otuz yaşında ve üniversite mezunu olan Can, aynı gözlemi benzer ifadelerle dile getirdi: “Askerlik, pek çok insanın aile­ sinden ilk kez aynldığı zamandır. İlk kez kendi başlarına ka­

lırlar. Askerliğin onlar için önemli olmasının bir sebebi de budur.” Kendisini bu gözlemin dışında tutmaktaydı çünkü aske­ re gidene kadar üniversite öğrencisi olarak uzun seneler evden uzakta yaşamıştı. Bu farklılıkların yanı sıra, genç erkeklerin, ailelerinin ve ar­ kadaşlarının hayatında askerliğin önemli olmasının -Can ve Mehmet’in paylaştığı- nedenleri de var şüphesiz. Birincisi, gü­ nümüz Türkiyesi’nde genç bir erkeğin askerlik yapmadan ön­ ce hayata hazır olmayacağına dair yaygın inanış, coğrafi bölge veya eğitim düzeyinden bağımsız olarak ifade bulabiliyor. Evli­ liklerin çoğunun askerlik sonrasına ertelendiğini, askerlik ön­ cesinde düzenli ve dolgun ücretli bir iş bulmanın zor olmaya devam ettiğini biliyoruz. İş ilanlarının çoğunluğunda “Erkek adaylar için askerliğini yapmış olmak şarttır” gibi ifadelere rast­ lamak mümkün. Bir işveren bu durumu bana şöyle açıklamıştı: “Hiç kimse bir yıl sonra, tam işi öğrenmeye başladığında aske­ re gitmek için ayrılacak olan bir çalışanı istemez. Uzun dönem için planlar yapmaya hazır ve işi ciddiye alacak insanları tercih ediyoruz.” Görüştüğüm kişilerin hemen hepsi evlilik ve asker­ lik arasındaki doğrudan bağlantıyı dile getirdiler: “Askere git­ meden evlenemezsin, bu kadar basit.” Her ne kadar Can ve Mehmet’in askerlik hakkmdaki var­ sayımları ve görüşleri birbirinden oldukça farklı da olsa, mali kaygılar, evlilik konusunda ailelerin beklentileri, piyasa disip­ lini ve hakim değerler bir araya gelerek Can ve Mehmet’in as­ kerlik öncesi ve sonrası hayatlarını belli hatlarda birbirine yak­ laştırıyor diyebiliriz. Dahası, askerlik deneyimlerindeki farklı­ lıklara rağmen Can ve Mehmet askerliğin bir tür eğitim oldu­ ğu konusunda ortak bir anlayışı paylaşıyorlar. Mehmet için bu eğitimin odağı disiplin iken, Can için “Türkiye gerçeğini öğ­ renmek” olarak ifade bulabiliyor. Can ayrıca ordunun önemli bir “medenileştirme” etkisinin olduğuna inanıyordu. Can ve Mehmet’in askerlik deneyimlerinin bir diğer ortak noktası, askerlerin büyük çoğunluğu gibi, dayaktı. Orduda di­ siplinin, sadece bedenin içinden değil, aynı zamanda üzerin­ den de işlediğini biliyoruz. Askerî cezalandırma, bedensel ol­

mayan, gizli yöntemlerden ziyade “aleni ve seyirlik”22 bir yön­ tem olarak dayağa dayanır. Ordu sadece dışarıya dönük “meş­ ru şiddet” uygulayan bir kurum değil, aynı zamanda gündelik işleyişinde fiziksel şiddeti içinde barındıran da bir kurumdur. Yüksek rütbeli subayların fiziksel şiddet kullanmaları orduda hem meşru, hem de rutin bir uygulama olmaya devam ediyor. Görüştüğüm eski askerler arasında dayak konusunu, özellik­ le de acemi eğitimi safhasıyla ilgili olarak dile getirmeyen kim­ se yoktu.23 Dayak, bazı erkeklerin üzerinde çok zor konuştu­ ğu bir konuydu: Otuz yaşındaki Abdullah, kışlalardaki dayak­ tan söz ederken kıpkırmızı kesilerek bakışlarım yere indirmiş­ ti: “İstisnasız herkes dayak yer. Tabii, ben de.” Diğer bedensel şiddet anlatılarına da çoğu zaman mahçup bakışlar ve tereddüt eşlik ediyordu. Bazıları kısa kesiyordu, bazıları ise hangi şartlar altında dayak yediklerini izah edebilmek ve haklılıklarını gös­ termek için her ayrıntıyı anlatıyordu. Birkaçı, askerde dayak yemediğini iddia eden olursa inanmamam gerektiği konusunda beni açıkça uyardı. Mustafa’nın bu konudaki yorumu şöyleydi: “İnsanlara dayak yediğini kabul etmek zor geliyor fakat gerçek şu ki hiç kimse ondan kaçamaz. Sana dayak yemediklerini söy­ lediklerinde onlara inanma. Yalan söylüyorlar!” Jacolyn Cock’un dediği gibi, “askerlik eğitimi genç erkekle­ rin bireyselliklerinden arındırılmalarım ve asker olarak biçimlendirilmelerini içerir. ‘Temel’ eğitimleri sırasında askerlere iki temel şart öğretilir: otoriteye itaat ve düşmana saldırganlık”.24 Askerlik deneyimi süresince düzenli dayak, otoriteye itaati öğ­ retmek için kullanılan başlıca stratejilerden biri olarak karşımı­ 22

Foucault’ya göre aleni ve seyirlik bedensel ceza, 18. yüzyıl sonu ile 19. yüz­ yılın başında uygulamadan kalkmaya başlayan modem-öncesi infaz biçimle­ rinin bir özelliğiydi; modem infaz sistemi ise cezanın görünmezliğine dayan­ maktadır. Bkz. Foucault, a.g.e., s. 9.

23

Bu kuralın tek istisnası bedelli askerlik yapanlardı. Bedelli askerlik sadece zamansal olarak değil, aynı zamanda niteliksel olarak da uzun askerlik deneyim­ lerinden ayrışıyor.

24 Jacklyn Cock, Colonels and C adres: W ar and G ender in South A frica, Cape Town: Oxford University Press, 1991, s. 56. Pınar Selek’in askerlik ve erkek­ lik üzerine yaptığı önemli çalışmanın başlığı bu durumu çok güzel özetler: Pı­ nar Selek, Sürüne Sürüne Erkek Olmak, İstanbul: İletişim Yayınlan, 2008.

za çıkıyor. Görüştüğüm bir erkek kendisinin dayakla ilişkisi­ ni anlatırken dayağın otoriteyle ilişkisinin de altını çiziyordu: Askere gitmezden evvel bize askerde şöyle dövüyorlar, böy­ le dövüyorlar derlerdi. Tabii askerde sopa vardı. Ben de ça­ vuş oldum, ben de dövdüm. Ama mecburiyet karşısında döv­ düm. Yerine göre ama, rastgele dövülmez, her asker de dövül­ mez. Eğitim yaparken sol dersin sağ basar. Öğretirsin. İçtimalarda, eğitimde, yatakta, üstünü başını temizliklerde, herşeyde çavuş demek komutan demek askerde. Senin bir mangan var, senin üstün var, onun üstü var. Herkesin mangasından çavuş sorumlu. Yiyeceğinden içeceğinden elbisesinden mektubun­ dan sıkıntılarından hepsinden çavuş sorumlu...

Ordudaki fiziksel şiddetin yaygın olduğu ama farklı erkek­ lerin konumlarına bağlı olarak şiddeti farklı deneyimledikleri, 2000 yılında askerliğini “bedelli” olarak yapan Yılmaz’ın da üzerinde durduğu bir konuydu: Bedelliler kendilerini uzun dönemlilerden, köyden gelenler­ den, vesaire farklı görüyorlar. Öyleymiş gibi de davranılıyor zaten. Onlara benzediğimiz ölçüde kötüyüz. Onlar pis, oturup kalkmayı bilmiyorlar, bir kısmı Türkçe bilmiyor... Dolayısıyla onlara atılan dayak haklı görülüyor. ‘Dayak yemek durumun­ da, çünkü...’ ... Duyduklanm, gördüklerim karşısında ilk kez okul okuduğumdan utandım!

Askere gitmeden önce solcu bir militan olan ve bu neden­ le birkaç defa gözaltına alınmış olan Yılmaz, orduda uygulanan rutin şiddetle polis karakollarında kapalı kapılar ardında yapı­ lan işkence arasındaki ilişkinin ve farkın altını çiziyordu: Birisi aleni ve meşru iken diğeri gizli ve kanun dışıydı. Yılmaz’a göre, “Polis tarafından şiddete maruz kaldığında buna hiç değilse iş­ kence diyebileceğini, karşısında durabileceğini biliyorsun. Fa­ kat orduda dayak sistemin bir parçası, çok normalleşmiş. Açık­ ta yapılır ve aleyhinde konuşamazsın.” Araştırmam boyunca, komutanları tarafından hastanelik ola­ cak kadar ağır şekilde dövülen acemi erler veya örneğin komu­

tanlarından “dövme sanatı” (yani “kalıcı sakatlığa sebep ver­ meyecek şekilde askerin nasıl dövüleceği”) eğitimi alan çavuş­ lar hakkında pek çok hikâye dinledim. Örneğin, Cenk bir eri hastanelik olacak kadar dövdüğü için bir çavuşun teğmen ta­ rafından nasıl dövüldüğünü anlatmıştı: “Teğmen çok kızgın­ dı. Çavuş birisine vurduğu için değil, ona yanlış şekilde vurdu­ ğu için. Erlerin sakatlamadan nasıl dövüleceği tekniklerini, ça­ vuşun üzerinde, onu döverek göstermişti.” Pek çok erkeğin ha­ fızasında dayak askerliğe dair temel ve acı veren bir anı olarak ifade buluyordu. Askerî disiplinin temel hedefi üretken fakat itaatkâr bedenler elde etmek ise, aleni ve seyirlik bir “disiplin” uygulaması olarak dayağın bu süreçte çok önemli bir araç ol­ duğu anlaşılmaktadır. Milli bir okul olarak askerlik Avrupa'daki iktidar odakları zorunlu askerlik hizmetini hiç iti­ razsız kabul ettiler; oysa ki kölelikti bu, hem de eski dönemler­ deki kölelik koşullarıyla kıyas kabul etmez bir yozlaşma ve ira­ de kaybı söz konusuydu. - Leo T o lsto y

Michel Foucault gibi, tarihsel sosyolog Eugen Weber de, 1976 tarihli Köylülerden Fyansızlara (Peasants into Frenchmen) ad­ lı kitabında okullara ve kışlalara özel ilgi gösterir. E. Weber’in analizi disiplinle sınırlı kalmaz; bu kuramlarda öğrencilere ve askerlere kazandırılmaya çalışılan “milliyetçilik duygusu”nu, yani “köylü”lerin “Fransız”a dönüştürülme süreçlerini de mer­ cek altma alır.25 Weber’e göre kışla, Fransa Cumhuriyeti’nin özellikle ilk yıllarında pek çok yönden bir okul işlevi görür: bir çeşit “anavatan okulu”.26 Ordu, “Fransız vatandaşı olmanın ne anlama geldiğini”27 öğretmenin yanı sıra Fransızcayı, okur-yazarlığı ve “medeniyet”i (beslenme, barınma, yatma düzeni, hij­ 25

Eugen Weber, Peasants Into Frenchmen: The Modernization O f Rural France, 1870-1914, Stanford: Stanford University Press, 1976, s. 298.

26

A.g.e., s. 298.

27

A.g.e., s. 298.

yen, giyinme, vs.) öğreten bir kurum olarak, kültürün ortaklaş­ tırılması ve medenileşme projelerine eğitim kadar etkin bir kat­ kı sağlar.28 Peki, Türkiye bağlamında zorunlu askerlik yoluyla milli kimlik ve vatandaş yaratma çabaları nasıl ifade buluyor? Bu bölümde bu sorunun üzerine gitmek istiyorum. Askerliğin birinci özelliği yetişkin erkekleri modem disiplinle tanıştırma­ sı ve şekillendirmesi ise, ikinci özelliği de makbul vatandaşı29 ve milleti tanımlamasıdır. Askerî disiplinin siyasi yönü, askerin siyasi yararlılığını itaat yoluyla artırmaktan ibaret değildir; aynı zamanda yeni bir siyasi varlık, ulusal bir varlık yaratma hedefi­ ni de içinde barındırır. “Vatândaş-askerler”den oluşan, ilk olarak Fransız Devrimi ile hayata geçen, sonrasında da Napolyon tarafından bir ulusdevlet pratiği olarak kurumsallaştırılan “milli ordu”, bir yan­ dan köylüleri disiplinli milli vatandaşlara dönüştürmüş, bir yandan da milleti yekvücut olmuş bir bütün şeklinde düşün­ menin önünü açmıştır. Zorunlu askerlik yoluyla geliştirilen milli kimlik duygusu iki eksenlidir: Birincisi, kendi kimliği­ ni millet üzerinden tanımlamayı öğrenen birey, İkincisi, her an düşmanlarla savaşmaya hazır “üniformalı adamlar”ın tem­ sil ettiği kolektif milli benlik.30 “Silahlanmış millet” veya ordu-millet”31 terimleri bu ilişkinin ifadeleridir. Tarihçi George Mosse’ye göre “modem millet, silahlanmış bir millet olarak doğmuştu” ve bu ilişkinin en açık ifadesi milli marşlardaki mi­ litarist içerikti.32 28

A.g.e., s. 302.

29

Bu kavramı Füsun Ostel’in vatandaşlık eğitimi üzerine yaptığı ufuk açıcı çalış­ masından ödünç alıyorum: Füsun Üstel, Makbul Vatandaş’ın Peşinde: II. Meşrutiyet’ten Bugüne Vatandaşlık Eğitimi, İstanbul: İletişim Yayınlan, 2004.

30

Katherine Verdery, “Whither ‘Nation’ and ‘Nationalism’?”, Mapping the Nati­ on, der. G. Balakrishnan, Londra ve New York: Verso, 1996, s. 226-234.

31

Bu terimin İngilizcede ilk kullanımı, benim ulaşabildiğim kaynaklara göre, Fransa’da devrimle birlikte şekillenen vatandaş ordusu üzerine yazılmış 1803 tarihli (yazan belli olmayan) bir Britanya yayını ile oluyor: The French Consi­ dered as a Military Nation Since the Commencement o f Their Revolution, Londra: Hgenon, 1803.

32

George L. Mosse, Confronting the Nation: Jew ish and W estern N ationalism , Londra: Brandéis University Press, 1993, s. 14.

Tarihçi Alfred Vagts, 1937 tarihli A History o f Militarism (Militarizmin Tarihi) kitabında militarizmin savaş zamanın­ dan çok barış zamanı geliştiğini vurgular33 ve militarizmi anla­ mak için “barış” zamanlarına bakmanın önemine dikkat çeker: “Eğer bir milletin bütün mensupları asker yapılacaksa, barış zamanında militer bir ruhla doldurulmaları gerekmektedir”.34 Militer ruhlu vatandaşlar yaratmak için ulus-devletlerin baş­ langıçta iki ana araçları vardı: zorunlu askerlik hizmeti ve zo­ runlu eğitim.35 Devletlerin vatandaşlarıyla doğrudan teması bu iki kurum vasıtasıyla sağlanıyordu ve özellikle ulus-devletlerin kuruluş yıllarında (ve tabii savaş zamanlarında) bu iki kuru­ mun algılanışında yakın bir bağ vardı. Ordu bir okul gibi görü­ lüyordu (Eugen Weber’in deyimiyle “anayurt okulu”) ve okul­ lar millileştirmenin ve militarize etmenin en temel araçları ha­ line dönüşmüşlerdi. Tarihçi Michael Howard’a göre, “1870 yı­ lından sonra çoğu Batı Avrupa ülkesinde ulusal eğitimin ama­ cı savaşmak için fiziksel donanıma ve psikolojik hazırlığa sahip nesiller yetiştirmek olarak tanımlanmıştı. Bu, vatandaşlığın ge­ rekli bir parçasıydı”.36 Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Amerika Bir­ leşik Devletleri’nde ve Britanya’da militarizm ve eğitim üzeri­ ne yoğun tartışmalar yürüyordu. Örneğin, eğitimci ve felsefeci John Dewey, 1920’lerde Amerika Birleşik Devletleri okulların­ da verilmeye başlanan askerî beden eğitimine dair eleştirilerini çok net ifade ediyordu: Okullarda askerî eğitim beden eğitimi temelinde savunula­ maz. Amaç, sağlık ve bedensel gelişim ise, bütün uzmanlar bu­ nun için çok daha iyi yöntemler olduğu konusunda hemfikir­ ler. Askeri açıdan bakıldığında ise [bu dersin faydası] yok de­ necek kadar azdır. Burada gerçek amaç, militarizme ve sava­ 33

Alfred Vagts, A History o f Militarism: Civilian and Military, New York: Meridi­ an Books, 1959 [1937], s. 15.

34

Vagts, a.g.e., s. 134.

35

Bu ilişkinin ayrıntılı bir incelemesi için bkz. Ayşe Gül Altınay, "Askerlik ve Eğitim" Birikim, No. 125/126, Eylül-Ekim, 1999, s. 200-208.

36

Michael Howard, War and the Nation State, Oxford: Clarendon Press, 1978, s. 10.

şa olumlu bakan bir zihniyet yaratmaktır. [Okullarda askerî eğitim] yanlış standartlar yaratmanın kuvvetli bir aracıdır. Sa­ vaş uluslararası antlaşmalarla yasaklanmışken gençlerde sava­ şa olumlu bakmaya yönelik duygusal alışkanlıklar yaratmanın suç olduğu artık anlaşılmalıdır.37

Aynı yıllarda, Britanya’da Eğitimde M ihtar izasy on: Eğitimde Yeniden Yapılandırmaya Bir Katkı başlıklı bir kitap yayımlayan John Langdon-Davies ise okulların zorunlu askerliğin eşiği ola­ rak düzenlendiğini iddia ediyordu ve halkı “zorunlu endüstri ve askerlik hizmetinin sinsi ilerleyişine karşı dikkatli olmaya,” savaş için eğitilmeye karşı çıkmaya davet ediyordu.38 1930’larda, zorunlu askerlik ve eğitim arasında benzer bir bağlantı Çin’de Chiang Kai-shek’in Yeni Hayat Hareketi’nin bir parçası olarak geliştirildi.39 Arif Dirlik’e göre bu hareketin ni­ hai hedefinde “militarizasyon” ( chün-shih-hua) vardı, ki bunun anlamı “askerî organizasyonun toplumda yeniden üretimi” idi: askerler “toplum için en uygun modeller” olarak görülüyorlar­ dı.40 Askerî eğitim ve davranış biçimleri eğitimde olduğu kadar çalışma hayatında ve gündelik hayatta da esastı. Militarizasyon, vatandaşları “aynılaştırmanm,” birlik yaratmanın da etkili bir aracı olarak görülüyordu: “Öğretmen öğrenciler için bu ayrıca itaati ve üniforma giymeyi de içeriyordu. Buna ek olarak askerî eğitim görecekler, atletizmle uğraşacaklar, ve sigara ve içki içmemeye, dans etmemeye yemin edeceklerdi”.41 Türkiye’de eğitime ve eğitimcilere millileştirme ve askerîleş­ tirme görevinin verilmesi Cumhuriyet’in ilk yıllarına dayan­ maktadır. Mustafa Kemal Atatürk, 1923 yılında bir grup öğret­ mene yaptığı konuşmada eğitim (irfan) ordusunun birinci or­ 37 John Dewey, “On Military Training in Schools”, John Dewey: The Later Works, 1925-1953, der. Jo Ann Boydston, Carbondale: Southern Illinois University Press, 1990, s. 124. 38 Joh n Langdon-Davies, Militarism in Education: A Contribution to Educational Reconstruction, Londra: The Swarthmore Press, 1919, s. 149. 39

Arif Dirlik, “The Ideological Foundations of the New Life Movement: A Study in Counterrevolution”, Journal o f Asian Studies, Cilt 34, No. 4, 1975, s. 945-980.

40

Dirlik, a.g.e., s. 972.

41

P’ei-te Chu’dan aktaran Dirlik, a.g.e., s. 973.

du, yani asker ordusu kadar önemli olduğunu çünkü “ölen ve öldüren birinci orduya niçin öldürüp niçin öldüğünü” öğrete­ rek kutsal bir sorumluluğu yerine getirdiğini anlatır.42 1933 yı­ lında Maarif Bakanlığı tarafından vurgulandığı gibi: “Cumhu­ riyet Maarifi milliyetçi vatandaşlar yetiştirmek için işleyen bir cihazdır”.43 Kültür Bakanlığı’nm 1938 yayını bu bakış açısının doğrudan bir uzantısı olarak okullarla ordu arasındaki orga­ nik ilişkiyi şöyle özetler: “Ordu nasıl bir okul ise, okul da bir ordudur”.44 Öğretmen ordusu veya milli eğitim ordusu ifadele­ ri bugün de yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Milli Güven­ lik Bilgisi öğretmenliği de yapan bir subayın bana gururla hatır­ lattığı gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin bakanlıkları arasında “mil­ li” sıfatı taşıyan iki bakanlık vardır: Milli Savunma Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı.45 Nasıl eğitim millileşmenin ve askerîleşmenin bir aracı olarak görülüyorsa, askerlik hizmeti de Cumhuriyet tarihi boyunca eğitimin bir aracı olarak görülmüştür. Mustafa Kemal Atatürk, 1937 yılında askerlikten “büyük milli disiplin okulu” olarak söz etmektedir.46 Daha yakın tarihli bir örnek vermek gere­ kirse, Milli Güvenlik Bilgisi ders kitabı, askerlik hizmetini şöy­ le tanımlamaktadır: “En yüce, bir yurt ve millet hizmeti olan askerlik, gençleri gerçek yaşam şartlarına alıştırır ve yetiştirir. Askerlik yapmayan kişi kendisine, ailesine ve yurduna fayda­ lı olamaz”.47 Burada vurgu, askerliğin ülkenin savunması için gerekliliğine ve faydasına değil, erkek vatandaşın hayatında­ ki rolüne ve faydasınadır. Erkek vatandaş, gerçek hayata hazır­ lanmak ve kendisi, ailesi ve milleti bağlamında faydalı bir var­ 42

Aktaran İsmail Kaplan, Türkiye’de Milli Eğitim İdeolojisi ve Siyasal Toplumsal­ laşma Üzerindeki Etkisi, İstanbul: İletişim Yayınlan, 1999, s. 141.

43

M aarif Sergisi Rehberi, İstanbul: Devlet Matbaası, 1933, s. iv.

44

Kadri Yaman, Yurt M üdafaasında Türk Gençliği, İstanbul: Devlet Basımevi, 1938, s. 40.

45

Milli Eğitim Bakanı Nevzat Ayaz 1994’te yazdığı bir sunuş yazısında bu ilişki­ yi aynntılandınr (bkz. Ekinci vd. 1994, sunuş).

46

Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1997, s. 421.

47

Milli Güvenlik Bilgisi, tstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1998, s. 20.

lık olabilmek için askerlik hizmetini ifa eder. Kısacası, bu ba­ kış açısından askerlik hizmeti, devlete olan bir görev değil, (er­ kek) kişinin milletine, ailesine ve kendisine karşı görevi olarak kurgulanmaktadır.48 Tarihsel olarak baktığımızda, ulus-devlet aygıtlarının yetiş­ kin erkek nüfusa erişimlerinde zorunlu askerlik hizmetinin önemli bir rol oynadığını görürüz. Bu sayede yeni ulus-devletin her bir vatandaşı doğrudan ordu içinde hizmet ederek veya dolaylı olarak (oğullarım, kocalarını, erkek kardeşlerini, sevgi­ lilerini, arkadaşlarını askere göndererek) orduya “bağlanmış” olurlar. Pek çok ulus-devletin kuruluş yıllarında zorunlu hale gelen okulların her bir haneye ve köye ulaşması çok daha uzun zaman almıştır. Askerlik hizmeti genç erkekleri nasıl milli va­ tandaşlara dönüştürmektedir? Bu eğitim neleri içermektedir? Kapitalist veya kapitalist olma yolundaki ekonomide iş gö­ recek, “yararlı” olacak üretken bedenlerin disiplin yoluyla ya­ ratılmasından daha önce söz etmiştik. Bu sürece paralel işle­ yen bir başka süreç de Benedict Anderson’un “bir cemaat ola­ rak ulusun tahayyülü” olarak ifade ettiği millileşme sürecidir.49 Askerlik deneyimi belli sınırlar içerisinde birlikte yaşayan ve kendini “bir” hisseden bir “millet” tahayyülüne önemli katkı­ larda bulunur. Görüştüğüm erkeklerden tekrar tekrar duydu­ ğum bir cümle şuydu: “Askerlik sırasında Türkiye’nin her ye­ rinden insanla karşılaştım.” Bu durumu şehir isimleri sıralaya­ rak ifade eden birisi şöyle diyordu: “Askerden önce bir sefer İz­ mir’e gitmiştim, bir de İstanbul, o kadar... başka yani uzun yo­ la gitmemiştim. Sonra da olmadı. Istanbul-Yalova. Şimdi benim asker arkadaşlarım var: Antalya, Alanya, Ankara, Afyon, Ada­ na, İzmit, Edirne, İzmir, Aydın... hepsinin de adresleri de var. Yani Türkiye’nin her bir bölgesinden asker arkadaşım var.” Ay48

Sara Helman İsrail’de benzer bir askerlik hizmeti anlayışından söz eder, asker­ lik hizmetinin devletten ziyade toplumla bütünleşmiş algısının devlet ve top­ lum arasındaki sınırlan bulanıklaştırdığını anlatır, bkz. Sara Helman, “Milita­ rism and the Construction of Community", Journal o f Political and Military So­ ciology, No. 25, Kış 1997, s. 326.

49

Benedict Anderson, Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, İs­ tanbul: Metis Yayınlan, 1993.

m şekilde, görüştüğüm erkeklerin önemli bir kısmı askerlik sa­ yesinde gördükleri yerlerden heyecanla söz ediyor, “başka tür­ lü gidemeyecekleri yerler”e gitmiş olmaktan duydukları mem­ nuniyeti ifade ediyorlardı. Başka bir deyişle, askerlik hizmeti, bir cemaat olarak milletin ve anayurt olarak ülkenin tahayyülü­ ne katkı sağlayan önemli bir deneyim olarak aktarılıyordu. Bu ifadelerin nesil ve sınıf ekseninde şekillendiklerini belirtmek önemli: Yaşı ilerlemiş ve alt-orta sınıftan görüşmeciler için as­ kerliğin bu karşılaşmalardaki yeri daha merkezî bir hal alıyor­ du. Örneğin 1967-69 yıllan arasında askerliğini yapmış, şu an­ da da köyünde yaşamaya devam eden bir görüşmecim asker­ lik yolcuğunu şöyle anlatıyordu: “Biz o zamanlar o taraflan bil­ mezdik. Dedim başka dünyalara geldim sanki ben.” Kısacası askerlik, Benedict Anderson’ın “milli duygu yapı­ lanması” olarak ifade ettiği50 duygusal yapının gelişmesine katkıda bulunur: Asker, bir yandan katı bir hiyerarşik yapı­ nın parçası olma yönünde terbiye-disiplin görür, bir yandan da millet olarak tahayyül edilmiş bir cemaate ve onun daha önce­ den haberdar olmadığı topraklanna aidiyet duygusu geliştirir. Bu süreç, “başka dünyalar” olarak deneyimlenen uzak vatan topraklarını keşfetmeyi de içermektedir, Türk milleti” içinde­ ki farklılıkların ayırdma varmayı da. Devlet fikrinin gelişme sü­ recini inceleyen Corrigan ve Sayer’in ifade ettikleri gibi, “ulusdevlet sınırlan dahilinde sosyal bütünleşme [entegrasyon] bir projedir ve bu proje, resmî tezin üstünü örtmeye çalıştığı maddi farklılıklar karşısında sürekli tehdit altındadır”.51 Bütün “birlik ve bütünlük” projeleri çeşitli hegemonyalarla şekillenen değer­ ler hiyerarşisini içinde banndınr. Görüştüğüm eski askerlerin neredeyse tümü diğer askerlerde gördükleri farklılıklara vurgu yaptılar ama bu farklılık her birinde farklı ifade buluyordu. Bazılan için etnik veya dinî farklar, bazılan içinse “davranış” fark­ ları ön plana çıkıyordu. Birkaç kişi, Türkiye’nin “geri kalmış” 50

Anderson, a.g.e., ve Ana Maria Alonso, “The Politics of Space, Time and Subs­ tance: State Formation, Nationalism, and Ethnicity” Annual Review o f Anthro­ pology, No. 23, 1994, s. 379-405.

51

Philip Corrigan ve Derek Sayer, The Great Arch: English State Form ation as Cultural Revolution, Oxford ve New York: Basil Blackwell, 1985, s. 197.

nüfusuna “medeniyet” öğretmede ordunun ve askerliğin rolü­ nün altını çizdi. Kırklı yaşlardaki bir eski askere göre ordunun medenileştirme misyonu sadece askerlik hizmeti ile sınırlı de­ ğildi, Türkiye’nin küçük köylerinde ordunun -jandarma ara­ cılığıyla- varlığı bizatihi olumlu bir etkiydi. Bu yorumu yapar­ ken “ne yazık ki” diye ekliyordu çünkü Türkiye kırsalının bu kadar “geri kalmış” olmasını ve buralara medeniyet götürebile­ cek hiçbir başka sivil veya devlet kurumu olmamasını talihsiz­ lik olarak görüyordu. Orduya yüklenen bu medenileştirme misyonunun önem­ li bir parçası, tarihsel olarak, dil ve okuma-yazma öğretiminde ifadesini bulmuştur diyebiliriz. Pek çok başka ulus-devlette ol­ duğu gibi Türkiye’de de ordu, askerlere Türkçe ve okuma-yazma öğretmeyi tarihsel olarak varlığının, misyonunun önemli bir parçası olarak kabul etmektedir. Gerçekten de, 1920’lerde ülkedeki düşük okur-yazarlık oranı ve Türkçe’nin çok daha az bilinmesi ve çok daha az standartlaşmış olması göz önüne alın­ dığında devlet oluşumunun ilk yıllarında askerlik hizmetinin dilin millileşmesinde önemi daha iyi görülmektedir. Zorunlu eğitimle çocuklara ulaşmaya başlayan genç ulus-devlet, zorun­ lu askerlik yoluyla da yetişkin erkek nüfusuna ulaşabilmektey­ di. Mevlüt Bozdemir ve Serdar Şen, farklı vurgularla Türkiye’de ordunun bu rolüne parmak basarlar: Ulusçuluk sürecinde ordunun rolü son derece önemlidir. Bir çeşit ‘millet mektebi’ olarak okuma-yazma öğretmekten öte (yarım milyondan çok yurttaşa alfabe ve onbinlerce yurtta­ şa da Türkçe öğretilmiştir), Silahlı Kuvvetler’in çabalarıyla di­ liyle, kültürüyle, ülküsüyle “ulusal bir yurttaş” tipi yaratıl­ mıştır.52 Bir zorunluluk sonucu doğan Resmî Tarihin anlam kazanabil­ mesi için halka ulaştırılması gerekiyordu. Ordu bir çok konu­ da olduğu gibi bu amaçla da devreye sokuldu. Zorunlu asker­ lik sonucu ülke nüfusunun yansıyla ilişki kuran kurum, aske­ 52

Mevlüt Bozdemir, "Ordu-Siyaset ilişkileri”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansik­ lopedisi, Cilt 10, 1985, s. 2654.

re yönelik eğitim çalışmalarıyla ideolojik tarihi gerekli yerlere ulaştınp üstlendiği görevi yerine getirmiş oldu.53

1960 tarihli makalelerinde Lerner ve Robinson, Türkiye’ye verilen Amerika Birleşik Devletleri askerî yardımının okur-yazarlık öğretimine desteği de içerdiğini belirtirler ve Amerika­ lı uzmanların işbirliğiyle hazırlanan özel okuma-yazma eğiti­ mi kitaplarından bahsederler.54 Okuma-yazma öğretmek üzere oluşturulan bu okullara “Ali okulları” deniyordu ve 1970’lerde resmî olarak kapanmalarına rağmen okuma-yazma eğitimi gayriresmî bir çerçevede bugüne kadar devam etmektedir. Mil­ li Güvenlik Bilgisi, kitabında açıklandığı gibi ordunun yedi gö­ revi arasında okuma-yazma öğretmek de vardır. İleri yaşlardaki (50-60) görüşmecilerimden birkaçı okumayazmayı bu okullarda öğrendiklerini anlattılar. Üniversite me­ zunları arasında ise askerlik sırasında başka askerlere Türk­ çe ve okuma-yazma eğitimi verenler vardı. 1980’lerin başında askerliğini yapmış olan Ersoy bu öğretmenlerden biriydi: “As­ kerliğimin ilk haftasında komutan beni çağırarak önümüzdeki birkaç ayda görevimin okuma-yazma bilmeyen erlere okumayazma öğretmek olduğunu söyledi. Bizim birlikte bu kategori­ de elli kadar er vardı. Çok zordu çünkü bazıları Türkçe bile bil­ miyordu. Çoğu Kürt çocuklardı.” Dil eğitimi konusunda hiçbir donanımı olmadan okuma-yazma öğretmek zorunda kalan bir diğer üniversite mezunu da aynı zorluktan söz etti. Dilin ken­ disini öğretmek, okuma-yazma öğretmekten daha zor gelmiş­ ti her ikisine de. Görüşmelerim sırasında “okur-yazar olmamak” ve “cahil ol­ mak” sıklıkla Kürtler bağlamında ifade bulan “gözlemlerdi”. Örneğin, üniversite mezunu bir görüşmecim HADEP’in (Hal­ kın Demokrasi Partisi) kuruluş gününde düzenlenen bir kutla­ maya üniformasıyla katılan Kürt bir erin cehaletinden ve “dan­ galaklığından” dem vuruyordu: 53

Serdar Şen, Cumhuriyet Kültürünün Oluşum Sürecinde Bir İdeolojik Aygıt Ola­ rak Silahlı Kuvvetler ve M odemizm, İstanbul: Nokta Kitap, 1996, s. 71.

54

Lemer ve Robinson, a.g.e., 1960, s. 35-36.

Öylesine cahil adamlar var ki... Adam Güneydoğu Anado­ lu’dan gelmiş, Kürt, çarşı iznine çıkıyorlar üzerinde ünifor­ mayla. HADEP’in kuruluş gününde tutup HADEP bayrağı sallanamanın ne alemi var, üzerindeki üniformayla?... Dangalak­ lık bu başka birşey değil. Tamam, sempatizansındır belki militansındır hepsini anlıyorum ama biraz gizlemeyi bil kendini.

Anlaşılan bu gösteri polis tarafından kayda alınmış, bu er de birliğinde teşhis edilmişti. Bu hikâyeyi bana aktaran görüşme­ cim, bu davranışı “cehalet” ve “dangalaklık” olarak tanımlıyor­ du. Erlerin bir kısmının “Türkçe bilmemesi” de ona göre ce­ haletinin bir göstergesiydi. Birliğinde emir verildiğinde anla­ mayan -veya anlamamazlıktan gelen- başka Kürt erler de var­ dı. Bu erler komutana bazen Kürtçe cevap veriyorlardı. Bunun nedeni, benim görüşmecime göre, ya cehalet ya da işten kaçma çabasıydı: “Bakıyorsun cehalet seviyesi... Hiç Türkçe bilmeyen erler vardı. Ya da Türkçe bildiğini çaktırmamak işine geliyor­ du. Bir şeyi anlamazsan, o işi yapmazsın.” Doğulu ve Güneydo­ ğulu erlerin cehaletinin bir başka göstergesi de hayatlannda hiç sinemaya gitmemiş olmalarıydı. Orada bir biçimde aslında Türkiye’nin gerçeğini fark ediyor­ sun. Bu ülkenin insan gücünün ne kadar zayıf, ne kadar eği­ timsiz olduğunu fark ediyorsun. Bizim erlerin büyük bir ço­ ğunluğu Doğu ve Güneydoğu kökenliydi. Hayatında ilk defa sinemaya giden er vardı.

Bütün bu yorumlar, liberal diyebileceğim siyasi görüşe sahip bir üniversite mezunundan geliyordu. Bu kişi, Türkiye’nin bir parçası olan Kürtlerin ve diğer Türk olmayan grupların siyasi ve kültürel haklarım tanıyordu. Daha da ileri giderek, son yıl­ larda eski Sovyet bloğu ülkelerinden gelen göçmen işçilerin sö­ mürüldüğünü ve kötü muamele gördüklerini söyleyerek bu tu­ tumu da aynı şekilde kınıyordu. Siyasi ve kültürel ayrancılığın her türüne hayli tepkili olduğunu farklı biçimlerde ifade etme­ sine karşın askerlikle ilgili konuştuğu zaman orduyu “medeni­ yet götürme misyonu” çerçevesinde ele alıyordu. Örneğin, HA-

DEP gösterisine üniforması içinde katılan Kürt askerin ya da komutanlarıyla Kürtçe konuşmakta ısrar eden erlerin bunları siyasi bir tavır -sivil itaatsizlik- olarak yapmış olabileceklerini aklının ucundan bile geçirmemişti. Veya ülkenin güneydoğu­ sunda neden az sayıda sinemanın olduğunu veya olanların dev­ let kontrolü ve sansürüyle nasıl çalışamaz durumda olduklarını sorgulamak yerine bu eksikliği kolayca “medeniyet” işareti ola­ rak tanımlayabiliyordu: “Bir kız arkadaşım vardı, o hep derdi: Anadolu’da medeniyeti -yani nerede varsa- asker getirmiştir, derdi.” Kendi askerlik deneyimleri de bu yargıyı doğrulamıştı. Görüşmecime göre, askerde karşılaştığı birçok er (özellikle de Doğu ve Güneydoğulular) “çatal-bıçak tutmayı,” “oturup kalk­ mayı” ve hatta okuma-yazmayı askerde öğrenmişti. 1943-47 yıllan arasında dört yıl Antakya ve Tunceli’de asker­ liğini yapmış olan Trakyalı İbrahim de Doğu’yu ve Doğuluları benzer bir dille anlatıyordu: Doğu dediğiniz yerde, 3 -4 tane gelin, 3 0 -4 0 tane çocuk. Ev yok, toprak yok. Mağaralar var... Onlar çok azılı tipler. Ata­ türk’e karşı geldi onlar, Atatürk teslim olun dedi olmadılar, sürgün ettik onlan. Atatürk teslim olun dedi, ben medeniye­ te sokucam sizi dedi, vahşiydi onlar yani, vahşiydi. Affedersin, insan görmemiş dağının başında yaşamış. Öyle insanlar yani, teslim olmadılar, silah attılar askere. Ondan sonra Atatürk ne yaptı onlan? Dağıttı. Bizim buraya verdi... Türkçe bilmezlerdi, Kürtçe konuşuyorlar. Sularına ‘ar’ derler, ekmeğe ‘man’ derler. Gel demez de ‘vara vara’ derler. Kürtçe konuşurlardı.

İbrahim’in anlatısında Türkçe konuşmamak nasıl vahşilikle özdeşleşiyorsa, askerlik de medeniyet demekti: “Askerlik çok iyidir. Dualı ocaktır. Oraya gitmeyen, affedersin yani, hayvan gibidir. Oraya gitmek... Ne mutlu oraya gidenlere.” Yaş, Sosyo-ekonomik konum ve eğitim açısından birbirin­ den çok farklı iki erkeğin anlatısında ifade bulan bu benzer yaklaşım, Kürtler veya “Doğulular” hakkında farklı tabandan gelen insanlardan duyduğum diğer yorumlarla olduğu kadar 1930’lardan beri Kürtlere dair devlet politikasıyla da paralel­

lik göstermektedir. Pek çok çalışmanın da gösterdiği gibi, Kürt meselesinin “medeniyet” veya “kalkınma” çerçevesi içine alın­ ması, konunun siyasi bir konu olarak tanınmasından kaçınmak için geliştirilmiş temel bir strateji olmuştur. Mesut Yeğen’in de­ yimiyle bu strateji, Kürt konusunun Kürtlüğünün yadsınması­ na yol açmıştır.55 Türk milliyetçiliğinin resmî ve toplumsal ifadelerindeki açık ve örtük ayrımcılıklardan biri etnisite ve dil temelliyse, bir di­ ğeri de din temellidir. Türkiye’de ordu her ne kadar kendini la­ ik (ve laikliğin bekçisi) bir kurum olarak tammlayagelmiş olsa da, ordu içinde bütün askerlerin Sünni Müslüman olduğu var­ sayılır. Müslüman olmayan askerlerin künyelerinde yer alan GM (gayri-Müslim) ibaresi, benim görüşmelerim sırasında da yer yer tartışılan bir konuydu. Birkaç kişi bu uygulamanın, öl­ dükleri takdirde askerlerin nereye gömüleceklerinin bilinmesi için gerekli olduğunu savunuyordu (ki buradaki örtük varsa­ yım Müslüman olmayanların din ve mezheplerinden bağımsız olarak ortak bir mezarlıkta gömülecek olmalarıydı), bazıları ise bunu gayrimüslim vatandaşların yaşadığı sistematik ayrımcılı­ ğın bir ifadesi olarak görüyordu.56 İki Ermeni görüşmecim bana askerlikleri sırasında PKK’ya karşı yürütülen operasyonlara aktif olarak katıldıklarını belir­ gin bir gururla anlattılar. İçlerinden birisi doğrudan savaşa ka­ tılan bir komando birliğinde etkin bir rol almış, sınır ötesi bir operasyona dahi katılmıştı. Diğeri, komutanının kendisine baş­ larda ne kadar şüpheci yaklaştığını fakat birbirlerini tanıdıkça tavrının değiştiğini anlattı: “Komutanım fark etti ki ben de ay­ nı diğer askerler gibiyim!” Bu sözleri söyleyen yirmi yaşmda55

Mesut Yeğen, Devlet Söyleminde Kürt Sorunu, İstanbul: İletişim, 1999.

56

Gayrimüslim vatandaşların askerlik deneyimleriyle ilgili önemli çalışmaları olan Rıfat Bali, bu ayrımcılığın Cumhuriyet tarihi boyunca izini sürer, bkz. Rı­ fat N. Bali, Yirmi Kur’a N afıa Askerleri: II. Dünya Savaşı’nda Gayrimüslim As­ kerlik Serüveni, İstanbul: Kitabevi Yayınları, 2008 ve Rıfat N. Bali, Gayrimüs­ lim Mehmetçikler: H atıralar, Tanıklıklar, İstanbul: Libra, 2011. Yahya Koçoğlu’nun Rum, Ermeni ve Yahudi gençlerle yaptığı söyleşilerde de askerlik süre­ cinin nasıl yaşandığının, ne tür ayrımcı uygulamalarla şekillendiğinin ipuçları vardır, bkz. Yahya Koçoğlu, Azınlık Gençleri Anlatıyor, İstanbul: Metis Yayın­ lan, 2001.

ki genç adamın yüzündeki gururlu ve kocaman gülümseme, “diğer askerler gibi” olmaktan duyduğu memnuniyetin en so­ mut ifadesiydi. Bu askerle, 1999 yılında Diyarbakır’dan İstan­ bul’a giden bir uçakta tanıştım. Bu yolculuk benim için yoğun bir araştırma gezisinin sonu, onun içinse kısa bir tatilin başlan­ gıcıydı. Geleceğini ailesinden hiç kimseye haber vermemişti ve onlara sürpriz yapacağı için heyecanlıydı. Uçakta bulunuş se­ bebini söyledikten sonra benimkini sordu. Bu soruyu sorduğu sırada hâlâ uçak içinde, sıkı bir şekilde “korunan”, askerî Di­ yarbakır havaalanındaydık ve ben militarizm üzerine araştırma yapmak üzere orada bulunuyor olmaktan dolayı rahat ve gü­ vende hissetmiyordum. Ayrıca, bana bu soruyu soran gencin kim olduğunu bilmiyordum. Soruyu geçiştirerek arkadaşları­ mı ziyaret etmek için Diyarbakır’da bulunduğumu söyledim ki bu da kısmen doğruydu. Sohbetimiz uçak kalktıktan sonra da devam etti, giderek de­ rinleşen bir siyaset analizine döndü. Yanımdaki genç, kendisi de dahil, birliğindeki herkesin Abdullah Öcalan’a verilen idam ce­ zasının57 infaz edilmesini istediğini söyledi. Ona göre, Abdullah Öcalan ülkeye çok zarar vermişti ve çok kişinin ölmesine ne­ den olmuştu. Böyle bir infazın özellikle de Güneydoğu’da yara­ tacağı sonuçtan korkup korkmadığını sorduğumda şu yanıtı al­ dım: “Bu konuda fazla bir şey bilmiyorum.” Belli ki bu konuda konuşmak istemiyordu. Ben de konuyu değiştirerek Diyarba­ kır’da zaman geçirip geçirmediğini sordum. Dağlarda, ücra bir karakolda görevliydi ve civar şehirleri pek görememişti. Diyar­ bakır’da görülecek çok yer olduğunu söyleyerek ona birkaç öne­ ride bulundum. Bu önerilerden birisi de Esma Ocak tarafından yapılmış ve “Diyarbakır Evi” olarak adlandırılan küçük bir müze-evdi. Müzeyi tanıtırken “eski bir Ermeni eviymiş” diye ekle­ dim. Yanımdaki genç heyecanla, “Ben de Ermeniyim” diye yü­ züme baktı - yüzünde az önceki kocaman tebessümle. 57

PKK lideri Abdullah Öcalan 1999 Şubat ayında Kenya’da yakalanarak bir ay süren yargılamadan sonra ölüm cezasına çarptırılmıştı. Bu sohbetin gerçekleş­ tiği 1999 yılı boyunca Öcalan idam edilmeli mi edilmemeli mi konusunda ka­ muoyunda yoğun tartışmalar sürüyordu.

Bu paylaşımın hemen ardından -biraz da benim sorularıma cevaben- orduda Ermeni olmanın nasıl bir şey olduğunu anlat­ maya koyuldu. Önce koğuştaki ilk günlerinde komutanının ve diğer bazı askerlerin kendisine karşı takındıkları şüpheli tavır­ dan bahsetti, sonra da komutanının nasıl kendisinin de “diğer askerler gibi” olduğunu anladığını paylaştı yüzünde koca bir tebessümle. Diyarbakır-lstanbul uçağında yanımda oturan bu askerle kısa sohbetimizden aklımda kalan iki koca tebessüm ol­ du: Uçakta yanına düşen yolcunun onun Ermeni farklılığını ta­ nıması, Diyarbakır’daki Ermeni mirasından bahsetmesi üzerine yüzüne yansıyan tebessüm ve diğer askerlerden farksızlığından duyduğu gururu anlattığında sözlerine eşlik eden tebessüm. Pek çok araştırmanın gösterdiği gibi, millileşme, ulus-devletleşme projeleri pek çok farklılığın yadsınması ve bastırılması­ na dayanır, fakat bütün farklılıklar eşit konumda değildir. Ör­ neğin, Türkiye’de Kürtlerin etnik farklılık ifadesi devlet tarafın­ dan şiddetle reddedilirken Lozan Antlaşması (1923) ile “azın­ lık” olarak tanınan Rumların, Ermenilerin ve Yahudilerin dinî/ etnik kimliklerinin farklılığı sürekli hatırlanır ve hatırlatılır. Bu farklılıkların bastırılması değil istisnai vatandaşlık konumları olarak günbegün “idare edilmeleri” söz konusudur. Bu cemaat­ lerin üyesi bireyler de, benim uçakta tanıştığım yirmi yaşında­ ki asker gibi, bu “şüpheli” konumlarının “idare edilmesi” süre­ cine farklı yollarla katkıda bulunur, bu durumu kendi açıların­ dan “idare etmenin” stratejilerini geliştirirler. Askerlik deneyimini belirleyen diğer bir fark da şüphesiz sı­ nıf farkıdır. Her ne kadar askerlik sınıfsal farkın ortadan kalk­ tığı bir deneyim olarak sunulsa da, “torpil” bulunup buluna­ madığından, askerlik süresince yiyecek ve ihtiyaç masrafları­ nın karşılanıp karşılanamadığına kadar pek çok askerlik de­ neyimi sınıfsal ayrımlarla biçimlenir. Bekleneceği gibi, bu hu­ sus özellikle alt sınıfa mensup görüşmecilerimin anlatılarında açığa çıktı. Askere yanında toplu parayla gidemeyen veya ai­ lesinden maddi destek göremeyen görüşmecilerim, askerliğin en zor yanlarından birinin parasızlık olduğunun altını çizdi­ ler. Para kazanamadıkları ve ailelerinden harçlık alamadıkları

için ordunun verdiği ile yetinmek zorundaydılar ve bu da çoğu zaman yetmiyordu. Bazıları yemek aralarında çay içmeye veya atıştırmaya bile para bulamamış, zaman zaman aç kalmışlardı. Türkiye’de eğitim düzeyi ile sınıf farkı iç içe geçerek zorun­ lu askerlik yapanlar arasında iki belirgin grup yaratmıştır. Üni­ versite mezunlanna çoğunlukla er olarak kısa dönem (haliha­ zırda altı ay) veya yedek subay olarak uzun dönem (halihazır­ da oniki ay) askerlik yapma şansı verilmektedir. Her ikisi de çe­ şitli avantajlara sahiptir. Askerliğini er olarak yapan üniversite mezunları erken terhis olmaktadırlar; yedek subay olarak uzun dönem yapanlar ise yetki, maaş ve kurada çektikleri yere bağlı olarak akşamlan ve hafta sonlarında kışladan çıkma iznine sa­ hip olmaktadırlar. Örneğin askerliğini İzmir’de deniz asteğmen olarak yapan bir üniversite mezunu, askerlik hizmetini “ordu­ da çalışmak” gibi yaşamıştı. Gündüzleri ofiste çalışması kar­ şılığında maaş alırken akşamları kiraladığı dairesine gidebili­ yor, İzmir’in sosyal hayatına karışabiliyordu. Bu nedenle yaptı­ ğı askerlik hizmetinin “tipik” bir askerlik olmadığını defalarca belirtme ihtiyacı duymuş, onunla konuşmamı yersiz bile bul­ muştu. Yedek subay olmanın avantajları küçük kasabalarda ve­ ya ücra garnizonlarda şüphesiz daha sınırlıdır, ancak bazı üni­ versite mezunlarını uzun dönem hizmeti seçmeye itecek kadar farklılık yaratmaktadır. Sınıf ve eğitim farklarının 1980’ler ve 1990’larda yaşanan sa­ vaş sırasında daha da belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. Bu yıllarda, asker kaçaklarının sayısındaki artışa ek olarak58 asker­ lik hizmetlerini olabildiği kadar erteleyenlerin sayısı da azım­ sanmayacak düzeydeydi. Bunu sağlamanın başlıca yolu eği­ timdi; yurtdışında çalışmak ise bir diğer yoldu. Askerlik za­ manı gelmiş kişi, öğrenci (lisans veya lisansüstü) olduğu süre­ ce askerlik hizmeti otomatik olarak erteleniyordu. Bu nedenle pek çok üniversite öğrencisi sistematik olarak bir veya iki te­ 58

Emma Sinclair-Webb, ‘“Our Bülent is Now a Commando’: Military Service and Manhood in Turkey”, Imagined Masculinities: M ale Identity and Culture in the M odem Middle East, der. Mai Ghoussoub ve Emma Sinclair-Webb, Lond­ ra: Saqi Books, 2000, s. 65-91.

mel dersi geçmeyerek okulunu uzatıyor, pek çoklan da yurti­ çi ve yurtdışında lisansüstü eğitim programlarına müracaat edi­ yordu. 1998 yılında öğrenciliğinin altıncı yılında olan yirmibeş yaşındaki bir üniversite öğrencisi bana, panik içinde, müf­ redattaki bir değişiklik sonucu kaldığı bir dersin zorunlu ders olmaktan çıkarıldığını ve kısa bir süre sonra istemediği halde mezun olacağını anlatmıştı. Uzamış lisans eğitimi bir lisansüs­ tü programından kabul almasını zorlaştırıyordu. Bu onun için “korkunç”tu çünkü “askere gidip Güneydoğu’da PKK’ya karşı savaşmak zorunda kalmak” istemiyordu. Bünyamin, kendisi ile görüştüğümde yirmi sekiz yaşında bir üniversite öğrencisiydi ve askerliğin onun için savaş demek ol­ duğunu söylemişti. Lise ve üniversite yıllarını çarpışmaların ve ölümlerin çoğundan uzakta, Isanbul’da geçirmişti fakat med­ ya yoluyla öğrendikleri askerlik hizmetini savaşla eş görmesi­ ne yetmişti. Şu anda benim için askere gitmek demek savaşa gitmek de­ mek. Benim kafamda öyle bir resim var. Direkt böyle bir eş­ leşme var kafamda. Direkt Doğu’ya gideceksin ve ne olacağı­ nı bilmiyorsun. Kendi askerliğimi çok öyle düşünüyorum... orası yazı tura gibi birşey. Herhalde üniversiteye girdiğimden beri böyle düşünüyorum. O yüzden askerlik benim kafamda Kürt meselesi ile çok özdeş. Ondan şeyden daha farklı, asker­ liğin mantığı yoktur, disiplini vardır falan anlayışının çok öte­ sinde. Onlar hep söylenen şeylerdir ama benim yaşayışım ar­ tık öyle değil. Orası öyle ama o çok daha geri planda kalan bir şey benim kafamda.

Son yıllarda askere gitmenin savaşla ve Kürt meselesi ile öz­ deşleşmesi, şüphesiz, yalnızca Bünyamin için geçerli değil. 1990’lardan bu yana görünüşte büyük bir coşkuyla yaşanan “asker uğurlamaları” bu özdeşliğin ifade bulduğu alanların ba­ şında geliyor - ki Bünyamin de anlatısında bunun altını çiziyor: Son 10 yılda Türkiye gündemindeki en önemli konu zaten sa­ vaş. Haberler çok uzun süredir bunun üzerinden gidiyor, bir.

İkincisi yine televizyonlarda şehit olanlar, operasyonlar... en büyük asker bizim asker gösterileri. En büyük asker bizim as­ ker diye sevkiyat zamanı insanların arabalarla gezmesiyle o şeyler çok ortak gidiyor, öldürme hikâyeleri. En büyük asker bizim asker hikâyeleri de eskiden bu şekilde değildi. Bu araba­ larla gezme hikâyesine ben daha önce hiç rastlamamıştım me­ sela. Turlarla kutlanması, bayraklar sallanması falan çok yeni birşey. Dolayısıyla onlar çok birarada. Şu anda konuşurken ak­ lıma gelen bir şey de bu sporun ve maçların falan da bir bağ­ lantısı var. Maçlardaki sevinç ve sokaklarda gezmekle askere gitmeden önce sokaklarda gezmekle çok tıpatıp birbirine ben­ ziyor, bir. Onlar da maç sloganlannı askere uyarlıyorlar.

Askere gidenlerin aileleri ve arkadaşlarının toplanarak “en büyük asker bizim asker!” tezahüratları ve bayraklar eşliğin­ de, konvoylar halinde şehirde tur atmaları 1990’lardan bu ya­ na Türkiye’nin pek çok yerinde, özellikle de büyük şehirler­ de, sıklıkla yaşanıyor. Antropolog Yael Navaro-Yashin bu “as­ ker uğurlamalan”nm 1990’larda devlete saygı gösterisine, dev­ letin kutlandığı ve kutsandığı törenlere dönüştüğünü ileri sü­ rer.59 Bünyamin’in işaret ettiği gibi asker ölümlerinin artma­ sı ile bu uğurlamaların yaygınlaşması ve yoğunlaşması arasın­ da doğrudan bir ilişki görmek mümkün. Savaşta bir hayli “şe­ hit” vermiş Trakya yöresinin bir köyünden görüştüğüm kişiler, Bünyamin’le aynı gözlemi paylaşıyorlardı: Bu uğurlama tören­ leri yeni bir fenomendi. Kendi askerliğini 1967-69 döneminde yapmış olan Mustafa, asker uğurlamalarını doğrudan Güneydoğu’daki savaşa bağlıyordu: Bu şeyde çıktı, bu olaylardan sonra. Güneydoğu olaylarından sonra. Bizim zamanımızda uğurlama, herkesin annesi babası gelir, trene bindirir, bu kadar. Hani köyde düğün yapma, cüm­ büş yapma, gezdirme falan yoktu. Şimdi askere gidecek 10 ki­ şi köyde düğün yapiy. Davul çaldıriyler. O zaman yok. O za­ man imkanlar da yoktu. 59

Yael Navaro-Yashin, Faces o f the State: Secularism and Public Life in Turkey, Princeton: Princeton University Press, 2002, s. 119.

Yeni olduğu yönündeki gözlemleri aynı da olsa Bünyamin ve Mustafa’nın asker uğurlamalarına verdikleri tepki farklıla­ şıyordu. Bünyamin hiçbir asker uğurlama törenine (izleyici ol­ mak dışında) katılmamıştı ve savaş bölgesinde askerlik yap­ mak hakkında tek bildiği bir arkadaşının kardeşinin hikâyesin­ den ibaretti. Oysa görüştüğüm Trakya köylüleri -Mustafa da­ hil- hemen hemen bütün gençlerini askerlik hizmeti için Güneydoğu’ya göndermişlerdi ve asker uğurlama törenlerine canı gönülden katıldıklarını ifade ediyorlardı. Bünyamin ayrıca askerliğini yapmış hiçbir arkadaşı olma­ dığını belirtmişti. Bünyamin’in arkadaş çevresi yirmili yaşla­ rın sonlarında, otuzlu yaşların başlannda hala Türkiye’de ve­ ya yurtdışmda okuyan “öğrenciler”di. Yurtdışma gitmenin ek bir getirisi vardı. İş bulur ve yurtdışmda üç yıl çalışırlarsa dev­ lete o yıllarda 15,000 Mark ödeyerek bir aylık kısa dönem as­ kerlik yapmaya “hak” kazanıyorlardı. Yoğun çatışmaların sona ermesiyle birlikte,60 bir aylık bedelli askerlik şansı, 1973’ten ön­ ce doğan herkese verildi. 2000 yılındaki bu özel uygulamanın, bir yandan ekonomik kriz61 karşısında gelir getirme amaçlı ol­ duğu, bir yandan da askere gitmek için sıra bekleyenlerin hayli yüksek sayılarının eritilmesinin amaçlandığı savunulmuştu.62 1990’lar boyunca eğitim veya yurtdışmda çalışma şansı ol­ mayan Türkiyeli gençlerin, on sekiz aylık zorunlu askerlik hiz­ meti63 süresince “teröre karşı savaşa” katılmaktan başka çarele­ ri yoktu. Nadire Mater’in 1990’lann sonunda görüştüğü, asker­ liğini Güneydoğu’da yapmış çoğu genç askerlik deneyimini şe­ killendiren sınıf eşitsizliğinin farkındaydılar: Zenginin çocuğunu görmedim oralarda, hep fakir fukaranın çocuğunu yolluyorlar. Bizim dönemimizde çoklan isyan etti, 60

1999’da Abdullah Ûcalan’ın tutuklanması sonrasında çatışmalar büyük ölçü­ de durmuştu.

61

Bu uygulama 1999 İzmit ve Adapazarı depremleri sonucunda oluşan maddi yükle ilişkilendirilmişti.

62

Bkz. Sinclair-Webb, a.g.e. Benzer bir süreç 2011 yılında da tekrarlandı.

63

Normal askerlik dönemi Temmuz 2003’ten itibaren on beş aya indirildi. Üni­ versite mezunlan için normal dönem on iki ay ve kısa dönem altı ay olarak be­ lirlendi.

niye zengin adamın çocuğunu görmüyorum diye, hak veriyo­ rum adama.64 Güneydoğu’ya gitmek istenir mi, ne işimiz var? Biz köylü ço­ cuğuyuz. Köylü çocuğunun torpili morpili mi olur? Kimsesiz­ leri gönderiyorlar, kayırma çok fazla. Vatanı korumak gariban­ lara düşüyor işte, zengin işini bilir.65 Çok zengin çocuklar yok yani aramızda. İşçinin köylünün ço­ cuklarıydık, hepimiz aynıydık. Orada bir tane bile doktor ço­ cuğu görmedim.66

Pek çok resmî ve yaygın kavramsallaştırmada askerlik hizmeti, bütün erkeklerin aynı üniforma içinde “eşit” ve “aynı” oldukla­ rı bir deneyim olarak sunulur. Örneğin, benim görüşmecilerim­ den Can için askerliğin anahtar özelliği bu eşitlenme deneyimiy­ di: “En yalın halinle gittiğin bir yer orası. Aynı tuvaleti kullanı­ yorsun, aynı pis kokan koğuşta yatıp kalkıyorsun. Orada Ali ve­ ya Mehmet değilsin; babamn oğlu değilsin; bir lise veya üniversi­ te mezunu değilsin. İnsan en yalın, en çıplak haliyle orada.” Pek çok başka görüşmecim içinse çeşitli farklılıklar -esas olarak sınıf, eğitim, etnisite ve din ekseninde- bu “çıplaklığı” bozmaktaydı. Bu bölümde göstermeye çalıştığım gibi, askerlik süresince yaşa­ nan farklılık deneyimleri “milli birlik ve beraberlik” duygusunu bazen pekiştirebilmekte bazen de bozmaktadır. Kendisine “diğer askerler gibi” davranıldığım büyük bir gururla anlatan Ermeni gencinin yüzündeki kocaman tebessüm millileşme projesi bağla­ mında başarılı bir pazarlığa işaret etmekteyken, Bünyamin’in sa­ vaş yüzünden askerliğini erteleme ve zorunlu askerliği sorgula­ ması, komutanlarına Kürtçe cevap vermekte ısrar eden askerle­ rin hikâyeleri ve sınıfsal eşitsizlikleri sorgulayan asker anlatılan millileşme projesinin potansiyel gerilim ve kmlmalanna işaret et­ mektedirler. Sayılan 1990’larda artmış olan asker kaçaklan bu kınlmalann en somut sonuçlanndan birini oluşturmaktadır. 64

Nadire Mater, Mehmedin Kitabı: Gûneydoğu’da Savaşmış Askerler Anlatıyor, İs­ tanbul: Metis Yayınlan, 1999, s. 41.

65

Mater, a.g.e., s. 47.

66

Mater, a.g.e., s. 238.

Ancak askerlik deneyimini şekillendiren bir farklılık var ki kışla sınırlarında neredeyse pazarlık dışı kalmaktadır: Erkek­ lerin kadınlardan farklılığı. Bir sonraki bölümde bu farklılığın nasıl kurulduğunu; etnik, dini, sınıfsal veya eğitim düzeylerin­ deki farklılıklara rağmen genç erkeklerin (heteroseksüel) er­ kekliğe geçme sürecini nasıl diğer erkeklerle paylaştıklarını in­ celemeye çalışacağım. Adam olma yolunda askerlik 1927’de Askerlik Hizmeti Kanunu’nu çıkaran kanun yapıcılar ve milletvekilleri askerlik hizmetinin başlıca vatandaşlık pra­ tiği olduğunu ve bunu sadece erkeklere zorunlu hale getirerek iki sınıflı vatandaşlık yaratmak üzere olduklarını biliyorlar­ dı.67 1933 yılında, zorunlu askerlik kanununun Meclis’te gö­ rüşülüp kabul edilmesinden altı yıl sonra, erken Cumhuriyet döneminin popüler aylık dergisi Ülkü'de çıkan kısa bir hikâ­ ye askerlik yoluyla yaratılan cinsiyet farkının altını çiziyor­ du. Hikâyede Bergamalı genç bir köylü olan Hüsmen koğuş­ taki son gününü geçirmektedir. Askerlikteki son günü olduğu için çok heyecanlıdır fakat askerliği bittiği için değil, askerlik­ te öğrendiklerini sivil hayatında kullanabileceği için. Tatlı tat­ lı hülyalara dalar: Köyüne gidip de düğünü olduktan sonra Kezbanına asker­ de gördüklerini bir bir anlatacak; bir sıra üzerine belledi­ ği ve hiç nefes almadan söylediği hazır ol vaziyetini ona da öğretecek [ti]. [...] Karısına bunlan birdenbire anlatınca Kezban Hüsmenin bildiklerine parmak ısırıp kalacak; karısının bu bilgiye hayreti Hüsmenin gururunu okşıyacak, koltuklarım kabartacaktı. Hele Kezbana künyesini belletmek ilk iş olacaktı. Kezban [...] diye ismini çağırdıkça kansı bir asker gibi koşarak Hüsmenin karşısına dikilecek ve resmî selamı aldıktan sonra: 67

Bkz. Ayşe Gül Altınay, “Künye Bellemeyen Kezbanlar: Kadın Redciler Neyi Reddediyorlar?” Ç arklardaki Kum: Vicdani Red - Düşünsel K aynaklar ve Dene­ yim ler, der. Özgür Heval Çınar ve Coşkun Üsterci, İstanbul: İletişim Yayınla­ rı, 2008, s. 113-133.

Ali kızı Kezban, 329 Poturlar [...] Emret, efendim! diye Hüsmenden emir bekleyecekti.68

1933 yılında, kadınların oy kullanma hakkını elde etmele­ rinden bir yıl önce, Celal Sıtkı genç bir köylü erkeğin “hülya­ larını” bu şekilde tasvir eder. Askerî bilginin kadınlar üstünde kazanılacak iktidara işaret ettiği bu öyküde askerlik doğrudan erkeklikle ilişkilendirilir. Hüsmen orduda emir alan bir erdir; ama evde koşulsuz bir komutan konumu kazanmıştır. Kısacası, genç cumhuriyetin kadınlarından komutan-koca Hüsmen kar­ şısında “er-karı Kezban” olmaları beklenir. Komutan-koca er­ kekler için de, antropolog Carol Delaney’nin vurguladığı gibi, “askerlik hizmetinin zorluklarına katlanmış olmanın karşılığı veya ödülü bir kadındır”.69 Ben mülakat yaptığımda askerden yeni dönmüş olan 30’lu yaşlarındaki Cengiz, unutamadığı bir an olarak birliğindeki komutanının başlattığı “ailede kadınların ve erkeklerin ger­ çek rolü” konulu tartışmayı anlattı. Bu tartışma da gösteriyor­ du ki önemli ailevi konularda karar vericilerin “doğal olarak” erkekler olduğu konusunda askerler arasında fikir birliği var­ dı: Doğru ile yanlışı ayırt edebilecek olan erkeklerdi, kadınlar değil. Cengiz, kadınların eşitliğinden söz etmek için tartışma­ ya katılınca odada derin bir sessizlik oluşmuştu. “Herkes beni ilgi ve şaşkınlıkla dinliyordu. Aslında kadınların bizden üstün olduklarını çünkü çocuk doğurabildiklerini söyledim.” Bu her­ kese çok fazla gelmiş, erkeklerin evlerindeki koşulsuz komu­ tanlık konumlarını sorgulayan Cengiz eleştirilere boğulmuş, susturulmuştu. Ancak evinin komutanı olma yolu dikenlidir; erkekler önce erkekliklerinin aşağılandığı çeşitli safhalardan geçmek duru­ mundadırlar. Pek çok erkeğin anlatısı göstermektedir ki askerî eğitim sırasında “kadın gibi olmak” tabiri çoğu kez hakaret ola­ rak ve aynı zamanda da “itaatkârlığı” teşvik etmek için bir stra­ teji olarak kullanılmaktadır. Mülakat yaptığım birkaç eski as­ 68

Celal Sıtkı, “Askerlikten Dönüş” Ülkü, 1933, Cilt 1, No. 3 ,1 9 3 3 , s. 250-251.

69

Carol Delaney, The Seed and the Soil: Gender and Cosmology in Turkish Village Society, Berkeley: University of Califomia Press, 1991, s. 109.

ker, askerî eğitimin bu yanından gülümseyerek, şakaya vurarak söz ettiler. Örneğin, yirmili yaşların sonundaki bir erkek, mut­ fakta çalışan askerlere komutanları tarafından kadın isimleri­ nin verilmesi karşısında duyduğu şaşkınlığı anlattı: “Bir grup askeri mutfağa götürüyorlar ve komutan ‘ismin ne’ diye soru­ yor. Asker, ‘Hayri’ diye cevap veriyor. Komutan düzeltiyor, ‘Ha­ yır, senin ismin Ayşe’ diyor. Sonra teker teker diğer askerlere soruyor ve hepsine yeni bir isim veriyor. Zeynep, Semra - hepsi kadın ismi. Sonra onlara bulaşıkları yıkamalarını emrediyor.” Deniz Kandiyoti’nin de dediği gibi “askere alınmış bütün er­ kekler, her birinin bir diğerinin kaprisleriyle kontrol edildiği, itaatsizlik durumunda aleni aşağılama ve fiziksel cezanın uygu­ lanabildiği topyekûn, keyfî otorite karşısında mutlak bir çare­ sizlik deneyimi yaşamışlardır”.70 Pınar Selek’in ifadesiyle, hep­ si “sürüne sürüne” erkek olmuşlardır. Görüştüğüm genç er­ keklerden biri, bunun askerlik deneyiminin en sarsıcı yanı ol­ duğunu söyledi: “Aşağı yukarı her şeyi kontrol ettiğin bir ha­ yattan, hiçbir şeyi kontrol edemediğin bir hayata geçiyorsun. Büyük makinenin bir parçası oluyorsun.” Bir başkası bu süre­ ci bilgisayar diliyle açıklamıştı: “Kafanın formatlanması gibi bir şey bu. Daha önce kafanda olan her şeyi boşaltıyorlar ve seni yeniden formatlıyorlar.” Bu “kontrolü kaybetme” sürecinde as­ kerler aşağılanmaya ve (mutfakta çalışmak gibi) kadınlaştırıl­ mış zorluklara katlanmak zorunda bırakılıyorlar. Öte yandan erkekler kışla sınırlan dışına çıktıkları andan iti­ baren hiyerarşinin askerî halleri bu sefer komutan Hüsmen er Kezban İkilisinde olduğu gibi toplumsal cinsiyet eksenin­ de ifade bulmaya başlıyor. Bu şekilde de her erkeğe erkek ol­ mak ve askerlik hizmetini yapmış olmak hasebiyle komutan­ lık konumu vaat ediliyor. Bünyamin bu durumu görüşmemiz­ de şöyle özetledi: “Bir askerlik öncesi, bir askerlik sonrası var. Ve şey çok söylenen bir laf: Askere gitmeden erkek olmuş sayıl­ mazsın. Sünnet nasıl erkekliğe bir adımsa, askerlik de onun is­ 70

Deniz Kandiyoti, “The Paradoxes of Masculinity: Some Thoughts on Segrega­ ted Societies", Dislocating Masculinity: Comparative Ethnographies, der. Andrea Cornwall ve Nancy Lindisfame, Londra: Routledge, 1994, s. 207.

patı.” Hüsmen’in hikâyesinde de kocanın üstünlüğü, “askerde gördükleri” ile meşrulaştınlmıştır. Hüsmen’in “bildikleri” Kezban’a “parmak ısırtmıştır”. Bu kurguda kadınların hiçbir zaman millet, silahlar ve vatan hakkında “bilgi”ye erişimi olamayacak­ tır. Onlara düşen, hayranlık duymak, “parmak ısırıp kalmak” ve emirleri kabul etmektir. Celal Sıtkı’nın hikâyesinde ifade bulan bu “fantezi,” bir yan­ dan bilginin militarizasyonuna (neyin önemli bilgi olduğunun belirlenmesi bağlamında) işaret etmekte, bir yandan da erkek­ lere çeşitli ayrıcalıklar ve avantajlar kazandıran bir toplumsal cinsiyet rejiminin ana hatlarını çizmektedir. 1930’lardan itiba­ ren Türkçe konuşan eğitimsiz nüfus içinden erkekler askerlik hizmetleri süresince okuma-yazma öğrenerek kadınlar üzerin­ de avantaj sağlamışlardır. Okuma-yazma becerisi kazanan er­ kekler, bu sayede daha yüksek maaşlı işlerde çalışabilmenin yanı sıra, gazete ve kanunlar gibi yazılı metinlere de doğrudan ulaşabilir hale gelmişlerdir. Dahası, Cumhuriyet’in ilk yılların­ dan bu yana, anadilleri Kürtçe, Arapça, Süryanice ve diğer ye­ rel diller olan erkekler askerlikleri sırasında Türkçe öğrenir­ ken Türkiye kırsalında, özellikle de Doğu bölgelerinde, yetersiz okullaşma sebebiyle pek çok kadın Türkçe veya okuma-yazma öğrenemeden hayatlannı sürdürmek durumunda kalmışlardır. Bunun önemli bir sonucu, kadınların hayadan üzerinde etkisi olan ve toplumun genelini şekillendiren pek çok bilgiye erişim­ lerinin az ve dolaylı olmasıdır ki buna yasal bilgilere, kanunlara doğrudan erişim sağlayamamak da dahildir. Açıklığa kavuşturmak bakımından, toplumsal cinsiyete da­ yalı eşitsizliklerin ana kaynağının askerlik hizmeti olduğu­ nu ileri sürmüyorum. Fakat erkeklere zorunlu kılman asker­ lik hizmetinin, kadın ve erkek vatandaşlık deneyimlerini bir­ birinden -kadınların aleyhine- ayrıştıran bir pratik olduğu­ nu, dahası, toplumdaki kadın ve erkek kurgulannı şekillendi­ ren önemli bir deneyim olduğunu savunuyorum. Militarizmin cinsiyet halleri konusunda uzun yıllardır ufuk açan çalışma­ lar yapan Cynthia Enloe, devlet ve orduyu (bir nefeste söyle­ nen ve birbirine iliştirilen) “kadınlarveçocuklan” koruyan eril

kurumlar olarak inşa eden askerî operasyonlar, güvenlik söy­ lemleri ve milliyetçi tezlere parmak basar.71 1998 yılında yap­ tığım mülakatta 30’lu yaşlarında olan Can’m Tuzla’da gördüğü komando eğitimiyle ilgili anlattıkları Cynthia Enloe’nun tezini destekler nitelikteydi: Arazi eğitimleri olurdu. Bilmemne sahasında tepeye çıkma, mezra basma, karakol savunma gibi eğitimler vardı. [A.G.A.: “Mezra basma eğitimi nasıl oluyor?”] Mezra basma... ne bile­ yim, mezra güvenliğini alma filan... öyle gösterirlerdi. Ufak bir mezra kurmuşlardı oraya, 8 -1 0 tane evden oluşan. İşte burayı nasıl kuşatırsınız? İçeride teröristler bir eve girdiler, muhtarın evine girdiler, muhtarın kızını rehin aldılar, ailesini rehin al­ dılar, n’aparsımz, nasıl bir operasyon yaparsınız? İşte, genelde muhtann kızının öldüğü bir operasyon oluyor (gülerek). Al­ lah aşkına 80 gün eğitilen adam n’apıcak yani? Muhtann kı­ zı da ölür yani. 80 gün eğitilen adam oraya gider de mezradan muhtann kızını nasıl kurtanr? Gösteriyorlar da... kime fayda­ sı oluyor? En azından elinde teçhizatla topraklarda, garip arazi koşullannda nasıl koşman ya da koşmaman gerektiğini öğre­ niyorsun. Mezrada nasıl saklanılır, n’apılır, nasıl sanlır?

Bu mezra operasyonunda “kadınlarveçocuklar” kız çocuğu fi­ güründe bir araya gelmiştir. Üstelik kendisi, muhtann kız çocu­ ğudur. Bu “eğitim”de, muhtarın, mezranın ve devletin namu­ su bir genç kadının bedeninde cisimleşmiştir ve “kurtarılması” gerekmektedir. Bu ataerkil kurguda, askerlik hizmeti, erkeği bir yetişkine (“çocuk”a karşıt olarak) ve bir erkeğe (“kadm”a kar­ şıt olarak) dönüştürecek bir deneyim olarak karşımıza çıkmak­ tadır. Erkek, “kadınlarveçocuklar”ı millet adına “koruyacak” ve “kurtaracak”tır. Bu şekilde, erkeklik doğrudan devletle ilişkilenmiş, devlet olma hali de erkeklik üzerinden tanımlanmış olur.72 71

Bkz. Cynthia Enloe, “Womenandchildren: Making Feminist Sense of the Persian Gulf Crisis”, Village Voice, 25 Eylül 1990; Cynthia Enloe, Muzlar, Plajlar ve Askeri Üsler: Feminist Bakış Açısından Uluslararası Siyaset, İstanbul: Çitlem­ bik Yayınlan, 2003; ve Cynthia Enloe, Manevralar: Kadın Yaşamının Militarize Edilmesine Yönelik Uluslararası Politikalar, İstanbul: İletişim Yayınlan, 2006.

72

Enloe, a.g.e., 2006

Türkiye’de namus kavramı ve cinsellik rejimi arasındaki iliş­ ki özellikle 1990’lı yıllardan bu yana feminist hareketin ana tar­ tışma ve eylem konularından biri olagelmiştir.73 Namus kav­ ramının Türkiye’de devlet yapılanmasına ve resmî söyleme ne kadar içkin olduğuna dair en çarpıcı örneklerden biri Sabiha Gökçen’in 1937’de yürütülen Dersim Harekâtı’na katılma­ dan önce Mustafa Kemal’le yaptığı “namus sözleşmesi”dir.74 Evlat edinilmiş olan Sabiha Gökçen’in babası ve Cumhurbaş­ kanı Atatürk’ün gözünde Gökçen’in bu harekât süresince kar­ şı karşıya kalacağı esas tehlike ölüm değil, “aldatılmış bir eşkı­ ya çetesi”nin eline sağ olarak düşmektir. Zira bu durumda te­ cavüz olasılığı doğacak, Gökçen’in (dolayısıyla da babasının ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin) namusu tehlikeye girecektir. Namusunu korumak için öldürmeye ve ölmeye hazır olduğunu ifade eden Gökçen’e Atatürk kendi silahını hediye eder ve ek­ ler: “Umarım kötü bir durumla karşılaşmazsın. Fakat herhan­ gi bir zamanda senin şeref ve haysiyetine dokunacak bir olay­ la, bir durumla karşılaştığında hiç tereddüt ermeden bu silahı ya karşındakine karşı ya da kendi beynine boşaltmaktan asla çekinme!”.75 Atatürk’ün kendisine hediye ettiği silahla birlikte Sabiha Gökçen’in savaşmasının önündeki namus engeli kalk­ mıştır. Gökçen’in anılarında bu hikâyeyi paylaştığı bölümün adı da manidardır: “Dersim Harekâtı ve Namusumu Koruya­ cak Silah!” Pek çok başka alanda olduğu gibi kadınların kamu­ sal alanda aktif olmalarının baş koşulu “iffetli” kadın olmaları, erkeklerin/ulusun “namusunu kirletmemeleri”dir.76 73

Kadın gruplarının ve feminist avukatların eski Türk Ceza Kanunu’nda “na­ mus” kavramına dair eleştirileri için bakınız: Kadın Bakış Açısıyla Türk Ceza Kanunu: TCK Tasarısı Değişiklik Talepleri [2003]. Bu eleştiriler doğrultusunda yeni TCK'da önemli değişikliklere gidilmiştir.

74

Bkz. Ayşe Gül Altınay, “Ordu-Millet-Kadınlar: Dünyanın İlk Kadın Savaş Pilo­ tu Sabiha Gökçen", Vatan Millet Kadınlar, der. Ayşe Gül Altınay, İstanbul: ile­ tişim Yayınları, 2000, s. 246-279.

75

Sabiha Gökçen, Atatürk’le B ir Ömür, haz. Oktay Verel, İstanbul: Altın Kitaplar, 1996, 2. baskı, s. 117.

76

Kamusal alanda aktif olan kadının aktif bir cinselliğinin olmaması, kendisini ancak cinsiyetsizleştirerek ve cinselliğini inkâr ederek var edebilmesi üzerine bkz. Ayşe Kadıoğlu, “Cinselliğin İnkarı: Büyük Toplumsal Projelerin Nesnesi

Namus kavramının resmî söyleme ve devlet pratiklerine bu derece içkin olmasını nasıl anlamlandırabiliriz? Bu sorunun pe­ şinden giden Ayşe Parla yanıtı Türkiye’de devletin “tamamlan­ mamış modemizasyonu”nda aramanın hata olacağı sonucuna varır. Parla’ya göre devletin kadınların bedenlerini denetleme­ sini “modernleşen devletin geleneksel kalıntıları” olarak değer­ lendirenleyiz.77 Onun yerine, Parla, bekaret kontrolleri gibi uy­ gulamalara zemin oluşturan iktidar ve disiplin örgüsünün mo­ dem biçimlerine dikkat çeker. “Modem Türk ailesi”nin kurgu­ lanma sürecini inceleyen Nükhet Sirman da benzer bir vurgu yapar: Tanzimat romanlarının erkek yazarlarının Batı modernizmiyle bağlantılı özel-kamusal ikiliği ile ilgisi olmayan ikti­ dar kavramlarına göre yapılandırılmış geniş ailelerden başında kocanın bulunduğu yeni bir tür çekirdek aileye yönelmelerinin arkasında kendilerini “her birinin kendi hane halkını yönettiği eşit erkekler” olarak kurgulama arzusu yatar.78 Bu hanelerin ka­ dınlan da “pasif ve uysal” olarak kurgulanırlar. Diğer bir deyiş­ le, Sirman da Parla da (çekirdek aile ve ulus-devlet gibi) modem yapılann kâh eski ataerkil düzenden faydalanarak, kâh yeni bi­ çimler yaratarak, kendi ataerkil düzenlerini kurduklarını ileri sürmektedirler. Yukandaki hikâyelerde de görüldüğü gibi va­ tandaş ordusu, (heteroseksüel) erkekler arasında eşitlik duygu­ su yaratan, buna karşın kadınlar karşısında erkekliğe üstünlük vaat eden diğer bir modem kurumdur. Aile bağlamında erkekle­ re kanlannın (ve çocuklannın) komutanı olma imtiyazı garantilenmiştir. Aile dışındaysa kendilerini devletle özdeşleştirme­ ye davet edilirler ve namus gibi kavramlar vasıtasıyla kadınlann bedenleri ve cinsellikleri üzerinde denetim yetkisi kazanırlar. Doğal olarak bu ayncalıklann, ödüllerin bazı şartlan vardır. Olarak Türk Kadınlan”, 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler, der. Ayşe Berktay Hacımirzaoğlu, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınlan, 1998, s. 89-100. 77

Ayşe Parla, “The ‘Honor’ of the State: Virginity Examinations in Turkey”, Fe­ minist Studies, Cilt: 27, No. 1, 2001, s. 83.

78

Nükhet Sirman, “Gender Construction and Nationalist Discourse: Dethroning the Father in the Early Turkish Novel”, Gender and Identity Construction: W o­ men o f Central Asia, the Caucasus and Turkey, der. Feride Acar ve Ayşe GüneşAyata, 2000, s. 174.

R. W. Connell79 ve diğer kuramcıların gösterdikleri gibi tek bir erkeklik yoktur; hegemonik ve tali/ikincil (subordinated) erkek­ likler vardır. Hegemonik erkekliğin hemen her yerdeki asli bir unsuru, heteroseksüelliğin norm olarak kabulüdür. İdeal as­ ker (hatta kabul edilebilir asker) bu norm üzerinden tanımla­ nır. Bugün pek çok ülkede orduda eşcinsel askerlerin varlığı, bu varlığın nasıl ele alınacağı, önemli bir tartışma konusudur, ki bu tartışmaların yürüdüğü pek çok ülkede profesyonel ordular var­ dır. Türkiye gibi askerliğin tüm erkekler için zorunlu olduğu ül­ kelerde “eşcinsel asker”in konumu ne olacaktır? Türkiye’de or­ dunun bu soru karşısında ürettiği “çözüm” eşcinsel erkeklerden eşcinselliklerini kanıtlamalarını beklemek, eğer kanıtlayabilirlerse, onlara “psikoseksüel bozukluk” tanısıyla askerlikten mu­ afiyet sağlayan “çürük raporu” vermek olmuştur.80 Ekim 2002’den bu yana Türkiye’deki LGBT (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans) örgütleri bu uygulamaları ortak bildirilerle protesto etmektedirler. 2002’deki ilk ortak bildiride, ilk ola­ rak, hiçbir kurumun eşcinsel kimliği “hastalık” olarak tanım­ lamaya hakkı olmadığı vurgulanmış ve bütün vatandaşların kanun önünde eşit olduğunu ilan eden Anayasa’nm 10. mad­ desine “cinsel yönelim”in eklenmesi talep edilmişti. İkinci ola­ rak, eşcinsel kimliği tecil etmek için ordunun kullandığı yön­ temler protesto edilmiş, “Eşcinsellik askerlikte hastalık olarak kabul ediliyor ve ordu eşcinsel erkekleri çürük sayıyor. Üste­ lik kişisel beyan kabul edilmeyip, fotoğraf ve makattan muaye­ ne gibi keyfî uygulamalar yapılıyor, buna son verilmesini isti­ yoruz” denmişti.81 On yıl sonra bu talepler güncelliğini koru­ 79

R. W . Connell, R. W ., Gender and Power: Society, the Person and Sexual Politics, Cambridge: Polity Press, 1987; R. W. Connell, Masculinities. Berkeley ve Los Angeles: University of California Press, 1995.

80

Bu konuda ufuk açıcı çalışmalar yapan Alp Biricik’in şu makalesi bu süreci özetler: Alp Biricik, “Çürük Raporu ve Türkiye’de Hegemonik Erkekliğin Ye­ niden İnşası”, Ç arklardaki Kum: Vicdani Red - Düşünsel K aynaklar ve Deneyim­ ler, der. Özgür Heval Çınar ve Coşkun Üsterci, İstanbul: İletişim Yayınları, 2008, s. 143-149.

81

Bkz. Ayda Kayar, “Hasta Değiliz”, Hürriyet, 1 Kasım 2002, http://arama.hurnyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=106942 (Erişim tarihi: 23 Kasım 2012). Bu bil­ dirinin tamamı 8 Ocak 2003 tarihinde Kaos GL’de yayımlanmıştır.

maya devam etmektedir.82 Bildiride sözü edilen fotoğraf, rapor başvurusu yapan erkeğin başka bir erkekle cinsel ilişki esna­ sında görüntülendiği bir fotoğraftır.83 Bu bildiri açıklanırken kameraların karşısında yer alan ve LGBT örgütlerinin talep­ lerini dile getiren aktivistlerden biri, en başta devletin asker­ lik hizmetini zorla yaptırma hakkını tanımayı reddeden vic­ dani retçi Mehmet Tarhan’dı. Bu bildiriden bir ay sonra Kaos GL'nin yaptığı “Eşcinseller Neden Savaşa Karşı?” başlıklı açık­ lama (bazı) eşcinsel aktivistlerin orduya karşı tutumlarını da­ ha açık ifade etmiştir: Savaş ve ordu örgütlenmeleri zaten eşcinsellerin ve kadınların aşağılanması, dışlanması, fetih zihniyetiyle; toplumsal erkek­ lik üzerinden kendini kurumsallaştırmaktadır. Erkek ve kadın eşcinseller olarak birbirleriyle ittifak halinde olan heteroseksizm, ataerkillik ve militarizme karşı durmaktayız.84

2003 yılı Kış ve Baharı’nda Amerika Birleşik Devletleri ve İn­ giltere’nin Irak’ı işgal etme planlarıyla birlikte etkinliği ve gö­ rünürlüğü artan savaş karşıtı hareketle birlikte heteroseksizm, ataerki ve militarizm arasındaki bu bağlantılar Türkiye siyasi tarihinde ilk kez sokaklarda ifadesini bulmuştur. 1 Mart 2003 tarihinde Ankara’da düzenlenen savaş karşıtı gösteride kullanı­ lan bir pankartta şunlar yazılıydı: “‘Çürük’ değil eşcinseliz, as­ kerlik yapmayacağız”. Diğer yandan, pek çok eşcinsel erkeğin cinsel yönelimini açık etmeden askerlik hizmetini yaptığı da bi­ linmektedir. Hatta kışlaların erkeklerin birlikte sosyalleşmele­ rine imkân sağlayan mekânlar olmasından dolayı memnuniyet ifade eden eşcinsel erkekler de vardır: Bu toplum, erkekleri erkek arkadaşlığına, erkek dostluğuna ve erkek birlikteliğine teşvik eden bir toplumdur. Maçlar, kahve­ ler, askerlik. Türkiye, kadın ve erkeğin birlikte sokakta gezme 82

Bkz. www.spod.org.tr

83

Bkz. Biricik, a.g.m.

84

“Eşcinseller Neden Irak’ta Savaşa Karşı?”, http://www.savaskarsitlari.org/arsiv.asp?ArsivTipID=9&ArsivAnaID=11314, 20 Aralık 2002 (Erişim tarihi: 23 Kasım 2012).

sini son elli yıldır görüyor. Zaten erkek erkeğe yaşayan bir top­ lum. Aynı zamanda kadın kadına tabii ki.85

Bazı eşcinsel erkekler askerlikle ilgili bir sorun yaşamadıkla­ rını ifade ederken, pek çoğu için, özellikle de eşcinsel kimlikle­ rini ilan etmişlerse, kışla hayatı büyük zorluk ve sıkıntılar içer­ mektedir. Askerlikten muafiyet için eşcinsel erkeklere sunulan tek seçenek olan “çürük raporu” yani onlan “psikoseksüel bo­ zukluk” sebebiyle uygunsuz olarak tescilleyen rapor hem aşa­ ğılayıcı hem de risklidir. Örneğin benim görüşmecilerim ara­ sından, savaşmak zorunda kalmamak için “çürük” raporu al­ mayı düşünen üniversite öğrencisi Berk, gelecekteki iş haya­ tı, kariyeri ile ilgili endişeliydi; müracaat edeceği işlerde bu ra­ porun önünü kesen bir engel oluşturmasından -haklı olarakkaygı duyuyordu. Askerlik yapıp yapmamak konuşulduğunda erkekler baş­ ka endişeler de dile getirmektedirler. Başlıca endişelerden bi­ ri anlatacakları “askerlik anıları”nın olmayacak olmasıdır. Ben de bu araştırmaya başlamadan önce erkeklerin “askerlik anı­ ları” (veya “hatıraları”) anlattıkları çok sayıda sosyal ortam­ da bulunmuştum. Bir seferinde, bir toplantı sonrası yenen bir yemekte, benden on yaş daha büyük iki erkek tarafından “esir alındığımı” hatırlıyorum. Yemek sohbetimiz bu iki erkeğin as­ kerlik hatıralarını karşılıklı anlatmalarına dönüşmüştü, ben de zorunlu dinleyicileri konumundaydım. Birkaç saat süren bu tek taraflı “sohbet” başlangıçta komik ve ilginç gelmişti. Her ikisi de iyi hikâye anlatıcılarıydılar ve belli ki seneler için­ de hikâyelerini nakış gibi işlemişlerdi. Şimdi, erkeklerin asker­ lik deneyimlerini anlamaya çalışırken, o gece boyunca dinle­ diğim hikâyelerin daha çoğunu hatırlamayı isterdim, ama o sı­ rada “sohbet” ilerledikçe kendimi daha da rahatsız hissetmeye başladığımı hatırlıyorum. Konuşma iki erkek arasında geçiyordu, ben de onların seçil­ miş dinleyicileriydim. Sanki “eski güzel günlerin” en komik, 85

Aktaran Murat Hocaoğlu, Eşcinsel Erkekler: Yirmi Beş Tanıklık, İstanbul: Metis Yayınlan, 2002, s. 61.

en ilginç ve en çılgın hatıralarının çetelesini tutma görevi ba­ na verilmişti. Her iki erkek de çevre, ekoloji ve özgürlük odak­ lı siyaset yapan aktivistlerdi. Siyasi söylemlerinde ordu, roman­ tik veya komik bir organizasyon olmaktan çok uzaktı. Bana an­ lattıkları askerlik hatıralarında ifade bulan şey nostalji veya öz­ lem değildi, fakat gecenin sonunda anlayacağım gibi, gurur, er­ kekler arası dayanışma ve bir tür bilgeliğin tuhaf bir bileşimiy­ di. Her ne kadar hikâyeleri ilk başta ilgiyle dinlemiş olsam ve ilginç bulsam da arka arkaya anlatıldıkça oturduğum koltu­ ğa gömüldüğümü hatırlıyorum. Bir süre sonra bana tahsis edi­ len toplumsal cinsiyet konumundan çok rahatsız olmaya başla­ mıştım. Öyle görünüyordu ki erkekler her zaman, askerlik sı­ rasında edindikleri “bilgelik” ile ülke, ulus ve nihayetinde siya­ set konusunda kadınlardan daha fazla söz ve bilgi sahibi olduk­ larını iddia edeceklerdi. O zamanlarda yirmili yaşlardaydım ve feminizmle yeni tanışmıştım. Bu tür durumlarda kolay sonuç­ lara varmaya ve bazen de tepkili duruşlar sergilemeye yatkın­ dım. Bu deneyimin bende uyandırdığı en güçlü duygu kadınla­ rın da askerlik yapabilmelerini istemekti. Askerliğin kendisini veya bu tür bir “askerlik anısı” paylaşımının yarattığı hiyerar­ şileri sorgulamaktansa ben de bu “iktidar”dan payımı istemiş, anlatabileceğim benzer hikâyelerimin olmasını arzulamıştım. Daha yakın zamanlarda, görüşmelerim sırasında veya bu­ lunduğum sosyal ortamlarda erkeklere, askerlik deneyimleri­ ni aralarında konuşup konuşmadıklarını, eğer konuşuyorlarsa nerelerde ve nasıl konuştuklarını sordum. Askerlik hikâyeleri­ ni paylaştıkları değişik ortamlan tarif ederken görüşmecilerim birbirleriyle yakından ilişkili üç nokta üzerinde durdular. Bun­ lar militarize edilmiş erkekliğin askerlik sonrası farklı ifade bi­ çimleri olarak düşünülebilir. Öncelikle, İbrahim’e göre, erkekler askerlik yapmış olmayı adam olmanın bir kriteri olarak kullanmaktadırlar: Bizim eskilerden “askerlik yapmayana adam denmez” diye bir laf vardır... o bir gerçek. Bizim bir arkadaşımız var, ayağı to­ paldı, askerlik yapmamış. Biz kendi aramızda takılıyoruz: “Ha­

di ya, askerlik mi yaptın konuşuysun sen? Adam mısın sen?”... Benim ayaklarım düztabandır. Benim [rapor alma] imkânım olduğu halde [askerliği] yapmak istedim. Çünkü askerliğini yapmayan bir kişiye şey gözüyle bakıyorlar sonunda.

Bu bağlamda askerlik sadece, veya belki de öncelikli olarak bile, vatana ödenen bir borç değil, makbul erkekliği tanımlayan bir pratik olarak görülmektedir. Askerlik erkekliğe geçişin bir merhalesidir ve bu yoldan geçmemiş erkeğe “eksiklik” duygu­ su hissettirecek kadar yaygın bir norm haline gelmiştir. Genç­ lerin ve belirli bir “sakatlık” nedeniyle askerlik yapamamış olanların üzerinde eril bir iktidar kurmanın bir yolu olarak kul­ lanılmaktadır. Böyle durumlarda erkekliğin aşağılanması öyle yaygındır ki örneğin düztaban olan İbrahim’i askerlikten mua­ fiyet istemekten alıkoymuştur. Görüşmecilerimden birkaçı da­ ha farklı (ciddi görme kusurları gibi) nedenlerden dolayı rapor alarak askerliklikten muafiyet talep etmeyi düşünmüşler fakat askerlik yapmamanın sosyal ve ekonomik sonuçlarından kork­ tukları için bu sakatlıklarına rağmen askere gitmeyi tercih et­ mişlerdir. Berk gibi onlar da gelecekteki işverenlerinin göstere­ ceği tepkiden veya görecekleri toplumsal baskıdan kaygı duy­ duklarım ifade etmişlerdir. Pek çok kişi için anlatacağı bir as­ kerlik anısı olup olmaması bir erkeğin erkekliğinin tescili için önemli görülmektedir. Erkeklerin askerlik sonrasında erkekliklerini tescil etmeleri­ nin bir diğer yolu da kışla günlerine dair ağırlıklı olarak başarı hikâyeleri anlatmayı seçmeleridir - özellikle de silah kullanma konusundaki başarı hikâyelerini. Bu sefer ayrım askerlik ya­ panla yapmayan arasında değildir; “gerçek erkeklik” her biri­ nin ateş etmek veya diğer görevleri yerine getirmedeki başarısı ile tescil edilmektedir. Dahası, bu hikâyelerin yeniden anlatıl­ ması hem paylaşma duygusu yaratmaya hem de anlatacak hikâ­ yesi olanla olmayanı ayrıştırmaya yaramaktadır. Çan’a göre: Türkiye’de insanların askerlikten şikâyet ettiklerine bakma. Hepsi askerlikleriyle çok büyük gurur duyarlar. Hepsi böy­ le nasıl çakı gibi asker olduklarını, atışta bölüğün birincisi ol-

duklannı, komutanın onu evladı gibi sevdiğini, dünyanın en kebap askerliğini yaptıklarını hepsi böyle büyük bir zevkle an­ latırlar yani... Kime sorsan ondan iyi atıcısı yoktur. Komutan evladı gibi sever onu. Kendi şahit olduklanma bakıyorum da... 215 kişilik bölüktük. Gerçekten 200 metre atışta hedefi tuttu­ ran çok az adam vardı. Diğer bölüklerde de durum öyleydi. Üç atış yapardın. Üçte biri vurmak başanydı yani. Üçte üç vuran bir kişi çıkardı. İki vuran da beş-altı kişi çıkardı, kimi zaman çıkmazdı bile üçte üç vuran. Bölüğün yansı, hatta daha azı, üç­ te bir’lik bir başanyı tuttururdu. Geri kalanlar üçünü de dışan. Ben de onlardan biriydim.

Can askerliğini yedek subay olarak yapmıştı ve temel eğiti­ minden sonra erlerle teması çok az olmuştu. Görüşmemiz sı­ rasında anlatacak fazla askerlik hikâyesinin olmamasından do­ layı zaman zaman kendisini kötü hissettiğini itiraf etmişti. Arkadaşlan bitmez tükenmez askerlik hikâyelerini anlatırken sı­ kılıyordu. Benim de geçmişte benzer durumlarda askerliği deneyimlememiş bir kadm olarak hissettiğim rahatsızlık Can’m düştüğü durumu anlamama yardımcı oluyordu. Üstelik, ara­ mızda önemli bir fark vardı: “Erkek” olarak ondan beklenen, ilginç askerlik hikâyeleri anlatmasıyken kadm olmam beni bu tür bir beklenti ve baskıdan muaf tutuyordu. Askerlikle ilgili sohbetlerin bir başka değişmez özelliğinin tüm anlatılara hâkim olan şikâyet teması olduğunu söyleyebili­ riz. Askerlik yapmış olan erkekler sık sık kışlalann durumun­ dan, askerî mantıktan, katı hiyerarşik yapıdan ve bunun gi­ bi pek çok şeyden şikâyet etmekten çekinmezler. Bir sohbet­ te, bedelli askerlik yapmış bir kişinin devam eden şikâyetleri­ nin gruptaki bir genç kız tarafından kesildiğini hatırlıyorum: “Bu şekilde konuştuğun için kendinden utanmalısın. Ya para­ sı olmayıp bu şikâyetleri on sekiz ay yaşamak zorunda kalanla­ ra ne demeli? Sen gerçek askerlik yapmamışsın.” Bu azar-eleştiri askerlik deneyiminden şikâyet eden genç adamda gözle gö­ rülür bir rahatsızlık yaratmıştı. Ne de olsa, uzun dönem kışla hayatının zorluklanna katlanmış diğer erkeklere kıyasla kendi­

si şımarık bir zengin çocuk durumuna sokulmuştu. Görüşme­ cilerimden biri orduyla ilgili dile getirilen şikâyetlere genellik­ le bir gurur duygusunun eşlik ettiğinin altını çizdi: “Şikâyetle­ ri ne olursa olsun bütün erkekler askerlik deneyimlerinden gu­ rur duyarlar. Hiç değilse, altından kalkmış olmaktan gurur du­ yarlar.” Bu bakış açısından, askerlikle ilgili zorlukların ve on­ ların askerlik sonrası paylaşımının, gurur ve eril dayanıklılık söylemine güç kattığını söyleyebiliriz. Antropolog Carol Delaney de 1980’li yılların başlarında Orta Anadolu’nun bir köyün­ de yaptığı saha çalışmasında aynı olguyu gözlemlemişti: “Her ne kadar askerlik hizmeti keyifle hatırlanmasa da geçirilmiş ve altından kalkılmış, gurur ve şeref sınavı ve sembolü olan ortak bir deneyimdir.”86 Benim görüşmecilerimin anlatılarında da, her ne kadar ifade­ si kişilere veya askerliğin yapıldığı şartlara bağlı olarak önem­ li değişiklikler gösterse de, “gurur” çok paylaşılan bir duygu ve temaydı. Güneydoğu’da PKK’ya karşı komutan olarak sava­ şırken yapmak zorunda olduğu her şeyden gurur duymadığını açıkça ifade eden bir görüşmecim, öte yandan katıldığı çok sa­ yıdaki operasyonda bütün askerlerim korumuş olmaktan dola­ yı gurur ifade ediyordu: “Emrimdeki hiç kimse ölmedi” cüm­ lesi, görüşme boyunca defalarca tekrarlanan bir cümle olmuş­ tu. Kendisi de canlı olarak dönmüştü, ki bu da iki seneye ya­ kın zamanını savaş bölgesinde geçirdiği düşünülürse başlı ba­ şına bir “başarı”ydı. Ûte yandan, askerliğini Güneydoğu’da yapıp hayatta kalmış pek çok başka erkeğin ise askerlik deneyimini “gurur” duygusu ile hatırlamakta zorlandığını biliyoruz. Nadire Mater’in Mekme­ din Kitabi1ndaki görüşmecilerin çoğunluğu askerlik/savaş dene­ yimleri hakkında hiç kimse ile konuşamamaktan şikâyet edi­ yorlar, zira onların “askerlik anıları” yemek masalarında anlatı­ labilecek komik veya ilginç hikâyeler olmaktan çok uzak. Ayrı­ ca, (canlı) bir hedefe ateş edip isabet ettirme başarısı gurur du­ yularak anlatılacak bir anı olamayabiliyor. Askerlik sonrasın­ da bir uçak kaçıran erkeğin babası bu durumu şöyle özetliyor: 86

Delaney, a.g.e., s. 269.

“Askerlik anıları bizim zamanımızda anlatılırdı. Şimdi kimse anlatmıyor”.87 Bunun nedenini başka bir asker açıklıyor: İşte “N’aber, askerde miydin, ne zaman geldin” falan... Sen ne diyorsun, ben orada hayatımın kırılmasını yaşadım, iki keli­ meyle anlatamam, anlatsam anlayamazsın.88

Bu anlatıda askerlik deneyiminin, bir “adam olma”, erkek­ liğe geçiş ritüeli olmaktan ziyade sarsıcı, dönüştürücü, payla­ şılmayacak, hakkında konuşulamayacak bir “kırılma” olarak sunulduğunu görüyoruz. Nadire Mater’in görüştüğü askerle­ rin pek çoğu bir yandan parçası oldukları şiddeti anlamlandıramadıklannı, adam öldürmüş olmaktan veya askerlik boyunca yapmak zorunda kaldıkları başka şeylerden gurur duyamadık­ larını, arkadaşlarının yanı başlarında yaralanmasına ve öldürül­ mesine tanıklık etmenin nasıl bir travma yarattığını anlatıyor­ lar, bir yandan da askerliğin -tam da bu deneyimlerin bir so­ nucu olarak- başkalarıyla paylaşılamayacak bir deneyim haline dönüştüğünü paylaşıyorlardı. Bu durum da askerlik ve erkek­ lik arasında kurulan ilişkide şüphesiz bir kırılmaya neden olur: “Toplum savaşanları kahraman gibi görüyor, ama ben kendimi öyle görmüyorum”.89 Bu tür ifadeleri duyduğum veya okuduğum zaman dedemin Kore Savaşı90 anılarından söz etmedeki isteksizliğini hatırlıyo­ rum. Kore Savaşı’nı sorduğumuzda, sadece “çok kötüydü” der ve konuyu değiştirirdi. Bir seferinde anlatması için ısrar etti­ ğimde şöyle demişti: “O bir savaştı. Adım attığında bir mayı­ na basıp basmadığını bilmiyorsun. Her an basabilirsin. Her an ölümle burun burunasm. Savaş böyle bir şeydir. Çok kötüdür.” Hayatının her dönemini uzun uzun hikâyelendirmeyi çok se­ ven dedem, Kore Savaşı’nda yaşadıkları hakkında konuşmayı kesinlikle reddediyordu. 87

Mater, a.g.e., s. 251.

88

Mater, a.g.e., s. 195.

89

Mater, a.g.e., s. 134.

90

Türkiye Cumhuriyeti’nin askeri birlikleri NATO kuvvetlerinin bir parçası ola­ rak 1950-1953 yıllan arasında Kore’de savaşmışlardı, dedem Nihat Karayazgan da bu savaşa subay olarak katılmıştı.

Görüştüğüm kişilerin pek çoğu zorunlu askerlikleri sırasın­ da sıcak çatışmanın içinde yer almamışlardı. Yine de akademik bir araştırma çerçevesinde askerlikleri hakkında konuşmak on­ lara zor geliyordu. Görüşmecilerime bu konuyla ilgilendiğimi açıkladığımda genellikle kuşkulu bakışlarla ve zaman zaman da açık sorgulamalarla karşılaştım. Hepsinin askerlikleri hak­ kında anlatacakları pek çok hikâyesi vardı ve aslında pek çoğu için “askerlik anıları anlatmakla bitmez”di. Buna rağmen be­ nim, genç bir kadın akademisyenin, neden bu anıları duymaya ve analiz etmeye ilgi duyduğumu merak ediyorlardı. En kolay konuşanlar, 60-70 yaş grubuydu. Kalan tüm görüşmecilerim­ le belirgin tedirginlikler yaşadım. Bazıları konuşmamız ilerle­ dikçe veya ikinci görüşmemizde biraz açıldılar, fakat pek çok­ lan hiç rahatlamadı. Nadire Mater kendisinin askerlik yapmış genç erkeklerle gö­ rüşme deneyimini anlatırken çoğu görüşmecisinin kendisi­ ni “anne” yerine koyduğunu ve en zor konulardan bile belli bir rahatlıkla söz ettiğinden bahseder. Kendisi görüşmecileri­ nin annelerine yakın yaştadır (ve çoğunun yaşma yakın bir kı­ zı vardı). Yine de görüştüğü genç erkeklerin acılan ve çektikle­ ri hakkında konuşabilmelerinin bir nedeni de onların biyolojik annesi olmamasıdır. Pek çok anne Nadire Mater’e oğullarına askerlik deneyimlerini anlattıramadıklarmdan şikâyet etmişler ve pek çok asker de annelerini üzmek istemedikleri için yaşadıklanm anlatmadıklannı söylemişlerdir. Kısacası, Nadire Mater’in bir gazeteci olarak duruşu ve annelerinin yaşıtı bir kadın olması bu görüşmeleri kolaylaştıran bir etki yaratmıştır. Benzer şekilde, Anne Allison da Japonya’da erkek cinselliği üzerine yü­ rüttüğü araştırmasını o sırada barizleşmeye başlayan hamileli­ ğinin nasıl olumlu etkilediğinden söz etmektedir: “Onlara göre ben şimdiden annelik kategorisine girdiğimden benimle cinsel­ liği konuşmak onlara daha kolay geliyor gibiydi”.91 Bu araştırmayı yürüttüğüm sırada bazılan benden genç olan erkeklerle, onlann “erkeklik” kimlikleri açısından kurucu bir 91

Anne Allison, Sexuality, Pleasure, and Corporate Masculinity in a Tokyo Hostess Club, Chicago: University of Chicago Press, 1994, s. 174.

deneyim olan askerlik hakkında konuşmaya çalışan bekâr bir kadındım. Bu durum her iki taraf için de kolay olmayabiliyor­ du. Başlangıçta, (bir kısmını benim de paylaştığım) sosyal or­ tamlarda sıklıkla “askerlik anılarını” paylaşan erkeklerin, bu konuya yoğunlaşmış bir araştırmanın parçası olarak benimle konuşmayı reddetmeleri beni şaşırtmıştı. Çok sonraları bu zor­ luğun kendisinin toplumsal cinsiyet dinamiklerinden kaynak­ lanıyor olabileceğini düşünmeye başladım. Özellikle de beni (yaş, eğitim veya sınıf bağlamında) kendi eşitleri olarak gören bazı erkekler, askerlik hikâyelerinin benim elimde araştırma malzemesine dönüşüyor olmasından rahatsız görünüyorlar­ dı. Askerlikle ilgili araştırma yapmaya karar vermekle, “orada bulunmamış” pasif dinleyici konumunu, analiz etmek ve yaz­ mak üzere anlatacakları her şeyi dinlemeye istekli bir aktif bir özneye dönüştürmüştüm. Dahası, anlamaya başlamıştım ki as­ kerlik, erkekliğe geçişi işaretlemekle beraber, militarize edilmiş erkekliğin pek çok ritüeli askerlikten sonra ve çoğunlukla hem erkekli hem erkekli-kadınlı ortamlarda hikâye anlatımı yoluyla icra edilmektedir. Araştırma görüşmeleri bağlamında bu hikâ­ yelerin paylaşıldığı çerçeveyi ben belirlemiş oluyordum ve bir anlamda bu ritüellerin dinamiklerini sarsıyordum. Pek çok görüşmecim, sadece hikâyelerini dinleyerek onların askerlik deneyimlerini tam olarak anlayamayacağımdan emin­ di. Sonuçta, ben hiçbir zaman “orada bulunmamıştım” ve çok iyi korunan kışla kapılarından geçerek bir erkek dünyası olan kışlalara hiçbir zaman giremeyecektim.92 Araştırmamın konu­ sunu öğrenen bir erkek sosyoloji profesörü çok açıkça şöyle demişti: “Askerlik hizmeti hakkında bana zaten bilmediğim ne söyleyebilirsin? Hiçbir şey!” Bu tür tepkiler araştırmamın baş­ larında her ne kadar gözümü korkuttuysa da bu deneyimlerle bağlantılı toplumsal cinsiyet dinamiklerini daha iyi kavrama­ ma ve en önemlisi de hegemonik erkekliğin askerlik üzerin­ den inşası ve tezahürlerine dair merakımı arttırmaya yardım­ cı oldu diyebilirim. 92

Görüşmecilerimden çok azı kadın subayla karşılaştıklarından söz ettiler, he­ men hepsi için kışla hayatı erkeklerden ibaret bir hayat olmuştu.

“Kültürel” olanın “askerî” olandan ayrılması

Hegemonik erkekliğin sınırlarım çizen kurucu bir pratik olarak askerlik, heteroseksüel Müslüman Türk erkeklere çeşitli ödül­ ler ve ayrıcalıklar sunar. Hüsmen’in kendi evinin komutanı ol­ ma düşü, bu ödüllerin nasıl kurumsallaştırıldığının ve hayatın her alanına yayıldığının çarpıcı bir örneğidir. Bu ayrıcalıklar ve ödüller, en başta, kadınların “ötekileştirilmesini” ve erkekle­ rin kadınlar üzerindeki otoritesini meşru kılmayı içermektedir. Fakat bu şekilde kurulan hegemonik erkeklik karşısında “öte­ ki” olan sadece kadınlar değildir. Bu erkeklik normundan sap­ malara çeşitli siyasi, sosyal ve ekonomik mekanizmalar yardı­ mıyla şiddetle engel olunmaktadır. 1983’te liseden mezun olan Sinan bana aşağıdaki hikâyeyi anlatmıştı: Lise 2’de Milli Güvenlik dersinde “bakaya”nm ne demek oldu­ ğunu öğrendik. Ama ben anlayamamıştım. Bir insan neden as­ kerden kaçardı ki? Neyse, hocaya sordum, “Hocam, bu insan­ lar neden askerden kaçıyorlar?” diye. Ben samimi bir soru sor­ muştum ama hoca çok sinirlendi.

Zorunlu askerlik hizmeti Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk vatan­ daşları için kanıksanmış, kültürel ve siyasi olarak kabul edil­ miş bir pratik değildi.93 Vatandaşlar önce askerliğin gereklili­ ğine inandınlmalı, ikna edilmeliydiler. Bu ikna süreci, bir yan­ dan “her Türk asker doğar” anlayışının, “ordu-millet” söylemi­ nin efsaneleştirilmesini içermiş, bir yandan da askerlik hizmeti, savaşlardan ve vatandaşlıktan ayrıştırılmış ve kültürel/milli/ırki bir özellik olarak yeniden tanımlanmıştır. Sinan’ın bir erkeğin askerlikten kaçınmasını hayal edememesi, bu projenin başarı­ sına işaret etmektedir. Aradan geçen yetmiş yılda askerlik hiz­ meti kültürel bir pratik olarak başarılı bir şekilde normalleşti­ rilmiş, kanıksatılmıştır. 1984-1999 yılları arasında süren yoğun çatışma, savaş hali kültürel değerine meydan okumaksızm zorunlu askerliğin bu kamksanmışlığım sarsmıştır. 1990’lı yıllarda en az 200,000 as­ 93

Bkz. Altınay, a.g.e., 2004.

ker kaçağı ve buna ek olarak “meşru” yollarla askerlik hizme­ tini erteleyen, Türkiye ve yurtdışmdaki çok sayıdaki “öğrenci” ile bir zamanlar düşünülemeyecek olan şey günlük gerçeğe dö­ nüşmüştür. Dahası, militarize edilmiş erkekliğin yerleşik uygu­ lamaları, PKK’ya karşı savaşmış olanların travma deneyimleri­ nin sebep olduğu sessizliklerle bozulmuştur. “Askerlik anılan” artık komik, ilginç, erkeklik duygusunu besleyen “anılar” ola­ rak paylaşılamamaktadır. Erkeksi ve milli gururun yeni ritüelleri olarak asker uğurlamaları onların yerine geçmiştir. Fakat asker uğurlama ritüelleri, gerçek deneyimden önce gerçekleşen bir seferlik olaylardır. Askerlik sonrasına hâkim olan ise genel­ likle travma ve sessizliktir. Buna ek olarak savaştan sağ dahi çı­ kamayan binlercesi vardır. Bu kırılmanın sonucunda Bünyamin gibi pek çok erkek ve kadın askerlik hizmetini kültürden çok savaş ve siyasetle ilişkilendirmeye başlamıştır. Bu yeni ilişkilendirme, çoğunlukla askerlikten kaçma veya askerliği erteleme biçiminde ifade bu­ lan, antropolog James Scott’ın “zayıflann silahı” olarak tanım­ layacağı94 kişisel direniş yöntemleriyle sonuçlanmıştır. Ancak bu tür direnişler ne askerlik üzerine kamusal bir tartışmaya dönüşmüş,95 ne de -1 9 9 0 ’lar boyunca sayıca sınırlı kalmış ve marjinalleştirilmiş vicdani ret hareketi dışında- siyasi bir ifade 94 James Scott, Weapons o f the W eak: Everyday Forms o f Peasant Resistance, New Haven: Yale University Press, 1985. 95

Dikkate değer bir istisna, Gûneydoğu’da savaşmış askerlerin savaş ve asker­ likle ilgili eleştirilerini dillendiren Mehmedin Kitabının 1999’da yayımlanma­ sı olmuştur, bkz. Mater, a.g.e. Her ne kadar kitap çıkar çıkmaz en çok satan kitaplar arasına girmişse de bu ilgi kamuoyu tartışmalarına çok sınırlı yansı­ mıştır. 1990’larda bu konuda çıkan bir diğer önemli çalışma Serdar Şen’in as­ kerlik hizmeti, milliyetçilik ve modernleşme arasındaki bağlantıları inceleyen araştırmasıdır, bkz. Şen, Cumhuriyet Kültürünün Oluşum Sürecinde Bir ideolo­ jik Aygıt O larak Silahlı Kuvvetler ve M odemizm. Taha Parla, doğrudan asker­ lik hizmetini ele almasa da, 1990’lardaki yayınlan, dersleri ve konuşmalanyla militarizmin sorunsallaştınlması ve kavramsallaştınlmasına önemli katkılarda bulunmuştur, bkz. Taha Parla, Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi Kaynaklan, Cilt: 2, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, İstanbul: İletişim Yayınlan, 1991; Taha Parla, “Mercantile Militarism in Turkey, 1960-1998”, New Perspectives on Tur­ key, No. 19, Sonbahar 1998, s. 29-52. 1990’larda ordu üzerine yazılan kitaplann kapsamlı bir değerlendirmesi için bkz. Tanıl Bora, “Ordu üzerine kitap­ lar”, Birikim, No. 96, Nisan 1997, s. 28-31 .

bulmuştur.95 Zorunlu askerlik, militarizm ve vicdani ret akade­ mik araştırmalar ve siyaset gündemine ancak 2000’lerin sonun­ da girmeye başlamıştır. 2010’lu yılları bu tartışmalar şekillendi­ recek gibi görünmektedir. Her ne kadar Cumhuriyet tarihi bo­ yunca “ordu-millet”in ve erkekliğin kurucu bir unsuru olarak kurgulanmış zorunlu askerlik deneyimi farklı bakış açılarından sorgulanmaya başlanmış, önemli kırılmalar yaşanmış olsa da as­ kerlik deneyiminin makbul vatandaşlıktan, milli kimlikten ve erkeklikten ayrıştırılması uzun ve sancılı bir yol olacak gibidir. KAYNAKÇA Allison, A. (1994) Sexuality, Pleasure, and Corporate Masculinity in a Tokyo Hostess Club, Chicago: University of Chicago Press. Alonso, A. M. (1994) “The Politics of Space, Time and Substance: State Formati­ on, Nationalism, and Ethnicity”, Annual Review ojAnthropology, 23: 379-405. Altınay, A. G. (1999) "Askerlik ve Eğitim”, Birikim, 125/126 (Eylül-Ekim): 200-208. Altınay, A. G. (2000) “Ordu-Millet-Kadmlar: Dünyanın İlk Kadın Savaş Pilotu Sabiha Gökçen”, Vatan Millet Kadınlar, der. A. G. Altınay, İstanbul: İletişim Ya­ yınlan, 246-279. Altınay, A. G. (2004) The Myth o f the Military-Nation: Militarism, Gender, and Edu­ cation in Turkey, New York: Palgrave Macmillan. Altınay, A. G. (2008) “Künye Bellemeyen Kezbanlar: Kadın Redciler Neyi Reddedi­ yorlar?", Çarklardaki Kum: Vicdani Red - Düşünsel K aynaklar ve Deneyimler, der. Û. H. Çınar ve C. Osterci, İstanbul: İletişim, 113-133. Anderson, B. (1993) Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, İstan­ bul: Metis Yayınlan. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1997. Bali, R. N. (2008) Yirmi Kur'a Nafıa Askerleri: II. Dünya Savaşı’nda Gayrimüslim As­ kerlik Serüveni, İstanbul: Kitabevi Yayınlan. Bali, R. N. (2011) Gayrimüslim Mehmetçikler: Hatıralar, Tanıklıklar, İstanbul: Libra. Biricik, A. (2008) “Çürük Raporu ve Türkiye’de Hegemonik Erkekliğin Yeniden İnşası”, Ç arklardaki Kum: Vicdani Red - Düşünsel K aynaklar ve Deneyimler, der. Û. H. Çınar ve C. Üsterci, İstanbul: tletişim Yayınlan, 143-149. 96

Vicdani ret hareketinin 2000’li yıllarda görünürlüğü ve etkinliği arttı, bkz. www.savaskarsitlari.org. 2004 yılından sonra kadınlann da vicdani ret açıklamalan yapmalanyla anti-militarizm mücadelesinin toplumsal cinsiyet yansımalan da yeni bir eksende tartışılmaya başlandı, bkz. Altınay, a.g.m., 2008; Amargi, No. 2 ve No. 3, 2006. Bu konuda düzenlenen ilk büyük çaplı ulusla­ rarası konferans olan “Uluslararası Vicdani Red Sempozyumu” Ocak 2007’de yüzlerce kişiyi bir araya getirdi, bkz. Özgür Heval Çınar ve Coşkun Üsterci, der., Ç arklardaki Kum: Vicdani Red - Düşünsel Kaynaklar ve Deneyimler, İstan­ bul: İletişim Yayınlan, 2008.

Bora, T. (1997) “Ordu üzerine kitaplar”, Birikim, No. 96 (Nisan): 28-31. Bozdemir, M. (1985) ”Ördu-Siyaset ilişkileri”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansik­ lopedisi, Cilt 10: 2648-2660. Cock, J. (1991) Colonels and Cadres: W ar and Gender in South Africa, Cape Town: Oxford University Press. Connell, R. W . (1987) Gender and Power: Society, the Person and Sexual Politics, Cambridge: Polity Press. Connell, R. W. (1995) Masculinities. Berkeley ve Los Angeles: University of Cali­ fornia Press. Corrigan, P. ve D. Sayer (1985) The Great Arch: English State Formation as Cultural Revolution, Oxford ve New York: Basil Blackwell. Çınar, Ö. H. ve C. Usterci, (2008) Ç arklardaki Kum: Vicdani Red - Düşünsel Kay­ n aklar ve Deneyimler, İstanbul: İletişim. Delaney, C. (1991) The Seed and the Soil: Gender and Cosmology in Turkish Village Society, Berkeley: University of California Press. Dewey, J . (1990) “On Military Training in Schools”, John Dewey: The Later Works, 1925-1953, der. J. A. Boydsto, Carbondale: Southern Illinois University Press. Dirlik, A. (1 9 7 5 ) “The Ideological Foundations of the New Life Movement: A Study in Counterrevolution”, Journal o f Asian Studies, 34(4): 945-980. Enloe, C. (1990) “Womenandchildren: Making Feminist Sense of the Persian Gulf Crisis”, Village Voice, 25 Eylül. Enloe, C. (2003) Muzlar, Plajlar ve Askeri Üsler: Feminist Bakış Açısından Uluslara­ rası Siyaset, tstanbul: Çitlembik Yayınlan. Enloe, C. (2006) Manevralar: Kadın Yaşamının Militarize Edilmesine Yönelik Ulusla­ rarası Politikalar, İstanbul: İletişim Yayınlan. Escobar, A. (1995) Encountering Development: The M aking and Unmaking o f the Third World, New Jersey: Princeton University Press. Foucault, M. (1979) Discipline and Punish: The Birth o f the Prison, New York: Vin­ tage Books. Foucault, M. (2000) Hapishanenin Doğuşu, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, İstanbul: İm­ ge Yayınlan. Goltz, C. F. v. d. (1887) The Nation in Arms, çev. P. A. Ashworth, Londra: W. H. Allen and Co. Gökçen, S. (1996) Atatürk’le Bir Ömür, haz. O. Verel, 2. baskı, İstanbul: Altın Ki­ taplar. Hamilton, G. S. I. (1910) Compulsory Service: A Study o f the Question in the Light o f Experience, Londra: John Murray. Helman, S. (1997) “Militarism and the Construction of Community”, Journal o f Po­ litical and Military Sociology, 25(Kış): 305-332. Hocaoğlu, M. (2002) Eşcinsel Erkekler: Yirmi Beş Tanıklık, İstanbul: Metis Yayın­ ları. Howard, M. (1978) War and the Nation State, Oxford: Clarendon Press. Kadıoğlu, A. (1998) “Cinselliğin lnkan: Büyük Toplumsal Projelerin Nesnesi Ola­ rak Türk Kadınlan”, 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler, der. A. Berktay Hacımirzaoğlu, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınlan, 89-100.

Kandiyoti, D. (1994) “The Paradoxes of Masculinity: Some Thoughts on Segrega­ ted Societies”, Dislocating Masculinity: Comparative Ethnographies, der. A. Corn­ wall ve N. Lindisfame, Londra: Routledge. Kaplan, 1. (1999) Türkiye’de Milli Eğitim İdeolojisi ve Siyasal Toplumsallaşma Üze­ rindeki Etkisi, İstanbul: İletişim Yayınlan. Kayar, A. (2002) “Hasta Değiliz”, Hürriyet, 1 Kasım. Koçoğlu, Y. (2001) Azınlık Gençleri Anlatıyor, İstanbul: Metis Yayınlan. Langdon-Davies, J. (1919) Militarism in Education: A Contribution to Educational Reconstruction, Londra: The Swarthmore Press. Lemer, D. (1962) “Değişen Toplumlarda İlerici Kuvvet: Ordu”, Yön, 43(10 Ekim). Lemer, D. and Richard D. Robinson, (1960) “Swords and Ploughshares: The Tur­ kish Army as a Modernizing Force”, World Politics, 13(1): 19-44. Mater, N. (1999) Mehmedin Kitabı: Güneydoğu’da Savaşmış Askerler Anlatıyor, İs­ tanbul: Metis Yayınlan. Mosse, G. L. (1993) Confronting the Nation: Jew ish and Western Nationalism, Hano­ ver ve Londra: Brandeis University Press. Navaro-Yashin, Y. (2002) Faces o f the State: Secularism and Public Life in Turkey, Princeton: Princeton University Press. Parla, A. (2001) “The ‘Honor’ of the State: Virginity Examinations in Turkey”, Fe­ minist Studies, 27(1): 65-90. Parla, T. (1991) Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi K aynaklan , Cilt: 2, Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, İstanbul: İletişim Yayınlan. Parla, T. (1998) “Mercantile Militarism in Turkey, 1960-1998”, New Perspectives on Turkey, 19 (Sonbahar): 29-52. Scott, J. (1985) Weapons o f the W eak: Everyday Forms o f Peasant Resistance, New Haven: Yale University Press. Selek, P. (2008) Sürüne Sürüne Erkek Olmak, İstanbul: İletişim Yayınlan. Sıtkı, C. (1933) “Askerlikten Dönüş”, Ülkü, 1(3): 250-54. Sinclair-Webb, E. (2000) ‘“Our Bülent is Now a Commando’: Military Service and Manhood in Turkey”, Imagined Masculinities: M ale Identity and Culture in the M odem Middle East, der. M. Ghoussoub ve E. Sinclair-Webb, Londra: Saqi Bo­ oks, 65-91. Sırman, N. (2000) “Gender Construction and Nationalist Discourse: Dethroning the Father in the Early Turkish Novel”, Gender and Identity Construction: Wo­ men o f Central Asia, the Caucasus and Turkey, der. F. Acar ve A. Güneş-Ayata, Leiden: Brill, 162-176. Soysal, 1. (1962) “Çıkmazlar İçinde Bir İşık: Ordu”, Yön, 43(10 Ekim). Şen, S. (2005) [1996] Cumhuriyet Kültürünün Oluşum Sürecinde Bir İdeolojik Aygıt O larak Silahlı Kuvvetler ve M odemizm, İstanbul: Nokta Kitap. The French Considered as a Military Nation Since the Commencement o f Their Revo­ lution (1803) Londra: Egerton. Under, H. (2001) “Goltz, Milleti Müsellaha ve Kemalizmdeki Spartan Öğeler”, Ta­ rih ve Toplum, 35(256): 45-54. Üstel, F. (2004) Makbul Vatandaş’m Peşinde: II. Meşrutiyetten Bugüne Vatandaşlık Eğitimi, İstanbul: İletişim Yayınlan.

Vagts, A. 1959 [19371 A History o f Militarism: Civilian and Military, Meridian Books. Verdery, K. (1996) “Whither ‘Nation’ and ‘Nationalism’?”, Mapping the Nation, der. G. Balakrishnan, Londra ve New York: Verso, 226-234. Weber, E. (1 9 7 6 ) Peasants into Frenchm en: The M odernization O f Rural France, 1870-1914, Stanford: Stanford University Press. Yaman, K. (1938) Yurt Müdafaasında Türk Gençliği, Istanbul: Devlet Basımevi. Yeğen, M. (1999) Devlet Söyleminde Kürt Sorunu, İstanbul: İletişim.

“Esas Duruş!”: Kışla Deneyimleri ya da Türkiye’de Zorunlu Askerliğin Antropolojisi* Ö mer T uran

Esas duruş bir askerin ruhen ve bedenen olgunluk derecesini gösterir. Günlük hizmetlerin tüm safhalarında istenir. Esas du­ ruşu ancak ölüm veya aksi bir emir bozar. Duruş şekli: Baş dik, vücut dik, göğüs şiş, karın çekik, kollar yanda vücuda yapışık şekilde, eller pantolona yapışık ve orta parmak pantolonun di­ kiş izinin üzerinde, ayaklar hafif v şeklinde açık. - Askerin Bilgi Kitabı

Türkiye’de ordu hakkındaki çalışmaların gelişmiş bir yazın oluşturduğu söylenebilir. Bu gelişmiş yazın yakın zamana ka­ dar ağırlıklı olarak ordunun siyasetteki rolüne odaklanmış, an­ laşılır nedenlerle darbeler, Milli Güvenlik Kurulu ve ordunun sivil siyaset üzerindeki vesayetçi tavrı analizlerde temel mesele olarak belirmiştir.1 Ancak bu gelişmiş yazın ordu ile sivil siya­ ( *) Bu çalışmanın ilk hali TSBD tarafından Aralık 2009’da düzenlenen 11. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi’nde sunulmuştur. Çalışmaya esas teşkil eden derinle­ mesine görüşmelerin önemli bir bölümünü Barış Ülker ile birlikte gerçekleş­ tirdik. Kendisine teşekkür borçluyum. 1

Bu kapsamdaki çalışmalara örnek olarak, bkz. Semih Vaner, “Ordu”, Geçiş Sü­ recinde Türkiye, der. Irvin Cemil Schick ve Ahmet Tonak, İstanbul: Belge Ya­ yınlan, 1992, s. 255-284; Ali Karaosmanoğlu, “Officers: Westernization and Democracy”, Turkey and the West: Changing Political and Cultural Identities, der. Metin Heper (vd.), Londra, I. B. Tauris, 1993, s. 13-34; Kurtuluş Kaya­ lı, Ordu ve Siyaset, İstanbul: İletişim Yayınlan, 1996; William Hale, Türkiye’de Ordu ve Siyaset: 1789’dan Günümüze, İstanbul: Hil 1996; Ümit Cizre, Muk-

set arasındaki ilişkiye odaklanırken, ordunun sivil hayatla kur­ duğu ilişkide zorunlu askerlik bağlamına hak ettiği önemi ver­ memiş, başka bir ifadeyle sivil hayatların zorunlu askerlik çer­ çevesinde militarize edilmesi yeterince sorunsallaştırılmamıştır. Konuya ilişkin en eleştirel yaklaşımı sergileyen yazarların dahi zorunlu askerliğe hiç değinmeden meseleyi ele aldıkla­ rı ya da toplumun erkek nüfusuna dayatılan bu “angarya türü çalıştırmaya” değinmekle yetindikleri gözlenmekte.2 Kışladaki hiyerarşik ilişkilerin vesayetçi rejimle ilişkisi ya da zorunlu as­ kerliğin kışlada nasıl deneyimlendiği bu yazın tarafından ihmal edilmiş, kışlada yaşananlar hakkında çalışmalar yapılmasına dair çağrı ve temenniler dipnotlarda belirtilmiştir.3 Ordu ve sivil-asker ilişkileri hakkındaki literatürün askerlik deneyimini içermeyen makro bakışından ayrılan ilk çalışmalar­ dan biri olarak ilk baskısı 1996’da yapılan Serdar Şen’in Cum­ tedirlerirı Siyaseti: M erkez Sağ-O rdu-lslâm cılık, İstanbul: İletişim Yayınları, 1999; Ergun Ûzbudun, Çağdaş Türk Politikası: D em okratik Pekişmenin Önün­ deki Engeller, İstanbul: Doğan Kitap, 2003, s. 97-112; Ali Bayramoğlu, “Asker ve Siyaset’’, B ir Zümre, Bir Parti: Türkiye’de Ordu, der. Ahmet lnsel ve Ali Bay­ ramoğlu, İstanbul: Birikim Yayınlan, 2004, s. 59-118. 2

Ahmet lnsel, “Bir Toplumsal Sınıf Olarak Türk Silahlı Kuvvetleri”, Bir Zümre, Bir Parti: Türkiye’de Ordu, der. Ahmet lnsel ve Ali Bayramoğlu, İstanbul: Biri­ kim Yayınlan, 2004, s. 41-57.

3

Tanel Demirel (2004: 353), askeri rejim deneyimleri yaşamış Türkiye toplumunda sivillerin korkulanna, çekingenliklerine ve güçsüzlük sendromlanna statükonunun yeniden üretilmesi bağlamında değinirken, dipnotta “Bu konu­ da zorunlu askerlik hizmetinin etkileri araştınlmayı bekleyen bir konu ola­ rak karşımıza çıkmaktadır.” diyor; Tanel Demirel, “Türk Silahlı Kuvvetlerinin Toplumsal Meşrûiyeti Üzerine”, Bir Zümre, Bir Parti: Türkiye’de Ordu, der. Ah­ met lnsel ve Ali Bayramoğlu. İstanbul: Birikim Yayınlan, 2004, s. 345-381. Benzer bir vurguyla Türkiye’de A sker ve Siyaset adlı kitabında Levent Ünsaldı da zorunlu askerlik hizmetini ele alırken bir dipnotta “Bu noktada Tür­ kiye’de zorunlu askerlik hizmetini gerçekleştirmiş er ve erbaşlann yaşadıklan üzerine yoğunlaşmış bir çalışma alanının yokluğu hissedilir, bunun nedeni askeri kurumun kapalılığı kadar toplumsal bilim araştırmacılannm gençliğin üniformalı bu dönemine kayıtsız kalmalandır.” demekte; Levent Ünsaldı, Tür­ kiye’de Asker ve Siyaset, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2008, s. 291. Ulrich Bröckling’e göre, Türkiye’ye ilişkin yazında gözlediğimiz bu eksiklik, sosyal bilim­ lerin geneli için de geçerlidir. Bröckling’in ifadesiyle insanlann askere alınmalan sosyolojik analizlerin merak odağına çok ender yerleşebilmiştir. Başka bir ifadeyle, “sosyolojiye, askeri alan ve ortam alabildiğine yabancı gelmiştir; gel­ mektedir.” Ulrich Bröckling, Disiplin: Askeri itaat Üretiminin Sosyoloji ve Tari­ hi, İstanbul: Aynntı Yayınlan, 2008, s. 27.

huriyet Kültürünün Oluşum Sürecinde Bir İdeolojik Aygıt Olarak Silahlı Kuvvetler ve Modemizm adlı kitabını hatırlamak gerek­ li.4 Bu kitabında Şen, Silahlı Kuvvetler’in resmî yayınları üze­ rinden Cumhuriyet tarihi boyunca zorunlu askerliğe atfedilen misyonu tasvir ediyordu. Yazına hâkim olan makro bakışa kar­ şın yakın dönemde sözlü tarih, tarihsel etnografi ya da derinle­ mesine görüşme gibi yöntemleri kullanarak askerlik deneyim­ lerine yaklaşan bazı öncü çalışmalar da yayımlandı ve böylelik­ le ordunun farklı bakış açılarıyla çalışılabileceği gündeme gel­ di. Bu çerçevede Nadire Mater’in 1999’da yayımlanan Mekme­ din Kitabı adlı çalışması özel bir öneme sahip.5 Benzer bir şekil­ de Ayşe Gül Altmay’ın The Myth o f the Military-Nation (OrduMillet Miti) başlıklı kitabı ve militarizmin eğitim sistemi kana­ lıyla gündelik hayata nasıl sirayet ettiğine dair yazdıkları da bu çalışmaya ilham veren kaynaklar arasında.6 Pınar Selek’in Sürü­ ne Sürüne Erkek Olmak adlı kitabı7 ve Serpil Sancar’ın (özellikle “Askerlik, Militarizm ve Erkeklik” başlıklı bölümüyle) Erkek­ lik: İmkânsız İktidar adlı kitabı,8 konuya dair toplumsal cinsi­ yet perspektifini güçlendirmekle kalmadılar, aynı zamanda kış­ la deneyimlerinin detaylarına ilişkin de literatüre ciddi katkıda 4

Serdar Şen, Cumhuriyet Kültürünün Oluşum Sürecinde Bir ideolojik Aygıt Ola­ rak Silahlı Kuvvetler ve M odemizm, İstanbul: Nokta Kitap, 2005.

5

Nadire Mater, Mehmedin Kitabı: Güneydoğu’da Savaşmış Askerler Anlatıyor, İs­ tanbul: Metis Yayınlan, 1999. Bu kitaba ilişkin kapsamlı bir değerlendirme için bkz. Ayşe Gül Altınay, “Mehmedin Kitabı: Challenging Narratives of War and Nationalism”, New Perspectives on Turkey, No. 21, 1999, s. 125-145.

6

Ayşe Gül Altmay, The Myth o f the Military-Nation: Militarism, Gender and Edu­ cation in Turkey, New York: Palgrave Macmillan, 2004; Ayşe Gül Altmay, “Mi­ litarizm ve İnsan Hakları Ekseninde Milli Güvenlik Dersi”, Ders Kitaplarında İnsan H aklan: Taram a Sonuçlan, der. Betül Çotuksöken (vd.), İstanbul: Tarih Vakfı Yayınlan, 2003, s. 138-157. Ayşe Gül Altınay, “Eğitimin Militarizasyonu: Zorunlu Milli Güvenlik Dersi”, B ir Zümre, B ir Parti: Türkiye’de Ordu, der. Ahmet İnsel ve Ali Bayramoglu, İstanbul: Birikim Yayınlan, 2004, s. 179-200. Ayşe Gül Altınay, “Militarizm”, Kavram Sözlüğü I: Söylem ve G erçek, der. Fik­ ret Başkaya, Ankara: Ûzgür Üniversite Kitaplığı, 2007, s. 351-366. Aynca bkz. Ayşe Gül Altınay, “‘Askerlik Yapmayana Adam Denmez': Zorunlu Askerlik, Erkeklik ve Vatandaşlık”, bu derlemede yer alan bölüm.

7

Pınar Selek, Sürüne Sürüne Erkek Olmak, İstanbul: İletişim Yayınlan, 2008.

8

Serpil Sancar, E rkeklik: İm kânsız İktidar, Ailede, Piyasada ve S okakta Erkekler, İstanbul: Metis Yayınlan, 2009.

bulundular.9 Aslı Peker Dogra’nm çalışmaları ise konuya top­ lumsal cinsiyet penceresinden değil, devlet-toplum ilişkiselliği çerçevesinde yaklaştı ve yine kışlalarda zorunlu askerliğin na­ sıl deneyimlendiğine ilişkin detaylar sundu.10 Rıfat Bali’nin Yir­ mi Kur’a Nafıa Askerleri adlı kitabı İkinci Dünya Savaşı sırasın­ da ihtiyat askeri olarak silah altına alman gayrimüslim erkekle­ rin, nafıa askeri olarak çalıştırılmak suretiyle nasıl ayrımcılığa tabi tutulduklarını ele aldı.11 Bali’nin Gayrimüslim Mehmetçik­ ler: H atıralar-Tanıklıklar başlıklı kitabı ise farklı kuşaklardan gayrimüslimlerin zorunlu askerlik deneyimlerine odaklanarak kışla deneyimlerine ilişkin literatüre önemli bir katkı sundu.12 Bu çalışmanın önceki çalışmalardan en önemli farkı birinci elden antropolojik deneyim ve gözlemleri esas alıyor oluşu, baş­ ka bir ifade ile otoetnografik bir başlangıç noktasına dayanma­ sı. Bu çalışmada ele alman antropolojik malzeme iki kaynaktan 9

Kışlanın içindeki deneyimlere odaklanmasalar da vicdani ret ile ilgili çalışma­ lar sivil hayatların zorunlu askerlik çerçevesinde nasıl militarize edildiği hak­ kında değerli katkılar sundular; Özgür Heval Çınar ve Coşkun Üsterci (der.), Ç arklardaki Kum: Vicdani Red, Düşünsel K aynaklar ve Deneyimler, İstanbul: İletişim Yayınlan, 2008; Altmay, The Myth o f the Military-Nation, s. 87-116; Emma Sinclair-Webb, “‘Our Bülent Is Now a Commando’: Military Service and Manhood in Turkey”, Imagined Masculinities: Male Identity and Culture in the M odem Middle East, der. Mai Ghoussoub ve Emma Sinclair-Webb, Lond­ ra: Saqi Books, 2000, s. 65-102. Aynca, Alp Biricik’in çalışmalan da Türkiye’de askerî psikiyatrinin kendilerini “eşcinsel7“gey’’ olarak tanımlayanlann hayat­ larını nasıl militarize ettiğini anlamak bağlamında önemli; Alp Biricik, “Çü­ rük Raporu ve Türkiye’de Hegemonik Erkekliğin Yeniden İnşası”, Çarklarda­ ki Kum: Vicdani Red, Düşünse! K aynaklar ve Deneyimler, der. Özgür Heval Çı­ nar ve Coşkun Üsterci, İstanbul: iletişim Yayınlan, 2008, s. 143-149; Alp Bi­ ricik, “‘Erkek Adam’ Ezberini Bozmak Üzerine: Türkiye’de Toplumsal Cinsi­ yet Sisteminin Resmi Söylem Üzerinden Kurgulanması”, Cinsiyet Halleri: Tür­ kiye’de Toplumsal Cinsiyetin Kesişim Sınırlan, der. Nil Mutluer, İstanbul: Var­ lık Yayınlan, 2008, s. 232-246.

10

Aslı Peker Doğra, “Soldier and the Civilian: Conscription and Military Power in Turkey”, New York Üniversitesi, yayımlanmamış doktora tezi, 2007; Aslı Peker Doğra, “Iktidann Kılcal Damarlan ya da Türkiye’de Zorunlu Askerlik, Jandar­ ma ve Devlet”, Türkiye’de Ordu, Devlet ve Güvenlik Siyaseti, der. Evren Balta Paker ve İsmet Akça, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınlan, 2010, s. 435-452.

11

Rıfat N. Bali, II. Dünya Savaşında Gaynmüslimlerinlerin Askerlik Serüveni: Yir­ mi Kur’a N afıa Askerleri, İstanbul: Kitabevi, 2008.

12

Rıfat N. Bali, Gaynmüslim Mehmetçikler: H atıralar-Tanıklıklar, Istanbul: Libra Kitap, 2011.

beslenmekte: Kendi askerliğim sırasında gerçekleştirdiğim etnografik gözlemler ve etnografi aşamasından sonra uzun ve kı­ sa dönem askerlik yapmış kişilerle gerçekleştirilen derinlemesi­ ne görüşmeler. Bu derinlemesine görüşmeler, etnografi aşama­ sında tek bir kışla özelinde biriken deneyimleri, başka kışlalarda yaşananlarla ve farklı zorunlu askerlik deneyimleriyle birlikte düşünme olanağı verdi. Makale esas olarak dört bölümden oluş­ makta. İlk bölüm bir yöntem tartışmasına odaklanıyor ve konu­ ya ilişkin antropolojik bakışın dayanaklarını serimliyor ve sınır­ larını çiziyor. İzleyen bölüm zorunlu askerlik deneyimlerinin belirsizliklerini ve farklılıklarını özel olarak kışlaya giriş süreci, acemilik dönemi ve kışlada ibadet konularına odaklanarak ele alıyor. Üçüncü bölüm kışladaki disiplin ve disiplinden kaçış an­ latılarını tartışıyor. Dördüncü bölüm ise kışlanın ne ölçüde ide­ olojik bir mekân olarak ele alınabileceği sorusunu soruyor. Bu bölümdeki tartışmada ana argüman olarak kışlanın geniş anla­ mıyla ideolojinin kültürel bir sisteme dönüştüğü bir mekân ola­ rak anlaşılması gerektiği iddia ediliyor. Zorunlu askerliğin antropolojisi

Kışlada zorunlu askerlik deneyimine antropolojik bakış açısı ne anlama geliyor? Bu çalışmanın bu soruya yanıtını üç nokta­ da özetlemek mümkün, ilk olarak bu çalışma kışlayı, antropo­ lojinin klasik tanımındaki saha olarak kabul ediyor. Yani sınır­ lan belirli ve gündelik hayatın deneyimlenme biçimleriyle sa­ hanın dışında kalandan farklı bir alan. İkinci olarak bu çalış­ ma, antropolojinin temel özelliğine yani sahada bizzat bulun­ maya, yoğun etnografik gözleme dayanıyor. Bu çerçevede, kış­ layı çalışmanın, saha çalışmasının koşul, süre ve mekânının ta­ mamen araştırmacının dışında belirlenmesi ve hiçbir şekilde tekrann mümkün olmaması gibi dezavantajlanndan söz etmek mümkün. Buna karşın aktif gözlem dışında bir olasılığın mev­ cut olmaması, yani bir kez kışlaya girdiğinizde ortamın gerek­ liliklerini yapmamak, kısmen kenarda durmak gibi bir olası­ lık olmaması, bulunduğunuz mekânda bir gözlemci olarak bu­

lunmanızdan kaynaklanan yapaylığın söz konusu olmaması gi­ bi avantajları da vurgulanabilir. Üçüncü olaraksa, bu çalışma zorunlu askerliğin antropolojisini sürecin tarihselliğine odak­ lanarak değil, etnografik gözlemin yapıldığı döneme ve bu dö­ nemin koşullarına odaklanarak yapıyor. Bu tercih çerçevesinde 2006’da başlayan etnografik gözlem dönemini destekleyen de­ rinlemesine görüşmeler, 2005 ile 2009 döneminde askere git­ miş kişilerle yapıldı. Başka bir ifadeyle bu çalışma beş yıllık dö­ neme ilişkin bir çerçeve çizmeyi hedefliyor. Üç noktada özetlenen antropolojik perspektif bu çalışmanın eklemlendiği çalışmalardan farkını da ortaya koymakta. Önce­ likle, Türkiye’de zorunlu askerlikle ilgili şu ana kadar anılan çalışmaların hiçbiri birinci elden gözlemlere dayanmıyorken, bu çalışma etnografi temeline oturması ile önceki çalışmalar­ dan farklılaşıyor. İlaveten bu çalışma ile Nadire Mater’in Mehmedin Kitabı arasındaki önemli bir farka dikkat çekmek gerek. Mater kitabında “Güneydoğu’da savaşmış askerler”in hikâye­ lerine odaklanırken, bu çalışma “sıradan” askerlik deneyimle­ ri ekseninde kurgulanıyor. Çalışmanın kavramsal çerçevesin­ de sıradan askerliğe iki anlam yükleniyor. Sıradan askerliğin birinci anlamı Doğu ve Güneydoğu’daki çatışma ortamının dı­ şında kalan birliklerde yapılan askerliği işaret ediyor. Bu çerçe­ vede sıradan askerlik öncelikle operasyonlardan uzak bir kışla­ da yapılan, günlük rutinin kışlada geçtiği bir zorunlu askerliği özetliyor. Bu çalışmada kullanıldığı anlamıyla “sıradan” asker­ liğin diğer tanımlayıcı unsurlarını şu şekilde sıralamak müm­ kün: “Sıradan” askerlikte kışlalara ulaşım, normal ulaşım araç­ ları ile sağlanır, “sıradan” olmayan askerlikte birliklere katıla­ cak askerler Kabul Toplama Merkezleri’ne (KTM) kendi im­ kânları ile gelirler ve sonrasında konvoylar halinde görev yapa­ cakları birliklerine ulaştırılırlar. “Sıradan” askerlikte haftasonları çarşı izni rutin bir uygulamadır. Çarşı izninin iptali ya istinadır ya da bir cezaya denk düşmektedir. “Sıradan” askerlikte silah genelde sadece poligonda gerçekleştirilen kontrollü atış­ larda kullanılır. Etnografik gözlemin yapıldığı kışla bu özellik­ teydi. Derinlemesine görüşmelerin yapıldığı kişiler de zorunlu

askerlik deneyimlerini sıcak çatışma bölgesinin dışındaki kışla­ larda yaşayanlardan seçildi. Sıradan askerliğin ikinci anlamı ise 1990’larla 2000’ler ara­ sındaki farka işaret etmekte. Bu farkın önemli bir boyutu Gü­ neydoğu’daki çatışmanın şiddetinde gözlenen düşüş. Elbette 2000’lerde de Güneydoğu’da askerliğini yapanlardan hayatla­ rını kaybedenler oldu, fakat sayıları 1990’larda Güneydoğu’da hayatlarını kaybeden askerlere göre önemli ölçüde azdı.13 2000’lerde de Türk Silahlı Kuvvetleri Kuzey Irak’a operasyon düzenledi, fakat 2000’lerdeki operasyonlar süre ve katılan per­ sonel sayısı bakımından 1990’daki smır ötesi operasyonlara gö­ re daha sınırlıydı. 2000’li yıllarda çatışmaların yoğunluğu düş­ tükçe, Kürt sorununa bakışta toplumun genelinde bir yumuşa­ ma gözlendi ve bu konudaki eski tabular bir ölçüde güçsüzleşti. 1990’larla 2000’ler arasındaki bütün bu farklar zorunlu as­ kerliğin nasıl deneyimlendiğini de bir ölçüde değiştirdi. “Kah­ ramanlık”, “gazilik”, “şehitlik” gibi militarist kültürün kavram­ ları elbette dolaşımda kaldılar, fakat 2005-2009 döneminde so­ mut bir olasılık olarak daha az sayıda askeri doğrudan ilgilendi­ rir hale geldiler. Bu bağlamda sıradan askerlik, askerlik yapan­ ların sayıca çoğunluğunun yaşadıklarına denk düşen bir nite­ leme. Ayrıca 1990’larla bu çalışmanın araştırma evrenini oluş­ turan 2005 ile 2009 arası dönem arasındaki bir diğer kayda de­ ğer fark da Haziran 2003’te askerliğin kısaltılması oldu. Güneydoğu’daki çatışmaların yoğunluğundaki düşüşe paralel ola­ rak uzun dönem askerliğin süresi 18 aydan 15 aya, üniversite mezunlarının yaptığı kısa dönem askerliğin süresiyse 8 aydan 6 aya indirildi. Bu bağlamda, spesifik bir döneme odaklanıyor oluşu bu çalışmayı Altmay’m tarihsel etnografisinden de,14 Se­ 13

1990 ile 1999 arasında çatışmalarda hayatım kaybeden güvenlik güçleri perso­ neli sayısı (asker, polis ve korucular arasında ayrım olmaksızın) 5411’dir. 2000 ile 2009 arasında (2009 için Mart ayma kadar hayatım kaybedenler dahil ol­ mak üzere) çatışmalarda hayatını kaybeden güvenlik güçleri personeli sayısı ise 757’dir. Başka bir ifade ile 1990’larda yılda ortalama 541 personel çatışmalarda hayatını kaybederken, 2000’lerde yılda ortalama 76 personel hayatım kaybet­ miştir. Nedim Şener, “26 Yılın Kanlı Bilançosu,” Milliyet, 24 Haziran 2010.

14

Altınay, The Myth o f the Military-Nation, s. 6.

lek’in çok farklı dönemlerdeki askerlik deneyimlerini bir arada düşünen çalışmasından da farklılaştırmakta. Kışlada zorunlu askerliğin nasıl deneyimlendiğine dair an­ tropolojik bir bakış neden gerekli? Yurttaş tipi, yani zorunlu askerlik sistemine dayalı ordular çoğu durumda eşitlikçilik il­ kesi etrafında örgütlendiklerini iddia ederler. Zorunlu askerlik sırasında sıklıkla duyulan erin tanımlanma biçimi de, yani “ih­ tiyaçları devlet tarafından karşılanan rütbesiz asker” ifadesi de bu tür bir eşitlikçiliği vaaz eder. Zımni olarak vurgulanan, ihti­ yaçların eşit olarak karşılandığıdır. Türk Silahlı Kuvvetleri, en üst düzey kurumsal sözcülerden kışladaki en alt düzey eğitim faaliyetine komuta eden uzman çavuşa kadar, sıklıkla herkesin askerlik yapıyor oluşundan gururla söz eder. Bu gurura askerli­ ğin yeknesak bir deneyim olduğu iddiası eşlik eder. Elbette zo­ runlu askerlik sürecinin yeknesak boyutları son derece önem­ lidir ve göz ardı edilemez. Fakat yeknesak boyutları zorunlu askerlik deneyimleri arasındaki farkları yok saymaya yol aç­ mamalıdır. Özel bir araştırma gündemi olmaksızın yapılan ge­ nel gözlemler dahi farklı kışlalarda oldukça farklı askerlik de­ neyimleri yaşanabildiğini göstermekte. En geniş perspektiften bakıldığında önce sıcak çatışma bölgelerinde yapılan askerlik­ le “sıradan” askerlik arasındaki büyük fark göze çarpacaktır.15 Bu çalışmanın odağında bu büyük fark değil, sıradan asker­ lik deneyimleri arasındaki farklar var. Sıradan bir kışlada ya­ pılan askerlikle, diğer bir sıradan kışlada yapılan askerlik ara­ sında ciddi farklılıklar gözlenebiliyor. Bu farkın nedenlerini iki grupta toplamak mümkün. Silahlı Kuvvetler’in örgütlenmesi boyutunda, farklı kuvvetlerde yapılan askerlikler kimi durum­ larda farklı deneyimler anlamına gelebiliyor. Bunda kuvvetle­ rin sağladıkları olanaklar arasındaki fark kadar, her kuvvette­ ki subay ve astsubaylardan oluşan muvazzaf kadro sayısıyla er ve erbaşların oranı arasındaki farklar da etkili olmakta.16 Yek­ 15

Sadece Nadire Mater’in Mehmedirı Kitabı’nda aktardığı yaşanmışlıkları düşün­ mek bile bu büyük farkı anlamak için yeterli olur.

16

Levent Ünsaldı bu oranlan Kara Kuvvetleri için %11, Jandarma için %14, De­ niz Kuvvetleri için %29 ve Hava Kuvvetleri için %46 olarak veriyor; Unsaldı, a.g.e., s. 152.

nesaklığı kurumsal düzeyde bozan bir diğer düzenleme de özel birlikler.17 Özel birliklere seçilen askerler çok daha farklı eği­ tim programlarına ve disiplin uygulamalarına tabi tutuluyor­ lar. Ayrıca birlikteki asker sayısı, askerlerin nöbet tutma sıklı­ ğı ve özellikle gece nöbet süreleri ve kantin, revir, hamam, ko­ ğuş, yemekhane gibi olanaklara ilişkin farklılıklar zorunlu as­ kerliğin farklı şekillerde deneyimlenmesine yol açan diğer ku­ rumsal unsurlar olarak vurgulanmalı. Yeknesaklığı bozan bir diğer unsur da ordu hiyerarşisi içinde “amir”lere tanınan geniş hareket serbestliği. Elbette emir-komuta zinciri her amiri üstü­ ne karşı ast olarak konumlandırıyor ve bu ilişki dayak, küfür gibi formel alanın dışındaki uygulamaları kısmen sınırlandırı­ yor. Fakat amirin yetkisi formel olarak da epey geniş bir alana denk düşmekte. Bu alanın içine formel olarak verilebilecek ce­ zalardan ağırlaştırılmış eğitime kadar pek çok şey giriyor. Dola­ yısıyla kışlada gündelik hayatın nasıl süreceği, birliği içtima sı­ rasında uzun süreler esas duruşta bekletmekten ek işlere, azar­ dan kışla olanaklarının kullanımının yasaklanmasına kadar ko­ mutanın inisiyatifinde şekillenmekte. Kişisel bir gözlemim tam da bu inisiyatifin nasıl işlev gördüğünü özetliyor. Bir içtima sı­ rasında bölük komutanı olan yüzbaşı uzun uzun neden bölü­ ğün iki tuvaletinden birinin sürekli kilitli olduğunu anlatmıştı. Suçlu tuvaleti kötü kullanan askerlerdi. Bölüğün parasıyla sü­ rekli tamirat yaptırmaktan bıktıklarını söylüyordu yüzbaşı ve meseleyi şu şekilde özetledi: “İki dudağımızın arasında. Kapa­ tın diye emir verdim mi, bir daha o tuvalet açılmaz.” Amir ve komutanlara bırakılan inisiyatif alanı nedeniyle bir kışla içinde bile farklı birlikler arasında zorunlu askerlik deneyimleri fark­ lı olabilmekte. Clifford Geertz’in “bir etnograf için bilgi biçimleri kaçınıl­ maz olarak daima yereldir” uyarısı tam da bu noktada hatırlan­ malı.18 Deneyimler arasındaki farklar nedeniyle orduya yöne­ lik makro bakışın ötesinde mikro bir bakışa, kışla yerellikleri17

Friedrich A. Kittler, “The Flower of Elite Troops", Body & Society, Cilt 9, No. 4, 2003, s. 169-189.

18

Clifford Geertz, Yerel Bilgi, Ankara: Dost Kitabevi Yayınlan, 2007, s. 14.

ni önemseyen, onlara yeknesaklık iddiasının ötesine geçen bir bakışla bakmaya ihtiyaç var. Bu bakışın aynı zamanda zorun­ lu askerlik sürecinin standart unsurlarını da göz ardı etmeme­ si gerekiyor. Bu çalışma gereken dengenin, silahlı kuvvetlere ilişkin sosyal bilim çalışmalarında kullanılmış olan otoetnografi (autoethnography) 19 ya da kişisel etnografi yöntemiyle derin­ lemesine görüşmelerin birlikte kullanılmasıyla kurulabileceği­ ni iddia ediyor. 1970’lerin sonlarındaki ilk kullanımlarından itibaren otoetnografi, antropologların kendi halklarıyla, kendi ülkelerinde (anthropology at home) araştırma yapması anlamı­ na geliyor. Elbette bu çalışma da araştırmacının mesafeli oldu­ ğu bir kültüre doğru yolculuğa çıkmaksızın, kendi ülkesinde gerçekleştirdiği bir çalışma. Fakat aynı zamanda antropoloji­ nin klasik “saha” tanımının da geçerli olduğu bir çalışma; çün­ kü son dönemde örneklerine sıkça rastlanan antropologların yaşadıkları mekânda saha çalışması yapmalarından farklı ola­ rak, bu çalışmada saha antropolog için yeni, uzak ve deneyimlenmemişe tekabül ediyor ve böylelikle bu deneyim klasik “sa­ ha” deneyimine yakın düşüyor. Başka bir ifade ile bu çalışmada sınırları, giriş ve çıkış prosedürleri, gündelik hayatın örgütleni­ şi bakımından normal yaşamdan bütünüyle farklı ve toplumun genelinden izole bir “saha” söz konusu. Carolyn Ellis ve Arthur P. Bochner otoetnografiyi, bilincin farklı katmanlarını sergileyen ve kişisel olanı kültürel olana bağlayan otobiyografik bir yazı ve araştırma tarzı olarak tanım­ lıyorlar.20 Bu çalışma, antropolojide kültürel dönüşe ve kültüralist perspektife yönelik eleştirilerin takipçisi olarak (bu­ na ilişkin bir tartışma dördüncü bölümde yer almakta) Ellis ve Bochner’in otoetnografi tanımını “kişisel olanı sosyal ve siya­ sal olanla ilişkilendirme” şeklinde tashih ediyor. Aynı şekilde meselenin duygusal boyutunu ikincil plana itmese bile, Ellis ve 19

Örneğin Mark L. Gillem, “Appendix: On Methods”, America Town: Building the Outposts o f Empire, Minneapolis: University of Minnesota Press, 2007, s. 273-276.

20

Carolyn Ellis ve Arthur P. Bochner, “Autoethnography, Personal Narrative, Reflexivity”, 733-768, Handbook o f Qualitative Research, der. Norman K. Denzin ve Yvonna S. Lincoln, Londra: Sage Publications, 2000, s. 733-768.

Bochner’in içebakış (introspection) vurgusuna da mesafeli yak­ laşıyor. Bu çalışmanın kavramsal çerçevesine göre otoetnografinin en önemli özelliği araştırmacının akademi dışı yaşamıyla araştırma süreci arasındaki sınırları kaldırması, böylelikle sa­ ha çalışmasını ya da katılımlı gözlemi belirli bir izole hücreye hapsetmemesi. Bu anlamda Lyall Crawford’un otoetnografinin saha çalışmalarında özeleştirel olabilen bir perspektife (reflexi­ ve tum) denk düştüğü saptaması bu çalışmanın genel çerçevesi için özel olarak belirleyici bir konumda.21 Bu projeye esas oluş­ turan saha çalışması süresince temel motivasyon sahada olmak ya da gözlem yapmak değildi. Hayat devam ederken, bu normal akışın getirdiği zorluklarla karşı karşıyayken, bir yandan da zo­ runlu askerlik sürecine ilişkin gözlemler birikti. Başka bir ifa­ deyle, kişisel zorluklar deneyimlenirken, başkalarının bu zor­ lukları nasıl deneyimlediklerine de tanıklık edildi. Gözlem te­ rimini tanıklıkla ikame etmek keyfî bir tercih değil, tersine bir zorunluluk. Çünkü klasik saha çalışmasında araştırmacı zor­ lukları paylaşsa bile gözlem mesafesi her zaman mevcuttur. İs­ tediği zaman sahadan ayrılabilir ve diğerlerinden farklı olanak­ lara sahiptir. Fakat zorunlu askerlik süresince gözlem mesafesi olmadığından başkalarının karşılaştıkları zorluklar kişisel zor­ lukları da arttırmakta. Saha aşamasından sonra derinlemesine görüşmeler de gerçekleştirildi22 ve elbette konuya dair mevcut 21

Lyall Crawford, “Personal Ethnography”, Communication M onographs, Cilt 63, No. 2, s. 158-170.

22

Bu çalışmada, etnografik gözlemle derlenen bilgilerin derinlemesine görüşme­ lerle sentezlenmesi ile Leon Anderson’m analitik otoetnografi için belirlediği iki koşul sağlanmış oldu. Anderson postmodern perspektife yakın düşen çağ­ rışımsal (evocative) otoetnografi ile analitik otoetnografi arasındaki farkı belir­ lemek için analitik otoetnografinin temel özelliklerini sıralamakta. Bunlardan birincisi, araştırmacının ele alman sosyal dünyanın tam anlamıyla üyesi olma­ sı (complete member researcher status). Kışlada zorunlu askerlik için bulunu­ yor olmak eksiksiz üyelik koşulunu tam olarak sağlıyor. Anderson için anali­ tik otoetnografinin bir diğer temel özelliği araştırmacının gözlem ve deneyim­ leri dışında, başkalarının sağladıkları bilgileri de kapsaması. Gerek etnografik gözlem sırasındaki diyaloglar, gerekse sonrasındaki derinlemesine görüşmeler analitik otoetnografinin bu özelliği çerçevesinde düşünülebilir. Leon Ander­ son, “Analytic Autoethnography”, Journal o f Contemporary Ethography, Cilt 35, No. 4, 2006, s. 373-395. Bu çalışma için 20 kişi ile derinlemesine görüşme yapıldı. Askerliğini uzun ve kısa dönem yapmış görüşmeciler arasında müm-

yazın, akademik ve akademik olmayan okumalar, deneyim ve gözlem aşamasından yazma aşamasına geçişte yapılan yorum­ ları şekillendirdi. Araştırma süreci ile gündelik hayat her za­ man belirgin sınırlarla ayrılmadığından bir akrabayı kışlada zi­ yaret etmek, bir arkadaş askerdeyken ondan e-posta almak ya da yeni tanışılan ve bir daha hiç görüşülmeyecek bir insandan askerlik anıları dinlemek de, kişisel deneyimler ve derinlemesi­ ne görüşmeler kadar öğretici oldu. Bu noktada gerçekleştirilen derinlemesine görüşmeler hak­ kında bir not düşmek gerekiyor. İçinde yaşadığımız kültürde askerlik anısı anlatmak, toplumun askerliğe atfettiği konumun önemli bir parçası. Askerlik anısı anlatmanın erkekler arasında yaygın bir alışkanlık olması gerek görüşmecilerin ikna edilme­ leri aşamasında, gerekse mülakatlar sırasında belirli bir kolay­ lık sağladı. Fakat tam da Ayşe Gül Altmay’ın vurguladığı üzere askerlik anısı anlatma pratiği çoğu zaman erkeklerin statü gös­ terisine de dönüşebiliyor. Altınay askerlik anılarında üç genel unsur gözlemekte: Askerlik sürecinin erkekliğe geçiş, erkek­ liğin kanıtlanması olarak anlatılması; sürecin bir dizi başarı, özellikle de silah ve atışlarla ilgili konularda başarılar üzerin­ den anlatılması ve son olarak da özellikle kışladaki mantıksız­ lıkları eleştiren şikâyetler üzerinden anlatılması.23 Bu üç un­ sur farklı şekillerde bu çalışma için gerçekleştirilen mülakat­ larda da belirdi. Özellikle zorunlu askerlik konusunda derinle­ mesine görüşme gerçekleştirip de şikâyet öyküleri ile karşılaş­ mamak mümkün gözükmüyor. Fakat çalışma süresince asker­ lik anısı anlatma pratiklerinde iki farklı taktiğin ya da eğilimin devreye girdiğini gözlemledik. Birinci taktik, koşulların zorlu­ ğuna odaklanmakta, hatta zorlukları abartmakta ve bu zorluk­ lara dayanmış olmak üzerinden bir başarı öyküsü çıkarmakta. İkinci taktik ise, yine söze koşullann zorluğu ile başlıyor. Fa­ kun olduğunca denge sağlanmaya çalışıldı. Gerçekleşen görüşmelerin ancak bir kısmı metnin son halinde doğrudan yansıdı. Bu 20 kişiye ilaveten çatışma bölgesinde askerlik yapmış kişiler ile de görüşüldü. Bu çalışmanın sunduğu değerlendirmeleri doğrudan beslemeyen bu görüşmeler özellikle “sıradan” as­ kerliğin farkının ne olduğunu anlamaya yardımcı oldu. 23

Altınay, The Myth o f the Military-Nation, s. 82-83.

kat kısa sürede anı “akıllı olmak”, “işi bilmek”, “komutanı bağ­ lamak” gibi ifadelerle “çok rahat ettim” türünden bir sonuca bağlanıyor. İkinci taktikte de yine söz konusu olan bir başarı öyküsü, fakat bu sefer anlatılan zor koşullara dayanmak değil, zor koşullardan “akıllı” bir şekilde sıyrılmak, zorluklardan en az şekilde etkilenmeyi başarmak. Bu çalışma için gerçekleştiri­ len derinlemesine görüşmelerde ortaya çıkan bu “akıllı olmak” deyimi Pınar Selek’in mülakatları sonucunda “akıllı olmak” de­ yimine yüklediği anlamdan farklılaşıyor. Selek’e göre askerlik süreci genç erkeklere kontrollü olmayı, riskli karşı çıkışlardan uzak durmayı ve bu anlamda “akıllı olmayı” öğreten bir süreç: Buna göre, zayıf karşısında egemen olabilmek için, güç karşı­ sında itaat etmeyi, geri adım atmayı, teslim olmayı, kişiliğini, inançlarını, düşüncelerini ötelemeyi hatta unutmayı, koşulla­ ra göre davranmayı bilmek, yani “akıllı olmak” gerekir. Erkek, delikanlılığı yerine aklını yerleştirince adam sayılıyor. Çocuk­ luktan çıkma, olgunlaşma ve sertleşme, böyle bir duruşa bağ­ lanıyor.24

Burada ele alman derinlemesine görüşmelerden çıkan so­ nuç ise “akıllı olma” deyiminin üniforma ve kışlanın dayattığı tek tiplikten kaçış çabası olduğu, fiilen olmuş olsun ya da ol­ masın söylem düzeyinde bu çabanın gerçekmiş gibi kurgula­ nıyor olduğu. O halde şu sorunun gündeme gelmesi kaçınıl­ maz oluyor: Öznelliği bu denli ortadayken derinlemesine gö­ rüşmeleri, çalışmanın ana dayanaklarından biri olarak konum­ landırmanın gerekçesi nedir? Kışlalar arasında zorunlu asker­ liğin hangi farklarla deneyimlendiğine dair derinlemesine gö­ rüşmeler dışında olası başka bir bilgi kaynağının mevcut olma­ dığını vurgulamak gerek. Geertz’in vurguladığı gibi çoğu za­ man etnografik bilgi hakkında şüphe kaçınılmazdır. Önemli olan bu şüphe karşısında yerel deneyimlerin peşine düşmek­ ten vazgeçmek değil, bu şüpheyi kendisi hakkında da eleşti­ 24

Selek, Sürüne Sürüne E rkek O lm ak, s. 202; ayrıca bkz, Pınar Selek, “Akıllı Ol...”, Cinsiyet Halleri: Türkiye’de Toplumsal Cinsiyetin Kesişim Sınırları, der. Nil Mutluer, tstanbul Varlık Yayınlan, 2008, s. 220-231.

rel olabilen (self-reflexive) bir çalışma bağlamına eklemleyebilmektir. Dilin gerçekliği inşa etme kapasitesini görmezden ge­ lerek ya da dil aracını kullanmadan dünyaya bakma olanağı­ mız yoktur.25 Gereken, söylem düzeyinde ilerleyen derinleme­ sine görüşme mecrasının öznelliğini unutmaksızm ondan ya­ rarlanabilmek. Johannes Fabian Zaman ve Öteki adlı kitabın­ da antropolojide nesnelliğin öznelliğe karşıtlık halinde tanım­ lanmaması gerektiğini vurgularken, bir bakıma bu öznellikler­ den yararlanmanın kaçınılmazlığını da belirtiyor: “Antropolog, geçmişteki bazı yaşantıların veya olayların kurgular değil, ger­ çekler olduğu yolundaki özgün iddiayla ortaya çıkar. Etnografik açıklamalara ‘veri’ olarak başvurmanın anlamı başka ne ola­ bilir ki?”26 Bu noktada Jean Clandinin ve Michael Connelly’in önerdikleri hikâye (story) ve anlatı (narrative) ayrımı, öznel görüşmelerden nasıl öznelliklerin ötesine geçen sistematik bir akademik metin üretilebileceği hakkında yol gösterici nitelik­ te. Clandinin ve Connelly’ye göre, insanlar doğal olarak hikâyeleştirilmiş yaşamlar süregelirler ve hayatlarına dair hikâyeler anlatırlar. Araştırmacının görevi ise bu hikâyeleri anlatıya çe­ virmektir. Araştırmacı hikâyeleri derler, yaşamları tasvir eder ve sonuçta deneyim anlatılarını yazar.27 Bu çalışmada da derle­ nen askerlik öyküleri bir kurum olarak Silahlı Kuvvetler’in ge­ nel işleyişi bağlamına oturtularak hikâye düzeyinden daha sis­ tematik bir düzeye geçiş hedeflendi. Yapılan her antropolojik çalışma, her sosyal bilim çalışması gibi, ele almayı hedeflediği sosyal gerçekliğin ancak bir bölümünü ele alabilir. Bu anlam­ da her antropolojik çalışma belirli bir metonomiye dayanır. Bu çalışma da bir istisna değil. Lyall Crawford otoetnografinin ya da kişisel etnografinin insanlar hakkında bir yazma pratiği ol­ madığını, insanlarla birlikte bir yazma pratiği olduğunu vurgu­ 25

Clifford Geertz, Gerçekliğin Ardından: B ir Antropologun Gözünden iki Islâm Ül­ kesinin Son Kırk Yılı, İstanbul: İletişim Yayınlan, 2001, s. 156.

26 Johannes Fabian, Zaman ve Öteki: Antropoloji Nesnesini Nasıl Kurar?, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınlan, 1999, s. 118. 27 Jean Clandinin ve Michael Connelly, “Personal Experience Methods”, Collec­ ting and Interpreting Qualitative Materials, der. Norman K. Denzin ve Yvonna S. Lincoln, Londra: Sage Publications, 1998, s. 150-178.

luyor.28 Tam da Crawford’un vurguladığı gibi, bu çalışma gö­ rüşme yaptığımız kişiler hakkında değil, onlarla birlikte yazıl­ mış bir çalışma. Kimi durumlarda mektuplarını aktardılar; ki­ mi durumlarda başkalanna anlatmadıkları ya da hatırlamaktan hoşlanmadıkları şeyleri paylaştılar. Eğer onlar deneyimlerini bu denli açıklıkla paylaşmasalar ve sadece otoetnografik notla­ ra dayalı olsaydı, bu çok eksik bir çalışma olurdu. Zorunlu askerlik deneyimleri: Belirsizlikler ve farklılıklar

“Arkana baktığında özgürlüğün arkanda kalıyor.” Kışlaya adım attığı ilk günü böyle anlatıyor Ahmet.29 Ahmet acemi birliği­ ni Antalya’da yapmış. Askerliğin ilk gününden Ahmet’in akim­ da kalanlar 15 lira sigorta parası alındığı ve iki koldan aynı an­ da aşı yapıldığı. “İlk gün yatağa girdiğin zaman koyuyor” diye devam ediyor sözlerine. Ahmet gibi uzun dönem askerlik ya­ pan Beyazıt da kışlaya adım atışını “Beyazıt orada kaldı. Ken­ dim orada kaldı” diye söze döküyor. Askerliğini kısa dönem olarak Kayseri’de yapan Mehmet’in aklında ise ilk izlenim ola­ rak “kendi içinde bence sevimli bir yer” düşüncesi kalmış. Özel bir hissiyatı olmadığını belirtiyor. Mehmet ilk gün daha üni­ forma ve postallar verilmeden koşturulduklarını da anlatıyor. “Böyle bir giriş ritüeli varmış” diyor. Mehmet, ilk günü anlatır­ ken, kendisinin yatılı okulda kalmış biri olarak rahat olduğunu ama etrafındaki diğer yeni gelmiş askerlerin stresli olduklarını hatırlıyor. Ortamı biraz rahatlatmak için etrafıyla sohbet etme­ yi denemiş, çevresinde bulunanlara laf atmış. Bazıları ona katı­ lırlarken bazılarıysa sessiz kalmayı tercih etmişler. Elbette Ah­ met ile Mehmet arasındaki fark da kayda değer. Burada söz ko­ nusu olan birinin üniversite mezunu olması ve askerliğe de bu mezuniyetin getirdiği sosyal statü ile başlıyor olması değil sa­ 28

Crawford, a.g.m.

29

Her derinlemesine görüşmeye, görüşmecinin kendisine bir takma ad seçme­ si ile başladık. Bazı durumlarda görüşmenin başında bir adda karar kılamayan görüşmeciler en sonunda karar verdiler. Dolayısıyla bu ve ilerleyen satırlarda­ ki hiçbir ad kişilerin gerçek adlan değil.

dece. Dahası “arkana baktığında özgürlüğün arkanda kalıyor” cümlesiyle hatırladığı askerliğin ilk günü, Ahmet için Adapazan’nda oturan ailesinden ilk kez ayrılmak demekti. Mehmet ise, kendisinin de vurguladığı gibi, erken yaşlardan itibaren bu tür ayrılıklara ya da başkalarıyla aynı mekânda uyumaya alışıktı. Pınar Selek kentli ve aileleriyle ilişkileri gevşek erkeklerle, taşralı, doğduğu yerleşim yerinin dışına çıkmamış erkeklerin askerliğe başlama aşamasını farklı şekillerde yaşadıklarını be­ lirtiyor.30 Ahmet ile Mehmet arasındaki fark, tam da bu farka denk düşüyor. Fakat işin bir diğer boyutunda Kayseri’deki bir­ likte ilk anda yeni askerlerin karşısına çıkan koşturma ritüeli var. Mehmet askerliğin genelinde “korkut, yönet taktiği”nin uygulandığını söylüyor. Hakkında bilgi derlediğimiz diğer kış­ lalarda karşımıza çıkmayan bir uygulama olan koşturma ritüeli “korkut, yönet taktiği”nin bir parçası. Bu bağlamda asker­ liğe 2005’te Trakya’daki bir birlikte başlayan İrfan’ın ilk günü­ ne dair anlattıkları da hatırlanmaya değer. İrfan tugayın nizamiyesinde kendilerinin cemselere bindirildiğini, cemse hareket ettikten sonra, “filmlerdeki gibi”, 40 yaşlarında - yani oldukça yaşlı bir erin, “cehenneme hoş geldiniz” dediğini anlatıyor. Ye­ ni gelenlere, yani üniformasızlara söylev çekme yetkisine sahip ya da kendinde böyle bir yetki gören er aynı zamanda İrfan ve devre arkadaşlarına askerlik yapmak için en kötü yerlerden bi­ rine geldiklerini de anlatmış. Bu aşamada iki tür farklılığı tespit etmek gerek. Bunlardan birincisini, Ahmet ile Mehmet arasın­ daki kışla öncesi deneyim ve sosyal çevrelerindeki ayrımların, kışla deneyiminde yarattığı farklılıklar olarak tanımlayabiliriz. Kışla dışında şekillenen ayrımlar bu çalışmanın doğrudan ilgi alanına girmiyor. Diğer farklılık ise Mehmet ve İrfan’ın ilk gün 30

Selek, Sürüne Sürüne E rkek Olmak, s. 45. Benzer bir şekilde Sümbül Kaya da farklı yaş, eğitim, kültürel çevre ve gelir durumlarının zorunlu askerliğe tabi olan herkesin homojen bir askerlik deneyimi olmamasına yol açtığını vurgu­ luyor; Sümbül Kaya, “La fabrique du ‘soldat-citoyen’ à travers la conscription en Turquie”, European Journal o f Turkish Studies, No. 8, 2008 [http://ejts.revues.org/index2922.html#text]. Aynca bkz., Shmuel Shulman, Rachel LevyShiff ve Miri Scharf, “Family Relationship, Leaving Home, and Adjustment to Military Service”, The Journal ofPyschology, Cilt 134, No. 4, 2000, s. 392-400.

deneyimlerine ve özel olarak da koşturma ritüeline ve “cehen­ neme hoş geldiniz” faslına denk düşüyor. Kişisel deneyim, göz­ lem ve derinlemesine görüşmelerden derlenenlerle Mehmet ve İrfan’ın ilk günlerini kıyasladığımızda sıradışı bir durumla kar­ şı karşıya olduğumuz ortaya çıkmakta. Çünkü genele baktığı­ mızda ilk günlerin özellikle bir adaptasyon süreci olarak düşü­ nüldüğünü ve amirlerin de yeni gelenlere uzun süredir kışlada olan askerlerden daha yumuşak davrandığını görüyoruz. Ama koşturma ritüeli ve “cehenneme hoş geldiniz” faslı bize tam da sistemin komutanlara bıraktığı inisiyatif alanının zorunlu as­ kerlik deneyimlerinde daha ilk günden ne türden farklar yara­ tabileceğini gösteriyor.31 Acemilik Birliklere katılımdan sonra askerlik acemilik dönemiyle baş­ lıyor. Bu dönem yaklaşık üç hafta süren bir eğitim dönemi. Bu üç hafta süresince birer haftalık “yanaşık düzen”, “mekanik ni­ şancılık” ve “tek er muharebe” eğitimleriyle her askerin bilme­ si gerektiği düşünülen temel bilgiler veriliyor. Eğitimin ilk aşa­ ması olan “yanaşık düzen”de acemi erlere ilk öğretilen esas du­ ruş. Mehmet bu eğitimler sırasında sık sık “asker esas duru­ şundan belli olur” cümlesini duyduklarını hatırlıyor. Ben de bulunduğum mangaya eğitim yaptıran uzman çavuşun Askerin Bilgi Kiiabı’nda yer alan “Esas duruş bir askerin ruhen ve be­ denen olgunluk derecesini gösterir” tanımını tekrarladığını ha­ tırlıyorum. Esas duruşla birlikte uygun adım yürüme, selamla­ ma, tekmil verme gibi konular da öğretiliyor. Acemilik döne­ mi yemin töreni ile son buluyor. Yemin eden askerler “usta as­ ker” olarak anılmaya başlanıyor. Dağıtım izniyle birlikte acemi birliklerinden ayrılıyorlar ve iznin sonunda askerliklerinin esas kısmını yapacakları birliğe katılıyorlar. Yeni birliklerinde artık 31

Burada askeri terminolojide “amir”in tanımının “makam ve memuriyet bakı­ mından emretme yetkisine sahip asker” şeklinde yapıldığını hatırlayalım. Do­ layısıyla bir uzman çavuş ya da çavuş da amir olarak emir verebilir. Hatta lrfan’ın anlattığı “cehenneme hoş geldiniz” faslında olduğu gibi bir er dahi emir verecek durumda olabilir.

acemi değil “kadro asker” statüsünde oluyorlar. Gerçekleştiri­ len görüşmelerin çoğunda acemi birliğinin usta birliğe göre da­ ha kolay bir dönem olduğu belirtildi. Bu görüşte olanlann ço­ ğu görüşlerini desteklemek için acemi askerin hiçbir sorumlu­ luğu olmadığını vurguladılar. Acemilik döneminin en önem­ li avantajı olarak normal nöbet tutulmaması gösteriliyor. Kad­ ro askerler gece ve gündüz tüfekle (tüfeği tutuş şeklinden ha­ reketle çapraz diye tabir edilen) ve en az iki saat süren nöbeti açık havada tutarlarken, acemi erler sadece geceleri koğuş nö­ beti tutuyorlar. Koridorda, silahsız olarak tutulan bu nöbet, ge­ nelde acemi birlikleri kalabalık olduğundan bir saatle sınırlı oluyor. Askerliğini Deniz Kuvvetleri’nde yapan Murat’ın İsken­ derun’daki acemi birliği hakkında anlattıkları acemi birliği dö­ neminde daha farklı kolaylıkların da olabileceğini göstermekte. Murat’ın acemilik dönemi bulunduğu birliğin denetleme döne­ mine denk gelmiş. Acemi erler denetlemeye dahil olmadığın­ dan ve tüm rütbeliler denetleme hazırlıklarıyla meşgul oldukla­ rından Murat’lann döneminde acemi askerler hiç eğitim alma­ mış. Bu anlatıdaki “hiç”i en az düzeyde olarak okumak gerek. Ancak bazıları için ise acemilik dönemi yoğun bir karam­ sarlık dönemi olarak beliriyor. Ûmeğin doktorasının son aşa­ masında Marmara Bölgesi’ndeki küçük bir birlikte kısa dönem olarak askerliğini yapan Mehmet Yılmaz’m acemi günlerinde yazdığı mektubu okuduğumuzda bu karamsarlık ve henüz sü­ recin başında beliren bıkkınlık hissi somutlaşıyor: Sağlık meseleleri üzerime geliyor. Daha henüz güneş alerjisi bile ilgililerin bıkmasına neden oldu. Kalanını söylemiyorum daha. Herhalde söylemeyeceğim, sinirlerim daha da bozulur. Eğitimin ilk haftası kendimi zorladım, kaytarmadım, iyi niyet­ le çaba gösterirsem onlar da anlayış gösterir diye düşündüm. Nitekim eğitimi yapan uzmanla öyle oldu. Zorlandığımda bı­ rakmama izin verdi. Hastaneye sevk meselesini de o emret­ ti, böylece daha kolay oldu. Umarım bütün komutanlarla öyle devam eder, yoksa işim zor. Haa en nihayet, yürüyemez hale gelirim, veya cılk yaralardan güneşe çıkamaz, hastaneye kaldı-

nlınm, o olur. İnsan buna bile istekle bakabiliyor, birkaç gün hastanede yatmak bile daha iyi görünebiliyor. Şu on günde yaşadıklarım bile yetti aslında. Herkes nasıl yaptıysa ben de öyle yapacağım. Geçip gide­ cek. Sonra da hiç bahsetmeyeceğim. Askerlik anısı anlatmaya­ cağım. Hatta bu coğrafyaya inşallah bir daha uğramayacağım. Askerlik işte. Böyle bir şey. (Mehmet Yılmaz’m Nisan 2 0 0 8 ’de yazdığı mektuptan)

Derinlemesine görüşmeden öğreniyoruz ki kadro asker olup nöbet tutmaya başlayınca Mehmet Yılmaz’ı en fazla zorlayan faktörlerden biri bel fıtığı olmuş. Mektubundan aslında bel fıtı­ ğının acemilik döneminden itibaren sorun olduğu anlaşılıyor. Irfan’m anlattıkları da zorlu bir acemilik dönemi olarak not edilmeli. İrfan acemi birliğindeki ortamı genel olarak “sert” şeklinde tanımlıyor. Eğitim alanının etrafında tüfekle 30 tur koşturma, oldukça uzak mesafeden tekmil verdirme, yani çok yüksek sesle bağırtma o dönemden İrfan’ın aklında kalanlar. “Gerçekten ağlattığı insanlar oldu” diye devam ediyor: “Çocuk ağlamaya başladı. Genç bir teğmen vardı, ‘Sen karı mısın?’ diye azarladı.” Trakya’daki bir birlikte eğitim yaptıran bu genç teğ­ menin azar biçimi aslında farklı kışlalarda duyulabilecek bir azar. Çünkü tam da Lynne Segal’in dediği gibi ordunun mantı­ ğı sadece erkekleri çocuklardan ayırt edilebilir kılmayı hedef­ lemiyor, dahası erkeklerin kadınlardan ayırt edilebilir hale gel­ meleri hedefleniyor.32 Erkekliğe dair keskin bir norm dayattı­ ğı ölçüde kışla normatif erkekliğin mekânına dönüşüyor. Va­ az edilen norm oldukça basit: “Erkek olmak kadın olmamak­ tır. ... Erkek olmak ‘kadınsı’ davranmamaktır ve/veya eşcinsel olmamaktır.”33 İrfan’ın bulunduğu birlikte ağlayan acemi er­ 32

Lynne Segal, Ağır Çekim: Değişen E rkeklikler, Değişen Erkekler, İstanbul: Ay­ rıntı Yayınları, 1992, s. 170.

33

Joane Nagel, “Erkeklik ve Milliyetçilik: Ulusun İnşasında Toplumsal Cinsiyet ve Cinsellik”, Vatan Millet Kadınlar, der. Ayşe Gül Altınay, İstanbul: İletişim Yayınlan, 2000, s. 65-101.

ler bu normun dışına çıktıkları anda azara maruz kalıyorlar. Erkekliğe dair normların dayatılmasında her kışlada defalarca kullanılan bir formül de “silah namustur”. Komutanlar, silahı düşürmenin ya da daha da kötüsü kaybetmenin, namusu yere düşürmek ya da kaybetmekle aynı şey olduğunu vaaz ediyorlar. “Silah namustur” vaazlarına, “vatan borcu namus borcu” şia­ rı eşlik ediyor. Namus, korumacılık ve erkeklik üzerinden bir denklem kurularak, vatanı korumak ile vatan borcu erkeklik düzleminde eşitleniyor. Serpil Sancar ulusal orduların modern toplumlarda tek cinsiyete dayalı belki de tek kurum olduğunu vurgulamakta.34 Bu tek cinsiyetlilik, ya da kadınların olmayışı sık sık vurgulanıyor. Spor ya da ağır hava şartlan nedeniyle as­ kerlik zorlaştığında, komutanlar çoğu kez, “Burada kız var mı? Yok. O zaman dayanacaksınız.” benzeri konuşmalar yapıyor­ lar. Uzun uzun kışlada bir tek kadın ya da kız olmadığı anlatı­ lıyor. Örneğin ben de takım komutanım olan astsubayın sık sık “Burası er meydanı, burası yiğidin harman olduğu yer” ifadesi­ ni kullandığını not etmiştim. Kısacası, acemilik dönemi kışlaya yeni girmiş olan askerlerin, kadınların fiziksel olarak olmadığı, fikir olarak ise ötekileştirildiği bir mekansal deneyime alıştınlmasını da hedefliyor. Öte yandan, bazı görüşmeciler de asker­ likleri boyunca “erkek olun, adam olun” gibi söylemlerle sivil hayattakinden daha sık karşılaşmadıklarını belirttiler. Yürüyüş kararlan Acemilik dönemine ilişkin tartışmaya son vermeden önce bir noktayı daha hatırlamak gerek. Bu noktayı tartışmaya dahil et­ mek, hem acemilik döneminin zorlukları hem de zorunlu as­ kerliğin ilk günlerden itibaren nasıl erleri kadınların karşıtı ola­ rak kurguladığı üzerine düşünmek açısından gerekli. Ben ace­ milik dönemimi 2006 Aralığı’nda Karadeniz Bölgesi’ndeki kü­ 34

Sancar, a.g.e., s. 153; aynca bkz. Cynthia Enloe, “Feminists Thinking About War, Militarism, and Peace”, Analyzing Gender: A Handbook o f Social Science Research, der. Beth B. Hees ve Myra Marx Ferree, Londra: Sage Publications, 1987, s. 526-547.

çük bir alayda geçirdim. Acemilik günlerinin en önemli zorluk­ larından biri bitmek bilmeyen yürüyüşlerdi. Sadece koğuş ve yemekhaneden bölüğün eğitim alanına uygun adım yürüyerek gitmiyorduk. Eğitim sırasında da, bazen uygun adım, bazen de tören adımı, sürekli yürüyorduk. Bu yürüyüşlere yürüyüş ka­ rarlan eşlik ediyordu. Yürüyüş karan intikal halinde olan birli­ ğin bütün personelinin sol adımlarını atarken bağırdıklan slo­ ganlara verilen ortak ad. Elbette ana mantığı herkese ortak bir ritim duygusu vererek aynı anda adım atmalannı ve sabit hızda yürümelerim sağlamak. Eğitimi yaptıran uzman çavuş ya da ast­ subaylar düzgün yürüyüş kadar bağırarak yürüyüş kararlanna katılmalan için de herkesi uyanrlardı. İşin temeli bağırmak ve ritmi bozmamak. Yürüyüş karan alıştırmalan sayılarla başladı. O anda emir ve komuta kimdeyse o “Bir İki” der, takım da “Üç Dört” diye yanıtlar. Yeterli ses düzeyine ulaşılınca “Say!” komu­ tu gelir ve takım sayar: “Bir / Ki / Üç / Dört”. Birlik komutanla diyalog halinde yürüyüş karan saydıkça, emir komutanın kim­ de olduğu da herkesin kafasında netleşir. Çünkü “Aferin” deme yetkisi komutandadır. Sayılardan sonra dört temel yürüyüş karanna geçildi: “Her / Şey / Vatan / İçin”, “Vatan / Sana / Canım / Feda”, “Türk / Öğün / Çalış / Güven” ve elbette “Ne / Mutlu / Türküm / Diyene”. Bunlar ilk duyduğunda insanın şaşırmaya­ cağı, kışlanın genel atmosferiyle uyumlu yürüyüş kararlan. Fa­ kat günler ilerledikçe daha uzun yürüyüş kararlanna da geçildi. Bunlardan biri farklı birlik komutanlannın askerlerini daha çok bağırtmak için yanştıklannı gösterir gibiydi: “Vur Vur inlesin / Alay Bizi Dinlesin / Saymak Nasıl Olurmuş / Bize Bakıp Öğren­ sin.” Devamında komutan, “Sayamaz” der, takım “Sayarız” diye yanıtlar. Komutan, “Sayamaz” der, takım bir kez daha “Sayarız” diye yanıtlar ve “Say!” komutu gelir. Sonrası yine aynı: “Bir / Ki / Üç / Dört”. Bir diğer uzun yürüyüş karan da “Dur Dinle / Kim Geliyor / Kim Geliyor / Astlanyla Üstleriyle Örnek Bir Takım / İkinci Bölük / Üçüncü Takım Hey / Hey Hey Hey” şeklindeydi. Ancak zaman ilerledikçe daha farklı bir yürüyüş karan duy­ dum. Önce acemilik dönemi eğitiminde bizden daha ileride olan birliklerden duyduğum bu yürüyüş kararan sonra bizim takıma

da söylettiler: “Sol Sağ / Sol Sağ / Kızlar Bizim Olsa / Sarışın / Es­ mer / Kumral / Fark Etmez / Çünkü Biz Piyadeyiz / Piyadeler Af­ fetmez”. Bu vatana can feda etmekten bahseden yürüyüş kara­ rından farklıydı. Acemi erlerin bu yürüyüş karan sırasında daha fazla bağırdıklan da açıkça gözlenebiliyordu. Acemilik dönemi­ nin sonuna doğru ortama daha fazla adapte oldukça gözlem ko­ nusunda daha dikkatli olmaya başlamıştım. Kafamdaki sorular­ dan biri de başlannda subay düzeyinde bir komutan varken de birliğin “Piyadeler Affetmez” yürüyüş karannı bağınp bağırmadığıydı. Bulunduğumuz birlikte takım komutanlan astsubaylar­ dı ve üsteğmen ve yüzbaşılar bölük komutanı olarak görev yapı­ yorlardı. İntikaller sırasında ise birliklerin başında genelde uz­ man çavuşlar oluyordu. Bir astsubay ya da subay emir komu­ tasındaki birliğe böyle bir slogan attırmıyordu. Peki bu kimse­ nin duymayacağı, uzak eğitim alanlanna özgü bir yürüyüş karan mıydı? Bunu söylemek de mümkün değildi. Bir takım, akşam içtiması için içtima alanına bu sloganla girebiliyordu. Derinlemesine görüşmelerden “Piyadeler Affetmez”in sadece benim bulunduğum kışlaya özgü olmadığını öğreniyoruz. Ter­ sine bu yürüyüş karannı duymamış olanlar azınlıktaydı. Acemi­ liğini denizci olarak İskenderun’da yapan Murat ise birliklerin­ de standart yürüyüş karan olarak “Hedef Göster / Kelle İste” ve “Pim Çek/Bomba At”ın kullanıldığını anlattı. Bir denizci olarak Murat elbette “Piyadeler Affetmez”i duymamıştı. Fakat bu yü­ rüyüş karannın bir muadili sıkça kullanılıyordu İskenderun’da­ ki birlikte: “Şu İskenderun’da / Üç Kız Yan Yana / İçlerinden Bi­ ri / Şişt Dedi Bana / Şişt Deme Bana / Dargınım Sana / Daha 14 Ay Var / Gelemem Sana”. Bu yürüyüş kararlan, askerliğin belirli bir erkeklik demek olduğunu acemi askerlere günde birkaç de­ fa hatırlatıyor. Yürüyüş kararları bir yandan en resmî düzlem­ de vatan koruma söylemini yükseltiyor. Bununla birlikte namus korumak, hem düşmana karşı vatanının namusunu korumak, hem de askerlik yaparak namus borcunu ödemek anlamında, erkeklik düzlemiyle eşitleniyor. Kadınlardan mekânsal olarak aynştınlmış acemi erlere, bir yandan da özellik olarak kadınlann karşıtı özelliklere sahip olduklan/olmalan gerektiği hemen

ilk günden itibaren öğretiliyor. Böylelikle, Lynne Segal’in belirtiği gibi, erkekler kadınlardan ayırt edilebilir hale geliyorlar.35 Derinlemesine görüşmelerden öğrendiğimiz bir başka nok­ ta, komutanlara bırakılan inisiyatif alanının en alt düzeyde yü­ rüyüş kararlarında bile etkili olabildiği. Agit askerliğini uzun dönem olarak Kıbrıs’ta yapmış. Görüşmenin hemen başındaki takma ad seçme faslında “Agit Kürtçe yiğit demektir” diyerek seçiminin mantığını özetledi. “Askerliğin insan doğasına uy­ madığım, aykırı olduğunu ben gördüm. İnsan doğası kabul et­ miyor” diyen Agit vicdani reddi mantıklı buluyor, profesyonel ordunun şart olduğunu düşünüyor. Çavuş talimgahtaki eği­ timden sonra usta birliğinde çavuş olarak bulunan Agit birli­ ğini “Doğayı Sev, Yeşili Koru” diye bağırttığını anlatıyor: “‘Her Türk Asker Doğar’ onu söyletmezdim. Niye söyleteyim ki, her Türk niye asker doğsun ki?” Yemek duası ve ibadet Buraya kadarki tartışmayı toparlayacak olursak, askerlikte­ ki ilk günlerin nasıl geçeceğine ya da acemilik döneminin zor­ luk derecesine ilişkin belirsizlik ve kışlalar arası farklılıklar söz 35

Sahaya ilişkin bu gözlem ve aktarımları not ederken, tam da bu konuya iliş­ kin bir dizi gelişmeyi hatırda tutmak gerek. Kasım 2011’de Aile ve Sosyal Po­ litikalar Bakanı Fatma Şahin, Genelkurmay Başkanı Necdet Ûzel’i ziyaret ede­ rek kadına yönelik şiddet ile mücadele bağlamında er ve erbaşların bilinçlen­ dirilmesi için destek istedi. Bu ziyaret sırasında Bakan Şahin Özel’den “Es­ mer, kumral, sanşın farketmez, topçular affetmez” gibi kadım küçük düşürü­ cü söylemlere son verilmesini özel olarak istemişti. Şubat 2012’de Genelkur­ may Başkanlığı tarafından tüm birliklere gönderilen bir emirle asken eğitim­ lerde söylenen “Esmer, kumral, sarışın farketmez, topçular affetmez” türü ka­ dını küçük düşüren ifadelerin eğitimlerden kaldmlması istendi. Ceyda Karaaslan, “‘Yaylalar...’ emekli oldu”, Sabah, 27 Şubat 2012; “‘Yaylalar’ Gitti, ‘Güç­ lü Ordu’ Baki”, bianet.org, 27 Şubat 2012. Bu emrin kışlalarda ne derecede et­ kili olduğu sorusunu bu çalışmanın çerçevesi içinde yanıtlamak mümkün de­ ğil. 21 Kasım 2012’de ise, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile İçişleri Bakan­ lığı arasında imzalanan protokol kapsamında, “Kadına Yönelik Şiddetle Müca­ delede Kolluğun Rolü ve Önemi” temel eğitiminin ilk dersi, Jandarma Okul­ lar Komutanlığı’nda Bakan Fatma Şahin tarafından, eğitim gören subaylara ve astsubay adaylanna verildi. “Mehmetçiğin Kadına Yönelik Şiddet Eğitimi Baş­ ladı”, Hürriyet, 21 Kasım 2012.

konusu. Fakat yürüyüş kararlan örneği üzerinden düşündüğü­ müzde zorunlu askerliğin standart uygulamalanndan birini da­ ha görmüş oluyoruz. Burada standart olan sadece emir komu­ ta ilişkisindeki hiyerarşi değil. Bunun da ötesinde yürüyüş kararlannm yeniden ürettikleri söylemlerde de belirli bir ortak­ lık söz konusu. Belirsizlikler ve farklılıklar meselesini kışlada­ ki ibadet pratikleri ve kışlaya özgü laiklik hassasiyetleri üzerin­ den tartışmaya devam edebiliriz. Bu dördüncü bölümde ele alı­ nacak sorular için de kısmen bir zemin hazırlayacak. Mehmet Yılmaz’m bir diğer mektubu ile devam edelim: Kısa dönem erlerde de dindar sayısı epeyce fazla. Bu koşullar­ da zor olsa da abdestlerini alıyorlar, namaz kılıyorlar, günlük namazı akşam tümden kılıyorlar koğuşta. Mevzu değil. Kim­ se önemsemiyor bile. Hatta salağın teki önünden geçti bizim bir arkadaşın, hep beraber güldük. Geçende sohbet ediyorduk, neden bir abdest-hane ve mescit yoktur diye. Abdest-hanede hepimiz rahat rahat ayaklarımızı yıkardık, cemaat ayı gibi aya­ ğını labada diye lavaboya sokmak durumunda kalmazdı. Yani her yemekten önce kep çıkartıp “Tanrımıza hamd olsun” diye dua etmek laikliği bozmuyor da mescit yapmak mı bozacak? (Mehmet Yılmaz’ın Mayıs 2 0 0 8 ’de yazdığı mektuptan)

Etnografik gözlemlerden ve derinlemesine görüşmelerden, Mehmet Yılmaz’m bulunduğu kışlada “mevzu” olmayan şey­ lerin başka kışlalarda sürekli olarak mevzu olduğu, ya da ki­ mi durumlarda mevzuya dönüşebildiği sonucu çıkıyor. Kışla­ da her yemek öncesi dua edilir. İstisnasız bütün kışla yemekha­ nelerinin duvarlannda dua metnini gösteren levhalar asılıdır: “TANRIMIZA HAMDOLSUN, MİLLETİMİZ VAR OLSUN.” Fakat askerliğini Kıbns’ta yapan Hüseyin’in anlattıklan bu me­ tinden sapmalann nasıl bir mesele olabildiğini gösteriyor: Yine en çok aklımda kalan olaylardan birisi, yine bu yemek dualan sırasında işte tannmıza hamd olsun, milletimiz var ol­ sun şeyinden yüzbaşının yemek sonrasında dönüşen bir nut­ kunu dinledik. Burada şeyi vurguluyordu. ...

Ûğlen yemeğinde tanrımız denildi. Fakat buna rağmen yüz­ başının kafasında kalmış ve bence aktarmak istediği nokta var­ dı. Çünkü vaaz vermesini çok seven bir insandı, belki her as­ ker gibi. Gelip şeyden diye başlamıştı, şimdi siz burda ve as­ lında başka bir eğitim alacaktık o sırada yanaşık düzen vesaire vesaire. Eee ama ders yok dedi. Eğitim yok dedi, ilk önce bun­ dan konuşacağız dedi. Yemek sonrasında yaklaşık böyle bir iki saatimizi falan filan buna harcadık. Olay şey d i.... Yemekhane­ ye toplandık. Otturttu bizi. Yemekhane temizletildi ve kendi­ si bizzat geldi yüzbaşı. Şey anlatmaya başladı; buna tanrı dene­ cek, neden Allah denilmeyecek. Çünkü bizim içimizde de, o karargâh bölüğü içinde de, uzun dönemler arasında tabii ki, iş­ te atıyorum Milli Görüş’ü destekleyenler, imam hatipliler, bir­ çok farklı kategoride insan vardı. İşte Kürtler, Aleviler, orta sı­ nıf, daha babası Trabzon’da bir işletme şey yapan insanlar, ya­ ni çok farklı, İstanbullu çocuklar, herkes iç içeydi. Fakat belli bir görüşün, birazcık daha muhafazakâr bir görüşün diyelim, şey yaptığı olay daha çok Allah denilmesiydi. Fakat bu, zanne­ dersem bizim yüzbaşıdan önceki komutan sırasında Allah deniliyormuş. O da çok fazla böyle bu olayları iplemezmiş.... Fa­ kat bu yüzbaşıyla beraber bu tip vaazlar biraz çoğalmaya baş­ ladı. Ve işte bize gelip, aslında Tann’mn Türkçe, Allah’ın da Arapça olduğunu, Tann’mn İngilizce olmadığını...

Kıbrıs'taki yüzbaşının Silahlı Kuvvetler’in kurumsal tutumu­ nun katı bir takipçisi olduğu anlaşılıyor. Çünkü bu duanın ya­ pıldığı bütün yemekhanelerde duanın beş kelimelik metni bü­ yük boy tabelalarla duvarlara asılı durumda. Duadaki kelime­ ler hakkında gösterilen titizlik bir bakıma ordunun kendine öz­ gü laiklik perspektifinin bir göstergesi gibi. Bu perspektif du­ ayı her yemeğin önüne yerleştirmekle dini dışlamamış oluyor, fakat bir bakıma kurumsal tavrı askerlere dayatıyor, yani dua­ yı resmileştirmiş oluyor. Bu kurumsal tavır sayesinde ordu di­ ni dışlamaksızın, halkın dini yaşayış biçimiyle arasına bir me­ safe koymuş oluyor. Ayrıca kelimelerin ayrıştırılması sayesin­ de kışla ile normal hayat arasındaki sınır bir kez daha belirgin­

leştirilmiş oluyor. Görüşmelerde, ender de olsa başka kışlalar­ da da Tanrı kelimesinin kullanılması için uyan yapıldığı öğre­ nildi. Fakat Hüseyin’in anlattığı yüzbaşının, konuyu bir mese­ leye dönüştürürken kendisine bırakılmış olan inisiyatif alanını kullandığı anlaşılıyor. Belirsizlikler ve farklılıkların kışlada ibadet bağlamında da geçerli olduğu görülmekte. Mehmet Yılmaz derinlemesine gö­ rüşme sırasında birliklerinde yüzbaşının askerin dilek ve is­ teklerini sözlü olarak toplama yoluna giden bir komutan oldu­ ğunu anlattı. Bu sözel olarak istekleri dile getirme içtimalanndan birinde askerler mescit taleplerini dile getirmişler. Yüzbaşı, Mehmet Yılmaz’ın ifadesiyle konuyu geçiştirmiş. Fakat Meh­ met Yılmaz Ramazan’da içtima saatlerinin özel olarak ayarlan­ dığını ve sahurda yemekhanenin açıldığını da belirtiyor. Yaptı­ ğımız görüşmelerde bunun istisnasız bütün kışlalar için geçer­ li bir durum olduğu ortaya çıktı. Kışlalarda mescit olup olmaması da önemli bir belirsizlik ve farklılık alanı. Fakat bir kışlada mescit olması da ibadetlere da­ ir belirsizliğin ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. Askerlik sü­ resince aldığım ibadetle ilgili etnografik notlardan bu belirsiz­ likleri izlemek mümkün. Bulunduğum kışlada bir mescit vardı. Penceresi olmayan, beş metreye beş metre büyüklüğünde, yer­ leri hah kaplı, bir köşesinde on civarında din! kitabın bulun­ duğu iki küçük raf olan bir oda. Namaz vakitlerinde kaç kişi­ nin bu mescidi kullandığı hakkında doğrudan bir gözlemim ol­ madı. Namaz kılmak, elbette bir görevden kaçmak için geçer­ li bir neden değildi. Örneğin namaz kılmak için içtimada bu­ lunmamak mümkün değildi. Aradaki boşluklarda mescide git­ mek mümkündü. Acemilik döneminde, eğitimler arasındaki on dakikalık zamanda etrafta namaz kılanlar olduğunu hatır­ lıyorum. 300 kişinin eğitim yaptığı bölük eğitim alanında, her arada dört-beş kişi namaz kılıyordu. Yanlannda battal boy di­ ye tabir edilen temiz çöp torbası getiriyorlar, bunu çam iğnele­ riyle kaplı zemine serip aynı torbanın üzerinde dönüşümlü na­ maz kılıyorlardı. Akşamlan koğuşlarda ranzalann üzerinde de namaz kılanlar oluyordu. Acemilik sonrası katıldığım 55 kişi­

lik takımda namaz kılanlar dört-beş kişi civarındaydı. Kışlada olan bitene dair bilgi edinme sadece gözleyerek olmuyor. Özel­ likle askerlik ilerledikçe kışladaki son “vukuat”lardan haber­ dar olmanız hızlanıyor. Arkadaşım Zafer’in başına gelen ola­ yı da yaklaşık yarım saat sonra kendisinden dinlemiştim. Zafer son derece düzenli olarak beş vakit namaz kılan biriydi. Alayın disipliniyle namlı astsubaylarından biri nöbetçiyken Zafer’i ak­ şam sekiz buçukta koğuşta namaz kılarken görmüş. O saat ko­ ğuşta bulunmanın yasak olmadığı bir saat, dolayısıyla ortada hiçbir sorun gözükmüyor. Ama bu namlı astsubay koğuşa gi­ rip “Sen burada ne yapıyorsun” diye bağırmış. “Namaz kılıyo­ rum komutanım” yanıtı üzerine de “Kılamazsın, yasak” şeklin­ de ciddi bir şekilde azarlamış. Aslında hiçbir şekilde böyle bir yasak söz konusu değildi. Dahası o astsubay o akşam birinci ta­ burun nöbetçi subayı olarak nöbetteydi. Zafer ise bağlı birlikle­ rin askeriydi ve bağlı birliklerin nöbetçisi başka bir astsubaydı. Yani elbette emretmeye yetkisi vardı, fakat namaz kılan asker doğrudan sorumluluğu altında olan bir asker değildi. Bulundu­ ğumuz kışlada namaz yasağı olmaması sadece mescidin varlığı ile somutlaşmıyordu. Alay komutanı olan albay da askerler ara­ sında dine meyilli bir insan olarak bilinirdi. Bayram namazını alay mescidinde kıldığı anlatılırdı. Bir alay içtima sırasında da, albay konuşurken sela okunmaya başlandı. Albay konuşmasını kesti ve selanın bitmesini bekledi. Alaydaki bütün askerler iç­ tima düzeninde selayı dinlediler. Bu sırada askerler esas duruş­ ta değillerdi, çünkü albay “rahatta dinleyin” komutu vermişti, ama sonuç olarak albay için içtima düzeni ile sela arasında bir karşıtlık söz konusu değildi. Sela sona erince konuşmasını şöy­ le bağladı. “Bu peygamber ocağında...” İbadet bağlamında Murat’ın İskenderun’daki kışlaya dair an­ lattıklarından, başka kışlalarda bulunduğum kışlada dinlediği­ miz içtima konuşmalarından çok farklı içtima konuşmaları ya­ pıldığını öğreniyoruz. İskenderun’da alay komutanı olarak gö­ rev yapan kıdemli kurmay albay bir alay içtima sırasında üze­ rine basa basa alay dâhilinde namaz kılmanın yasak olduğunu vurgulamış. Gerekçe olarak da şartların namaz kılmaya uygun

olmadığından bahsetmiş. İskenderun’daki alay komutanının benim bulunduğum kışlada nöbet tutan astsubay ile hemfikir olduğunu anlaşılıyor. Bu bakışa göre ibadet ile askerliğin esas duruşu ayrıştırılması gereken şeyler. Murat, İskenderun’da ba­ zı askerlerin banklara oturmuş halde sadece gözleriyle namaz kıldıklarını da anlatıyor. Disiplin ve disiplinden kaçış anlatılan

Gerçekleştirilen mülakatlarda kışlada disipline ve koşulların zorluğuna ilişkin anlatılar sıklıkla dile getirildi. Koşullara iliş­ kin zorluklardan biri olarak, özellikle asker sayısının az oldu­ ğu birliklerdeki uzun nöbet saatlerinin altını çizmek mümkün. Mehmet Yılmaz bulunduğu küçük birlikte gece nöbetleri nede­ niyle uykusuzluğun ciddi bir sorun olduğunu, askerlerin gün boyunca nerede olursa olsun, örneğin küçük bir masanın üze­ rinde, sandalyede, hatta ayakta uyuyabildiklerini anlattı. Murat da Deniz Kuvvetleri’nde acemi birliğinden sonra katıldığı usta birliğinde gece nöbetlerinin dört saat sürdüğünü anlattı ve kış aylarında denizden esen soğuk rüzgârla birlikte dört saatin çok zor geçtiğini özel olarak vurguladı. Murat’ın anlatımına göre bu dört saatlik nöbet sırasında halüsinasyon sık görülen bir du­ rumdu. Kısa dönem askerlik yapan Murat, uzun dönem erlerin halüsinasyon gördüklerinin farkında olmadıklarını, ertesi sa­ bah gerçekten “uçan hazır kıta” gördüklerini etrafa anlattıkları­ nı aktardı. Kendisi de bir akşam nöbet sırasında eşinin yürüye­ rek yanına geldiğini, bir süre gözlerine inanamadığını, ama eşi­ nin daha da yaklaştığını, sonra yakınlardaki bir çeşmede yüzü­ nü yıkayarak ayılabildiğim anlattı. Murat’ın disipline dair an­ lattıklarında ise ön plana çıkan birliklerine verilen istikametler oldu. Birlik eğitim ya da içtima alanındayken komutanın bel­ li bir istikamet vererek “marş marş” komutu vermesiyle birlik koşmaya başlar. Eğitim mahiyetinde ama aynı zamanda formel bir ceza anlamına da gelen istikamet vermek, eğitimin ya da ce­ zanın ağırlığına göre defalarca tekrarlanır ve “çök”, “kalk” ko­ mutlarıyla, hatta kimi durumlarda süründürmeyi de kapsaya­

cak şekilde daha da zorlaştırılır. Murat da kendilerine “çök”, “kalk” yapıldığını ve komutanlarının “bir kere sizi süründür­ mem gerek” diyerek kendilerini süründürdüğünü anlattı.36 Mehmet Yılmaz’ın askerliğinin ilerleyen günlerinde yazdığı bir mektup, koşulların zorluğu ve disiplin uygulamaları hak­ kında fikir verici nitelikte: Zaten her gün, her dakika kınlıyoruz. Bir arkadaşımız sabah yoklamasında herkesin gözü önünde tekme-tokat dayak yiyor kınlıyoruz. 5-10 kişinin hatası ile 150 kişi sabah 4 ’te kalk ceza­ sı alıyoruz kınlıyoruz. 35 derece sıcaklıkta, hani o meşhur uz­ manların güneşe çıkmayın dediği saatlerde 12-3 nöbetine gi­ diyoruz, üzerimizdeki kamuflaj “mont”unu çıkarmamıza izin verilmiyor, üzerine bir de hücum yeleği giyiyoruz, eriyoruz, yanıyoruz. Çıkarma talebimiz dalga geçerek tersleniyor, kınlı­ yoruz. Her öğlen sıcakta 3 0 dak. bekletiliyoruz, bir süre nefes alamıyoruz, üzerine bir de ‘saool’ diye bağırmamız bekleniyor, bağırtılıyoruz, kınlıyoruz. Doğru dürüst yemek yemeden, uy­ ku uyumadan nöbetlere koşturuyoruz, “nöbetten başka ne bo­ kunuz var ki zaten, onu da yapıverin” diye azar işitiyoruz, kı­ nlıyoruz. Üzerine bir de bütün bu gerginlikler birbirimize gi­ riyoruz, gene kınlıyoruz, hep kınlıyoruz. (Mehmet Yılmaz’ın Ağustos 2008’de yazdığı mektuptan)

Kural dışına çıkm ak Görüşülen kişilerin tamamı bulundukları birliklerde dayağa şahit olduklarını anlattılar.37 Bu çerçevedeki disiplin uygula­ 36

Pınar Selek askerlik deneyimleri hakkındaki son derece önemli kitabını sürün­ me metafonı üzerine kuruyor: Sürüne Sürüne Erkek Olmak. “Sürünmek, askerî şartlar altında gerekli bir savaş bilgisidir. Askerler, ‘düşman’ olarak tanımlanan topluluğa görünmemek ya da silahlı saldırıdan korunmak için belli bir mesafe­ yi sürünerek geçebilmelidir. Asker olarak yetiştirilen erkeklere de bu bilginin verilmesinde, ilk bakışta, küçültücü bir durum görünmüyor. Ama bu deneyimi yaşayan erkekler, daha çok, bir ceza uygulaması olarak süründüklerini anlatı­ yorlar... Sanki ‘adam olma’ ya da “pişme’ süreci, kelimenin her anlamıyla ‘sürü­ ne sürüne’ gerçekleşiyor." Selek, Sürüne Sürüne Erkek Olmak, s. 106-107.

37

Pınar Selek’in “Askerlikte dayak yemediğini ifade edenler var. Ama onlar da, bunun başlarına gelebileceğini inkâr etmiyorlar. Başlarına gelmese bile, bu

maları elbette kışla deneyiminin çok önemli bir boyutunu oluş­ turmakta. Fakat derinlemesine görüşmeler sırasında istisnasız her görüşmeci askerlikleri sırasında kural dışı şeyler yaptıkları­ nı da anlattılar. Burada anlatılanları üçlü bir tasnif çerçevesin­ de ele almakta yarar var. Bu bölümde tartışılacak ilk iki kate­ gori kural ihlallerini ve yasaklan çiğnemeyi kapsıyor. Nöbette uyumak tek başına yaygın olarak gözlenen bir kural dışı davra­ nış olarak tasnifin birinci kategorisine denk düşüyor. Tasnifin ikinci kategorisi diğer genel kural ihlallerini kapsıyor. İzleyen altbaşhğın altında tartışılan üçüncü kategori ise doğrudan ku­ ral ihlali anlamına gelmeyen, ama iş, görev ve sorumluluklar­ dan kaçınma anlamına gelen “arazi olma”ya odaklanıyor. Nö­ bette uyumak ile başlarsak, Ahmet bunun son derece doğal ol­ duğunu “üst devre nöbette her zaman yatar” şeklinde açıkla­ dı. Murat bulunduğu birlikte dört saat nöbet tutulduğunu ve nöbete yastıkla gidenler olduğunu söyledi. Mehmet Yılmaz da kendisinin nöbette yanındaki askerin uyumasına izin vermedi­ ğini ama bunun çok yaygın bir davranış olduğunu, birlikteki askerlerin yüzde onunun nöbette uyumaktan mahkemelik ol­ duğunu anlattı. Zafer’in anlattıklarından nöbette uyuma bah­ sinde öne çıkan, devriye atarak nöbet mahallerini kontrol et­ meleri gereken komutanların da her zaman devriyeyi atmadık­ ları, sabah defterleri toplayarak bir kerede bütün imzalan atmalan. Etnografik gözlemler sırasında 1-3 ya da 3-5 nöbetini tu­ tan birinin uyumak için her türlü yaratıcı çözümü bulabildiği notunu düşmüştüm. Örneğin, o gece nöbeti olanlar bulduklan mukavva kutulan gündüz vakti nöbet kulübesinin yakınına gö­ türerek akşam için hazırlık yapıyorlar, nöbet sırasında da kulü­ benin tabanına sererek üzerinde uyuyorlardı. En tedbirli dav­ ranış sırayla uyumaksa da bazı durumlarda iki nöbetçi de ay­ nı anda uyuyabiliyordu. Kimi zaman da farklı nöbet kulübele­ ri aralannda bir şekilde koordine olabiliyorlar; devriye bir son­ raki nöbet noktasına yöneldiğinde, nöbetçi telefonla bir sonra­ sûreci, her an dayak yeme ihtimaliyle yaşamak da bir şiddet deneyimi olu­ yor." vurgusu tam da bu noktada hatırlanmalı. Selek, Sürüne Sürüne E rkek Ol­ m ak, s. 95.

ki noktanın nöbetçisini uyarabiliyordu. Nöbette uyumak ciddi bir kural ihlali ve normal prosedür uygulandığında ciddi ceza almaya yol açabiliyor. Tasnifin ikinci kategorisinde ise yine doğrudan yasak olan şeyler yer almakta. Etnografik gözlemler sırasında kural dışı­ na çıkmanın nasıl mümkün olabileceğini görmüştüm. Örne­ ğin, birlik yazıhanelerinde film seyredilmesi çok yaygındı. Ben de arkadaşlarımla bunu çok farklı kereler yaptım. Fakat porno seyredildiğine hiç rastlamamıştım. Derinlemesine görüşme­ ler sırasında porno seyredilmesinin de oldukça yaygın olduğu bilgisi ortaya çıktı. Bulunduğum birlikte eskiden esrar içildiği­ ni duymuş olsam da ben askerlik yaparken içildiğine tanık ol­ madım. Fakat yine derinlemesine görüşmelerden bunun da ço­ ğu kışla için yaygın olduğu anlaşılmakta. Hatta Mehmet Yılmaz birliklerinde bazı askerlerin ormanlık alana kenevir ektiklerini dahi anlattı. Aynı şekilde çoğu görüşmeci birliklerinde içki içil­ diğini dile getirdiler. Hatta Hüseyin bulundukları birlikte içki şişelerinin ortalığa saçıldığını, bir komutanın bu durum karşı­ sında “ulan bari şişelerini ortada bırakmayın” şeklinde bağırdı­ ğını anlattı. Arazi olm ak Tasnifin ilk iki kategorisi doğrudan yasak olan şeyleri yap­ maktan oluşuyor. Fakat üçüncü kategori çok daha muğlak. Burada söz konusu olan bir disiplinsizlik fakat bu disiplinsiz­ lik emre itaatsizlik ya da bir yasağı çiğneme anlamına da gel­ miyor. Askerlik dilinde “arazi olmak” diye tabir edilen şeyi Murat “bir şey yapıyormuş gibi gözüküp arazi olmak” şeklin­ de tanımlıyor. İrfan mektuplarından birinde arazi olmayı şu şekilde anlatıyor: Spora gelirsek. Abi spora giriyorum. Sadece koşudan muafım. Her sabah 3.5 km koşu var. 10 dakikada bitirmen gerekiyor. Onun dışında 60 mekik 45 şınav ve 8 barfiks. Ama ben hep bunlardan kaçmanın yolunu buluyorum. Sabah işim var ko-

mutamm deyip çay ocağına gidiyorum. Burada en önemli şey işten kaçmayı bilmek ortalıktan toz olmak ve verilen işleri ağır aksak yapmak. Eğer bunu yapmazsan başına çok iş yıkarlar. Tam bir memur zihniyeti gerekli oluyor. Ben de bunu hakkı ile yapıyorum. Askerde buna arazi olmak diyorlar. Zaten lakabım arazi çavuş. (İrfan’ın Kasım 2 0 05 ’de yazdığı mektup)

Gerek etnografik gözlemlerden gerekse derinlemesine gö­ rüşmelerden çıkan sonuç bu tür bir tavrın da son derece yaygın olarak askerlik deneyiminin bir parçası olduğu. Beyazıt duru­ mu “Bence askerlik dört ay. Sonra makara tukara başlar” şek­ linde anlatıyor. Kapsayıcı kurum ve kontrolün diyalektiği Zorunlu askerliğin antropolojisi üzerine çalışırken, derlenen bu kural dışına çıkma anlatılarını nasıl yorumlamalı? Bu nok­ tada yine Geertz’in bir uyarısını hatırlamak gerekmekte. Geertz’e göre antropologlar tuhaflıklar ve yerli yersiz istisnaların seyyar satıcısı olmamalılar, “bu tür istisnaları bilgilendirici ya­ kınlıklar içine yerleştirmeye çaba göstermeli, birbirlerini aydın­ latacak biçimde aralannda bağ kurmalılar”.38 Geertz’in uyarısı­ nı dikkate aldığımızda, ilk olarak bu disiplinden kaçış anlatıla­ rının konuya ilişkin önceki çalışmalarda da karşımıza çıktığını hatırlamamız gerekiyor.39 Geertz’e göre bağ kurma görevi esas olarak kavramsallaştırma ile yerine getirilebilir. Geertz’in kav­ ramsallaştırma yönündeki uyarısını etnografik bulgulann teori zemininde değerlendirilmesi yönündeki çağrılarla birlikte dü­ 38

Geertz, Yerel Bilgi, s. 11.

39

Aslı Peker Doğra, kışlalardaki disiplin teknikleri üzerinde dururken, madal­ yonun öbür yüzüne de dikkat çeker: “İçtimalara, zaman çizelgelerine, denet­ lemelere, ceza tehditlerine rağmen askerler, her zaman ‘arazi olma’nın yolları­ nı bulurlar..." Peker Doğra, görüştüğü erkekler arasında askerde öğrendikle­ ri en önemli becerinin “sıvışmak”, “işten kaytarmak”, “arazi olmak" olduğunu söyleyenlerin sayısının azımsanmayacak kadar çok olduğunu belirtiyor; bkz. Peker Doğra, “lktidann Kılcal Damarları ya da Türkiye’de Zorunlu Askerlik, Jandarma ve Devlet”. Pınar Selek de zorunlu askerlik sürecinde öğrenilenlerin arasında “işten kaçmanın raconu”nu da sayıyor; bkz. Selek, Sürüne Sürüne Er­ kek Olmak, s. 143.

şünmek gerekiyor.40 Bu çerçevede, kışladaki kural dışına çıkma pratiklerinin ve bunlara ilişkin anlatıların en az üç kuramsal çı­ karsama çerçevesinde yorumlanması mümkün. İlk olarak bu pratikler David Morgan’m erkekliği kuran bir süreç olarak askerliğin çoğu durumda “erkeklik = kahraman­ lık” denklemi üzerinden çalışmadığına dair vurgusunu doğru­ luyor. Morgan’a göre askerlikte “söz konusu olan bir kurala fi­ ilen uymak değil, daha kurnaz bir biçimde kendini sanki o ku­ rala uyuyormuş gibi göstermek”: “Askerlik sizi adam ettiyse bunu büyük ölçüde dolaylı olarak ve dolambaçlı bir tarzda, iş­ ten kaytarmak ve sorumluluktan kaçmak gibi kesinlikle kah­ ramanlıkla ilgisi olmayan ve görüldüğü kadarıyla erkeksi ol­ mayan özellikleri teşvik ederek sağlamıştır.”41 Disiplinden ka­ çış anlatıları tam da Morgan’m işaret ettiği kışla kurnazlıkları­ na denk düşmekte. Konuya ilişkin gerek uluslararası literatür gerekse Türkiye örneğine odaklanan çalışmalarda sıklıkla askerî disiplinin ve kışladaki itaat üretme sisteminin Erving Goffman’ın Asylums (Akıl Hastaneleri) kitabına atıfla tartışıldığı görülmekte.42 Goffman bu kitabında temel olarak “kapsayıcı kurum” (total ins­ titution) kavramını geliştiriyor. Goffman’a göre kapsayıcı kurumlann en temel özellikleri kurum dışı ile temasın kilitli ka­ pılar, yüksek duvarlar, dikenli teller gibi engellere smırlandınlmasıdır. Goffman’m çalışması esas olarak kendisinin 1950’le40

Paul Willis ve Mats Trondman 2000’de Ethnography dergisi için kaleme aldık­ ları manifestoda, etnografik incelemelerinin saf betimsel olmaktan ziyade te­ orinin rolüne daha fazla ağırlık verilmesi yönünde bir çağrı yapıyorlardı. Bu çağrıyı teorik tartışmaları dışlamayan, etnografik veri ile teori arasında anali­ tik olarak üretken bir ilişkiye yönelik bir çağrı olarak okumak mümkün. Pa­ ul Willis ve Mats Tomdman, “Manifesto for Ethnography”, Ethnography, Cilt 1, No. 1, 2000, s. 5-16. Ayrıca bkz. William Julius Wilson ve Anmol Chaddha, “The Role of Theory in Ethnographic Research”, Ethnography, Cilt 10, No. 2-3, 2009, s. 269-284.

41

Aktaran Segal, a.g.e., s. 171-172.

42

Örneğin, David Morgan, “Theater of War: Combat, the Military, and Masculi­ nities”, Theorizing Masculinities, der. Harry Brod ve Michael Kaufman. Lond­ ra: Sage Publications, 1994, s. 165-182; Bröckling, a.g.e.\ Peker Dogra, “Sol­ dier and the Civilian: Conscription and Military Power in Turkey”; Ünsaldı, a.g.e.; Kaya, a.g.m.

rin sonunda Washington’daki bir federal akıl hastanesinde yap­ tığı gözlemlere dayansa da Goffman akıl hastanelerinin yanı sı­ ra kışlaları da belirgin kapsayıcı kurumlar arasında sayar. Yatılı okullar, çalışma kampları, gemiler, hatta manastırlar diğer kap­ sayıcı kurum örnekleri arasındadır. Goffman kapsayıcı kuram­ ların tanımını şu şekilde yapar: Hayatın normal akışında in­ sanlar farklı yerlerde uyurlar, çalışırlar ve sosyalleşirler. İnsan­ lar bu edimleri gerçekleştirirken farklı akranlarla birlikte olur­ lar ve normal hayatın bu üç edimi bir genel plana tabi değildir. Fakat kapsayıcı kuramlarda normal hayatın bu üç alanım ayı­ ran sınırlar devre dışı bırakılmıştır. Goffman üç temel unsur et­ rafında tanımını geliştirir. İlk olarak, kapsayıcı kuramlarda ha­ yatın alanları aynı yerde ve aynı otoriteye tabi olarak gerçekleş­ tirilir. İkinci olarak, kurumda bulunanların hayatı azımsanma­ yacak büyüklükte olan bir yığın içinde geçer. Kurumun man­ tığı yığın içindeki herkese aynı davranılması ve herkesin ay­ nı şeyleri yapması üzerine kuruludur. Üçüncü olarak, kapsayı­ cı kuramlarda gündelik hayatın her anı programlanmıştır. Formel kurallara bağlanmış zaman çizelgeleri tüm günleri kapsar. Kapsayıcı kuramlar, özel bir süreç ile içeri girenlerin normal hayattaki farklılıklarını aymlaştınr.43 Kışlanın antropolojinin saha tanımına yakın düşen özellikle­ rini hatırlarsak, böyle bir analiz çerçevesi ile Goffman’ın kap­ sayıcı kuram kavramsallaştırmasınm örtüştüğünü söyleyebili­ riz; çünkü iki tanımda da esas vurgu, içerisi ile dışarısı, dahil olan ile dışarıda kalan arasındaki belirgin sınıra yöneliktir. Kış­ la, bir kapsayıcı kuram olduğu ölçüde çoğu antropoloji sahası­ na göre daha belirgin sınırlara sahip. Disiplin: Askeri itaat Üre­ timinin Sosyolojisi ve Tarihi adlı kitabında Ulrich Bröckling or­ dunun muhabere meydanında ya da sivil mıntıkalarda değil, esas olarak kışlada ya da talim alanında Goffman’ın kapsayı­ cı kurum modeline uyduğunu vurguluyor.44 Bu da, bu çalış­ manın konusunu teşkil eden “sıradan askerliğin” kışlada nasıl 43

Erving Goffman, Asylums: Essays on the Social Situation o f Mental Patients and Other Inmates, New York: Anchor Books, 1961, s. 3-14.

44

Bröckling, a.g.e., s. 45.

deneyimlendiği sorusu çerçevesinde Goffman’m kapsayıcı ku­ rum kavramının daha da açıklayıcı olduğu anlamına gelmek­ te. Peki, kışladaki kural dışma çıkma pratiklerini ve disiplin­ den kaçış anlatılarını Goffman’m kapsayıcı kurum modeli çer­ çevesinde düşündüğümüzde karşımıza nasıl bir resim çıkıyor? Bu sorunun yanıtı tartışmamızdaki ikinci kuramsal çıkarsama­ yı oluşturacak. Goffman kapsayıcı kurumlardaki hayatın gizli kalan, gö­ rünmeyen yönlerini incelerken, ikincil adaptasyon (secondary adjustment) kavramını geliştiriyor.45 Goffman’a göre birincil adaptasyon, kapsayıcı kurumda bulunanların kurallara uyma­ sı, normal olarak kodlanan davranışları sergilemeleri anlamı­ na gelmekte. Buna karşın kurumda bulunan kişiler izin veril­ meyen araçlar kullanarak, izin verilmeyen amaçlara da ulaşa­ biliyorlar ya da bunu deneyebiliyorlar. Goffman bunu ikincil adaptasyon olarak adlandırıyor. Bu anlamda ikincil adaptasyon informel ve gayriresmî olanın alanı. Goffman kimi durumlarda ikincil adaptasyonların resmî olmayan şekilde izin verilenler olarak da tanımlanabileceğini belirtiyor. Goffman ikincil adap­ tasyonları da ikiye ayırıyor: yıkıcı (disruptive) ve sınırlı (contained) ikincil adaptasyonlar. Yıkıcı ikincil adaptasyonda faillerin amacı kapsayıcı kurumu terketmek ya da yapısını kökten bir şekilde değiştirmek olarak beliriyor. Buna karşın sınırlı ikincil adaptasyonlarda amaç radikal değişiklik değil, hatta yıkıcılara göre çok daha sık gözlenen bu türden ikincil adaptasyonların bir işlevi de yıkıcı olabilecek ikincil adaptasyonları savuştur­ mak olarak gözleniyor. Goffman’a göre ikincil adaptasyonları “oyunu kuralına göre oynamak” tavrıyla, fırsatçılıkla ve kimi durumlarda da takım ruhu ile birlikte düşünmek gerekiyor.46 Bu çalışma bağlamında ele alınan disiplinden kaçış örnekle­ ri, Goffman’ın sınıflandırması ile sınırlı ikincil adaptasyonlara denk düşüyor. Gerek etnografik gözlemler gerekse derinleme­ sine görüşmelerden ortaya çıkan, kışlanın sadece kuralların en sert disiplinle uygulandığı bir mekân olmadığı, aynı zamanda 45

Goffman, a.g.e., s. 188-207.

46

Goffman, a.g.e., s. 64.

kuralların çiğnendiği ve zorunlu askerliğini yapanların kural dışına çıkarak kendilerini adapte ettikleri bir mekân olduğu. Bir bakıma, kışladaki disiplin uygulamaları mutlak disiplinin imkânsızlığını da gösteriyor. Birincil adaptasyonlar esas duru­ şa işaret ediyor ve en genel anlamda kurallara uyulması anla­ mına geliyor. Fakat kışla deneyimleri aynı zamanda, kışlanın sistemine radikal zarar vermeksizin kural dışına çıkmanın da deneyimleri oluyor. Kural dışına çıkmak deneyimlendiği ölçü­ de kışla esas duruşa indirgenemeyecek bir mekâna dönüşüyor. Mutlak disiplinin imkânsızlığına ilişkin gözlemler aynı za­ manda kontrolün diyalektiğine işaret ediyor ve üçüncü kuram­ sal çıkarsama için de temel oluşturuyor. Anthony Giddens’ın yapılaşma kuramını serimlerken yaptığı vurgulardan biri, sos­ yal kurumlar bağlamında gözlenen tahakküm yapılarının ro­ botlaşmış uysal bedenler yaratmadığına ilişkindir. Giddens’a göre tüm bağımlılık biçimlerinde ast konumunda olanlar (subordinate) her durumda üstlerinin faaliyetlerini etkileyebilirler. Bu etkileyebilme kapasitesi kontrolün diyalektiğidir.47 Kon­ trolü, bazı aktörlerin, grupların ya da aktör tiplerinin başka­ larının eylemlerini etkileyebilme yeteneği olarak tanımlayan Giddens için, aşağı konumda olan faillerin erişebildikleri kay­ naklan kullanma biçimleri farklı sosyal bağlamlarda ciddi de­ ğişiklik gösterse de, iktidar savaşımlannda kontrolün diyalek­ tiği her durumda gözlenmektedir.48 Sosyal kurumlann binala­ rının “tuhaf köşeleri”, dinlenme odalan, tuvaletler gibi mekân­ lar ast konumda olanlara kendilerini gözetim altında tutanlarla bağlantılannı koparma olanağı tanır. Giddens özellikle tören­ sel birliktelikler üzerinden işlev gören sosyal kuramlardaki, ti­ yatronun sahne arkasına fiilen ve işlev bakımından benzeyen, arka bölgelerin faillerin normlardan sapmalanna ya da bunla­ ra uymamalanna olanak tanıdığını vurgular. Bütün bu mekân­ lar kontrolün diyalektiğinin geçerli olduğu durumlar yaratır.49 47

Anthony Giddens, Toplumun Kuruluşu: Yapılaşma Kuramının Ana Hatları, An­ kara: Bilim ve Sanat Yayınlan, 1999, s. 58.

48

Giddens, a.g.e., s. 356.

49

Giddens, a.g.e., s. 181-183.

Goffman’m terminolojisiyle, sınırlı ikincil adaptasyonlar niteli­ ğinde olan disiplinden kaçış örnekleri çoğu zaman tam da Giddens’ın işaret ettiği mekânsal çerçeve içinde gerçekleşir. Kış­ la bu tür “tuhaf köşeleri” bolca barındıran bir komplekstir. Bu türden “tuhaf köşeler”in sayıca çok olması kontrollerini im­ kânsız kılar. Dolayısıyla kışla deneyimleri sıklıkla kontrolün diyalektiğini yansıtan örnekler içerir. Kimi durumda bir nöbet mahalli de bir “tuhaf köşe” gibi, sınırlı bir şekilde norm dışına çıkmaya olanak tanır. Sıklıkla yapılan bir kural ihlali olan nö­ bette uyumayı düşünecek olursak, mutlak kontrol ancak kon­ trol etme pozisyonundakinin fiilen nöbetçi ile birlikte nöbet tutması ile mümkün olabilir. Bunun imkânsızlığı kontrolün di­ yalektiğine denk düşmektedir. Kışlada eğitim, ideoloji ve militarist kültür

Liselerde okutulan Millî Güvenlik Bilgisi ders kitabı askerliği şu şekilde tanımlıyor: “Türk vatanını, Türk İstiklalini ve Cum­ huriyetini korumak için harp sanatını öğrenme ve yapma yü­ kümlülüğüdür. Bu yükümlülük özel kanunlarla belirlenir. Yü­ ce bir yurt ve millet hizmeti olan askerlik, gençleri gerçek ya­ şam şartlarına alıştırır ve yetiştirir.”50 Bu çerçevede bu ders ki­ tabında “Türk Silahlı Kuvvetlerinin Ülkemizdeki Görev ve İş­ levleri” sıralanırken, koruma ve güvenliği sağlama görevleri­ ne ilaveten, okuma yazma öğretme, ülkeyi tanıtma, meslek ka­ zandırma da sayılmakta ve “bu kapsamda vatandaşlarımızın görgü, bilgi ve kültürlerinin artmasına katkıda bulunulmak­ tadır” deniyor.51 Gerçek yaşam şartlarına alıştırma ve yetiştir­ me iddiası Milli Savunma Bakanlığı Askeralma Dairesi Başkan­ lığı resmî internet sitesinde askerlik süreci anlatılırken de vur­ gulanmakta: “Bu birlik ve kurumlarda, yurt savunması ile il­ gili konulann yanında disiplinli çalışmayı, yardımlaşmayı, zor şartlar altında mücadele etmeyi, arkadaşlığı öğrenecek ve si­ vil yaşamınızda da geçerli olabilecek bir meslek veya beceri de 50

Lise Milli Güvenlik Bilgisi, Ankara: Millî Eğitim Bakanlığı Yayınlan, 2009, s. 9.

51

Lise Millî Güvenlik Bilgisi, s. 36.

kazanabileceksiniz.”52 Kışlada da sıklıkla askerliğin bir eğitim olduğu vurgulanmakta. “Burası son okul” cümlesi içtimalarda sık sık duyulan bir cümle. Bu cümlenin içinde diğer okullar­ dan sonra geldiği için kışlanın onlardan üstün olduğu vurgusu da zımnen yer alıyor. Silahlı Kuvvetler’in eğitim misyonu üzerine inşa edilen ku­ rumsal kimliğinin tarihsel dayanakları bulunmakta, içtima­ larda sık sık duyulan “Burası son okul” cümlesi, Mustafa Ke­ mal Paşa’nın 1930’ların başında Afet İnan’a yazdırdığı Vatandaş İçin Medeni Bilgiler kitabının sloganvari bölüm başlıklarından birinin doğrudan devamı niteliğinde: “Ordu Mekteptir”. Ya­ zım sürecine İsmet Paşa ve Mareşal Fevzi Çakmak’ın da katkı­ da bulundukları bu bölümde memleketin her yanında okulla­ rın memleket evlatlarını aydınlattığı, bu eğitim ocaklarının ya­ nında asker ocağının da, aynı vazifeyi gördüğü belirtilir. Or­ du, “yalnız askerlik noktai nazarından değil, irfan noktai naza­ rından da tedris ve talim eden bir mektep, bir terbiye ocağıdır. Bu ocakta vatandaşlar, müsavatı öğrenirler; cesaret ve teşeb­ büs fikirlerini inkişaf ettirirler. ... Bir millet birinci derece mil­ letler sırasına her şeyden evvel askerler ile ve askerliği ile dâ­ hil olur.”53 1961’den bu yana yürürlükte olan Türk Silahlı Kuv­ vetleri İç Hizmet Yönetmeliği de erbaş ve erlere öncelikli ola­ rak “umumi bilgilere” sahip olma görevini vermektedir. Oku­ ma yazma bilmeyenler için askerlik süresinde okuma yazma öğrenmenin zorunlu olduğu da bu yönetmelikte belirtilmek­ tedir. Dahası bu yönetmeliğe göre “Silahlı Kuvvetlerdeki vazife ve hizmetlerden hakkı ile istifade ederek memlekete daha yük­ selmiş bir yurttaş olarak dönmek, erbaş ve erlerin başlıca eme­ li olmalıdır.” (Madde 103) “Ordu Mekteptir” şiarından yola çıkan kurum kendini tüm toplumu eğitme misyonu ile tanımlar. Bu kapsamda zorunlu askerliğini yapmış olanlara düşen görevlerden biri de aldıkları eğitimi çevrelerinde bu eğitimden yararlanamamış kişilere ak­ 52

http://www.asal.msb.gov.tr/index.php, (Erişim tarihi: 11 Eylül 2009.

53

Afet [İnan], Vatandaş İçin Medeni Bilgiler, İstanbul: Devlet Matbaası, 1931, s. 184-186.

tarmaktır. Yönetmeliğin 107. maddesine göre, “Erbaş ve erler, Silahlı Kuvvetlerde öğrendiği askerî vazifeleri terhisten sonra da unutmamağa ve silah altında kazanılan çeviklik, dayanıklı­ lık ve sporculuk hassalannı muhafazayı gayret etmeli, askerli­ ğin meziyetini ve yüksek ruhunu sivil arkadaşlarına, çocukla­ rına ve akrabalarına aşılamağa çalışmalıdır.”54 Mehmet Ali Birand’ın 1980’lerin ortalarında gerçekleştirdiği, kışlalarda yaptı­ ğı gözlemler ile ordunun farklı kademelerinde görev yapan su­ baylar ile yaptığı söyleşilere dayanan incelemesinde de subay­ ların er eğitimini mesleklerinin en zor noktası olarak gördük­ leri belirtiliyor. Bu eğitim tuvalet temizliğinden kişisel bakıma, nasıl yemek yeneceğinden vatana bağlılığa kadar birçok konu­ yu kapsamakta. Birand görüştüğü bazı ordu mensuplarının bu eğitimde karşılaşılan zorluk üzerinden dayağı meşrulaştırdıkla­ rını da not ediyor.55 Komutanlık saati ve yurt sevgisi Kışlada verilen eğitimi iki ana başlık altında toplamak gerek­ mekte. Bunlardan birincisi doğrudan askerlik ile ilgili eğitim. Acemilik döneminde verilen “yanaşık düzen”, “mekanik nişan­ cılık” ve “tek er muharebe”, usta birliklerinde de devam eden atış eğitimleri ya da gece eğitimleri askerlikle doğrudan ilgili eğitimler. Piyade birliklerinde bu eğitimler sırasında G3 piyade tüfeği ile savaş uçaklarına nasıl baraj ateşi açılacağına, nükle­ er saldın olduğunda ne yapılacağına ve yıldızlar yardımıyla na­ sıl yön bulunacağına da değiniliyor. İkinci olaraksa, kısmen or­ dunun genel yapısı, komutanların adları ve ordunun görevleri gibi konuları da kapsayan, ama bunun dışında askerlik ile ilgi­ si dolaylı olarak kurulan tarih, yurt sevgisi, Türkiye’nin komşulan ile ilişkileri gibi konulara da değinilen eğitim faaliyetle­ ri de var. 54

“Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Yönetmeliği”, Resmi Gazete, 6 Eylül 1961, No., 10899.

55

Mehmet Ali Birand, Emret Komutanım, İstanbul: Milliyet Yayınlan, 1987, s. 225-230.

İkinci türden eğitime ağırlık özellikle acemilik dönemin­ de veriliyor. Acemilik dönemi boyunca, hafta içi her gün ak­ şam yemeğinden sonra bir saat “komutanlık saati” adlı eğitim faaliyeti yapılmakta. O akşam nöbetçi olan komutanın kararı­ na bağlı olarak bu eğitim sırasında askerlere Eğitim ve Dok­ trin Komutanlığı tarafından hazırlanmış VCD’ler ya da TRT’nin çektiği Kurtuluş dizisi izlettirilebiliyor. Bu eğitimin bizzat nö­ betçi subay ya da astsubay tarafından verildiği de oluyor. Bu eğitim rütbeleri tanıtmak ve silsile halinde genelkurmay başkanına kadar bütün komutanların adlannı ezberletmekten, neden güçlü bir orduya ihtiyaç duyulduğuna kadar çok farklı konu­ lan kapsayabilmekte. Çarşamba günleri öğleden sonralan bir­ lik komutanı tarafından Yurt Sevgisi dersi veriliyor. Özellikle Çarşamba günlerinin programında yer alan Yurt Sevgisi dersle­ ri ustalık dönemindeki eğitimin ana unsuru. Fakat bu eğitim­ lerin son derece seyrek aralıklarla ve düzensiz bir şekilde veril­ diğini de not etmek gerek. Bunun dışında sıhhiye astsubaylar ya da birlik tabipleri tarafından üreme sağlığı, sigaranın zararlan ya da keneye karşı alınması gereken önlemler konulannda konferanslar veriliyor. Bir yönüyle bu konferanslar, askerliği ve askerlikte benimsetilen görüş ve değerleri sivil hayata da taşın­ ması gereken değerler olarak kodluyorlar. Birinci tür eğitim ile ikinci tür eğitim arasında kısmi bir köp­ rüden de söz etmek gerek. “Yanaşık düzen” eğitiminde bu tür konulara hiç değinilmemesine karşın, “mekanik nişancılık” ve “tek er muharebe” eğitimleri sırasında askerlikle ilgili temel bilgiler düşmanla karşılaşma anında gereken bilgiler olarak sunuluyor. Düşmanın nasıl somutlaştığı ise kuvvetler arasın­ da farklılaşıyor. Piyade birliklerinde silah eğitimi, atış eğitim­ leri sırasında ya da “tek er muharebe” eğitimi sırasında verilen bilgiler “terörist”e karşı kullanılacak bilgiler olarak konumlandınlıyor. Örneğin, tutukluk yapmış bir silahı kısa sürede sök­ mek ve tekrar takmak tam da “teröristlerle çatışma anı”nda ge­ rekecek bir bilgi olarak sunuluyor. Eğer eğitimi veren komutan (genellikle uzman çavuş ya da astsubay), Güneydoğu’da görev yaptıysa ya da sınır ötesi operasyonlara katıldıysa mutlaka bu­

nu da vurguluyor ve eğitimde ele alman konuları bu görevler­ den seçtiği örneklerle somutlaştırıyor. Murat’ın anlattıkların­ dan Deniz Kuvvetleri’nde düşman kelimesinin hiç kullanılma­ dığını, düşmanın Yunan ile ikame edilerek bir özdeşlik kurul­ duğunu öğreniyoruz. Silahla ilgili eğitimlere eşlik eden, eğitimi düşman odağında kurgulama yaklaşımı ikinci tür eğitimlere de eklemleniyor. Özellikle komutanlık saatlerinde gösterilen Eği­ tim ve Doktrin Komutanlığı tarafından hazırlanmış VCD’lerde iç tehditler ve dış tehditler ayrı ayrı anlatılıyor ve bu teh­ ditler üzerinden güçlü ordunun bir gereklilik olduğu vurgula­ nıyor. “Terörle mücadele” bağlamında bu eğitimler tutarlı bir söyleme sahip. Etnografik notlanmda ikinci tür eğitimlere ilişkin olarak üç nokta öne çıkmakta. Birincisi Yurt Sevgisi derslerine ilişkin notlar. Bu dersleri taburun eğitim subayı olan binbaşı gerçek­ leştiriyordu. Zaten kendisi de ilk seferinde “ancak fırsat bula­ bildiğinde” bu dersleri yapabildiğini söylemişti. Taburdaki kısa dönem askerleri toplayıp, üniversite mezunlarından oluşan bu gruba eğitim vermeyi önemsediğini söylüyordu. İlk Yurt Sev­ gisi dersi yaklaşık bir buçuk saat sürdü. Espirilerle süslenmiş, daha önceden de farklı kereler yapılmış olduğu belli olan bir konuşmaydı. Binbaşı zaman zaman cinsellik göndermeleri de olan fıkra, hatta anılarla konuşmasını daha da renkli kılmaya çalışıyordu. İçerik olarak konuşmada şaşırtıcı bir taraf yoktu. İlk aşamada laiklik vurgusu, sonra Güneydoğu’da görev yaptığı dönemi özetleyen ve sorunu dış güçlere ve emperyalizme bağ­ layan bir bölüm, üçüncü olaraksa Kıbrıs meselesinde mevcut hükümetin nasıl hatalı olduğuna ve esas desteklenmesi gereke­ nin Denktaş çizgisi olduğuna ilişkin bir bölüm. Sonra tekrar la­ iklik meselesine geri döndü binbaşı. Ordunun laikliğin güven­ cesi olduğunu uzun uzun anlattı. Ordunun İslam’a karşı olması söz konusu olamazdı. Her yemeğin dua ile başlaması, savaş ge­ milerinde her direğin tepesinde koruma altında tutulan Kuran, taarruza “Allah Allah” sesleri ile başlanması hep bunun kanıt­ larıydı. Ama dini istismar edenler “Ordumuzu” sanki din düş­ manıymış gibi gösteriyorlardı. Binbaşı bu istismarcı çevrelerin

orduya sızma girişimlerine getirdi sözü. Her kuruma sızmış­ lardı, ama bir tek Harp Okulu’na kendi öğrencilerini sokama­ mışlardı. Söz buraya geldiğinde binbaşı doğrudan adını anarak Fethullah Gülen cemaatini hedef almaya başladı. Kendisi de as­ kerî lisede öğrenciyken bu çevrenin insanları kendisine yakın­ laşmak için türlü yollar denemişler, davette bulunmuşlar, haf­ ta sonları sıcak bir ev ortamı sunmayı teklif etmişlerdi. Hatta binbaşı bu çabalar kapsamında cemaatin kızlarını dahi devre­ ye soktuğunu söylüyordu. “Tabii biz de genciz o zamanlar, ka­ famız karışmadı değil” diyerek kendisinin de bir an için mey­ li olduğunu anlattı. O zaman askerî lise öğrencisi olan binba­ şı, konuyu bölük komutanına açmıştı. Komutan konuya sakin bir şekilde yaklaşmış ve bu kişilerle ilişkisini birden kesmesi­ ni söylememiş, ama zaman içinde de bu tür bir meylin sakın­ calarını anlatmıştı. Binbaşıya göre buradan çıkan sonuç cema­ atin ahlaksızlığıydı. Konuşma bu tür ilişkiler yüzünden askerî okullardan atılan arkadaşlarının durumlarının ne kadar üzücü olduğu ile sona erdi. Bulunduğumuz birlikte cemaat mensupla­ rı da vardı. Bu Yurt Sevgisi dersinden birkaç gün sonra onlarla binbaşının konuşması üzerine sohbet etmeye çalıştım. Konuş­ manın ikna edici bir etki yaratmasını beklemiyordum. Merak ettiğim tepkileriydi. Sohbet girişimlerim sonuçsuz kaldı. Her seferinde konuyu değiştirip sohbete başka mecralarda devam ettiler. İzlenimim konuşmanın onlarda özel bir tepki ya da öfke yaratmadığıydı. Daha çok yok sayma eğilimindeydiler. Bu bağlamda etnografik notlarımda öne çıkan ikinci nokta­ nın başlangıcı yine aynı binbaşı tarafından verilen Yurt Sevgi­ si eğitimi. Güneydoğu’da yaşananlan anlatırken genel bir em­ peryalizm çerçevesine başvuran binbaşı için Avrupa Birliği (AB) ile tam üyelik müzakerelerini de aynı çerçeve içinde de­ ğerlendirmek gerekiyordu. Binbaşı uzun uzun AB’nin ana ül­ keleri olan İngiltere, Almanya ve Fransa’nın Ortadoğu’daki çı­ karlarını ve bu ülkelerin amaçlannı gerçekleştirmek için Tür­ kiye’de bölücülüğü nasıl desteklediklerini anlattı. Üyelik mü­ zakerelerinin uzun zamandır devam ediyor oluşu da binbaşıya göre AB’nin Türkiye’yi bölme hedefinin bir kanıtıydı. Türkiye

bölünmeyi kabul etse ya da Kıbns’ta istenen tavizleri verse bin­ başının ifadesiyle “bizi bir günde AB üyesi yaparlar”dı. Bu Yurt Sevgisi dersinden sonraki günlerde bulunduğumuz birliği Tu­ gay Komutanı ziyaret etti. Ziyaretin ana gündemi de tuğgenera­ lin kısa dönemlere vereceği konferanstı. Tuğgeneralin ziyareti birlikte genel olarak stres düzeyini yükseltiyordu. Ziyaret gün­ leri mıntıka temizlikleri daha sıkı kontrol ediliyor, içtimalar daha az eksikle yapılıyordu. Tuğgeneral gelmeden önce birlik­ teki bütün kısa dönemler sinema salonuna alındı. Üniforması düzgün olmayanlar, traşı özensiz olanlar arka sıralara gönderil­ di ve sonunda tuğgeneral salona girdi. Konferansın ana teması ordunun gerekliliği ve Silahlı Kuvvetler’in AB’ye tam üye olma projesini nasıl desteklediğiydi. Tugay komutanı uzun uzun or­ dunun tarihte Batılılaşma sürecine nasıl öncülük ettiğini ve AB üyeliğinin Atatürk’ün gösterdiği çağdaş uygarlığı yakalama he­ define denk düştüğünü anlattı. Binbaşının anlattıkları ile tuğ­ generalin anlattıkları taban tabana zıttı. Binbaşının Yurt Sev­ gisi dersi tek katlı prefrabrik bir binadaki sade bir dershanede yapılmıştı. Tuğgeneral ise büyük bir sinema salonunun sahne­ sinde konuşmuştu. Binbaşının sürekli olarak yürüyerek yaptı­ ğı ve şakalarla süslediği konuşmasına karşın, tuğgeneral üze­ rinde çiçekler de olan masada oturmuş ve tam bir ciddiyet için­ de yapmıştı konuşmasını. Tuğgeneralin ziyareti ve konferansı Giddens’m “törensel birliktelikler” dediği duruma yakın düşü­ yordu. Verdikleri mesajlar taban tabana zıt olsa da, iki konuş­ ma da ikna edicilikten ve etki yaratmaktan uzak olma nokta­ sında kesişiyorlardı. Bu noktada kışlada verilen eğitimin “terörle mücadele” söy­ leminde yakaladığı tutarlılığı, konu AB olduğunda yakalayama­ dığını vurgulamak gerekiyor. Kışlada verilen eğitimin ne dere­ ce ideolojik bir eğitim olduğu sorusu üzerine düşünürken bu nokta özel bir öneme sahip. Bazı konularda yakalanan tutarlı­ lığın bazı konularda yakalanmamasından hareketle, kışlada ve­ rilen eğitimin kısmen dar anlamıyla ideolojik bir eğitim oldu­ ğu sonucuna ulaşmak mümkün: Burada dar anlamıyla “bir ege­ men siyasî iktidarı meşrulaştırmaya yarayan fikirler” ya da “be­

lirli bir toplumsal grup veya sınıfa ait fikirler kümesi” gibi ide­ oloji tanımlarını kastediyorum.56 Spesifik bir siyasi programı, belirli bir partiyi ya da partinin görüşünü desteklemek de dar anlamıyla ideolojinin tanımı içinde yer alıyor. Bu bağlamda eği­ timlerin içinde yer alan “terörle mücadele” söylemi bir işlevsel­ liğe sahip, çünkü acemi döneminde “sıradan”, başka bir ifade ile çatışma bölgesinden uzak bir kışlada eğitim gören bir asker de, askerliğinin ustalık dönemini çatışma bölgesinde yapabili­ yor. Bu işlevselliğe ilaveten, eğitimlere eşlik eden “terörle mü­ cadele” söylemi yaşanan çatışmayı meşrulaştırmaya da yardım­ cı oluyor. Bu anlamda kışlada verilen eğitim bir yönüyle dar an­ lamıyla ideolojik bir eğitim. Ama AB konusundaki tutarsızlık, eğitimin her bileşeni ile ideolojinin dar anlamı içinde değerlen­ dirilebilecek bir içeriğe sahip olmadığını gösteriyor. Etnografik notlarımda öne çıkan üçüncü nokta Genelkurmay’ın siyasi konularda açıklama yapma, pozisyon bildirme, si­ vil siyasete etki etme çabalan ile kışla deneyimi arasındaki far­ kı daha da belirgin kılabilecek bir gözlem. Kurum olarak Silah­ lı Kuvvetler Genelkurmay düzeyinde net, tutarlı ve bu çerçe­ vede dar anlamıyla ideolojik bir pozisyon geliştirebilirken, zo­ runlu askerlik çerçevesinde kurumun bünyesine katılanlar her zaman bu pozisyonlardan haberdar olmuyorlar. Kışlada bulun­ duğum dönemde Genelkurmay Başkanlığı internet sitesinde, sonradan 27 Nisan e-muhtırası olarak anılacak olan bildiri ya­ yımlandı. 27 Nisan gecesi yapılan bu açıklama ertesi gün ve iz­ leyen günlerde kışlada nasıl bir etki yarattı? Bulunduğum bir­ likte küçük sayılabilecek bir subay gazinosu vardı. Gazino bu­ rada bir terim olarak kullanılıyor; bu mekân diğer yazıhaneler­ le aynı koridorda, içinde sadece çay ocağı, koltuklar, kısmen dolu bir kitaplık ve televizyon olan büyükçe bir oda. 28 Nisan’da hükümet sözcüsü muhtıraya cevaben açıklama yapar­ ken birlikteki subayların çoğu gazinoda toplandılar ve canlı ya­ yında bu açıklamayı dinlediler. Koridor her zamankinden ka­ labalık ve hareketliydi o gün. Peki karargah koridorundaki ve gazinodaki hareket dışında kışlada bir etkisi oldu mu Genel­ 56

Terry Eagleton, ideoloji, İstanbul: Ayrıntı Yayınlan, 1996, s. 18.

kurmay açıklamasının? Bu soruya olumsuz yanıt vermek gere­ kiyor. Sonraki günlerde de kışlada bu konu hiç konuşulmadı. Ne içtimalarda, ne serbest zamanlardaki sohbetlerde kimse bu muhtıraya değinmedi. Genelkurmay bir siyasi görüşü destek­ lemek anlamında dar anlamıyla ideolojik bir pozisyon almıştı, fakat bu kışla deneyimlerine yansımamıştı. Kışlada hayat ken­ di ritminde akmaya devam ediyordu. Genelkurmay bildirisinde “Ulu Önder Atatürk’ün, ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öy­ le kalacaktır” denmekteydi. Bildiriden hemen sonraki günler­ de de kışlada askerler “Ne / Mutlu / Türküm / Diyene” yürü­ yüş kararıyla uygun adım yürüyorlardı. Ama bu yürüyüş kara­ rıyla uygun adım yürüyenler için Genelkurmay’ın açıklaması­ nın kimi düşman olarak nitelediği, düşman olarak nitelenenle­ rin gerçekten düşman olup olmadıkları ve hükümetin verdiği yanıt üzerinde durulmayan sorulardı. Irfan’ın bir çarşı iznindeyken yazdığı mektup da Genelkurmay’ın siyasi tavrı ile kışla deneyimleri arasındaki farkı vurgu­ luyor: Rütbelilerle konuşmak mümkün değil. ... İşleri güçleri adam dövmek. Ayrıca siyaset falan umurlarında değil. Askere gel­ diğimden beri bir kere bile Mustafa Kemal Atatürk’ün ismi­ ni duymadım. Atatürkçülük falan mı? Hiç ama hiç konuşul­ mayan konular. Askere böyle şeyler aşılamak gibi dertleri yok. Dahası 10 Kasım törenlerini görsen şaşardın. Acayip ruhsuz­ du. Tören sırasında astsubaylar “ya bu ne abi şimdi bu herif öldü ise bize ne işimiz gücümüz var” diyorlardı. Düşün. Tek dertleri buradaki işleri yürütmek. Buradaki işler ne mi? İkin­ ci dünya savaşından kalma boktan araçların tamiri, etrafın te­ mizliği, depo faaliyetleri, silahların bakımı falan filan. (İrfan’ın Kasım 2 0 0 5 ’de yazdığı mektuptan)

Daha önce yürüyüş kararı olarak birliğini “Yeşili Sev, Do­ ğayı Koru” diye bağırttığına değindiğim uzun dönem çavuş Agit’in anlattıkları etnografik gözlemde ortaya çıkan resme pa­ ralellikler gösteriyor. Agit Kıbrıs’taki birliklerinde komutan­

lık saatlerinin boş geçtiğini hatırlıyor. Hatta bir astsubay açık açık “ben nöbet zamanımda böyle şeyler istemem” diyormuş. Nöbetçi çavuş olduğu kimi günlerde Agit’in komutanlık saati yapması gerekmiş. O da askerlere küresel ısınma gibi konula­ rı anlatmış. Agit sadece üreme sağlığı ve aile planlaması ders­ lerinin cidddiyetle yapıldığım, bu dersler için başka birliklere gittiklerini ve eğitimin tabip asteğmenler tarafından verildiği­ ni aktarıyor. Etnografik notlar ve derinlemesine görüşmelerden çıkan so­ nuçları iki noktada özetlemek mümkün. Birincisi, her ne kadar Silahlı Kuvvetler kurum olarak misyonunu bir ölçüde toplu­ mu eğitme hedefi üzerinden kurgulasa da, kışlada verilen eği­ tim bu kurgunun iddia ettiği düzeyde bir etkiye sahip olamı­ yor. Bununla bağlantılı olarak, bu eğitim bazı konularda dar anlamıyla belirli bir ideolojinin yaygınlaştırılmasına ya da ye­ niden üretilmesine katkıda bulunurken, bazı konularda böyle bir işleve sahip değil. Bu iki sonucun arka planına ilişkin üç ne­ den sıralamak mümkün. Birincisi, komutanlara bırakılan inisi­ yatif alanı. Kimi durumlarda komutanlar askerlikle doğrudan bağlantılı olmayan konulara uzanan eğitimi öncelikli görevleri olarak görmüyorlar. Kimi durumlardaysa komutanların siyasi perspektiflerindeki farklar söylem birliği oluşmasını engelliyor. İkinci olarak, eğitim vermesi öngörülen personelin formasyo­ nu her durumda bu türden bir faaliyeti yürütmeye yeterli değil. Bu durumun bir istisnası olarak, üreme sağlığı ve diğer sağlık konularında verilen konferansları hatırlamak gerek. Üçüncü olaraksa, askerlikle ancak dolaylı olarak bağlantılı olan eğitim­ ler bağlamında da Giddens’ın işaret ettiği kontrolün diyalek­ tiği süreci devreye giriyor. Yukarıda da belirtildiği üzere Gid­ dens için kontrolün diyalektiğinin esası disiplin süreçlerinde ast konumunda olanların da etki güçlerini tamamen kaybetme­ meleri. Eğitim bağlamında ast konumunda olanlar esas olarak eğitimin ulaşması hedeflenen askerler değil, eğitimi vermek­ le görevlendirilmiş olan subay, astsubay ya da uzman çavuş­ lar ve onlar da aldıkları emri yerine getirirken sürece etki edi­ yorlar. Zaten kışlada ikinci türden eğitimlerin yapıldığı mekân­

lar (bu kimi durumda yemekhane, kimi durumda bir dershane ya da toplantı salonu olabilir) çoğu kez Giddens’ın “tuhaf kö­ şeler” diye kavramsallaştırdığı, ast konumda olanların kendile­ rini hiyerarşi mekanizmasının gözetiminin dışına çıkardıkları mekânlar olarak işlev görmekte.57 Bu da kontrolün diyalektiği sürecine katkıda bulunuyor. Kürtçe Kışlanın ne derece ideolojik bir mekân olarak ele alınabilece­ ği sorusu üzerinde dururken kışlada Kürtçe konuşmaya ilişkin derinlemesine görüşmelerden derlenen bilgileri de dikkate al­ mak gerekmekte. Önce, Agit’in kışlada Kürt olmak üzerine an­ lattıklarına kulak verelim: Orduda askerin neredeyse yansı Kürtlerden oluşuyor diyebi­ liriz. Özellikle Diyarbakır yöresinden çok genç olduğunu farkettim. Kürtçe konuşmalar Kürt askerler arasında olurdu. An­ cak bu konuşmalar istirahat zamanlannda, rütbeli personelin olmadığı anlarda yapılıyordu. Özellikle acemilikte Kürtçe ko­ nuşan çok asker vardı. Tabii yaşanan bir çatışma nasıl Türki­ ye’de toplumlar arasında bir ayrışma ortaya çıkarıyorsa, asker­ de de ayrışmalar olabiliyordu. Özellikle milliyetçi ailelerin ço­ cukları Kürtçe konuşmalardan rahatsız oluyorlardı. Rütbeli personel arasında bu aynmı yapmayan olduğu gibi, bariz bir şekilde Kürtçe konuşmalardan ve hatta Kürt askerlerden nef­ retini gösteren rütbeli personel de vardı. Özellikle bir savaş es­ nasında Kürt askerlere güvenmediğini söyleyen uzmanlar var­ dı. Bu tepkilerini ise, Kürt askerleri askerde daha ağır işlerde ve görevlerde çalıştırarak, süründürerek adeta Kürtlerden inti­ kam alıyormuş hırsı ile hareket ediyorlardı.

57

Bunun tersi "yanaşık düzen” eğitimi için geçerlidir. Ağırlıklı olarak askerlere uygun adım yürümenin öğretildiği bu eğitim genelde birliğin içtima alanında yapılır. Eğitim alanının herkes tarafından görülebilir bir alan olması eğitim ve­ ren personel üzerinde bir denetim mekanizması oluşturur ve bu sayede eğitim sırasında dayak gibi infortnel cezalara asgari düzeyde başvurulur.

Kıbrıs'ta, bulunduğum birlikte Kürt çocukları vardı. Ancak bu çocuklar genelde korucu ve devletle işbirliği halinde olan ailelerin çocuklarıydılar. Dolayısıyla milliyetçi askerlerle daha ortak paydada buluşabiliyorlardı. Diğer yandan bu çocuklar korucu çocukları olmasına rağmen, Kürtçe konuşurlardı, ga­ zinoda Kürtçe halaylar çekebiliyorlardı. Bunlar tabii üst tertip­ lerdi, üst tertip olunca herkese sözleri geçerdi. Bu davranışlar bazen diğer Türk askerlerin hoşuna da giderdi, bu Türk asker­ ler birkaç Kürtçe kelime de öğrenmeye çalışırlardı. Ancak tele­ vizyonda Kürtçe üzerine siyaset veya çatışmada kayıplar olun­ ca tepkileri sert olurdu. Kürtler ile diğerleri arasında gerilim, haberlerde çatışmalar­ da asker kayıplan olunca özellikle milliyetçi askerler sert tepki gösteriyorlardı. Kürtler aleyhine küfrettikleri oluyordu. Eğer Kürt asker alt tertip ise, durumu sineye çekip gazinoyu terk ediyordu. Üst tertipse, özellikle korucu çocuklan karşı çıkıp Kürtlere karşı genelleme yapılmamasını, özellikle çatışan tara­ fa tepki vermesini söylüyorlardı. Kürtler askere gitse bir pişman, gitmese bin pişman. Eğer askere gitmezse, kendi geleceğini kuramayıp sürekli bir kaçak hayatını göze alacak, eğer giderse de bu tür ayrancılığa karşı sessiz kalıp bir nevi kölelik statüsünü kabul edecek. Ben de askerde Kürtçe konuşurdum. Tabii Kürt askerlerle. Bunun için çekinmekte bir sakınca görmüyordum. Çünkü bi­ zim birlik 130 kadar askerdi ve herkes bilirdi kim kimdir. An­ cak yeni gelenlerde ilk başlarda Kürtçe konuşmak için bir çe­ kinme olurdu. Onlar da zamanla duruma alışıp rahatça konu­ şurlardı. Komutanlar, askerler arasında Kürtçe konuşulduğu­ nu bilirlerdi. Ancak fazla müdahale etmezlerdi. Bazen komu­ tanlar, askerlerin şikâyetlerini kapalı zarflar içerisinde alıp de­ ğerlendirirlerdi. Bu şikâyetlerden birisi de askerler arasında Kürtçe konuşulmasıydı. Bunun üzerine komutanlardan birisi askerleri toplayıp, birlikte Kürtçe konuşulmamasını, bunu an-

cak terhis olup evlerine gittikleri zaman konuşabileceğini söy­ ledi. Bu yönde bir baskı ve telkinleri oldu.

Agit’in anlatıklarında öne çıkan noktalardan biri anadili Kürtçe olan bir askere kimi komutanların ciddi biçimde ayrım­ cılık yaptıklarına ilişkin algısı. Öne çıkan diğer bir nokta, Kürtlerin kışlada kimlikleri ile kurdukları ilişkinin sadece kışla bağ­ lamı içinde şekillendirilmediği, örneğin korucu ailesi mensu­ bu olmak gibi kışla dışına ilişkin statülerin de kışla deneyimi­ ne etki ettiği. Bu derinlemesine görüşmeden Agit’in bulundu­ ğu birlikte komutanların askerler arasında Kürtçe konuşuldu­ ğunu bildiklerini ve aşın müdahaleci bir tavır takınmadıkları­ nı da öğreniyoruz. Agit’in aktardığı şikâyet örneğini İrfan’m aktardığı benzer bir şikâyet örneği ile birlikte düşünmek gerekiyor. Bu şikâyet sıra­ sında da İrfan’m rütbesi, Agit’inki gibi, çavuş. Bir sabah nöbetçi çavuşlar birlik komutanına nöbetleri sırasında sorumlu olduk­ ları birliklerdeki vukuat durumları hakkında bilgi veriyorlar. Firar, hastaneye sevk, saklanamayacak boyutta bir kavga gibi rapor edilmesi kaçınılmaz olaylar dışında “nöbetimde vukuat yoktur komutanım” şeklinde tekmil verilmesi rutin olan bu uy­ gulamada, nöbetçi çavuşlardan biri yüzbaşıya askerlerin kendi aralarında Kürtçe konuştuklarını aktarıyor bir vukuat olarak. Yüzbaşının tepkisi nöbetçi çavuşa dayak atmak ve “biraz erkek olun, bir daha böyle şikâyetlerle benim karşıma gelmeyin” diye bağırmak oluyor. Agit’in birliğindeki şikâyet sonrasında kimse ceza almaz, konu genel bir telkine konu olurken, İrfan’m birli­ ğinde benzer bir şikâyet, şikâyetçinin gayriresmî bir şekilde ce­ zalandırılmasına yol açıyor. Bu bölümde ele aldığımız esas soruya, yani kışlanın ne de­ rece ideolojik bir mekân olarak ele alınabileceği sorusuna ge­ ri dönecek olursak, bu çalışma bağlamında derlenen niteliksel bilgiler kışlanın, kavramın dar anlamıyla, ideolojik özellikle­ rinin sınırlarına işaret ediyor. Kışlada verilen eğitim ancak bir yönüyle ideolojinin dar anlamına denk düşmekte. AB gibi, si­ yasi partilerin bile tutarlı bir pozisyon geliştirmekte zorlandık-

lan bir konu bir yana bırakılsa bile, kışla içinde ibadet pratiği ya da talebi ile karşılaşıldığında, Kürtçe konuşulduğunda ve­ ya Kürtçe konuşulması bir şikâyete konu olduğunda meselenin nasıl bir kurumsal perspektif ile ele alınacağı konusunda bir belirsizlik olduğu gözleniyor. Özellikle ibadet ve Kürtçe konu­ sunda standartlaşmış kurumsal karşılığının olmaması, Genel­ kurmay Başkanlıgı’nm siyasete müdahale etme amacıyla yaptı­ ğı, dar anlamıyla ideolojik açıklamalann, kışla deneyimine bire bir yansımadığı anlamına geliyor. C elbetm ek Fakat bu noktada kışla dahilindeki ideolojiyi düşünürken, bir siyasi görüş ya da “iktidan meşrulaştıran fikirler” gibi kavramın dar tanımlannı aşan, daha geniş tanımlannı da tartışmaya dahil etmek gerekiyor. Başka bir ifadeyle, ideolojinin dar tanımlannın ötesine geçmek zorunlu askerlik sürecinin nasıl deneyimlendiğine ve kışlada militarist kültürün üretilmesine ilişkin bütünlük­ lü bir çözümleme için gerekli gözükmekte. İdeolojinin daha ge­ niş tanımlanna örnek olarak “toplumsal yaşamdaki anlam, gös­ terge ve değerlerin üretim süreci” tanımını ya da “toplumsal ya­ şamın doğal gerçekliğe dönüştürülme süreci” tanımını hatırla­ mak mümkün.58 Bu geniş tanımlann antropolojik anlamda kül­ tür kavramının tanımına paralellik gösterdiğini vurgulamak ge­ rek. Louis Althusser’in “İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları'’ metni dar şekilde tanımlanmış ideoloji ile geniş şekilde tanım­ lanmış bir ideoloji kavramını aynı anda kullanmak için bir çerçe­ ve sunuyor. Althusser ordunun hem zor kullanan bir baskı aygı­ tı, hem de devletin ideolojik bir aygıtı olduğunu vurguluyor. Alt­ husser’in ifadesiyle ordu dışanya karşı sunduğu değerlerle ideo­ lojiyi kullanır.59 Althusser’in metninin belki de en sık atıfta bulu­ nulan kısmı geniş anlamıyla ideolojinin adlandırma (interpellation) üzerinden işlev gördüğüne ilişkin argümandır: “İdeoloji bi­ 58

Eagleton, a.g.e., s. 18.

59

Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin ideolojik Aygıtları, İstanbul: İletişim Ya­ yınlan, 2000, s. 35.

reyleri özne diye adlandırır”. Buna göre, ideoloji, “Hey siz orada­ ki” türünden gündelik sesleniş ve kişinin bunu kendisine yönel­ miş bir sesleniş olarak kabul ederek, seslenene doğru dönmesi süreci kişinin özneye (sujet) dönüşmesi, özneleştirilmesidir. Bu­ rada özne hem inisiyatif almayı içeren bir öznelliği, hem de daha yüksek bir otoriteye boyun eğmişliği, bir başkasının tabiyeti al­ tında olma durumunu belirtir.60 Kişinin adı söylenmeden adlan­ dırılması ya da çağrılması durumu kışladaki gündelik hayatın bir parçasıdır. Emirlerin anonim verilmesi esastır. Kışladaki askerler “Hey sen!” diye bağıran bir komutan duyduklarında kendilerine seslenildiğini düşünürler ve buna göre tepki verirler. Irıterpellation’un celbetme şeklinde Türkçeleştirilmesi önerisini izleyecek olursak,61 kışladaki bir seslenişin ötesinde zorunlu askerlik süre­ cinin genelinin nasıl bir ideolojik çerçeve olduğunu da yorumla­ yabiliriz. Milli Savunma Bakanlığı Askeralma Dairesi Başkanlığı zorunlu olarak askerlik yapacakları farklı aylara denk düşen celp dönemleri ile çağınr. Kısa dönem askerlik yapacaklar hangi ay­ da askere gideceklerini bir ölçüde kararlaştırabilirken, uzun dö­ nemler için ilçelere göre ayrılmış celp dönemleri belirleyici ol­ maktadır. Celp dönemi geldiğinde askerlik çağına gelmiş olanlar kendilerine “Hey sen!” diye seslenildiğini duyarlar. Bu sesleniş­ te isimler geçmez; doğum yılı, nüfusa kayıtlı olunan ilçe ve var­ sa mazeret ya da tecil gerekçeleri söz konusu olur. Dar anlamıy­ la tanımlanan ideoloji kavramı bu türden bir otoriteye tabi olma durumunu yorumlamak için yeterli bir çerçeve sunmaz. Ancak ideolojiyi kültür çerçevesiyle ilişkili olarak düşünmek bu süreci yorumlamaya yardımcı olabilir. İdeolojiyi kültür ile ilişkili düşünmek bağlamında Geertz’in “Bir Kültürel Sistem Olarak İdeoloji” başlıklı makalesi önem­ li bir referans noktası. Esas olarak ideolojiye yaklaşımı Althusser’in yaklaşımıyla benzerlikler gösteren Geertz,62 kültürü an­ lam kalıplarının ve kavrayışlar sisteminin bütünü olarak ta­ 60

Althusser, a.g.e., s. 63, 72.

61

Ulus Baker, “Marx’in Bir Çift Sözü Var”, Birikim, No. 84, 1996, s. 20-31.

62

Eagleton, a.g.e., s. 214 ve Dominik LaCapra, “Culture and Ideology: From Ge­ ertz to Marx”, Poetics Today, Cilt 9, No. 2, 1988, s. 377-394.

nımlıyor. Geertz’a göre anlam kalıplarının temel özelliği ta­ rihsel olarak aktarılmış olmaları ve simgelerde vücut bulmala­ rı. Kavrayış sistemleri de sembolik formlarda ifade ediliyor ve bu sistemler aracılığıyla insanlar iletişim kuruyorlar, kurduk­ ları iletişimi sürdürüyorlar ve yaşama ilişkin bilgi ve tutumla­ rını geliştiriyorlar.63 Geertz’e göre ideolojilerin temel işlevi ko­ lektif bilincin yaratılmasına sundukları katkı. Figüratif doğala­ rıyla ideolojiler aksi halde idrak edilemez olan sosyal durum­ ları anlamlı kılıyor ve bu durumların sınırlan dahilinde anlam­ lı edimlerde bulunmayı mümkün hale getiriyor. Bu bağlamda ideolojiler haritaya ya da matrikse benzetilebilir. Geertz metaforların dilin alanını genişletmesine benzer bir şekilde, ideolo­ jinin de içindeki bire bir anlamlarla, siyasal yaşamın dönüşüm­ leri tarafından üretilen sayısız “tanıdık olmayan şeyler”i eşleş­ tirmeye yarayan simgesel çerçeveler sağladığını vurguluyor. Geertz’in ifadesiyle ideoloji toplumsal düzenin şematik imge­ lerini oluşturması yoluyla insanların yaşadıklan toplumla olan bağlarını güçlendirir, insan bu sayede toplumsal bir varlık ol­ ma anlamıyla siyasal hayvan (zoon politikon) olur. Geertz ide­ oloji ile kültürel sembol sistemleri arasında bir işlev benzerli­ ği tespit etmektedir. Kültürel sembol sistemleri, davranış, dü­ şünce ve duygulara ilişkin kurumsallaşmış rehberlerin olmadı­ ğı durumlarda özel bir işleve sahip olurlar. Dışsal bir bilgi kay­ nağı olarak sosyal ve psikolojik süreçlerin şablonu olma işlevi görür. Geertz’e göre, insanın duygusal ya da topografik açıdan tanıdık olmadığı yerlerde şiire ve yol haritasına duyduğu ihti­ yaç, bu işleve duyduğu gereksinim ile ilgilidir. Geertz, siyasetin mantıklı bir biçimde kavranmasını, ikna edici imgeler sağlaya­ rak, mümkün kılan ideolojinin de aynı işlevi yerine getirdiği­ ni düşünmektedir. Bu işlev benzerliği çerçevesinde kültür ka­ lıpları ideolojik programlardır. Geertz’in ifadesiyle “bütün ide­ olojik ifadeler figüratif değildir ... Bir bölümü oldukça bire bir, bir bakıma yere sağlam basan savlardan oluşur.”64 Fakat, ideo­ 63

Clifford Geertz, Kültürlerin Yorumlanması, Ankara: Dost Kitabevi Yayınlan, 2010, s. 111.

64

Geertz, Kültürlerin Yorumlanması, s. 242.

lojileri “simgesel çıkış noktalan” üzerinden çözümleme önerisi uyarınca Geertz, anlam katmanlaşması olan metaforun ideolo­ ji ile olan bağını vurgular.65 Geertz’i takiben, genel olarak zorunlu askerlik sürecinin, özel olaraksa kışlanın geniş anlamıyla ideolojinin kültürel bir sisteme dönüştüğü süreç ve mekânlar olduğu söylenebilir. Semboller, sloganlar ve (törensel olan ya da sıradan) ritüellerle dolu bir mekân olan kışla, ideolojinin sağladığı simgesel çer­ çeveler ile doludur. Zorunlu askerlik süreci ve kışla deneyimi bu simgesel çerçeve içinde sosyalleşmeyi dayattığı ölçüde ko­ lektif bilinci ve kültürel çerçeveyi şekillendirir. Özellikle süreç­ ten her erkeğin geçtiğini bizzat görmek, askerliğin kitleselliği­ ne tanık olmak, sürecin normal olduğuna ilişkin bir algı yara­ tır. işte tam da bu normalleştirme etkisi üzerinden, zorunlu as­ kerlik kültürel bir çerçeveye dönüşür. Agit’in anlatıklannı tek­ rar hatırlayacak olursak, bu kültürel çerçeveye dönüşmüş as­ kerlik kişinin (elbette erkek bir kişidir söz konusu olan) “gele­ ceğini kurmak” ile “sürekli bir kaçak hayatı göze almak” ara­ sındaki tercihinde, toplum tarafından makul olarak kabul edi­ len yoldur. “Geleceğini kurmak” isteyen herkesin askere gitti­ ğini görmek süreci normalize eder ve sıradanlaştırır. Özellik­ le acemilik dönemlerinin geçirildiği eğitim birliklerinin kitleselliği sürece katılanları yaşananın normal olduğuna ikna eder. Kışla sosyalleşmesine eşlik eden kültürel çerçevenin, birbirleriyle ilişkili, üç ana unsurundan söz etmek mümkün. Birinci­ si, bu kültürel çerçeve güçlü ordunun ve zorunlu askerliğin ge­ rekli olduğunu vaaz etmekte. Silah sevgisi ya da silahın nor­ malleştirilmesi, disiplinin ve emir-komuta zincirinin gereklili­ ği ve kaçınılmazlığı söylemi de yine bu birinci unsurun içinde yer alıyor. İkinci unsur olarak zorunlu askerlik sürecinin top­ lumsal cinsiyet bağlamında kurucu rolü beliriyor. Bir sembol­ 65

Metafor (eğretileme) ideolojinin dayandığı tek biçemsel kaynak değildir. “Metonimi (düzdeğiştirmece) (‘size sunabildiğim tek şey kan, ter ve gözyaşı’), abartma (‘Bin Yıllık Reich’), kapsam daraltma (‘geri döneceğim’), kapsamlayış CWall Street’), oksimoron ( “Demir Perde”), kişileştirme (‘hançeri tutan el onu komşusunun sırtına sapladı’) ” ideoloji bağlamında düşünülmesi gereken diğer biçemsel kaynaklardır; Geertz, Kültürlerin Yorumlanması, s. 242.

ler bütünü olan zorunlu askerlik süreci, en genel anlamda ken­ disi de erkek olmanın sembolüne dönüşüyor. Zorunlu askerlik kimi durumda zorluklara dayanma, kimi durumda nefse haki­ miyet, kimi durumdaysa vatana hizmet olarak sunuluyor ve bu süreçlerden geçmeksizin erkek olunamayacağı vurgusu kışla­ nın gündelik hayatında sık sık dile getiriliyor. Geertz’i takiben bir kültürel sistem olarak ideolojinin toplumsal düzenin şema­ tik imgesi olduğu önermesini ciddiye alıyorsak, bunu askerli­ ğin toplumsal cinsiyet ile olan ilişkisi bağlamına da uyarlamak gerekir. Zorunlu askerlik normatif erkekliği tanımladığı ölçüde patriarkayı yeniden üretir. Üçüncü olarak, bu kültürel çerçeve bir dizi milliyetçi sembol ve söylemi de içermektedir. Bu üç unsur ekseninde özetlenebilecek olan bu kültürel çer­ çeve, ideolojinin dar tanımının ötesine geçen bir çözümleme gerektirmektedir. Kapsayıcı bir kurum olarak kışla, ideoloji­ nin dar anlamıyla sınırlı bir endoktrinasyon mekânı olarak gö­ rülemez. Kışla deneyiminin esas etkisi kültürün kapsayıcılığmda ve normalleştirici etkisinde gizlidir. Kışlada vaaz edilen gö­ rüşler her durumda ideolojinin dar anlamının sahip olacağı bir netliğe sahip değildirler ve kişiler üzerindeki etkileri ancak kül­ türel bir çerçevenin sınırlan daha belirsiz etkisi kadardır. Kül­ türel bir çerçeve, o kültürü benimseyen farklı kişiler tarafından farklı oranlarda benimsenir ve yeniden üretilir. Dolayısıyla zo­ runlu askerliğin sonuna gelindiğinde süreci yaşamış olanların hepsi aynı fikirler kümesini aynı ölçüde benimsemiş olarak kış­ ladan ayrılmazlar. Sem boller Bir kültürel sistem olarak ideolojinin semboller üzerinden çalıştığından hareket ederek kışladaki sembolleri şu şekilde sı­ ralayabiliriz. Her şeyden önce mekânsal olarak sınırları, du­ varları, tel örgüleri ve nizamiyesi ile kışlanın kendisi bir sem­ boldür. Esas olarak gündelik hayattan ayrılmışlığı sembolize eder. Kışlanın içinde de bir dizi sembolle karşılaşılır. Bayrak, Atatürk anıtı ya da büstü, duruma göre anıta ya da büste eş­

lik eden toplar ve çevredeki rütbeli rütbesiz üniformalılar kış­ lada ilk anda göze çarpan sembollerdir. Yürüyüş kararlarında sayılan “Türk, Öğün, Çalış, Güven”, “Ne Mutlu Türküm Di­ yene” gibi Atatürk’ün vecizeleri duvarlarda da yazılıdır. Kışla­ nın muhtelif yerlerinde (kışla sınırları içinde kalan bir tepe ya da içtima alanı) Atatürk’ün profili ya da onu Kocatepe’ye çı­ karken tasvir eden bir metal figür olabilir. İç mekânlarda Ata­ türk’ü mareşal üniformasıyla gösteren fotoğraflara sıkça rast­ lanır. Ayrıca Atatürk’ün “Mehmetçik; dünya üzerinde senden daha cesur daha temiz yürekli ve daha sağlam karakterli bir askere rast gelinmemiştir” gibi sözleri de duvarlarda yer alır. Kışlanın genelinde emir kipinde yazılmış talimatlardan bolca bulunur. Bu talimatlar yanması gerekmeyen bir ampülü sön­ dürmekten, ellerin nasıl yıkanacağına ilişkin bir açıklamaya, silahlıkta uyulması gereken kurallardan, yemek duasına kadar kışladaki hayatın hemen hemen tüm detaylarını kapsar. Kış­ ladaki emir-komuta zincirinin sembolleri gibi düşünülebile­ cek olan bu talimatların etkisi askerler kışlada yaşamaya baş­ ladıkça azalmakta, her gün aynı talimatın altında ellerini yı­ kayan askerler için talimatlar muhtemelen zamanla görünmez olmaktadırlar. Kışladaki sembolizmin önemli bir unsuru da marşlardır. Be­ nim gibi, acemilik dönemini bir piyade eğitim alayı ya da tuga­ yında geçiren askerler Piyade Marşı’nı defalarca söylerler. Usta­ lık döneminde marşın söylenme sıklığı düşse de farklı durum­ larda yine aynı marş söylenir: Güneş doğar dağları gölgeler bu renk Gümüş sularda yanar altın bir çelenk Hasret dolu bir sıla gönlümüzde cenk Süngüler parlasın ufkun üstünde Her yaram bir çiçek gibi Kanımla sularım bu yeri Yurduma bahar yaparım Göğsüme taktığım gülleri

Şimşekli bombalardan bir ölüm takın Çelikten tanklarıyla gelse bin akın Bizden zafer bekleyen ülkeler yakın Yer ateş gök ateş şanlı piyade

Geertz’in saydığı metafor, abartma, kişileştirme gibi farklı biçemsel kaynakların neredeyse hepsini ihtiva eden bu marştaki sembolizm dış Türklerden kan vurgusuna kadar pek çok unsu­ ru kapsamakta. Piyade Marşı’nda ilk dikkat çeken unsur sava­ şın belirgin bir şekilde yüceltilmesidir. Marştaki semboller sa­ vaş alanında çekilen acılar sayesinde ülkenin mutluluğa kavu­ şacağını vaaz eder. Bu denklem askere şan yüklemekte, bu kül­ türel çerçeve bağlamında askerlik katılmak istenen bir süreç olarak kodlanmaktadır. Semboller hakkmdaki tartışmaya bir soru ile devam etmek uygun olur. Yukarıda zorunlu askerliğin bir kültürel çerçeveyi ve kolektif bilinci şekilendirdiği vurgulandı ve bu kültürel çer­ çeve üç unsur etrafında tanımlandı. Tekrarlamak gerekirse, ilk unsur olarak güçlü ordunun, zorunlu askerliğin, disiplinin ve emir-komuta zincirinin gerekliliği vaaz edilmekte, ikinci un­ sur olarak, zorunlu askerliğin toplumsal cinsiyet bağlamındaki rolü beliriyor. Üçüncü olaraksa, bir kültürel çerçeve olarak zo­ runlu askerlik sürecinde bir dizi milliyetçi sembol ve söylem de belirleyici bir role sahip. Bu hatırlatmadan sonra tartışmak iste­ diğim soru şu: Zorunlu askerlik tarafından şekillendirilen kül­ türel çerçeve kışlada askerlik deneyiminin en çok hangi unsu­ runda somutlaşır? Etnografik notlarıma dayanarak bu soru üzerine düşündü­ ğümde içtimalann kültürel çerçeveyi somutlaştırmada önem­ li olduğu sonucuna ulaşıyorum. Farklı unsurlarıyla içtimalann askerliğin sembolü olduğunu söylemek mümkün. İçtimalar da sınıflandınldığında törensellik boyutu öne çıkan alay ölçeğinde yapılan içtimalardan ziyade, takım ya da bölük içtimalannın ve bu içtimalara eşlik eden konuşmalann kültürel çerçevenin elle tutulur hâle geldikleri anlar olduğunu söylemek mümkün. Içtimanın esas amacı birliğin birlik komutanı tarafından kontrol

edilmesi, hasta, firari ya da “arazi” bir askerin olmadığının teyit edilmesidir. Kışladaki her gün içtima ile başlar. Askerler hafta­ nın belirli günleri sabah içtimasına tüfekle katılırlar. Öğle, ak­ şam ve yat içtimalannda da kontroller tekrarlanır. Spor, silah bakımı, atış talimi gibi etkinlikler de içtimalardan hemen son­ ra başlar. Sabah içtimaları “Dikkat” komutuyla açılır. Takım ya da bölükteki er, erbaş ve astsubay sayısı söylenerek birliğin ko­ mutanın “emir ve görüşlerine” hazır olduğu belirtilir. Komutan “Rahatta Dinle” komutu verene kadar tüm askerler esas duruş­ tadır. Askerlere yapılması gereken duyuruların bir bölümü de içtimalarda yapılır. Yaklaşan bir denetleme ya da bir üst rütbe­ linin ziyareti gibi önemli olaylar içtimalarda dile getirilerek as­ kerlere emirler verilir ve gerekli uyarılar yapılır. Komutanlar birlik ile ilgili genel hoşnutsuzluklarını da -örneğin koğuşun düzenine ilişkin azar, sporda gayretsizliğe ya da önceki günler­ de yaşanmış bir kavgaya ilişkin uyarılar- içtimalarda dile geti­ rirler. Bir “vukuat”ı olan asker, öncesinde azarlanmadıysa içtimada azarlanacağını bilir. Bazı durumlarda öncesinde azarla­ nan asker içtimada bir kez daha azarlanır. “Vukuat”ı olan asker içtimayı azarsız atlatırsa “yırttığını” düşünür. Ocak ayındaki bir içtimaya ilişkin notlanm kültürel çerçe­ venin üçüncü unsuru olan milliyetçi söylemin bir içtimada na­ sıl belirdiğine ilişkin bir örnek. Ocak ayında karlı bir sabahtı. Kar mıntıka temizliğini bir bakıma kolaylaştırır; çünkü izma­ rit gibi çöpler karın altında kalırlar. Ama bir yandan da zorlaş­ tırır çünkü yürüme ve araç yollarını açmak gerekir. O karlı sa­ bah da tüm takım yollan açma işine koyuldu. Saat 8 olduğun­ da henüz temizlenmesi gereken yolun daha ancak küçük bir kısmı temizlenmişti. Takımın astsubaylannın gelmesine karşın normal içtima yapılmadı ve herkes kar temizliğine devam etti. Fakat temizlik kabul edilebilir bir seviyeye gelmeden alay ko­ mutanının aracı kışlaya giriş yaptı. Albay takımın temizlemekle sorumlu olduğu yerden geçerek binaya girdi. Takımın komu­ tanı da alay komutanı ile binaya girdi. Başımızda kalan takımın ikinci komutanı olan astsubay kıdemli başçavuş, gayet sinir­ li biçimde temizliği yönetti bir süre daha. Sonra nöbetçi çavu­

şa takımı içtima düzeninde toplamasını emretti. İçtima konuş­ masının ilk kısmı saf azardan itibaretti. “Sığır”, “salak” gibi ifa­ delerin yer aldığı azar kısmı bitince, komutan bu kez bir ölçü­ de makul bir ses tonuna geri dönerek, herkesin sorumluluğu­ nu zamanında yerine getirmesinin esas olduğunu, böyle yapıl­ madığında hep birlikte karda üşüdüğümüzü anlattı uzun uzun. Komutan konuşmasını şöyle bağladı: “Siz işinizi düzgün yap­ mazsanız, insanlar sokağa çıkıp ‘Hepimiz Ermeniyiz’ diye bağı­ rırlar. Gördünüz işte geçen gün neler oldu.” Hrant Dink’in ce­ nazesi bu içtimadan bir hafta öncesine denk geliyordu. Yemin töreni Kışladaki sembolleri düşünürken, kışla yaşamına eşlik eden ritüelleri de resme dahil etmek gerekir. Yemek duaları, bölük, tabur, alay ya da tugay ölçeğinde yapılan içtimalar, hatta kışla­ da ast ile üstün karşılaştığında yapılan selamlaşma kışladaki ritüellere örnektir. İçtimalar törensel ritüellere denk düşerken, selamlaşma rutinleşmiş bir ritüeldir. Bütün bu ritüellere farklı oranlarda kutsallık vurguları eşlik eder. Kutsallık vurgusunun en üst düzeye çıktığı ritüel ise acemilik döneminin sonundaki Yemin Töreni’dir. Yemin eden acemi erler, artık gerçek anlam­ da asker kabul edilirler. Yemin Töreni sonrası askerler eğitim birliklerinden ayrılarak usta asker olarak esas görev yapacakla­ rı birliklerine doğru yola çıkarlar. Acemi askerin üzerinde silah zimmeti ve nöbet görevi yokken, yemin etmiş askerin üzerinde zimmetli silah ve nöbet sorumluluğu olur. Acemi askerler çar­ şı iznine çıkamazken, sıradan bir kışlada bulunan askerler her haftasonu ya da 15 günde bir düzenli olarak çarşı iznine çıkar­ lar. Bu anlamda statü değişikliğine tekabül ettiği ölçüde Yemin Töreni formel bir geçiş ritüelidir (rite o f passage). Normal gün­ lerde kışlada görülenin sadece üniformalılar olmasının sembo­ lizmine karşıt, Yemin Töreni günü etrafta siviller olur. Önemli bir farklılıktır bu. O gün muvazzaflar da kamuflaj diye tabir edi­ len eğitim üniformalarını değil, günlük üniformalarını giyerler. Bundan duydukları mutluluğu belli eden şakalaşmalardan çe­

kinmezler. Ziyaretçi sivillerin bir bölümü kadın olduğundan tu­ valetler düzenlenir ve bazıları kadınlara ayrılır. Derinlemesine görüşmelerden genel olarak Yemin Töreni’ne ilişkin hatırlanan­ ların, günlerce süren provalar ve bazı görüşmeciler için de aile­ lerini görmek olduğu ortaya çıkıyor. Törenin odak noktası olan yemin faslı “Silah ve arkadaş tut” emriyle başlar. Yemin metni namus ile askerlik namusunu eşitlemektedir. Yemin sırasında sağ el üzerinde bayrak ve silah bulunan masaya, sol el ise solda­ ki askerin sırtına konur. Bir bakıma yemin bayrak, silah ve silah arkadaşı üzerine edilir. Yemin metni şöyledir: Barışta ve savaşta, karada, denizde ve havada, her zaman ve her yerde, milletime ve cumhuriyetime, doğruluk ve muhab­ betle hizmet ve kanunlara ve nizamlara ve amirlerime itaat edeceğime ve askerliğin namusunu, Türk sancağının şanını, canımdan aziz bilip, icabında vatan, cumhuriyet ve vazife uğ­ runda, seve seve hayatımı feda eyleyeceğime, namusum üzeri­ ne and içerim.

Törenin atmosferinde komutan metni parça parça okur. Ye­ min eden askerler komutanın söylediklerini tekrar ettikçe me­ tin yankısıyla birlikte duyulur: “Barışta ve Savaşta” / “Barışta ve Savaşta” / “Karada” / “Karada” / “Denizde ve Havada” / “De­ nizde ve Havada” / “Her Zaman ve Her Yerde” / “Her Zaman ve Her Yerde” ... Tören sonrasında aileler ile buluşmak duygu­ sal bir andır. Aileler tören sırasında da, sonrasındaki buluşma anında da bol bol fotoğraf çekerler. Yemin töreni biter bitmez askerler dağıtım izinlerini alarak evlerine giderler. İzin sonrası usta birliklerine katılırlar. 100’den düşme Askerliğin başında yapılan Yemin Töreni resmî bir geçiş ritüeli olarak işlev görürken, askerliğin son evresine geçiş ise as­ kerlerin kendi aralarında düzenledikleri, informel bir geçiş ritüeli ile olur. 15 ay uzun dönem askerlik yapanlar, askerlik şube­ lerinden sülüslerini aldıkları günden itibaren 460 gün boyun­

ca askerlik yaparlar. Askerliği boyunca hemen her asker terhi­ sine kaç gün kaldığım bilir. Buna kışla deneyiminde şafak say­ mak deniyor. Genelde bir birlikte bütün askerler diğerlerinin de devrelerini bildiklerinden herkes herkesin şafağının kaç ol­ duğunu, erken sevk, izin kullanma, yol izni farklan gibi detay­ lar hariç yaklaşık olarak bilir. “Şafak 100” demek askerlikte bir merhaleye tekabül eder. Yolun çoğu gitmiş azı kalmıştır. Bun­ dan sonraki şafaklar çift haneli sayılardır. Bu şafak sayısına ula­ şan askerlere arkadaşları bir kutlama düzenlerler. Aslında bu ritüelin mantığını bilmeksizin ilk kez izleyenler, örneğin kışlaya yeni gelmiş kısa dönemler, bir askere kötü bir şey yapıldığı izle­ nimine bile kapılabilirler. Bu kutlamaya “100’den düşme” denir. Mesai saatleri dışında ve nöbetçi subayların da ortada gözükme­ diği bir zaman seçilir. Kutlanacak askerin ve kutlamada bulun­ ması şart olan yakın arkadaşlarının nöbet durumları dikkate alı­ nır. Kimi durumlarda 100’den düşme günleri yakın iki ya da üç asker için ortak bir kutlama da düzenlenebilir. Kimi durumlar­ da kutlanacak askerin kutlama anından haberi yoktur ama ge­ nel olarak o da bilir ne zaman yapılacağını, hatta bazen gün se­ çimi sürecinde söz sahibi olur. Genel olarak hafta içi akşam ye­ meği sonrası yat içtiması öncesi zaman dilimi ile hafta sonu öğ­ le içtiması ile akşam içtiması arası dönem 100’den düşme için ideal zaman dilimleridir. Kutlama, kutlanacak kişinin ıslatılma­ sına dayanır. Kışlada bulunan her türlü teçhizat, kova, hortum, yağ tenekesi, sürahi ıslatmak için kullabilir. Hatta eğer varsa as­ ker havuza da atılabilir. Ritüelin mantığını yaşatacak şekilde as­ ker kendini ilk ıslatan arkadaşına çok kızar, küfürler eder. O da diğerlerini ıslatır. Zaten ritüel çerçevesinde herkes eşofman gi­ bi ıslanmaya uygun bir kıyafetle gelmiştir. Su dışında, traş kö­ püğü, boya gibi şeyler de kullanılabilir. 100’den düşme bittiğin­ de en çok 100’den düşen asker olmak üzere, herkes ciddi biçim­ de ıslanmıştır. 100’den düşmelerde, kışlada fotoğraf makinası bulundurmak yasak olmasına karşın, bol bol fotoğraf çekilir.66 66

Kışla deneyimim sırasında fotoğraf çekildiğine sıkça tanık olmuştum, ama gö­ rüntü kaydı yapıldığım görmemiştim. Video kaydeden cep telefonları ve fo­ toğraf makinalannın yaygınlaşması ile (her ikisi de kışlada yasaktır) 100’den

Kışlada bulunan kısa dönemler hariç bütün askerler bu ritüeli önemserler ve yapılmasını doğal karşılarlar.67 100’den düşen as­ kerin en üst devre olmasına çok az kalmıştır. Bu koğuşta istedi­ ği yeri seçmekten, bazı angaryalardan kurtulmaya kadar bir di­ zi ayrıcalığın yaklaştığının habercisidir. Elbette en önemlisi tez­ kere yaklaşmaktadır. Derinlemesine görüşmelerde askerliğini uzun dönem yapan görüşmecilerin hepsinin 100’den düşmele­ rini tebessümle hatırladıkları gözlendi. 100’den düşmeyi ilk ola­ rak hangi ay yapıldığı ile hatırlıyorlardı. Kışa denk gelenler çok üşüdükleri de ifade ettiler. Resmî geçiş ritüeli olan Yemin Töreni’nde odak esas duruştur, fakat informel geçiş ritüelinde belir­ leyici olan üniformasızlıktır. Kışla deneyiminin resmî ritüellerin yanı sıra informel ritüellerini de yaratmış olması, kültürel çerçe­ veye dönüşmüş olan zorunlu askerliğin kültürel kapsayıcılığına ve normalleştirici etkisine işaret ediyor. E rkekliğe geçiş ritüeli İçinde farklı semboller barındıran zorunlu askerlik süreci­ nin en genel anlamda bir sembole dönüşüp erkek olmayı sem­ bolize ettiği yukarıda vurgulanmıştı. Aynı şekilde, içinde farklı türlerde (törensel olan, rutin, resmî, informel) ritüelleri barın­ dıran zorunlu askerlik sürecinin en genel anlamıyla kendisi de bir ritüel olarak işlev görmektedir. Ayşe Gül Altmay’ın ifadesi ile zorunlu askerlik etnik, dinî, sınıfsal veya eğitim düzeylerin­ deki farklılıklara rağmen genç erkeklerin (heteroseksüel) er­ kekliğe geçiş ritüelidir.68 Askerlik süreci ile erkekler çocukluk ve ergenlikten ayırt edilmiş olurlar.69 Bu geçiş ritüelinin arka düşmelerin anılaştınlmasında görüntü kayıtlarının da devreye girdiği anlaşılı­ yor. Ekim 2012 itibariyle YouTube’da 10’dan fazla 100’den düşme videosu bu­ lunmakta. 67

Üniversite mezunu olan kısa dönemler toplam 156 gün askerlik yaparlar. Bir kısa dönem asker için şafak 100 olduğunda henüz askerliğin yarısı dahi bit­ memiş olduğundan bir kutlama yapılmaz. Kısa dönemler uzun dönemlerin bu âdetine küçümseyerek bakarlar.

68

Altınay, The Myth o f the Military-Nation, s. 77 ve Altınay, “‘Askerlik Yapmaya­ na Adam Denmez’: Zorunlu Askerlik, Erkeklik ve Vatandaşlık”.

69

Segal, Ağır Çekim: Değişen E rkeklikler, Değişen Erkekler, s. 170.

planını analiz etmek normatif erkeklik olarak kavramsallaştırı­ lan sosyal standartlara atıfta bulunmak ile mümkün olur. George L. Mosse’ye göre normatif erkeklik, erkeklere, ait olduk­ ları düşünülen grubun bütün özelliklerini atfetmektir. Norma­ tif erkekliğe göre bütün erkeklerin ideal erkekliğe uyma çabası içinde olmaları gerekmektedir. Bu çerçevede modern erkeklik ahlak ve davranış biçimlerini normatif olarak belirleyerek han­ gi davranışların tipik ve kabul edilebilir olduğunu ve uyulma­ sı gereken görünüm, hal ve tavırları saptar.70 Normatif erkeklik zorunlu askerlik sürecinden geçmeyi erkekliğin normu olarak kurgular. Altmay’ın ifadesiyle zorunlu askerlik “sadece, veya belki de öncelikli olarak, vatana ödenen bir borç değil, makbul erkekliği tanımlayan bir pratik olarak görülmektedir. Askerlik erkekliğe geçişin bir merhalesidir ve bu yoldan geçmemiş erke­ ğe ‘eksiklik’ duygusu hissettirecek kadar yaygın bir norm hali­ ne gelmiştir.”71 Bir geçiş ritüeli olarak zorunlu askerliğin gü­ cü yasal yükümlülük olmasından ve kurumsal yapısından kay­ naklanmaktadır. Agit’in anlattıklarını bir kez daha hatırlaya­ cak olursak, zorunlu askerlik sürecinden geçmek erkeğin “ge­ leceğini kurma”sı için gereklidir. Askerlik bitmeden kalıcı bir iş bulmak imkânsıza yakındır. Askere gitmemek, yani bakaya durumuna düşmek, bir dizi haktan yararlanamamak anlamına gelmektedir. Bunlara ilaveten toplumun genel olarak askerliği bir evlilik koşulu olarak konumlandırması askerliğin geçiş ri­ tüeli özelliğini arttırır. Buraya kadar yapılan tartışma kışlanın ne derece ideolojik bir mekân olarak ele alınabileceği sorusuna odaklandı. Bu so­ ruya yanıt ararken, kışlada verilen eğitimin kısmen dar anla­ mıyla ideolojik olduğu ve Genelkurmay Başkanlığı’nın dar an­ lamıyla ideolojik açıklamalarının kışla deneyimine bire bir yan­ sımadığı vurgulandı. Bu noktadan hareketle ideolojiyi geniş anlamıyla düşünmenin, yani ideolojinin toplumsal yaşamdaki 70

George L. Mosse, The Image o f Man: The Creation o f M odem Masculinity, New York; Oxford: Oxford University Press, 1998, s. 3-16.

71

Altınay, “‘Askerlik Yapmayana Adam Denmez’: Zorunlu Askerlik, Erkeklik ve Vatandaşlık”.

anlam ve değerlerin üretilmesindeki rolüne ve normalleştirici etkisine odaklanan bir tanımının kışla deneyimini anlamak için daha isabetli olduğu belirtildi. Bu geniş tanımın kültür çerçe­ vesi ile ilişkisi ve işlev birliği vurgulandı ve Geertz’i takip ede­ rek ideolojilerin kolektif bilinç yaratılmasına sundukları katkı­ nın ancak ideolojilerin kültürel sistemler olarak ele alınması ile mümkün olacağı belirtildi. Zorunlu askerliğin erkekliğin sembolü ve erkekliğe geçiş ritüeli olması bu ana argümanın somutlaştığı noktalardan biri. Askerliğin bir geçiş ritüeli olarak kabul görmesi öylesine bir kapsayıcılığa sahip ki bunu dar anlamıyla ideoloji çerçevesin­ de çözümlemek imkânsız. Ancak ideolojinin kültür ile kesişti­ ği geniş tanımına atıfta bulunmak sürecin etkisini açıklayabili­ yor. Çünkü kurumsal çerçevesi ile zorunlu askerlik ayrım gö­ zetmeksizin bütün erkeklerin yaşam akışında (life cycle) fiilî bir bariyer oluşturmakta ve bu bariyeri aşmak da bir geçiş süre­ ci olarak kabul edilmekte. Kültürün sembollerde vücut bulan anlam kalıpları şeklindeki tanımını hatırlayacak olursak, süre­ cin her türlü ayrımı aşan genelliğinin normalleştirici bir etkisi olmakta. Bu normalleştirici etki de kolektif bilinçte geçiş ritüelinin yerini güçlendirmekte. Militarizmin orduya ait değerlerin ve pratiklerin yüceltilmesi ve bu değerlerin sivil alana etki ede­ rek toplumun egemen değerleri olarak algılanması şeklinde­ ki tanımını hatırlayacak olursak,72 militarizm de dar tanımıy­ la ideoloji çerçevesinde değil, ideolojinin bir kültürel sistem ol­ ması çerçevesinde anlaşılabilir. Militarizm belirli bağlamlar­ da ideolojinin dar tanımındaki özellikleri gösterir. Daha ge­ nel olaraksa ideolojinin kültür ile kesişimine benzer bir şekil­ de anlamlandırma ve kolektif bilinç yaratma işlevine sahiptir. Bu işlev çerçevesinde militarist kültüre dönüşür. Bireyler, ha­ yatlarını izole olarak idame ettirmedikleri ölçüde, zorunlu as­ kerlik de sadece tekil askerlerin yaşam akışında bir bariyer teş­ kil etmez. Zorunlu askerliğin etkisi annelere, babalara, kardeş­ lere, sevgililere, nişanlılara, eşlere ve hatta çocuklara da sirayet eder. Bu etki çerçevesinde siviller de kışladaki kültürel çerçe­ 72

Altınay, “Militarizm".

venin sembollerinden haberdar olurlar ve kışlanın geçiş ritüellerini önemserler. Bir geçiş ritüeli olarak zorunlu askerlik onla­ rın da hayat akışında önemli bir nokta olur. Ailelerin zorunlu askerliğe atfettikleri önem ve sürece ilişkin duydukları endişe­ ler zorunlu askerliğin geçiş ritüeli özelliğini kuvvetlendirir. As­ kere gitmeden önce yenen aile yemekleri, yapılan uğurlama tö­ renleri73 ya da kimi durumda düzenlenen konvoylar ve elbet­ te tezkere sonrasındaki karşılamalar geçiş ritüelinin kışla dene­ yiminden daha geniş bir çerçevede gerçekleştiğine işaret eder. Yukarıda kültürel çerçeveye dönüşen zorunlu askerliğin önemli sembollerinden birinin içtimalar olduğu belirtilmişti. Kültürel çerçevenin birinci unsurunun içinde silah sevgisi ya da silahın normalleştirilmesinin yer aldığı yukarıda vurgulan­ mıştı. Kültürel çerçevenin ikinci unsuru olarak zorunlu asker­ lik sürecinin erkekliğin sembolü olarak kabul edildiği ölçüde toplumsal cinsiyet bağlamında kurucu bir rol üstlendiği belir­ tilmişti. Bu unsurların içtimalardaki yansımalannı not etmek, zorunlu askerliğin erkekliğe geçiş ritüeli olma özelliğini anla­ maya yardımcı olabilir. Elbette ikinci unsur kimi zaman birin­ ci unsur ile, iç içe geçer. Örneğin “silah namustur” konuşma­ larının yapıldığı bir içtima bir yandan silah sevgisini vurgular­ ken bir yandan da normatif erkeklik çerçevesinde, erkekliğe dair normlar vaaz etmektedir. Fakat ikinci unsurun özerk ola­ rak belirginleştiği içtimalar da etnografik notlarım arasında yer alıyor. Bunlar arasında en ilginci üç kere tekrarlanan bir konuş­ ma. Bulunduğum takımın komutanı ikinci dereceden kıdemli bir başçavuştu. Oldukça yaşlı bir astsubay olan takım komuta­ nının kışlanın komutanı olan albay ile yaşıt olduğu söylentile­ ri vardı. Her içtimada nöbetçi çavuş yoklama çizelgesini komu­ tana verir, komutan da “gayrı” diye tabir edilen eksikleri kon­ trol ederdi. İçtima mantığı çerçevesinde ilk kontrol mevcudun sayısı ile “gayrTların toplamının, izne gidenler hariç takımın toplam asker sayısını vermesiydi. İkinci kontrol ise nöbetçiler, santralde görevliler gibi rutin “gayn”lar dışındakilerin meşru bir nedenleri olup olmadığına bakılmasıydı. Komutanın kafa­ 73

Selek, Sürüne Sürüne E rkek Olmak, s. 45-54.

sı başka yerde olduğunda bu hesaplamalardan biraz sıkılır, he­ le şoförlerin ve hatçılann görevleri, hastane şevkleri gibi meş­ ru nedenlerle “gayn”lann çok olduğu içtimalarda hesaplamala­ ra pek bakmazdı. Özellikle böyle detayına girmediği içtimalar­ da yapmayı sevdiği bir konuşma vardı: Komutan olarak herke­ sin nerede olduğunu bilmesi gerekiyordu. Evde de durum ay­ nıydı. Hanım nerde, çocuklar nereye gitmiş hep bilmesi gereki­ yordu. Hanım da bundan sorumluydu. Komutan evde hanıma “şu nerde” diye sorduğunda hanımın görevi hemen söylemek­ ti. Komutan konuşmasını “yann öbür gün evlenince, siz de ay­ nısını yapacaksınız ha!” diye bağlıyordu. Ben askere gitmeden önce, askere gitme planlarım çerçeve­ sinde değil, bir sosyoloji ve sosyal antropoloji bölümü doktora öğrencisi olarak Ayşe Gül Altınay’ın The Myth o f the MilitaryNation: Militarism, Gender and Education in Turkey adlı kitabını okumuştum. Bu tarz konuşmanın yapıldığı ilk içtimada aklıma hemen Altınay’m kitabındaki şu alıntı geldi: Köyüne gidip de düğünü olduktan sonra Kezbamna askerde gördüklerini bir bir anlatacak; bir sıra üzerine bellediği ve hiç nefes almadan söylediği hazır ol vaziyetini ona da öğretecek­ ti. ... Karısına bunlan birdenbire anlatınca Kezban Hüsmenin bildiklerine parmak ısırıp kalacak; karısının bu bilgiye hay­ reti Hüsmenin gururunu okşıyacak, koltuklarını kabartacak­ tı. Hele Kezbana künyesini belletmek ilk iş olacaktı. Kezban [...] diye ismini çağndıkça kansı bir asker gibi koşarak Hüs­ menin karşısına dikilecek ve resmî selamı aldıktan sonra: Ali kızı Kezban, 329 Poturlar [...] Emret, efendim! diye Hüsmenden emir bekleyecekti.74

Altınay bu alıntıyı tek-parti döneminde Halk Evleri tarafın­ dan yayımlanan Ülkü dergisinden yapıyordu. 1933’te yayımla­ nan bu kısa askerlik hikâyesi Hüsmen’in tezkere almadan ön­ ce kışladaki son gününü anlatır. Kurguya göre Hüsmen’in tez­ kere heyecanı askerliğin bitmesine yönelik değil, askerlikte öğ­ 74

Altınay, The Myth o f the Military-Nation, s. 77; Altınay, “‘Askerlik Yapmayana Adam Denmez’: Zorunlu Askerlik, Erkeklik ve Vatandaşlık”.

rendiklerini sivil hayatında kullanabilecek olma heyecanıdır. Bu da ilk olarak evde emir-komuta zincirinin kurulması ve esas duruşun eve taşınması ile başlayacaktır. Aradan 70 küsur yıl geçtikten sonra, benim bulunduğum takımın komutanının as­ kerliği ve erkekliği anlayışı, Ülkü'de yer alan bu kısa hikâyedeki anlayışın şaşırtıcı biçimde devamı niteliğindeydi. Hâlâ askerlik deneyiminin, erkeklere sivil hayata taşımaları ve aileleri üzerin­ de uygulamaları gereken bir komuta ve kontrol becerisi kattığı düşünülüyordu. Erkekliğe geçiş ritüeli bu becerinin kazınılması ve kazanıldığının resmîleşmesi süreciydi. Bu bölümün sonunda, kültür kavramının, kimi zaman fark­ ları görmezden gelinen fakat aralarında ciddi anlam ayrımları bulunan, farklı tanımlarını hatırda tutarak bir ihtiyat parante­ zine ihtiyaç var. Ayşe Gül Altınay ve Tanıl Bora 2000’li yıllar­ da askerliğin hâlâ “kültürel bir özellik” olarak kurgulandığını vurguluyorlar. Örneğin eski Genelkurmay Başkanlanndan Or­ general Hüseyin Kıvrıkoğlu görevdeyken yazdığı bir metinde, “‘Ordu-millet’ olarak bilinen Türkler, tarihte nice zaferler ka­ zanmış, birçok devlet kurmuş ve yaşatmışlardır. [...] Büyük Atatürk’ün belirttiği gibi, kahraman Türk Ordusunun zaferle­ ri ve mazisi insanlık tarihi ile başlamış ve her zaman zaferlerle beraber medeniyet nurlarını da taşımıştır” ifadelerine yer veri­ yordu.75 Türklerin kültürel olarak asker olduğuna ilişkin söyle­ min kökleri, İttihatçı dönemden itibaren izleri takip edilebilen Millet-i Müsellaha fikrinde yatmakta.76 Ayşe Gül Altınay’ın vur­ 75

Ayşe Gül Altınay ve Tanıl Bora, “Ordu, Militarizm ve Milliyetçilik”, M odem Türkiye’de Siyasi Düşünce: M illiyetçilik, Cilt 4, der. Tanıl Bora, İstanbul: İleti­ şim Yayınlan, 2000, s. 140-154. Emekli ve muvazzaf Silahlı Kuvvetler mensuplannın akademik çalışmalannda da askerliğin ulusun “kültürel” bir özelli­ ği olduğu iddia edilmekte; örneğin bkz. A. Kadir Varoğlu ve Adnan Bıçaksız, “Volunteering for Risk: the Culture of the Turkish Armed Forces”, Armed Forces & Society, Cilt 31, No. 4, 2005, s. 583-598.

76

Millet-i Müsellaha fikrinin İttihatçı kuşak ve Cumhuriyet’in kurucu kadrosu üzerindeki etkisi hakkında, bkz. M. Şükrü Hanioğlu, Atatürk: An Intellectual Biography, Princeton: Princeton University Press, 2011, özellikle “Das Volk in Waffen: The Formation of an Ottoman Officer” başlıklı ikinci bölüm, s. 31-47 ve Suavi Aydın, “Toplumun Militarizasyonu: Zorunlu Askerlik Sisteminin ve Ulusal Ordulann Yurttaş Yaratma Sürecindeki Rolü”, Ç arklardaki Kum: Vicda­ ni Red, Düşünsel K aynaklar ve Deneyimler, der. Özgür Heval Çınar ve Coşkun

guladığı üzere esasen bir mit olan ordu-millet fikri,77 orduyu Türk milletinin özü olarak görür. Bu kurguya göre, ordunun tarihi milletin tarihinden eskidir; milletin varoluşu da özü teş­ kil eden orduya bağımlıdır. Bu nedenle millet ordunun temel özelliklerine haizdir.78 Bu kurgu Türk askerlerinin itaatkar­ lığını etnikleştirerek, itaati Türklüğün kadim bir özelliği ola­ rak kodlar.79 Elbette bu çalışmada izlenen ideolojinin kültürel sistem olarak anlaşılması fikri ya da kışla deneyiminin kültü­ rel semboller ve geçiş ritüelleri çerçevesinde çözümlenmesi ge­ rektiği iddiası, kültüralist ve özcü bir perspektife yaslanan or­ du-millet fikrinden çok farklıdır. 1990’lardan itibaren antropo­ logların kültür kavramının çok daha temkinli kullanılması yö­ nündeki çağrıları bu çalışmanın ilham kaynaklan arasında yer alıyor.80 Bu çağrılann en önemlilerinden birini kaleme alan Li­ la Abu-Lughod’un ifadesiyle antropoloji söyleminde kültürün kullanılması, kültürel farklılıklann ve bu farklılıkların ima etti­ ği ayrımların aşırı vurgulanmasına yol açmaktadır. Bu çerçeve­ de Abu-Lughod’a göre kültür, ötekileştirmenin temel aracıdır. Abu-Lughod’un önerisi, antropologların kültürün ima ettiği Üsterci, İstanbul: İletişim Yayınlan, 2008, s. 25-48. Millet-i Müsellaha fikrinin Erken Cumhuriyet Dönemi’ndeki etkisi hakkında, bkz. Haşan Ünder, “30’lann Ders Kitaplanndan ve Kemalizmin Kaynaklanndan Biri: Millet-i Müsellaha ve Medeni Bilgiler”, Tarih ve Toplum, No. 192, 1999, s. 48-56 ve Gencer Özcan, “Türkiye’de Cumhuriyet Dönemi Ordusunda Prusya Etkisi”, Idea İnsan Bilimleri Dergisi, Cilt 1, No. 1, 2009, s. 10-69. 77

Altınay, The Myth o f the Militaıy-Nation.

78

Ahmet tnsel, Türkiye Toplumunun Bunalımı, İstanbul: Birikim Yayınlan, 1995, s. 300.

79

Güven Gürkan Ûztan 1934’de Erkânıharbiye Matbaası’nda basılan Askerin Ders Kitabı’ndan, “Türk askerinin yüksek itaatim, yalnız Türk tarihi değil; dünya milletlerinin tarihi de tasdik eder.” cümlesini aktarıyor; bkz. Güven Gürkan Öztan, “Türkiye’de Milli Kimlik İnşası Sürecinde Militarist Eğilimler ve Tesirleri”, bu derlemede yer alan bölüm.

80

Ula Abu-Lughod, “Writing Against Culture”, Recapturing Anthropology: Wor­ king in the Present, der. Richard Fox, Sante Fe: School of American Research Press, 1991, s. 137-162. Akhil Gupta ve James Ferguson, “Beyond ‘Culture’: Space, Identity, and the Politics of Difference”, Culture, Power, Place: Explo­ rations in Anthropology, der. Akhil Gupta ve James Ferguson, Durham: Duke University Press, 1992, s. 31-51. Ayşe Çağlar, “Hyphenated Identities and the Limits of ‘Culture’”, The Politics o f Multiculturalism in New Europe, der. Tariq Modood ve Pnina Werbner, Londra: Zed Books, 1997, s. 169-185.

homojenlik, insicam (coherence) ve zamandan bağımsız olma özelliklerine karşı stratejiler geliştirmeleridir. Ordu-millet söy­ leminin bir dizi kadim, yani zamandan bağımsız, özellik iddia­ sı ile Türk milletini diğer milletlerden üstün olarak konumlan­ dırması ya da bu söylem çerçevesinde bir dizi özelliğin etnik­ leştirilmesi ötekileştirme örnekleri olarak not edilmeli. Bu ça­ lışmada kültüre atfedilen tanım bu türden bir kültüralist pers­ pektiften çok farklı; hatta onun doğrudan karşısında yer alıyor. Bu çalışma boyunca kültür bir etnik gruba atfedilen özellikler olarak değil, materyalist bir anlayışla belirli bir zaman ve belir­ li bir bağlamda, kurumsal düzenlemeler ile insanların anlam­ landırma çabalarının bütünü olarak anlaşılıyor. Bu materya­ list perspektif zorunlu askerlik bağlamında kurucu unsur ola­ rak kurumsal yapının ve yasal yükümlülüğünün altını çiziyor. Bitirirken

Bu çalışma, Türkiye’de zorunlu askerlik deneyimlerine antro­ polojik bir perspektifle yaklaşıyor. Bu perspektifin başlangıç noktası bir otoetnografi çalışması. Antropolojik perspektif uya­ rınca makale boyunca kışla bir saha olarak ele almıyor ve bu sa­ haya ilişkin, otoetnografi ve derinlemesine görüşmeler yoluyla edinilen bilgiler farklı sorular çerçevesinde tartışılıyor. 2006’da başlayan etnografik gözlemlere ve askerliğini 2005 ile 2009 dö­ neminde yapmış kişilerle yapılmış olan derinlemesine görüş­ melere dayanarak, bu sahaya ilişkin, belirli bir beş yıllık döne­ me, yani 2005 ile 2009 arasına odaklanan bir çerçeve çiziyor. Makalenin merkezinde sıradan askerlik deneyimleri yer almak­ ta. Makale boyunca sıradan askerlik, Doğu ve Güneydoğu’daki çatışma ortamının dışında kalan kışlalarda yapılan bir askerlik olarak tanımlanıyor. Antropolojik perspektif her şeyden önce yerel bilginin önemini vurguluyor ve sahadaki deneyimleri kış­ lalar arasındaki farklarla birlikte analiz etmeyi hedefliyor. Böy­ lelikle zorunlu askerlik deneyimi bir yandan standart uygula­ maları ile çözümlenirken, özellikle acemilik dönemine, yürü­ yüş kararlarına ve kışlada ibadet pratiklerine odaklanan “Zo­

runlu Askerlik Deneyimi: Belirsizlikler ve Farklılıklar” başlık­ lı bölümde, kışlalar ve birlikler arasındaki farklar da analize da­ hil ediliyor. Yerel bilgi sayesinde kurum olarak Silahlı Kuvvetler’in zorunlu askerliğe atfettiği eşitlikçilik ve yeknesaklık iddi­ asının ötesine geçmek mümkün olabilmekte. Kışlayı saha olarak kabul eden bu çalışma, Goffman’ı takip ederek kışlanın kapsayıcı kurum olarak özelliklerini de dikka­ te alıyor. Zorunlu askerlik kapsamında kışlaya katılanlara ön­ celikli olarak esas duruş ve gerekleri öğretiliyor. Goffman’m kavramsallaştırması ile bu sürece birincil adaptasyon da demek mümkün. Normal olarak kodlanan davranışları sergilemek ve kapsayıcı kurumun kurallarına uymak birincil adaptasyo­ na denk düşmekte. Fakat Goffman’m bütün kapsayıcı kurum­ lar için vurguladığı özellik kışla için de geçerli: Zorunlu asker­ lik sadece kurallara harfiyen uyulan, mutlak disiplinin geçer­ li olduğu bir deneyim olarak düşünülemez. Makale bu nokta­ da Goffman’m ikincil adaptasyon kavramına atıfla kışlanın ay­ nı zamanda kuralların çiğnendiği ve zorunlu askerliğini yapan­ ların kural dışına çıkarak kendilerini adapte ettikleri bir mekân olduğunu iddia ediyor. Giddens’ın kontrolün diyalektiği kavra­ mı, yani bağımlılık ilişkilerinde ast konumunda olanların üst­ lerinin faaliyetlerini etkileyebilme olasılığına ve mutlak disipli­ nin imkânsızlığına ilişkin vurgusu da kışlanın ikincil adaptas­ yonları da barındıran bir mekân olarak anlaşılması gerektiği id­ diasını destekliyor. Kışla içinde, Giddens’ın “tuhaf köşe” olarak adlandırdığı, norm ve denetim dışına çıkmaya olanak tanıyan mekânların bulunuyor oluşu da kışlanın esas duruştan ibaret sayılamayacağına işaret ediyor. Bu çerçevede, “Disiplin ve Di­ siplinden Kaçış Anlatıları” bölümü, kural ihlallerine ve “arazi olma” pratiklerine odaklanarak zorunlu askerliğin disiplin bo­ yutunun mutlak anlamda robotlaşmış uysal bedenler yaratma­ dığını iddia etmekte. “Kışlada Eğitim, İdeoloji ve Militarist Kültür” başlıklı bö­ lüm ise kışlanın ne ölçüde ideolojik bir mekân olarak anlaşıla­ bileceği sorusunu tartışıyor. Bölüm boyunca, komutanlık saa­ ti ve yurt sevgisi eğitimlerinin ne derece etkili olduğu sorusu,

kurum olarak Silahlı Kuvvetlerin kışlada Kürtçe konuşulması karşısındaki farklı tepkileri, kışlada gözlenen semboller ve ritüeller ile birlikte ele almıyor. Başka bir ifade ile bu bölüm bir ön­ ceki bölümde değinilen kontrolün diyalektiğini bu kez ideoloji bağlamında tartışmakta. Bu tartışma, ideolojinin, belirli bir si­ yasi perspektif anlamına işaret eden dar tanımı ile kültür ile kesişimine ve toplumsal yaşamdaki anlam ve değerlerin yeniden üretilmesinde üstlendiği role odaklanan geniş tanımı arasında­ ki ayrımı önemsiyor. Tartışmanın ulaştığı sonuç, kışlanın yal­ nızca kısmen dar anlamıyla ideolojik bir mekân olarak anlaşı­ labileceği. Geertz’in ideolojiyi kültürel sistem olarak değerlen­ dirme önerisini takiben, kışlanın aynı zamanda geniş anlamıy­ la ideolojinin kültürel bir sisteme dönüştüğü bir mekân olarak anlaşılması gerektiği sonucuna da ulaşılıyor. Böylelikle, zorun­ lu askerlik sürecinin kışladaki semboller ve ritüeller aracılığı ile bir kültürel çerçeve şekillendirerek, kolektif bilinç yaratılması­ na katkıda bulunduğu iddia ediliyor. Orduya ait değer ve pra­ tiklerin yüceltilmesi ve toplumun geneline yaygınlaştırılması şeklinde tanımlanabilecek olan militarizmin de dar anlamıyla ideoloji çerçevesinde değil, tam da ideolojinin kültürel sistem olarak şekillenmesi olarak anlaşılması gerektiği öne sürülüyor. Bu kültürel çerçeve söz konusu olduğunda kültürün hem be­ lirsiz sınırları, hem de normalleştirici etkisi devreye girmekte. Kendisi de bir ritüel olarak işlev gören zorunlu askerlik süre­ ci, bir yasal yükümlülük olarak kapsayıcılığı ile normalleştirici bir etkiye sahip. Zorunlu askerliğin her erkeğin geçtiği bir sü­ reç olması, bunun normal olduğuna ilişkin bir algı yaratmakta. Makale bu normalleştirmenin de katkısıyla zorunlu askerliğin kültürel bir çerçeveye dönüştüğü sonucuna ulaşıyor. “Kışlada Eğitim, İdeoloji ve Militarist Kültür” başlıklı bölüm, zorunlu askerlik sosyalleşmesinin mecrası olan kültürel çerçe­ venin üç ana unsurunu tespit ediyor. Birinci unsur, silah arka­ daşlığı gibi vurgularla zorunlu askerliğin, disiplinin ve emirkomuta zincirinin gerekliliğini vaaz ediyor oluşu. İkinci un­ sur, zorunlu askerliğin toplumsal cinsiyet bağlamındaki kuru­ cu rolü. Zorunlu askerlik, bu kültürel çerçeve tarafından erkek

olmanın sembolü olarak tanımlanıyor ve sürecin geneli bir er­ kekliğe geçiş ritüeli olarak işlev görüyor. Nefse hâkimiyetten vatana hizmete kadar bir dizi değer, bu ritüelin anlam çerçeve­ sini oluşturmakta. Üçüncü unsur ise milliyetçi söylem ve sem­ bollerden oluşuyor. Makale boyunca kışladaki esas duruş tasvir edildi ve buna parelel olarak zorunlu askerlik deneyiminin esas duruştan ibaret olmadığı vurgulandı. Bu noktada kültürel çer­ çevenin toplumsal cinsiyete ilişkin ikinci unsuru hakkında bir parantez açarak, bu tespitin zorunlu askerliğin erkek olmanın sembolü olması bağlamında da geçerli olduğu belirtmek ge­ rekmekte. Bütün erkekleri ideal erkekliğe uyma çabasına çağı­ ran normatif erkeklik, ideal erkekliği disiplin, fiziksel güç, da­ yanıklılık ve disiplin üzerinden kurgular. Bu anlamıyla norma­ tif erkeklik kışlanın esas duruşa denk düşen veçhesidir. Fakat “Disiplin ve Disiplinden Kaçış Anlatılan” bölümünde vurgu­ landığı üzere, Morgan erkekliği kuran bir süreç olarak askerli­ ğin çoğu durumda “erkeklik = kahramanlık” denklemi üzerin­ den çalışmadığım vurgular. Morgan’ın ifadesiyle askerlikte öğ­ renilen sadece kurallara fiilen uymak değil, zaman zaman kur­ nazlıklarla kurallara uyuyor gözükmek, işten kaytarmak ve so­ rumluluktan kaçmaktır. Bu bağlamda zorunlu askerliğin, top­ lumsal cinsiyet çerçevesinde üstlendiği kurucu rolü, gerek ma­ kale boyunca aktanlan disiplinden kaçış anlatıları, gerekse ki­ mi görüşmecilerin “akıllı olmak” deyimine yükledikleri anlam­ lar ile birlikte düşünmek gerekiyor. Önceki bölümde makale boyunca tasvir edilen kültürel çer­ çevenin kışladaki içtimalarda somutlaştığı vurgulanmıştı. Bu nedenle makaleyi askerliğin son içtiması -tezkere içtiması- ile bitirmenin uygun olacağını düşünüyorum. Tezkere alan asker­ ler kışladan sabah içtiması sonrasında çıkarlar. Genelde ünifor­ malar bir gün öncesinden teslim edildiğinden, son içtimaya si­ vil kıyafetler ve bavullarla çıkılır. Nöbetçi çavuşluk yapmış tez­ kerecilerin son içtimada yoklama aldıkları dahi olur. Özellik­ le küçük birliklerde içtimada yapılan uğurlama duygusal bir at­ mosfere dönüşebilir. Komutanlar sevdikleri asker için “zor gö­ revler başardı” şeklinde bir uğurlama konuşması yaparlar. Iç-

tima bitince birlik askerleri tezkere alan arkadaşlannı nizamiyeye kadar uğurlarlar. Esas duygusal sahneler nizamiyede ya­ şanır. Kimi durumda kışlada kalan yakın arkadaşlar, kimi du­ rumda ise tezkere alan ağlar. Nizamiye kapısındaki uğurlama için de bir informel ritüel vardır. Kışladaki sporun zorlu unsur­ larından biri şınav çekmektir. Şınav çekerken bağırmak da ku­ raldır. Kimi birliklerde her şmavda birliğin adı bağırarak söyle­ nir, kimi birliklerde ise şınavın sayısı bağırılır. Uğurlama ritüelinde tezkereci sivil kıyafetleri ile tam nizamiye kapısında du­ rur. Askerliği devam edenlerden biri sayarak tezkereciye şınav çektirir. Tezkereci her şınavmda “özgürlük” diye bağırır. KAYNAKÇA Abu-Lughod, L. (1991) “Writing Against Culture”, Recapturing Anthropology: Wor­ king in the Present, der. R. Fox, Sante Fe: School of American Research Press, 137-162. Althusser, L. (2000) ideoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, Istanbul: iletişim Ya­ yınlan. Altınay, A. G. (1999) “Mehmedin Kitabı: Challenging Narratives of War and Nati­ onalism", New Perspectives on Turkey, No. 21, 125-145. Altınay, A. G. (2003) “Militarizm ve insan Haklan Ekseninde Milli Güvenlik Der­ si", Ders K itapların da İnsan H akları: T aram a Sonuçları, der. B. Çotuksöken (vd.), İstanbul: Tarih Vakfı Yayınlan, 138-157. Altınay, A. G. (2004) The Myth o f the Military-Nation: Militarism, Gender and Edu­ cation in Turkey, New York: Palgrave Macmillan. Altınay, A. G. (2004) “Eğitimin Militarizasyonu: Zorunlu Milli Güvenlik Dersi,” Bir Zümre, B ir Parti: Türkiye’de Ordu, der. A. Insel ve A. Bayramoğlu, İstanbul: Birikim Yayınlan, 179-200. Altınay, A. G. (2007) “Militarizm”, Kavram Sözlüğü I: Söylem ve Gerçek, der. F. Baş­ kaya, Ankara: Özgür Üniversite Kitaplığı, 351-366. Altınay, A. G. (2013) '“Askerlik Yapmayana Adam Denmez’: Zorunlu Askerlik, Er­ keklik ve Vatandaşlık”, E rkek Millet, A sker Millet: Türkiye’de Militarizm, Milli­ yetçilik, E rkek(lik)ler, der. N. Y. Sünbüloğlu. İstanbul: İletişim Yayınlan. Altınay, A. G. ve T. Bora. (2002) “Ordu, Militarizm ve Milliyetçilik", M odem Tür­ kiye'de Siyasî Düşünce: M illiyetçilik, Cilt 4, der. T. Bora, İstanbul: İletişim Ya­ yınlan, 140-154. Anderson, L. (2006) “Analytic Autoethnography", Journal o f Contemporary Ethnog­ raphy, Cilt 35, No. 4, 373-295. Aydın, S. (2008) “Toplumun Militarizasyonu: Zorunlu Askerlik Sisteminin ve Ulu­ sal Ordulann Yurttaş Yaratma Sürecindeki Rolü”, Ç arklardaki Kum: Vicdani Red, Düşünsel K aynaklar ve Deneyimler, der. Ö. H. Çınar ve C. Üsterci, İstanbul: İletişim Yayınlan, 25-48.

Baker, U. (1996) “Marx’m Bir Çift Sözü Var”, Birikim, No. 84, 20-31. Bali, R. N. (2008) II. Dünya Savaşında Gaynmüslimlerinlerin Askerlik Serüveni: Yir­ mi Kur’a N afıa A skerleri, İstanbul: Kitabevi. Bali, R. N. (2011) Gayrimüslim Mehmetçikler: H atıralar-Tanıklıklar, İstanbul: Lib­ ra Kitap. Bayramoğlu, A. (2004) “Asker ve Siyaset”, Bir Zümre, B ir Parti: Türkiye'de Ordu, der. A. lnsel ve A. Bayramoğlu, İstanbul: Birikim Yayınlan, 59-118. Birand, M. A. (1987) Emret Komutanım, İstanbul: Milliyet Yayınlan. Biricik, A. (2008) “'Erkek Adam’ Ezberini Bozmak Üzerine: Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Sisteminin Resmi Söylem Üzerinden Kurgulanması”, Cinsiyet Halleri: Türkiye’de Toplumsal Cinsiyetin Kesişim Sınırları, der. N. Mutluer, İstanbul, Var­ lık Yayınlan, 232-246. Biricik, A. (2008) “Çürük Raporu ve Türkiye’de Hegemonik Erkekliğin Yeniden İnşası", Ç arklardaki Kum: Vicdani Red, Düşünsel K aynaklar ve Deneyimler, der. Ö. H. Çınar ve C. Üsterci, İstanbul: İletişim Yayınlan, 143-149. Bröckling, U. (2008) Disiplin: Askeri itaat Üretiminin Sosyoloji ve Tarihi, İstanbul: Aynntı Yayınlan. LaCapra, D. (1988) “Culture and Ideology: From Geertz to Marx”, Poetics Today, Cilt 9, No. 2, 377-394. Cizre, Ü. (1999) Muktedirlerin Siyaseti: M erkez Sağ-Ordu-lslâmcılık, İstanbul: İle­ tişim Yayınlan. Clandinin, D. J. ve F. M. Connelly. (1998) “Personal Experience Methods", Colle­ cting and Interpreting Qualitative M aterials, der. N. K. Denzin ve Y. S. Lincoln, Londra: Sage Publications, 150-178. Crawford, L. (1996) “Personal Ethnography” Communication Monographs, Cilt 63, No. 2, 158-170. Çağlar, A. (1997) “Hyphenated Identities and the Limits of ‘Culture’", The Politics o f Multiculturalism in New Europe, der. T. Modood ve P. Werbner, Londra: Zed Books, 169-185. Çınar, Ö. H. ve C. Üsterci (der.) (2008) Ç arklardaki Kum: Vicdani Red, Düşünsel K aynaklar ve Deneyimler, İstanbul: İletişim Yayınlan. Demirel, T. (2004) “Türk Silâhlı Kuvvetlerinin Toplumsal Meşrûiyeti Üzerine", Bir Zümre, Bir Parti: Türkiye’de Ordu, der. A. lnsel ve A. Bayramoğlu. İstanbul: Bi­ rikim Yayınlan, 345-381. Eagleton, T. (1996) ideoloji, İstanbul: Aynntı Yayınlan. Ellis, C. ve A. P. Bochner (2000) “Autoethnography, Personal Narrative, Reflexivity”, H andbook o f Qualitative Research, der. N. K. Denzin ve Y. S. Lincoln, Londra: Sage Publications, 733-768. Enloe, C. (1987) “Feminists Thinking About War, Militarism, and Peace”, Analy­ zing Gender: A Handbook o f Social Science Research, der. B. B. Hees ve M. M. Ferree, Londra: Sage Publications, 526-547. Fabian, J. (1999) Zaman ve Öteki: Antropoloji Nesnesini Nasıl Kurar?, Ankara: Bi­ lim ve Sanat Yayınlan. Geertz, C. (2001) Gerçeğin Ardından: B ir Antropologun Gözünden iki Islâm Ülkesi­ nin Son Kırk Yılı, İstanbul: İletişim Yayınlan.

Geertz, C. (2007) Yerel Bilgi, Ankara: Dost Kitabevi Yayınlan. Geertz, C. (2010) Kültürlerin Yommlanmasi, Ankara: Dost Kitabevi Yayınlan. Giddens, A. (1999) Toplumun Kuruluşu: Yapılaşma Kuramının Ana Hatları, Anka­ ra: Bilim ve Sanat Yayınevi. Gillem, M. L. (2007) America Town: Building the Outposts o f Empire, Minneapolis: University of Minnesota Press. Goffman, E. (1961) Asylums: Essays on the Social Situation o f Mental Patients and Other Inmates, New York: Anchor Books. Gupta, A. v e j. Ferguson (1992) “Beyond ‘Culture’: Space, Identity, and the Politics of Difference”, Culture, Power, Place: Explorations in Anthropology, der. A. Gup­ ta ve J . Ferguson, Durham: Duke University Press, 31-51. Hale, W . (1 9 9 6 ) T ürkiye’d e Ordu ve Siyaset: 1789’dan Günümüze, İstanbul: Hil Yayın. Hanioglu, M. Ş. (2 0 1 1 ) Atatürk: An Intellectual Biography, Princeton: Princeton University Press. tnsel, A. (1995) Türkiye Toplumunun Bunalımı, Istanbul: Birikim Yayınlan. tnsel, A. (2004) “Bir Toplumsal Sınıf Olarak Türk Silahlı Kuvvetleri”, Bir Zümre, Bir Parti: Türkiye’de Ordu, der. A. tnsel ve A. Bayramoğlu, İstanbul: Birikim Ya­ yınlan, 41-57. Karaosmanoğlu, A. (1993) “Officers: Westernization and Democracy", Turkey and the West: Changing Political and Cultural Identities, der. M. Heper (vd.), Lond­ ra: I B. Tauris, 13-34. Kaya, S. (2008) “La fabrique du ‘soldat-citoyen’ â travers la conscription en Turquie”, European Jou rn al o f Turkish Studies, 8 [http://ejts.revues.org/index2922. html#text]. Kayalı, K. (1996) Ordu ve Siyaset, Istanbul: iletişim Yayınlan. Kittler, F. A. (2003) “The Flower of Elite Troops”, Body & Society, Cilt 9, No. 4, 169-189. Mater, N. (1999) Mehmedin Kitabı: Güneydoğu’da Savaşmış A skerler Anlatıyor, Is­ tanbul: Metis Yayınlan. Morgan, D. H. J. (1994) “Theater of War: Combat, the Military, and Masculiniti­ es”, Theorizing Masculinities, der. H. Brod ve M. Kaufman. Londra: Sage Publi­ cations, 165-182. Mosse, G. L. (1998) The Image o f Man: The Creation o f M odem Masculinity, New York; Oxford: Oxford University Press. Nagel, J. (2004) “Erkeklik ve Milliyetçilik: Ulusun inşasında Toplumsal Cinsiyet ve Cinsellik”, Vatan Millet Kadınlar, der. A. G. Altınay, İstanbul: İletişim Yayın­ lan, 65-101. Özcan, G. (2 009) “Türkiye’de Cumhuriyet Dönemi Ordusunda Prusya Etkisi”, Idea insan Bilimleri Dergisi, Cilt 1, No. 1, 10-69. Özbudun, E. (2003) Çağdaş Türk Politikası: Demokratik Pekişmenin Önündeki En­ geller, İstanbul: Doğan Kitap. Öztan, G. G. (2013) “Türkiye’de Milli Kimlik İnşası Sürecinde Militarist Eğilim­ ler ve Tesirleri”, E rkek Millet, A sker Millet: Türkiye’de Militarizm, Milliyetçilik, E rkek(lik)ler, der. N. Y. Sünbüloglu, İstanbul: iletişim Yayınlan.

Peker Doğra, A. (2007) “Soldier and the Civilian: Conscription and Military Power in Turkey”, yayımlanmamış doktora tezi, New York Üniversitesi. Peker Dogra, A. (2010) “İktidarın Kılcal Damarları ya da Türkiye’de Zorunlu As­ kerlik, Jandarma ve Devlet”, Türkiye’de Ordu, Devlet ve Güvenlik Siyaseti, der. E. Balta Paker ve 1. Akça, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 435-452. Sancar, S. (2009) E rkeklik: İm kânsız İktidar, Ailede, Piyasada ve Sokakta Erkekler, İstanbul: Metis Yayınlan. Segal, L. (1992) Ağır Çekim : Değişen E rkeklikler, Değişen E rkekler, İstanbul: Aynntı Yayınlan. Selek, P. (2008) Sürüne Sürüne Erkek Olmak, İstanbul: İletişim Yayınlan. Selek, P. (2008) “Akıllı O l...”, Cinsiyet Halleri: Türkiye’de Toplumsal Cinsiyetin Ke­ sişim Sınırlan, der. N. Mutluer, İstanbul: Varlık Yayınlan, 220-231. Sinclair-Webb, H. (2000) ‘“Our Bülent İs Now a Commando’: Military Service and Manhood in Turkey", Imagined Masculinities: Male Identity and Culture in the M odem Middle East, der. M. Ghoussoub ve E. Sinclair-Webb, Londra: Saqi Bo­ oks, 65-102. Shulman, S., R. Levy-Shiff ve M. Scharf. (2000) “Family Relationship, Leaving Ho­ me, and Adjustment to Military Service", The Journal o f Pyschology, Cilt 134, No. 4, 392-400. Şen, S. (2005) Cumhuriyet Kültürünün Oluşum Sürecinde Bir ideolojik Aygıt Olarak Silahlı Kuvvetler ve M odemizm, İstanbul: Nokta Kitap. Şener, N. (2010) “26 Yılın Kanlı Bilançosu," Milliyet, 24 Haziran. Ünder, H. (1999) “30’lann Ders Kitaplanndan ve Kemalizmin Kaynaklanndan Biri: Millet-i Müsellaha ve Medeni Bilgiler”, Tarih ve Toplum, No. 192, 48-56. Ünsaldı, L. (2008) Türkiye’de Asker ve Siyaset, İstanbul: Kitap Yayınevi. Vaner, S. (1992) “Ordu”, Geçiş Sürecinde Türkiye, der. 1. C. Schick ve A. Tonak, İs­ tanbul: Belge Yayınlan, 255-284. Varoğlu, A. K. ve A. Bıçaksız (2005) “Volunteering for Risk: the Culture of the Tur­ kish Armed Forces”, Armed Forces & Society, Cilt 31, No. 4. 583-598. Willis, P ve M. Tomdman (2000) “Manifesto for Ethnography", Ethnography, Cilt 1, No. 1,5 -1 6 . W ilson, W . J. ve A. Chaddha (2 0 0 9) “The Role of Theory in Ethnographic Re­ search”, Ethnography, Cilt 10, No. 2-3, 269-284.

Çatlakların Gölgesinde Militarizm: Türkiye’de Askerlik, Annelik ve Toplumsal Cinsiyet* Senem K aptan

Tamam vatan bölünmez am a göz göre göre de bu çocukla­ rı o zaman bütün analar doğurun, verin toprağa. Bu mu ya­

ni? Bir çocuğun ne demek olduğunu ben sizler gibi bilemem. Ben anne değilim, olamayacağım da hiçbir zaman. Ama insa­ nım, insan olarak onları o toprağa vermek, o anaların yüreği­ nin nasıl alev alev, cayır cayır yandığını ben anlayamam ama anneler anlar. - 2008 yılındaki Kuzey Irak Harekâtı'nı eleştiren Bülent Ersoy'un sözleri Çocuk doğurma yeteneği tıbben olmayan bir kişinin, Türk an­ nelerini bir anlamda provoke etmek anlamında kullandığı sözleri iyi niyet göstergesi ve düşünce özgürlüğünün gereği olarak değerlendirmek safdillik olacaktır. - Bülent Ersoy'un 318 davasından beraat kararını temyiz eden savcının sözleri

2008 yılının Şubat ayında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kuzey Irak’a gerçekleştirdiği operasyondan akıllarda kalanın Bülent Ersoy’un Türk Ceza Kanunu’nun 318. sayılı “halkı askerlikten soğutmanın” suç olduğuna işaret eden maddesi uyarınca yargı­ (*) Yazının hazırlanmasındaki katkıları için Şebnem Kaptan’a, bu süreçteki fayda­ lı yorumlan, sonsuz sabn ve desteği içinse Nurseli Yeşim Sünbüloğlu’na çok teşekkür ederim.

lanmasına yol açan sözleri olduğunu söylemek yanlış olmaz.1 Ersoy bu sözleriyle, aleyhinde yazılan iddianameye bakılırsa “askerlik hizmetini her şeyden üstün tutan Türk milletinin de­ ğerlerine” hakaret etmekle suçlanmış, davadan beraat etmiş ol­ sa da bu karar, Ersoy’un dediklerinin ifade özgürlüğü kapsa­ mında değerlendirilemeyeceğini söyleyen bir savcı tarafından temyiz edilmişti. Ersoy’un söylediklerine karşı yapılan tüm eleştirilerde bir yandan askerlik hizmetinin “Türk milletinin esas ve değişmez niteliklerinden” olduğunun sürekli altı çizilir­ ken, diğer yandan aynı milletin tek bir kişinin sarf ettiği sözler­ le bu görevden soğuyacağına dair müşterek bir korku hüküm sürüyor. Bu kaygılar da doğal olarak şu önemli soruyu akla ge­ tiriyor: Eğer “Türk milleti” ordusunu böyleşine bağrına basan bir milletse, başka bir deyişle, “Türk milleti” bir ordu-milletse, neden bu milletin tek bir müdahaleyle tabiatından gelen bu ni­ teliğinden vazgeçeceğine dair daimî bir korku mevcut? Şayet, bıkmadan dile getirildiği gibi, “her Türk asker doğuyorsa”, bu “gerçeğin” yapılan tek bir eleştiriyle değişmesi mümkün mü? Ayşe Gül Altmay’la “Türk milletinin” bir ordu-millet oldu­ ğuna dair yaygın inanışın, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında in­ şa edilmiş ve yoğun militarizasyon yöntemleriyle hâlen ayak­ ta tutulan bir mit olduğu konusunda hemfikirim.2 İşte tam da bu sebeple “Türk milleti”, bir ordu-millet olmaktan ziyade, bir ordu-millet olarak tasavvur edildiği için “Türk halkının” her an “askerlikten soğuyabileceğine” dair hakim korku hasıl ol­ muş, dolayısıyla bu resmi bozabilecek imge ve ifadeleri hedef­ leyen sıkı kontrol mekanizmaları geliştirilerek “ordu-millet mi­ ti” sürekli işler hale getirilmiştir. Bu yüzden de Ersoy’un söz­ leri, hem militarize edilmiş hem de cinsiyetlendirilmiş olan bu 1

Ersoy hakkında yazılan iddianame şöyleydi: “Türk Milletinin askerliğe verdi­ ği önem ve değer nedeniyle, vicdanında asker ocağı ile peygamber ocağı eş dü­ zeyde tutulmuştur. Bu nedenledir ki; askerliğin eksiksiz tamamlanması, şehit­ lik ve gazilik kavramlarına verilen ulviyet ve kutsiyet; kişiye ve ailesine top­ lumsal bir değer kazandırmaktadır. Her Türk asker doğar özdeyişi de; bu ulvi duygulan ifade eden atasözü olarak halk tarafından benimsenmiştir."

2

Ayşe Gül Altınay, The Myth o f the Military-Nation: Militaristti, Gender, and Education in Turkey, New York: Palgrave Macmillan, 2004.

yapıya ciddi bir ‘tehdit’ olarak görülüyor, askerlik hakkında yo­ rum yapmak da böylece yalnızca bunu “hak eden” kadınlara (ve görünüşe bakılırsa kendileri de “çocuk doğurma yeteneği tıbben olmayan” fakat yine de annelik ve askerlik hakkında yo­ rum yapmaya muktedir erkeklere) bahşedilen bir lütuf olarak beliriyor. Kanaatimce, Ersoy’un sözlerini bu denli rahatsızlık kaynağı yapan da oğullarını memleket uğruna feda etmiş olan “milletin anneleri” adına konuşmayı kimin hak edip kimin et­ mediği meselesi. Askerliğin zorunlu olduğu ya da zorunlu askerliğe alterna­ tif sivil hizmetin bulunduğu kimi ülkelerin aksine Türkiye’de askerlik ülkenin vatandaşları için hayatın önemli bir parçasını teşkil ediyor; fakat askerliğin sadece erkekler için zorunlu ol­ ması yukarıdaki örnekte de görülebileceği üzere kadınları bu durumun dışında tutmuyor, aksine kadınlar farklı kimlikler­ le bu resmin önemli bir unsurunu oluşturuyorlar. Bu yazıda, bu kimliklerden biri, belki de en önemlisi olan, annelik kimliği üzerinde durarak kadınların anneler olarak oğullarının asker­ liğini nasıl tecrübe ettiğine değineceğim. TSK ile PKK arasında 1984’ten beri devam eden çatışmadan ötürü Türkiye’de asker anneliği yakın zamana kadar şehit anneliğiyle eşdeğer tutulur hale gelmiştir. Bu tabloda şehit anneleri basında sık sık oğul­ larının tabutları başında “Vatan sağ olsun” nidalarıyla gözyaşı dökerken gösterilir, ancak evlatlarının ölümüne neden olan si­ yasi ya da askerî süreçleri sorgularken görülmezlerdi. Son dö­ nemde yalnızca annelerin değil babaların da oğullarının ölü­ münü ve orduyu eleştirirken görülmesi bu anlayışın değişmek­ te olduğuna işaret ediyor. Buna ek olarak, ordunun siyasette­ ki rolü ve meşruiyetinin giderek sorgulanması, militarizmin bi­ reysel hayatları nasıl etkilediği üzerine düşünmenin önemine zemin hazırlıyor. Türkiye’de militarizm üzerine daha önce yapılmış araştırma­ lar, bu değişen bakış açısının da gösterdiği gibi zorunlu asker­ lik ve vatandaşlık ilişkisinin göründüğü kadar doğal olmadığı­ na dikkat çekerek bu bağın nasıl kurulduğu ve devam ettirildi­ ğine odaklanmış, ordunun siyasetteki, günlük hayattaki ve eği­

timdeki konumunu incelemiştir.3 Bu yazın, çoğunlukla zorun­ lu askerlik hizmetinin erkeklerin hayatında ve erkekliklerin in­ şasındaki yerine odaklanmışken yakın zamanda toplumsal cin­ siyet perspektifinden yapılmış araştırmalar, zorunlu askerlik hizmeti ve TSK ile PKK arasında yaşanan çatışma bağlamında hem kadınların bu resimdeki yeri ve deneyimleri hem de dev­ let söylemindeki ideal annelik imgesi üzerinde durdular.4 Be­ 3

Bu konuda öne çıkan bazı çalışmalar, Ayşe Gül Altınay, “Can Veririm, Kan Dökerim: Ders Kitaplarında Militarizm", Ders Kitaplarında İnsan H aklan 11: Taram a Sonuçlan, der. Gürel Tüzün, İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplum­ sal Tarih Vakfı, 2009; Ayşe Gül Altınay, The Myth o f the Military-Nation: Mili­ tarism, Gender, and Education in Turkey, New York: Palgrave Macmillan, 2004; Ayşe Gül Altınay, “Militarizm ve İnsan Haklan Ekseninde Milli Güvenlik Der­ si”, Ders Kitaplannda İnsan H aklan: Taram a Sonuçlan, der. Betül Çotuksöken, Ayşe Erzan ve Orhan Silier, İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, 2003; Ahmet Insel ve Ali Bayramoğlu (der.), Bir Zümre, Bir Parti: Türki­ ye'de Ordu, İstanbul: Birikim Yayınlan, 2004; Tuba Kancı, Imagining the Tur­ kish Men and Women: Nationalism, Modernism, and Militarism in Primary Scho­ ol Textbooks, 1928-2000, yayımlanmamış doktora tezi, Istanbul: Sabancı Üni­ versitesi, 2008; Taha Parla, “Mercantile Militarism in Turkey, 1960-1998”, New Perspectives on Turkey, No. 19, 1998, s. 29-52; Serpil Sancar, “Askerlik, Militarizm ve Erkeklik”, E rkeklik: İm kansız İktidar, İstanbul: Metis Yayınlan , 2009; Pınar Selek, Sürüne Sürüne E rkek Olmak, İstanbul: İletişim Yayınlan, 2008; Emma Sinclair-Webb, “‘Our Bülent is Now a Commando’: Military Ser­ vice and Manhood in Turkey”, Imagined Masculinités: Male Identity and Cultu­ re in M odem Middle East. der. Mai Ghoussoub ve Emma Sinclair-Webb. Lond­ ra: Saqi Books, 2000; Serdar Şen, Türk Silahlı Kuwetleri'nin Toplum Mühendis­ liği, İstanbul: Su Yayınlan, 2011; Serdar Şen, Geçmişten Geleceğe Ordu. İstan­ bul: Alan Yayıncılık, 2000; Serdar Şen, Cumhuriyet Kültürünün Oluşum Süre­ cinde Bir İdeolojik Aygıt O larak Silahlı Kuvvetler ve M odemizm, İstanbul: Sar­ mal Yayınevi, 1996. Bu önemli çalışmalara ek olarak kimi dergiler de son yıl­ larda militarizm odaklı özel sayılar hazırladılar. Bu örnekler için bkz. Amargi, “Militarizm Dosyası”, No. 2, 2006; Birikim, “Anti-militarizm ve Vicdani Ret Dosyası”, No. 207, 2006; Kaos GL, “Militarizm Dosyası”, No. 117, 2011.

4

Bkz. Çiğdem Akgül, Militarizmin Cinsiyetçi Suretleri: Devlet, Ordu ve Toplum­ sal Cinsiyet, Ankara: Dipnot Yayınlan, 2011; Özlem Aslan, Politics o f Mother­ hood and the Experience o f the Mothers o f Peace in Turkey, yayımlanmamış yük­ sek lisans tezi, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi, 2007; Esra Gedik, Ideological Ambivalence in the C ase o f Mothers o f the M anyrs in Turkey, yayımlanmamış yüksek lisans tezi, Ankara: ODTÜ, 2008; Serpil Sancar, “Türkler/Kürtler, An­ neler ve Siyaset: Savaşta Çocuklannı Kaybetmiş Türk ve Kürt Anneler”, Top­ lum ve Bilim, No. 90, 2001; Burcu Şentürk, “On the Gender Aspect of Conf­ lict in Turkey: Mothers of Soldiers Who Died in the Conflict in the East and Southeast of Turkey between 1993 and 2006”, F e Dergi: Feminist Eleştiri, No. 2, 2009, s. 89-97.

nim bu yazıdaki amacım, askerlik ve annelik üzerine yapılmış diğer araştırmaların üzerinde durduğu gibi kadınların anlatıla­ rının annelik deneyimi üzerinden bir anti-militarist harekete dönüşüp dönüşemeyeceğine bakmak değil. Daha ziyade, ama­ cım ne şehit anneleri gibi yüceltilen ne de Banş Anneleri gibi ötekileştirilen, oğullan askere gidip dönmüş sıradan kadmlann anne olarak bu deneyimi nasıl tecrübe ettiğine bakmak. Dola­ yısıyla, bu yazıda militarizm, milliyetçilik ve erkeklik kurgulannın kadınların deneyimleriyle kesiştiği noktalan asker anne­ liği deneyiminden yola çıkarak inceleyeceğim. Feminist araştırmacı Cynthia Enloe, militarizasyonun cinsiyetlendirilmiş bir süreç olduğundan ve bu sürecin ancak birta­ kım kadınlık ve erkeklik normlannm kabulüyle işleyebilece­ ğinden bahseder.5 Ben de Enloe’nun argümanından yola çı­ karak zorunlu askerlik hizmeti bağlamında kadmlann annelik rolleriyle bu militarizasyona ne şekilde hem meydan okuduğu hem de katkıda bulunduğunu tartışacağım. Bu yazıda tartışaca­ ğım örnekler, farklı sosyal sınıflardan gelen yirmi asker anne­ siyle 2008-2009 yıllannda beş ay süresince yapılmış görüşme­ lere dayanıyor. Süresi yanm saatten bir buçuk saate kadar de­ ğişen görüşmelerin hepsi İstanbul’da, oğullan askerliğini 19962009 yılları arasında Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerin­ de yapmış ve geri dönmüş kadınlarla gerçekleştirildi.6 Yazı boyunca üzerinde duracağım gibi, kadmlann askerlik­ le ilgili aktardıklan ifadeler farklı annelik konumlanna işaret ediyor. Kadınlar, oğullannın askerliği söz konusu olduğunda gurur, sevinç, üzüntü, korku ve endişe gibi duygulan bir ara­ da yaşıyorlar. Benzer şekilde, askerlik çeşitli sebeplerden ötürü meşru kılınırken kadınların anlatılarının başından itibaren as­ 5

Cynthia Enloe, Bananas, Beaches, and Bases: Making Feminist Sense o f Interna­ tional Politics, Londra: Pandora Press, 1990, s. 220.

6

Mülakat yapacağım kişilere ulaşmak için kartopu örnekleme metodunu kul­ landım. Araştırmanın başındaki öncelikli amacım asker annelerine ulaşabil­ mek olduğundan sosyo-ekonomik sınıf, yaş aralığı ya da etnik kimlik özellikle üzerinde durduğum unsurlar değildi. Mülakatlar sonucu sosyo-ekonomik sı­ nıf ve yaş aralığında bir denge ortaya çıksa da kadmlann ikisinin Boşnak, iki­ sinin Ermeni, geri kalanlann ise Türk olması sebebiyle etnik kimlik konusun­ da dengeli bir dağılım olduğu söylenemez.

kerlik pratiğinin içeriğine ve sonuçlarına dair söyledikleri şey­ ler askerliğin sorgusuz kabulü ve olumlanması anlatısıyla çeli­ şiyor. Bir başka deyişle, askerlikle ilgili söylenenler bir sarkaç gibi (bazen ayrı ayrı bazen de bir arada olmak üzere) olumla­ ma ve kısmi sorgulama arasında gidip geliyor. Anlatılarda or­ taya çıkan bu durumu yazı içerisinde “çatlak” olarak adlandı­ rıyorum. Çatlak kelimesinin bu sorgulamaların keskin birer eleştiriye dönüşememesi, özellikle aktif bir eylem ya da protes­ to niteliğinde olmaması; fakat medyada ya da devlet söylemin­ de vurgulandığı gibi askerliğin vatandaşlar tarafından sorgu­ suz şekilde benimsendiği söyleminin o kadar da pürüzsüz işle­ mediğini göstermesi açısından yerinde buluyorum.7 Bu kişi­ lerin oğullarının askere gidip dönmüş olması kadınların anla­ tılarında askerlikle ilgili ortaya çıkan çelişkilerin seviyesini dü­ şünmek bağlamında önemli. Bu açıdan, bu yazıda üzerinde du­ racağım temel sorular şunlar: Kadınlar için askerliğin kendi ço­ cukları üzerinden ortaya çıkan olumsuz tarafları nasıl oluyor da askerliğin koşulsuz kabulünü sarsmıyor? Kadınların anla­ tılarındaki çatlaklar neden askerliğin daha derin bir eleştirisini beraberinde getirmiyor? En önemlisi, zorunlu askerlik pratiği­ nin olumlanması ve aynı zamanda bu çatlaklar üzerinden sar­ sılması nasıl bir arada var olabiliyor? Amacım elbette ki bu so­ rulara kesin ve net yanıtlar vermek değil. Daha ziyade, milita­ rizm, milliyetçilik ve toplumsal cinsiyet ilişkisini bu sorular va­ sıtasıyla düşünmek ve zorunlu askerlik başta olmak üzere baş­ ka pek çok alanda varlığını sürdüren gündelik hayatın militarizasyonunu bu sorular üzerinden tartışmaya açmak. 7

Burcu Şentûrk, şehit anneleri üzerine yaptığı araştırmasında asker kaçakları­ nın varlığım, askerde işleyen torpil süreçlerini ve annelerin çocuklarının ölü­ münü adaletsizlik olarak nitelendirmesini askerliğin pratikteki yansımasıyla ortaya çıkan “kırılmalar” olarak adlandırıyor. Şentürk’le dikkat çektiği nok­ talar konusunda hemfikir olsam da “kırılma” yerine “çatlak” kelimesinin da­ ha kapsayıcı olması ve kadınların ifadelerindeki gel-gitleri vurgulaması açısın­ dan daha yerinde bir kullanım olduğuna inanıyorum. Bu açıdan, Şentürk’ün bahsettiği “kırılmaların" militarizme meydan okumak ya da TSK ile PKK ara­ sındaki çatışmayı durdurmak için bir adım olarak değerlendirilmesinin acele­ ci bir karar olduğu kanaatindeyim. Dolayısıyla kadınların anlatılarında ortaya çıkan bu durumun askerliğin olumlanmasından tam anlamıyla bir kopuş ya da kınlma olduğunu düşünmüyorum.

Askerliğin anlamlan

Oğullarının askere gidişiyle birlikte kendileri de dolaylı yoldan askerlik hizmetinin bir parçası olan kadınlar askerliği nasıl al­ gılıyorlar? Kadınların askerlikle ilgili söylediklerinin yekpare bir bütün olmadığını göz önünde bulundurursak bu soruyu da tek bir cevapla yanıtlamak yanlış olacaktır. Kadınlar, askerli­ ği çeşitli şekillerde aktarıyorlar; kimisi askerliğin bir vatan bor­ cu olduğunu söylüyor, kimi bunun vatan borcundan ziyade va­ tan sevgisi olduğundan bahsediyor, kimi görev olduğuna vur­ gu yapıyor, kimiyse daha geniş bir çerçeveden bakarak asker­ liğin Türkiye şartlarında gerekli olduğunu belirtiyor. Mesela Gökçen8 fikirlerini şu şekilde dile getiriyor: “ [Askerlik] bir va­ tan borcu, her dünyaya gelen erkek çocuğu [n] askerliğini yap­ ması gerekir.” Semiha ise daha geleneksel bir yorumla askerli­ ğin “Türklerde bir görev” olduğunu söyleyip ekliyor, “Zorun­ luluk askeriye, erkek çocuğu önce doğar oğlum sünnet olacak der sonra askerliğini de göreyim inşallah der.” Semiha’nm söz­ lerinde ortaya çıkan askerlik, Pınar Selek’in de dikkat çektiği üzere, sünnetten sonra erkekliğe geçişin bir başka adımı olarak dolayısıyla “adam olmayı” ve erkekliği pekiştiren bir tamamla­ yıcı adım olarak görülüyor.9 Askerliğin erkekliğe geçiş için gerekli olduğu birkaç görüş­ mede vurgulanmış olsa da, kadınlar için askerlik genelde yuka­ rıda da belirtildiği üzere bir borç ya da “ülkenin gerçeği”, dola­ yısıyla bir gereklilik olarak değerlendiriliyor. Askerliğin bir “va­ tan borcu” olduğu pek çok kadının hemfikir olduğu bir nokta; fakat bu “borcun” tam olarak ne anlam ifade ettiği daha derinle­ mesine irdelendiğinde soru genelde şaşkınlık ve sessizlikle kar­ şılanıyor. Örneğin Arzu şöyle diyor: “Öyle deniyor ya vatan bor­ cu bu, vazifesi yapacak diye düşünüyoruz, herkes yapacak, her­ kes vatan borcu diyor ya biz de aklımızda [öyle diyoruz].” 8

Yazı boyunca kullanılan isimlerin hepsi takma isimdir, hem annelerin hem de oğullarının gerçek isimleri değiştirilmiştir.

9

Selek’in erkeklik ve askerlikle ilgili temel argümanlarından biri bu olsa da, özellikle bu ilişkinin üzerinde durulduğu bir bölüm için bkz. Pınar Selek, Sü­ rüne Sürüne E rkek Olmak, İstanbul: İletişim Yayınlan, 2008, s. 17-22.

Arzu, askerliği oğlunun yerine getirmesi gereken bir vazife olarak tanımlıyor; fakat bu vazifenin varoluş sebebine dair her­ hangi bir yorum yapmaktan ziyade genel kanının bu yönde ol­ duğunu belirtiyor. Dolayısıyla bu borcun içeriğine dair de bir yorum getirmiyor. Askerliğin Türkiye’de toplumsal boyutta­ ki genelgeçer kabulü göz önünde bulundurulduğunda bu şaş­ kınlığın münferit bir örnek değil genel bir durumu yansıtaca­ ğı kanaatindeyim. Askerlik, erkeklerin hayatında o kadar “do­ ğal” bir evreyi oluşturuyor ki neden orada olduklarını sorgu­ lama ihtiyacı çoğu zaman hissedilmiyor.10 Bu açıdan, kadınlar için askerlik, kendi oğullan askere gitme zamanı gelene kadar üzerinde durduklan, dikkat ettikleri ya da önem verdikleri bir mesele değil; hatta çoğu kadın için askerlik, erkeklerin hayatı­ nın sıradan bir parçası, zamanı gelince yapılıp bitirilecek, gelip geçici ve doğal bir şey. Örneğin Zeynep askerliğe dair fikirleri­ ni şu şekilde dile getiriyor: Mesela menopoza bakışım da öyledir, nasıl annelerimiz anne­ annelerimiz menopoza girmiş, menopoz bir olay haline gelmediyse, son derece doğal bir süreçse askerlik de bu kadar do­ ğal bir süreçtir diye düşünmüştüm; işte giderler gelirler, ha­ ni bu kadar da abartılacak bir şey yok, her giden[in] de ölü­ me gidecek hah yok ya gibi. Doğrusu biraz küçümsüyormuşum yani kendi oğlum gidinceye kadar, işte ateş düştüğü ye­ ri yakar derler ya...

Askerlikle menopozun bağdaştınlması ilk bakışta hayli ilgi­ siz bir analoji gibi dursa da Zeynep’in benzetmesini kadmlann askerlikle ilgili algılannın ne kadar doğallaşmış ve vatandaşlı­ ğın militarizasyonunun ne kadar görünmez bir hale dönüşmüş olduğunu vurgulaması açısından önemli buluyorum. O kadar 10

Bu noktada eklemek isterim ki bu sözlerle askerliğin erkeklerin hayatının özellikle erkekler tarafından sıradan bir parçası olarak görüldüğü kanaatinde değilim. Vurgulamak istediğim, askerliğin varlığının söz konusu kadınlar ta­ rafından sorgulanma ihtiyacı hissedilmediği. Yoksa askerliğin kendisi, yazının ilerleyen kısımlarında da üzerinde duracağım gibi, aynı zamanda erkeklerin çalışma hayatım düzenleyen bir unsur olduğundan çoğu zaman bir engel ola­ rak da görülebiliyor.

ki, kadın bedeninin doğal biyolojik bir evresi, devlet eliyle yer­ leştirilmiş ve dolayısıyla bir zorunluluk sonucu gerçekleştiril­ mek durumunda kalman askerlikle eşdeğer tutulabiliyor. Fa­ kat Zeynep’in sunduğu bu doğal resmin kendi oğlunun asker­ liğiyle beraber ortadan kalktığını görmesi aslında askerlikle il­ gili söylenenlerdeki çatlakların başından beri var olduğuna işa­ ret ediyor. Zeynep, askerliği her ne kadar menopoz kadar doğal bir evre olarak görse de askerlik hizmetini bir “vatan borcu” olarak gör­ mediğini, zira vatanın kendisine böyle bir ‘borç ödemeyi’ ge­ rektirecek herhangi bir şey vermediğini belirtiyor. Zeynep, bu düşüncelerini şöyle dile getiriyor: Vatan borcu dediğiniz nedir, vatan bize eğitim verdiği için ya da sağlık verdiği, vatan bize ne veriyor ki o anlamda borçlu olalım? Vatan sevgisi farklı bir şey, vatan borcu değil. O zaman öyle bir borcumuz benim oğlumun varsa benim de var, sizin de var, hepimizin var.

Zeynep’in ifadesi borç söyleminin cinsiyetlendirilmesine dikkat çekiyor; fakat askerliği bir vatan borcu sebebiyle gerçek­ leştirilmesi gereken bir zorunluluk olmaktan çıkarıp vatan sev­ gisi sayesinde yapılan bir göreve dönüştürüyor.11 Bir başka de­ yişle, bu görünürde eleştirel duruş vatandaşlığın militarizasyonuna benzer şekilde katkıda bulunuyor. Askerliğin Türkiye’de “doğal olarak” var olduğu fikri görüş­ tüğüm diğer kadınlar tarafından “ülkenin içinde bulunduğu duruma” bağlanıyor. Yani bir vatan borcu olarak tanımlanma­ dığı durumlarda askerlik, Türkiye’nin böyle bir önlemi gerekli 11

Benzer şekilde, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nm 72. maddesi de “vatan hizmetini” mevcut uygulamada “her Türk’ün hakkı ve ödevi” olarak tanımla­ nıyor; fakat Anayasa’da bu hizmetin farklı şekillerde yerine getirilebileceğin­ den bahsedilirken TSK Hizmet Kanunu “vatan hizmeti”ni askerlik olarak be­ lirliyor. Bu noktada, “vatan hizmeti”nin hem hak hem ödev olarak tanımlan­ masını da bu hizmetin içeriğiyle ilgili ortaya çıkan bir belirsizliğe dikkat çek­ mesi açısından önemli buluyorum. Bu konu hakkında daha detaylı bilgi için bkz. Osman Can, “Vicdani Red ve Anayasa”, Ç arklardaki Kum: Vicdani Ret, Düşünsel Kaynaklar ve Deneyimler, der. Özgür Heval Çınar ve Coşkun Osterci, İstanbul: iletişim Yayınları, 2008.

kılan “hassas” jeostratejik konumundan ötürü yapılması gere­ ken bir görev olarak ifade ediliyor. Örneğin Övünç bunu şöy­ le dile getiriyor: [Askerliği] Türkiye’nin gerçeği diye düşünüyorum. Yani güç­ lü bir ordunun olması Türkiye’nin içinde bulunduğu stratejik konumun bir gereği gibi düşünüyorum.

Övünç, ülkenin jeostratejik konumu gereği askerliği gerek­ li gördüğünü söylerken Sevim da benzer şekilde askerliğin gü­ venlik amaçlı olduğundan bahsediyor: Biz hep askerliğe mecbur kalıyoruz aslında, askerliğin yapıl­ ması gerekli diyerekten, korunmak için dik durabilmek için en azından. Yani terör olmasa da askerlik herhalde bu ülkede olacak. Bir askerin olması gerekli öyle hissediyorum.

Vatan borcu olarak askerlik yapma söyleminin içi böylece vatanı sürekli var olan düşmanlardan koruma söylemiyle dol­ duruluyor. Bu düşünceye göre de zorunlu askerlik, hissedilen güvenlik ihtiyacını karşılamanın tek yolu olarak ortaya çıkıyor. Pınar Bilgin, Türkiye’deki “jeopolitik gerçeklik” söyleminin orduyu ülkenin iç ve dış politikasını belirleyebilecek tek yetki­ li merci konumuna yükselttiği ve bu söylem aracılığıyla da bu konumun normalize edildiği tespitinde bulunur.12 Ayşe Gül Altmay ise benzer bir “jeopolitik gerçekliği” öğrencilere akta­ ran liselerdeki zorunlu milli güvenlik ders kitaplarında orta­ ya çıkan üç ana noktayı şu şekilde belirtir: ördu-millet ve özcü askeri kimlik mitinin vurgulanması; savaşın/şiddetin nor­ malleştirilmesi, olumlanması ve yüceltilmesi ile vatandaşlığın militarizasyonu.13 Görüştüğüm kadınlar, askerliğin gereklili­ ği sorusuna Bilgin ve Altınay’ın analizinde vurguladığı nokta­ lara çok benzer cevaplar veriyorlar. Bu anlatılarda ortaya çıkan temel nokta yukarıda da belirttiğim üzere hâkim bir güvenlik 12

Pınar Bilgin, “‘Only Strong States Can Survive in Turkey’s Geography’: The Uses o f ‘Geopolitical Truths’ in Turkey”, Political Geography, No. 26, 2007, s. 740-756.

13

Ayşe Gül Alunay, a.g.e., 2004, s. 145-162.

endişesi oluyor. Mesela Fatma bu yöndeki kaygılarım şöyle di­ le getiriyor: Onlar [askerler] bizi korumazsa biz burada rahat hayat sürdü­ remeyiz, rahat yatamayız, rahat sokakta yürüyemeyiz, mecbur onlann şeyi [koruması] altında biz bu kadar serbest hayat sür­ dürüyoruz, böyle sokağa çıkabiliyoruz.

Dolayısıyla ordu ve askerler, bizi Türkiye’nin dört bir tarafı­ nı çevreleyen (ve belki de ülkenin içindeki) düşmanlardan ko­ ruyan, milletin emanet edildiği garantörler olarak görülüyor; böylesi bir anlayış ise kadınların askerlikle ilgili söylediklerini önemli ölçüde şekillendirirken Türkiye’nin aynı milli güvenlik ders kitaplarında tarif edildiği gibi, sürekli “tehdit” altında olan bir ülke olduğu fikrini beslemeye devam ediyor. Kışladaki hayat

Kadınlar, askerliği sebebi her ne olursa olsun gerekli görseler de, askerlikle ilgili görüşlerindeki gel-gitler kışla hayatından ve dolayısıyla oğullannı doğrudan etkileyecek bir unsurdan bah­ setmeye başladıklarında derinleşmeye başlıyor. Kadınlar, oğul­ larını askere gönderdikleri için bir yandan gurur duyarken bir yandan da erkeklerin içine adım attığı bilinmezlikle ilgili derin endişe yaşıyorlar. Bu durum ise dışardan bakıldığında gerekli görülen ve bütünüyle onaylanan askerliğin kişisel deneyimler üzerinden anlatılmaya başlandığında kadınların askerlikle ilgili hissettikleri olumlu duyguların o kadar da pürüzsüz olmadığı­ nı gösteriyor. Mesela Hayrunisa, bir önceki bölümde Zeynep’in askerlikle ilgili söylediklerine benzer şekilde, ebeveynlik, as­ kerlik ve oğlunun askere gidişiyle ilgili düşündüklerini şu şe­ kilde dile getiriyor: Eskiden askere gidenlerle], mesela çocuğu gider, ne kadar gü­ zel ne mutlu size oğlunuzu askere gönderiyorsunuz, Allah herkese nasip etsin [derdim ]; ama insanın kendi başına ge­ lince öyle olmuyormuş. Kabullenmem çok vakit aldı, huzur­

suz oldum, tedirgin oldum, arkadaşlarını görünce ağlıyordum, hâlâ bile duygulanıyorum bu konuda, öyle bir garip oldum.

Hem Hayrunisa’mn hem de diğer kadınların söylediklerinde ortaya çıkan şey, kadınların sıra oğullarına gelene kadar doğal gördükleri, hatta Hayrunisa’nın anlatısına bakılırsa başka aile­ ler için bir tebrik ve sevinç kaynağı olabilecek askerliğin kendi oğullan askere gittiği vakit endişe duyulması gereken bir olay haline dönüşmesi.14 Kadınlann askerlikle ilgili olumlayıcı dü­ şünceleri, kendi çocuklanna bir zarar gelebileceğini düşündük­ leri anda olumlamadan sorgulamaya doğru değişiyor. Kadınların askerliğe karşı duyduğu kaygı ve endişenin te­ mel kaynağı, pek çok görüşmede ifade edildiği üzere, “asker­ likte mantık olmadığı” düşüncesi. Anneler, çocuklarının sağ­ lığına dair ciddi bir korku ve endişe duyuyorlar; bu sebeple de oğullarına askerdeki emirlere uyma ve kendilerine söylenen ya da kendilerinden istenen herhangi bir şeyi sorgulamamayı tem­ bih ediyorlar. Örneğin Sevim, oğlunun kendisine askerlikle il­ gili aktardıklannı ve kendisinin oğluna söylediklerini şu şekil­ de dile getiriyor: Zor diyor askerlik zor yani ama kurallara göre, çok mantık ararsan hiçbir şeyin mantığı yok askerlikte, emir komuta zin­ ciri var diyor. Orada sorgulama yok diyor, sorgularsan emir komuta zinciri zedeleniyor o zaman da tabii hırpalanıyorsun.

14

Kadınlann oğullannın güvenliği ve sağlığıyla ilgili endişe duymasında erkek­ lerin askerlik yapacağı yerin “Doğu” olmasının çok önemli bir etkisi olduğu­ nu düşünüyorum; fakat kadınlann askerlik ve “Doğu”yla kurduğu ilişki bu­ rada özellikle üzerinde duracağım bir nokta değil. Bu konuyla ilgili daha de­ taylı bir inceleme için, bkz. Senem Kaptan, Mothering the Army, Mothering (he State: Being a Soldier's M other in Turkey, yayımlanmamış yüksek lisans tezi, İstanbul: Sabancı Üniversitesi, 2009. Bu noktada eklemek gerekir ki çatışma bölgesi ya da hem medyada hem de kadınlann anlatılannda söylendiği üze­ re “Doğu" da askerlik yapmak, kadınlann askerlikle ilgili olumlu fikirlerini de (tam olarak değiştiremese de) sarsan bir etken. Bu açıdan, Nadire Mater’in as­ kerliğini OHAL bölgesinde yapmış 42 askerle gerçekleştirdiği mülakatlardan oluşan Mehmedin Kitabı: Güneydoğu’da Savaşmış Askerler Anlatıyor adlı çalış­ ması, kültürle bagdaştınlmış ve herhangi bir negatif unsur içermeyen askerlik algısının çatışma bölgesinde askerlikle beraber nasıl değişebileceği üzerine ön­ cü bir çalışma ve çarpıcı bir örnek.

Ben de zaten buradan giderken söylemiştim ona sakın hiçbir şeyi sorgulamayasın askerde çok yıpranırsın, yıpratırlar se­ ni. Orada öyle tek başına ses çıkarıp düzeni değiştirecek ha­ lin yok çünkü.

Askerliğin mantıksız yanını sineye çekme yolundaki tavır da çoğu kişinin, her ne kadar askerliği “vatan borcu”, “görev” ya da “gereklilik” olarak gördüklerini belirtseler de, aslında bu sü­ reci çocuklarının önünü tıkayan, tercihen kışlada herhangi bir sorun yaşamadan aşılması gereken bir engel olarak kabul etme­ sinden kaynaklanıyor. Askerliğin bu geçici niteliği yani sorgu­ lanmadan yapılıp bitirilmesi gereken bir şey olarak görülmesi de kışlada yaşanabilecek her türlü tecrübeyi normalleştiriyor. Kadınların oğullarına verdikleri benzer öğütlerin ortak yan­ larından biri sürekli komutanlara itaat etmeleri yönünde. Bu­ rada, sorgulanmaması gereken askerliğin kendisi değil, ilginç bir şekilde askerliğin gerektirdiği pratikler olarak ortaya çıkı­ yor. Dolayısıyla bu kadınlar askerliğin ağır bir tecrübe olduğu­ nun farkında olmakla beraber, zorunlu askerlik pratiğinin ken­ disine eleştirel yaklaşmıyorlar; daha ziyade çocuklarına asker­ lik süresince zorluk çekmemeleri için manevi destek sağlamak­ la yetiniyorlar. Örneğin Sevinç, oğluna verdiği öğütlerden şöy­ le bahsediyor: Oğlum askere git de tuvalet temizletseler hiç sesini çıkarma di­ yorum. Temizle çünkü bu bitecek, 15 ay sen burada tuvalet te­ mizleyeceksin, senin peşine diyordum hiç kimse demeyecek Levent sen askerde tuvalet mi temizledin. Desin oğlum ne ola­ cak, yeter ki diyordum bitir hayırlısıyla gel.

Fikrimce, kadınların oğullarına verdikleri bu öğütler, özel­ likle göreve ya da ordunun kendisine destek verildiğine de­ ğil, daha ziyade annelerin çocuklarının sağlığına dair bir endişe duyduklarına işaret ediyor. Örneğin Hayrunisa, oğlunun ace­ milik döneminde kendisinin yaşadığı endişeleri şu sözlerle ta­ rif ediyor: “Diyorlar ya askerlikte mantık yok, o tedirgin etti be­ ni. Yani uykularım bile bir panik atak gibi tedirgin oluyordum

acaba başına bir şey gelmiş olabilir mi [diye].” Hayrunisa’nm yaşadığı korku hissi, kadınların oğullarının askerliği boyunca hissettikleri ikilemi ortaya çıkarıyor. Kadınlar, aslında sürek­ li bir panik halinde yaşarken, bunu oğullarına yansıtmayarak, tüm bu hislerle tek başlarına baş ediyorlar. Yalnız anneye de­ ğil, bütün aileye hitaben yazılmış olsa da, ordunun acemi eği­ timi sonrasında askerlerin evlerine gönderdiği mektup15 da ai­ lelerin bu zor koşullar altında yaşadıklarına işaret ediyor, fakat bu durumu daha fazla sessizlik öğüdüyle teşvik ediyor: “Önem­ li aile problemleriniz olmadıkça halledebileceğiniz küçük me­ selelerinizi mektuplarınızda evladınıza yazmamanızı, daima iyi ve memnun olduğunuzu belirtmenizi, vazife, arkadaşlık bağla­ rı, vatan sevgisinin önemini belirten telkinlerde bulunarak on­ ların görevlerine daha büyük bir şuurla bağlanmasına yardımcı olmanız konusunda destek olmanızı dilerim.” Susan Zeiger, ideal asker ve ideal annenin pek çok ortak özelliği olduğunu vurgular; “her ikisinin de otoriteyi sorgusuz­ ca kabul etmeleri beklenir, her ikisi de kendilerinden daha rüt­ beli erkeklerin emirleri ve disiplinine maruz kalırlar ve her iki­ sinden de kendi ihtiyaçlarını ve hayatlarını önemli kişiler için feda etmeleri istenir.”16 Aslına bakılırsa anneler zaten tam da bunu yapıyorlar. Dolayısıyla, çocuklarına manevi destek sağla­ yıp cesaretlerini kıracak herhangi bir şeyi onlara yansıtmayarak zaten kendilerine biçilen (militarize edilmiş) annelik görevini, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, yerine getiriyorlar, ilginç şekilde, kadınlara göre askerlik ülkenin korunması için gerekliyken, er­ kekler tarafından sağlanan bu koruma, bir diğer deyişle asker­ liğin varlığı da annelerin erkekleri askerlik süresince (sembo­ lik de olsa) koruması sayesinde mümkün oluyor gibi duruyor. 15

Bu noktada belirtmem gerekir ki görüştüğüm kadınlardan bazıları bana mek­ tuptan bahsetmiş ve mektubu göstermiş olsa da bazı görüşmelerde mektu­ bun bahsi açılmadı. Türkiye’nin çeşitli yerlerinde askerliğini yapmış kişiler­ den mektubun varlığına dair onay alsam da bazı kişilerin bu mektubun varlı­ ğından tamamen bihaber oluşu sebebiyle bunun sürekli gerçekleştirilen ve tu­ tarlı bir uygulama olmadığını eklemem gerekir.

16

Susan Zeiger, “She Didn’t Raise Her Boy to be a Slacker: Motherhood, Consc­ ription, and the Culture of the First World W ar”, Feminist Studies, No. 22, 1996, s. 7-39.

Bu açıdan, Hayrunisa gibi annelerin durumu yine, geleceğin asker vatandaşlarını yetiştirme çabasındaki orduya dayanak ol­ ma konusunda kadınların esasi rolü ve onlara duyulan ihtiyacı gözler önüne seriyor. Ordu, anne rolünde sadece potansiyel as­ kerler yetiştirmekle kalmayıp onlara görevleri süresince destek de verecek kadınlara ihtiyaç duyuyor. Askeriye de bunun kar­ şılığında gönderdiği mektupta annelere şöylesi bir vaatte bu­ lunuyor: “Erlerimizin ruh ve bedenen geldiğinden daha güç­ lü ve yetişmiş olarak aile yuvasına dönmesi hepimizin arzusu­ dur”. Ordu bu bakımdan kadınlarla bir sözleşme yaparak askeriyeyle işbirliği yaptıkları sürece oğullarının iyi olacağını temin ederek endişelerini yatıştırıyor. Bunun karşılığında kadınların “ödül” olarak çocuklarının askerliğiyle gurur duyan anneler ol­ maya hak kazanmakla kalmayıp “daha güçlü ve olgun” oğul­ lara sahip olacakları vurgulanıyor. Bu açıdan kadınlar annelik rolleriyle erkeklerin askerlikle tamamladıkları erkeklik ritüelinin önemli bir parçası ve dahası bunu mümkün kılan aktörler haline geliyorlar.17 Yemin törenleri Peki askerlik imgesi bu anlatılanların dışında kadınların gö­ zünde nasıl kuruluyor? Bir başka deyişle, kadınlar askerlikten nasıl haberdar oluyor, ordu ve kışlayı nasıl algılıyorlar? Kısa­ ca, askerlik onlar için ne anlam ifade ediyor? Kadınlar askerlik hakkında iki temel kaynaktan bilgi ediniyorlar. Bu ilk kayna­ ğın bir bölümünü askerlik hakkında çevrelerinde yapılan soh­ bet ve rivayetler oluşturuyor. Bu, kadınların askerlik hakkında genelde arkadaşlarından, akrabalarından ve sosyal çevrelerin­ den duydukları esas bilgi kaynağı olarak kabul edilebilir. Kay­ nağına bağlı olarak filtrelenen ve farklılık gösteren kitle iletişim araçlan da dolaylı bir kaynak olarak kadınların askerlikle ilgili 17

Annelik ve askerlikle ilgili benzer bir durumun Güney Kore üzerinden ince­ lenmiş bir ömeği için bkz. İnsook Kwon, “A Feminist Exploration of Military Conscription: The Gendering of the Connections between Nationalism, Mili­ tarism, and Citizenship in South Korea”, International Feminist Journal o f Poli­ tics, No. 3, 2001, s. 26-54.

bildiklerine katkıda bulunur. Kadınlar kışlayı ancak bu söylen­ tiler, sohbetler ve medya aracılığıyla görme şansı elde ediyor­ lar. Bir diğer deyişle, ordu, kadınların tamamen dışında olduğu bir erkek dünyası yaratıyor. Askerlikle kadınları doğrudan temasa geçiren asıl kaynak ise yemin töreni ve tören öncesi asker adayının evine gönde­ rilen mektup olmak üzere iki kanaldan işliyor. Mektupta ço­ cuklarının askerliğiyle ilgili ailelere bilgi veriliyor, askerlik sürecini kolaylaştıracağı söylenen telkinlerde bulunuluyor ve sonunda aileler oğullarının yemin törenine davet ediliyorlar. Aile böylece evladının sağlığının yerinde olduğuna dair temin ediliyor. Bu durumun devamı için de aileye askeriyeyle işbir­ liği yapmaları çağrısında bulunuluyor. Örneğin Övünç mü­ lakata başlamadan önce bana kendisine ordudan gelen mek­ tubu göstererek ısrarla okumamı istemiş, mektubun kendisi­ ni nasıl gururlandırdığını ve ne denli içini rahatlattığım ifa­ de etmişti. Mektubu bir karşılaşmadan ziyade kadınların orduyla tanış­ malarına bir ön hazırlık gibi düşünecek olursak, kadınların or­ duyla resmî olarak ilk karşılaşması yemin töreninde gerçekle­ şiyor. Kadınlar mülakat boyunca yemin töreninde heyecanlan­ dıklarından, duygusallaştıklanndan, oğullarıyla gurur duyduk­ larından ve de kışladaki düzenden etkilendiklerinden bahsedi­ yorlar. Askerliğini yapmış erkekleri birleştiren ortak nokta as­ kerlik hikâyeleriyse eğer, anneleri birleştirenin de yemin töre­ ni hikâyeleri olduğunu söylemek yanlış olmaz. Yemin tören­ leri, bir erkeklik ritüeli olarak askerliğin önemli bir aşamasını oluşturuyor. Kadınlar da anneler olarak bu aşamanın seyircile­ ri olmak üzere bu ritüele katkıda bulunmaya davet ediliyorlar. Oğullarını askeri üniforma içinde “vatani görevlerini” yapar­ ken görmek kadınlar için bir gurur sebebiyken, kışlayı munta­ zam bir düzende görmek ise hem orduya duyulan güveni pe­ kiştiriyor hem de orduyu ülkenin geneliyle bir karşılaştırma ve­ silesi oluyor. Örneğin Övünç, kışlanın tertip ve temizliğinden nasıl etkilendiğini şöyle anlatıyor:

Çok duygulandım tabii ki, hepimiz çok duygulandık. Törenin yapıldığı yere askerî bölgeye girer girmez tabii ben asker çocu­ ğu olduğum için, ilk hissettiğim şey her yerdeki düzen ve te­ mizlikti. Son derece alçakgönüllü her şey fakat düzenli, niye bütün ülke böyle olamıyor diye hayıflandığımı hatırlıyorum.

Övünç’ün söylediklerinde de görülebileceği üzere, askerlik hakkında kadınların çevrelerinden edindikleri malumat bir ya­ na, askeriyeyle yaşanan bu doğrudan ve resmî karşılaşma mü­ him bir sonuç doğuruyor. Övünç, ordudaki yapıyı ülkenin ide­ al durumunun sembolü olarak görerek ordunun kurucu işlevi­ ni de olumlamış oluyor. Kışlada askerleri eğiten katı disiplin de kadınların gözlerinde orduyu ahenk ve düzen timsaline dönüş­ türen bir etkene dönüşüyor. Tören alanının “kadın eli değmiş­ çesine” temiz ve düzenli olması askerlik hizmetinin gerektirdi­ ği disipline bağlanıyor.18 Böylece askerleri görevleri süresince “eğitmek” için kullanılan kaba disiplin, annelere “yumuşak” ve “sevecen” görünerek, aslında soğuk ve tatsız olan kışlayı salt bu tören sırasında sıcak ve yuvayı andıran bir yere dönüştürüyor. Askeriye için de güçlü bir dayanak olan oğluna askerde des­ tek olan gururlu anne imajı, annelerin kışlada hayata ya da oğullarının orduya intibak süreçlerine dair bütün endişelerini unutarak vatana hizmet edecek dinç ve sağlıklı bir evlat yetiş­ tirmiş olmanın gururunu yaşadıkları yemin törenlerinde doruk noktasına erişiyor. Sağlık, annelerin askerlikle ilgili söyledikle­ rinde önemli bir yer tutuyor; fakat ilginç bir şekilde sağlıklı ol­ mak askerlik için gerekli en önemli nitelikken, askerliğin ta­ mamlanması bu sağlıklı durumun korunmasına yönelik bir sı­ nav gibi adeta. Buna rağmen, annelerin askere giden oğulları­ nın sağlığına dair endişeleri, yemin töreni söz konusu olduğun­ da yerini sevinç, gurur ve mutluluğa bırakıyor. Örneğin Gök­ çen, törenle ilgili duygularını şu şekilde ifade ediyor: Tören süresince duygulandım, sağlıklı olarak böyle bir evlat yetiştirdiğim için, bir de konuşma yaptı Tahsin orada, o ko­ 18

Ordunun temizliğiyle ilgili bu durumun kendisinin de ne kadar cinsiyetlendirilmiş bir boyutu olduğunu işaret ettiği için Şebnem Kaptan’a teşekkür ederim.

nuşmayı da duyunca duygulandım, ağladım tabii. Benim bile

asker olasım geldi.

Gökçen’in söylediklerine benzer şekilde, Arzu yemin töre­ niyle ilgili şunu söylüyor: “Duygusal anlar yaşadık, yani ho­ şuma gitti böyle kıpır kıpır oldu [içim], hani o bağırışları va­ tan millet deyince hoşuma gidiyordu yani.” Kısacası kadınların kışladaki hayatla ilgili endişeleri, yemin süresindeki törensel­ likle birlikte yerini askeri düzene karşı bir hayranlığa bırakıyor. Kadınların hissettikleri neşe ve gururun yanında bu anlatı­ larda tekrar tekrar ortaya çıkan çarpıcı başka bir yön de ka­ dınlar için ayrı bir heyecan kaynağı olan ve olumlu bir şekilde bahsettikleri yabancılaşma hissi. Kadınların hemen hepsi, bü­ tün askerler birbirine öylesine benzediği ve son derece munta­ zam bir düzen içerisinde oldukları için oğullarını ilk başta tanı­ yamadıklarını söylüyorlar. Sibil’in sözleriyle “jilet gibi” olan as­ kerler arasından insanın kendi çocuğunu ayırt etmesi neredey­ se imkânsız hale geliyor. Hayrunisa, bu anı şöyle tarif ediyor: O yemin töreni çok bana duygusal geldi, bütün çocuklar bir­ birine benziyor tabii resmî geçitte geçerken, insan kendi ço­ cuğunu dahi tamyamıyor, nerede yürüdüğünü bilmediğimiz için, önceden de görmüyorsunuz sırasını falan bilmiyorsunuz.

İlginçtir ki bu yabancılaşma hissi, kışlada zorunlu saç traşından geçen askerlerin anlatılarında da görülüyor.19 Zaten as­ kerler bu standartlaştırma, tıpatıp aynı saç kesimleri ve ünifor­ malar sayesinde törende birbirlerinden ayırt edilemez hale ge­ liyorlar. Fakat erkekler bu homojenleşme anını yarı travmatik bir tecrübe olarak tanımlarken anneler bunu olumlu bir şekil­ de göz alıcı bir düzen ve disiplinin temsili olarak görüyorlar. Askerlikten kalanlar

Peki, yemin töreninden akıllarda kalan şey düzen, disiplin ve gurursa eğer, kadınların askerliğin içeriğiyle ilgili akıllarında 19

354

Selek, ag.e., s. 60-64.

kalan şey ne? Bir başka deyişle, kadınlara göre askerliğin erkek­ lerin hayatındaki somut etkileri neler? Sonuçlar kendi oğulla­ rının hayatında görünür olsun ya da olmasın, annelerin hem­ fikir oldukları noktalardan biri, ordunun bir eğitim yeri oldu­ ğu ve bu eğitimin erkekleri dönüştürdüğüydü. İlginçtir ki, gö­ rüştüğüm kadınlardan akrabalarından birinin bedelli askerlik yapan oğlundan örnek vererek, onun “yeterince sürünmediği­ ne”, yani sıradan askerler kadar zorluk çekmediğine, dolayısıy­ la da eğitiminin eksik kaldığını kasteden biri, Pmar Selek’in ki­ tabının başlığı Sürüne Sürüne Erkek Olmak'a çarpıcı bir paralel teşkil ediyordu. Peki orduda alman eğitimle okulda alınan eği­ tim arasında ne fark vardı? Burada yine ortak cevap, bu sürün­ me eylemini de mümkün kılan disiplin oluyordu. Örneğin Ar­ zu bu eğitimin içeriğini şöyle anlatıyor: Biraz da ailenin de kıymetini anlıyorlar. Osman mesela nor­ malde gece iki üçlere kadar televizyonda bilgisayar başında otururdu, orada her şey disiplinli saatinde her şey, sabah er­ ken kalkmalan, eğitimlere katılma şeyleri, e biraz disiplin gör­ düler tabii haliyle.

Hayrunisa ise Arzu’nun anlatısına benzer şeyler söylüyor: Muhakkak oluyordur [askerlikten sonra değişim], olgunlaştınyordur herhalde çocukları daha çok; çünkü herkes kendi ai­ lesinin yanında yaşıyor, el bebek gül bebek yaşıyor, oraya gi­ dince biraz hayatın gerçeklerini görüyorlar tabii ki. Sırf onla­ rın yaşantısı gibi bir yaşantı olmadığını görüyorlar, değişik in­ sanlar tanıyorlar, o disiplini alıyorlar, sabahın köründe kalkıp o nöbetlerde, gecenin bir vakti uyanabilmeyi öğreniyor çocuk, o disiplini alıyor muhakkak tabii ki.

Askeriyenin ailelere gönderdiği mektupta da askerî eğitime dair çok benzer ifadeler kullanılması kayda değer. Bu mektu­ ba göre, “farklı bir ortam ve hizmet” diye bahsedilen askerliğin “en büyük noksanı” aile evi olacaktır. Kışla bu noksanı, asker­ lere eğitim ve “arkadaşlarıyla birlikte hayatı tanımaya başlaya­ cağı değişik bir ortam” sağlayarak dolduracaktır.

Askerlik süresince öğrenilen bu disiplin anneler tarafından vurgulansa da, kadınların anlatılarında yazı boyunca üzerinde durduğum çatlaklar, bu değişimin sonuçlannı kendi çocukları üzerinde görüp görmediklerini konuşurken de ortaya çıkıyor. Annelerden bazıları, askerliğin erkekleri gerçekten değiştirdi­ ği konusunda hemfikirken erkeklerin askerden daha tertipli, düzenli ve sorumluluk sahibi bireyler olarak döndüğüne dair yaygın kanının aksine, kendi çocuklarında böyle bir dönüşüm gözlemlemediklerini söylediler. Burada ilginç olansa, asker­ liğin erkekleri gerçekten dönüştürdüğü görüşüne katılan ka­ dınların zaten son derece saygılı, disiplinli ve olgun buldukları kendi oğullarında bilhassa bir değişiklik gözlemlememiş olma­ larıydı. Örneğin Zeynep şöyle diyor: Hayır, hiç katılmıyorum [askerliğin erkekleri değiştirdiğine]. Yani şöyle, bu konuda yanıldığımı gördüm diyeyim daha doğ­ ru olacak. Bazı şeyleri askerden sonra düzelir işte askerde de kendine gelir, en azından yatak yapmasını öğrenir, kendi yata­ ğını toplar filan gibi olur ya böyle şeyler. Dedim ki eşime aske­ re gitsin gelsin görürüz, çünkü orada mıntıka temizliği de ya­ pacak elleriyle şunu yapacak, o düşünce bende vardı, askere gittikten sonra, hakikaten bu genel bir söylemdir çünkü halk arasında. Hiç öyle bir değişiklik görmedim ben Tanyol’da.

Zeynep’in söylediklerinde de vurguladığı üzere askerlik, er­ kekler için hayatın zorluklarıyla karşılaşılacak bir sınav yeri gi­ bi görülüyor. “Sivil hayatta” çeşitli işleri yapmaya pek de heves­ li olmayan erkekler, kışlalardaki disiplin sonucu bunları yap­ maya mecbur kalıyorlar. Peki askerlik ve bu disiplin erkekleri ne kadar dönüştürüyor? Hayrunisa, şöyle cevap veriyor: Vallahi bence bu askerlikte anlattıklarına göre zayıf olan insa­ nı iyice yolundan çıkartıyor gibi geliyor. Kuvvetli olmak lazım askere gidebilmek için, psikolojik olarak çok kuvvetli olması lazım [insanın], ona çok dikkat etmeleri lazım alırken askere.

Genel anlatılardaki askerlik, erkekleri olgunlaştıran bir tec­ rübe olarak yansıtılırken Zeynep ev işlerine dair söyledikleriyle

aslında bu tecrübenin cinsiyetlendirilmiş arka planına ışık tut­ muş oluyor; Hayrunisa ise bu disiplinin katmanlarına dikkat çekerek askerliğin ancak psikolojik olarak güçlü erkekler tara­ fından zarar görmeden atlatılabileceğinden bahsediyor. Fakat yine de kadınların söylediklerindeki gel-gitlere paralel olarak, erkeklerin askerlik tecrübeleri anlatıların devamında nihaye­ tinde verimli, hayatın başka bir yüzünü gördükleri ve başka bir gerçekliği deneyimledikleri yeni bir zemin olarak yansıtılıyor. Anlatılarda askerlik, herhangi bir alternatifi olmadığı için ha­ yatın “doğal” bir yanı olarak görülüyor; fakat bu doğallık söyle­ mi anneler askerlikten “çocukların hayatlarında bir engel” ola­ rak bahsettiklerinde sorgulanmaya başlıyor. Çocuklarının as­ kere gidip dönmesi bu noktada, erkeklerin bir hayat kurma­ larına mani olan, bilhassa da onları atlatılana kadar bir işten mahrum bırakan bu engeli sonunda aşmış olmalarının verdiği rahatlıkla birleşiyor. Oğlunun askerliğiyle ilgili hissettiklerini sorduğum Övünç şöyle diyor: “Her gencin hayatında askerlik bitmeden kalıcı bir işe başlayamama sorunu var, kalıcı düzeni kuramama sorunu var, bunları aşacağını düşünerek sevindim”. Benzer şekilde, ordu bir yandan bir aile olarak benimsenir­ ken, bu yeni “ebeveynlerin” “gerçekleri” kadar şefkatli olma­ yabileceğini gösteren belli anlatılar, askeriyenin bu sevecen ve ilgili aile imajına karşı çıkıyor. Semiha’nın oğlunun asker­ de yaşadıklarını aktarırken söylediği şu sözler, bu tecrübenin bir tarifini sunuyor: “Mesela başım ağrıyordu diyorum [komu­ tan] diyor babanız değiliz biz ananız [değiliz], çekeceksin ağrı­ nı, komutanlar öyle söylüyor...” Bu anlamda anneler, daha ön­ ce de tarif edildiği gibi, askeriyenin görünen yüzünün içeriden bakıldığında oldukça farklı olabileceğinin farkında görünüyor­ lar. Bununla beraber, bu farkındalıklanna rağmen zorluklardan ve her şeyden çok yinelenen unsur, bir annenin oğlunu askere göndermekten duyduğu gurur olarak ortaya çıkıyor. Arzu, oğ­ lunun askerlikle ilgili hissettiklerini şöyle anlatıyor: Korkuyor, benim oğlum [un] da gitmeden korku kafasın­ da hep şeydi [vardı]. Şimdi geldi ay özgürüm çok şükür yap-

tim [diyor]. Ben hep zorladım, yavrum bu senin vatan borcun git yap gel hayatını kurarsın, gelince kafan rahat olur, hep ai­ le baskısı yaptık yani git bir an önce; kaçış yok çünkü o gitme­ se götürecekler.

Görüldüğü gibi Arzu, askerliğin anneler ve oğullan için fark­ lı bir anlama gelebileceğinin farkında. Öyle ki, askerliği “vatan borcu” olarak tanımlamasına rağmen oğlu askere gitmediği tak­ tirde kendisini zorla götüreceklerini belirtiyor. Buna rağmen Ar­ zu, yukanda söylediklerinden birkaç dakika sonra şu sözleri söy­ lediklerine ekliyor: “[Askerliğin vatan borcu olduğunu] düşü­ nüyorum ve gurur duydum [oğlumla], gurur duyuyorum yani”. Oğlu için askerlik korku hissine tekabül etse de Arzu ve pek çok diğer kadın için askerlik, oğullarının askerliğinden sonra bah­ sedilen tek şey haline gelen gurur hissiyle eş değer hale geliyor. Benzer şekilde, annelerin oğullarının askerlikleri boyunca onlarla paylaştıklan “yük,” pek çok mülakatta “onunla bera­ ber askerlik yapmak” diye tarif edilen şey, oğullannın geri dö­ nüşüyle yaşanan bu gurur duygusuyla “ödüllendiriliyor”. Arzu’nun oğlu gibi askerliğini yapmış erkekler için ordu, kurtulunması, “özgür” kalınması gereken bir şey, anneler içinse bir erkek yetiştirmiş ve onu askere göndermiş olmanın gururunun ispatı haline dönüşüyor. Bu bakımdan askerlik hem “adam gibi adam olmanın”, hem de devlete itaat eden sağlıklı (asker) ço­ cuklar yetiştirmekle eşdeğer tutulan örnek bir anne olmanın is­ patı haline geliyor. Askerlik, toplumsal hayat, anlatılmayanlar

Askerlik, kadınların gözünde bir gereklilikse eğer, oğullarını askere gönderen anneler, kadınların askerlik yapması konu­ sunda ne düşünüyorlar? Bu soruya verilen ortak cevap, savaş ya da seferberlik gibi “ağır” koşullar altında olunmadıkça ka­ dınların orduya katılmalanna lüzum olmadığı, çünkü erkekle­ rin zaten bu görevi yerine getirdiği yönünde oldu. Örneğin gö­ rüştüğüm annelerden biri olan Sevim bunu şöyle ifade ediyor:

Bir erkekten çok daha zor şartlan yaşıyor kadın; aile kuruyor, arkasından çocuk doğuruyor, çocuğunu büyütüyor, her tür­ lü ağırlık onun üzerinde. Yani kadın zor görevleri almış zaten toplumda. Esasında askerlik görevini yapıyor bir taraftan da,

zaten vatana çocuk yetiştiriyor, evlat yetiştiriyor. Askerlik gö­ revini yapıyorsa o zaman tabii ki birebir kışlada askerlik yap­ masına gerek yok.

Sevim’in sözlerini iki ayrı açıdan mühim buluyorum. Bu söz­ ler her şeyden önce, cinsiyetlendirilmiş ve militarize edilmiş vatandaşlık rollerinin kadınların zihinlerinde ne denli doğal hale gelmiş olduğunu sergiliyor. Bir başka deyişle, kadınların hem annelik hem de yurdun ve ordunun bakıcıları olarak rol­ leri öylesine normalize edilmiş ki annelik, askerlik görevini ic­ ra etmenin kendisiyle eşdeğer tutuluyor. İkinci olarak, bu du­ rum kadınların anne olarak vatandaşlığın militarizasyonundaki rolüne işaret ediyor. Burada kadınlar yalnızca kendi çocuk­ larının anneleri değil, vatan için (asker) çocuklar doğurup bü­ yüten milletin anneleri haline geliyor. Bu ifade, diğer bir deyiş­ le, “rahmin nasıl bir silah altına alma istasyonuna dönüştüğü­ ne” ve kadınların da bu “görevi” nasıl da sorgulamadan kabul edebileceğine örnek teşkil ediyor.20 Bu sözler aynı zamanda or­ dunun bu militarizasyonu idame ettirmek ve erkeklerin asker­ liğe intibak sürecini kolaylaştırmak için sürekli kadınlara ihti­ yaç duyduğunu gösteriyor. Bu açıdan, kadınların annelik kim­ liklerinin ordu için ne kadar gerekli olduğunu, bir başka de­ yişle de kemikleşmiş gibi görünen cinsiyetlendirilmiş rollerin aslında ne kadar ince çizgiler üzerinde durduğunu gösteriyor. Peki kadınların askerliğini zorunlu olmayan durumlar dı­ şında gerekli görmeyen anneler, erkeklerin askerlik yapma­ ması hakkında ne düşünüyor? Eğer oğullarının askerlik yap­ mama gibi bir şansları olsaydı kararlarının ne yönde olacağı­ na dair sorduğum soru karşısında, getirdikleri bütün eleştirile­ re rağmen, kadınların ikisi dışında hepsi böyle bir şey isteme­ 20

Cynthia Enloe, Maneuvers:The International Politics o f Militarizing Women’s Li­ ves, Berkeley: University of California Press, 2000, s. 248.

yeceklerini söylediler. Bu kararın arkasında kanaatimce iki ne­ den yatıyor. Birincisi, önceki anlatılarda sürekli görüldüğü gi­ bi, kadınlar askerliği, ülkenin korunması için şart olan bir gö­ rev olarak görüyorlar. Dolayısıyla erkekler orduya katılmaya teşvik ediliyor ve askerlikleri süresince karşılaşacakları engel­ leri aşmak için gerekli psikolojik desteği ailelerinden ve bilhas­ sa annelerinden alıyorlar. Mesela Hayrunisa, zorunlu askerli­ ğe alternatif bir önerisi olsa da bunun mümkün olamayacağı­ nın altını çiziyor: Toplum neye uyuyorsa o olacak, eğer askerlik varsa herkesin askerlik yapması lazım sağlık sorunları olan[lar] dışında. Ku­ rallara uymak zorunda toplum; ama tabii ki paralı olmalı as­ kerlik, isteyen asker olmalı diye düşünüyorum çünkü bu ço­ cuklar o kadar kısa süre askerlik yapıyorlar ki silah tutması­ nı çoğu bilmiyor, benim çocuğum bilmiyordu mesela. Baş­ ka türlü eğitebilirler diye düşünüyorum. Benim dediğimle ol­ sa keşke.

Ayşe ise Hayrunisa’nm dediklerine benzer şekilde askerliğin zorunlu olmasıyla ilgili düşüncelerini şu şekilde dile getiriyor: Askerlik hakkında çok da derin bilgim yok ama hakikaten bir seferberlik ve herhangi bir savunma, müdafaa, orduya gitme durumu söz konusu olduğu vakit insanlar[ın] o zaman hiçbir bilgisi olmadan olacak bir olay değil o olay, ki bu askerlikte ne derece sağlanıyor onu da bilmiyorum tabii. Bugün orduya gel savaş çıkıyor dendiği vakit bütün askere gidenler her konuda bilgili mi, tamam mı oluyor? Olmuyor. Hiç kimse hiçbir şeye zorunlu olmamalı çünkü zorunlu olmayan her şey çok daha güzel ve başarılı oluyor, üretiliyor, yapılıyor. Zorunluluk gir­ diği vakit birtakım üç kağıtlar, numaralar, kaytarmalar vesai­ re insan bunlara sapıyor ama bugün için bunlar olamaz tabii, zorunlu olmak mecburiyetinde bazı şeyler. Herkesin yaptığını sen de yapmak mecburiyetindesin. Birtakım değerleri var insa­ nın hayatta üzerinde durduğu, yaşadığı, şeref, namus, hakika­ ten de bir ülkeye bir hizmet olarak manevi bir değer olarak. O

anda ben annelik duygularına kapılarak, yani oğlumun sağlığı için, ayrılmamak için bunu engellersem ileride bu bize üzücü bir unsur olur diye düşünürdüm; ancak otomatik olarak mi­ haniki bir şekilde birtakım telkinler her anne gibi yapmaya ça­ lışırım hani şöyle yapsan daha iyi [diye].

Kadınların askerlikle ilgili söylediklerinde ortaya çıkan olumlama ve kısmi sorgulama arasındaki gel-gitler, bu gibi an­ latılarda daha da iç içe geçiyor. Ayşe’yle Hayrunisa askerliğin zorunlu değil gönüllü olması gerektiğini söylerken, mevcut gü­ venlik endişesi ve toplumsal baskı bu resme dahil olunca her­ kes gibi kendi oğullarının da birtakım kurallara uymaları ge­ rektiğinden bahsediyorlar. Benzer şekilde, kadınların oğullarının askere gitmemesini desteklemeyeceklerini belirtmelerinin arkasındaki ikinci ne­ den ve sıkça verilen yanıtlardan biri askerlik yapmak istemeyen erkeklerin kuvvetli çevre baskısıyla karşılaştıkları ve askerlik­ le ilgili anlatacak hikâyelerinin olmayacağı düşüncesi. Bu çev­ re baskısından bahseden Semiha örneğin şöyle diyor, “Olsun [askerlik yapsın], sonra gitmemiş askerlik yapmamış demesin­ ler. Sonra duyuyorlar işte askere gitmemiş, ‘ya bacım’ diye hi­ tap ediyorlar çocuğa yani öyle diye duyuyoruz.” Ayşe Gül Altınay, askerlik hikâyelerini askerliğini henüz yapmamış ya da herhangi bir engel sebebiyle yapamayacak olan erkeklerin üze­ rinde otorite kuran militarize edilmiş bir erkeklik ritüeli ola­ rak tanımlar.21 Semiha’nm söylediklerinden de görülebileceği üzere, bu hikâyeler yalnızca başka erkekleri bu ritüelin dışın­ da tutmaya hizmet etmekle kalmıyor, aynı zamanda kadınları hem bu hikâyeleri asla deneyimleyip anlatamayacak dinleyici­ ler olarak bu resimden dışlayarak hem de onları aşağılanan nes­ neler olarak bu resme dahil ederek kişiler arası iletişimin de da­ im! militarizasyonuna yol açıyorlar. İsrailli barış aktivisti Rela Mazali, askerliğin İsrail’de hem ya­ sal hem de toplumsal bir gereklilik olarak görülmesi sebebiy­ le kendi asker anneliği deneyiminde oğullarının askerlik yap­ 21

Ayşe Gül Altınay, a.g.e., 2004, s. 82-85.

masına karşı çıkmanın bu çift taraflı baskı sebebiyle ne kadar zor olduğundan bahseder.22 Görüştüğüm kadınların askerlikle ilgili söylediklerinde de çoğu zaman buna benzer bir tablo or­ taya çıkıyor. Kadınlar, vatanın korunması gerektiğinden bah­ sederken sürekli olarak diğer herkes çocuklarını askere yollar­ ken onların oğullarının askerlik yapmama “lüksü” olmadığının altını çiziyorlar. Bu tavır ilk bakışta, her ebeveynin vatanı koru­ ma yüküne ortak olduğu sosyal sorumluluk sahibi bir yaklaşı­ ma benziyor. Halbuki daha yakından bakıldığında, Semiha’nın söylediklerinde de görüldüğü gibi, memleketin korunması söy­ leminin nasıl da askerliğin toplumsal hayat içerisindeki yeriy­ le, diğer bir deyişle, çevre baskısıyla iç içe geçmiş olduğu göz­ ler önüne seriliyor. Vatanın korunması için askerlik hizmetine ihtiyaç olduğuna dair söylem böylece bir erkeğin askerlik yap­ madan “erkek olamayacağına” dair hâlen hâkim olan toplum­ sal baskının içselleştirilmesine dönüşüyor. Bu anlamda asker­ lik, bir yandan vatanın koruması ve vatandaşların güvenliğinin sağlanması için gerekli görülürken, aynı zamanda erkek vatan­ daşlara “erkekliklerini kanıtlama” yolu sağlıyor. Dahası, asker­ liğini tamamlayan bir erkeğin görev sırasında her ne yaşamış olursa olsun, “görevini” tamamlamış olması oğlunu vatanı ko­ rumak için yetiştirmiş olan anne için bir gurur kaynağı oluyor. Bu noktada çarpıcı olansa bu kadınların evlatlarına sunulacak hayalî bir muafiyet seçeneğine bile karşı çıkarak bu manzaraya sonuna kadar uyum sağlamaları. Bu anlamda zorunlu askerlik, salt vatanın korunmasına adanmışlıktan ziyade, başkaları uğ­ runa doldurulması gereken bir boşluğa benziyor. Sonuç Erik Jan Zürcher, Osmanlı İmparatorluğumun son dönemlerin­ de zorunlu askerlik pratiğini analizinde günümüzde askerlikle ilgili sıkça rastlanan kahramanlık hikâyelerinden oldukça fark­ 22

Rela Mazali, “Parenting Troops: The Summons to Acquiescence”, The Women and W ar Reader, der. Lois Ann Lorentzen ve Jennifer Turpin, New York: NYU Press, 1998.

lı bir manzara resmeder.23 Zürcher, 1913 ile 1923 yılları arasın­ da meydana gelen savaşların neticelerini incelerken savaş dö­ neminde yazılmış kasvetli şarkıların yakın bir okumasını yapa­ rak ve muazzam sayıdaki asker kaçağına dikkat çekerek, asker­ liğin ilk başlarda sevinç ve coşkudan ziyade çaresizlik ve ümit­ sizlik gibi hisler uyandırdığını söyler. Zürcher’in analizi, ka­ dınların zorunlu askerliği bir “borç”, “görev” ya da “gerekli­ lik” olarak içselleştirmelerinin “Türk kültürünü” askeriyeyle iç içe geçirme yönünde sürekli bir çabanın sonucu olduğu gerçe­ ğine çarpıcı bir örnek teşkil ediyor.24 Askerliğin yakın zaman­ da nasıl tahayyül edildiğine bakmak için Zürcher’in analizi ka­ dar geriye gitmeye lüzum yok. Örneğin Emma Sinclair-Webb, özellikle 1990’lı yıllarda sıkça yapılan şaşaalı asker uğurlamala­ rında atılan sloganlann altında yatan sebebin askere gitmekten kaynaklanan sevinç değil, çatışma bölgesine gitmenin doğur­ duğu ölüm korkusunu bastırmak olduğundan bahseder.25 Ya­ kın zamandaki asker kaçakları, erkeklerin askerliği ertelemek için eğitimlerini uzatmaları, yurtdışmda çalışmaları ya da sahte hastalık raporlarına başvurmaları gibi örnekler de zorunlu as­ kerlik pratiğinin o kadar da pürüzsüz işlemediğinin bir göster­ gesi. Peki, hem devlet söyleminde hem de erkeklerin hayatla­ rında bireysel düzeyde ortaya çıkan bu çatlaklar kadınların an­ latılarında nerede devreye giriyor, daha da önemlisi neden ge­ nişleyip aktif bir harekete bağlanamıyorlar? Oğulları askere gidip dönmüş yani askerliklerini tamamla­ mış olmalarına rağmen, annelerin anlatılarında bu çatlakla­ rın hâlâ var olması; fakat bunların daha geniş sorgulamalara ve eleştirilere dönüşmekten ziyade kendi anlatılarının bütünlü­ ğüyle çelişen ifadelerle sınırlı kalmasının kanaatimce birkaç se­ bebi var. Bunlardan biri askerliğin ve dolayısıyla onunla bera­ ber gelen asker anneliği kimliğinin gelip geçici bir ara dönem 23

Erik Jan Zürcher, “Little Mehmet in the Desert: the W ar Experience of the Ot­ toman Soldier”, Facing Armageddon: The First World W ar Experienced, der. Pe­ ter Liddle ve Hugh Cecil, Londra: Leo Cooper/Pen and Sword, 1996.

24

Bu alandaki öncü çalışma ve benzer bir analiz için bkz. Altınay, a.g.e., 2004.

25

Sinclair-Webb, a.g.e., 2000.

gibi görülmesi. Her ne kadar askerlikle ilgili birtakım fikirler dile getirseler de, asker anneliği ya da asker annesi olmanın ne demek olduğu kadınların mülakat anma kadar özellikle üzeri­ ne düşündükleri konular değil. Asker anneliği, bu açıdan, ka­ dınların oğullarının askerliğiyle başlayan, çoğu zaman üzerine düşünmedikleri ve oğullarının dönüşüyle sona eren bir ara dö­ nem gibi. Esra Gedik, şehit anneliği üzerine yaptığı araştırma­ sında, çoğu “sıradan birer ev hanımıyken” oğullarının ölümüy­ le birden farklı bir mertebeye erişen kadınlar için şehit annesi olmanın farklı bir sosyal statüye geçişi getirdiği ve bunun kalı­ cı bir kimlik olduğundan bahseder; öyle ki kadınlar kendileri­ ne kim oldukları sorusuna şehit annesi oldukları cevabıyla kar­ şılık verirler.26 Bu açıdan bakıldığında, şehit anneliğinin aksi­ ne asker anneliği, kadınlar için sadece oğullarının askerlik hiz­ meti süresince üzerlerine giydikleri geçici bir elbise gibidir.27 Kadınlar, askerlik boyunca oğullarının güvenliğinden ve sağlı­ ğından endişe etseler de, yani bu sorgulamamanın altında ya­ tan sessizliğin kişisel bir sebebi olsa da, askerlik bittikten son­ ra bu endişe de ortadan kalkıyor; fakat kadınlar yine de bu kıs­ mi sorgulamaları daha geniş çaplı eleştirilere dönüştürmüyor­ lar, bunun yerine anlatılarında sadece o endişeyle ilgili yorum­ lar kalıyor. Kadınların anlatılarındaki çatlaklar tam da bu se­ beple, askerliğin hayatlarındaki geçici etkisinden ötürü daha geniş bir eleştiriye yol açamıyor. Bir nevi kadınlar, oğullarının askerliğinin tamamlanmasıyla beraber askerlik öncesi döneme geri dönüyorlar.28 Erkeklerin kendilerinin anlattıklarına ve bu hikâyenin gö­ rünmeyen yönüne bakmak askerliği olumlayan anlatıların farklı bir yönünü ortaya çıkarıyor. Eda örneğin oğlunun yemin törenine hiç kimsenin katılmasını istemediğini ve buna hiçbir 26

Gedik, a.g.e., 2008.

27

Bu noktada, her iki kimliğin oluşumu ve birinden diğerine geçişin tamamen şans eseri olması sebebiyle şehit anneliği ve asker anneliği arasında keskin bir türsel ayrım yapmamak gerektiğini de eklemek istiyorum. Bu noktayı bana işaret etmiş olan Murat Belge’ye teşekkür ederim.

28

Bu noktaya dikkatimi çekmiş olan ve bu yorumu borçlu olduğum Nurseli Ye­ şim Sûnbûloğlu’na teşekkür ederim.

neden göstermediğini anlatıyor. Benzer şekilde Sevim de oğlu kendisine yemin törenine ailelerin katılmasının artık yasak ol­ duğunu söylediği için törene gidemediklerini, sonradan oğlu­ nun kimsenin gelmesini istemediği için yalan söylediğini öğ­ rendiğinden bahsediyor. Selma’nm oğlu gibi bazı çocuklar ise uzaklığı bahane ederek ailesinin törene gelmemesini istiyor. Bu örnekler, terhis olan askerlerin anlatılmayan hikâyelerinin de askerliğin hem erkeklerin hem de anne olarak kadınların ha­ yatlarındaki yerini yeniden değerlendirmek için dikkate alın­ ması gerektiğini gösteriyor. Peki çocukların hikâyeleri ve tecrübeleri nasıl unutuluyor ya da belki de hiç dikkate alınmayarak askerliği kadınlar açı­ sından yalnızca gurur duyulacak bir tecrübe ve ülke için ge­ rekli bir zorunluluk haline getiriyor? Her şeyden önce, yukarı­ da da vurguladığım gibi, kadınların askerlik hakkında bildikle­ ri erkeklerin yaşadığı tecrübelerin yalnızca ufak bir kısmını teş­ kil ediyor. Erkekler, annelerine askerlik süresince yaşadıkları­ nı genelde anlatmıyor, annelerse oğullarına bu dönemle ilgi­ li sorular sormuyorlar. Bu yüzden kadınların orduyla çoğu za­ man olumlu şekilde kurdukları temas, kadınların tahayyülün­ de (olumsuz yönlerini bilseler bile) olumlu bir askerlik hizmeti tecrübesi ortaya çıkarıyor. Yani askerliği tanımlarken sıkça kul­ lanılan görev kavramı hiçbir negatif anlam içermiyor. İkincisi, askerliğini yapmış erkeklerin hikâyeleri çoğu zaman üstü ka­ palı kaldığı için bu hayalî manzaraya meydan okuyacak alter­ natif bir resim mevcut değil. Örneğin oğlu askerliğini bir askeri hapishanede yapmış olan Deniz, askerliğin oğlunun “ruhunda derin yaralar açtığını” dolayısıyla oğlunun anlatacak herhan­ gi bir askerlik anısı olmadığı ve askerlik dönemi konuşma içe­ risinde geçse de oğlu tarafından hemen üzerinin kapatıldığın­ dan bahsediyor. Benzer şekilde, oğlu Hakkari’de askerlik yap­ mış olan Eda, oğlunun askerlik dönemiyle ilgili herhangi bir şey konuşmak istemediğini dile getiriyor. Bir başka deyişle, as­ kerlik toplumda öylesine cinsiyetlendirilmiş bir sınır çiziyor ki anne-oğul ilişkisi gibi yakın bir ilişki bile bu sınırı geçemez ha­ le geliyor. Bu bakımdan, kadınların çocuklarının kendilerine

anlattıklarını unuttuğunu söylemek doğru olmaz; anneler daha ziyade olayların kendilerine ulaştığı kadannı biliyor, askerliğe dair pürüzsüz resmi çarpıtabilecek ufak detaylar da bu yüzden ya görmezden geliniyor ya da çok az dile getiriliyor. Cynthia Enloe, iktidarın, militarize edilmiş bir toplumdaki fikirlerin, kadınlar ve erkekler tarafından yapay bir şekilde in­ şa edilmiş birer unsur değil, toplumun bir parçası olarak dü­ şünüldüğünde pürüzsüzce işleyebileceğinden bahseder.29 Ben­ zer şekilde, askerliğin “Türk kültürü”nün bir parçası dolayısıy­ la bir “borç” veya “görev” olduğu ya da askerliğin Türkiye’nin konumu sebebiyle gerekli olduğu fikrinin insanlar arasında yer­ leşmiş olması kanaatimce kadınların anlatılarındaki çatlakların daha aktif bir harekete bağlanamamasındaki diğer etken. Fakat her şeye rağmen çatlaklar yine de orada ve yazı boyunca göster­ meye çalıştığım üzere bireysel düzeyde askerliğin gerekliliğinin sorgusuz kabulü ve benimsenmesinin yansıtıldığı kadar pürüz­ süz işlemediğine işaret etmeleri açısından oldukça önemliler. Kadınlar, annelik kimlikleriyle militarizasyona sadece katkıda bulunmuyorlar. Aynı zamanda, bilinçli olsun ya da olmasın, bu militarizasyonun “boşluklarını” ve potansiyel “kaçış olanakları­ nı” da ortaya çıkarıyorlar. Tam da bu sebeple, militarizm, mil­ liyetçilik ve erkeklik hakkmdaki söylemlere yalnızca erkeklerin deneyimleri üzerinden değil, kadınların anlatılarının ve söyle­ yeceklerinin bu deneyimlerle kesiştiği noktalar üzerinden bak­ mak böylesi çatlakları ve çıkış noktalarını görünür ve daha da önemlisi mümkün kılacak, “çarklardaki kum”un30 yalnızca er­ keklik deneyimleriyle sınırlı olmadığını ortaya çıkaracaktır.31 29

Cynthia Enloe, “Feminism and War: Stopping M ilitarizes, Critiquing Power”, Feminism and War: Confronting US Imperialism, Londra: Zed Books, 2008.

30

Ulrich Bröckling, “Çarklardaki Kum? 21 .Yüzyılın Başında Vicdani Ret”, Ç ark­ lardaki Kum: Vicdani Ret, Düşünsel Kaynaklar ve Deneyimler, der. Özgür Heval Çınar ve Coşkun Üsterci, İstanbul: iletişim Yayınlan, 2008.

31

Son yıllarda daha da görünür olan ve sayılan gittikçe artan kadın vicdani retçiler militarizm ve toplumsal cinsiyet ilişkisine dikkat çekmekte çok önemli bir adım attılar. Bu konuda Türkiye üzerine yapılmış öncü çalışmalar için bkz. Ayşe Gül Altınay, “Künye Bellemeyen Kezbanlar: Kadm Redciler Neyi Redde­ diyorlar?”, Çarklardaki Kum: Vicdani Ret, Düşünsel K aynaklar ve Deneyimler, der. Özgür Heval Çınar ve Coşkun Üsterci, İstanbul: iletişim Yayınlan, 2008;

KAYNAKÇA Akgül, Ç. (2011) Militarizmin Cinsiyetçi Suretleri: Devlet, Ordu ve Toplumsal Cinsi­ yet, Ankara: Dipnot Yayınlan. Altınay, A. G. (2003) “Militarizm ve İnsan Haklan Ekseninde Milli Güvenlik Dersi”, Ders Kitaplarında insan H aklan: Taram a Sonuçlan, der. Betûl Çotuksöken, Ay­ şe Erzan ve Orhan Silier, İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı. Altmay, A. G. (2004) The Myth o f the Military-Nation: Militarism, Gender, and Edu­ cation in Turkey, New York: Palgrave Macmillan. Altınay, A. G. (2008) “Künye Bellemeyen Kezbanlar: Kadın Redciler Neyi Reddedi­ yorlar?”, Ç arklardaki Kum: Vicdani Ret, Düşünsel K aynaklar ve Deneyimler, der. Özgür Heval Çınar ve Coşkun Üsterci, İstanbul: İletişim Yayınlan. Altınay, A. G. (2009) “Can Veririm, Kan Dökerim: Ders Kitaplannda Militarizm”, Ders Kitaplannda insan H aklan II: Taram a Sonuçlan, der. Gürel Tüzün, İstan­ bul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı. Aslan, Û. (2007) Politics o f M otherhood and the Experience o f the Mothers o f Pea­ ce in Turkey, yayımlanmamış yüksek lisans tezi, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi. Bilgin, P. (2 0 0 7 ) ‘“Only Strong States Can Survive in Turkey’s Geography’: The Uses o f ‘Geopolitical Truths’ in Turkey”, Political Geography, No. 26, 740-756. Bröckling, U. (2008) “Çarklardaki Kum? 21.Yüzyılın Başında Vicdani Ret", Ç ark­ lardaki Kum: Vicdani Ret, Düşünsel K aynaklar ve Deneyimler, der. Özgür Heval Çınar ve Coşkun Üsterci, İstanbul: İletişim Yayınları. Can, O. (2008) “Vicdani Ret ve Anayasa”, Çarklardaki Kum: Vicdani Ret, Düşün­ sel K aynaklar ve Deneyimler, der. Özgür Heval Çınar ve Coşkun Üsterci, İstan­ bul: İletişim Yayınlan. Çınar, Ö. H. ve C. Üsterci. (2008) Ç arklardaki Kum: Vicdani Ret, Düşünsel Kaynak­ lar ve Deneyimler, İstanbul: İletişim Yayınlan. Elster, E. ve M. J. Sorensen (2010) Women Conscientious Objectors: An Anthology, Londra: War Resisters’ International. Enloe, C. (1990) Bananas, Beaches, and Bases: Making Feminist Sense o f Internatio­ nal Politics, Londra: Pandora Press. Enloe, C. (2000) Maneuvers: The International Politics o f Militarizing Women's Lives, Berkeley: University of California Press. Enloe, C. (2008) “Feminism and War: Stopping M ilitarizes, Critiquing Power", Feminism and War: Confronting US Imperialism, Londra: Zed Books. Gedik, E. (2006) “Kadınlık ve Vicdani Ret Üzerine Notlar”, Amargi, No. 2, 38-41. Gedik, E. (2008) Ideological Ambivalence in the Case o f Mothers o f the Martyrs in Turkey, yayımlanmamış yüksek lisans tezi, Ankara: ODTÜ. lnsel, A. ve A. Bayramoglu (2004) Bir Zümre, Bir Parti: Türkiye'de Ordu, İstanbul: Birikim Yayınlan. Kancı, T. (2008) Imagining the Turkish Men and Women: Nationalism, Modernism, and Militarism in Primary School Textbooks, 1928-2000, yayımlanmamış doktora tezi, Istanbul: Sabancı Üniversitesi. Esra Gedik, “Kadınlık ve Vicdani Ret Üzerine Notlar”, Amargi, No. 2 (2006), s. 38-41. Dünyadaki örnekler üzerine önemli bir çalışma içinse bkz. Women Conscientious Objectors: An Anthology, der. Ellen Elster ve Majken Jul Soren­ sen, Londra: War Resisters’ International, 2010.

Kaplan, S. (2009) Mothering the Army, Mothering the State: Being a Soldier's Mot­ her in Turkey, yayımlanmamış yüksek lisans tezi, İstanbul: Sabancı Üniversitesi. Kwon, 1. (2001) “A Feminist Exploration of Military Conscription: The Gendering of the Connections between Nationalism, Militarism, and Citizenship in South Korea”, International Feminist Journal o f Politics, No. 3, 26-54. Mater, N. (1999) Mehmedin Kitabı: Güneydoğu da Savaşmış Askerler Anlatıyor, İs­ tanbul: Metis Yayınlan. Mazali, R. (1998) “Parenting Troops: The Summons to Acquiescence”, The Wo­ men and W ar Reader, der. L. A. Lorentzen ve J. Turpin, New York: NYU Press. Parla, T. (1998) “Mercantile Militarism in Turkey, 1960-1998”, New Perspectives on Turkey, No. 19, 29-52. Sancar, S. (2001) “Türkler/Kürtler, Anneler ve Siyaset: Savaşta Çocuklannı Kaybet­ miş Türk ve Kürt Anneler”, Toplum ve Bilim, No. 90. Sancar, S. (2009) “Askerlik, Militarizm ve Erkeklik”, E rkeklik: im kansız iktidar, İs­ tanbul: Metis Yayınlan. Selek, P. (2008) Sürüne Sürüne Erkek Olmak, İstanbul: İletişim Yayınlan. Sinclair-Webb, E. (2000) “Our Bülent is Now a Commando: Military Service and Manhood in Turkey”, Imagined Masculinités: M ale Identity and Culture in Mo­ dem Middle East, der. M. Ghoussoub ve E. Sinclair-Webb. Londra: Saqi Books. Şen, S. (1996) Cumhuriyet Kültürünün Oluşum Sürecinde Bir ideolojik Aygıt Olarak Silahlı Kuvvetler ve M odemizm, İstanbul: Sarmal Yayınevi. Şen, S. (2000) Geçmişten Geleceğe Ordu, İstanbul: Alan Yayıncılık. Şen, S. (2011) Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Toplum Mühendisliği, tstanbul: Su Yayın­ lan. Şentürk, B. (2009) “On the Gender Aspect of Conflict in Turkey: Mothers of Soldi­ ers Who Died in the Conflict in the East and Southeast of Turkey between 1993 and 2006”, Fe Dergi: Feminist Eleştiri, No. 2, 89-97. Zeiger, S. (1996) “She Didn’t Raise Her Boy to be a Slacker: Motherhood, Consc­ ription, and the Culture of the First World War”, Feminist Studies, No. 22, 7-39. Zürcher, E. J. (1996) “Little Mehmet in the Desert: the War Experience of the Ot­ toman Soldier’’, Facing Armageddon: The First W orld W ar Experienced, der. P. Liddle ve H. Cecil, Londra: Leo Cooper/Pen and Sword.

7. Ok - Militarizm: Vatandaşlık, Borçluluk ve Çürükleştirmek Üzerine* A lp

b ir ic ik

Erkeklerin erkek, kadınların kadın gibi olması gerektiğini sa­ vunan toplumsal cinsiyet sistemlerinin başı, “iki arada bir de­ rede kalmış”, “ne idüğü belirsiz” cinsel/cinsiyet halleriyle hep “biraz” dertlidir. Çünkü, büyüklerimize göre “onlar”, düze­ ni bozan, bir çuval inciri mahvedenler, işe yaramazlar, yoldan dönmüşler, çürükler yani ötekilerdir. Varlıkları, kurulu niza­ mı tehdit eder, oyunun “esas” oyuncuları için korkunun ve pa­ niğin kaynağı olurlar. Büyüklerimize göre, onlar hiza1 oyunu­ nun devamı için gerektiğinde şiddete başvurarak sağlamlardan ayrılmalı, geriye kalanlarla yola devam edilmelidir. Sonuçta önemli olan, gelecek kuşaklar için nizamın mutlak selametidir. 5 Ekim 1963 tarihinde Milliyet gazetesinde birinci sayfa­ dan “23 Yıldır Kadın Gibi Dolaşan Adam Yakalandı” başlığıy­ (*) Bu makalenin nihai hale gelmesi çeşitli sebeplerden dolayı tahmin ettiğimden çok uzun bir süreye yayıldı. Geçen tüm bu zamanda kitabın editörü Nurseli Yeşim Sünbüloğlu’na bitmek bilmeyen sabn ve anlayışı; hazırlık sürecindeki yorum ve okuma önerileri için Nil Mutluer, Hilal Ûzçetin, Didem Türkoğlu ve Ayşe Seda Yüksel’e, yazının son okumasındaki emeği için Ebru Uzpeder’e çok teşekkür ederim. Yazıdaki hatalar elbette bana aittir. 1

Tuna Erdem, "Hizadan Çıkmaya, Yoldan Sapmaya ve Çıkıntı Olmaya Dair: Kimlik Değil, Cinsellik! Tektip Cinsellik Değil, Cinsel Çeşitlilik”, Cinsellik Muamması: Türkiye'de Queer Kültür ve Muhalefet, der. Cüneyt Çakırlar ve Serkan Delice, İstanbul: İletişim, 2012, s. 37-71.

la yayımlanmış haber, yukarıda altını çizmeye çalıştığım nizam oyunundan türemiş cinsiyet paniğini tartışıyor: 23 yıldan beri kadın kıyafetiyle dolaşan Metin Sever adında bir erkek yakalanmıştır. Samsun’un Irmak mahallesinde otur­ duğunu ve kendisini bildiğinden beri kadın kıyafetiyle dolaş­ tığını söyleyen Metin, “Her ne kadar adım Metin ise de, ben Nurşen ismini daha çok seviyorum. Bunun için adımı değiş­ tirdim ve Nurşen yaptım” demiştir. Kollannda bilezik, başın­ da beyaz bir yazma, boynunda kırmızı boncuklarla süslü bir kolye ile üzerinde yeşil bir bluz ve kahverengi çiçekli bir etek olan Metin Sever, karakolda bacaklarını cömertçe açarak ayak ayak üzerine attıktan sonra “Bütün hevesim, bir şifon başörtü­ süne sahip olmaktır. Ulus meydanında satıyorlar, ama beş lira istediler alamadım” diyerek boynunu bükmüş, sonra da orada bulunan Uğur adında bir polis memuruna dönerek, “Ne olur, bana bir şifon alsana” diye yalvarmıştır. Küçük yaştan beri ev içinde kız muamelesi görerek büyüyen Metin Sever, kendi­ si için bir problem olmadığını, bir süre Samsun Askeri Hastanesi’nde yattığını, kendisine çürük raporu verildiğini ve bu se­ beple de askere gidemediğini söylemiş, fotoğrafım çekmek is­ teyen gazetecilere çeşitli pozlar verdikten sonra “Yanlış anla­ mayın, ben asker kaçağı değilim, sadece bende kadın perisi var, bu kıyafetten hoşlanıyorum” demiştir. Fırsat bulduğu tak­ dirde, İzmit’e gideceğini de söyleyen Metin Sever, İzmit’te Ne­ cati adında bir seyyar satıcı ile nişanlanacağını sözlerine ek­ lemiştir. Metin Sever muayene altına alınmak üzere ilgili ma­ kamlara teslim edilecektir.2

Aynı gazete, beş gün sonra Nurşen’i “Kadın Değil, Erkek” başlığıyla yeniden birinci sayfaya taşıdığında, paniğin başka bir şehre sıçradığını okuyucularına haber verir. Ancak gazete bir önceki haberde olduğu gibi Nurşen’i yazılı tasvir etmeyi bir ke­ nara koymuş, desenli uzun eteği ve başörtüsüyle bir sandalye­ de otururken çekilmiş fotoğrafıyla vatandaşlara teşhir etmiştir. 2

“23 Yıldır Kadın gibi Dolaşan Adam Yakalandı", Milliyet, 05 Ekim 1963, s.

Sütlüce’de bir haftadan beri kadın kılığında dolaşıp dilenen 22 yaşındaki Metin Sever yakalanmıştır. Semt kadınlan Metin’in erkek olduğunu ancak dün anlayabilmişlerdir. Metin beş gün evvel Ankara’da da aynı şekilde dolaşırken tutulmuştu.3

Polis tarafından ikinci kez alıkonduktan sonra Nurşen’in ha­ yata nasıl devam ettiğini ve başına neler geldiğini bilmiyoruz ama şu tahminde bulunabilirim: Eğer Nurşen bugün gözaltına alınsaydı, şehir trafiğinin nizamını bozduğu için devlet tarafın­ dan adına bir trafik cezası kesilir, ikinci kez yakalandığında ay­ nı ceza tekrarlanırdı.4 Oysa Nurşen’in “peri kadın”5 öyküsü, devletin 50 yıl önce de vatandaşla kurduğu ilişkide ortaya çıkan “cinsiyet karmaşası­ nın” çözümünde bazı dinamiklerin değişmediğini gösteriyor: Devletin gözünde “erkek vatandaş” sayılmanın bir yolu zorun­ lu askerlik görevini tamamlamak, vatani borcunu ödemekten geçer. Devlet gerektiğinde hizayı bozana “vatan borcunun” ne kadannı ve nasıl ödediğinin hesabını sorduğunda, vatandaşın vereceği cevap devlet nezdinde bir “erkeklik” ispatına dönüşür. Cinsiyet, toplumsal cinsiyet ve vatandaşlık kavramlarının 3

İlhan Baştan, “Kadın Değil, Erkek”, Milliyet, 10 Ekim 1963, s. 1.

4

Son yıllarda özellikle İstanbul, İzmir, Ankara gibi büyük şehirlerde trans-kadınlara kamusal yerlerde trafiği ihlal ettiği bahanesiyle, polis tarafından deği­ şen miktarlarda para cezası kesiliyor. Konuya ilişkin detaylı bir tartışma için bakınız, Veysel Eşsiz, “Devletin Eli, Beli, Sopası: Anlatılmamış Sürgünden ‘Ka­ bahatlere’ Türkiye’de Trans Bedenin Denetimi", Cinsellik Muamması: Türki­ ye'de Queer Kültür ve Muhalefet, der. Cüneyt Çakırlar ve Serkan Delice, İstan­ bul: İletişim, 2012, s. 185-220.

5

Tarihçi George Chauncey 1890-1940 yıllan arasında New York’taki eşcinsel erkek kültürlerini tartıştığı incelemesinde, kadınsı davranışlan olan eşcinsel erkekler için queer, pansy, queen gibi benzetmelerin yanı sıra “fa ir y ” (peri) ke­ limesinin kullanıldığından bahseder. Bu bağlamda Nurşen’in karakolda ken­ disini savunurken ifade ettiği “peri kadın” benzetmesi, sadece tuhaf bir rast­ lantı mı? Eğer değilse, Chauncey’in tartıştığı fairy benzetmesiyle arasında na­ sıl bir bağ kurulabilir? Bu ve benzeri sorulann cevabını tartışmak, bu yazının sınırlarını aşacaktır. Ancak Türkiye’de düzcinsellikten/heteroseksüellikten farklı cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğine ilişkin kavramlann ve benzetmele­ rin, tarihsel ve kültürel olarak nasıl yolculuk ettiğine ilişkin bazı önemli ipuçlan vereceğini düşünüyorum. Fairy tartışması için bakınız, George Chauncey, Gay New York: Gender, Urban Culture, and the Making o f the Gay Male World (1980-1940), New York: Basic Books, 1994.

yukarıda altını çizdiğim nizam oyunu çerçevesinde heteronormativiteyle nasıl kesiştiğini tartışmak için yazının kısa başlığın­ daki vurguya yani Kemalist ideolojinin Altı Ok’unun arasında kendini uzun zaman görünmez kılmayı becermiş, benim “Ye­ dinci Ok”6 diye nitelediğim militarist idelojiye ve ulus-devlet sürecinde ortaya çıkmış “ideal (erkek) vatandaş” kurgusuna daha yakından bakmak gerekiyor. Ahmet Yıldız, Türkiye’nin modern ulus-devlet sürecin­ de Türk ulus kimliğinin tarihsel gelişimini, Kemalist dönem (1919-1938) içinde dört evreye ayırır. Yıldız’a göre, Milli Mü­ cadele (1919-1923) yıllarında ulusal kimlik, milliyet kavramı Müslümanlıkla tanımlanmış, takip eden yıllarda (1924-1929) ise “militan bir sekülerizm”7 etkisiyle eski dinsel çoğulcu anla­ yış tümüyle bir kenara bırakılarak, Türk kimliği tekliğe ve birli­ ğe doğru evrilmiştir. Kemalizmin son döneminde (1929-1938) vatandaşlık, ırk/soy/etno kültürel uygulama ve söylem içinde yeniden tanımlanmıştır.8 Ayşe Kadıoğlu, Yıldız’ın dönemselleş­ tirme çalışmasına referansla, Türkiye’de vatandaşlığın taban­ dan değil, yukarıdan, otoriteden geliştirilen bir kavram oldu­ ğunu göstermek için Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1931 Kongresi’nde karara bağladığı “Altı Ok” simgesini tartışır. Kadıoğlu, Altı Ok’un simgelediği milliyetçilik, laiklik, halkçılık, cumhu­ riyetçilik, devletçilik ve inkılapçılık ülkülerinin zaman içinde 6

Yazının hazırlık aşamasında Cumhuriyet Halk Partisi’nde (CHP) yaşanan po­ litik değişimler ve mevcut ordu-iktidar gerginlikleri çerçevesinde, Parti’nin Altı Ok simgesine bağlı olarak “Yedinci Ok” tartışmaları, “dindarlık”, “darbe­ cilik”, “solculuk” gibi atıflarla gündeme geldi. Bu yazıda benim ele aldığım bi­ çimiyle “Yedinci Ok” benzetmesi, CHP içi tartışmaların farkında olarak ama esasta tartışmalarda ismi zikredilmeyen ve eleştirilmeyen “Türk" militariz­ minin darbecilik, zorunlu askerlik ve benzer uygulamaları da içine alan daha kapsamlı ve yaygın bir ideoloji olduğu yönündedir. İlgili tartışmalar için ba­ kınız, “Yedinci Ok Dindarlık”, Taraf, 05 Şubat 2009, http://www.taraf.com.tr/ haber/yedinci-ok-dindarlik.htm, (Erişim tarihi: 08 Ekim 2012); Mustafa Yü­ rekli, “CHP’nin Yedinci Ok’u”, H aber 7, 27 Şubat 2009, http://www.haber7. com/mustafa-yurekli/haber/382996-chp8217nin-yedinci-oku, (Erişim tarihi: 08 Ekim 2012).

7

Ahmet Yıldız, Ne Mutlu Türküm Diyebilene: Türk Ulusal Kimliğinin Etno-Seküler Sınırları (1919-1938), 4. baskı, İstanbul: İletişim, 2010, s. 16.

8

A.g.e., s. 16-17.

Halkevleri (1932), Türk Tarih Kurumu (1931), Türk Dil Kuru­ mu (1932) ve devamında Anayasa’ya (1937) dahil edilerek, Kemalizmin esaslarını özümsemesi gereken “vazifelerle yüklü va­ tandaş” kavramının oluştuğunun altını çizer.9 Kadıoğlu Tür­ kiye’de vatandaşlığın haklara dayalı değil, modem ulus-devlet içinde üretilmiş nüfus cüzdanı ve pasaport gibi resmî evrak­ ların sağladığı yasal statü çerçevesinde, “bir kulübe üyelik”10 üzerinden tanımlandığını, vatandaşlığın kurallarının da dev­ let eliyle, denetim ve sorgu mekanizmalarıyla oluşturulduğu­ nun altını çizer. Vatandaşın cinsiyete göre düzenlenmiş görev tanımlarından biri, erkeklerin hesabına kesilen askerlik hizme­ tini gerçekleştirmesidir.11 Tanıl Bora, Kemalizm ve milliyetçilik arasında, Osmanlı Imparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş sürecinde bir­ birine referans veren ve iç içe geçmiş “simbiyotik”12 bir ideo­ lojik ilişki kurulduğunu, zamanla milliyetçiliğin resmî ideo­ lojinin ana eksenini oluşturduğunu tartışır. Bunun bir sonu­ cu olarak milliyetçilik, Kemalist Altı Ok içinde “eşitler arasın­ da birinci”13 olarak, baskın bir konuma yerleşmiştir. Elbette bu süreçte militarizmin en keskin söylemlerinden “ordu-millet miti”,14 milliyetçi-Kemalist ideolojinin toplum içinde hare­ ket kabiliyetini ve nefes alma alanlarını kolaylaştırmış ve ka­ nımca Altı Ok’un içinde kendine neredeyse görünmez “Yedin­ ci Ok” konumu yaratarak “vazifelerle borçlu vatandaş” tipinin perçinlenmesinde etkin bir rol oynamıştır. Bu bağlamda, De­ 9

Ayşe Kadıoğlu, "Türkiye’de Vatandaşlığın Anatomisi”, Vatandaşlığın Dönüşü­ mü: Üyelikten H aklara, der. Ayşe Kadıoğlu, İstanbul: Metis, 2008, s. 174-175. Ayrıca bakınız, Füsun Üstel, ‘Makbul Vatandaş’ın Peşinde: II. Meşrutiyet’ten Bu­ güne Vatandaşlık Eğitimi, 4. baskı, İstanbul: İletişim, 2009.

10

Kadıoğlu, a.g.e.; Ayşe Kadıoğlu, “Giriş”, Vatandaşlığın Dönüşümü: Üyelikten H aklara, der. Ayşe Kadıoğlu, İstanbul: Metis, 2008, s. 14-15.

11

Kadıoğlu, “Türkiye’de Vatandaşlığın Anatomisi”, s. 176.

12

Tanıl Bora, “Sunuş”, Modem Türkiye'de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik - 4. Cilt, der. Tanıl Bora ve Murat Gültekingil, 4. baskı, İstanbul: İletişim, 2009, s. 15.

13

A.g.m., s. 14.

14

Ayşe Gül Altmay ve Tanıl Bora, “Ordu, Militarizm ve Milliyetçilik”, M odem Türkiye’de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik - 4. Cilt, der. Tanıl Bora ve Murat Gül­ tekingil, 4. baskı İstanbul: İletişim, 2009, s. 142.

niz Yükseker’in “borçlar ve borçluluk duygusu Türkiye toplumunu bir arada tutan tutkallardan biri olabilir mi?”15 sorusu­ na cevap aradığı tartışmayı hatırlamakta fayda var. Yükseker Türkiye’de borçluluk ilişkisini iki alanda açıkça görebileceği­ mizi iddia eder. Birincisi, açık hesaplara dayanan imalat ve ti­ caret ilişkilerindeki borçlanma şekilleriyle kurulan sosyal iliş­ kilerdir; ikinci tür borçluluğun maddi değerler dışında, mane­ viyat üzerinden, aile, cemaat ve siyasi toplumda çimento işle­ viyle vuku bulduğunu savunur. Yükseker’e göre devletin er­ kek vatandaşlara biçtiği zorunlu askerlik, popüler kültürde­ ki dile yansımasıyla “vatan borcu”, doğuştan gelir-gider hane­ sinde yazılıdır. Bunun bir başka uzantısı da Yükseker’e göre şe­ hitlerin haklarının ödenemeyeceği söylemidir. Bu manevi bor­ cun maddi dönüşüme yansımasının en iyi örneklerden biri, va­ tandaşların Mehmetçik Vakfı’na yaptığı finansal destektir.16 Her ne kadar vatan borcu öncellikle erkeklere kesilmiş gözük­ se de, eğitim sistemi kadınların da kahraman askerler olabile­ ceğini vurgular, kızların da (örneğin savaş durumunda) devle­ te olan borçlarını geri ödemeleri beklenir.17 Ancak son yıllar­ da Ayşe Gül Altınay’m benzetmesiyle bazı “künye bellemeyen Kezbanlar”,18 yani vicdani red hareketine katılan kadınlar, mi­ litarizmin desteklediği bu “doğuştan borçlu vatandaşlık” tipin­ den istifa ediyorlar. 15

Deniz Yükseker, “Türkiye Toplumunu Birarada Tutan Nedir? Toplumsal Tut­ kal Olarak Borç ve Borçluluk”, Toplum ve Bilim, No. 117, 2010, s. 6.

16

A.g.m.,s. 11-17.

17

Ocak 2012’de, 1926’dan beri lise müfredatını biçimlendiren Milli Güvenlik Öğretimi Yönetmeliği resmen kaldırılmıştır, tlgili resmî karar için bakınız, Resmi Gazete, “2012/2680 Milli Güvenlik Bilgisi Öğretimi Yönetmeliğinin Yürürlükten Kaldırılmasına Dair Yönetmelik”, Resmi Gazete, No. 28184 (25 Ocak 2012). Dersin tarihsel gelişimine ilişkin detaylı bir inceleme için bakı­ nız, Ayşe Gül Altınay, “Human Rights or Militarist Ideals?: Teaching National Security in High Schools”, Human Rights Issues in Textbooks: The Turkish C a­ se, der. Deniz Tarba Ceylan ve Gürol Irzık, Istanbul: The History Foundation of Turkey, 2004, s. 76-89.

18

Ayşe Gül Altınay, “Künye Bellemeyen Kezbanlar: Kadın Redçiler Neyi Red­ dediyor?”, Ç arklardaki Kum: Vicdani Red - Düşünsel K aynaklar ve Deneyim­ ler, der. Özgür Heval Çınar ve Coşkun Ûsterci, İstanbul: İletişim, 2008, s. 113-133.

Türkiye’de erkeklere devlet tarafından kesilmiş “vatan bor­ cu” ile hesaplaşmanın birkaç farklı yolu var: Askere gitmek, yaş haddinden muaf tutulana kadar askerlikten kaçmak, vic­ dani red veya sağlık durumunun askerlik için uygun olmadı­ ğını belgeleyip rapor almak, yani son yıllarda daha fazla ko­ nuşulur olan ve popüler kültürde “çürük raporu” veya “pem­ be tezkere” olarak anılan belgeyi edinmek. Bu bağlamda Şu­ bat 2009’da CHP’ye yönelik Yedinci Ok tartışmalarından ha­ reketle, Temmuz 2012’ye dek basında rapor/tezkere hakkında çıkmış haberleri tartışarak, makalede şu soruya cevap arayaca­ ğım: Zorunlu askerlikten muaf tutulmak için alman çürük ra­ poru, devletin erkeklere kestiği borcu kapatmaya yeter mi? Bu soruyu cevaplamak için önce rapor sürecini ve askerî hastane­ lerdeki sözde tıbbi uygulamaları tartışıp, yakın zamanda med­ yada yer alan konuya ilişkin bir haberden yola çıkarak, 50 yıl önce Nurşen’in öyküsünde adı geçen kurum ve otoritelere (po­ lis, basın) ek, son dönemde konunun uluslararası sahaya taşın­ masıyla tartışmalara dahil olan yeni aktör ve kurumların kim­ ler olduğunu göstereceğim. Devamında devlet-vatandaş borç ilişkisinin hukuksal dayanaklarını inceleyip, rapor almış kişile­ ri süreç sonrası bekleyen faiz ve ceza sistemlerini tartışacağım. Tüm bu tartışmalarda aslında rapor alındıktan sonra devlet gö­ zünde borcun tam olarak geri ödenmiş sayılmadığını, “çürükleştirmenin” özellikle çalışma hayatında vuku bulduğunu gös­ tereceğim. Ordu arşivlerinin belleği, vatandaşa bellettiği ...Bir defa unutmayın ki, Türkiyemizin insanı belirli yaşa kadar ne kadar yetiştirilebiliyorsa, biz de işte o kadarıyla yetinmek zorunda kalıyoruz. Elimize gelen hammadde daima en büyük sorunumuz oluyor. Üstelik mevcudun en iyisini seçmeye çalış­ mamıza rağmen, bazı yörelerde bu tutuyor, bazılarında olmu­ yor. İstanbul’un en iyisi ile örneğin Nevşehir’in en iyisi arasın­ daki fark var ya, işte o yetiyor ... ilk elemede daha çok, Türk­ çe biliyor mu, biliyorsa dili çok mu kötü, dış görünüşü na-

sil? Çünkü bazıları ne bileyim kekeme oluyor, kiminde koca­ man bir çıban, simetrik olmayan bir surat, hatta düztaban çı­ kıyor. Bazen kel, renk körü, şaşı veya bodur olan geliyor. He­ men başta eliyoruz. Dış görünüşünün mümkün olduğu kadar düzgün olmasına dikkat ediyoruz. Tabii yakışıklılık filan değil de, anormallik istemiyoruz.19 [Vurgular bana ait]

Yukarıdaki alıntı Mehmet Ali Birand’m 1986 yılında Türkiye’de bir Harp Okulu komutanıyla yaptığı görüşmede, askerî okula girmek isteyen gönüllü adaylarda aranan kıstasların neler ol­ duğunu sorduğunda aldığı cevaptır. Komutanın yanıtı her ne kadar askeriyeye yani bir nevi “erkeklik laboratuarına”20 da­ hil olamayacaklara dair kıstasları kısmen açıklasa da esasta iş­ lenmeye hazır “hammaddenin”21 yani toplum nizamından kaymamışlann, “normal” kabul edilenlerin kimler olduğunu vur­ guluyor. Bu yazı kapsamında ele aldığım çürük raporu sürecinin, dev­ letin beden politikalarını ve militarizm üzerinden normal ve anormal olana dair kıstaslarım açıklar nitelikte olduğunu dü­ şünüyorum. Sürece ilişkin en detaylı “ilk” anlatılardan biri­ ne, Nadire Mater’in 1998’de yayımlanmış “Mekmedin Kitabı: Güneydoğu’da Savaşmış Askerler Anlatıyor” çalışmasında “As­ kerden Kaçmak için Ekmekten Kaç” başlıklı, erkek anlatıcı­ nın “askerlik anısı”nda rastlıyoruz.22 Askerliğe kafası yatmadı­ ğı için çürük raporu almaya karar veren23 anlatıcı, askere alın­ dıktan sonra askerlikten muaf tutulmak için gerekli düzenle­ melerle ilgili yasaları okur. Çözümü bulmuştur: Sıkı bir rejim­ le kilo vererek, boy ve kilo oranında yönetmeliklerde belirtilen en alt düzeye inecektir. Ancak, anlatıcının çabası istediği so­ nucu vermez; 1.72 boya karşılık 45 kg’a düşmesi gerekirken, 46 kg’da takılı kalmıştır. Son muayenesinde kendisiyle ilginen 19

Mehmet Ali Birand, Emret Komutanım, İstanbul: Milliyet Yayınlan, 1986, s. 42.

20

Pınar Selek, Sürüne Sürüne Erkek Olmak, 2. baskı, İstanbul: İletişim, 2009, s. 170.

21

A.g.e„ s. 200-201.

22

Nadire Mater, Mehmedin Kitabı: Güneydoğu’da Savaşmış A skerler Anlatıyor, 6. baskı, İstanbul: Metis, 2004, s. 34-35.

23

A.g.e., s. 34.

doktorun insafa gelip kilosunu 45 yazmasıyla çürük raporunu alır, askerlikle ilişiği kesilir. Vatan borcu resmi evraklarda, yani “kağıt üzerinde”, ödenmiş gözükür. Ancak akla hemen şu soru geliyor: Kilo vererek çürükleştirilen beden sürecin devamında neye dönüşmüştür? Görüşmede anlatıcı raporu aldıktan sonra her ne kadar rejimi kesmiş ve eski kilosuna dönmeye çalışmış­ sa da eski iştahı geri gelmemiş, sadece bir iki kilo alabilmiştir. Mecazi bir deyişle, 7. Ok militarizmin bedende açtığı yara teda­ visi mümkün olmayan açık bir yaraya dönüşmüştür. Türkiye’de militarizmin en sıradan ve görünür uygulamala­ rından zorunlu askerlik görevinden sağlık raporu alarak bor­ cu ödemenin bir başka yolu, ordunun cinsiyet ve cinselliğe da­ yalı heteronormatif söylemiyle, yani “erkek adam asker olur”24 anlayışıyla çatışan farklı cinsel yönelim/cinsiyet kimliklerinin askerî kuramlarda ifşasından geçer. Ancak bu süreç, yukarıda bahsi geçen sıkı perhizin ötesinde, askerî tıbbın “yaratıcı” tet­ kikleriyle farklı bir beden terbiyesi gerektirir. Son dönemdeki LGBT eylemcilerinin tanıklıkları25 ve akademik araştırmalar,26 24

Alp Biricik, ‘“Erkek Adam’ Ezberini Bozmak Üzerine: Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Sisteminin Resmi Söylem Üzerinden Kurgulanması”, Cinsiyet Halle­ ri: Türkiye’de Toplumsal Cinsiyetin Kesişim Sınırlan, der. Nil Mutluer, İstanbul: Varlık, 2008, s. 232-246. Ayrıca bakınız, Nükhet Sirman, “Kadınların Milliye­ ti”, Modem Türkiye’de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik - 4. Cilt, 4. baskı, der. Tanıl Bora ve Murat Gültekingil, İstanbul: İletişim, 2009, s. 226-244.

25

Lambda İstanbul, Ne Yanlışız Ne de Yalnızız: Bir Alan Çalışması, Eşcinsel ve Biseksüellerin Sorunları, İstanbul: Berdan Yayıncılık, 2006; Human Rights Watch, Kurtuluşumuz için Bize Bir Yasa Gerek: Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet, Cin­ sellik ve İnsan H aklan , New York: Human Rights Watch, 2008; Kaos GL, Mili­ tarizm Özel Sayısı, No. 120, Eylül-Ekim 2011.

26

Alp Biricik, Diagnosis... Extremely Homosexual: (Re)Constructing Hegemonic Masculinity Through Militarized Medical Discourse in Turkey, yüksek lisans te­ zi, Budapeşte: Central European University, 2006; Oyman Başaran, Militari­ zed Medical Discourse on Homosexuality and Hegemonic Masculinity in Turkey, yüksek lisans tezi, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi, 2007; Alp Biricik, “Çürük Raporu ve Türkiye’de Hegemonik Erkekliğin Yeniden İnşası”, Ç arklardaki Kum: Vicdani Red: Düşünsel K aynaklar ve Deneyimler, der. Özgür Heval Çınar ve Coşkun Üsterci, İstanbul: İletişim, 2008, s. 143-149; Alp Biricik, “Erkek Adam Ezberini Bozmak Üzerine”, s. 232-246; Alp Biricik “The ‘Rotten Report’ and the Reproduction of Masculinity, Nation and Security in Turkey”, Making Gender, Making War: Violence, Military and Peacekeeping Practices, der. Anica Kronsell ve Erika Svedberg, New York, Londra: Routledge 2012, s. 76-89; Juli­ án Irlenkáuser, Çürük Raporu - The Rotten Report: Gender Identities and the Tur-

hastanelere ve dönemlere göre farklılıklar gösterse de uygu­ lanan yöntemler arasında çoğu kez rapor için başvuran kişi­ nin eşcinsel ilişki anında çekilmiş edilgen durumdaki fotoğra­ fı ya da video görüntüleri, çeşitli psikolojik testler (Minnesota Çok Yönlü Kişilik Testi, Rorschach Mürekkep Testi, Ağaç-EvKişi Testi), makata parmak sokularak rektal bölgedeki kasların gevşekliğinin ölçülmesi, gerekli görüldüğünde kişilerin belir­ li bir süre askerî hastanelerdeki “pembe koğuş” adı verilen bö­ lümlerde gözetim altına alınması bulunuyor. “Erkek vatanda­ şın” bedeninde olmaması gereken “eşcinsellik hastalığım” tes­ pit çabalarına ek olarak, son dönemde rapor için başvuran ki­ şinin ailesinin, hastane doktorları veya ilgili komite önünde başvuru sahibinin “gerçekten” eşcinsel olduğunu söylemesi de beklenmektedir.27 Raporu almış kişiler kendilerine konulan ta­ nılar arasında “homoseksüalite”, “ileri derecede homoseksüel­ lik”, “anti-sosyal kişilik bozukluğu”, “nevrotik adaptasyon bo­ zukluğu”, “sınır kişilik bozukluğu” olduğunu söylüyorlar. Edilgen halde fotoğraf çektirmeye özendirmek ve başvuru sahibinin bedeninin sınırlarını “başka erkeklere ne kadar açtı­ ğını” anlamak için makattan parmakla yapılan kontroller28 gös­ teriyor ki askerî tıp otoriteleri bu durumdan en ufak bir sıkın­ tı duymuyor, vatanın selameti için her şeyin mubah görülebi­ leceğini bizlere tekrar tekrar kanıtlıyorlar.29 Son dönemde aile­ kish Military, yüksek lisans tezi, tstanbul: European University Viadrina ve İs­ tanbul Bilgi Üniversitesi, 2012. 27

2012’de gazetelere yansıyan bir haberde, Erkan Atalay İstanbul’daki Kasım­ paşa, Gümüşsüyü, Haydarpaşa Gülhane Askeri Tıp Akademisi’ne sevk edil­ diğini, gerekli psikolojik testler yapıldıktan sonra “aile görüşmesi” istendi­ ğini belirtmiştir. Askeri hastane yetkilileri yaptıkları müzakereler sonucun­ da, “nevrotik kişilik” tanısı koyup, Atalay’ın askerliğe elverişli olduğu sonu­ cuna varmıştır. “TSK: Eşcinsel Değil Nevrotiksin”, CNN Türk, 27 Mart 2012, http://www.cnnturk.com/2012/guncel/04/27/tsk.escinsel.degil.nevrotiksin/658847.0/index.html, (Erişim tarihi: 10 Ağustos 2012).

28

Uygulamaya ilişkin bir başka tartışma için bakınız, Cüneyt Çakırlar, “Vicda­ nen, Tersten: Erinç Seymen’in Çileci Sanau”, Cinsellik Muamması: Türkiye'de Queer Kültür ve Muhalefet, der. Cüneyt Çakırlar ve Serkan Delice, İstanbul: İle­ tişim, 2012, s. 558-588.

29

Rapor süreci ve uygulamalar hakkında son dönem basın haberleri için bakı­ nız, Piotr Zalewski, “Do Ask, Must Tell”, Foreign Policy, 04 Aralık 2010, http://

lerden doktor veya heyet önünde çocuklarının “hastalığından” haberdar olduklarını söylemelerini talep etmek, işkencecinin “eğer konuşmazsan, ailen elimizde” üslubuyla, erkekliğin en kırılgan noktalarından birini yani “kutsal aileyi” bozup birbi­ rine düşürerek, militer gücün sınırlarının nereye kadar genişleyebileceğinin de bir göstergesi. Elbette tüm bu çabalar, rapor için başvuran erkeklerin, kendilerinden, dolayısıyla “erkek­ liklerinden” ne kadar feragat ettiğini, yani ötekilerin/kadmların safına ne derece geçtiğini anlama çabasının yanı sıra, ordu­ ya alındıktan sonra ulusal güvenliğe tehdit oluşturma ihtimali olanları tespit etmeye de yöneliktir.30 Peki bu tartışmalar sivil alanda sürerken, Nurşen’in 50 yıl önce yaşadığından farklı ola­ rak bugün rapor sürecini kimler tartışmaya başladı? Almanya’da yayımlanan haftalık Der Spiegel dergisi 30 Ekim 2010’da “Generaller için Pomo” başlıklı haberi31 ile yukarıda tartıştığım rapor sürecinde yaşananları uluslararası düzeye ta­ şıdı.32 Haberde Türkiyeli eşcinsel iki erkek, bir avukat ve bir askerî doktor, rapor sürecinde yaşananlan anlatıyor ve özellik­ le elde edilen görüntülü kanıtların askeri arşivlerde saklandığı­ nı iddia ediyordu. Haberin hemen ertesinde, Avrupa Komisyonu 9 Kasım’da açıkladığı 2010 Türkiye İlerleme Raporu ile, derginin işaret etti­ www.foreignpolicy.com/articles/2010/12/03/do_ask_must_tell?page=full, (Erişim tarihi: 05 Ağustos 2012); Miraç Zeynep Ûzkartal, “Pembe Tezkere Al­ mak Çok Zor!”, Milliyet, 23 Aralık 2011, http://gundem.milliyet.com.tr/-pembe-tezkere-almak-cok-zor-/gundem/gundemdetay/23.12.2011/1479143/default.htm (Erişim tarihi: 05 Ağustos 2012); Elif İnce, ‘“Pembe Tezkere’ye Koğuş İşkencesi", Radikal, 15 Mart 2012, http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx7aT ype=RadikalDetayV3&ArticleID=1084969&rCategoryID=77, (Erişim tarihi: 05 Ağustos 2012); Erman Ata Uncu, “‘Pembe Tezkere’ Uygulaması BBC’de”, Radi­ kal, 27 Mart 2012, http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDet ayV3&ArticleID=1083010&CategoryID=79 (Erişim tarihi: 05 Ağustos 2012). 30

Biricik, “The ‘Rotten Report’ and the Reproduction of Masculinity, Nation and Security in Turkey”, s. 76-89

31

Maximilian Popp, “Pornos für den General”, D er Spiegel, No. 44, 30 Ekim 2010, httpV/www.spiegel.de/spiegel/0,1518,726903,00.htm l, (Erişim tarihi: 10 Ağustos 2012).

32

Alp Biricik, “Aile Albümde Yer Alması Sakıncalı Resimler: Militarizm, Bellek, Arşiv”, KAOS GL Dergi (Militarizm Özel Sayısı), No. 120, Eylül-Ekim 2011, http://www.kaosgl.com/sayfa.php?id=6968, (Erişim tarihi: 10 Ağustos 2012).

ği gayri insani ve tıp etiğine uymayan askerî uygulamaların sür­ düğünü önceki iki raporunda33 olduğu gibi bir kez daha eleş­ tirdi.34 Komisyon raporu ayrıca TSK’nın eşcinselliği “hâlâ” psikoseksüel bozukluk kategorisinden bir hastalık olarak tanım­ ladığını, bu süreçte adaylara başka küçük düşürücü yöntemle­ rin uygulandığını detay vermeden tartıştı.35 11 Kasım 2010’da OdaTV, Der Spiegel’de yayımlanan haber­ de yer alan bir ara başlığı, “Dünyanın En Büyük Pomo Arşivi TSK’da” cümlesiyle manşete taşıyarak, konuyu ulusal günde­ me getirirken, derginin yanlı tutumundan dem vurmuş ve ni­ hayetinde okuyucularına, “eşcinsellik askerlik yapmaya engel midir, değil midir?”36 diye sormuştur.37 Haberi takiben 12 Ka­ 33

Tartışılan uygulamalar Avrupa Komisyonu’nca ilk kez 2008 T ürkiye iler­ lem e Raporu’nda ele alınmıştır. Raporda “Eşcinsellerin askerlik hizm etin­ den muaf tutulma haklan bulunmaktadır. Böyle bir muafiyet talep etmele­ ri halinde bu kişilerin cinsel tercihleri aşağılayıcı tıbbi ve psikolojik testler ya da eşcinselliğin kanıtlanması istenerek teyit edilmektedir” ibaresi konmuş­ tur. Detaylar için bakınız, Avrupa Komisyonu, Türkiye 2008 İlerlem e Rapo­ ru (COM(2008)674) (TC Başbakanlık Avrupa Birliği Genel Sekreterliği gayriresmî tercümesi), Brüksel, 05 Kasım 2008, s. 23, http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=42210& l=l, (Erişim tarihi: 10 Ağustos 2012). 2009 ilerlem e Ra­ poru’nda ise eleştiri aynen şöyledir: “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin eşcinselliği ‘psikoseksüel’ bir hastalık olarak tanımlayan ve eşcinsellerin askerlik hizme­ ti için uygun olmadıklanm belirten sağlıkla ilgili bir düzenlemesi vardır. As­ kere çağnlan kişilerden eşcinsel olduklanm beyan edenlerden fotoğraflı kanıt istenmektedir. Bu gruptan az sayıda kişi aşağılayıcı bir tıbbi muayeneden geç­ mek zorunda kalmıştır”, Avrupa Komisyonu, 2009 Yılı Türkiye ilerlem e Rapo­ ru (SEC(2009) 1334) (TC Başbakanlık Avrupa Birliği Genel Sekreterliği gayriresmi tercümesi, Brüksel, 14.10.2009, s. 26, http://www.abgs.gov.tr/index. php?p=43616& l=l, (Erişim tarihi: 10 Ağustos 2012).

34

“Eşcinsel Fotoğraf Kamum AB Yazmış”, Milliyet, 15 Kasım 2010, http://www. milliyet.com.tr/-escinsel-fotograf-kaniti-ni-ab-yazmis-/siyaset/haberdetayarsiv/15.11.2010/1314523/default.htm, (Erişim tarihi: 10 Ağustos 2012).

35

Avrupa Komisyonu, Türkiye 2010 İlerlem e Raporu (C O M (2010)1327) (Gayri resmî Tercüme), Brüksel, 9 Kasım 2010, s. 22, http://www.mfa.gov.tr/ab-komisyonu-2010-turkiye-ilerleme-raporu-ve-genisleme-stratejisi-kagidi-metinleri-ve-cevirileri.tr.mfa, (Erişim tarihi: 10 Ağustos 2012).

36

Ali Güven, “Dünyanın En Büyük Pom o Arşivi TSK’da”, OdaTV, 11 Kasım 2010, http://www.odatv.com/n.php?n=dunyanm-en-buyuk-pomo-arsivi-tskda-1111101200 (Erişim tarihi: 05 Ağustos 2012)

37 Jasbir Puar, hom om illiyetçilik (hom on ation alism ) kavramıyla, devletlerin LGBT haklannı milliyetçi söylemlerle savunarak, bazen de bir savaş aracı gi­ bi kullanıp yeni milliyetçi ve militarist söylemler geliştirdiğini tartışır. Bu bağ­

sım’da OdaTVyle iletişime geçen Genelkurmay Başkanlığı, Der SpiegeVde haber yayımlandıktan sonra Alman Basın Konseyi’ne şikâyette bulunduğunu açıklamıştır.38 Söz söyleme üstünlü­ ğünün temelinde “ulusal güvenlik ideolojisi”39 olan ve “dün­ yadaki birçok ordudan daha fazla konuşan ama kendisi hak­ kında konuşulmasından bir o kadar rahatsız olan”40 TSK’nm, OdaTV de yayımlanan şikâyet dilekçesinde, “1947 yılından be­ ri yayımlanan, Avrupa’nın en çok satan ve en saygın haftalık dergilerinin başında gelen Der Spiegel gibi uluslararası kamu­ oyunun önemli bir başvuru kaynağı olan bir dergide basın eti­ ğine aykırı ve tek taraflı bu tarz bir yazıya” yer verilmesinin kendilerini “fazlasıyla üzdüğü” ve haberin Alman Basın Kanunu’nun dört maddesini ihlal ettiği açıklanmıştır.41 Der Spiegel’de çıkan haberin yanlış ve yanlı bir tahlil olduğu iddia edi­ lerek, uygulamalara maruz kalmış kişilerin ve TSK’nm üst ko­ muta kademesinin pomo film sektörüyle ilişkiye girmiş izleni­ mi uyandırdığı, kastedilen uygulamaların kendilerine bağlı ku­ ramlarda kesinlikle gerçekleşmediği, bu yüzden de iddia edi-^ len arşivlerin var olmadığı vurgulanmıştır.42 Bir diğer deyiş­ lamda vicdani ret yerine, OdaTVnin sorusuna verilecek cevabın, evet veya ha­ yır üzerinden tartışılmaya başlaması, kanımca Puar’ın işaret ettiği militarizmin gücünü kaybetmeden biçim değiştirdiğini göstermektedir. Homomilliyetçilik tartışması için bakınız, Jasbir Puar, Terrorist Assemblages: Homonationalism in Queer Times, New York: Duke University Press, 2007. 38

“Eşcinsellerden Fotoğraf İstiyorlar mı?”, OdaTV, 12 Aralık 2010, http://www. odatv.com/n.php?n=escinsellerden-fotograf-istiyorlar-mi-1211101200 (Eri­ şim tarihi: 05 Ağustos 2012).

39

Ali Bayramoğlu, Ahmet lnsel ve Ömer Laçiner, “Giriş”, Bir Zümre, Bir Parti: Türkiye'de Ordu, der. Ahmet lnsel ve Ali Bayramoğlu, 2. baskı, İstanbul: İleti­ şim, 2004, s. 9.

40

“Eşcinsellerden Fotoğraf İstiyorlar mı?”, OdaTV.

41

Söz konusu ihlaller şöyle açıklanmıştır: “Alman Basın Kanunu l ’inci bölü­ münde yer alan ‘Doğruluk ve İnsan Saygınlığının Korunması’ maddesi, 8’inci bölümünde yer alan ‘Şahıs Haklan’ maddesi, 9’uncu bölümünde yer alan ‘Kişi­ sel Saygınlığın Korunması' ve 10’uncu bölümde yer alan ‘Basının, kişinin dini, psikolojik ve ahlaki hassasiyetlerine dokunmaktan kaçınmasını’ düzenleyen maddeler”, A.g.e.

42

“Türk Silahlı Kuvvetleri’nde askere alma işlemi ve askerlik hizmeti tamamen kanunlarla düzenlenmiştir. Türk Silahlı Kuvvetleri kanunlar çerçevesinde as­ kerlik hizmetini yapmaya gelen vatandaşlanmızdan Türk Silahlı Kuvvetle­ ri Sağlık Yönetmeliği’ne uygun olmayanlar askerlik hizmetinden muaf tutul­

le, TSK iddia edilen ve “Türk aile albümlerine girmesi sakınca­ lı resimleri”43 elinde bulundurmamaktadır. TSK’nın açıklama­ sına Lambda İstanbul LGBTT Dayanışma Derneği’nden gelen cevapta, özel hayatı ihlal eden bu uygulamaların hâlen sürdü­ ğü ifade edilmekte,44 TSK’nın en kısa zamanda Sağlık Yönetmeliği’ni uluslararası sağlık örgütlerinin güncel verileri doğrultu­ sunda tashih etmesi ve fotoğraf istenen kişilerden özür dileme­ si talebi yer almaktadır.45 Hukuken hizaya gelmek: Kanun ve yönetmelik maddelerine bölünmüş “normal” erkek vatandaşın bedeni, erkekliği ve cinselliği Bir önceki bölümde tartıştığım sözde “tıbbi” kanıtları sunup, rapor almak, erkeklere kesilen vatandaşlık borcunun hemen kapatıldığı anlamına gelmiyor. Militarizm eğer ordu ve savaşa ilişkin değerlerin ve uygulamaların askeriyenin hâkim sahası­ nın dışında tekrar üretimi ve cesaretlendirilmesi ise, rapor alın­ dıktan sonra çürükleştirme farklı bir seyir izliyor. maktadır. Mükelleflerden söz konusu yönetmeliğe uygun olmayanlann du­ rumları öncellikle kişinin beyanı esas alınarak, kıta anketi ve resmî belgelerle (kişiye özel sabıka kayıtlan ve mahkeme kararlan, polis tutanaklan) saptan­ makta ve konusunda uzman hekimlerden oluşan sağlık heyetlerince karar ve­ rilmektedir. Eşcinsel olduğunu beyan edenlerden kesinlikle durumunu belgelem ek m aksadıyla fo to ğ ra f veya görüntü istenmemektedir. Kişi fotoğ raf veya görüntü ge­ tirse bile bunlar askerliğe elverişlilik kararında kesinlikle dikkate alınm am akta­ dır. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bu tarz fo to ğ ra f ve görüntüleri arşivlediği iddia­ sı ise kesinlikle doğru değildir. Tamamı uzman hekimlerden oluşan heyet rapo­ ru ile durumu belgeleyen engelliler askerlik hizmetinden muaf tutulmaktadır” (Vurgu orijinal), a.g.e. 43

Biricik, “Aile Albümünde Yer Alması Sakıncalı Resimler”.

44

Lambda İstanbul’un 2006’da yaptığı bir araştırmanın sonuçlanna göre, 215 er­ kek katılımcıdan 27’sinin askerlikten muaf tutulmak için yaptığı rapor başvurulannda % 62’sinden anal muayene, %29’undan cinsel ilişki sırasında çekil­ miş fotoğraf istenmiş, %57’si süreç içinde ilişkiye geçtikleri askerî şube ve has­ tanelerdeki yetkililer tarafından aşağılayıcı ve alaycı davranışlara maruz kaldıklannı bildirmişlerdir. Detaylar için bakınız, Lambda İstanbul, Ne Yanlış Ne de Yalnızız, s. 151.

45

Fırat Alkaç, “En Büyük ‘Gay Pomo’ Arşivi Hala Bizim Orduda", Taraf, 15 Ka­ sım 2010, http://www.taraf.com.tr/haber/en-buyuk-gay-pomo-arsivi-hala-bizim-orduda.htm (Erişim tarihi: 05 Ağustos 2012).

Ben tıp mezunuyum. Çürük raporun varsa, kaçınılmaz ola­ rak dışlanmaya imza atıyorsun. Yani memur olamazsın ya da bir üniversitede akademisyen olarak çalışamazsın. Üniversi­ tede çalışmak için gerekli sınavlardan geçmiş bile olsan, çü­ rük raporundaki ilgili maddeyle alakalı, tüm kazanmış oldu­ ğun haklarını geri alırlar. Seni doğrudan kurumun kapısından dışarı ederler.46

Yukarıdaki alıntı 2006’da çürük raporunun hegemonik er­ keklik değerleriyle nasıl ilişkilendiğini incelediğim araştırma­ da, 30’lu yaşlarında kendini eşcinsel erkek olarak tanıtan bir görüşmecinin bana aktardıkları.47 Benzer bir dışlanma duru­ mu, askeriyenin hâk! renge bürünmüş erkeklik değerlerinin, futbolun yeşil sahalarında nasıl etkili olabileceğini gösterdi. 14 yıl futbol hakemliği yapmış Halil İbrahim Dinçdağ, eşcinsel ol­ duğu için askerlikten muaf raporu almış, ancak yıllık klasman hakemliği kontratı yenilenme işlemleri sırasında kendisinden istenen askerlik durumunu gösteren belgeler kontratının ye­ nilenmesine karar verecek kurul tarafından askerliğini tamam­ lamadığı ileri sürülerek onaylanmamış ve kontratı yenilenmemiştir.48 Bir başka deyişle Dinçdağ 14 yıldır sürdürdüğü mes­ leğinden cinsel yönelimi ve vatani borcunu hakkıyla geri öde­ yemediği için men edilmiştir.49 Dinçdağ’ın maruz kaldığı cin­ 46

Biricik, Diagnosis... Extremely Homosexual, s. 65.

47

LGBT bireylerin yaşadıkları sorunları inceleyen bir araştırmada çalışma haya­ tına ilişkin sorunlar gündeme gelmiştir. Araştırmaya katılan 393 kişiden, ha­ yatlarının bir bölümünde çalışmış olduğunu belirten 312’sinin, farklı cinsel yönelim ve cinsiyet kimliklerinden dolayı iş yaşamında karşılaştıkları sorunla­ rın neler olduğu incelenmiştir. Araştırmaya katılanlann “% 72,5’i işverenlerin­ den, % 72,4’ü iş arkadaşlarından, % 82,2’si ise iş bağlantılarından” cinsel kimli­ ğini sakladığım söylemiştir. Bu grup içinde cinsel kimliklerinden dolayı %7’si işe alınmadığını, % 10’u uyarı aldığını, %6’sı terfisinin engellendiğini, %0,3 sürgün edildiğini belirtirken, %3’ü ise istifaya zorlanmıştır. Lambda tstanbul, Ne Yanlış Ne de Yalnızız, s. 140.

48

Hakan Can, “Eşcinsel Hakem Düdüğünü İstiyor”, Fanatik, 13 Mayıs 2009, s. 1; http://fanatik.ekolay.net/Default.aspx?aType=GazeteArsiv&Date=13.05.2009 (Erişim tarihi: 05 Ağustos 2012). Haberin detayları için bakınız, Hakan Can, “Böylesi Görülmedi”, Fanatik, 13 Mayıs 2009, http://fanatik.ekolay.net/Boylesi-gorulmedil_3_Detail_27_133218.htm (Erişim tarihi: 05 Ağustos 2012).

49

Biricik, “The Rotten Report and The Reproduction of Masculinity”.

sel yönelim ayrımcılığına karşı verdiği haklı mücadele bugün hâlâ devam ediyor. Bu yazıdaki amacım elbette Halil İbrahim Dinçdağ’ın neden ve nasıl rapor aldığını tartışmak değil. Ancak gerek Dinçdağ’ın gerekse kendisine transeksüel tanısı konan görüşmecinin, yaşa­ dığı vatandaşlık hak ihlalinin hukuki dayanaklarını tartışmak. Türkiye Anayasası’nın ikinci kısım (Temel Haklar ve Ödev­ ler) dördüncü bölümünde (Siyasi Haklar ve Ödevler) yer alan madde 72’ye göre, “Vatan hizmeti, her Türkün hakkı ve öde­ vidir. Bu hizmetin Silahlı Kuvvetler’de veya kamu kesiminde ne şekilde yerine getirileceği veya getirilmiş sayılacağı kanun­ la düzenlenir”.50 Osman Çan’ın altını çizdiği gibi,51 bu anayasa maddesi kanunen “vatan hizmeti”nin cinsiyet gözetmeden ve Silahlı Kuvvetler’e bağlı kalmadan da yerine getirilebileceğini belirtirken, zorunlu askerliğe ilişkin esas noktayı koyan 1111 sayılı Askerlik Kanunu’nun 1. maddesi, faturayı doğrudan er­ keklere keser: “Türkiye Cumhuriyeti tebaası olan her erkek, iş­ bu kanun mucibince askerlik yapmaya mecburdur”.52 Kastedilen “mecburiyet” Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu 2. maddesinde askerliğin tanımı açıklanırken tekrarla­ nır: “Askerlik: Türk vatanını, istiklal ve Cumhuriyeti’ni koru­ mak için harb sanatını öğrenmek ve yapmak mükellefiyetidir. Bu mükellefiyet özel kanunlarla vaz’olunur” [Vurgu bana ait].53 “Harb sanatını” askerî disipline bağlı nizam içinde erkeklere öğ­ retmek esasta “savaşçı vatandaş” ordusunu güçlendirmektir. Bunun yanı sıra askerlik toplumsal, sosyal ve kültürel olarak er­ kekliğe “tam anlamıyla” geçişin bir başka evresini tamamlatır,54 50

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Kanun No. 2709, 1982.

51

Osman Can, “Vicdani Red ve Anayasa”, Ç arklardaki Kum: Vicdani Red: Düşün­ sel K aynaklar ve Deneyimler, der. Özgür Heval Çınar ve Coşkun Osterci, İstan­ bul: İletişim, 2008, s. 291-311.

52

Askerlik Kanunu, No. 1111, Kabul Tarihi: 21.06.1927, http:/Avww.mevzuat. adalet.gov.tr/html/437.html, (En son erişim: 10 Ağustos 2012).

53

Türk Silahlı Kuvvetleri tç Hizmet Kanunu, No. 211, Kabul tarihi: 4.1.1961.

54

Diğer geçiş evreleri, çoğu kez törenlerle kutlanan, aile ve yakın çevrenin ka­ tıldığı sünnet, evlilik ve iş kurmak olarak özetlenebilir. Tartışmalar için bakı­ nız, Emma Sindair-Webb, “‘Our Bülent is Now Commando’: Military Service and Manhood in Turkey”, Imagined Masculinities: Male Identity and Culture in

kamusal hayata “normal” biçimde katılım için önemli bir vatan­ daşlık vizesi sağlar.55 Erkeklerin, askere alınma işlemleri sırasındaki sağlık kıstas­ larını denetleyecek kurumlar, 1111 sayılı Askerlik Kanunu’nun 14. maddesinde belirlenmiştir.56 Yapılan son yasal değişiklik­ lerle, artık askerî hastanelerin yanı sıra aile hekimleri de dev­ reye sokulmuş, “sağlam” erkeklerin seçim işleminde, durum­ ları hakkında karar verilemeyecek vakalar olursa, son söz yine askerî hastanelerdeki ilgili bölüm ve komisyonlara bırakılmış­ tır. Erkek vatandaşın askerlik için elverişli olup olmadığının akıl ve beden sağlığı açısından kıstaslarıysa Türk Silahlı Kuv­ vetleri Sağlık Yeteneği Yönetmeliği’nce düzenlenmiştir. Mad­ de 1, yönetmeliğin kimleri ilgilendirdiğini açık bir şekilde or­ taya koyar: Türk Silahlı Kuvvetleri’nde görevli askerî ve sivil personel ile askerlik görevi ile yükümlü vatandaşların Silahlı Kuvvetler’de­ the Modem Middle East, der. Mai Ghoussoub ve Hmraa Sinclair-Webb, Londra: Saqi, 2000, s. 74-78; Banu Helvacıoğlu, “The Smile of Death and the Solemncholy of Masculinity", Islamic Masculinities, der. Lahoucine Ouzgane, Londra: Zed, 2006, s. 35-36; Biricik, “Erkek Adam Ezberini Bozmak Özerine”, s. 233. 55

Serpil Sancar, E rkeklik: im kansız iktidar - Ailede, Piyasada ve S okakta E rkek­ ler, İstanbul: Metis, 2009, s. 154; Altınay, “Künye Bellemeyen Kezbanlar: Ka­ dın Redçiler Neyi Reddediyor?”, s. 113-133.

56

“Yükümlülerin sağlık muayeneleri Türk Silahlı Kuvvetleri sağlık yeteneğinE ilişkin yönetmelikte belirtilen usul ve esaslara göre yapılır. Bu muayeneler, as­ kerlik şubesinin bulunduğu yerde öncelikle varsa kayıtlı olduğu aile hekimi tarafından, yoksa en yakın resmî sivil sağlık kuruluşunda veya asker hastane­ lerinde tek tabip tarafından yapılır. Aile hekimince veya resmî sivil sağlık ku­ ruluşunca hakkında karar verilemeyenler en yakın asker hastanesine sevk edi­ lirler. Yükümlüler hakkında ertesi yıla bırakma, sevk geciktirmesi veya asker­ liğe elverişli değildir kararlı sağlık raporlarını tanzim etmeye yetkili makam, asker hastanesi sağlık kuruludur. Ancak, yatalaklar ile gözle görülür rahatsız­ lığı bulunanlar hakkında ertesi yıla bırakma, sevk geciktirmesi veya askerliğe elverişli değildir kararlı sağlık raporları, askerlik şubesi başkam veya vekili ile mülki amirliklerce görevlendirilen resmî iki sivil (varsa biri aile hekimi) tabip­ ten teşkil edilecek geçici sağlık kurulunca verilebilir. Geçici sağlık kurulunca karar verilemeyen yükümlüler askerlik şubelerince en yakın asker hastanesi­ ne sevk edilirler.” Resmi Gazete, “Askerlik Kanunu ile Bazı Kanunlarda Deği­ şiklik Yapılmasına Dair Kanun”, Resmi Gazete, No. 28312 (03 Haziran 2012), http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2012/06/20120603-6.htm, (Erişim tari­ hi: 10 Ağustos 2012).

ki görevlere uyarlık bakımından sağlık yeteneklerini tespit et­ mek ve banşta ve savaşta yapılacak sağlık işlemlerini düzen­ lemektir.57

Hayli detaylı düzenlenmiş yönetmeliğin, “Yükümlülerin Sağ­ lık Muayeneleri” bölümünün 5. maddesi, askerliğe elverişli er­ kek vatandaşlar için “ruh ve beden durumları ile iç organları dikkatle gözden geçirilir, nabız sayılır, kan basıncı ölçülür, çıp­ lak olarak belirlenen boy ve kilolar tespit edilir” koşulunu ko­ yarken, başvuranlara herhangi bir sağlık yakınması olup olma­ dığı sorulur.58 Pınar Selek’in “muayane ya da sırat istasyonu”59 diye adlandırdığı bu eleme aşamasının iki amacı vardır. Birinci­ si, askere alınacakların herhangi bir salgın hastalık riski taşıyıp taşımadığını belgelemek; İkincisi, “sağlam ve normal oldukla­ rını teyit etmek, yani eşcinsel, hasta veya sakat olup olmadıkla­ rını kontrol etmektir”.60 Sağlık Yönetmeliği’ndeki madde 5 her ne kadar tıbbi kontrollerin sınırlarını açıkça belirtmişse de as­ kerî tıp uzmanlarının geliştirdiği bir “erkeklik muayenesi”61 sa­ yesinde, cinsel organlann “yerinde olup olmadığı” da kontrol edilebiliyor. Sağlık yönetmeliğinin toplamda 88 maddesine ek olarak dü­ zenlenmiş Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Bölümü’nün 17. mad­ desi tıbben anormallik kavramını dört bend üzerinden tanım­ lanmıştır. Bu maddede antisosyal kişilik, madde kötüye kulla­ nımı ya da geçirilmiş madde bağımlılığı, sınır düzeyde entellektüel işlev bozukluğu gibi tanılardan bahsedilirken, “daha ağır vakaları”62 detaylandıran B ve D bentlerinde “ileri derece­ 57

Türk S ilah lı K uvvetleri S ağ lık Yeteneği Y önetm eliği, Karar Tarihi ve No: 08.1 0 .1 9 8 6 - 86/11092, http://www.mevzuat.adalet.gov.tr/html/20176.html (Erişim tarihi: 10 Ağustos 2012).

58

A.g.e.

59

Selek, Sürüne Sürüne E rkek Olmak, s. 35.

60

A.g.e.

61

A.g.e.

62

Sibel Yardımcı, “Sakatlık Çalışmalarında Queer Ufku: Türkiye’de Bu Etkileşi­ min Zorluğu ve Olası İmkanları Üzerine”, Cinsellik Muamması: Türkiye’de Qu­ eer Kültür ve Muhalefet, der. Cüneyt Çakırlar ve Serkan Delice, İstanbul: İleti­ şim, 2012, s. 244.

de psikoseksüel bozukluklar” kapsamında yapılan açıklamay­ la “hastalığın” tetkik yöntemi uygulayıcılara bırakılır: “Bu fık­ raya gireceklerin seksüel davranış bozukluklarının tüm yaşam­ larında ileri derecede belirgin olması, askerlik ortamında sa­ kıncalı bir durum yarattığının ya da yaratacağının gözlem veya belgelerle saptanması gerekir”. Bir önceki bölümde tartıştığım TSK’nın “eşcinsellerden belge istemiyoruz” savunmasıyla çeli­ şir bir şekilde yaşanan gayri insani tıbbi uygulamalar, bu ucu açık bırakılmış ifadeden destekle ortaya çıkıyor. Yazının başında vurguladığım gibi rapor almak her ne ka­ dar ilk elden askerlikle ilişiği kesiyor gibi gözükse de, askerli­ ğini bir hastalık sebebiyle tamamlamamış olmak bazı erkekleri toplumsal, sosyal ve ekonomik toplumsal cinsiyet cenderesine sokabiliyor. Özellikle cinsel kimliğini aile eşrafına ifşa etmemiş erkeklerin en çok karşılaştığı soru “askere ne zaman gidecek­ sin?” oluyor. Özel kuramların iş ilanlarında çoğu kez askerli­ ğini tamamlamış olmak koşulu açıkça aranırken, bu bölümün başında tartıştığım iki öyküde olduğu gibi devlet erkek vatan­ daşların çalışma koşullarını hâk! renklere bürünmüş bir halde daha üstü kapalı bir şekilde düzenliyor. 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu madde 48, “Genel Şart­ lar” kıstasları fıkra 6, göreve alınacak veya kontratı yenilenecek erkeklerin askerlik durumunu üç aşamada düzenler. Buna gö­ re, memur erkek adayların, a) askerlikle ilgisi bulunmaması, b) askerlik çağına gelmemiş bulunmak, c) askerlik çağına gelmiş ise muvazzaf askerlik hizmetini yapmış yahut ertelenmiş veya yedek sınıfına geçirilmiş olmak koşulları aranır. İlginç bir şe­ kilde aynı maddenin 7. fıkrası, memurların görevlerini devam­ lı yapmasına engel olabilecek “akıl sağlığı” engeli bulunmama­ sı koşulunu arar.63 Bu noktada 2010’da Kadın ve Aileden So­ rumlu eski Bakan Aliye Kavafın “eşcinsellik tedavi edilmesi ge­ reken bir hastalıktır” beyanını hatırlamakta fayda var. Bir baş­ ka deyişle, her ne kadar “akıl hastalığı” geniş bir yelpazeyi içer­ se de, devlet gözünde “doğal/biyolojik” cinsiyetine uygun bu­ 63

Devlet Memurları Kanunu, Kanun No. 657, Kabul Tarihi: 14.07.1995, http:// www.mevzuat.adalet.gov.tr/html/388.html (Erişim tarihi: 10 Ağustos 2012).

lunmayan cinsiyet halleri, heteronormatif hukuk düzeni içinde kolayca hastalık kategorisine konulabiliyor. Yukarıda tartıştığım hükümlere ek olarak Lambda İstan­ bul’un avukatı Fırat Söyle’nin altını çizdiği gibi, 657 numaralı yasanın 125’inci maddesinin muğlak bırakılmış şartlan yüzün­ den, örneğin “memurluk sıfatı ile bağdaşmayacak nitelik ve de­ recede yüz kızartıcı ve utanç verici hareketlerde bulunmak”, “iffetsizlik” gibi vesilelerle, farklı cinsel yönelim/cinsiyet kim­ liğini “açık eden” memurlar, devletin “genel ahlakını” bozma­ ması için cezai işleme tabi tutulabiliyor ya da görevlerine son verilebiliyor.64 Sırları ifşa etmek

Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel, Mayıs 2012’de Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz’a al­ tı maddeden oluşan bir önerge sundu. Özetle Tuncel, bakanlı­ ğın demokrasiye aykırı düşen zorunlu askerlik görevini kaldı­ racak bir girişimi olup olmadığını, farklı cinsel yöneliminden dolayı “çürük” raporu almak için TSK’ya kaç kişinin başvur­ duğunu, raporlandırma sürecinde fotoğraf veya video görün­ tülerinin istenip istenmediğini ve cinsel yönelimi farklı olan bireylerin askerlikten muaf tutulması için herhangi bir çalış­ manın olup olmadığını sordu.65 Bakanlık cevaben, 2011 yılın­ da askerlik hizmeti yaparken toplam 75 erbaş/erin rapor aldı­ ğını; “22 erbaş/er hakkında ‘D/l 7 F-4 ileri Derece Psikoseksü64

Fırat Söyle konuya ilişkin yazısında şu örnekleri vermiştir: “Çorum tdare Mahkemesi’nin yeni bir kararında eşcinselliğin devlet memuru olma şartlarına aykı­ rı olduğu ifade edilerek, bir kamu personelinin devlet memurluğundan çıkarma cezası onaylanmışür. Buna benzer başka bir davada eşcinsel kimliğinden dolayı bir polis memuru, devlet memurluğundan çıkarma cezası ile cezalandırılmış ve Danıştay da eşcinselliğin devlet memuru olma vakalarına aykırı olduğunu be­ lirterek ayrımcılığa imza atmıştır”, Fırat Söyle “LGBT Bireylerin İnsan Haklan Alanında Yaşadıklan Sorunlar”, Homofobi Kimin Meselesi: Anti-Homojobi Kitabı 2, der. Ali Erol ve Nevin Öztop, Ankara: Kaos GL, 2010, s. 126-127.

65

“Beyanına Rağmen ‘Askerliğe Elverişli’ Raporu Verilen Kaç Eşcinsel Var?", K a­ os GL, 0 4 Mayıs 2012, http://www.kaosgl.com/sayfa.php?id=l 1216, (Erişim tarihi: 10 Ağustos 2012).

el Bozukluk’ tanısı ile 53 erbaş/er hakkında ise “B/l 7 F-3 Psikoseksüel Bozukluk” tanısı ile ‘askerliğe elverişli değildir’ ka­ rarı verildiğini”66 açıkladı. Bunun yanı sıra zorunlu askerli­ ğin kaldırılarak, vicdani ret hakkının yasal bir vatandaşlık hak­ kı olması yolunda herhangi bir çalışmalarının olmadığını be­ yan etti.67 Nükhet Sirman, Türkiye’de milliyetçiliği anlamaya yönelik çalışmalarda toplumsal cinsiyet denklemlerinin “Türk çekir­ dek ailesi” kurgusuyla nasıl ilişkilendirildiğine daha yakından bakmamızı önerir ve oldukça yerinde bir tespitle Türk ailesi­ nin sır tutmaktaki becerisine değinir. Sirman’a göre, 1980’lerde başlayan kadın hareketi, ailenin sırlarını, örneğin aile içi şiddeti ifşa ettikçe, kamusal alan ve vatandaşlık tartışmaların­ da toplumsal cinsiyetin ve cinselliğin beden politikalan üzerin­ den nasıl hizaya getirildiğini anlamamıza yardımcı olmuştur.68 Ancak konu militarizm olunca, gizliliğin açığa çıkması farklı bir seyir izliyor. Murat Belge’nin isabetli gözleminde olduğu gi­ bi “askerî herhangi bir yerin, mahut eli tüfekli asker resmi ve ‘fotoğraf çekilmez’ vb. yazılarla donanmış bir tabela ile bir ‘ya­ sak bölge’ haline getirilmesinden”69 mustarip askeriyenin ken­ di içine kapalılığı ve gizlilik atmosferi, askeriye-devlet-vatandaş ilişkisinin içeriden nasıl şekillendirildiğini anlamamızı zorlaş­ tırıyor. Bu bağlamda Tuncel’in soru önergesine TSK tarafından verilen cevabın, en azından rapor sürecini yaşamış vatandaşla­ rın yani borcu farklı yoldan ödemişlerin sayısına dair bir devlet sırrının ifşası olduğunu görüyoruz. Türkiye’de hegemonik erkekliğin heteronormativiteyle simbiyotik ilişkisini çürük raporu üzerinden tartışan çalışmalar çoğu kez “bugün” ve “yakın dönem” üzerinden sorunu inceli­ yorlar. Örneğin konuyu tartışan akademik ve LGBT çalışmalar 66

A sker H aklan , “Eşcinsellikten Çürüğe Çıkan Asker Sayısı”, http://askerhaklari.com/genel/escinsellikten-curuge-cikan-asker-sayisi, (Erişim tarihi: 10 Ağustos 2012).

67

A.g.e.

68

Sirman, a.g.m., s. 226-244.

69

Murat Belge, “Önsöz”, Levent Unsaldı, Türkiye’de A sker ve Siyaset, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2008, s. 7.

farklı cinsel kimlik/cinsiyet kimliğinden dolayı İstanbul, Anka­ ra ve İzmir gibi büyük şehirlerde 1990’lardan beri rapor uygu­ lamasının varlığına işaret ediyor. Ancak hâlâ cevaplandırılması gereken sorular var. 1927’deki yasal statüsünden bugüne “zo­ runlu seçmeli ders” misali erkek vatandaşların borç hanelerine yazılan zorunlu askerlik sürecinde kaç kişi “psikoseksüel bo­ zukluk” tanısı almıştır? Türkiye’nin aktif rol aldığı çatışma ve savaş dönemlerinde (Kıbrıs, Kore savaşları vd.) rapor başvuru­ sunda sayısal bir değişimden söz etmek mümkün mü? Bugün kullanılan kolay fotoğraf teknolojileri öncesi (dijital, polaroid fotoğraf makineleri vb), askerî hastane yetkilileri başvuranla­ rın erkekliğinden ne derece feragat ettiğini anlamak için nasıl “görsel” kanıtlar istiyorlardı? İstanbul, Ankara, İzmir gibi bü­ yük şehirler dışında, yeni düzenlemelerle aile hekimlerinin sü­ recin içine dahil edilmesi daha küçük şehirlerde aile ve ordu­ yu nasıl bir sırdaşlık ilişkisine taşıyor? Bu ve benzer sorulardan hareketle süreci inceleyecek yeni tartışmaların, Türkiye’de te­ peden inme vatandaşlık tanımlamalarında ve yönlendirmele­ rindeki değişen söylem ve uygulama biçimleri ile ilgili yeni açı­ lımlar getireceğini, heteronormativitenin ataerkillikle militarist sahalarda nasıl kesiştiğini kavramamıza yardımcı olacağını dü­ şünüyorum. Yoksa elimizi vicdanımıza koyup düşündüğümüz­ de bu borç ödemekle bitmeyecek gibi gözüküyor. KAYNAKÇA Alkaç, F. (2010) “En Büyük 'Gay Pomo’ Arşivi Hala Bizim Orduda”, T araf G aze­ tesi, 15 Kasım. Altınay, A. G. (2004) “Human Rights or Militarist Ideals?: Teaching National Secu­ rity in High Schools”, Human Rights Issues in Textbooks: The Turkish Case, der. D. Tarba Ceylan ve G. Ira k , Istanbul: The History Foundation of Turkey, 76-90. Altınay, A. G. (2008) “Künye Bellemeyen Kezbanlar: Kadın Redçiler Neyi Redde­ diyor?”, Ç arklardaki Kum: Vicdani Red - Düşünsel K aynaklar ve Deneyimler, der. 0 . H. Çınar ve C. Üsterci, İstanbul: iletişim, 113-133. Altınay, A. G. ve T. Bora (2009) “Ordu, Militarizm ve Milliyetçilik”, Modem Türki­ y e ’de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik - 4. Cilt, der. T. Bora ve M. Gültekingil, 4. bas­ kı İstanbul: iletişim, 140-154. Başaran, O. (2007) Militarized Medical Discourse on Homosexuality and Hegemonic Masculinity in Turkey, yüksek lisans tezi, Istanbul: Boğaziçi Üniversitesi. Baştan, 1. (1963) “Kadın Değil, Erkek”, Milliyet, 10 Ekim.

Bayramoglu, A., A. tnsel ve O. Laçiner (2004) “Giriş”, Bir Zümre, Bir Parti: Tür­ kiye’de Ordu, der. A. tnsel ve A. Bayramoglu, 2. baskı, İstanbul: İletişim, 7-12. Belge, M. (2008) “Önsöz”, L. Ünsaldı, Türkiye’de A sker ve Siyaset, İstanbul: Kitap Yayınevi, 7-11. Birand, M. A. (1986) Emret Komutanım, İstanbul: Milliyet Yayınlan. Biricik, A. (2006) Diagnosis... Extremely Homosexual: (Re)Constructing Hegemonic Masculinity Through Militarized Medical Discourse in Turkey, yüksek lisans tezi, Budapeşte: Central European University. Biricik, A. (2008) ‘“Erkek Adam’ Ezberini Bozmak Üzerine: Türkiye’de Toplum­ sal Cinsiyet Sisteminin Resmi Söylem Üzerinden Kurgulanması”, Cinsiyet Hal­ leri: Türkiye'de Toplumsal Cinsiyetin Kesişim Sınırlan, der. N. Mutluer, İstanbul: Varlık, 232-246. Biricik, A. (2008) “Çürük Raporu ve Türkiye’de Hegemonik Erkekliğin Yeniden İnşası", Ç arklardaki Kum: Vicdani Red: Düşünsel K aynaklar ve Deneyimler, der. Ö. H. Çınar ve C. Üsterci, İstanbul: İletişim, 143-149. Biricik, A. (2011) “Aile Albümde Yer Alması Sakıncalı Resimler: Militarizm, Bellek, Arşiv”, KAOS GL Dergi (Militarizm Özel Sayısı), No. 120, Eylül-Ekim. Biricik. A. (2012) “The ‘Rotten Report’ and the Reproduction of Masculinity, Na­ tion and Security in Turkey”, Making Gender, Making War: Violence, Military and Peacekeeping Practices, der. A. Kronsell ve E. Svedberg, New York, Lond­ ra: Routledge, 76-89. Bora, T. (2009) “Sunuş”, M odem Türkiye'de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik - 4. Cilt, der. T. Bora ve M. Gültekingil, 4. baskı, İstanbul: İletişim, 15-22. Can, H. (2009) “Böylesi Görülmedi”, Fanatik, 13 Mayıs. Can, H. (2009) “Eşcinsel Hakem Düdüğünü isliyor”, Fanatik, 13 Mayıs. Can, O. (2008) “Vicdani Red ve Anayasa”, Ç arklardaki Kum: Vicdani Red: Düşün­ sel K aynaklar ve Deneyimler, der. Ö. H. Çınar ve C. Üsterci, İstanbul: İletişim, 291-311. Chauncey, G. (1994) Gay New York: Gender, Urban Culture, and the Making o f the Gay Male World (1980-1940), New York: Basic Books. Çakırlar, C. (2012) “Vicdanen, Tersten: Erinç Seymen’in Çileci Sanatı", Cinsellik Muamması: Türkiye'de Queer Kültür ve Muhalefet, der. C. Çakırlar ve S. Delice, İstanbul: iletişim, 558-588. Erdem, T. (2 012) “Hizadan Çıkmaya, Yoldan Sapmaya ve Çıkıntı Olmaya Dair: Kimlik Değil, Cinsellik! Tektip Cinsellik Değil, Cinsel Çeşitlilik”, Cinsellik Mu­ amması: Türkiye’de Queer Kültür ve Muhalefet, der. C. Çakırlar ve S. Delice, İs­ tanbul: İletişim, 37-71. Eşsiz, V. (2012) “Devletin Eli, Beli, Sopası: Anlatılmamış Sürgünden ‘Kabahatle­ re’ Türkiye’de Trans Bedenin Denetimi", Cinsellik Muamması: Türkiye’de Que­ er Kültür ve Muhalefet, der. C. Çakırlar ve S. Delice, İstanbul: İletişim, 185-220. Güven, A. (2010) “Dünyanın En Büyük Pomo Arşivi TSK’da”, Oda TV, 11 Kasım. Helvacıoğlu, B. (2006) “The Smile of Death and the Solemncholypf Masculinity”, Islamic Masculinities, der. L. Ouzgane, Londra: Zed, 35-56. Human Rights W atch (2 008) Kurtuluşumuz İçin B ize Bir Yasa G erek: Türkiye'de Toplumsal Cinsiyet, Cinsellik ve insan H aklan , New York: Human Rights Watch.

İnce, E. (2012) ‘“Pembe Tezkere’ye Koğuş İşkencesi", Radikal, 15 Mart. Irlenkâuser, J. (2012) Çürük Raporu - The Rotten Report: Gender Identities and the Turkish Military, yüksek lisans tezi, Istanbul: European University Viadrina ve Istanbul Bilgi Üniversitesi. Kadıoğlu, A. (2008) “Giriş”, Vatandaşlığın Dönüşümü: Üyelikten H aklara, der. A. Kadıoglu, İstanbul: Metis, 13-19. Kadıoğlu, A. (2008) “Türkiye’de Vatandaşlığın Anatomisi”, Vatandaşlığın Dönüşü­ mü: Üyelikten H aklara, der. A. Kadıoğlu, İstanbul: Metis, 167-184. Lambda İstanbul (2006) Ne Yanlışız Ne de Yalnızız: Bir Alan Çalışması, Eşcinsel ve Biseksüellerin Sorunları, İstanbul: Berdan Yayıncılık. Mater, N. (2004) Mehmedin Kitabı: Güneydoğu’da Savaşmış A skerler Anlatıyor, 6. baskı, İstanbul: Metis. Özkartal, M. Z. (2011) “Pembe Tezkere Almak Çok Zor!’’, Milliyet, 23 Aralık. Popp, M. (2010), “Pomos für den General”, Der Spiegel, No. 44, 30 Ekim. Puar,J. (2007) Terrorist Assemblages: Homonationalism in Queer Times, New York: Duke University Press. Sancar, S. (2009) Erkeklik: im kansız iktidar - Ailede, Piyasada ve Sokakta Erkekler, İstanbul: Metis. Selek, P. (2009) Sürüne Sürüne Erkek Olmak, 2. baskı, İstanbul: İletişim. Sinclair-Webb, E. (2000) ‘“Our Bülent is Now Commando’: Military Service and Manhood in Turkey”, Imagined Masculinities: Male Identity and Culture in the Mo­ dem Middle East, der. M. Ghoussoub ve E. Sinclair-Webb, Londra: Saqi, 65-92. Sirman, N. (2009) “Kadınların Milliyeti”, Modem Türkiye'de Siyasi Düşünce: Milliyet­ çilik - 4. Cilt, der. T. Bora ve M. Gültekingil, 4. baskı, İstanbul: İletişim, 226-244. Söyle, F. (2010) “LGBT Bireylerin insan Haklan Alanında Yaşadıkları Sorunlar”, Homofobi Kimin Meselesi: Anti-Homofobi Kitabı 2, der. A. Erol ve N. Öztop, An­ kara: Kaos GL, 126-127. Uncu, E. A. (2012) “‘Pembe Tezkere’ Uygulaması BBC’de”, Radikal, 27 Mart. Üstel, F. (2009) 'Makbul Vatandaş’m Peşinde: II. Meşrutiyet’ten Bugüne Vatandaşlık Eğitimi, 4. baskı, İstanbul: İletişim. Yardımcı, S. (2012) “Sakatlık Çalışmalannda Queer Ufku: Türkiye’de Bu Etkileşi­ min Zorluğu ve Olası lmkanlan Üzerine”, Cinsellik Muamması: Türkiye'de Que­ er Kültür ve Muhalefet, der. C. Çakırlar ve S. Delice, İstanbul: İletişim, 223-247. Yıldız, A. (2010) Ne Mutlu Türküm Diyebilene: Türk Ulusal Kimliğinin Etno-Seküler Sınırlan (1919-1938), 4.baskı, İstanbul: İletişim. Yüksener, D. (2010) “Türkiye Toplumunu Birarada Tutan Nedir? Toplumsal Tut­ kal Olarak Borç ve Borçluluk", Toplum ve Bilim, No. 117, 6-18. Yürekli, M. (2009) “CHP’nin Yedinci Ok’u”, H aber 7, 27 Şubat. Zalewski, P. (2010) “Do Ask, Must Tell”, Foreign Policy, 04 Aralık.

Militarist Ezberi Tahkim Etmek: Basındaki Temsilleri Üzerinden Kore, Kıbns ve Güneydoğu Gazileri* N u r s e l î Y e ş im S ü n b ü l o ğ l u

Bütün fotoğraflar, altlarına eklenen yazılar ya da üstlerine ko­ nan başlıklarla açıklanmayı veya çarpıtılmayı beklerler. Fotoğraflar, nesneleri ne olursa olsun, hep dönüştürücü bir et­ ki yaparlar; herhangi bir şey, bir görüntü halini aldığında, ger­ çek hayatta olmadığı şekilde güzel -korkutucu, dayanılmazolabilir pekâlâ. - S u sa n So n t a g ,

Başkalarının Acısına Bakmak 1

Modem çağın en belirgin özelliklerinden biri bedenin toplum­ sal, politik ve kültürel ilişkilerde hayli merkez! bir konuma yer­ leşmiş olması. Modern çağla birlikte beden bir taraftan kimli­ ğin temel yapıtaşlanndan ve en etkili gösterenlerinden biri hali­ ne gelirken diğer yandan da iktidann yönetimsel, hukuki, tıbbi ve benzeri alanlarda denetimine giderek daha fazla maruz kal­ maktadır. Sosyolog Chris Shilling bu durumu bedenin aynı an­ da hem olanak sağlayıcı/ mümkün kılıcı (enabling) hem de kı­ sıtlayıcı (constraining) olduğu şeklinde ifade etmektedir.2 Bu ya­ zı bedenle ilgili bu iki temel belirleyici halden daha çok İkincisi­ ni, bedenin militarist bağlamda regülasyonunu konu edinmek­ tedir. Daha net bir ifadeyle bu yazı, çeşitli veçheleriyle genişçe (*) Bu çalışmaya yorum ve önerileriyle çok katkıda bulunan Sibel Yardımcı, Ömer Turan ve S. Can Açıksöz’e teşekkür ederim. Elbette yazıdaki tüm hatalar bana aittir. 1

Susan Sontag, Başkalarının Acısına B akm ak, İstanbul: Agora Kitaplığı, 2005, s. 9 ve s. 76.

2

Chris Shilling, The Body and Social Theory, Londra; Thousand Oaks; Yeni Del­ hi: Sage, 2003, s. 203.

bir araştırma alanı olarak sayılabilecek militarizm bağlamında gerçekleşen beden regülasyonunun muhatabı olan gruplardan birine, savaş gazilerine odaklanmaktadır. Genel olarak askerlik uygulamasının iktidann beden üzerindeki kontrolünün en açık örneklerinden biri olarak kabul edildiği bilinmektedir. Bu ya­ zı Türkiyeli gazilerin basında temsil edilme biçimlerini incele­ yerek militarist beden regülasyonunun daha ince bir şekilde iş­ leyen halini, sıradan askerlik deneyimi boyutunun dışında ka­ lan bir alana -savaş ve çatışmanın etkilerine- odaklanarak görü­ nür kılmayı ve bir araştırma alanı olarak ihmal edilmiş olan bu önemli toplumsal mesele ile ilgili yeni yeni başlamakta olan tar­ tışmalara bir katkı sunmayı amaçlamaktadır. Feminist araştırmacıların uzun zamandır ikna edici bir şe­ kilde vurguladıkları gibi, savaş ve askerlik ile erkeklik arasın­ daki yakın ilişki birbirinden beslenen ve birbirini pekiştiren bir özelliğe sahiptir. Dolayısıyla bir toplumdaki militarist söy­ lem ve pratikler o toplumun egemen cinsiyet normları ile yük­ lüdür ve onları yeniden üretir. Bunun bir parçası olan milli­ yetçi militarist “ideal” erkek bedeni tahayyülü ile bizzat sava­ şın ürünü olan gazilerin “kusurlu” bedenleri arasında gerilim­ li bir ilişki söz konusudur. Bu durum gazi kimliğinin ve dene­ yimlerinin milliyetçi kimlik ve hegemonik erkeklik kodlan ile yakın ve çatışmak bir ilişki içinde kurulması sonucunu doğu­ rur. Bunun yanı sıra, gazilerle ilgili literatür, özellikle de ko­ nuyla ilgili tarihsel çalışmalar, toplumun savaş algısının gazile­ rin o toplum içindeki yerini belirleyen ve deneyimlerini şekil­ lendiren kritik bir unsur olduğuna dikkat çeker. David A. Gerber savaş üzerine düşünmenin başlangıç noktasını -elbette ha­ yatını kaybedenlerle birlikte- savaş nedeniyle sakat kalanlann oluşturması gerektiğinin altını çizer. Gerber’e göre, sakatlık sa­ vaşın bir “yan ürünü” ya da kaçınılmaz zayiatı olmaktan çok savaşla düşünsel, ahlaki ve duygusal anlamda bir hesaplaşma­ nın başlayacağı kritik noktadır.3 Gazi kimliğini oluşturan bu 3

David A. Gerber, “Introduction: Finding Disabled Veterans in History”, Disabled Veterans in History, der. David A. Gerber, Ann Arbor: The University of Michigan Press, 2003, s. 4.

iki unsura, bir de toplumun sakatlıkla ilgili genel yaklaşımını eklemek gerekir. Özellikle Türkiye’de gazilerle ilgili literatür­ deki suskunluğu genel olarak sakatlıkla ilgili henüz yeterince çalışma yapılmamış olmasıyla, bunu da sakatlığın bu toplum­ da fazla üstüne konuşulan bir mesele olmamasıyla ilişkilendirmek yanlış olmaz. Bu unsurlara bakarak gazilerin milliyetçili­ ğin, militarizmin ve modemitenin vazettiği ideallerle ilgili top­ lumun ve devletin endişelerinin kesişim noktasında durdukla­ rı söylenebilir. Gaziler tam da bu nedenle milliyetçi militariz­ min “yumuşak kamı”nı, sürekli nizama sokulması gereken un­ surunu oluştururlar. Bu yazı söz konusu nizama sokma çabasını Türkiye’nin üç “savaş” deneyimi -Kore, Kıbrıs ve Güneydoğu- bağlamında, bu savaşlar ve gazileriyle ilgili dönemin basınında yer alan bazı haber örnekleri üzerinden takip etmeyi amaçlamaktadır.4 Yazı­ da, her bir durumda gazete haberlerine yansıdığı şekliyle mili­ tarizmin hangi kodlarla işlediği ve bu kodların gazilerin temsi­ lini ne şekilde etkilediği sorgulanmaktadır. Dolayısıyla her bir durumda “gazi”nin nasıl tanımlandığı önem kazanmaktadır. Söz konusu üç savaşın basında yer alma biçimine dair örnekle­ re bakıldığında “gazi” kelimesinin kaygan bir gösteren olduğu, sınırlarının durumun gerekliliklerine göre çizildiği söylenebi­ lir. Çoğunlukla savaş tecrübesi olan ve özellikle “malul” sıfa­ tıyla kullanıldığında savaşta sakatlanmış anlamına gelen gazi kelimesinin bazı durumlarda sakatlığı geri planda tutmak için özellikle yaralılara atıfta bulunacak şekilde kullanıldığı, dolayı­ sıyla geçici bir duruma tekabül ettiğinin sezdirildiği görülür.5 4

Bu çalışmada incelenen örneklerden Kore ve Kıbrıs Savaşlan ile ilgili olanlar, çatışmaların yoğun olduğu dönemlerde gazete haberlerinin bir bölümü tara­ narak toplanmıştır. Güneydoğu gazileri ile ilgili 1990’lara ait örnek ve 2000’lerin sonlarından örnekler ise zaman içinde kişisel arşivde toplanan haberlerden oluşmaktadır. Konuyla ilgili sistematik ve kapsamlı bir basm taraması ve her bir gazetenin söz konusu dönemdeki konumunu da analize dahil eden çalış­ malar yapılmayı beklemektedir.

5

Gazi kavramı hem savaşa katılmış hem de özellikle malul nitelemesiyle bir­ likte savaşta sakatlanmış asker anlamına gelmekte. Kavramın ifade ettiği anla­ mın zaman içinde bazı değişikliklere uğradığı da görülüyor. İstiklal Savaşı ma­ dalyası sahipleriyle Kore Savaşı’na ve Kıbrıs Harekâtı’na katılmış tüm asker-

Bu yazıda yer alan inceleme medyanın toplumun ortak ha­ fızasındaki “gazi” kavramının oluşmasında çok önemli bir pa­ yı bulunduğu varsayımından yola çıkmakta. Yazının ele aldığı her bir savaş bağlamında, gazetelerin, politik ve toplumsal ih­ tiyaçlar doğrultusunda, söz konusu savaşlara meşruiyet kazan­ dırmak için, belli bir gazi tanımı ürettikleri ve bunu yaygınlaş­ tırdıkları gözlenir. Yazının temel iddiası, Gerber’in tespitinden yola çıkarak, gazilerin tam da bu meşruiyeti sarsma potansiye­ line sahip olmaları dolayısıyla gazetelerde yer alan temsilleri­ nin önemli ölçüde sözel ve görsel regülasyona tabi tutulduğu­ dur. Bunun izini sürmek için bu çalışmada militarizmin üst se­ viyelere çıktığı dönemlere öncelik verilmişse de, Laura Sjoberg ve Sandra Via’nın militarizmi askeri ve sivil olan arasındaki ay­ rımın bulanıklaşması olarak tarif ettikleri hatırlanarak,6 savaşın devam ettiği dönemde üretilen kodların bir kısmının savaş son­ rasında da dolaşımda kalacağı, bunlann konuyla ilgili bir tem­ sil geleneğinin bileşenlerini oluşturacakları ve dolayısıyla etki­ lerinin savaş dönemini aşacağı söylenebilir.

ler gazi sayılıyor ve birtakım sosyal haklardan yararlanıyorlar. Savaş dönem­ leri dışında meydana gelen sakatlık vazife malullüğü olarak değerlendiriliyor ve 1999 yılına kadar da PKK ile girilen silahlı çatışmalarda sakatlanan askerler bu kategoride değerlendiriliyorlar. 1999 yılında kabul edilen 4417 sayılı ka­ nun ile gazi kavramı yeniden tanımlanıyor. Buna göre, kavram muharip gazi ve malul gazi olarak iki kategoride ayrıştırılıyor. 4417 sayılı kanunun 1. mad­ desi, malul gaziyi “Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarından; Türkiye Cumhu­ riyeti Devleti sınırlarını korumak ve güvenliğini sağlamak görevi ile harpte ve­ ya Devletin bekasım hedef alan terör örgüderine karşı yurt içi ve yurtdışı mü­ cadelede her çeşit düşman veya terörist silahlarının tesiriye veya harp bölge­ sindeki harekat ve hizmetler sırasında, bu harekat ve hizmetlerin sebep ve te­ siriyle yaralanarak tedavileri sonucunda sakatlığı rapor ile kesinleşenler" ola­ rak tanımlıyor. Böylelikle resmî kullanımda bedensel sakatlık gazilik tanım­ laması için gerekli bir koşul olarak ortaya çıkmış oluyor. Gazi kavramının ta­ rihsel gelişimi ve kültürel çağrışımlarıyla ilgili daha aynnnlı bir tanımlama Sa­ lih Can Açıksöz’ün bu derlemedeki çalışmasında bulunuyor. Ayrıca bkz. Sa­ lih Can Açıksöz, Sacrificial Limbs o f Sovereignty: Disabled Veterans, Masculinity and Nationalist Politics in Turkey, The University of Texas at Austin, yayımlan­ mamış doktora tezi, 2011. 6

Laura Sjoberg ve Sandra Via, “Introduction”, Gender, War, and Militarism: F e­ minist Perspectives, der. Laura Sjoberg ve Sandra Via, Santa Barbara; Denver; Oxford: Praeger, 2010, s. 7.

Gazilerin doğurduğu endişenin nedenleri

Her ne kadar spesifik toplumsal ve politik bağlam savaş gazi­ lerinin deneyimlerinde ve mevcut sosyal hiyerarşi içindeki konumlamşlarmda azımsanmayacak ölçüde çeşitliliğe neden ol­ sa da, farklı tarihsel dönemlerde gazilere karşı ortak yaklaşım­ lar ön plana çıkabilmekte. Buna göre, gaziler bir taraftan “va­ tan için” gösterdikleri fedakârlık dolayısıyla özellikle söylem­ sel düzeyde ihya edilir ve yüceltilirken diğer taraftan farklı kay­ naklardan beslenen endişelerin odağı olmakta ve ötekileştirmeye maruz kalmaktalar. Söz konusu endişenin nedenlerini bir­ birini kesen üç ana hat üzerinden takip etmek mümkün: top­ lumun beden ve sakatlıkla, erkeklikle ve aynca savaş kavramı ve savaşın sosyo-politik sonuçlarıyla ilgili algılan ve pratikleri. Bir toplumun gazilere yaklaşımını belirleyen en önemli et­ kenlerden biri şüphesiz sakatlığa yüklenen anlamlar bütünü­ dür. Sakatlıkla ilgili yaklaşım ise bir taraftan modernitenin ürettiği hastalık/sağlıkla ilgili yargılar ile, diğer tarafta da ide­ al beden algısı ve bir ölçüde de genel estetik anlayışı ile doğru­ dan ilişkilidir.7 Bili Hughes sakatların karşılaştığı baskı ve ay­ rımcılığın yalnızca sosyal politikalar alanında yürütülecek bir mücadele ile ortadan kaldırılamayacağını, zira sakatlığın ay­ nı zamanda modernitenin görmeyi bilmenin önkoşulu sayan skopik rejiminin bir ürünü olduğunu savunduğu makalesinde, modernitenin “bilişsel, ahlaki ve estetik sınırlarını ihlal edenle­ ri” “yabancı” olarak imleme konusunda oldukça ehil olduğuna dikkat çeker.8 Üstelik Ivan Varga’nm bedenin “iletişimsel (sos­ yal) işlevi”9 olarak tanımladığı bu durum, görme/bilme ilişki­ si üzerinden modemite ile de sınırlı değildir. Varga bu işlevin 7

İdeal beden algısının toplumlann sağlık/hastalıkla ilgili yargılan ile de yakın ilişki içinde olduğunu göz ardı etmemek gerek. Bununla bağlantılı olarak, has­ talığın sembolik anlamlanyla ilgili, bkz. Susan Sontag, Illness As M etaphor and AIDS and Its Metaphors, New York: Doubleday, 1990.

8

Bill Hughes, “The Constitution of Impairment: Modernity and the Aesthetic Oppression”, Disability & Society, Cilt 14, No. 2, 1999, s. 157.

9

Ivan Varga, “The Body - The New Sacred?: The Body in Hypermodemity”, Current Sociology, Cilt 53, No. 2, 2005, s. 214.

en iyi gözlemlenebildiği örnek olarak Saflık ve Tehlike’yi işaret ederek, Mary Douglas’ın bu klasikleşmiş çalışmada bedeni bir toplum için düzen ve karmaşa arasındaki farkı belirten temel sınıflandırma sistemi olarak değerlendirmiş olmasının önemi­ ni vurgular.10 Nitekim, Zeynep Sayın da Batı düşüncesinde be­ denin “haysiyet ve zillet” kavramlarının temel göstereni olarak güzel ve ahlaklı olanı ya da olmayanı simgeleme gibi kritik bir işleve sahip olduğuna işaret eder.11 Sayın’ın bu bağlamda dik­ kat çektiği, “insan bedeni ancak organik bütünlüğü korundu­ ğu sürece güzeldir”12 noktası Hughes’un argümanını yankıla­ yarak, toplumlann sakatlık algılarının temelinde yatan yargıla­ ra dair fikir verir. Bu genel çerçevede anlam kazanan sakatlığın toplumda ağır­ lıklı olarak acıma ve korku hisleri uyandırdığı, konuyla ilgili çalışmalarda sıklıkla belirtilen bir gözlemdir. Acıma duygusu­ nun sakatların masum mağdurlar olarak algılanmaları dolayı­ sıyla ortaya çıktığı söylenebilir. Gerber’e göre savaş gazileri söz konusu olduğunda, özellikle askerliğin zorunlu olduğu haller­ de meydana gelen sakatlık ve sakatlık deneyimiyle ilgili otono­ mi kaybı, fiziksel acı ve toplumdan soyutlanma gibi çağrışımlar acıma duygusunu tetiklemektedir. Sakatlık karşısında duyulan korku ise sakatlığın bedenin incinebilirliğinin apaçık bir ifadesi olmasından kaynaklanmaktadır.13 Mary Douglas’ı takip ederek ifade edilecek olursa, bedenin kırılganlığı toplumsal düzenin kırılganlığım hatırlattığı ölçüde korkuya ve kaygıya neden ol­ maktadır. Toplumlann sakatlığa yaklaşımları bu hisler doğrul­ tusunda “paternalizm, dar görüşlülük ve umursamazlık” ara­ sında gelgitler göstermektedir.14 10

Mary Douglas, Saflık ve Tehlike: Kirlilik ve Tabu Kavramlarının B ir Çözümle­ mesi, İstanbul: Metis Yayınlan, 2007.

11

Zeynep Sayın, “Batı’da ve Doğu’da Bedenin Temsilinde Haysiyet ve Zillet I”, Defter, Cilt 39, No. 1, 2000, s. 158-204.

12

Sayın, a.g.m., s. 175.

13

Gerber, “Introduction", s. 6-7.

14

Martin F. Norden, “Bitterness, Rage, and Redemption: Hollywood Constru­ cts the Disabled Vietnam Veteran”, Disabled Veterans in History, der. David A. Gerber, Ann Arbor: The University of Michigan Press, s. 96.

Sakatlık homojen bir deneyimler bütünü olmaktan çıkarılıp cinsiyet boyutu ile birlikte ele alındığında ise, erkeklik ve be­ den arasındaki ilişkiye değinmenin gerekliliği ortaya çıkar. Raewyn Connell’ın ortaya koyduğu gibi fiziksellik erkekliğin ku­ rucu öğelerindendir: “Bedenin biçimi ve boyutu, duruşu ve ha­ reketleri, belli fiziksel becerilere sahip olma ve bunun dışında kalanlara sahip olmama, kişinin kendi beden algısı, bedenin di­ ğer insanlara sunulma biçimi ve insanların buna gösterdiği tep­ ki, bedenin işte ve cinsel ilişkilerdeki işleyişi”15 erkekliği belirle­ yen karmaşık bir söylem ve eylem alanının varlığına işaret eder. Tam da bu ilişki dolayısıyla sakatlık erkek bedeni ile erkeklik ve eril iktidar arasındaki “doğal sürekliliği” kesintiye uğratmış olur. Sakat erkeklerin hegemonik erkeklikle ilgili tanımları ve pratikleri, kendi bedenlerinin olanaklarına/kısıtlılıklarına göre yeniden tanımlama girişimlerini,16 bu kesintiye uğrama duru­ muyla baş etme stratejisi olarak görmek mümkündür. Erkek bedenine belli anlamlar yüklenmesi milliyetçilik ve militarizm ideolojilerinin de es geçmediği bir faaliyet alanı ol­ muştur. Genel olarak milliyetçilik ulusal bütünlük fikrini ve ulusal kimliğin bileşenlerini yurttaşlara aktarmanın bir yolu olarak bayrak, ulusal marş ve milli bayramlar gibi sembolik ya­ nı ağır basan nesne ve etkinliklerden faydalanır. Ulusu meyda­ na getiren bireylerin bedenleri de bu çerçevede önemli bir sem­ bolik anlam yüklenir ve ulus devlet tarafından incelikle kon­ trol altında tutulması ve nizama sokulması gereken bir ikti­ dar alanı olarak belirir. Her ne kadar feminist literatür uzun bir süre ağırlıklı olarak vatan savunması söylemini meşrulaştırıcı bir araç olarak kadın bedeni ile ulusun sınırları arasında ku­ rulan parallelliği17 ele almış olsa da, erkek bedeninin de milli­ 15

Raewyn Connell, Toplumsal Cinsiyet ve İktidar: Toplum, Kişi ve Cinsel Politika, İstanbul: Ayrıntı Yayınlan, 1998, s. 84-5.

16

Thomas J. Gerschick ve Adam Stephen Miller, “Gender Identities at the Cross­ roads of Masculinity and Physical Disability”, Toward a New Psychology o f Gender, der. Mary M. Gergen ve Sara N. Davis, Londra; New York: Routledge, 1997, s. 455-478.

17

Örneğin, Nira Yuval-Davis, Gender&Nation, Londra; Newbury Park; Yeni Del­ hi: Sage Publications, 1997.

yetçi sembolizm ve beden ilişkisinin cinsiyetlendirilmiş yapısı içinde önemli bir yeri vardır. George L. Mosse’nin ortaya koy­ duğu gibi, imparatorluktan ulus devlete geçiş döneminde ideal erkeklik, ulusun “yeniden doğuşunun” sembolü olmuş ve ide­ al erkekliğe atfedilen değerler ve erdemler modem ulus devle­ tin kuruluşunda referans işlevi görmüştür.18 Mosse milliyetçi­ liğin erkek bedeni tahayyülünün, ulusun geçmişini ve mevcut sınırlarını sembolize eden kadın bedeninden farklı olarak ulu­ sun ideallerini, umutlarını ve endişelerini yansıttığını vurgular. Milliyetçi tahayyül, “sağlıklı” ve nizami bir toplum yaratma ar­ zusunu, modern erkeklik kurgusunun en önemli unsurların­ dan olan sağlıklı, orantılı ve disipline edilmiş erkek bedeni ara­ cılığıyla yansıtır.19 Bu çerçevede özellikle Türkiye gibi modern­ leşme süreci ordu ve militarizmle iç içe geçmiş toplumlarda as­ ker bedeninin ya da ona atfedilen özelliklerin sembolik değe­ rinin yüksek olduğu aşikârdır. Dolayısıyla bir askerin sakatlığı Mosse’nin tariflediği bedensel standardın dışında kalarak milliyetçi-militarist tahayyülü sekteye uğratmaktadır. Erkeklik, beden ve militarizm konusunu kapatmadan önce Türkiye bağlamında iki örneğe değinmek gerekmekte. Birin­ cisi, sakatlıkla militarizmin yan yana gelmesine bir ömek ola­ rak Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “Engelli Vatandaşlar İçin isteğe Bağlı Temsilî Askerlik” adı altındaki uygulaması.20 TSK’nın in­ ternet sitesinde yer alan ifadeyle bu uygulama “1111 Sayılı As­ kerlik Kanunu kapsamında silahaltına alınmaları mümkün ol­ mayan engelli vatandaşlarımızın, bu hak ve ödevlerini sembo­ lik olarak yerine getirebilmesi ve kısa sürelerle de olsa kışla or­ tamı yaşayarak bu hazzı tatmasına imkân sağlama”21 amacı ta­ 18

George L. Mosse, The Image o j Man: The Creation ojM odem Masculinity, New York; Oxford: Oxford University Press, 1998.

19

Mosse, a.g.e.

20

Türk Silahlı Kuvvetlerinin resmi internet sitesindeki verilere göre 2011 yılı içinde 87 merkezde 2858 kişi bu uygulamayla bir günlük temsilî askerlik yap­ mıştır. http://www.tsk.tr/2_genel_bilgiler/2_4_engelli_vatandaslar_icin_istege_bagli_temsili_askerlik_uygulamasi/engelli_vatandaslar_icin_istege_bagli_ temsili_askerlik_uygulamasi.htm (Erişim tarihi: 09.10.2012).

21

A.g.y.

şıyor. İfadede geçen “hak, ödev ve haz” kelimeleri yan yana ko­ nulduğunda söz konusu uygulamanın zorunlu askerlik hizme­ tinin yetişkin erkekliğe ve yurttaşlığa geçişi sağlama işlevini pe­ kiştiren bir niteliğe sahip olduğu görülür. Uygulama, askerliğin bu ülkede yaşayan bir erkeğin hayatında ne anlam ifade ettiğini tariflemektedir. Ya da daha doğru bir ifadeyle, Silahlı Kuvvetler’in askerliğin erkek yurttaşların hayatında olmasını arzu et­ tiği yeri göstermektedir. Genel olarak askerlik gerek askerî eği­ timler süresince gerekse de operasyon ve çatışma gibi durum­ larda fiziksel dayanıklılığın sınanması ve bedenin kapasitesinin bu durumlara uygun hale getirilmesi22 üzerine kuruludur. As­ kerliğin temeli olan fiziksellikle askerlik hizmetinin bağlantısı­ nın kopanldığı bu uygulama, TSK’nın askerliği sosyal ve kültü­ rel bir pratik olarak tanımlama konusundaki ısrarını açığa çı­ karmaktadır.23 Uygulamanın sonunda verilen “Temsilî Terhis Belgesi” ile bedensel olanakları askerlik yapmaya elverişli ol­ mayan bir erkeğin de, sınırlarım askerlik hizmetinin belirle­ diği sembolik alana dahli sağlanmış olmaktadır. Bununla bağ­ lantılı olarak ele alınacak ikinci örnek ise (asker) erkek bedeni ve ülke sının arasındaki ilişkiye dair. Nadire Mater’in Mehmeditı Kitabı adlı çalışmasında yer alan anlatılardan birinde görüş­ meci 1990’lı yıllann başında askerliğini yaptığı birlikte meyda­ na gelen bir olayı aktanr. Görüşmecinin anlattığına göre, olay Kürt kökenli bir askerin gece nöbeti sırasında diğer nöbetçi as­ keri tehdit ederek firar etmesi ve sınınn Suriye tarafına geçmesi ile başlar. Komutana vekalet eden Teğmen’in firari askeri ara­ maya karar vermesi yasadışı bir faaliyetin başlamasına neden olur: “İki asker ben aldım, üç asker de o. Geçtik, askeri arama­ ya başladık. Kendi kendimize böyle sınır ötesi harekât yapıyo­ ruz. Tam bir macera, başımıza bir iş gelse, Suriye’nin askeri bizi yakalasalar falan.” Görüşmeci, askerin daha sonra Suriye tara­ fından teslim edilmesiyle sonuçlanan bu olayın ardından “hu­ 22

Bu konuya dair bir örnek için, bkz. Brian Lande, “Breathing Like A Soldier: Culture Incarnate”, The Sociological Review, No. 55, 2007, s. 95-108.

23

Ayşe Gül Altınay ve Tanıl Bora, “Ordu, Militarizm ve Milliyetçilik”, Milliyetçi­ lik: Modem Türkiye’de Siyasî Düşünce, Cilt 4, der. Tanıl Bora, İstanbul: İletişim Yayınlan, 2002, s. 140-154.

dut boylarındaki Doğulu askerlerin daha iç kısımlara kaydırıl­ ması için emir” çıktığını belirtmektedir.24 Ulus devletin top­ rakları üzerindeki egemenlik iddiasını sürdürebilmesinin sınır­ larındaki bu tip geçirgenlikleri önleme çabasını doğurduğu bi­ linen bir olgudur. “Üniformanın sınır ihlalinde bulunmasının” özel bir hassasiyete yol açtığı durumlar da hâlâ hafızalardadır.25 Mehmedirı Kitabı'nda bahsi geçen bu olayın önemi, söz konusu bağlantıları gösteriyor olmasına ilaveten, erkek asker bedeni ve ulus devlet arasındaki ilişkinin sembolizm ile sınırlı olmadığını ortaya koyuyor olmasıdır. Kürt askerlerin içeriye çekilerek sı­ nırın bütünlüğünün etnik kökeni Türk olan askerlerin mevcu­ diyeti ile garanti altına alınma çabası, beden-politika ilişkisin­ de sembolizmin resmî bir uygulamaya dönüşmesine bir örnek olarak değerlendirilebilir. Gazilerin deneyimlerini etkileyen unsurlardan bu bölüm­ de son olarak ele alınacak olanı toplumların savaşı algılama bi­ çimleri. Bu konuda yapılan çalışmalar toplumların belli bir sa­ vaşa olan yaklaşımının ya da belli bir savaş bağlamında ülke­ nin durumunu algılayışlarının gazilerin o toplumdaki konum­ larını doğrudan etkilediğini gösteriyor. Vurgulanması gereken nokta, herhangi bir savaşın algılanma biçiminin savaş süresin­ ce değişebilir olduğu. Örneğin Joanna Bourke, Birinci Dünya Savaşı’nın ilk yarısında cepheden gelen askerlere gösterilen il­ gi ve alakanın savaşın ikinci yarısında, özellikle savaşın etkile­ rini unutma isteğinin ağır basmasıyla birlikte, kaybolduğunu vurgulamaktadır.26 Bu örneğe göre, bedenin fiziksel durumu değişmemekle birlikte, kendisine yüklenen anlamlar bağlamın 24

Nadire Mater, Mehmedirı Kitabı: Gürıeydoğu’da Savaşmış Askerler Anlatıyor, İs­ tanbul: Metis Yayınlan, 1999, s. 46.

25

Hatırlanacağı üzere, PKK’nın 2007 yılında Dağlıca Komando Taburu’na sal­ dırarak 8 askeri kaçırması olayında, üniformalı askerlerin sınınn öte tarafına, Kuzey Irak’a geçirilmelerine verilen tepkilerin bir kısmı oldukça olumsuzdu. Bu konuda uç bir örnek, İşçi Partisi Genel Başkam Doğu Perinçek’in “Keşke o askerlerimiz, şehit obalardı, tabutlan gelseydi de biz onlan düşmanın elin­ den, milleti kahreden bir manzara ortamında almasaydık” sözleri (“Perinçek: Keşke Tabutları Gelseydi”, Milliyet, 07.11.2007).

26 Joanna Bourke, D ismembering the Male: Men’s Bodies, Britain and the Great War, Chicago: The University of Chicago Press, 1996, s. 70.

değişmesiyle çok daha farklı bir hale bürünebilmektedir. İngil­ tere örneğinde toplum savaşın yıkıcı etkilerini hafızasından çı­ karmak için gazileri “görmemeyi” tercih ederken, Vietnam Sa­ vaşı ertesi Amerika’daki durumun bunun bir adım ötesi oldu­ ğu gözlemlenmektedir. Vietnam Savaşı’nın, meşruiyeti tartış­ malı ve toplumda makbul görülmeyen bir savaş olmasının doğ­ rudan bir yansıması olarak, gazilere önceki savaşlarda olduğu gibi toplum nezdinde “kahraman” payesinin verilmesine yöne­ lik belirgin bir isteksizlik göze çarpar.27 Vietnam gazilerini ko­ nu alan Hollywood filmleri ile ilgili incelemesinde Martin F. Norden, 1960’ları takiben toplumdaki savaş algısının olum­ suz yönde değişmesine paralel olarak, Hollywood filmlerinde de savaşın Amerikan ulusal kimliğinin tanımlanmasındaki ro­ lünün en aza indirgendiğini, yer yer de olumsuzlandığım orta­ ya koymaktadır. Norden bunun sonucunda, bu dönemde yapı­ lan filmlerde toplumu savaşın sorumluluğundan tenzih etmek için gazilerin tutunamamış karakterler olarak resmedildiğini ve savaşın suçunun bu ötekileştirilmiş figürlerin üstüne atıldığını savunmaktadır.28 Toplum tarafından sahiplenilmeyen bu sava­ şın gazilerinin, böylelikle, Norden’ın deyimiyle “çifte damga­ lanma” -hem sakat bir bedene sahip olmaları hem de toplumca meşru görülmeyen bir savaşın taşıyıcısı olmaları durumu- ile karşı karşıya bırakılmış oldukları görülmektedir.29 Gazilerle ilgili endişenin tezahürleri

Bu noktada yukarıda kısaca değinilen etkenlerin savaş gazile­ rinin yaşamlarını nasıl şekillendirdiği üzerinde durmak gerek­ mekte. Beden, erkeklik, sakatlık ve savaşla ilgili düşünce ve pratiklerin kesişim noktasında bulunan gazilerin, hem toplum hem de devlet için önemli bir endişe kaynağı olduğu görülmek­ tedir. Bu endişenin bazı sosyal, kültürel ve politik tezahürleri­ ne bakmak yazının konu edindiği gazilerin basında yer alış bi­ 27

Norden, “Bittemess, Rage, and Redemption" ve Gerber, “Introduction”.

28

Norden, a.g.m., s. 108.

29

Norden, a.g.m., s. 109.

çimlerinin analizine arka plan oluşturması açısından önemli. Bu yazı her ne kadar gaziliği ulus devlet çerçevesinde ele alı­ yor olsa da yaralı savaşçının endişe kaynağı olması durumu­ nun tarihçesini Antik Yunan’dan başlatmak mümkün. Martha Edwards yaralı savaş kahramanı Philoctetes’in hikâyesine ilk olarak milattan önce 8. yüzyılda Homeros’un llyada destanın­ da rastlandığı bilgisini vermektedir.30 Yarası iltihap kapan Phi­ loctetes’in bir adada tek başına bırakılması ile başlayan hikâye­ de yer alan iki nokta, yani Philoctetes’in izole edilmesinin se­ bepleri, yaralı savaşçının toplumsal çağrışımlarının yalın bir ifadesidir. Buna göre, iltihaplanmış yaradan yayılan pis koku ve Philoctetes’in acısını yansıtan çığlıklarının katlanılmaz olu­ şu savaşçının dokuz yıllık sürgününe neden olmuştur.31 Bu du­ rum nizamı bozulmuş bedenin ve bunun gizli kalmayıp toplu­ ma duyurulmasının yarattığı endişenin tarihinin ne kadar es­ ki ve köklerinin ne kadar derinlerde olduğunu açıkça göster­ mektedir. Edwards Philoctetes’in yarasının savaşın neden ol­ duğu tahribatın en somut temsili ve hatırlatıcısı olduğu için gözden uzak tutulmak istendiğinin altını çizer.32 Benzer bir şe­ kilde Ana Carden-Coyne da “toplumsal hafızasızlığın uygun­ suz sembolleri” olarak tanımladığı gazilerin, ulusa kendisi adı­ na savaşırken sakatlanmış askerlere karşı sorumluluğunu ha­ tırlatıyor olmasının endişeye neden olduğunu belirtmektedir.33 Bu durumda gazilerin görünürlüğü, toplumun savaşı geride bı­ rakmasının ve barışın önünde adeta bir engel olarak durmak­ tadır.34 Carden-Coyne gazilerle ilgili duyulan endişenin bir di­ ğer boyutuna daha dikkat çekmektedir ki bu da hayatın normal 30

Martha Edwards, “Philoctetes in Historical Context”, D isabled Veterans in History, der. David A. Gerber, Ann Arbor: The University of Michigan Press, 2003, s. 55.

31

Edwards, a.g.m., s. 55-56.

32

Edwards, a.g.m., s. 66.

33

Ana Carden-Coyne, “Ungrateful Bodies: Rehabilitation, Resistance and Disab­ led American Veterans of the First World W ar”, European Review o f History, Cilt 14, No. 4, 2007, s. 543.

34

Deborah Cohen, The W ar Come Home: Disabled Veterans in Britain and Ger­ many, 1914-1939, Berkeley; Los Angeles; Londra: University of California Press, 2001, s. 2.

akışının tamamen dışında bir deneyim yaşamış olan askerlerin savaş ertesinde toplumsal hayata adapte olmalarının ne derece­ ye kadar mümkün olduğu meselesidir. Carden-Coyne öfkeli ve uyum sorunu yaşayan gazilerin toplumsal ve politik düzenin potansiyel yıkıcısı olarak görüldüğünü vurgular.35 Bu konudaki kaygıların belki de en rahat takip edilebileceği alan askerlerin rehabilitasyonuyla ilgili tartışmalardır. Bu ko­ nuda yapılmış çalışmalar geniş anlamıyla rehabilitasyonun sa­ vaş sonrası devlet otoritesinin yeniden tesisi süreciyle yakın­ dan ilgili olduğunu ortaya koymaktadır.36 Örneğin, Deborah Cohen’in gösterdiği gibi, Birinci Dünya Savaşı sonrası Almanyası’nda gazilere sunulan hizmetlerin ve yardımların organi­ ze edilmesi işinin devletin öncelikli görevi olarak tarif edilme­ sinin ardında, yeni hükümetin bunu savaş sonrası sosyal po­ litikalarının vitrini olarak kullanma düşüncesi yatmaktadır.37 Devletin öncelikli hedefinin Almanya’dakinden farklı olduğu durumlarda dahi gazilerin rehabilitasyonu ile toplumun savaş sonrası yeniden ayağa kalkması arasında yakın bir ilişki kurul­ muş, bu da gazilerin üstüne ayrı bir sorumluluk ve fedakârlık yükü olarak binmiştir. Gazilerin rehabilitasyon sürecinde ken­ dilerine verilen hizmetten duydukları memnuniyeti gösterecek şekilde işbirliği içinde olmaları gerektiği, devlet tarafından bu­ nun bir yurttaşlık vazifesi olduğu iddiasıyla vurgulanmıştır.38 Bu açıdan rehabilitasyon kuramlarının, iyileşme sürecinin ba­ şarılı olması ihtimalini gazilerin kişisel çabasına, diğer bir de­ 35

Carden-Coyne, “Ungrateful Bodies”, s. 544.

36

Sakat gazi rehabilitasyonu ile ilgili çalışmalara bazı örnekler, Carden-Coy­ ne, a.g.e.; Cohen, The W ar Come Home; Wendy Jane Gagen, “Remastering the Body, Renegotiating Gender: Physical Disability and Masculinity during the First World War, the Case of J. B. Middlebrook”, European Review o f History, Cilt 14, No. 4, 2007, s. 525-541; Seth Koven, “Remembering and Dismember­ ment: Crippled Children, Wounded Soldiers, and the Great War in Great Bri­ tain”, The American Historical Review, Cilt 99, No. 4, 1994, s. 1167-1202; He­ ather R. Perry, “Re-Arming The Disabled Veteran: Artificially Rebuilding State and Society in World War One Germany”, Artificial Parts, Practical Lives: Mo­ d em Histories o f Prosthetics, der. Katherine Ott, David Serlin ve Stephen Mihm, New York; Londra: New York University Press, 2002, s. 75-101.

37

Cohen, a.g.e., s. 6.

38

Carden-Coyne, “Ungrateful Bodies”, s. 546.

yişle “minnettar ve itaatkâr bedenler” olmalanna bağlamaları tesadüf değildir.39 Burada ulus adına savaşmanın ve yaralanma ya da sakat kalmanın yeterli gelmediği, “ulusun selameti” için iyileşmenin de gerektiği bir durumun söz konusu olduğu gö­ rülmektedir. Bu süreçte tüm sorumluluğun bireyin üstünde ol­ madığını, devletin de yurttaşlara karşı sorumluluğunun yeni­ den tanımlandığını belirtmek gerekiyor. Bu anlamda Gerber’in savaşta sakatlanan gazilerle ilgili programların modern refah devletinin ortaya çıkışı öncesinde, devletlere siyasi ve idari de­ neyim sağladığı hatırlatması oldukça önemli.40 Bununla birlikte, refah devleti uygulamalarına temel oluştu­ racak bu programların sınıfsal boyutunu gözden kaçırmamak gerekiyor. Gazilerin rehabilitasyonunu da içeren savaş sonra­ sı toplumsal hiyerarşilerin yeniden kurulması sürecinde sını­ fın merkezî bir rolünün olduğu açıktır. Özellikle sınıflar arasın­ da katı sınırların olduğu toplumlarda sağlanan imkanlann ga­ zilerin sakatlık öncesi sınıfsal konumunu değiştirmeyecek şe­ kilde düzenlendiği görülmektedir.41 Bu konuda çarpıcı bir ör­ nek Birinci Dünya Savaşı esnasında ve sonrasında Almanya’da ampüte askerlere takılan protezlerin niteliği ile ilgilidir. Heather R. Perry’nin ortaya koyduğu gibi, gazilerin bedeni Alman­ ya’nın yeniden inşası sürecine dair kaygıların yansıdığı alanlar­ dan biri olmuştur. Bu doğrultuda gaziler için, biri işçi ve köy­ lülere yönelik kol gücü gerektiren işlere uygun ve makine par­ çalarıyla tarım gereçlerini kavramayı kolaylaştıracak şekilde ta­ sarlanmış, diğeri ise “zihinsel işlerle” uğraşanlar için çok daha estetik görünümlü ve kalem gibi gereçleri rahatlıkla kullanmak için tasarlanmış iki tip protez kol üretilmiştir.42 Böylelikle pro­ tezlerin kendisi sınıfsal gösterge haline gelerek gazinin mevcut sınıfını bedeninde somutlaştıran, sınıf değiştirmesini engelle­ yen bir işlev kazanmıştır. Sınıf temelli müdahalenin Alman­ 39

Carden-Coyne, a.g.m., s. 546.

40

Gerber, “Introduction”, s. 16.

41

Heather R. Perry buna kanıt olarak gazilere ödenen maaşların miktarının kay­ bedilen uzva ya da sakatlığın derecesine değil, askerin rütbesine göre belirlen­ diğini göstermektedir; Perry, “Re-Arming the Disabled Veteran”, s. 77.

42

Perry, a.g.m., s. 80-96.

ya’daki kadar görünür olmadığı örneklerde ise sınırlan belir­ leme daha çok normlar ve değerler üzerinden gerçekleşmiştir. Örneğin, Birinci Dünya Savaşı sonrası gazilerle ilgili çalışmala­ rın daha çok hayır kurumlannca yürütüldüğü İngiltere’de ku­ ramların “ideal orta sınıf yurttaş” olarak yetiştirilme potansiye­ line sahip gazileri seçtiği ve rehabilitasyon sürecinde kendi sı­ nıfsal ahlaki normlannı dayattıkları görülmektedir.43 Gazilerin rehabilitasyonundaki sınıfsal boyutun, sakatlığın yarattığı endişenin cinsiyet boyutu ile iç içe geçtiği de vurgu­ lanması gereken bir noktadır. Elbette savaşın yarattığı, cinsi­ yetle özellikle de erkeklikle bağlantılı endişe yalnızca sakat­ lık dolayısıyla ortaya çıkmaz. Susan Jeffords’ın Vietnam Sava­ şı sonrasında Amerika’nın çeşitli kültür ürünleri aracılığıyla “yeniden erkekleştirilmesi” çabasını ortaya koyan çalışması,44 normatif cinsiyetçilik vurgusunun savaşın istenmeyen politik sonuçlarının bertaraf edilmesi sürecinin olmazsa olmaz bir unsuru olduğunu gösteren iyi bir örnektir. Yine sakatlıktan bağımsız olarak, söz konusu endişenin bir de savaşın cinsi­ yete dayalı işbölümünü -kısmen ve geçici olarak da olsa- de­ ğiştirmesi ile ilgili olduğunu belirtmek gerekir. Savaş dönem­ lerinde erkeklerin cephede olmasından kaynaklanan işgücü kaybını kadınların telafi etmesi ve bu ekonomik rol sayesin­ de, özel ve kamusal alanda görece bağımsızlık kazanmaları er­ kekler için cinsiyet hiyerarşisindeki savaş öncesi konumları­ nı kaybetme olasılığı anlamına gelmekteydi. Sakat asker be­ deninin özel olarak doğurduğu endişenin kaynağı ise Batı’da orta sınıfın kurucu değerlerinden olan özdenetim ve saygın­ lığın bedenle olan bağlantısıdır.45 Sakatlık bir erkeğin bede­ 43

Meaghan Kowalsky, '“This Honourable Obligation’: The King’s National Roll Scheme for Disabled Ex-Servicemen 1915-1944", European Review o f History, Cilt 14, No. 4, 2007, s. 577. Milliyetçilik bağlamında cinselliğin ve bedenin denetiminde orta sınıf değerlerin merkezî rolü ile ilgili bkz. George L. Mosse, Nationalism and Sexuality: Middle-Class Morality and Sexual Norms in Modem Europe, Madison: University of Wisconsin Press, 1985.

44

Susan Jeffords, The Remasculinization o f America: Gender and the Vietnam War, Bloomington: Indiana University Press, 1989.

45

Mosse, Nationalism and Sexuality.

ni üzerindeki otonomisini yitirmesine neden olduğu ölçüde o kişinin erkekliğinin de sorgulanmasının yolunu açmaktay­ dı. Wendy J. Gagen’in, Birinci Dünya Savaşı döneminde tıb­ bi personelin bedeninde duyduğu acıyı “erkekçe” görmezden gelebilen askerlere daha saygılı davrandıklarını belirtmesi, beden özdenetimi ve cinsiyet bağlantısını göstermesi açısın­ dan önemlidir. Aynı unsurların sakat savaş gazilerinin rehabi­ litasyon sürecinde de sıklıkla telaffuz edildiği görülür. İngil­ tere’deki rehabilitasyon merkezlerinden biri olan Chailey’de, tam da sakatlığın doğurduğu endişeyi açık eder şekilde, du­ varda “Man Made Here” [(Sakatlar) Burada Erkeğe Dönüştü­ rülür] yazılı bir tabela olması manidardır.46 Rehabilitasyon programlarına hâkim olan mantığa göre, iyileşme sürecinde gösterilecek irade (ki bu da orta sınıfı tanımlayan değerlerden biridir) sakat gazilerin yeniden (yetişkin) erkek haline gelme­ lerini sağlayacaktır 47 Asker sakatlığı bu denli endişeye neden olunca elbette gö­ rünürlüğünün denetimi ön plana çıkmaktadır. Sakat gazilerin deneyimleri savaşı sorgulama potansiyeli barındırdığı için on­ ların temsilini denetlemek savaşı sürdürebilmenin en önem­ li gerekliliklerinden biri haline gelmektedir. Bu nedenle gazile­ ri faal halde gösteren fotoğraflar savaş döneminde ve sonrasın­ da, popüler imgelemde yer etmesi için dolaşıma sokulmaktay­ dı. Carden-Coyne’un belirttiği gibi, özellikle gazileri spor ya­ parken gösteren fotoğraflar, gazilerin toplum için tehdit oluş­ turmadıklarının ve fiziksel aktiviteyi engelleyecek kadar “sa­ kat olmadıkları”nın kanıtı olarak kullanılmaktaydı.48 Hasta­ nelerde ve rehabilitasyon merkezlerinde çekilen fotoğraflar ise gaziler için hedefin eski sağlığa kavuşma ve sakatlığın getirdi­ ği bağımlılıktan kurtulma olarak belirlendiğim göstererek, “sa­ katlıkla mücadele” fikrini ön plana çıkarmaktaydı.49 Fotoğraf­ ların gösterdiğine göre, sakatlıkla mücadele kriket gibi fiziksel 46

Koven, “Remembering and Dismemberment”, s. 1176.

47

Carden-Coyne, “Ungrateful Bodies”, s. 557.

48

Carden-Coyne, a.g.m., s. 549.

49

Carden-Coyne, a.g.m., s. 549.

olarak oldukça zorlayıcı aktiviteleri bile mümkün hale getire­ cek kadar başarılı olabilmekteydi. Seth Koven İngiltere’de gazi­ leri özellikle ata binerken ya da kriket oynarken fotoğraflamanın tercih edildiğini, böylelikle gazilerin “normal” hayata adap­ tasyonlarına sınıfsal ve “milli” bir boyut da eklendiğini belir­ tir.50 İkinci Dünya Savaşı sonrasında fotoğraflar ağırlıklı olarak protezli gazilerin “normal” hayata son derece başarılı bir şe­ kilde uyum sağladıklarını göstermeye başlar.51 David Serlin’in vurguladığı gibi, bu görüntüler savaş sonrası yeniden yapılan­ ma sürecinde tüm yurttaşların üstüne düşeni yapması gerekti­ ği mesajını vermektedir.52 Yazının bundan sonraki kısmı, yukarıda başlıca sebepleri ve yansımalarından bahsedilen endişenin, Türkiye’deki malul ve muharip gazilerin basında yer alan temsillerine nasıl sirayet et­ tiği üzerinde duracaktır. Bunun için sırasıyla Kore, Kıbrıs ve Güneydoğu’da yaşanan savaş ve çatışmalarla ilgili haberlerden örnekler ele alınacaktır. Bir ulusun “yeniden doğuşu”: Kore Savaşı ve gazileri 1950 Haziram’nda başlayıp 27 Temmuz 1953’te imzalanan antlaşmayla sona eren Kore Savaşı, Soğuk Savaş’m ilk büyük sıcak çatışması olarak kabul edilir. İkinci Dünya Savaşı sonra­ sında SSCB ve ABD arasında vanlan bir anlaşma sonucu ikiye bölünen Kore’nin iki devleti arasında sınır ihtilafı yüzünden çıkan çatışmaya cevaben, ABD’nin girişimiyle Birleşmiş Mil­ letler tarafından asker gönderilmesi kararı alınır. Bu kararın üstünden çok geçmeden 25 Temmuz 1950’de Demokrat Par­ ti hükümeti Türkiye’nin Kore’ye asker göndereceğini açıklar. İlk aşamada gönderilen 4500 askerle Türkiye ABD’nin ardın­ 50

Koven, “Remembering and Dismemberment”, s. 1198.

51

David Şerlin, “Engineering Masculinity: Veterans and Prosthetics after World War Two", Artificial Parts, Practical Lives: Modem Histories o f Prosthetics, der. Katherine Ott, David Şerlin ve Stephen Mihm, New York; Londra: New York University Press, 2002, s. 49.

52

Şerlin, a.g.m., s. 51.

dan Kore’ye en çok asker gönderen ikinci ülke olur.53 Hükü­ metin asker gönderme kararını TBMM’ye ve muhalefete danış­ madan alması tartışmalara neden olur ancak muhalefetin iti­ razları hükümetin kararını değiştirmez. Asker gönderme ko­ nusunda bu denli istekli olunmasının ardında bunun Türki­ ye’ye, daha önce başvuruda bulunulduğu halde olumlu neti­ celenmeyen NATO üyeliğini getireceği görüşü vardır.54 NATO üyeliği konusundaki bu ısrarın bir nedeni, İkinci Dünya Sava­ şı ertesinde hissedilen Sovyetler Birliği tehdidine karşı güven­ lik arayışıdır.55 Kore Savaşı’nm “hür dünya ideali”ni korumak adına yürütüldüğü söylemini şekillendiren de bu Soğuk Savaş atmosferi olmuştur. Kore Savaşı zamanlama olarak Türkiye’nin siyasal ve askerî alanlarda dönüşüm geçirdiği bir döneme denk gelmiştir. Siyasi açıdan, Mayıs 1950’de yapılan seçimler 27 yıllık tek parti ikti­ darının sonunu getirmiş, Demokrat Parti’nin yönetime gelme­ si ile birlikte popülist tonları ağır basan bir milliyetçilik geçer­ li olmaya başlamıştır. Askerî açıdan ise, 1947’de başlayan Ame­ rikan askerî yardımı ile birlikte, Osmanlı-Rus Savaşı’ndan (93 Harbi) itibaren Prusya/Alman modelinin egemen olduğu Türk ordusu bundan oldukça farklı olan Amerikan modelinden etki­ lenmeye başlamıştır.56 Yeni askerî modelin etkisini gösterme­ ye başladığı bu yıllar aynı zamanda genç kuşak subayların ordu içindeki işleyişten ve bazı tutumlardan memnuniyetsizlik duy­ dukları bir dönemdir. Ayrıca ordunun 1922’den beri ülke için­ deki ayaklanmaları bastırma dışında muharebeye girmemiş ol­ masının kurumsal atalete yol açmış olduğu da düşünülmekte53

Çağn Erhan, “ABD ve NATO’yla İlişkiler” (1), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşı’ndarı Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt 1, der. Baskın Oran, İstanbul: iletişim Yayınlan, 2006, s. 546. Gönderilen asker sayısı hakkında farklı kay­ naklarda farklı bilgiler olduğunu belirtmek gerek.

54

Erhan, a.g.m., s. 545.

55

Erhan, a.g.m., s. 543.

56

Serhat Güvenç, “ABD Askeri Yardımı ve Türk Ordusunun Dönüşümü: 19421960”, Türkiye’de Ordu, Devlet ve Güvenlik Siyaseti, der. Evren Balta Paker ve İsmet Akça, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınlan, 2010, s. 255-284. Güvenç’in çalışması Amerikan modelinin ne derece etkili olduğu meselesini ele almaktadır.

dir.57 Bu bağlamda Kore Savaşı’nm hem siyasi hem de askerî bir yenilenme ve “canlanma” dönemine denk geldiği görülür. G. Gürkan Öztan ve Tebessüm Öztan’m belirttikleri gibi, Kore Sa­ vaşı bu canlanmaya bağlı olarak “Türk milliyetçiliği için kendi­ ni kamusal alanda militer sembollerle yeniden var etme ve ör­ gütlenme sürecidir”.58 Bu süreçte, tam da Mosse’nin işaret etti­ ği gibi, yeniden doğuş tahayyülünün ideal erkeklikle ilişkilendirildiği görülür, ideal erkekliğin en önemli unsuru ise millet-i müsellaha (ordu-millet) mitine59 gönderme yapacak şekilde savaşkanlıktır. Bizzat dönemin hükümetinin Devlet Bakam Fev­ zi Lütfi Karaosmanoğlu’nun belirttiğine göre, Kore’de Türk as­ kerlerinin savaşması “erkekliğimizin ölmediğini ve yiğitliğimi­ zin sönmediğini ispat etmiştir”.60 Kore Savaşı ile ilgili gazete haberleri ve köşe yazılan savaşın hem milli hem de uluslararası boyutlarının aynı coşkuyla ele alındığını gösterir. Kore’nin, Türkiye’nin uluslararası arenada­ ki konumu açısından bir milat olarak değerlendirildiğine sık­ lıkla rastlanır. Örneğin, Milliyet gazetesinde köşe yazıları ya­ zan emekli subay Hüseyin Hüsnü Emir Erkilet Kore Savaşı’nı “Çanakkale ve istiklal Harbi savaşlan”nın ardından zikrederek “hiçbir harp ve hiçbir savaş [...] Türk ordusunun kıymet ve kah­ ramanlığını bütün dünyaya tanıtmaya ve dolayısiyle Türk mil­ let ve devletinin milletlerarası siyasî durumunu tahkim ve ilâna [bu kadar] hizmet etmemiştir” ifadesini kullanmaktadır.61 Erkilet’in bu yazıda üstünde durduğu bir nokta, savaşın “dışişle­ ri” boyutunu milli/kültürel boyuta bağlama konusunda dikkat 57

S. Güvenç s. 262-3. Güvenç yazısında kurumsal ataletin gösterenlerinden biri olarak daha 1933 yılında subaylar arasında kilo sorunu ortaya çıktığı bilgisi­ ni verir (Güvenç, a.g.m., s. 263, dipnot 34). Bunu “askerlik-fıziksel kusursuz­ luk” ilişkisinin o dönem için bozulduğuna dair ilgi çekici bir örnek olarak da okumak mümkün.

58

G. Gürkan Öztan ve Tebessüm Öztan, “Militarizm ve Anti-Komünizmin Ke­ siştiği Nokta: Kore Savaşı”, Toplum ve Bilim, No. 123, 2012, s. 232-257.

59

Ayşe Gül Altınay, The Myth o f the Military-Nation: Militarism, Gender, and Education in Turkey, New York: Palgrave Macmillan, 2004.

60

Aktaran Öztan ve Öztan, a.g.m., s. 235.

61

Hüseyin Hüsnü Emir Erkilet, “Yabancıların Türk Ordusu Hakkındaki Düşün­ ce ve Hükümlerine Dair”, Milliyet, 03.12.1951.

çekici. Erkilet Kunuri Savaşı yıldönümü vesilesiyle düzenlenen bir konferansta Kore’ye gönderilen birliklerin ve bu birliklerde­ ki subay, astsubay ve erlerin seçilmiş olmadıklarını, bunların “ordunun içinden alınmış normal birlikler” olduğunun vurgu­ landığını aktarıyor. Böylelikle tüm dünyayı hayran bıraktığı id­ dia edilen kahramanlık Türk askerinin “normal” ve sıradan bir özelliği, bir kültürel hasleti olarak kodlanmış oluyor. Kore Savaşı yukarıda da belirtildiği gibi hegemonyanın hâ­ kim kodlarının değişime uğradığı bir döneme denk geldiği için milliyetçi ve militarist propagandanın çeşitli araçlarla yoğun olarak yürütülmesi ile de dikkat çeker.62 Bu çerçevede savaşın toplumun farklı kesimleri arasında birleştiricilik işlevine sa­ hip olduğu önemle vurgulanır. Özellikle Kore’den Türkiye’ye dönen birliklerin karşılanması vesilesiyle düzenlenen törenle­ re katılan grupların gazete haberlerinde tek tek sayıldığı görü­ lür: Askerî ve sivil devlet temsilcilerinin yanı sıra “Şehir Mec­ lisi üyeleri, siyasi partiler mensupları, eski muharipler, Harp Malulleri Birliği, baro, Bakanlar, basın, üniversite Talebe Fede­ rasyon Başkanlığı temsilcileri”.63 Böylelikle savaşla ilgili geniş bir uzlaşı mevcut olduğu fikri gazete okuyucusu kitlelere iletil­ mektedir. Birleştiricilik unsurunun en ilginç örneklerinden biri Hürriyet’in harp muhabiri Hikmet Feridun Es’in haberinde or­ taya çıkmaktadır. 23 Nisan 1951 tarihli haberinde Es detaylı bir şekilde Paskalya Bayramı’nın Kore birliğinde nasıl kutlandığı­ nı anlatır. Paskalya dolayısıyla gayrimüslim askerlere istirahat izni verilir, hediyeler dağıtılır, paskalya çöreği pişirilir ve tuga­ yın bandosu Hıristiyan askerlerin şerefine müzik yapar. Mesele o kadar önemsenir ki, generalin emir subayı paskalya yumurta­ sı boyamak için ot bulmakla görevlendirilir. Es’in bu vesileyle yaptığı yorum da oldukça dikkat çekicidir. Es’e bakılırsa “cep­ hedeki gayrimüslim Türk kahramanları askerlik tarihimizin belki hiç bir devrinde kendilerine bu derece yakın bir muhit 62

Bu konuda ayrıntılı bir inceleme için, bkz. Ûztan ve Oztan, a.g.m. Propagan­ danın önemli bir parçası olan sinema ile ilgili bir inceleme Tebessüm Öztan’m bu derlemedeki yazısında bulunuyor.

63

“Yurda Dönecek Gazilerimiz Büyük Törenle Karşılanacak”, Milliyet, 11.08.1951.

bulmuş değillerdir.” Hatta, Es’in aktardığına göre, askerlerden biri “Kore’deki bu Paskalya’yı ben İstanbul’da geçirmedim” de­ miştir. Es’in “Kore seferinin en büyük faydalarından biri de bu oldu. Ayni memleket çocuklarını bir demokrasi hamuru için­ de yuğurdu. Şimdi Mehmet Manol için, Kamik Ahmet için ca­ nını tereddüt etmeden verebilir” yorumuyla savaş, askerlik ve can verme ortak paydasının etnik ve dinî kimliği aşan bir gücü olduğu fikri pekiştirilmiş olur.64 Es’in yorumundaki demokrasi ifadesi özellikle vurgulanmalıdır, zira Türk ordusunun Kore’de “barış ve insanlık idealleri uğruna” savaşıyor olduğu haberler­ de sıklıkla kullanılan ve savaşı politik bağlamından koparma ve yüceltme işlevi gören bir ifadedir. Kore Savaşı’yla geniş anlamıyla demokrasi arasında kurulan ilişkiye dair farklı bir örnek de Erkilet’in başka bir yazısında gö­ rülmektedir. İçinde bulunulan dönemde ordu ile halkın ilişki­ sinin olumlu yönde değiştiğine dikkat çeken yazısında Erkilet “ordunun kendisine verilen vazifeleri başarması halkın kendi­ sini desteklemesine bağlıdır. Bu da ancak halk ile sıkı ve dos­ tane münasebetlerin muhafaza edilmesine mütevakkıftır” gö­ rüşünü savunur. Erkilet’e göre eski zihniyet ordunun kendi­ ni halktan izole etmesine sebep olmuştur. 1951 yılında kurul­ duğu bilgisini verdiği “Millî Savunma Bakanlığı Temsil Büro­ su” ise bu kopukluğu tamir yolunda önemli bir adımdır. Erki­ let temsil bürosuna, savaş döneminde ortaya çıkan pratik bir ihtiyaca cevap olma niteliğini aşan bir önem atfederek büronun kurulmasını “ordunun eski kapalı ve asık çehresi yerine bugün millete hakikî güler yüzünü göstermeye izin ve imkan veren” bir girişim olarak över.65 Bahsedilen örneklerde Kore Savaşı’na hem Türkiye’yi uluslararası arenada çok iyi bir konuma geti­ rerek dünyayla bütünleştirme, hem ülke içinde farklı etnik ve 64

Hikmet Feridun Es, “Kore’den Kısa Havadisler”, Hürriyet, 23.04.1951. Gayri­ müslim askerlerin deneyimleri ile ilgili yakın dönemde yayımlanan iki çalışma için, bkz. Yahya Koçoğlu, Azınlık Gençleri Anlatıyor, İstanbul: Metis Yayınlan, 2001; Rıfat N. Bali, Gayrimüslim Mehmetçikler: H atıralar-Tanıklıklar, İstanbul: Libra Kitap, 2011.

65

Hüseyin Hüsnü Emir Erkilet, “Temsil Bürolannm Ordudaki Faaliyeti", Milli­ yet, 17.08.1952.

din! kimlikleri barıştırma hem de ordu ile halkın arasında ya­ kın ve sıcak bir ilişki gelişmesini sağlama işlevleri atfedilmiş ol­ masına bakarak bu savaşın DP iktidarıyla birlikte içeriği deği­ şikliğe uğrayan hegemonyanın yeniden tesisi sürecinde kritik bir öneme sahip olduğu söylenebilir. Çeşitli araçlarla yaygınlaştırılan bu geniş katılımlı uzlaşı ha­ vası savaşa dahil olma sürecinin hangi saiklerle gerçekleştiğini gözden uzak tutar. Foti Benlisoy’un açıklıkla ifade ettiği gibi, “modem Türkiye tarihinin en büyük suçlarından biridir Kore Savaşı. Yarımadaya gönderilen askerler egemenlerin dış politi­ ka tercihleri için kurbanlık koyun misali savaşın ortasına atıl­ mışlar, bir katliamın parçası kılınmışlardır”.66 Gazetelerden ta­ şan kahramanlık ve savaşmaktan duyulan mutluluk havası as­ kerlerin bu anaakım anlatının dışında kalan deneyimlerini ve düşüncelerini de görünmezleştirir. 2010 tarihli Şimal Yıldızı: Son Kore Gazileri Anlatıyor isimli belgeselde yer alan bir mü­ lakatta 1. Türk Tugayı’nda yer alan askerlerden birinin birli­ ğe teslim olmadan önce trene bindiklerinde ya da lokantalarda kendilerine para ödetilmemesini hatırlayarak “kurbanlık ku­ zu gibiydik” demesi, örneğin, askerlerin Kore’ye neden gönde­ rildiğini bizzat askerlerin hisleri üzerinden sorgulama potan­ siyeli taşır. Ne var ki belgeselin sonlarına doğru yer alan “ni­ ye diye sormadılar giderken” ifadesinin bu sorgulama imkanı­ nı ortadan kaldırdığını, dönemin gazetelerindeki savaşı yücel­ ten dille aynı işlevi -Benlisoy’un veciz ifadesiyle “aşağıdan mili­ tarizm” işlevi- gördüğünü belirtmek gerek. Bu atmosfer içinde bu denli yüceltilen Kore’de savaşma deneyiminin gazilerin ha­ yatlarındaki karşılığını gösteren haberler çok daha geri planda kalır. 5 Temmuz 1951 tarihli Vatan gazetesinde “Okuyucu Fi­ kir ve Şikâyetleri” başlıklı köşede yayımlanan bir okur şikâyeti tam da bu çelişkiyi gösterir nitelikte: Kore’de ayaklan soğuktan donan er Eşref Sütçüoğlu, bir ay­ dır yarım vücudu ile daire daire dolaşıp kendine maaş bağlat­ 66

Foti Benlisoy, “Şimal Yıldızı: Kore Savaşı 'Vatan Müdafaası’ Olunca”, 03.01. 2011, www.bianet.org, (Erişim tarihi: 20.10.2012).

mak peşinde. Müsbet-menfi bir netice alabilmiş değil. Bunun gibi birçoklan var. Onlan kuru kuruya tebcil etmekte çok cö­ mert davranıyoruz. Amma şu işlerini yapıp haklarım vermek­ te de biraz acele davranabilsek.67

Bu örnekteki gibi haberler savaşın yalnızca “kahramanca” savaşmaktan ibaret olmadığını, cepheden görev süresi bitti­ ği ya da yaralandığı, sakatlandığı için dönenlere gerekli hakla­ rı sağlamanın ve bakım yapmanın da işin bir parçası olduğu­ nu, üstelik de netameli bir parçası olduğunu somut bir şekil­ de göstermektedir. Aynı doğrultuda başka bir örnek, cumhuri­ yetin kuruluşundan beri ilk kez savaş deneyimi yaşayan ülke­ nin bu konudaki altyapısının hiç de güçlü olmadığını göster­ mektedir: Rüştü Erdelhün adlı bir komutan Amerikan ordusu generali Mark Clark’tan savaşta sakatlanan Türk askerleri için Amerika’da protez tedavisi sağlanması isteğinde bulunur. Zira komutana gelen raporlara göre Kore’den dönen bazı askerle­ rin tahta bacakla geziyor olmaları kamuoyunda olumsuz etki yapmaktadır.68 Bu örneklerde yer alan insani ve toplumsal bo­ yutun militarist söylemin ve pratiklerin yaygınlaştırılması sü­ recini karmaşıklaştırdığı aşikâr. Buna karşılık, gazete haberle­ rinde savaşa katılan askerlerle ilgili takılınacak tutumu iyi-kötü karşıtlığına indirgeyen başka bir “insani boyuta” işaret edil­ diğini gözlemlemek mümkün. Kore’den dönen ilk kafilenin ülkeye dönüşünü aktaran Hürriyet gazetesi haberinin, mese­ leyi, ahlaki bir boyut katarak, “sadeleştirme” çabasına girdiği görülüyor: “Selimiye’ye yavaş yavaş yerleşmeye başlıyan gazi­ ler, burada aileleriyle yakın dostlariyle konuşmağa, hasret gi­ dermeğe uğraşmışlar, bilhassa buradaki sahneler en katı kalp­ li insanları bile rikkate getirecek kadar heyecanlı ve göz yaşar­ tıcı olmuştur.”69 Askerlerin Türkiye’ye dönüşleri ile ilgili haberlerin çoğun­ luğuna tam bir şenlik havasının hâkim olduğu açıkça görül­ 67

“Ayaklarım Kaybeden Bir Gazimiz", Vatan, 05.07.1951.

68

Mark Clark, Tuna’dan Yalu’y a, 1957, s. 191-2, aktaran Öztan ve Öztan, “Mili­ tarizmin ve Anti-Komünizmin Kesiştiği Nokta", s. 245.

69

“Kore Kahramanlan Geldiler”, Hürriyet, 15.08.1951. Vurgu bana ait.

mekte. Hem düzenlenen törenler hem de bu törenlerin gaze­ te ve radyodaki yansımaları toplumun Kore Savaşı ile ilgili al­ gısını belirleme konusunda oldukça önemli. Gazilerin de bu al­ gının çok önemli bir parçası olduğu göz önünde bulundurula­ cak olursa, haberlere genel anlamıyla gazileri nasıl resmettik­ leri açısından bakmak gerekliliği ortaya çıkmış oluyor. İlk gö­ ze çarpan noktalardan biri, Kore Savaşı’nın bir yönüyle ülke­ yi temsil faaliyeti olarak tanımlanmış olmasının askerlerin ta­ rif ediliş biçimine yansıyor olduğu. Leylâ Kara’nm Vatan gaze­ tesinde çıkan yazısında yer alan “Kore’ye gitmek üzere yola çı­ kan 10 kişilik bir yedek subay grubu da bizimle beraber seyahat ediyordu. Hepsi neş’eli, sıhhatli, güzel İngilizce konuşan Türk gençleriydi” ifadesi ideal bir subay tanımı olarak düşünülebi­ lir.70 Elbette ayrıcalıklı bir eğitimin göstergesi olan “güzel İn­ gilizce konuşma” özelliğinin daha düşük rütbeli askerleri tarif ederken yerini fiziksel özelliklere bırakıyor olması beklenen bir durum: “Boyu posu ve etvan ile heybet timsali Başgedikli Ahsen Güleç”.71 Bu kategoriye bir de Türkiye’nin “Batılı görünü­ şünü” temsil eden askerlerle ilgili ifadeleri eklemek gerek: [Oğ­ lunu bekleyen bir babanın ağzından] “Mavi gözlü, sarı perçem­ li, küçük oğlan. İşte o büyüdü. Korede telsizci idi. Ben de onu bekliyorum.”72 Bu ifadenin yer aldığı Behçet Kemal Çağlar’ın yazısından uzunca bir asker betimlemesi tam da yukarıda Mosse’nin tariflediği türden bir estetiğe işaret ediyor: Dişlerinde Kore kar’lanndan aksetmiş pınl pırıl bir beyazlık. Tunç yüzlü, geniş alnının gür damarları kabarmış bir üstteğmen savaş, kader ve zafer arkadaşı Cemalettin Çağlar’a ses­ leniyor. Subayların üstündeki güvertede yağız Mehmetçikler nöbet tutarcasına, heykelimsi, dimdik. Yüzlerinde yüz yılla­ rın görgüsü ürpertisi, gündelik dağdağalardan habersiz bir hal­ leri var.73 70

Leylâ Kara, “Karaşi Yolunda”, Vatan, 01.04.1951.

71

“İstanbul Kahramanlara Kavuştu", Milliyet, 15.08.1951.

72

Behçet Kemal Çağlar, “Gazileri Beklerken: ‘Geliyorum ana!’”, Vatan, 15.08.1951.

73

Çağlar, a.g.y. Vurgular bana ait.

Askerler burada bir taraftan ulus devletin kendisine atfetti­ ği tarihselliğin taşıyıcısı durumunda, diğer taraftan da (şimdi­ ki) zamansallıktan uzakta oluşlarıyla ulus devletin ezelî ve ebe­ dî varlığının simgesi konumundalar. “Heykel” benzetmesinin de bu tahayyülü pekiştirdiği görülmekte. Sakatlığı asker bedeni bağlamında sorunlu hale getiren tam da bu keskin hatlara sa­ hip kudretli beden vurgusu. Bu noktada, yaralı ve sakat asker bedeni arasındaki ayrımın önemine dikkat çekmek gerekiyor. Birçok çalışma, savaşta alman yaranın hatta bazı durumlarda sakatlığın “kahramanlık nişanesi”74 ya da “daimî üniforma”75 işlevi gördüğüne değiniyor.76 Tarihsel olarak, savaşırken ya­ ralanmış ya da sakat kalmış asker bedeninin görsel temsili söz konusu olduğunda iki temel yaklaşım olduğundan bahsedile­ bilir. Bunlardan biri, yaralı bedeni estetize etme çabasına giriş­ meden, olduğu gibi göstermektir. Buradaki temel amaç savaşın yarattığı hasarı ve travmayı olabildiğince gerçekçi bir şekilde gösterebilmektir. Bu yaklaşımla üretilmiş görüntülerden kimi zaman ulusun yeterince sağlıklı olmadığı eleştirisi yapmak için faydalanılır.77 Diğer yaklaşım ise meselenin gerçekçi olmaktan çok, duyguları canlandıracak bir biçimde ele alınmasıdır. Bi­ rinci Dünya Savaşı’nın özellikle başlangıcında hâkim olan bu yaklaşımda sakat askerin erkekliğinin “azalmak bir tarafa arttı­ ğı”, özellikle kadınların kahramanca yaralanmış erkeklere düş­ kün oldukları mitiyle vurgulanır. Bourke dönemin fotoğrafçı­ larının sakat asker fotoğraflarının etkisini artırmak için portre çekim geleneklerinden faydalandıklarını belirtir. İtinayla giyin­ miş ve nizama sokulmuş, yüzlerinde belli belirsiz bir gülümse­ meyle poz veren askerler, Bourke’e göre, dokunaklılığın ve da74

Nişan(e) kelimesinin sözlükteki karşılıklarından birinin “yara izi” olması bu açıdan anlamlı.

75

Şerlin, “Engineering Masculinity”, s. 52.

76

Koven, “RememberingandDismemberment”,s. 1189;Jennifer Davis McDaid, “‘How A One-Legged Rebel Uves’: Confederate Veterans and Artificial Limbs in Virginia”, Artificial Parts, Practical Lives: M odem Histories o f Prosthetics, der. Katherine Ott, David Şerlin ve Stephen Mihm, New York; Londra: New York University Press, 2002, s. 131.

77

George L. Mosse, F allen Soldiers: Reshaping the Memory o f the W orld Wars, New York; Oxford: Oxford University Press, 1990.

Resim 1. Joanna Bourke, Dism embering the Male, s. 58.

ha önemlisi savaş deneyiminin yıkıcılığının inkârında doruk noktasına çıkıldığının temsilidir (Resim l) .78 Bu çerçevede Kore Savaşı ile ilgili gazete haberlerine bakıl­ dığında yaralı ve sakat askerlerin temsilinde ikinci yaklaşımın hâkim olduğu görülür. Tam da Bourke’ün tarif ettiği türden bir fotoğraf örneğine Hürriyet gazetesinin 23 Nisan 1951 tarih­ li sayısında başsayfada rastlanır (Resim 2). Kore’den dönen ya­ ralıları gösteren bu toplu fotoğrafta gerek gazilerin dizilişi ge­ rekse de üniformanın yerini aldığı izlenimi veren birörnek pi­ jamalar düzen ve disiplin fikrini iletir. Yaralıların savaşın kao­ sundan uzakta konumlandırılmasıyla durumun devlet tarafın­ dan kontrol altına alınmış olduğu imasında bulunulur. Ben­ zer bir imaya farklı bir türde yaralı fotoğrafında da rastlamak mümkündür. Söz konusu fotoğraflar yaralıları özenle sarılmış bir şekilde sedyede hastaneye nakledilirken göstermektedir (Resim 3 ).79 Bir fotoğraf altı yazısındaki “bir yaralı ilk tedavi­ si yapıldıktan sonra ihtimamla hastaneye nakledilirken”80 ifa78

Bourke, Dismembering the Male, s. 58.

79

Resim 3, Milliyet, 06.06.1951. Ayrıca, Vatan, 06.06.1951.

80

Vatan, 08.04.1951.

Resim 3. Milliyet, 06.06.1951.

desi de benzer bir şekilde devletin üstüne düşen sorumluluğu layıkıyla yerine getiriyor olduğunu vurgular. Yaralıların duru­ mu savaşın yıkıcı etkilerinin gözden uzak tutulması ile doğru­ dan ilgili olunca yaralı askerlerin hastanede ziyaret edilmele­ ri de oldukça önem kazanmaktadır. Carden-Coyne siyasetçi­ lerin ya da yüksek rütbeli askerî yetkililerin gazilerle birlik­ te yer aldıkları fotoğraflarda verilen en önemli mesajın gazile­ rin itaatkârlığı olduğunun altını çiziyor. Carden-Coyne’a göre, bu fotoğraflar gazilerin toplum düzeni için tehdit oluşturma­ dıkları fikrini ileterek kamuoyunun gazilerle ilgili bu endişe­ sini bertaraf etme amacı taşımakta.81 Carden-Coyne gazilerin itaatkârlığı mesajının fotoğraflardaki yetkililerle gaziler ara­ sındaki samimi sohbet görüntüleriyle yansıtıldığını belirtiyor. Türkiye’nin siyasi ve toplumsal iklimine uygun olarak benzer bir fotoğrafta aynı mesajın bir nevi “hasta yatağında esas du­ ruş” aracılığıyla iletiliyor olduğu söylenebilir (Resim 4).82 De­ mokrat Parti 11 İdare teşkilatı adına bir heyetin gerçekleştir­ diği bu ziyaretin katılımcıları arasında başbakan gibi “üst dü­ zey” bir yetkili olmasa bile yaralı askerlerin oldukça disiplin­ li bir “duruş” sergiledikleri dikkati çekmektedir. Kore yaralı­ larının ziyaretçileri siyasetçiler ve askerlerle de sınırlı değildir. Zaman zaman Hamiyet Yüceses gibi dönemin ünlü ses sanat­ çıları da yaralıları ziyaret etmiştir.83 Burada yine Türkiye’de o dönem gerçekleşen dönüşüme dair izler bulmak mümkün gö­ rünmektedir. “Radyo Haftası ve 1950’de Ankara Radyosu’nun Kore Neşriyatı” başlıklı yazısında Ömer Turan, radyonun ya­ yın politikası ve bunun dergiye yansımalarının “popüler kül­ türün temsil yeteneğinde” bir artışa ve “hegemonya ile temsil edilmek istenenler arasındaki gerilimler”e işaret ettiğini belir­ tir.84 Radyo yayınlarında alaturka-alafranga müziğin ağırlığı konusunda tartışmaların yaşandığı bir dönemde radyonun As81

Carden-Coyne, “Ungrateful Bodies”, s. 550.

82

“Fotoğraflarla Haberler”, Vatan, 01.05.1951.

83

Radyo Haftası, 20.01.1950, aktaran Ömer Turan, “Radyo Haftası ve 1950’de Ankara Radyosu’nun Kore Neşriyatı", Tarih ve Toplum, No. 201, 2000, s. 29.

84

Turan, a.g.m., s. 30.

Resim 4. Vatan, 01.05.1951.

ker Saati programının yalnızca alaturka müziğe yer veriyor ol­ duğu bilgisiyle85 birlikte düşünüldüğünde, popüler ses sanat­ çılarının yaralı ziyaretlerinin asker-millet miti ile iç içe geçmiş bir “Türk kültürü” vurgusu taşıyor olduğunu söylemek yanlış olmaz. Tüm bu unsurların desteklediği “ulusun yeniden do­ ğuşu” teması göz önünde bulundurulduğunda, gazete haberle­ rinde Kore’den dönen askerlerin yaralı da olsalar “sıhhatli” ol­ duklarının ifade ediliyor olmasını belki de şaşırtıcı bulmamak gerekiyor. Birden fazla haberde yer alan bu vurgu oldukça çar­ pıcı: “Bugün yurda dönen arkadaşların arasında yaralılar bu­ lunmakla beraber hepsinin sıhhî durumu iyidir.’’86 Yaralılarla ilgili oluşabilecek endişeler bu şekilde giderilir­ ken yaradan daha netameli bir mesele olan sakatlık, beklenece­ ği üzere, daha “üstü kapalı” bir şekilde ele alınmıştır. Bahsedi­ lecek iki örnek malul gaziliğin gazete haberlerinde nasıl tem85

Turan, a.g.m., s. 24. Turan’ın incelediği bir karikatürün içeriği bu anlamda ol­ dukça ilginç. İlk olarak Hürriyet gazetesinde yayımlanan karikatürde köylüler radyoda “Çaykovski’nin ‘Sitemler’ uvertürünün” çalınacağı anonsu yapılması üzerine “Ah Ağa; savaş birliğimizle beraber Kore’de olsaydık; bol bol memle­ ket havalan dinlerdik!" derler. (Radyo Haftası, 16.12.1950, No. 30 s. 47).

86

Milliyet, 13.01.1952.

sil edildiğine dair fikir verici niteliktedir. İlk örnek, Behçet Ke­ mal Çağlar’ın yukarıda atıfta bulunulan yazısında yer alan göz­ lerini kaybetmiş bir gazi betimlemesi: “Arkasından gözlerinde mavi bir gözlükle yanındakilere tutuna tutuna inen bir malul gazi. İstanbul’un sabahı o kadar günlük güneşlik ki görmez ol­ muş gözlerine yeniden fe r geliyormuş gibi, göz kapakları oynayip duruyor. Yüzü gülümseme gülleri içinde. Çifte havuzcukla­ rı kurumuş bir bahar bahçeciği”. Yazıda gazinin fotoğrafı ya da “kendi sesi”nin bulunmayışı Çağlar’m betimlemesinin önemi­ ni şüphesiz arttırmaktadır çünkü, aksi bir ifadenin ya da tanık­ lığın yokluğunda, gözlerini kaybetmiş gazi toplumsal tahayyül­ de “yüzünde gülümseme gülleri” ile yer alacaktır. İronik bir şe­ kilde, Çağlar’m yazısında hemen bu betimlemenin arkasından gelen kısa anekdot savaştan bedensel kayıp yaşamadan dönme­ nin önemini açıkça gösteriyor: “Yiğidimiz bu çığlığa baş kaldı­ rıp da rıhtımda anasını görür görmez ilk defa kollarını, sonra bacaklarını birer birer sallayarak ona sapasağlam olduğunu gös­ termiş oluyor."87 İkinci örnek ilkinden haberlerde görsel temsilin de mevcut olması ile ayrılıyor. Kunuri’de 14 yerinden yaralanan ve kolun­ dan sakatlanan Sarıkamışlı er Hacı Altıner ile ilgili bu örnek­ te sakatlığın farklı bir şekilde gözden kaçırıldığı görülüyor. Altmer’in gazetelere haber olmasının en önemli sebebi ABD tara­ fından bir sene bu ülkede kalmak üzere davet edilmiş olması.88 Dolayısıyla Altıner Kunuri’den sonra bir kez daha “Türkiye’yi yurtdışında tanıtmak görevini” yüklenmiş oluyor. Kendisinin de bu misyonun bilincinde olduğunu, “seyahatimi de bir mem­ leket vazifesi sayıyorum” ifadesinden anlamak mümkün.89 Bu durumun Altmer’in betimlemesine yansıması ise estetik ve sıh­ hat vurgulan aracılığıyla gerçekleşiyor: “Yirmi üç yaşında, dinç ve zinde, bıyıklı, tek kelime ile yakışıklı bir Anadolu çocuğu.”90 87

Çağlar, “Gazileri Beklerken", Vatan, 15.08.1951. Vurgu bana ait.

88

Farklı gazetelerdeki haberler bu ziyaretin içeriğine ilişkin detay vermese de davetin amacının daha önce general Clark’a atıfla bahsedilen protez tedavisi olduğu düşünülebilir.

89

Hürriyet, 20.10.1951.

90

Milliyet, 20.10.1951. Vurgular bana ait.

Vatan gazetesinin Altıner’le gerçekleştirdiği röportajda yer alan ifadeler önceki betimlemede yer alan unsurların tesadüf olma­ dığını gösteriyor: “Amerikan hükümetinin davetlisi bulunan gazimiz uzun boylu, sarışın, muntazam giyinmiş ve saf bir Türk köylü çocuğunun tipidir. Pürüzsüz diyebileceğim bir türkçe ile konuşmaktadır”.91 Milliyet'te yer alan haber ayrıca Altıner’in “hareketinden evvel [...] yüzünde en ufak bir heyecan izine da­ hi” rastlanmadığını ve “Tokyo Hastahanesi’ndeki tedavisi esna­ sında İngilizce öğrenmeyi de ihmal etmemiş” olduğunu ekle­ yerek Altıner’in “temsil kabiliyetini” güçlendirmektedir.92 Altıner’e yüklenen temsilci rolü sakatlığının görsel ve sözel olarak üstünün örtülmesini gerektirmiştir denebilir. Altmer’in farklı gazetelerde yayımlanan iki fotoğrafı da kolundaki sakatlığı bel­ li etmeyecek şekilde çekilmiştir (Resim 5 ve 6).93 Sözel olarak ise “sıhhat” vurgusu sakatlığı geri plana itme işlevi görür: “Sa­ kat olan sol kolum gittikçe iyileşmektedir. Ama, hareket ettir­ diğim zaman yine bana acı veriyor. Şimdi turp gibiyim. O ka­ dar ki K ore’y e gittiğimden daha iyi olduğumu söyleyebilirim.”94 Ulus için öngörülen “savaşla yeniden canlanma” belli ki Altıner için de geçerli olmuştur. Bu durumda askerlik yapmadan önce­ ki mesleği olan kuyumculuğa sakatlığından dolayı devam ede­ meyecek olması haberde ufak bir detay olarak yer alırken, he­ men sonrasında gelen “ileride, hayatını başka bir işle kazanma­ yı düşünüyor” ifadesiyle bu durumun çok önemli bir sıkıntı ya­ ratmayacağı izlenimi verilmektedir.95 Bir savaşın toplumdaki algısının olumlu olması için önceki savaşların gazilerinin de (doğrudan ifade edilmiş ya da zımni) desteğine ihtiyaç olduğu, dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın Malul Gaziler Birliği’ni ziyaretini konu alan haberlere ba91

Vatan, 06.07.1951. Vurgular bana ait.

92

Milliyet, 20.10.1951.

93

Resim 5, Vatan, 06.07.1951; Resim 6, Hürriyet, 20.10.1951.

94

Hürriyet, 20.10.1951. Vurgular bana ait. Burada elbette sakatlığın sağlıklı his­ setmeye engel teşkil ettiği gibi bir düşünce öne sürülüyor değil. Vurgulanmak istenen, sakatlığın hayatın normal akışını değiştiriyor olmasının göz ardı edil­ diği.

95

Milliyet, 20.10.1951.

Resim 6. Hürriyet, 20.10.1951.

Resim 7. Hürriyet, 08.09.1951

karak anlaşılabilir. Haberlerde görsel denetimin yine ön plan­ da olduğu ilk dikkati çeken nokta. Milliyet gazetesinde yer alan fotoğraf yalnızca Bayar ve beraberindeki resmî görevlileri Dolmabahçe Sarayı’ndan çıkarken gösterirken, Hürriyet’in kullan­ dığı fotoğrafta masa başında oturan tamamı koyu renk takım elbiseli gazilerin bedensel sakatlıkları görünür durumda değil­ dir (Resim 7).96 Haberin verildiği üç gazetede de ön plana çı­ kan nokta, gazilerle devlet arasında “muhabbetli” bir ilişki ol­ duğudur. Birliğin başkanı Refik Şevket İnce97 “Cumhurbaş­ kanlarını aralarında görmekle duydukları sevinç ve bahtiyarlı­ ğı ifade ederek, memleket ve millet hizmetinde uzuvlarını kay­ betmiş olan malullerin devlet ve milletten her zaman gördükle­ ri müzaheret ve kolaylıkları daima şükranla kaydettiklerini" be­ lirtirken, Bayar da buna karşılık “[Gazilere] hizmet etmek ha­ kiki arzumuzdur. Bunlar milli tesanüde dayanır. Milli tesanüd cemiyet hayatında sevgi ve karşılıklı itimat yaratır”98 diyerek devletin ve milletin gazilere karşı olan sorumluluğunu vurgu­ lar. Bayar’ın “Sayın başkanınız Refik Şevket İnce bana bazı ihti­ yaçlarınız olduğunu söyledi. Şu dakikada bunlann neler oldu96

Milliyet, 08.09.1951; Resim 7, Hürriyet, 08.09.1951.

97

tnce’nin eski Milli Savunma Bakanı ve Manisa milletvekili olduğunu özellikle belirtmek gerekir çünkü bu, birliğin devletten bağımsız bir inisiyatif olmadı­ ğının göstergesidir.

98

Milliyet, 08.09.1951. Vurgu bana ait.

ğunu kat’iyetle bilmiyorum”99 ifadesinin üstünde durmak ge­ rekir çünkü sakatlıkları görsel olarak denetlenmiş olan gazile­ rin böylelikle ihtiyaçlarının açığa çıkması da önlenmiş olur. İh­ tiyaçlar yerine Bayar’ın bu ihtiyaçların giderileceği sözünü ver­ diği aktarılarak haberde yalnızca “devletin sesi”nin duyulma­ sı sağlanmış olur. Özetlemek gerekirse, Kore Savaşı’nın Türkiye’de farklı un­ surlar barındıran bir hegemonyanın tesis edilme sürecine denk gelmesi, savaşa hem ülkedeki farklı toplumsal kesimleri bir araya getiren hem de Türkiye’yi özellikle Batı dünyası ile bü­ tünleştiren bir işlev yüklenmesine neden olur. Dolayısıyla bu dönemin savaşla ilgili söyleminde yeniden doğuş ve temsiliyet kavramları ön plandadır. Bu kavramların gazetelerde yer alan gazi temsiline yansıması, asker bedeninin sıhhati ve güzelliği­ nin vurgulanması yoluyla gerçekleşir. Bu doğrultuda sakat as­ ker bedeninin de, sakatlığın bireysel ve toplumsal boyutlarını göz ardı edecek ölçüde, idealize edildiği görülür. “Yavru vatanın kurtarıcıları”: Kıbrıs Harekâtı ve gazileri

Türkiye’nin Kore’den sonraki savaş tecrübesi yaklaşık yirmi yıllık bir aradan sonra gerçekleşen Kıbns Harekâtı’na denk dü­ şer. 1974 yılında gerçekleşen müdahalenin tarihsel gelişimin­ de Kıbrıs’ın kolonyal geçmişinin etkisi bulunmaktadır. 1571’de başlayan Osmanlı idaresinin sona ermesiyle 1878’de İngilte­ re’nin yönetimi altına giren Kıbrıs’ta bu değişiklikle birlikte Yu­ nanistan’ın siyasi ve kültürel etkisi artmaya başlar.100 Bu etki­ nin artmasının bir sonucu olarak, Kıbns Rum toplumunun mo­ dernleşme sürecinde ortaya çıkan ulusal bilinç, “Enosis” ola­ rak adlandırılan Yunanistan’la birleşme isteği olarak tezahür eder. Kıbns Türk toplumunda ise buna karşılık “zayıf bir mo­ dernleşme” sürecinin söz konusu olması ve Kıbns Rum milli­ 99

Vatan, 08.09.1951.

100 Bu dönemdeki değişikliklere dair bir özet için, Niyazi Kızılyürek, Milliyetçilik Kıskacında Kıbns, İstanbul: İletişim Yayınlan, 4. baskı, 2011.

yetçiliğinin varlığı varoluş endişesine sebep olur.101 Ancak Tür­ kiye’nin siyasi yönetimi Kıbrıs’taki bu duruma 1950’lerin or­ tasına kadar ilgi göstermez.102 Tanıl Bora’nın deyimiyle “Kıb­ rıs’ın mili! dava mertebesine yükselmesi tam anlamıyla bir ‘it­ hal ürünü’dür” çünkü bu konudaki en büyük çabayı bağımsız­ laşma sürecindeki Kıbrıs’ta “sömürgeci emperyalist” konumu­ nu değiştirmek isteyen İngiltere göstermiştir.103 Türkiye’nin de sürece dahil olmasının ardından yapılan görüşmeler neticesin­ de imzalanan Londra Antlaşmaları ile Kıbrıs Cumhuriyeti ba­ ğımsızlığını ilan eder ve böylelikle “Kıbrıs sorunu”nun ilk aşa­ ması sona erer. 1963’te yaşanan olaylar 1974’e kadar sürecek olan ikinci aşamanın başlangıcı olur.104 Daha önceki dönem­ de ağırlıklı olarak İngiltere, Türkiye ve Yunanistan arasında ya­ şanan bu sorun 1963 sonrasında uluslararası bir boyut kaza­ nır.105 Türkiye 1974’ten önce Kıbns’a 1964 ve 1967’de olmak üzere iki kez müdahale etmeye niyetlenirse de bu mümkün ol­ maz. Politik sebeplerin yanı sıra106 bir önemli etken de her iki durumda da ordunun böyle bir çıkarma yapmak için yeterli ha­ zırlığı olmamasıdır.107 Rum tarafının organize şiddet eylemle­ 101 Kızılyürek, a.g.e., s. 32-33. 102 Hatta meseleyi sahiplenen m illiyetçi hareketin çabalan engellenir. Örne­ ğin, Türkçü kadrolann kurduğu Kıbrısı Koruma Cemiyeti 1950’de kapatılır. 1954’te İzmir’in kurtuluşu törenlerine provakasyona mahal vermemek için izin verilmez (Tanıl Bora, “‘Milli Dava’ Kıbns: Bir Velayet Davası; Türk Mil­ liyetçiliği ve Kıbns”, Birikim, No. 77, 1995, s. 21). Ancak, Tanıl Boranın be­ lirttiği gibi, Türkçü kadrolar da Kıbrıs’a epeyce bir zaman mesafeli kalmışlar­ dır. Örneğin, Nihal Atsız Kıbrıs’ı 1974 Harekâtı dışında yazılannda işlemez. Harekâta da “araçsalcı bir mantıkla” yaklaşarak, Kore Savaşı'nın önemli çağnşımlanndan olduğu halde Kıbrıs’ta pek ön planda olmayan, “milleti canlandır­ ma” faydasından dem vurur (Bora, a.g.m., s. 20). Bu makaleye dikkatimi çek­ tiği için Güven Gürkan Öztan’a teşekkür ederim. 103 Bora, a.g.m., s. 21. 104 Melek Fırat, “Yunanistan’la ilişkiler", Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I, der. Baskın Oran, İstanbul: İletişim Yayınlan, 2006, s. 718-719. 105 Daha detaylı bilgi için Fırat, a.g.m., s. 716-749. 106 Özellikle 1964 teşebbüsünün nihayete ermemesinde ABD’nin Johnson mektu­ bunun etkisi büyüktür. 107 Johnson mektubunun bu konuda da etkisi olmuştur. Zira ABD mektupta Tür­ kiye’ye sağladığı askeri malzemenin Kıbrıs’a yapılacak bir müdahalede kulla-

rinin devam etmesi ve artması üzerine, 1974’te hem Türkiye’­ deki politik ve askerî koşulların uygun olması hem de ABD’nin ve Yunanistan’daki Albaylar Cuntası’nın Kıbns politikalarının elverişliliği sayesinde Türkiye Kıbrıs'a 20 Temmuz günü asker çıkarır. İki gün süren harekât Türkiye’nin Birleşmiş Milletler’in ateşkes çağrısını kabul etmesiyle sona erer. Bunu izleyen Ce­ nevre Konferansı’nın sonuç almamadan dağılması üzerine Tür­ kiye 14 Ağustos’ta ikinci bir harekâta başlar. Birinci harekâ­ tın dünya kamuoyunda genel olarak haklı ve meşru görülme­ sine karşılık İkincisi işgal olarak değerlendirilir. 1974’teki mü­ dahalelerle Kıbns sorununda günümüze dek süren yeni bir sü­ reç başlamış olur. Siyasi iktidarın Kıbrıs'la ilgilenmeye geç başlaması kamuo­ yunda konuyla ilgili hâkim söylemin 1950’lerin başından iti­ baren Türkçü-milliyetçilerce belirlenmesi neticesini doğu­ rur. Bu hareket 1955 sonrasında, önceki dönemdeki “‘uç’ gö­ rüntüsünden sıyrılıp yaygınlaşır, meşrulaşır”.108 Dolayısıyla “Kıbrıs’ta Türk etnikliğine dayalı determinist-kimlik-siyasetinin” kökenini buralarda aramaya başlamak gerekmektedir.109 “Kan ve soy” temelli bu kimlik politikası çok bilindik bir şe­ kilde Türkiye’yi “anavatan”, Kıbrıs’ı da “yavru vatan” olarak niteleyerek günümüzde de etkisini sürdüren hiyerarşik ilişki­ mlmasına onay vermediğini belirtmektedir. Baskın Oran, Johnson mektubu­ nun bu konuyla bağlantılı sonucunun, Türk ordusundaki silahların büyük bö­ lümünün ABD kaynaklı olmasının yol açtığı olumsuzluğun ortaya çıkmasıy­ la yerli silah sanayiinin geliştirilmesine önem verilmesi ve bir yandan da silah satın alınan ülke sayısının artırılmaya çalışılması olduğunu belirtir. Çağrı Er­ han, “ABD ve NATO’yla İlişkiler" (2), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşı'ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt 1, der. Baskın Oran, İstanbul: İletişim Yayınlan, 2006, s. 685-691. 108 Bora, “‘Milli Dava’ Kıbns”, s. 22. 109 Kızılyürek, Milliyetçilik Kıskacında Kıbns, s. 41. Kızılyürek bu siyaseti en iyi anlatan ifadelerden biri olarak Rauf Denktaş’tan şu alıntıyı yapar: [“Kıbnslı Rumlarla birlikte bir Federal Kıbns Cumhuriyeti’nin kurulması için müca­ dele verseniz Kıbrısh Türkler için daha iyi olmaz mı?” sorusu üzerine] “Ben bir Anadolu çocuğuyum. Her şeyimle Türküm ve köküm Orta Asya’dadır. [...] Benim bir devletim ve anavatanım var. Kıbns kültürüymüş, Kıbnslı Türkmüş, Kıbnslı Rummuş, Ortak Cumhuriyetmiş, hepsi boş laflar. [...] Kıbrıs’ta yaşa­ yan bir tek Kıbnslı vardır, o da Kıbrıs eşeğidir" (Ortam, 13.11.1995, aktaran Kızılyürek, a.g.e., s. 40).

nin temellerini atar. Bu niteleme özellikle 1974 harekâtı bağ­ lamında hem Kıbrıs’ın “Türkiye uğruna feda olması”110 söy­ lemine hem de Türkiye’ye atfedilen “kurtarıcı” rolüne zemin hazırlar. Kurtarıcı rolünü iyice pekiştiren bir gelişme de Kıb­ rıs meselesinde Batılı devletlerin Türkiye’nin beklediği tepki­ yi göstermemiş olmasıdır. Bu genel durum ve özellikle de Joh­ nson mektubu, bir taraftan Türk dış politikasının temel varsa­ yımlarını sorgulamasına yol açarken,111 diğer taraftan da mil­ liyetçi tahayyülde Batı algısının “kuşkucu ve komplocu” bir mantıkla şekillenmesine neden olur.112 Dolayısıyla her ne ka­ dar, özellikle harekâtlar aracılığıyla, Türk ordusunun Kıbrıs’a “barış, özgürlük ve demokrasi” götürdüğü ifadesi gazeteler­ de ara sıra yer alsa da, söylemi belirleyen asıl vurgu Kore Sa­ vaşı döneminde uluslararası toplumla bütünleşmenin bir gös­ tergesi olarak görülen bu ifade değil, etnik tonu ağır basan bir milliyetçiliktir. Batılı devletlerin Kıbrıs meselesi karşısındaki tutumunun da etkisiyle askeri müdahalenin gerçekleştiği dönemde gazetele­ re yansıyan “Türklük” kavramının çeşitli şekillerde Batılılara ve Rumlara karşıt olarak tanımlandığı görülür. Kıbns vesi­ lesiyle “Türk’ün adının dünyaya duyurulması” da bu bağlam­ da değerlendirilmelidir: Milliyet ve Hürriyet 26 Temmuz 1974 tarihli sayılarında “dünyanın en önemli ajanslarından biri olan United Press International” tarafından yayımlanan listeye gö­ re Ecevit’in “aym adamı”, Ankara’nın da “ayın şehri” olduğu­ nu müjdelerler.113 Bu dönemde Türklere yabancılar tarafından edilen iltifatlar da oldukça önem kazanır. Örneğin, CBS televiz­ yonu muhabirinin “Savaş zamanında her şehrin insana verdi­ ği bir his vardır. Bu hafta İstanbul’da bir güven duygusu vardı” ifadesi ve Associated Press Ajansı muhabirinin “Türkler harp­ 110 “Öldük ama böldük. Anık Türkiye’nin güney sahilleri güvence altında olacak­ tır” (Mehmet Arif Demirer, Türk'ün Onur Sorunu-Kuzey K ıbns Türk Cumhuri­ yeti, s. 84), aktaran Bora, “‘Milli Dava’ Kıbns”, s. 24. 111 Fırat, “Yunanistan’la İlişkiler”, s. 726. 112 Bora, “‘Milli Dava’ Kıbns”, s. 23. 113 Ajansın aylık olarak hazırladığı liste dünya basınında adından en çok bahsedi­ len kişileri ve kenderi gösterir.

te bile çok misafirperver” sözü gazetede yer bulur.114 Milliyet'e göre, harekât yabancıları da heyecanlandırmış, turistlerin Kapı­ kule çıkışında Türk bayraklarını “kapışmasına” neden olmuş­ tur.115 Yabancıların yalnız Türkleri öven değil, Rumları kötüle­ yen ifadeleri de haberlere yansır. Örneğin, Hürriyet Lefkoşe’de­ ki Ledra Palas Oteli’nde çarpışmalar sırasında esir tutulan tu­ ristlerden birinin, Rumların erkekleri bırakıp çocukları ve ka­ dınlan ellerinde tutmaya devam etmek istemesi üzerine söyle­ diği iddia edilen “Gidin kendi kadınlarınızın etekleri altında sa­ vaşın!” sözünü başlığa taşıyarak haberleştirir.116 Rumlara yöne­ lik bu cinsiyetçi korkaklık vurgusuna karşılık Türk askerleri ile turist kadınlar arasında görev bilincinden kaynaklanan bir me­ safe olduğu vurgulanır. Hürriyet’in “Bikini Mayo ve Üniforma” resim altı başlığı ile verdiği haber “Küçücük bikinisi ile kumla­ ra uzanıp güneşlenmekti niyeti (...) Bir yandan bikinisini top­ larken öte yandan tatilinin keyfi kaçtı diye homurdanıyordu İngiliz kızı” ifadeleriyle magazinleştirilir ve “Oysa Mehmetçi­ ğin turistlerle uğraşacak hali yoktu. O’nun kutsal görevleri var­ dı” vurgusuyla sona erer.117 Batılılar nezdinde dolaylı bir şekilde meşruiyet kazandırılan askerî müdahalelerle ilgili haberlerde Türk ordusunun kurta­ rıcı rolü neredeyse her vesileyle vurgulanır. Örneğin, Kıbns’ta harekât gerçekleştiğinde “Şimdiye kadar neredeydiniz?”, “Çok şükür bugünleri de gördük” ve “Bizi bırakmayınız” pankartla­ rı açıldığı belirtilir.118 Kıbnslılann “Lefkoşe’de al bayrak altın­ da mutluluğu tattıkları” aktanlır.119 Türk askerleri de bu mis­ yonun bilinciyle harekât için yola çıkarken “geçit resmine çık­ mış gibi sevinçli ve mağrur”durlar ve “yıllannı kendilerini has­ retle bekleyen Kıbns’lı kardeşlerimize bir an önce kavuşabilme­ nin, yavru vatanda kollannı açmış bekleyen soydaşlanmızla ku114 “Yabancı Gözüyle: Böyle Savaş Şehri Görmedim” ve “Türkler Harpte Bile Çok Misafirperver”, Hürriyet, 24.07.1974. 115 “Turistler Türk Bayraklarını Kapışıyor", Milliyet, 27.07.1974. 116 Hürriyet, 25.07.1974. 117 Hürriyet, 30.07.1974. 118 “Gime’ye yeniden asker çıkardık", Milliyet, 27.07.1974. 119 Hürriyet, 26.07.1974.

caklaşabilmenin heyecam”m taşımaktadırlar.120 Zaten Türkiye’dekiler de bu “buluşmaya” giden birlikleri “düğüne gönde­ rir gibi” uğurlamaktadır.121 Harekât öncesinde halkın askerlere sevgi gösterilerinde bulunduğu ve “ekmek, yiyecek, sigara, nesi varsa verdiği” belirtilir.122 Kore Savaşı zamanında halkın deste­ ğini ve “asker sevgisini” göstermesinin en önemli vesilesi olan Kore’den dönen kafilelerin karşılanmaları etkinliği, Kıbrıs’a yapılan askeri müdahaleler döneminde yerini daha çok resmî bayramlarda düzenlenen törenlere bırakır. Özellikle “istilacı Yunanlıların Türk ordusu önünde yenik düştüğü 30 Ağustos zaferi” Kıbns gazileri ile halkın buluşmasının önemli bir vesile­ sidir.123 Törende özel olarak “Kıbrıs Gaziler Bölüğü” aracılığıy­ la temsil edilen gazilere halkın büyük sevgi gösterisinde bulun­ duğu aktarılır. Halk-asker bütünleşmesinin diğer bir vesilesi de Türk Silahlı Kuvvetler Günü törenidir. Kıbrıs Gaziler bölüğü­ nün de katıldığı törende yaşlı bir ninenin “çakı gibi” bir üsteğ­ mene sarılarak “Şehitlerimiz var yavrum. Ama vatana helal ol­ sun, sizler hepiniz bütün Türk analarının yavrulansınız. Hepi­ niz, hepimizinsiniz,” sözleri annelik rolünün savaşa meşruiyet kazandırmak için kullanılmasına bir örnektir.124 İncelenen ör­ neklerde bu anekdota eşlik eden asker-yaşlı kadın fotoğrafının haricinde gazetelerde gaziler bölüğüne ait görsel malzemenin yer almaması, bu durumda sakat ya da yaralı askerlerin temsi­ line dair fikir yürütmeyi olanaksız kılmaktadır. Kıbrıs’a düzenlenen askerî harekâtların toplumun kaynaşmış bir kitle olarak desteğini aldığını göstermek üzere gazeteler ta­ rafından yardım kampanyaları düzenlenir. Kore Savaşı döne­ minde askerlere gönderilen hediyelerle ilgili haberler halkın askerlere moral desteğini göstermekteydi. 1974’e gelindiğinde, satışlarının artmasıyla etki alanı genişleyen gazetelerin askerî faaliyetin meşruiyetini göstermek üzere yardım kampanyala­ 120 Hürriyet, 21.07.1974. 121 Hürriyet, 23.07.1974. 122 Hürriyet, 21.07.1974. 123 Milliyet, 31.08.1974. 124 Hürriyet, 27.08.1974.

rından bir nevi “kamusal alan” olarak faydalandıkları söylene­ bilir. Harekâtlardaki ağırlıklı rolleri nedeniyle Donanma ve Ha­ va Kuvvetlerine yönelik Milliyet gazetesi tarafından başlatılan bağış kampanyasının sloganı “Ordu Millet Elele” olarak belir­ lenmiştir. Kampanya ile ilgili haberde yer alan Elazığ’da 80 ya­ şında bir kadının Hacca gitmek için biriktirdiği parayı bağışla­ dığı bilgisi ve haberle aynı sayfada yayımlanan “içersinde bulu­ nulan durumun özelliği” nedeniyle ertelenen bir düğünün ilanı kampanya sloganım pekiştirir niteliktedir.125 Ertesi gün gaze­ te 1909’da İstanbul halkının dönemin donanmasına yeni gemi­ ler alınması için başlattığı bir kampanyadan bahsederek 1974 kampanyasını tarihsel bir geleneğe bağlar. Gazeteye göre, kam­ panyaya katılım iki dönemde de oldukça yaygın ve fedakâr­ ca gerçekleşir; o dönemde de “Türk kadını kulağından küpe­ sini, kolundan bileziğini çıkarıp” verir.126 Benzer bir tarihsel­ leştirme girişimi Hürriyet’in başlattığı “Yeni Bir Yavuz İstiyo­ ruz” sloganlı kampanyada da dikkati çeker. Gazeteye göre “Ya­ vuz’lar yenilenirse, anılar taze kalacaktır. Ve toplum bu anılar­ da, yarınlara aynı güçle ulaşacaktır”.127 Bu önemli örnekte militarizasyonun, toplumsal hafızanın savaş tarihinden ibaret sa­ yılması yoluyla gerçekleştirildiği görülmektedir. Meseleyi geçmişle ilintilendirme girişimi yardım kampan­ yalarının kullandığı dille sınırlı kalmaz. Örneğin, Haşan Pulur “İkinci Selim’den Bülent Ecevit’e” başlıklı yazısında (şefkatli!) fetihçi geleneğe vurguyla Ecevit’in Rumlara hitaben “Biz oraya nefretle değil, sevgi ile geldik,” sözlerini de içeren konuşması­ nı hatırlatarak “Türk’ün değişmez hasletini” hatırlatır.128 Özel­ likle belirtilmesi gereken nokta, Kıbrıs meselesi etrafında sağ­ lanan etnik tınılı birlik ve beraberlik havasının gerçek anlam­ da “tüm” Türkiye’yi kapsamıyor oluşudur. Zira bu etnik vur­ guların 6-7 Eylül benzeri provokasyonlarla “etnik şiddet”e evrilebildiği, özellikle 1964’te çıkarma yapılamaması üzerine 125 Milliyet, 26.07.1974. 126 Milliyet, 27.07.1974. 127 Hürriyet, 27.07.1974. 128 Milliyet, 28.07.1974.

Türkiye’de yaşayan Yunan vatandaşlarına ve Türkiyeli Rumlara yönelik sert politikalar uygulandığı gazetelerde bahis konu­ su edilmez. Savaşa meşruiyet kazandırma çabasının önemli bir parçası, Kore Savaşı zamanında da örneği görüldüğü gibi, önceki döne­ min gazilerinden faydalanmaktır. Kıbrıs’ta da aynı çaba geçerlidir; Kore gazileri ile ilgili çok sayıda haber gazetelerde yer alır. Bazı örnekler Kore gazilerinin Kıbrıs meselesinde hüküme­ tin tutumunu doğrudan destekler niteliktedir. Örneğin, ilk ha­ rekâtın hemen öncesinde Kore’de Savaşanlar Derneği Ecevit’e bir telgraf göndererek “devletin emrinde ve yanında” oldukla­ rını bildirir.129 Bu açık destekten çok daha önce, 1967’de Ko­ re Gazileri Cemiyeti de çektikleri telgrafta Kıbrıs’ta savaşa ha­ zır olduklarını duyurmuştur. O kadar ki, telgraf elli bin Kore gazisinin Edime sınırında “gönüllü olarak görev beklediğini” bildirmektedir.130 Gazetelerde gazilerin kolektif desteğini gös­ teren haberlerin yanı sıra bireysel hikâyelere de rastlanır. Ör­ neğin, Milliyet 1963 olaylanndan sonra madalyasını BM’ye ia­ de eden Kıbnslı tek Türk Kore gazisi Tahsin Özerlat’a (on se­ ne sonra!) Kore Gaziler Derneği tarafından yeni bir madalya gönderildiği haberini iletir.131 Gazilerin doğrudan Kıbrıs’la il­ gili tutumlarını gösterenlerin dışında, farklı türde haberler ara­ cılığıyla da belli bir “görünürlüğe” ulaştıkları görülür. Kıbrıs'ta olayların başladığı 1963’ün hemen ertesi yılı Şeker Bayramı’nda Milliyet’te çıkan haberde belirtildiğine göre “Türkiye Harb Ma­ lulü, Gazi, Şehit, Dul ve Yetimleri Cemiyeti adına dün iki ga­ zi İstanbul’daki askerî garnizonları ziyaret etmişler ve askerle­ rin bayramını tebrik etmişlerdir”.132 Haberin yanında, gaziler görev başındaki trafik polislerine şeker ikram ederken çekilmiş bir de fotoğraf bulunmaktadır. 1967 yılına ait bir haberde de dönemin başbakanı Demirel’i Sovyetler Birliği gezisinden dö­ 129 Milliyet, 18.07.1974. 130 Milliyet, 27.11.1967. Telgrafta belirtilen sayının Kore’ye gönderilen toplam as­ ker sayısından fazla olduğunu vurgulamak gerek. 131 Milliyet, 05.11.1974. 132 Milliyet, 15.02.1964.

nüşünde karşılayanlar arasında “Malul Gaziler”in de bulundu­ ğu özellikle belirtilir.133 Genelde kendilerine yapılan ziyaretler vesilesiyle gazetelere haber olan gazilerin 1963 sonrası aktif bir tavırla belli bir gö­ rünürlük kazandıkları yukarıdaki örneklerde belirgindir. Aynı durum 1974 Harekâtı döneminde de devam eder. Kore gazile­ ri bu defa Kıbrıs gazilerini hastanede ziyaret ederek destekleri­ ni gösterirler: “Korede Savaşanlar Derneği (...) Gülhane Askerî Hastanesi’nde yaralı yatan Kıbrıs gazilerini tek tek ziyaret ede­ rek (...) Türk milleti sizinle övünüyor. Tüm ulusumuza oldu­ ğu gibi zaferiniz bize de övünç verdi’ demişlerdir”.134 Böylelik­ le iki savaşın gazileri arasında tarihsel bir devamlılık sağlanmış olur. Devlet ve devlet adına savaşırken hasar görenler arasında­ ki birlik mesajı ise, daha önceki dönemde olduğu gibi, siyaset­ çilerin hastanede yatanları ziyaretleri aracılığıyla iletilir. 1974 Harekâtı ertesinde de gazeteler Ecevit’in, Erbakan’m ve Denktaş’ın hastane ziyaretlerini haberleştirirler. 25 Temmuz’da ger­ çekleşen ziyaretin ardından Ecevit’in ağzından, bir kısmı yaralı Silahlı Kuvvetler mensuplarının “sıhhatli ve moral bakımından güçlü" olduğunun duyurulması önemlidir.135 Denktaş’ın ziya­ reti sırasında sarfettiği “Ateşin içine atılanlar bunlar. 11 yıl ne­ ler çekmiştik. Ama işte vatan başka türlü alınmıyor” sözleri as­ kerlere atfedilen kurtarıcı rolünün bedelini açıkça ifade etmesi açısından önemlidir. Savaş yaralılarının betimlenmesinde Ko­ re Savaşı ile ilgili haberlerde rastlanmayan bir ayrıntıyı Denktaş’m bu ifadesi çerçevesinde anlamlandırmak mümkün ola­ bilir. Hürriyet gazetesinde harekât sonrasında yer alan bir ha­ berdeki “Yaralılar, helikopterle, gemiyle Mersin’e taşındı, ço­ ğu düşmanın topçu ateşi ile yara almıştı. Kan kaybından yorgun ve süzgündüler,” ifadesi savaştan çıkan bedenin durumuna dair gerçekçi bir tarif yapması ile dikkat çeker.136 Benzer başka bir örnekte de yaralı asker “gün yanığı güzel yüzü epeyi solgundu” 133 Milliyet, 30.09.1967. 134 Milliyet, 01.08.1974. 135 Milliyet, 26.07.1974. 136 Cumhuriyet, 26.07.1974. Vurgu bana ait

şeklinde tarif edilir.137 Başka bir bağlamda umutsuzluk göster­ gesi olarak da okunabilecek bu betimlemeler, askerlerden biri­ nin zafer işareti yapan resmine eşlik eden “Er gücümüze düşe­ ni yaptık. Allah utandırmadı ya, şükürler olsun...” sözleri138 ve diğer bir haberin başlığı - “Tek üzüntü: görevden geri kalmanın burukluğu”- ile bir araya geldiğinde, yapılan fedakârlığın zo­ runlu bir sonucu, hatta belki de somut kanıtı haline bürünür. Yaralılarla ilgili haberlerde dikkati çeken nokta, bir iki is­ tisna dışında, askerlerin ortak bir hikâyenin anonim katılım­ cıları olmalarıdır. “Girilen her odada, yaklaşılan her yatakta bir başka Mehmetçik’in öyküsü vardı” denilen haberlerde bi­ le tüm askerler adına tek bir ifadenin aktarıldığı görülür: “Tek üzüntüleri ve de düşünceleri Başbakan Ecevit’i, onlann deyimi ile Karaoğlan’ı görememek ve elini öpememek”;139 “Kendileri­ ni ziyarete gelenlere, başlarından geçeni pek kısa anlatıyorlar­ dı. Önemsizdi yaralanmak, ölmek”140 ve GATA Komutanı’nın “istekleri sorulduğunda, tekrar göreve dönmek istediklerini söylüyorlar”141 ifadelerinde görüldüğü gibi. Anonimlik bazen de bizzat askerlerce talep edilen bir özellik olarak yansır haber­ lere: Kıbrıs'tan kendisini getirecek helikopterin ekibiyle çektir­ diği fotoğrafın altyazısında Cüneyt Arcayürek “Gönül dolusu ısrarla adlarını vermediler bana, ‘Biz isimsiz girdik bu kavgaya, resmimiz de isimsiz çıksın’” dediklerini aktarır.142 Buradaki gibi fedakârlık göstergesi olmanın dışında bazı du­ rumlarda da anonimlikten, gerçekliği şüpheli provokatif bir an­ latıya otantiklik kazandırma amacıyla faydalanıldığı düşünüle­ bilir. Hürriyet gazetesinin “Kıbrıs Gazisi Söğütlü Mehmet” ile yaptığı fotoğrafsız röportaj bu tarzda bir örnektir: Ben Mehmet... Söğütlü Mehmet... Yunan’ı ayaklar altına aldı­ ğımız günleri yaşayan Mehmet... Adı başkaydı Söğütlü Meh­ 137 Hürriyet, 25.07.1974. Vurgu bana ait. 138 Hürriyet, 25.07.1974. Vurgu bana ait. 139 Milliyet, 19.08.1974. 140 A.g.y. 141 Milliyet, 28.07.1974. 142 Hürriyet, 25.07.1974.

met’in. Ama o da diğer arkadaşlan gibi ‘Mehmet’ ya da ‘Meh­ m etçik’ denilmesinden hoşlanıyordu. Şüphesiz bu yüzden kendini Mehmet diye tanıtmıştı.143

“Yunan alayı karargâhında şimdi tek bir düşünce vardı” ve “Beş yıldızlı konyağın verdiği sarhoşlukla yazılan Enosis yazı­ sı sadece beyaz badanalı duvar üstünde mi kalıyordu artık?” gi­ bi Yunan askerlerinin “aklını okuyan” ifadeler haberin başlan­ gıcında ilan edilen askerin kimliğinin anonim oluşunun, anla­ tıyla ilgili gerçeklik algısı yaratma işlevi olabileceğini düşün­ dürür.144 Kıbrıs gazileriyle ilgili haberlerin önemli bir özelliği olan anonimlik sakat askerlerin temsilinde de ön plana çıkar. Milli­ yet gazetesinde yer alan örnekte, malul gazilerden yaralılarla il­ gili haberin bir parçası olarak bahsedilir. Yaralı ya da sakatla­ nan askerlerin fotoğrafına yer verilmeyen haberde “sakat” ifa­ desine de rastlanmaz. Bunun yerine malul gazilerden “Beşpar­ maklarda, Gime’de, Küçük Kaymaklı’da, Serdarlı’da bir bacağı­ nı, bir kolunu bırakan” şeklinde bahsedilir.145 Gülhane’de teda­ vi gören tüm askerlerden “yaralı” diye bahsedilmesine rağmen, haberde bazı askerlerle ilgili “üzerlerine çekilen çarşafların al­ tında yer yer boşluklar vardı Mehmetçiklerin. Rumların kaçar­ ken kurduğu kalleş tuzaklar yahut da birer şarapnel parçası gö­ türmüştü bu organlarını,” denilmesi dikkat çekicidir. “Boşluk­ ların” çarşaf altında kalması gibi askerlerin sakatlıklarıyla ilgili hissettikleri de tümüne atfedilen “bu vatan için bir kol bir ba­ cak gitmiş ne çıkar, helâl olsun”146 ifadesinin altında kalır. Bir 143 Hürriyet, 30.07.1974. 144 Bireysel asker kimliklerinin genelleştirilmesi yaklaşımının bir istisnasına, Arcayürek’in “işte Kahramanlar” başlıklı aynı haberinde rastlanır. Arcayûrek “çakı gibi bir tank teğmeni" olan Abdülkadir Ceylan’ı “yüzü, duruşu savaş film indeki yıld ızlan aratm ayacak kadar düzgün hatlı olan teğmenin tek idea­ li tanklarını Kıbrıs’ta konuşturma olanağını sağlayabilmekti,” ifadeleriyle ta­ nıtır. Ceylan’ın fotoğrafının da olduğu haber, askerlerin, özellikle de orduyu temsil kabiliyetleri daha fazla olan subaylann yakışıklılığının haberlerde sava­ şı estetize etme çabası doğrultusunda kullanıldığına dair bir örnektir (Hürri­ yet, 25.07.1974; vurgu bana ait). 145 Milliyet, 19.08.1974. Vurgu bana ait 146 Bu ifade Kıbrıs’a özgü değildir. Can Açıksöz’ün Güneydoğu gazileri ile ilgi-

436

malul gazi ile ilgili önceki örnekten farklı iki haber harekâtın gerçekleştirilmesinden önceki döneme denk gelir. Tam olarak Kore Savaşı’nın Hacı Altmer’i gibi bir sembol figür olduğu söylenemese de incelenen dönemde adı, fotoğrafı ve kendi ifade­ leri ile haberleştirilen tek örnek 1964’teki Erenköy çarpışma­ larında sakatlanan Osman Hasan’a aittir.147 1969 yılında Milliyet’tc yayımlanan ilk haberde Osman Hasan’a “köyün en mu­ tena yerinde” inşa edilen ve “2170 sterline mal olan” bir ev ve “üç tekerlekli, yalnız elle idare edilen bir ‘mini araba’” armağan edildiği duyurulmaktadır.148 Habere göre, “Osman Hasan’ın tek üzüntüsü arabasının küçük oluşu”dur. Haberde aynca ti­ caret yapabilmesi için Osman Hasan’a bir de bakkaliye dükka­ nı açılacağı belirtilir. Haberin üstünde yer alan fotoğrafta Os­ man Hasan’ın resmî görevli olması muhtemel biriyle el sıkıştığı görülmektedir (Resim 8). Gazetenin bir sene sonra yayımladı­ ğı haberde malul gaziye “elle kullanılabilen Wolswagen marka bir araba” hediye edildiği bildirilmektedir.149 Kıbnslı gazinin diğer malul gazilerde rastlanmayan şekilde gazetede yer alma­ sının nedenini şüphesiz kendisine devlet tarafından sağlanan olanakların duyurulması isteğinde aramak gerekir. Görüldüğü gibi, Kıbrıs’a askerî müdahale ile sonuçlanan dö­ nemin söyleminde etnik milliyetçi bir tonun ağır basması, sava­ şı ifade etme biçiminde Kore Savaşı dönemi ile kıyaslandığında dikkat çekici bir fark yaratır. Bunun sonucu olarak, askerlerin fedakârlığı farklı bir vurgu kazanır ve savaşın beden üzerinde­ ki zarar verici etkisi Kore’ye göre daha gerçekçi bir şekilde an­ latılmaya başlanır. Gazete haberlerinde ön plana çıkan hâkim kavramlardan birinin anonimlik olması, gazi temsiline de yan­ sır ve savaş kaynaklı bedensel hasarın tasviri Kıbrıs için yapı­ lan fedakârlığın derecesini göstermenin ötesine geçmemiş olur. li bu derlemede yer alan çalışmasında geçen, “devlet egemenliğinin kurbanlık uzuvlan” olarak tanımladığı kavram ile kastettiği tam da budur. 147 İki haberde de belirtilmemiş olmasına rağmen Osman Hasan’ın Kıbnslı bir mücahit olma olasılığı ön plana çıkmaktadır. 148 Milliyet, 27.05.1969. 149 Milliyet, 18.05.1970.

Resim 8. Milliyet. 27.05.1969.

Otuz yılın “görünmeyen” mağdurlan: Güneydoğu gazileri Türkiye’nin en uzun süreli ve etkileri en yıkıcı savaş deneyimini Kürt sorunu çerçevesinde PKK ile sürdürülen silahlı çatışma sü­ reci oluşturur. Hâlâ devam etmekte olan bu sürecin, bu maka­ lenin ele aldığı konu açısından önemi, birçok Batılı ülkenin Bi­ rinci Dünya Savaşı döneminde gördüğü ölçüde bir yaralı, sakat ve hayatını kaybeden asker sayısıyla karşı karşıya kalmasıdır. Bu durum şüphesiz Kürt sorununun ve çatışmalann ele alınış biçi­ mini önemli ölçüde etkilemektedir. Kürt sorununun içinde bu­ lunduğumuz son evresine damgasını vuran PKK’nın yürüttü­ ğü silahlı çatışma dönemi bilindiği üzere 1984 yılında Eruh ve Şemdinli baskınlanyla başlar. İlk zamanlarda devlet tarafından fazla ciddiye alınmayan PKK’nın 1990’lı yıllann başlannda gü­ cünün iyice ortaya çıkması Türkiye’nin ulusal güvenlik anlayı­ şında köklü bir değişikliğe neden olur.150 Ordunun yeniden ya150 Evren Balta Paker, “Dış Tehditten tç Tehdide: Türkiye’de Doksanlarda Ulusal Güvenliğin Yeniden İnşası”, Türkiye’de Ordu, Devlet ve Güvenlik Siyaseti, der.

pılandınlarak topyekûn savaş stratejisinden “düşük yoğunluk­ lu savaş” stratejisine geçildiği bu dönemde bir yandan ordunun teknik altyapısı yenilenirken bir yandan da askerlik yapanların sayısında önemli bir düşüş yaşanır.151 Konunun başka bir boyu­ tu ise, Evren Balta-Paker’in belirttiği gibi, “düşmanın sınırları­ nın muğlâk” olmasının PKK üzerinden düşman imgesi yaratıl­ ması anlamında bir zorluğu barındırmasıdır.152 Bu açıdan, özel­ likle 1990’larda medyada ölü beden görüntülerinin ya da tas­ virlerinin sıkça kullanılmasının “düşmanın sınırlarını netleştir­ me” çabası ile bir yönden ilişkili olduğu düşünülebilir. Zeynep Şarlak’ın “milli güvenlik rejiminin kurumsallaşması” olarak ta­ nımladığı bu dönemde Kürt sorununun çözümüne yönelik po­ litikaların belirlenmesi ve uygulanması askerî seçkinlere devre­ dilmiştir.153 Buna paralel olarak, toplumun Kürt sorunu algısı­ nın şekillenmesinde militarist kodlar ayrıcalıklı hale gelmiştir. 1999 yılında Abdullah Öcalan’m yakalanmasının ardından, ön­ ce 2004 yılına kadar sürecek bir ateşkes durumu, ardından da yaklaşık beş yıl boyunca çatışmalann görece çok daha az olduğu bir dönem yaşanır. 2009 ortalarında AKP hükümeti, daha son­ ra ‘yumuşatılarak’ Demokratik Açılım olarak nitelenecek olan Kürt Açılımı’nı netleştirmeye başlar. Ancak aynı dönem KCK tutuklamaları olarak bilinen ve çözüm sürecinde Kürt siyase­ tinin önünü tıkayan hukuki sürecin de başlangıcı olur. 2011 yılında askerî operasyonların tekrar başlamasıyla ve ardından PKK’nın Haziran 2012’deki Dağlıca saldırısıyla Kürt sorununda bir kez daha şiddetin dili egemen hale gelmiştir. Şiddetin çok yoğun yaşandığı ve Kürt sorununun “askerî çözüm”e havale edildiği 1990’lar artan sayıda askerin çatışma­ Evren Balta Paker ve İsmet Akça, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınla­ rı, 2010. 151 Bunun sebepleri için, bkz. Balta Paker, a.g.m., s. 415. 152 Balta Paker 1990’h yıllarda köy koruculuğu sisteminin, devlet yanlısı olan ve olmayan köy ve kişileri ayırma amaçlı bir “kırsal pasifleştirme programına” dönüştürüldüğünü belirtir. Devletin söz konusu muğlaklıkla baş etme ama­ cıyla geliştirdiği diğer stratejiler için, bkz. Balta Paker, a.g.m., s. 422-428. 153 Zeynep Şarlak, “Atatürkçülük’ten Milli Güvenlik Rejimine: 1990’lar Türkiyesi’ne Bir Bakış”, Bir Zümre, Bir Parti: Türkiye’de Ordu, der. Ahmet lnsel ve Ali Bayramoğlu, İstanbul: Birikim Yayınları, 2009, 4. baskı, s. 289-90.

larda yaralanmasına ve sakat kalmasına neden olur. Dolayısıyla gazilerin görünürlüğü ve ne şekilde temsil edilecekleri de önce­ ki dönemlere nazaran farklı bir önem kazanır. Özellikle soru­ nun çözümü geciktikçe devletin güçlü olduğu mesajını iletmek kritik bir çaba haline gelir. Çatışmaların sekizinci yılında Hür­ riyet gazetesi bir yardım kampanyası başlatır. 1992’nin Kasım ayı başında duyurulan kampanyanın yukarıda incelenen Kıbrıs kampanyasından en önemli farkı yardımın muhatabının doğ­ rudan Güneydoğu gazileri olmasıdır. Gazete 4 Kasım sayısında “En Coşkulu Kampanya” manşetiyle başlattığı kampanyanın “büyük yankı yarattığını” duyurur. Başbakan Süleyman Demirel’in ve Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in kampanyayı destekleyen sözleri aracılığıyla devlet ve milletin birlik içinde olduğu mesajı verilmiş olur. Kampanyaya bağışta bulunanların isimleri “Şeref Listesi” başlığı altında duyurularak “taltif’ edil­ meleri sağlanır. Gerek kampanyayı duyuran yazılarda, gerek genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün kampanya ile ilgili yazısında gerekse de Doğan Güreş’in sözlerinde ön plana çıkan tema kampanyaya katılmanın askerlere karşı yerine getirilmesi gereken bir görev olduğudur. Güreş’in ifadesiyle bu katılım en nihayetinde “vatan ve millet sevgisini gösteren çok anlamlı bir görevdir”.154 Bu açıdan kampanyada ön planda olan unsurun devletin PKK ve Kürt sorunu konusundaki mevcut politikası­ na destek toplayarak “askerî çözüm”ün hegemonik konumunu pekiştirmek olduğunu ve gazilerin belli bir araçsallık içinde ele alındıklarını söylemek yanlış olmaz. Kampanyaya eşlik eden röportaj dizisi bu noktayı açığa çıkarır niteliktedir. “Güneydoğu Gazilerine Destek Kampanyası”nm başlatılma­ sına paralel olarak gazetede dört günlük bir röportaj dizisi ya­ yımlanır. Kampanyanın duyurusu dizinin son röportajının ya­ yımlanmasını takip eden gün yapılır. Böylelikle öncelikli ola­ rak bir “ihtiyaç” tanımı yapılarak kampanya için zemin yara­ tılmış olur. Dizi Celalettin Çetin’in Ankara GATA’da ve Di­ yarbakır Askerî Hastanesi’nde tedavileri sürmekte olan gazi­ lerle gerçekleştirdiği röportajlardan oluşur. Önemli bir ayrın­ 154 Hürriyet, 04.11.1992.

tı, Çetin’in her iki sağlık kuruluşunu da olumlu ifadelerle Gülhane “örnek”, Diyarbakır’daki hastane ise “bakımlı bir sağ­ lık kuruluşu”dur- tarif etmesidir.155 Devletin bakım sorumlu­ luğunu gerektiği şekilde yerine getiriyor olduğu böylelikle ifa­ de edilmiş olur.156 En dikkat çekici nokta, anlatıların tümünün “savaşmaya devam” teması etrafında şekillenmiş olmasıdır. “Baktım bizimle konuşurken, o da daha önce konuştuğumuz ar­ kadaşlarına benzer biçimde hayıflanıyor”157 gibi ifadeler görüş­ me yapılan askerleri söz konusu tema etrafında birleştirme iş­ levi görür. Çetin’in dizinin son röportajını bitirirken yaptığı yo­ rum bu işlevi açıkça ortaya çıkarmaktadır: “Hepsinde gördüğüm ortak yan, insana gurur veren yan, alınan yaralara, yaşanan o korkunç olaylara rağmen, hala savaşma, hala cepheye gitme tut­ kusuyla dolu olmaları... Hemen hepsinde bunu gördüm.”158 Çe­ tin’in gözlemi gazilerin ifadeleriyle de desteklenmektedir: “İn­ şallah, çabuk iyileşirim de, tekrar aynı yere gidip, orada görev yaparım” ya da “tek bacağım, tek kolum bile kalsa, onlarla ge­ ne çarpışırım”.159 Diğer bir örnek, gazetenin savaşı devam ettir­ me adına intikam duygusunu körüklerken çıtayı ne kadar yük­ selttiğini göstermektedir: “Yarın: Ben de, Onların Yeni Doğmuş Çocuklarını Öldüreceğim.”160 İlginç olan nokta, ertesi gün bu başlık altında herhangi bir yazı ya da bu başlıkla ilgili herhangi bir atıf veya bir düzeltme olmamasıdır. Elbette savaşmaya de­ vam etme isteğinin askerlerin ağzından ifade ediliyor olması ilk kez bu bağlamda ortaya çıkıyor değildir. Ancak Kore’de daha çok romantize edilmiş bir şekil alan, Kıbrıs'ta tonu sertleşme­ ye başlayan bu isteğin ifadesi, Hürriyet’te yer alan örneklerde ir­ 155 Hürriyet, 01.11.1992. 156 A.B.D. bağlamında aksi yönde bir öm ek için, bkz. Cynthia Enloe, “Charlene: Picking Up the Pieces", Nim o’s War, Emm a’s War: Making Feminist Sense o f the Iraq War, Berkeley; Los Angeles; Londra: University of California Press, 2010. 157 Hürriyet, 01.11.1992. Vurgu bana ait. 158 Hürriyet, 02.11.1992. Vurgular bana ait. 159 İlk alıntı, Uzman Çavuş Turhan Yıldırım (Hürriyet, 02.11.1992); ikinci alıntı, “Nevruz olayları sırasında kamından ağır yaralanan” korucu Vali Tatar (Hür­ riyet, 01.11.1992 ). 160 Hürriyet, 01.11.1992.

kiltici bir hale bürünmüştür. 1990’larm yoğun şiddet ortamı ve körüklenen intikam duygusu ile paralel olarak, hasara uğrayan bedenin oldukça detaylı ve grafik ifadelerle yansıtıldığı görü­ lür. Hasarlı asker bedeninin daha önceki dönemlerde rastlan­ mayan şekilde bir görsel ve sözel teşhiridir burada söz konu­ su olan. Kore Savaşı yaralılarının disiplin timsali pijamalı toplu fotografían ile Turhan Yıldırım’ın roket saldırısı sonucu “boy­ dan boya kavrulmuş” bacağının fotoğrafını (Resim 9) karşılaş­ tırmak kırk yıl içinde gerçekleşen değişikliği ortaya koyacak­ tır. Fotoğrafın odak noktası, bu duruma sebebiyet veren taraf olarak PKK’ya karşı öfke uyandırması amacıyla, Yıldınm’m ya­ ralı bacağıdır. Bedensel hasarın teşhiri anlatıda da sürer: [İçin­ de bulunduğu zırhlı araca roket isabet ettikten sonra] “Ben güç bela üst kapağı açtım, çıkmak istedim, ama ayağım yukarı gel­ miyordu. Bir ara bacağıma baktım, etler sarkıyordu.”161 Diğer bir örnek, yine bir roket saldırısı sonucu yaralanan korucu Va­ li Tatar’ın ifadesidir: “Tam amcamın evine girerken, atılan ro­ ketlerden biri yanımıza düştü ve bir parçası karnıma saplan­ dı, barsaklarımı parçaladı".162 Hasarlı bedenin sahibinin mev­ cut olmadığı durumlarda aynı etkinin tanıklık üzerinden ya­ ratıldığı görülmekte: “Hele Nusret Şen diye bir arkadaşım var­ dı, tutup onun ağzını, burnunu ve kulağını kesmişler, sonra da öldürmüşler.”163 Çatışmaların sona ermemesi ve dahası şiddetini artırması, 1990’lara damgasını vurmuş olan bölünme tehdidinin yarattı­ ğı endişenin giderilmesi ihtiyacını doğurur. Devletin üstünlü­ ğü mesajım vererek kamuoyuna güven aşılamanın, bugünler­ de medyada hâlâ örneklerine rastlanan, tipik yöntemi çatışmalann olduğu bölgede askerlik yapanlann PKK’nın sonunun gel­ diğine dair kehanette bulunmaları: “Ama, onlann sonu geliyor. Şimdi kadınlan, çocuklan öldürmeleri artık son çırpınışları... Tutunacak dalları kalmadı çünkü”.164 Üstünlük algısının psi161 Hürriyet, 02.11.1992. Vurgu bana ait. 162 Hürriyet, 01.11.1992. Vurgu bana ait. 163 Çavuş Selamı Karanfil’in ifadesi (Hürriyet, 01.11.1992). Vurgu bana ait. 164 Yener Marun’un ifadesi (Hürriyet, 01.11.1992).

Resim 9. Hürriyet, 02.11.1992.

kolojik etkisinin bu derece önemli olmasının ortaya muğlak bir “yaralı” tanımlaması çıkardığını söylemek mümkün. Muğlak­ lık yaralı nitelemesinin sınırlarının sakatlığı da içerecek şekil­ de esnetilmesinden kaynaklanmakta. Röportajlarda “sakat” ke­ limesinin kullanılmamış olması oldukça dikkat çekici: “O gün Gülhane Hastanesi’nde 20’ye yakın yaralıyla konuştuk. Yaralı­ ların çoğu mayın kurbanıydı. Kollarım ya da bacaklarını, mayı­ na basarak yitirmişlerdi."™5Aslında söz konusu olanın sakatlık olduğu tamamen yok sayılan bir durum değil. Kampanya du­ yurusunun yanında yer alan bir illüstrasyon -ü st kısmı Türk bayrağı üstüne “Onlar yalnız değil” yazılı, alt kısmı tekerlekli sandalye üzerinde bir figür olan bir madalya- açıkça sakatlığa gönderme yapmakta. Buna rağmen sakatlıktan hiç bahsedilme­ miş olmasını, yaranın sakatlıktan farklı olarak, kalıcı araz çağ­ rışımı yapmıyor oluşu, yani geçici bir duruma işaret ediyor olu­ şu ile açıklamak mümkün görünüyor. Hasarın geçiciliğine işa­ ret eden örnekleri -bacağı parçalanan bir askerin “tekrar sava­ şabilecek kadar” iyileşmekten bahsediyor olmasını ya da roket

saplandığı için kesilmek istenen bacağının iyileşeceğine inanan askerin bu inancının gerçek olduğunun vurgulanmasını- sava­ şın devamlılığını mümkün kılma çabası ile bağlantılandırmak gerek. Kısacası, röportajlarda kullanılan dilin, öfke uyandır­ mak için parçalanan bedenden teşhirci bir şekilde bahsetmekle savaşa devam temasını desteklemek için iyileşmeye vurgu yap­ mak arasında salmıyor olduğu söylenebilir. Ertuğrul Özkök’ün 4 Kasım tarihli kampanya ile ilgili yazısı röportajlarda sergilenenden hayli farklı bir yaklaşıma sahip ol­ masıyla dikkat çeker. “Kesik Bacaklar Üzerinde Dimdik Yürü­ mek” başlıklı yazı oldukça ilginç bir gazi tasviri ile başlar: “İn­ cecik yüzü, yeni Türk gencinin değişen, çağdaşlaşan portresini beyin duvarlarınıza çakıyor. ‘Türk nesli güzelleşiyor’ diye düşü­ nüyorsunuz. İnce tel çerçeveli bir gözlük, bu incecik yüze, da­ ha insani bir rötuş yapıyor.”166 Bu tam da Tanıl Bora’nın tari­ fiyle Özkök’ün liberal milliyetçi yaklaşımını yansıtan vurguları barındıran bir alıntıdır. Bora’nın belirttiği gibi, “Yeni -diğer bir deyişle Beyaz- Türk”lüğün simge figürü kentli üst ve orta sınıf gençliğidir ve fiziksel güzellik de bu bağlamda Türkiye’nin “gelişen-Batılılaşan” bir ülke olduğunun göstergesidir.167 Nitekim, Özkök’ün yazısında Türkiye’nin geçirdiği değişim “Genç kızla­ rın her yıl biraz daha güzelleştiğini, modanın ve beslenmenin onları her yıl biraz daha çekici hale getirdiğini farkediyorsunuz” sözleriyle anlatılır. Yazının odağının bundan sonra aske­ rin mayına basarak bacaklannı kaybetmesi sonrası değişen ha­ yatına kayması ile sakatlık bir anlamda bu olumlu gelişmelerin sekteye uğraması ihtimalinin göstergesi haline gelir. Denebilir ki tam da bu nedenle gazilik bu yazıda öncelikli olarak kahra­ manlık üzerinden değil kayıp duygusu ağır basacak şekilde, ru­ tin hayata yansımaları üzerinden anlatılır: “Geriye, hayat bek­ lentilerinizi altüst eden bir ömür muhasebesi kalıyor. Takma bir kolla, sevdiğiniz kızın beline sarılmanın aynı şey olmayacağı­ 166 Ertuğrul Ö zkök, “Kesik Bacaklar Özerinde Dimdik Yürümek”, H ürriyet, 04.11.1992. Orijinal vurgu. 167 Tanıl Bora, “Türkiye’de Milliyetçilik Söylemleri: Melez Bir Dilin Kalın ve Dü­ zensiz Lügâti”, Birikim, No. 67, 1994, s. 18.

m biliyorsunuz■Takma bir bacakla yürünen yolların farklı olaca­ ğını sezinliyosunuz”.168 Özkök bir taraftan kampanyaya destek çağrısı yaparak “[gazilere] bütün bunları bir hiç uğruna kay­ betmediklerini ispat etmeliyiz” demektedir; diğer taraftan da savaşın bitmesi temennisinde bulunmaktadır: “Bu savaşın artık bitmesini, bu ülkenin kardeşlik mozaiği haline gelmesini arzu ediyorsunuz”. Liberal milliyetçiliğin “modernleşme sürecinin kalkınmacı-gelişmeci veçhesini öne çıkartan” bir yaklaşıma sa­ hip olduğu düşünüldüğünde169 Özkök için savaşın herşeyden önce iyi gidişata mani olma potansiyeli taşıyan bir unsur oldu­ ğu söylenebilir. Bu durumda Özkök’ün endişesi en açık ifadesi­ ni askerin sakatlığında bulmaktadır. Kanımca, Özkök’ün sakat askeri neslin güzelleşmesi bağlamında betimlemesinin öncelik­ li nedeni, yitirilen “fiziksel sermaye”nin ekonomik gelişmenin bozulması ihtimaline yönelik bir ikaz vazifesi görüyor olması. 2000’lerin gazete haberlerine bakıldığında gazilerle ilgili an­ latıların içeriğinin görece çeşitlendiği gözlemleniyor. Bu kısmi çeşitliliğin bir yönüyle bireyselliğin (belki daha doğru bir ta­ birle bireyciliğin) global ölçekte daha fazla önem kazanması ve medyanın da bu gelişme doğrultusunda haber üretimi yapıyor olması ile ilişkili olduğu söylenebilir. Diğer taraftan, savaş ha­ linin uzun bir zamana yayılmış olmasını da göz önünde bulun­ durmak gerekmekte. Sakatlık deneyimini on yıllardır yaşayan azımsanmayacak sayıda gazinin varlığı, haberlerde gazilerin günlük hayatlarına dair daha fazla ayrıntının yer alıyor olma­ sına neden olur. 2000’lerdeki durum önceki örneklerdeki gibi çatışmaların hâlâ sıcak olduğu ve görece çok daha kısa sürede bittiği durumlardan farklıdır. Daha önceki dönemlerde rastlan­ mayan bu ayrıntılara geçmeden önce haberlerde göze çarpan bir aynma değinmek gerekiyor. Kastedilen, medyanın gazileri ele aldığı haberlerde profesyonel askerler ile zorunlu askerliği­ ni yapan siviller arasında belli bir farklılığa rastlanıyor olduğu. Mesleklerini yaparken sakat kalan askerlerin temsilinde önce­ likle vurgulanan nokta fedakârlıkları ve kendilerini geri planda 168 Ûzkök, “Kesik Bacaklar Üzerinde Dimdik Yürümek”, a.g.y. Vurgu bana ait. 169 Bora, “Türkiye’de Milliyetçilik Söylemleri,” a.g.m., s. 15.

tutmalarıdır. Elbette vatan için yapılan fedakârlık her savaş dö­ neminde rütbe gözetmeksizin birçok askerin telaffuz ettiği bir nokta. Ancak mevcut örneklerde dikkkat çekici olan, profesyo­ nel askerlerle yapılan görüşmelerde fedakârlık ve görevin ge­ rekliliği vurgusunun gündelik sakatlık deneyimlerinin üstünü tamamen örtüyor olması. 20 Eylül 2010 tarihinde Star TV de yayınlanan Arena programında Uğur Dündar’ın Korhan Yamaç ile yaptığı röportajda, Yamaç’ın “Yaralandığınızda ilk ne hisset­ tiniz?” sorusuna verdiği “Acaba askerlerimin başına bir şey gel­ di mi?” cevabı üzerine Dündar’ın hayret dolu bir şekilde cevabı yinelemesi profesyonel askerin kendisini komutanlığının geri­ sinde tuttuğu fikrini vurgulayan bir örnektir. Benzer bir yakla­ şıma Ayşe Arman’ın Hürriyet gazetesinde yayımlanan röporta­ jında da rastlanmaktadır. Komando bölük komutanı iken ma­ yın patlaması sonucu sakatlanan Mehmet Bedri Aluçlu’nun “Askerlik mesleği ölüm mesleği. Ya öleceksin, ya öldüreceksin” sözü ve Arman’ın “Şimdi geriye dönüp düşününce...” sorusu­ na verdiği “Düşünecek bir şey yok. Bu bir emirdi. Ben de oraya o mayını çıkarmaya gittim” cevabı emre ve dolayısıyla kuruma bağlılık ve ortaya çıkan sonucu sorgulamama düşüncelerini ön plana alır.170 Aluçlu’nun kendini (ve elbette bedenini) kuruma adamış olması, Arman’ın “Beyninizin bir tarafı orduya bir tarafı kendinize mi ait?” sorusuna verdiği “Ben evin kapısından çık­ tıktan sonra ev yoktur. Ev bitmiştir” cevabında da ortaya çıkar. Vurgulanması gereken nokta, profesyonel TSK personeli-zorunlu asker arasındaki farkın belirgin bir sınıfsal temeli oldu­ ğudur. Ayşe Arman’ın Hürriyet gazetesinde 2010 yılı içinde ya­ yımlanan dört röportajının içeriğine dayanan bu gözleme göre, gazilerin toplumsal sınıfı onların röportajlarda beden/zihin iki­ liğinin hangi unsuruyla bağdaştırılacağını belirler.171 Buna gö­ re, orta sınıf iyi eğitimli profesyonel askerin zihinsel özellikle­ rinin, zorunlu hizmet sırasında sakat kalmış alt sınıf askerle­ 170 Hürriyet, 07.02.2010. 171 Nurseli Yeşim Sûnbüloglu, “‘Hiper-Görünürlükten Görünmezlige’: Gaziliğin Hegemonik Erkekliğe Eklemlenmesi Üzerine Bir Medya İncelemesi”, Toplum ve Bilim, No. 1 2 3 ,2 0 1 2 , s. 93-115.

rin ise bedensel deneyimlerinin, özellikle hegemonik erkeklik çerçevesine dahil edilecek şekilde ön plana çıktığı dikkat çek­ mektedir. 2010 yılında Hürriyet’te yayımlanan bir diğer röportaj-haber, profesyonel askerlerin deneyimlerinde eksik olan so­ mut yaşantılarla ilgili detayların zorunlu askerlik sırasında sa­ katlanan kişilerle yapılan görüşmelerde ortaya çıktığına dair bir örnek teşkil etmekte. Güneydoğu gazileriyle ilgili “Şerefli Üniformadan Cesaret Üniformasına” başlıklı haberde daha ger­ çekçi gazi portrelerine rastlamak mümkün.172 Örneğin, Meh­ met Korkmaz’ın “kendimi hep eksik hissediyorum” sözü ya da Ebubekir Cenan’ın “Bağırsaklarımda sorun devam ettiği için bazen gazımı tutamıyorum. Otobüste böyle bir şey yaşadığım zaman herkes kötü bakıyor. Hangi birine başımdan geçeni an­ latayım?” yakınması bir gazinin bedeniyle kurduğu ilişkiye da­ ir daha fazla fikir verici nitelikte. Bu röportaj-haberde yer alan anlatılardaki ortak noktalardan biri, gazi olmadan önceki du­ rumlarıyla karşılaştırıldığında birçoğunun mesleki statü kaybı­ na uğramış olması. Gazilerin büyük çoğunluğu askerlik öncesi işlerine devam edemedikleri için uzun zaman işsiz kaldıkları­ nı belirtiyorlar. Bu sorunu ağırlaştıran bir unsur da kendilerine tanınan haklardan yeterince ya da hiç yararlanamıyor olmala­ rı: Hüseyin Demir’in “Çocuklarımızın özel okulda okuma hak­ kı var. Okula götürdüm, durumu müdüre anlattım. Gaziliği ka­ rıştırma, dedi” sözleri ya da Hüseyin Demir’in “Maddi beklen­ tim yok. Saygı görmek istiyorum ama [otobüse ücretsiz seya­ hat etmesini sağlayan kartla bindiğinde gördüğü tepkiyi kaste­ derek] bedavacılıkla suçlanıyorum” ifadesi kahramanlık söyle­ minin üstünü örtemediği bir durumun varlığına işaret ediyor. Her ne kadar haberin girişinde yaşadıkları zorluklara rağmen gazilikleriyle onur duydukları vurgulanmış olsa da bireysel ifa­ deler bu durumun toplumsal koşullara ne denli bağlı olduğu­ nu ortaya koyuyor: Ercan Dede’nin “Amerikan gazileri baş ta­ cı, bize hamallık” ve “beni bacağımın gözümün olmaması de­ ğil, insanların vurdumduymazlığı daha çok yaraladı” sözlerinin gösterdiği gibi. Mehmet Korkmaz’ın “Kore ve Kibns gazilerinin 172 Şermin Terzi, Hürriyet, 14.03.2010.

resmî kıyafetleri var ama Güneydoğu gazilerinin yok. Biz de hiç olmazsa o kıyafetlerimize şeref madalyası takarak övünürdük” sözleri ise sembolik araçların “gazi olmakla onur duyma” kav­ ramı ile ne kadar yakın ilişki içinde olduğunu göstermesi açı­ sından oldukça önemli. Bu noktada, Hürriyet'teki haberin ger­ çekçiliğinin yanında, belki tam da bu gerçeklik etkisini hafif­ letecek şekilde yer alan bir yönüne -başlık ve fotoğraf kullanı­ mına- dikkat çekmek gerekiyor. Etkisi başlıkla kuvvetlendiri­ len fotoğrafın en çarpıcı özelliği gazilerin poz verirken giydik­ leri Galatasaray Kulübü tarafından çıkarılmış “Cesaret” temalı formanın ve gazilerin fotoğraftaki konumlanışlannm sakatlığı gözden uzak tutan bir niteliği olması (Resim 10). Daha önce de değinildiği gibi, asker sakatlığının ne şekilde temsil edileceğini kontrol altında bulundurma çabası mesele­ nin politik sonuçlarını kontrol altında bulundurma çabasına işaret eder. Yukarıda farklı örnekleri verilen gazilerin temsilin­ den belli bir politik etki yaratmak için faydalanılması “açılım” sürecinde de kendini göstermektedir. Ertuğrul Ûzkök’ün 11 Kasım 2009 tarihli köşe yazısında “açılım denen şeyin” önce­ likle “kolu, bacağı kopmuş, içinde bir yerde hâlâ Vatan sağolsun’ yazıyor” diye tarif ettiği, “Kandil’den gelenleri görünce is­ yan duygusuna kapıldığı” uyarısını yaptığı gaziye anlatılması gerektiğini söylemesi bu konudaki en çarpıcı örneklerden bi­ ri.173 Dikkat çekici bir diğer durum ise 20 Mart 2010 tarihinde Vatan ve Radikal gazetelerinde yer alan Abdullah Gül’ün An­ kara’da bulunan TSK Rehabilitasyon ve Bakım Merkezi’ni zi­ yareti ile ilgili haberlerin karşılaştırılmaları ile ortaya çıkmak­ ta. Radikal gazetesi haberi “Gazilerden Gül’e Sitem” başlığıy­ la ve Gül’e verilen, gazilerin taleplerini içeren dilekçenin içe­ riğine odaklanarak verirken Vatan gazetesinin başlığının “Şe­ hitlerin Kemikleri Sızlamasın” olması üstünde durulması ge­ reken bir tercihtir. Vatan’m haberi de dilekçeden bahsetmek­ te ancak dilekçede yer alan, “demokratik açılım çerçevesin­ de geliştirilecek politikaların şehitlerimizin kemiklerini sızlat­ mayacak, gazilerimizin onurunu ve şerefini kırmayacak şekil173 Ertuğrul Özkök, “O Şarapnel Suratımızda Patlarsa”, Hürriyet, 11.11.2009.

448

de düzenlenmesi”ni talep eden maddeye ağırlık vermektedir. İki gazetenin fotoğraf kullanımları karşılaştırıldığında, bu ya­ zıda çizilmeye çalışılan çerçeve uyarınca görülür ki, gazilerin sembolik kimlikleri ön plana çıkarıldığı ölçüde bedenleri gö­ rünmez kılınmaktadır (Resim 11 ve 12).174 Bu yaklaşım ayrı­ ca gazilerin ağzından neden kendileriyle ilgili değil de şehit­ lerle ilgili olan sözün başlığa taşındığını anlamlandırmayı da kolaylaştırır. Benzer bir örneğe Ayşe Arman’m yukarıda atıfta bulunulan Bedri Aluçlu ile yaptığı röportajda da rastlanır. Ar­ man’m “Güneydoğu meselesi nasıl çözülebilir?” ve “Kürt Açı­ lımı hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorularına Aluçlu’nun verdiği “Sizi üzmek istemem ama kimse çözemez. Çünkü bu­ günkü değil, çok eski mesele,” ve “Açılım lazım. Ama sadece Türkiye’nin Doğusu’na değil, her tarafına!” şeklindeki cevap­ lar siyasi çözüm konusunda pek de iyimser olmayan bir hava yaratılmasına neden olur.175 Hürriyet’te yayımlanan 1992 ta­ rihli röportajlarda da aynı doğrultuda bir örneğin yer alması 174 Resim 11, “Gazilerden Gûl’e Sitem”, Radikal, 20.03.2010; Resim 12, “Şehitle­ rin Kemikleri Sızlamasın”, Vatan, 19.03.2010. 175 Ayşe Arman, “Mayın, Emrimdeki Askerin Elinde Patlasaydı O Zaman Yıkılır­ dım”, Hürriyet, 07.02.2010.

önemlidir. Görüşme yapılan askerlerden Astsubay Haşan Şimşek’in “Bu iş şeffaflıkla falan halledilmez,” sözü başlığa taşına­ rak vurgulanmıştır.176 Her iki örnekte de Kürt sorununun po­ litik çözümü ile ilgili yorumların sivillerden değil profesyonel asker olan gazilerden geliyor olması dikkat çekicidir. İkinci örnekte Haşan Şimşek’in sözlerine “Askere yetki, ama tam yet­ ki verilmeli,” şeklinde devam etmesi gazetenin şeffaflıkla ilgi­ li yorumu başlığa taşımasının ardında askerî çözüme kamuo­ yu desteği sağlamak amacı taşıdığım gösterir. Son olarak değinilecek örnek, 2011’de yeniden başlayan as­ kerî operasyonlara toplumsal meşruiyet kazandırmanın bir parçası olmanın ötesinde, gaziliğin sınırlan genişletilerek yeni­ den tanımlanmasıyla ilgili anlamlar da taşımaktadır. Sabah ga­ zetesinde 23 Nisan ve 22 Mayıs 2012 tarihlerinde yayımlanan haberler “En Genç Gazi”/“Gazi Nuran” ile ilgilidir. 17 yaşında­ ki Nuran Evin’in “gazi” olmasının yasal altyapısını AKP’nin ba­ sında kısaca “Sivil Şehit Yasası” olarak adlandırılan ve “terör olaylannda” ölen sivilleri şehitlik, sakatlananlan gazilik kapsa­ mına alan düzenlemeyi de içeren yasa oluşturmaktadır. Tem­ muz ayında Meclis’te kabul edilen düzenleme ile ilgili ayrıntıla­ rın Tayyip Erdoğan tarafından Mart ayında açıklanmasının kısa bir süre sonrasında yayımlanan haberler henüz resmen yürür­ lükte olmayan “sivil gazi” kavramını dolaşıma sokma işlevi gö­ rür. Haberde 2011’de Siirt’te PKK saldırısı sonucu sakat kalan ve iki ablasını kaybeden Nuran’ın “Benim gönlümde 2 ablam da şehitti zaten. Ama devletin bize bu mertebeyi verecek olma­ sı beni çok mutlu etti. Ben de gaziyim. Gazi Nuran,” dediği be­ lirtilir.177 Tam da 23 Nisan’da “en genç gazi” olarak haber olan Nuran’ın “Ben Kürdüm. Bu haldeyim. Bu halimi PKK görsün ve yaptığından utansın” ifadesi askerî çözümün bir kez daha hâkim olmaya başladığı bir dönemde PKK’ya karşı öfke uyan­ dırarak askerî operasyonlara destek sağlama amacı güder ki bu daha önce de rastlanılan bir durumdur. Burada esas dikkat çe­ kici olan nokta, ortaya ilk kez erkeklik ve askerlikten bağım176 Hürriyet, 01.11.1992. 177 Sabah, 23.04.2012.

sız bir gazi tanımı ve temsili çıkıyor olmasıdır (Resim 13). Yasanın getir­ diği tanımın top­ lumsal yansımaları ve bu yeni katego­ rilerin medya tem­ silleri ile ilgili yo­ rum yapmak için henüz erken olsa da bu durumun erkeklerin askerlik üzerinden devletle kurduk­ ları ilişkide önemli değişiklikler yaşanmasına yol açacağı söy­ lenebilir. Görünen o ki yasanın şehit ve gazi kapsamını geniş­ letmesi erkeklik-savaş-sakatlık arasındaki ilişkileri sorunsallaş­ tırmak yerine, “kültürün bir bileşeni olarak askerlik” algısının toplumda değiştiği ve gevşemeye başladığı bir dönemde gazili­ ği, kategorinin eski sınırlarını bozarak sivilleri, en önemlisi de kadınları içine alacak şekilde yaygınlaştırarak dönüştürmek gi­ bi bir işlev üstlenecek. Gazi tanımı son düzenlemelerle bu şekilde genişletilirken, bir yandan da askerlikleri sırasında ruhsal ya da bedensel ha­ sar gören bazı askerlerin gazi sayılmaması söz konusu. Bu du­ rumun gerekçelerini üç grupta incelemek mümkün. Birin­ ci grubu, askerî eğitimler sırasında ya da çeşitli kazalar sonu­ cu sakat kalanlar oluşturuyor. 4417 saylı kanuna göre, sakatla­ nan bir askerin malul gazi sayılabilmesi için sakatlanmaya yol açan olayın savaş ya da çatışma bağlantılı olması gerekiyor. Bu­ nun dışındaki sebeplerle sakatlanan kişiler “vazife malulü” sa­ yılıyor.178 1999 yılında yapılan düzenlemeye dek, sakatlanma sebebi yararlanılan haklar açısından bir fark yaratmamaktaydı. Ancak bu yıldan sonra ortaya iki farklı sakat asker kategorisi çıkması, özellikle vazife malulü sayılanlar açısından önemli bir 178 Bu konudaki askeri yargı kararlarım ele alan gazete haberlerinden örnekler için, bkz. “Askeri Yargıda Bir Skandal Daha”, Zaman, 29.06.2011; “Gazilik Tartışması”, Hürriyet, 21.09.2011.

mağduriyete sebep oldu.179 Bu konuda bir örnek, “terör gazisi” sayılmadığı anlaşıldığı için, Sosyal Güvenlik Kurumu’nun pro­ tez parasını geri istediği Haşan Ata’nın durumu.180 Bu örnek, askerin beden bütünlüğünün bozulması ve bunun kısmen tela­ fisi konusunda, devletin kendi sorumluluk sınırım dar çizmek için gösterdiği çabayı serimlemesi açısından dikkate değer. Bu noktada, bedenin çatışma sonucu hasar gördüğü her du­ rumun gazi unvanı verilmesiyle sonuçlanmadığını not etmek gerek. Çatışmada yaralanan ve tamamen iyileşen181 ya da vü­ cudunda şarapnel parçası ya da kurşun kalmış şekilde iyile­ şen askerler182 ile “uzuv kaybı ve tatili olmamıştır” raporu verilenler,183 gazi sayılmayan ikinci grubu oluşturuyorlar. As­ keri Yüksek İdare Mahkemesi bu konuda verdiği kararlardan birinde yüzde 15’lik bir işgücü kaybını yeterli saymadığını, ora­ nın en az yüzde 30 olması gerektiğini belirtiyor.184 Oysa, yüzde 30’un altındaki bir kaybın da kişinin hayatını çok ciddi şekil­ de etkileyebildiğine dair örnekler mevcut. Askerden önce inşa­ at işçiliği yapan ve sağ eline isabet eden şarapnel yüzünden iki parmağını kullanamaz hale gelen Mehmet Emin Ekelik’in “Evi­ ne alnının teriyle ekmek getirecek Mehmet öldü” sözleri bu du­ rumun çok çarpıcı bir ifadesi.185 Maddi beklentileri olmadığını, yalnızca gazilik unvanı istediklerini belirten askerlerin mevcu­ diyeti, kalıcı olmadığı durumlarda bile bedensel hasarın sem­ bolik tazmininin önemine işaret ediyor. Gazi sayılmayanların oluşturduğu son kategoride askerlik­ le bağlantılı olarak psikolojik ya da psikiyatrik sorunlar yaşa­ 179 Gazi ve şehit yakınlarının bu konudaki mağduriyederin giderilmesine yönelik talepleri için, bkz. “Şehit Aileleri ve Gaziler de Açlık Grevi Yapacak”, Radikal, 09.11.2012. 180 “Gazi Değilsin Protez Parasını Ver”, Radikal, 13.02.2012. 181 “Maaş İstemem Madalya Yeter”, Sabah, 07.10.2012. 182 “Yaralı Askerin ‘Gazi’lik Mücadelesi”, 02.10.2012, http://www.palandokengazetesi.net, (Erişim tarihi: 09.12.2012). 183 “Karakol Baskınında Yaralanan Askere Büyük Ayıp”, Sabah, 30.10.2012. 184 http://w w w .m sb.gov.tr/ayim /A yim _karar_detay.asp?ID N O =4416& c tg=000002000026000065. 185 “Karakol Baskınında...”, a.g.y.

yanlar yer alıyor.186 Bu durumu doğuran iki ana neden ön pla­ na çıkıyor: çatışma esnasında yaşanan travma187 ve kötü mua­ mele.188 Şehit Aileleri Federasyonu Başkanı Hamit Köse’nin te­ laffuz ettiği tahmini rakama göre, askerlik sırasında çatışma de­ neyimi ya da benzeri sebeplerle psikolojik ya da psikiyatrik so­ runlar yaşayan 6 bin er ve erbaş bulunuyor ancak bu kişiler ga­ zi sayılmıyorlar.189 Köse’nin verdiği bilgiye göre, heyet rapo­ runda askerlikle bağlantılı bir olay yüzünden akıl sağlığının kaybedildiği tespiti yapıldığı takdirde gazi unvanı almak müm­ kün. Ancak mevcut örnekler devlet kuramlarının bu tespiti yapmaya yanaşmadıklarını, durumun askerlik öncesi rahatsız­ lıklara dayandırıldığını gösteriyor.190 Bu durum gazilik ve be­ densel sakatlık arasında sıkı bir bağ kurulmasına neden olur­ ken, gazilik kavramı üzerinden, beden ve zihin arasında net bir ayrım da yapmış oluyor. Bununla bağlantılı olarak, TSK’nm “Güneydoğu Sendromu” kavramını reddettiğinin de altını çiz­ mek gerek. Asker psikolojisiyle ilgili çalışmaları bulunan Pro­ fesör Tabip Albay K. Nahit Özmenler’in, çatışmaya katılan as­ 186 Bu konuda Melek Demir’in El Cezire için yaptığı “Smell of Gunpowder” isim­ li belgeseli anmak gerek, http://www.aljazeera.com/programmes/aljazeerawor ld/2012/09/2012917151659292430.html. 187 “Aklını Kaybetti Gazi Sayılmadı!”, Milliyet, 09.07.2012. Bu örnekte, yüzde 80 işgücü kaybı yaşayan Rıza Gûl’e Kaymakamlık tarafından “özürlü ve bakıma muhtaç maaşı” bağlandığı belirtiliyor. Aktütün Jandarma Sınır Karakolu’nda askerliğini yaptığı sırada psikolojisi bozulan Esat Yüksel’in ifadesi, bu travma­ nın TSK eliyle de yaratıldığı durumların varlığına işaret ediyor. Yüksel, nöbet sırasında uyumalarını engellemek için kendilerine o bölgede çıkan çatışmalar­ da ve PKK baskınlarında yaşamını yitirmiş askerlerin ve PKK’lılann parçalan­ mış cenazelerini gösteren görüntülerin izlettirildiğini ve birçok askerin ölüm korkusuyla psikolojilerinin bozulduğunu, bazılannınsa intihar ettiğini belir­ tiyor. “Bir Askerin Hakkari Anılan”, 26.11.2012, www.yuksekovahaber.com, (Erişim tarihi: 26.11.2012). 188 “Askerde ‘Şizofren’ Oldu, ‘Gazi’ Unvam İstiyor”, Radikal, 14.09.2012. Gazi un­ vanı talebi çerçevesinde ele alınmamış olsa da aynı içeriğe sahip iki haber için, bkz. “Bir ‘Full Metal Jacket’ Hikâyesi”, Radikal, 24.01.2012 ve “Bu Kez Delirt­ tiler”, Özgür Gündem, 15.05.2012. Askerde kötü muamele ve çeşitli etkileri, özellikle Asker Haklan inisiyatifi ve hazırladıklan rapor aracılığıyla, son dö­ nemde görünürlüğü artan bir konu haline geldi. Daha aynntılı bir açıklama için, bkz. derlemenin “Giriş" bölümü. 189 “Vatan Sana Aklım Feda!”, Radikal, 11.07.2012. 190 Örneğin, “Askerde ‘Şizofren’ Oldu”, a.g.y.

kerlerin ruhsal açıdan etkilenmelerinin normal bir durum ol­ duğu, ancak insanların deprem yüzünden de ruhsal etkilenme yaşadıkları ve askerlerin durumunu sendrom olarak tarif etme­ nin doğru olmadığı açıklaması TSK’nın bu konu karşısındaki kurumsal tavrının bir özeti niteliğinde. Bu yaklaşımın nedeni­ ni asker-millet mitinde aramak gerekli. Kültürün doğal bir par­ çası olarak görülen bir pratiğin psikolojik rahatsızlık yarattığı­ nı kabul etmek, şüphesiz bu mitin kendisinden vazgeçmek an­ lamına gelecektir.

Bitirirken

Militarist milliyetçi ideoloji için askerlerin popüler imgelemde ne şekilde yer aldığı, özellikle de savaş dönemlerinde son de­ rece önemlidir. Bu yazı kapsamında incelenen örneklerde de belli bir savaşın hâkim ideoloji tarafından yapılan tarifinin o savaşta yer alan askerlerin tarif edilme biçimlerini önemli öl­ çüde belirlediği görülmüştür. İncelenen örneklerin de işaret ettiği üzere, asker sakatlığı militarist ezberi bozan en önem­ li unsurlardan biridir. Dolayısıyla medyada yer alan gazi tem­ sillerinin militarist milliyetçi çerçevenin içinde tutulması, bu ideolojinin tahkim edilmesinde kritik bir rol oynar. Söz konu­ su olan, sakat asker bedeninin medyada hiç yer almaması de­ ğil -ki bazı durumlarda bu tarz örneklere de rastlanır- döne­ min ihtiyacına uygun şekilde, militarist ideolojiyi ve kültürü yeniden üretip pekiştirecek şekilde yer almasının sağlanması­ dır. Makale boyunca ele alınan örneklerde, Kore, Kıbrıs ve Gü­ neydoğu gazilerinin ağırlıklı olarak bu çerçevede temsil edil­ diği görülür. Asker sakatlığı devletin ve toplumun savaşın ne­ ticeleri ile ilgili sorumluluğunun en belirgin olduğu durum­ lardan biridir. Ele alman savaş ve çatışma bölgesi ile ilgili ha­ berlerde, bazı istisnalar olmakla birlikte, devletin bakım hiz­ metini gerektiği gibi yerine getiriyor olduğu ve durumun dev­ letin kontrolünde olduğu mesajının verildiği örnekler bu açı­ dan önemlidir. Yine incelenen savaşlar ve çatışma bağlamında, 2000’li yılların haberlerinde gazilerin bazı şikâyetleri dile ge­

tiriliyorsa da, hiçbir dönemde devlete karşı konumlandırılmadıkları dikkat çekmektedir. Milliyetçi ideolojinin duygudaşlık oluşturma araçlarından biri “biz-onlar” tanımlarıdır. Ele alman üç savaş/çatışma bağla­ mında bu tanımların, bazı farklarla, militarist bir temelde üre­ tildikleri görülür. Kore Savaşı’nın biz tanımına en çok daya­ nan savaş olduğunu söylemek mümkün. Savaşın, siyasi iktida­ rın ve hegemonyanın hâkim kodlarında önemli ölçüde deği­ şikliğin meydana geldiği bir döneme rastlaması, “biz”in sınır­ larının çizilmesi ihtiyacını doğurmuştur denebilir. Savaş döne­ minde asker-millet miti biz tanımına şüphesiz elverişli bir ze­ min sağlar. “Asker-millet” hem ülke içindeki farklı toplumsal unsurların ve grupların söylemsel olarak bir araya getirilme­ sinde ortak bir payda sağlar hem de Türkiye’yi dünyaya kar­ şı temsil etme işlevi yüklenen bir özellik olarak ön plana çı­ karılır. Savaşın ulusun canlanması olarak anlamlandırılmasına paralel olarak, yaralı ya da sakat oldukları durumlarda bi­ le, asker bedenlerinin sıhhatinin ve gücünün sıkça vurgulan­ dığı görülür. Birçok örnekte asker bedeninin estetize edildiği, asker sakatlığının da bu çerçevede, kahramanlık gibi vurgu­ lara ağırlık verilerek, görünmezleştirildiği dikkat çeker. Kıb­ rıs Harekâtı dönemi, Kore örneğinden “onlar” tanımlamasının ön plana çıkmasıyla ayrılır. Bu durum döneme etnik tonu ağır basan bir milliyetçilik anlayışının hâkim olmasıyla açıklanabi­ lir. Batı dünyası bu kez ortaklık kurma isteğinden çok, ayrışma noktasının referansı haline gelir. Elbette ifadelerin en sertleşti­ ği alan Kıbrıslı Rumların tasviridir. Bu dönemde ordunun kur­ tarıcı rolünün altı çizilir ve askerin gösterdiği fedakârlık kav­ ramı da bu çerçevede şekillenir. Bu döneme ait haberlerde fe­ dakârlığın daha çok bedensel hasar -yani feda edilen- üzerin­ den vurgulandığı görülür. Dolayısıyla savaşın asker bedeni üs­ tündeki etkilerinden daha gerçekçi bir dille söz edilir. Ancak bu durum sakatlık için geçerli değildir. Dönemin gazi temsil­ lerinin bir diğer baskın özelliği olan anonimlik, sakat gazile­ rin yaralılarla aynı kategoride, onlar içinde eritilerek ele alın­ ması için elverişli bir zemin sunar. Bu dönemde de, Kore Sava­

şı zamanında olduğu gibi, asker sakatlığının görsel temsili çok az sayıda ve sakatlığı geri planda tutacak, hatta göstermeyecek şekildedir. Bu durumun kısmen değiştiği, Güneydoğu gazileri­ nin medya temsillerinde açığa çıkar. Biz-onlar kategorilerinin en muğlak ve sorunlu olduğu bu son durumda bedenin da­ ha fazla ön plana çıktığı söylenebilir. Özellikle çatışmanın de­ vamlılığı temasının ön planda olduğu 1990’larda, PKK’nm as­ ker bedenlerinde yarattığı hasar çok detaylı bir detaylı bir şe­ kilde anlatılır, yaralı beden teşhir edilir. Ancak sakatlık bu kez de yaralı kategorisine eklemlenerek -dolayısıyla bedensel ha­ sarın geçici olduğu ima edilerek- geri planda kalır. 2000’li yıl­ larla birlikte gazilerin temsil ediliş biçimlerinde, temsil mecra­ sının da genişlemesiyle birlikte dikkat çekici bir çeşitlilik göz­ lemlenir. Sakatlığın bu dönemde savaşın sıcaklığı içinde ele alınmıyor oluşu gündelik hayat deneyimlerinden bahsedilmeye başlanmasını sağlar. Sakatlığın gazilerin hayatlarını ne şe­ kilde değiştirdiğine dair daha fazla ayrıntının ortaya çıktığı bu dönemde görsel temsilin sakatlığı yine, ancak bu kez daha in­ celikli şekilde, gözden uzak tutuyor olduğu belirtilmesi gere­ ken bir noktadır. Sakat gazileri konu alan haberlerin hemen hepsinde sakatlığı ikincil konuma iten başka unsurların vur­ gulanıyor olması dikkat çekicidir. Sakat gaziler savaşın bedenlerine imlenmiş olması dolayısıy­ la görünürlükleriyle her an topluma savaşı hatırlatırlar. Bu ne­ denle sakat gazilerin temsilleri savaşla ilgili hatırlama/unutma politikalarıyla doğrudan ilintilidir. Dolayısıyla mesele yalnız­ ca gözden uzak tutulan ve unutturulan gazileri hatırlamaktan ibaret değildir. Her bir savaşın politik bağlamını sorgulamaksızm gerçekleştirilecek bir “hatırlama”, Foti Benlisoy’un yerin­ de uyarısıyla, “savaşı depolitize etme riskini barındırır”.191 Ni­ tekim incelenen örneklerde gazilerin sorunlarına yer veren ha­ berlerde bile duygu ve kanaat üretiminin savaşa eleştirel poli­ tik bir yaklaşım geliştirmenin önünü tıkayacak şekilde gerçek­ leşmiş olduğu görülmektedir. Sakat gazilerin deneyimleri eleş­ tirel bir savaş analizi için kritik bir başlangıç noktası oluştur­ 191 Benlisoy, “Şimal Yıldızı”.

maktadır. Sakat gazi deneyimlerini odak noktasına almak sa­ vaşın politik boyutunun yanı sıra militarizm bağlamında cin­ siyet ve sakatlıkla ilgili tartışmaları da analize dahil etmenin gerekliliğine işaret etmektedir. Bu konuyla ilgili son gelişme olan “Sivil Şehit Yasası”, Tanıl Bora’nın belirttiği gibi, “kahra­ manlığın ‘demokratikleştirilmesinin’ bir alameti” olarak, Benlisoy’un işaret ettiğine benzer bir risk taşımaktadır.192 Yasayla yeniden düzenlenen ve kapsamı genişletilen şehit ve gazi kate­ gorileri yasa öncesi anlamıyla sakat gazinin işaret ettiği erkeklik-militarizm-beden ilişkilerini görünmezleştirme riski barın­ dırmakta. Bu durumun, Bora’nın tanımıyla içinde bulundu­ ğumuz “post-kahramanlık döneminde” fedakârlıklarıyla yüceltilmeleri giderek zorlaşan sakat gazilerin, hâlihazırda görü­ nürlüklerinin tek dayanağı olan “savaşarak gazi olma” statüle­ rini de yitirmelerine neden olacağı ve tüm politik anlamlarıyla yüzleşilmesi gereken bu grubun görünürlüğünün daha da aza­ lacağı öngörülebilir. KAYNAKÇA Açıksöz, S. C. (2011) Sacrificial Limbs o f Sovereignty: Disabled Veterans, Masculi­ nity and Nationalist Politics in Turkey, The University of Texas at Austin, yayım­ lanmamış doktora tezi. Altınay, A. G. (2004) The Myth o f the Military-Nation: Militarism, Gender, and Edu­ cation in Turkey, New York: Palgrave Macmillan. Altınay, A. G. ve T. Bora (2002) “Ordu, Militarizm ve Milliyetçilik”, Milliyetçilik: Modem Türkiye'de Siyasî Düşünce, Cilt 4, der. T. Bora, İstanbul: İletişim Yayın­ lan, 140-154. Bali, R. N. (2011) Gayrimüslim Mehmetçikler: H atıralar-Tanıklıklar, İstanbul: Lib­ ra Kitap. Balta Paker, E. (2010) “Dış Tehditten İç Tehdide: Türkiye’de Doksanlarda Ulusal Güvenliğin Yeniden İnşası”, Türkiye’de Ordu, Devlet ve Güvenlik Siyaseti, der. E. Balta Paker ve 1. Akça, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınlan, 407-431. Benlisoy, F. (2011) “Şimal Yıldızı: Kore Savaşı ‘Vatan Müdafaası’ Olunca”, bianet, 03 Ocak. Bora, T. (1994) “Türkiye’de Milliyetçilik Söylemleri: Melez Bir Dilin Kalın ve Dü­ zensiz Lügati”, Birikim, No. 67, 9-24. Bora, T. (1995) “‘Milli Dava’ Kıbrıs: Bir Velayet Davası; Türk Milliyetçiliği ve Kıb­ rıs”, Birikim, No. 77, 18-26. 192 Tanıl Bora, “İnsani Kahramanlık, Sebat Kahramanlığı, Medeni Cesaret: ‘En­ kazda Altın Tozlan’”, Birikim, No. 277, 2012, s. 57.

Bora, T. (2012) “İnsani Kahramanlık, Sebat Kahramanlığı, Medeni Cesaret: ‘Enkaz­ da Altın Tozlan’”, Birikim, No. 277, 55-64. Bourke, J. (1996) Dismembering the Male: Men's Bodies, Britain and the Great War, Chicago: The University of Chicago Press. Carden-Coyne, A. (2007) “Ungrateful Bodies: Rehabilitation, Resistance and Di­ sabled American Veterans of the First World War”, European Review o f History, Cilt 14, No. 4, 543-565. Cohen, D. (2001) The W ar Come Home: Disabled Veterans in Britain and Germany, 1914-1939, Berkeley; Los Angeles; Londra: University of California Press. Connell, R. (1998) Toplumsal Cinsiyet ve İktidar: Toplum, Kişi ve Cinsel Politika, İs­ tanbul: Aynntı Yayınlan. Douglas, M. (2007) Saflık ve Tehlike: Kirlilik ve Tabu Kavramlarının Bir Çözümle­ mesi, İstanbul: Metis Yayınlan. Edwards, M. (2003) “Philoctetes in Historical Context”, Disabled Veterans in His­ tory, der. David A. Gerber, Ann Arbor: The University of Michigan Press, 55-69. Enloe, C. (2010) “Charlene: Picking Up the Pieces", Nimo’s War, Emma's War: Ma­ king Feminist Sense o f the Iraq War, Berkeley; Los Angeles; Londra: University of California Press. Erhan, Ç. (2006) “ABD ve NATO’yla İlişkiler" (1), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşı'ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I, der. Baskın Oran, İstanbul: İletişim Yayınlan, 522-575. Erhan, Ç. (2006) “ABD ve NATO’yla İlişkiler” (2), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I, der. Baskın Oran, İstanbul: İletişim Yayınlan, 681-715. Fırat, M. (2006) “Yunanistan’la İlişkiler”, Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I, der. Baskın Oran, İstanbul: İletişim Yayınları, 716-768. Gagen, W . J. (2007) “Remastering the Body, Renegotiating Gender: Physical Disa­ bility and Masculinity during the First World War, the Case of J. B. Middlebrook”, European Review o f History, Cilt 14, No. 4, 525-541. Gerber, D. A. (2003) “Introduction: Finding Disabled Veterans in History”, Di­ sabled Veterans in History, der. David A. Gerber, Ann Arbor: The University of Michigan Press, 1-51. Gerschick, T. J. ve A. S. Miller (1997) “Gender Identities at the Crossroads of Mas­ culinity and Physical Disability”, Toward a New Psychology o f Gender, der. M. M. Gergen ve S. N. Davis, Londra; New York: Routledge, 455-478. Güvenç, S. (2010) “ABD Askeri Yardımı ve Türk Ordusunun Dönüşümü: 19421960”, Türkiye’de Ordu, Devlet ve Güvenlik Siyaseti, der. E. Balta Paker ve 1. Ak­ ça, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınlan, 255-284. Hughes, B. (1999) “The Constitution of Impairment: Modernity and the Aesthetic Oppression”, Disability & Society, Cilt 14, No. 2, 155-172. Jeffords, S. (1989) The Remasculinization o f America: Gender and the Vietnam War, Bloomington: Indiana University Press, 1989. Kızılyûrek, N. (2011) Milliyetçilik Kıskacında Kıbrıs, Istanbul: iletişim Yayınlan. Koçoglu, Y. (2001) Azınlık Gençleri Anlatıyor, İstanbul: Metis Yayınlan.

Koven, S. (1994) “Remembering and Dismemberment: Crippled Children, Woun­ ded Soldiers, and the Great War in Great Britain”, The American Historical Revi­ ew, Cilt 99, No. 4 ,1 1 6 7 -1 2 0 2 . Kowalsky, M. (2007) “‘This Honourable Obligation’: The King’s National Roll Sc­ heme for Disabled Ex-Servicemen 1915-1944”, European Review o f History, Cilt 14, No. 4, 567-584. Lande, B. (2007) “Breathing Like A Soldier: Culture Incarnate", The Sociological Review, No. 55, 95-108. Mater, N. (1999) Mehmedin Kitabı: Güneydoğu'da Savaşmış A skerler Anlatıyor, İs­ tanbul: Metis Yayınlan. McDaid, J. D. (2002) “‘How A One-Legged Rebel Lives’: Confederate Veterans and Artificial Limbs in Virginia", Artificial Parts, Practical Lives: M odem Histories o f Prosthetics, der. K. Ott, D. Şerlin ve S. Mihm, New York; Londra: New York Uni­ versity Press, 119-143. Mosse, G. L. (1985) Nationalism and Sexuality: Middle-Class Morality and Sexual Norms in M odem Europe, Madison: University of Wisconsin Press. Mosse, G. L. (1990) Fallen Soldiers: Reshaping the Memory o f the World Wars, New York; Oxford: Oxford University Press. Mosse, G. L. (1998) The Image o f Man: The Creation o f M odem Masculinity, New York; Oxford: Oxford University Press. Norden, M. F. (2003) “Bitterness, Rage, and Redemption: Hollywood Constructs the Disabled Vietnam Veteran”, Disabled Veterans in History, der. D. A. Gerber, Ann Arbor: The University of Michigan Press, 96-114. Ûztan, G. G. ve T. Ûztan (2012) “Militarizm ve Anti-Komünizmin Kesiştiği Nokta: Kore Savaşı", Toplum ve Bilim, No. 123, 232-257. Perry, H. (2002) “Re-Arming The Disabled Veteran: Artificially Rebuilding State and Society in World War One Germany”, Artificial Parts, Practical Lives: Mo­ dem Histories o f Prosthetics, der. K. Ott, D. Şerlin ve S. Mihm, New York; Lond­ ra: New York University Press, 75-101. Sayın, Z. (2000) “Batı’da ve Dogu’da Bedenin Temsilinde Haysiyet ve Zillet I”, Def­ ter, Cilt 39, No. 1, 158-204. Şerlin, D. (2002) “Engineering Masculinity: Veterans and Prosthetics after World War Two”, Artificial Parts, Practical Lives: Modem Histories o f Prosthetics, der. K. Ott, D. Şerlin ve S. Mihm, New York; Londra: New York University Press, 45-74. Shilling, C. (2003) The Body and Social Theory, Londra; Thousand Oaks; Yeni Del­ hi: Sage. Sjoberg, L. ve S. Via (2 0 1 0 ) “Introduction”, Gender, War, and Militarism: Fem i­ nist Perspectives, der. L. Sjoberg ve S. Via, Santa Barbara; Denver; Oxford: Praeger, L 1 3 . Sontag, S. (1990) Illness As Metaphor and AIDS and Us Metaphors, New York: Doub­ leday. Sontag, S. (2005) Başkalarının Acısına B akm ak, Istanbul: Agora Kitaplığı. Sûnbüloglu, N. Y. (2012) “‘Hiper-Görünürlükten Görûnmezlige’: Gaziliğin Hegemonik Erkekliğe Eklemlenmesi Üzerine Bir Medya İncelemesi”, Toplum ve Bi­ lim, No. 1 2 3 ,93-115.

Şarlak, Z. (2009) “Atatürkçülûk’ten Milli Güvenlik Rejimine: 1990’lar Türkiyesi’ne Bir Bakış", Bir Zümre, Bir Parti: Türkiye'de Ordu, der. A. lnsel ve A. Bayramoğlu, İstanbul: Birikim Yayınlan, 283-293. Turan, O. (2000) “Radyo Haftası ve 1950’de Ankara Radyosu’nun Kore Neşriyatı”, Tarih ve Toplum, No. 201, 23-30. Varga, 1. (2005) “The Body - The New Sacred?: The Body in Hypermodemity”, Current Sociology, Cilt 53, No. 2, 209-235. Yuval-Davis, N. (1997) Gender&Nation, Londra; Newbury Park; Yeni Delhi: Sa­ ge Publications.

Kürt Sorunu Bağlamında Gaziliğin Vücuda Gelişi: Egemenlik, Erkeklik ve Sakatlık S a l i h C a n A ç ik s ö z

Gazilik, günümüz Türkiyesi’nde erkeklik, devlet, milliyetçilik ve militarizm olgulannı beraber düşünebilmek için anahtar ni­ teliğinde olan bir mesele. Bu yazı, gaziliğin, Kürt sorunu bağla­ mında vücuda gelişini, yani tecessümünü tarihsel bir perspek­ tifle inceliyor. Yazıda, bu tecessümün, çatışma ortamında sa­ katlanan asker bedenlerinin alevlendirdiği erkeklik ve egemen­ lik krizlerine yanıt verme amacıyla gazilik kavramının yeniden bulunuşunun sonucu olduğunu gösteriyorum.1 Gazilik kavra­ mının şehitlikle beraber Türkiye’de milliyetçilik, militarizm ve din arasındaki en sağlam köprülerden biri olduğu hesaba ka­ tıldığında, bu yeniden bulunuşun ideolojik saiklerini anlamak çok da güç değil. Bunlara yazı boyunca değineceğim de zaten. Ancak bu yazının asıl konusu yüzeydeki bu ideolojik işlevleri mümkün kılan ve yapılandıran cinsiyetlendirilmiş sosyo-kültürel ve politik yapı ve süreçler. 1

“Buluş" kavramını, milliyetçilik literatürü içindeki “keşif’ ve “icat” tartışma­ larından kaçmanın bir yolu olarak Murat Belge’den (2008) ödünç alıyorum. Bu kavramı tercih etmemin sebeplerinden biri de bulunmuş bir gelenek ola­ rak gazilik içindeki süreklilik ve kopuşlan birlikte ifade edebilmesi. Kavramı bu yazıda sıkça “yeniden buluş” şeklinde kullanacağım, çünkü gazilik tarih boyunca defalarca yeniden bulunmuş ve her seferinde anlam kaymalarına uğ­ ramış. M. Belge, Genesis: “Büyük Ulusal Anlatı” ve Türklerin Kökeni, İstanbul: İletişim, 2008.

Bu yazıda, gaziliğin Kürt sorunu çerçevesinde vücuda geli­ şini, Türkiye’de devlet ve erkek egemenliği arasında askerlik üzerinden kurulan cinsiyetçi kontrat üzerinden okuyorum. Bu kontratın istikrarsızlaşması ve sakat kalan askerlerin yaşadığı erkeklik krizine cevap verme çabalarının gaziliğin 1990’larda yeniden bulunuşunu üst-belirlediği iddiası temel savlanmdan biri. Ayrıca, bu yeniden bulunuşu, politik gücünü bazıları birbiriyle çelişen pek çok anlamı bir arada tutarak bir gelenek his­ si yaratabilmesinden alan gazilik kavramında yarattığı dönü­ şüm açısından da inceliyorum.2 Gazilik Kürt sorunu bağlamın­ da ete kemiğe bürünürken, kavramın diğer tarihsel tecessümlerinin tortularıyla oluşan çok-katmanlı anlam kümesinde na­ sıl bir kayma olduğunu gösteriyorum. Devlet ve erkek egemenliğinin kriz sahnesi olarak gazi bedeni Osmanlı lmparatorluğu’nun üzerinde yükseldiği emperyal ege­ menlik ilişkilerinin cumhuriyet dolayımıyla ulusal egemenlik ilişkilerine dönüşüm sürecinde zorunlu askerlik kurumu tarih­ sel bir rol oynadı. Bir yandan yeni sınırlar içerisinde ulus-devletin zor aygıtları ve şiddet üzerindeki tekelini sağlama alan bu kurum, öte yandan da toplumsal cinsiyet rejiminin heteroseksüel erkek-vatandaşlann yatay kardeşliğine dayanan hayalî bir cemaat oluşturma çabalarına koşut bir biçimde dönüşümünde önemli bir yer tuttu.3 Askere alma yoluyla bütün erkek vatan2

Türkiye’de gelenek hissinin yaratımıyla ilgili olarak bkz. D. Koğacıoğlu, “The Tradition Effect: Framing Honor Crimes in Turkey”, Differences, 15(2): 119151, 2004.

3

Geç Osmanh’da başlayan cinsiyet rejiminin dönüşüm süreci için D. Kandiyoti, “Paradoxes of Masculinity: Some Thoughts on Segregated Societies", Dis­ locating Masculinity: Comparative Ethnographies, der. A. Cornwall ve N. Lindisfame, Londra: Routledge, 1994; N. Sirman, “Gender Construction and Na­ tionalist Discourse: Dethroning the Father in the Early Turkish Novel”, Gen­ der and Identity Construction: Women o f Central Asia, the Caucasus and Turkey, der. F. Acar ve A. Güneş, Boston: Brill, 2000 s. 162-176, ve J . Parla’nın Baba­ lar ve Oğullar: Tanzimat Romanının Epistemolojik Temelleri, İstanbul: İletişim, 1993 çalışmalarına bakılabilir. Ayrıca modem vatandaşlık kavramının dayan­ dığı cinsiyetçi kontrat için bkz. C. Pateman, The Sexual Contract, Cambridge:

daşlan devlet önünde “eşit” kılan bu kurum, cumhuriyet tari­ hi boyunca devletin genç erkek uyruklarına verdiği cinsiyetçi sözün bekçiliğini yaptı. Genç erkekler, devletin hükümranlı­ ğını tanıyarak kendi hanelerini kurmaya hak kazanacak ve ka­ musal alanda tam vatandaş, özel alanda ise hane reisi olarak eril hükümranlıklarını ilan edebileceklerdi. Yani ilan edildiği 1927’den itibaren Türkiye’de zorunlu askerlik devlet iktidarı ve erkek iktidarını birbirine eklemleyen bir tutkal işlevini gör­ müş, toplumsal tahayyülde “erkek gibi erkek olmak” ve “dev­ let gibi devlet olmak” kavramlannı birbirine sıkıca bağlamıştır. İşte tam da bu nedenle, zorunlu askerlik kurumu cumhu­ riyet tarihi boyunca yetişkin erkekliğe bir geçiş ayini (rite o f passage) rolünü sürdürmüştür. Antropologların tarif ettiği di­ ğer erkekliğe geçiş ayinleriyle benzer biçimde, askerlik zama­ nı gelmiş ve “çürüğe ayrılmamış” genç erkekler, yetişkin er­ kek olabilmek için erkekliğin gündelik kodlarının askıya alın­ dığı ve sembolik, fiziksel ve psikolojik şiddet biçimlerine ma­ ruz kaldıkları bir eşikten geçmek zorunda bırakılmıştır. As­ kerlikte, tıpkı sünnetteki gibi, erkek iktidarı bir çeşit kastrasyonun, erkeğin devlet karşısında iktidarsızlaştırılması yoluyla geçilen bir eşiğin sonucu olarak elde edilmektedir. Bu eşikten geç(e)meyen erkeklerin, emeklilik garantisiyle çalışmak, res­ mî olarak evlenmek ve çocukları nüfusa kaydettirmek gibi hegemonik yetişkin erkekliğin kurucu öğelerini haiz olması, ba­ kayanın vatandaşlık haklarını donduran (ve hatta vatandaşlık­ tan çıkaran) devletin zor uygulamalarıyla engellenirken, as­ kere gitmeyene kız vermemek gibi sosyal pratikler de bu ayi­ ni desteklemiştir. Geçiş ayininin tamamlandığını gösteren tez­ kere belgesinin erkeklik açısından taşıdığı toplumsal önemi uzun uzadıya tarif etmeye gerek yok. Ayinin kurucu dışına ya­ ni “çürük” olarak dışarıda bıraktıklarına bakmak yeterli: Zi­ hinsel, bedensel veya psikolojik engellere sahip olanlar veya askeri hekimlerce devletin kurguladığı eşcinsel kategorisine Polity Press, 1988. Zorunlu askerlik kurumunun farklı veçhelerinin detaylı bir analizi için bkz. A. G. Altınay, The Myth o f the Military-Nation: Militarism, Gender, and Education in Turkey, New York: Palgrave Macmillan, 2004.

uygun bulunanlar. Kaldı ki son yıllarda yükselen sakat hakları mücadelesinin milliyetçiliğin yükseldiği bir atmosferde oluşan amaçlanmamış sonucu olarak engellilerin de istek üzerine bir günlük sembolik askerlik yapmaları sağlandı ve heteroseksüel her erkek vatandaşın devletiyle “bütünleşerek” “adam” olma­ sı mümkün hale geldi. Devlet egemenliği ve erkek egemenliği arasındaki “Askerlik adam eder” ibaresiyle ifade edilen bu tarihsel denklem, Kürt sorununun 1990’larda bir savaş haline dönüştüğü koşullarda çatırdamaya başladı. Şüphesiz ki askere alma yoluyla hem dev­ let şiddetinin uygulayıcısı olan hem de devlet şiddetine maruz kalan erkekler arasında, askerlik yapmayı şu ya da bu nedenle reddeden bireyler 90’lardan önce de vardı, ancak sol tarafından sahiplenilen birkaç asker kaçağı türküsü dışında bu olgunun sosyokültürel alanda tezahürüne rastlamak güç. Oysa 90’larda bu denklemin iflası pek çok farklı alanda kendini göstermeye başladı. “Doğu”da askerlik yapma ihtimalinin, özellikle orta sı­ nıflar için hamaset edebiyatı veya devlet zoru yoluyla aşılama­ yacak bir korku yarattığı bu günlerde, bakaya sayısı yarım mil­ yonu aştı. Orta ve üst sınıflar sosyal ve ekonomik kapitalleri­ ni kullanarak çürük raporu veya kurada Doğu çekmeyeceği ga­ rantisi elde etmeye çalışmaktan, lisans ve lisansüstü eğitim yo­ luyla uzun süreli ertelemelere ve yurtdışında çalışma yoluyla ya da bedelli yasalarıyla dövizli askerlikten faydalanmaya kadar çeşitli stratejileri yaygınlaştırdılar. Dahası, devletin bütün bas­ kısına rağmen sayıları giderek artan vicdani retçiler mücadele­ lerini kamusallaştırmayı başardılar. Ne var ki, devletle erkek­ ler arasında askerlik dolayımıyla şekillenen ataerkil kontratın mührünün kırılışının cismani sembolü PKK ile girdikleri çatış­ malarda sakat kalan askerler oldu. Yetişkin, bağımsız erkek-vatandaşlar olarak erkek egemenliğinden paylanna düşeni almak yerine, sakatlık yoluyla hegemonik erkekliğin dışına itilen bu genç erkeklerin bedenleri, sakatlığın toplumsal damgasıyla işa­ retlenerek, devlet egemenliğinin Kürt sorunu ile ilgili yaşadığı krizin tecessümü oldu.

Askerlik ve sakatlık: Tersine bir geçiş ayini

Politik silahlı çatışma bağlamında yaşanan sakatlık deneyimi ile ilişkili olarak ne gibi sosyal/politik öznelerin vücuda geldi­ ğini inceleyen ve Teksas Üniversitesi-Austin’de tamamladığım doktoram çerçevesinde 2005-2007 yılları arasında İstanbul ve Ankara’da yürüttüğüm saha araştırması sırasında, onlarca “ga­ zi” ile görüşüp hayat hikâyelerini topladım. Tanıştığımızda, araştırma katılımcılarının birkaç istisna dışında tamamı otuzkırk yaşları arasındaydılar, yani benden sadece birkaç yaş bü­ yüklerdi. Çoğu, alt sınıf ailelerine destek vermek için ilk veya ortaokul sonrası çalışmaya başlamış ve çatışmaların savaş bo­ yutuna vardığı 1993-1996 arasında bölgede askerliklerini ya­ parken yaralanmıştı. Yarıdan fazlası mayın patlamalarından sonra gerçekleştirilen ampütasyon sonrası ayaklarını veya ba­ caklarını kaybetmiş, geri kalanlar ise ya fiziksel travma sonucu gözlerini kaybetmiş, ya da silah yaralanmaları nedeniyle orto­ pedik engel sahibi olmuşlardı. Görüşmeleri genellikle katılımcıların çoğu şehrin çeperlerin­ deki eski gecekondu semtlerinde yer alan ve tekerlekli sandal­ ye rampası gibi ulaşılabilirlik düzenlemelerinden yoksun evle­ rinde yaptık. Katılımcılar etnik olarak karışık ve politik olarak hareketli bu semtleri, tam da onların bölgede savaşıp yaralan­ dığı yıllarda zorunlu göçle yurtlarından sürülmüş ve şehirle­ rin etno-politik çehresini dönüştürmüş olan Kürt toplulukları ve mekânsal olarak bu mahallere sıkışmış silahlı sol örgütlerle paylaşıyorlardı. Devletin eksik (asfaltsız yollar) ya da fazla (po­ lis şiddeti) olarak deneyimlendiği bu yerlerde, gazilerin mil­ liyetçi objelerle tıka basa istiflenmiş ama kimi zaman camın­ dan sol sloganlar okunan evleri semtin genel görüntüsüyle be­ lirgin bir kontrast içindeydi. Bu gerilimli birarada yaşamın, sa­ vaşın psikolojik etkilerinden hala mustarip katılımcıların şehir mekânındaki tehdit algılarını sürekli körüklediğini araştırmam sürecince gözlemleyecektim. İşte bu evlerin salonlarında geçirdiğim saatlerde, sayısız çay ve sigara eşliğinde gazilerin hayat hikâyelerini dinledim. Bu

hikâyelerin tamamında, genellikle zorlukla ve anlatının akıcılı­ ğını bozan bir duygusal yoğunlukla nakledilen yaralanma anı, katılımcıların askerlik sonrası yaşantılarını askerlik öncesinden keskin bir biçimde ayırıyordu. Bazen yıllarca süren tedavileri­ nin gerçekleştiği askerî hastanelerden taburcu olmalarıyla, bü­ rokratik bir labirentten geçip malulen emekli olarak yasal hak­ larını kazanmaları arasında geçen zaman zarfında, çoğu mad­ di destek ve gündelik bakım için ailelerine bağımlı hale gelmiş­ lerdi. Özellikle omurilik yaralanmaları veya iki bacağın birlik­ te kaybı sonucu tekerlekli sandalye desteğine ihtiyaç duyanlar için bu durumun bazen ömür boyu sürdüğünü belirtmek ge­ rek. Bu da görüşmeciler için askerliğin, “annenin koca adamın altını bezlemek zorunda kalması” veya “babadan sigara parası istemek zorunda kalmak” ifadeleriyle özetlenebilecek kuvvetli bir utanç ve çocuklaşma hissini beraberinde getiren bir tersine geçiş ayini olarak tecrübe edilmesi anlamına geliyordu. Görüşmecilerimin hayat hikâyelerinde bu tersine geçiş ayi­ ninin pek çok ortak yönünü görmek mümkün. Çoğu, beden­ sel engelleri nedeniyle askerden önce çalıştıkları ve genelde fi­ ziksel emeğe dayanan işlerinden ayrılmak zorunda kalmış. As­ kerden önce evli olanlann ilişkilerinde maddi problemler, ar­ tan ev içi şiddet ve eşlerinin yeni bedenlerine alışamaması ne­ deniyle kimi zaman boşanma ile sonuçlanan ciddi sıkıntılara, askerden önce bekâr olanlann ise sakatlık sonrası kız arkadaş­ ları veya nişanlıları tarafından terk edilmelerine sıkça rastlanı­ yor. Öyle ki, sakatlıktan sonra “çekip gitmeyen” az sayıda ka­ dın, diğer gaziler tarafından fedakârlık timsali olarak yüceltili­ yor. Özellikle uzuv kaybı yaşayan görüşmecilerin eş bulmak­ ta oldukça zorlandığını ve müstakbel eşlerinin ailelerinin ikna edilmesi için kimi zaman gazi demeklerinin başkanlannm dev­ reye girdiğini de söylemeliyim. Alt sınıf erkeklerin, futbol oy­ nama, maça, kahveye ya da balığa gitme gibi arkadaşlık bağı kurma pratiklerinden soyutlanan görüşmeciler, sağlam beden­ li arkadaşlarından giderek uzaklaşmış. Sosyal çevrenin daral­ masına eşlik eden başka bir olgu da şehir mekânındaki savun­ masızlık hissi. Bu hissin bir yanını kent içi ulaşımda ve yapılı

çevreyi kullanımda sakatlık dolayısıyla yaşanan zorluklar, öte­ ki yanını ise kamusal alanda erkeklik yapmanın kurucu dina­ miklerinden birinin şiddet uygulamaya/uygulanmaya hazır ol­ mak olduğu bir sosyokültürel çevrede yaşamak ve sokak suç­ larının hedefi olma korkusu oluşturuyor. Bir görüşmecinin be­ lirttiği şekliyle söylersek: “Ortamlar sakat. Biz de sakat olduğu­ muz için korkuyoruz tabii”. Görüşmecilerin hayat hikâyelerini daha iyi kavrayabilmek için Türkiye’de engel sahibi insanların nasıl damgalanıp, top­ lumsal yaşamın pek çok farklı alanından dışlandığına bir göz atmak gerekiyor. Sakatlık olgusu ile yakın geçmişte yüzleşme­ ye başlayan Türkiye, son yıllarda Avrupa Birliği uyum süreci kapsamında gerçekleştirilen bir takım iyileştirici düzenlemele­ re rağmen, engel sahibi insanların yaşam standartlan, iş seçe­ nekleri ve sınıfsal/mekansal hareket kabiliyetleri açısından ta­ rihsel olarak oldukça kötü bir sicile sahip. 2002’de Başbakanlık Özürlüler İdaresi Başkanlığı, Devlet Planlama Teşkilatı ve Tür­ kiye İstatistik Kurumu ortaklığıyla tamamlanan ilk ulusal sa­ katlık araştırmasının sonuçlarına göre Türkiye’de toplam nü­ fusun %12,29’u, yani 8,5 milyon insan çeşitli sakatlıklara sa­ hip.4 Tek başına araştırmanın yapılış tarihi bile sakatlık mevzusunun devlet kademesinde cumhuriyet tarihi boyunca na­ sıl görmezden gelindiği hususunda açıklayıcı aslında. Ancak araştırma sonuçlan Türkiye’deki resmi berraklaştıran daha faz­ la bilgi de sunuyor: Ülkede sakat nüfusun %78,3’ü iş gücünün dışında yer alırken, engelliler arasında okuma yazma bilmeme oranı %36,3 ve hiç evlenmemiş olma oram ise %34,4. Özürlüler İdaresi’nin yürüttüğü başka bir ulusal araştırma ise Türkiye’de “sakat” kelimesiyle en çok özdeşleştirilen keli­ menin “muhtaç” olduğunu ortaya koyuyor.5 İşte böyle eşitsiz bir toplumsal bağlamda, ezici çoğunluğu alt sınıflardan gelen sakatlanmış askerlerin terhis sonrası yaşantılarını belirleyen te­ 4

Başbakanlık Özürlüler idaresi, “Türkiye Özürlüler Araştırması”, 2002, http:// www.ozida.gov.tr/odes/arastirma.aspx

5

Başbakanlık Özürlüler İdaresi, “Toplum Özürlülüğü Nasıl Anlıyor”, 2009, http://www.ozida.gov.tr/arastirma/toplum_ozurlulugu_nasil_anliyor.pdf

mel etmenler, ayrımcı iş gücü piyasasında ev geçindiren statü­ sünü kaybetmek ve baba ocağına (yeniden) bağımlı hale gel­ mek olagelmiş. Yani, özetlemek gerekirse, kamusal alandan ve ücretli emekten dışlanan sakatlanmış askerler, erkek egemenli­ ğinin icrası için gereken temel ekonomik ve sosyal performans­ lardan uzak düşmüş, kendilerini “muhtaç”, “yarım adam”, ve­ ya milliyetçi çıkışlarıyla tanınan futbol yorumcusu Erman Toroğlu’nun ifade ediş biçimiyle “yaşayan ölü” olarak nitelendiril­ dikleri bir kültürel ortamın içinde bulmuşlardır. Üçüncü sayfa hikâyelerinden gazilere

“Umumi sır”, Michael Taussig’in özellikle politik şiddet ve bas­ kının hâkim olduğu toplumlarda gizliliğin bir toplumsal bilme biçimi olarak işleyişini anlatmak için kullandığı bir kavram.6 Taussig’in, herkesin bildiği ama bir şekilde bilmemeyi de bildi­ ği, kamusal olarak ifade edilemeyen bir bilgiyi açıklamak için kullandığı bu kavram, 1990’lardan önce çatışmalarda sakatla­ nan askerlerin durumu için oldukça açıklayıcı. Ortada resmî olarak tanınan bir savaş olmadığı için “vazife malulü” olarak kategorize edilen bu askerler, askerliklerini bölge dışında ya­ parken silahlı çatışma ile ilgili olmayan kazalar sonucu sakat kalan diğer erlerle aynı yasal statüye ve haklara sahip bir sosyal yardım grubu teşkil ediyorlardı. Bu dönemde ortak deneyimle­ rine rağmen birbirinden büyük oranda habersiz, izole ve örgüt­ lülükten uzak şekilde yaşayan bu insanların kamusal görünür­ lüklerini, çatışmalarda yer almış askerlerin sıkça cinnet ve inti­ har haberleriyle boy gösterdiği gazetelerin üçüncü sayfalarında aramak gerekiyor herhalde. 1990’ların başlarında Kürt sorununun ve devletin soruna yaklaşımının dönüşümüyle birlikte, PKK ile çatışmalarda ya­ ralanan ve sakat kalan askerlerin hayatlannı derinden etkileye­ cek, birbirini hem besleyen hem de birbiriyle gerilim arz eden iki eşzamanlı süreç yaşandı. Bunlardan ilki, yaralanan askerle­ 6

M. Taussing, Defacement: Public Secrecy and the L abor o f the Negative, Stanford: Stanford Üniversitesi Yayınlan, 1999.

rin bedenlerinin psikolojik harp mantığına uygun bir biçimde politik metalaşması süreciydi. Tıpkı şehit aileleri gibi bu asker­ ler de, gazetelerde ve televizyonda giderek daha sık boy gös­ teren, kendileriyle röportajlar yapılan, ünlülerin, politikacıla­ rın ve üst düzey komutanlarının hastane ziyaretleriyle günde­ me taşınan kamusal figürlere dönüştü. Çatışmaların tırman­ dığı, sınır ötesi harekât tartışmalarının yükseldiği her dönem­ de görünürlükleri artan bu figürler, sakatlık karşısında hissedi­ len duygulanımları milliyetçi çıkarlara tahvil etmeye soyunan ve kayıplarım, acılarını ballandıra ballandıra anlatan melodramatik ve hamaset kokan milliyetçi bir acı ekonomisinin nesne­ si haline geldiler. Ergenekon ve darbe davalarında “ifşa” olan belgeler ışığında, gazi bedeninin politik meta olarak değerinin nasıl farklı top­ lumsal gruplar tarafından politik çıkara tahvil edilmeye çalı­ şıldığı artık açıkça bilinen bir mevzu. Bu noktada bedensel ka­ yıp ve sakatlığın getirdiği toplumsal cefanın 1990’lardan son­ ra medya yoluyla görünür hale gelmesinin, milliyetçi acı eko­ nomisi açısından yarattığı temel bir meseleyi ve bu meselenin milliyetçi söylemde nasıl çözülmeye çalışıldığını vurgulamak gerekiyor. Sakatlanan asker bedeninin politik metalaşması, tıp­ kı başka düşük yoğunluklu savaş bağlamlarında, mesela Viet­ nam’da, olduğu gibi, askere sağlam gelip sakat dönen gençle­ re verdiği sözü tutmayan devlete yönelebilecek savaş-karşıtı bir toplumsal bilince açık kapı bırakıyor(du). Dolayısıyla, politik metalaşma sürecinin milliyetçilik açısından en büyük meselesi, sakat bedenler milliyetçi hisleri pekiştirecek duygulanımlar ya­ ratacak şekilde kullanılırken, bu duygulanımların devleti hedef almasını önlemek şeklinde özetlenebilir. Tabii ki milliyetçi bir perspektiften de devletin bürokratik mekanizmaları veya tekil kurumlar bu bedenlerin cefasında müsebbip görülebilir, hatta bu düzeydeki bir eleştiri popüler/popülist milliyetçilik için vaz­ geçilmez niteliktedir. Bu perspektiften bakıldığında asıl önem­ li olan, sakat bedenin kültürel temsillerinin devletle erkek va­ tandaşlar arasındaki askerlik dolayımıyla işleyen cinsiyetçi ege­ menlik kontratına zarar vermemesi, yani halkı askerlikten so­

ğutmaması. Bu tür bir “kontrollü” milliyetçi acı ekonomisinin işleyişi için anahtar konumda olan ise Türkiye’de kültürel rezo­ nansı yüksek kurbanlık anlatısı. Benim “devlet egemenliğinin kurbanlık uzuvları” olarak adlandırdığım bu anlatı, sakat kal­ mış askerleri “vatanın ve milletin bütünlüğü için kollarını, ba­ caklarını vermiş”, yani devlet egemenliği için erkek egemenlik­ lerini feda etmiş kurban-kahramanlar olarak yeniden kodlaya­ rak, onların acılarına ve kayıplarına en azından 2000’lerin son­ larına kadar milliyetçi bir kapanım getirdi. “Gazi” bedenlerinin birer politik metaya dönüşmesi sürecine eşlik eden bir diğer süreç ise, sadece PKK ile çatışmalarda yara­ lanarak sakat kalan askerlerin tabi olduğu yeni bir yönetimsel­ lik (governmentality) rejiminin kuruluşuydu.7 Bir dizi yasal değişiklik ve sosyal güvenlik ve askerî tıp alanlannda yapılan düzenlemeler sonucu oluşturulan bu yeni yönetimsellik rejimi, kurbanlık statüsünü yüklenerek politik bir artı değer kazanmış asker bedenlerini mekânsal, sembolik ve yasal olarak diğer be­ denlerden ayıracak ve onların milliyetçi politika açısından ay­ rıcalıklı konumlarını hem yansıtacak hem de pekiştirecekti. Burada, Türkiye’nin, kitlesel sayıda savaş malulünün yarat­ tığı biyopolitik ve sosyal sorunlarla daha erken boğuşmak zo­ runda kalan pek çok sanayileşmiş ülkenin aksine, Birinci Dün­ ya Savaşı’nı cumhuriyet öncesi kurumsal altyapı ile karşılamış, İkinci Dünya Savaşı’ndan en azından faal olarak uzak durabil­ miş, sonrasında da sadece Kore ve Kıbrıs savaşlarına sınırlı sa­ yıda askerle katılmış bir ülke olduğunu belirtmek gerekiyor. Yani Kürt sorunu kapsamında yaralanıp sakat kalan askerler, cumhuriyet devletinin ilk kitlesel savaş malulü kuşağı. Bugün­ den geriye doğru bakıldığında, devletin bahsettiğimiz yöne­ timsellik rejimini 1990’lardan itibaren nasıl el yordamıyla kur­ duğu görülebiliyor. Bu rejimin mekânsal sacayağını, 1995 ile 2005 arasında geçen on yılda açılan bir dizi askerî tıp kurumu oluşturuyor. 1995 yılında Ankara’da Gülhane Askerî Tıp Aka­ demisi (GATA) bünyesinde kurulan yeni bir ortopedi kliniği 7

“Yönetimsellik” kavramı için bkz. M. Foucault Security, Territory, Population. Lectures at the Collège de France, 1977-78, New York: Palgrave Macmillan, 2007.

bu yönde atılan ilk adımdı. Politikacıların ve üst düzey komu­ tanların yaralı askerleri ziyaretleri sırasında çekilen medya gö­ rüntüleri sayesinde milli tahayyül dünyamıza giren bu kliniği, TRT’nin yine 1995’te organize ettiği “Haydi Türkiye! Mehmet­ çikle El Ele” kampanyasından toplanan altmış milyon dolarlık bağışla El Ele Vakfı’nın inşa ettirdiği 2000 yılında açılan rehabi­ litasyon merkezi, hemen arkasından Ali Çetinkaya İlk Kurşun Yaz Kampı/rehabilitasyon Merkezi ve son olarak da 2004 yılın­ da, 2002 yılında Gaziler Günü ilan edilen 19 Eylül tarihinde, ordunun komuta kademesinin katıldığı bir törenle açılan Gazi Uyum Evi adlı sosyal tesis izledi. Fakat bu yeni rejimin başlangıç tarihini 3713 sayılı terörle mücadele kanununun kabul edildiği 1991 yılma kadar uzata­ biliriz. Bu kanun, PKK ile “çatışmalarda görevleri sonucu” sa­ kat kalan er ve erbaşlara devlet kuramlarında işe yerleştirilme gibi ayrıcalıklı haklar tanırken, askerlikleri sırasında başka ne­ denler sonucu (örneğin eğitim ya da tatbikat sırasında) sakat kalan vatandaşları bu haklardan mahrum bırakıyordu. Bu ta­ rihten itibaren sürekli genişletilen bu ayrıcalıklı haklar siste­ mi, devletin refah sistemi ile ilişkileri Kürt sorununa endekslenmiş sakatlanmış erkeklerden müteşekkil bir çıkar grubunun yasal çerçevesini oluşturdu. Bu ayrıcalıklı haklar arasında işe yerleştirme kadar önemli olan iki tanesi, faizsiz ev kredisi ve si­ lah ruhsatı. Toplumsal cinsiyet odaklı bir bakışla incelendiğin­ de bu hakların ortak cinsiyetçi mantığı anlaşılabilir: Sakatlan­ mış erkekleri yeniden ev sahibi, evlenilebilir, ev geçindirebilir, şiddet uygulayabilir egemen erkek özneler kılmak, yani erkek egemenliğinin devlet eliyle yeniden tesisi. Bu iki süreç, yani PKK ile çatışmalarda sakatlanan (eski) as­ ker bedenlerinin politik metalaşması ve bu bedenleri tebaası kılan yeni bir yönetimselliğin inşası, 23 Temmuz 1999 tarihin­ de, tam da “sakatlanmış silahlı personelin” de müdahil oldu­ ğu Abdullah Ûcalan davasının ortasında, mecliste kabul edilen bir kanun vasıtasıyla iç içe geçti. Söz konusu olan 4417 sayı­ lı kanun, 1984’ten beri “vazife malulü” statüsünde değerlendi­ rilen ve PKK ile çatışmalar sonucu askerlikten malulen emek­

li edilenlere, o güne kadar sadece resmî savaş hallerinde tahsis edilen “gazi” unvanının verilmesini yasallaştırdı.8 Daha önceki yasama döneminde gündeme gelen ama görüşülmeyen bu ka­ nun teklifinin Abdullah Öcalan davası gibi kritik bir dönemeç­ te alelacele meclisten geçirilmesiyle, gaziliğin Kürt sorunu bağ­ lamında yeniden bulunuşu resmiyete dökülüyordu. 4417 sayılı kanunun kabul edildiği oturumda söz alan MHP, ANAP, DYP, DSP ve Fazilet Partisi temsilcilerinin konuşmala­ rını içeren meclis tutanaklan Türk milliyetçiliğinin farklı var­ yantlarının militarizmle ilişkisi hakkında kafa yoran herkesin ilgisini çekecektir.9 Parti temsilcilerinin istisnasız tamamının konuşmalarında kelimesi kelimesine tekrarlanan ifadelerde, gaziliğin yeniden bulunuşunun devletle erkekler arasındaki egemenlik denkle­ minde nereye düştüğü açıkça görülüyor. Bu ifadelerden ilki, “Türk Milletinin bölünmez bütünlüğü” veya “devletin bekası” için “mücadele ederken sakat kalan evlatlarımıza sadece ma­ lul sıfatını vermek Türk Silahlı Kuvvetleri ve Türk toplumunun geleneklerine uygun düşmemektedir” cümlesi. Başka bir deyişle, devlet egemenliği için sakat kalan erkeklerin sadece sa­ kat sayılamayacağı, o sakatlığın kendini aşan bir değeri olduğu iddiası. Yinelenen başka bir ifadede de şöyle deniyor: “Malul olarak hayatını idame ettirmek zorunda kalan bir şahsın haya­ ta bağlanabilmesi için, maddi açıdan tatmininin yanı sıra, ma­ nevi açıdan da tatmini gerekmektedir”. Bu ifadede zımnen ka­ bul edilen şey, yukarıda tariflediğim yeni yönetimsellik rejimi 8

4417 sayılı kanun aslında 1983 yılında cuntanın orduyla ilişkili sivillerin (or­ du emeklileri, savaş ve vazife malulleri, şehit vârisleri v.b.) gelecekteki örgüt­ lenmeleri üzerinde bir devlet kontrolü ve tekeli oluşturma amacıyla tasarladığı 2847 sayılı kanun üzerinde yapılacak iki maddelik değişiklikten ibaret. Birinci değişiklik, 2847 sayılı kanunun öngördüğü “askerî nitelikli ve milli” demek­ leri, demeklerin politik parti veya sendika gibi kurumlardan maddi yardım al­ malarını serbest bırakan yeni demekler kanununun dışında bırakırken, ikin­ ci değişiklik ise 2847 sayılı kanuna gazilik unvanını tanımlayan bir madde ek­ lenmesini sağlıyordu.

9

Söz konusu meclis tutanaklarına meclisin web sitesinden ulaşılabilir: http:// www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tutanak_g.birlesim_baslangic?P4=1193&P5= B&page 1=37&page2=37

kapsamında sakat kalan askerlere verilen maddi hakların onları sakatlığın toplumsal damgasından kurtarmaya yetmediği; yani, gazilik unvanı cinsiyetlendirilmiş yönetimsellik rejiminin bir uzantısı olarak veriliyor. Dikkat çekici başka bir yinelemede de “terörle mücadelede” malul kalanlann, “en büyük milli rütbe­ miz olan gazilik ünvanı” dolayımıyla “onur hakları”na kavuşa­ cakları. Onur ve şeref gibi kavramların Akdeniz antropolojisin­ de sıkça tartışılmış cinsiyetçi mantığı hesaba katılınca bu ifa­ deyle resim tamamlanıyor.10 Gazilik unvanının bulunuşu, sa­ kat kalışları devletin bekası için bir kurban töreni olarak kur­ gulanan “terörle mücadele malullerinin” bedenlerinde cisimleşen egemenlik krizlerini aşma yolunda atılan bir adım. Onla­ rın sakatlıklarının sadece sakatlık değil, fedakârlıktan kaynak­ lanan bir kahramanlık olduğunu beyan eden, erkek egemen­ liğinin tesisini devlet egemenliğinden ödünç alarak sağlama­ ya çalışan bir egemen buyruk. Bu buyruğun ehemmiyetini ve tutarsızlıklarını tam manasıyla kavramak için gazilik kavramı­ nın soyağacını takip ederek ufak bir tarihsel yolculuk yapma­ mız gerekiyor. Gaziliğin yeniden (ve yeniden) bulunuşu Gazilik ilginç bir biçimde üstüne çok az yazılıp çizilmiş bir kav­ ram. Gazilik kavramının dünden bugüne tarihsel ve semantik dönüşümünü inceleyen bilimsel bir çalışma elimizde mevcut değil. Böyle bir projeye en çok yaklaşan, dilbilimci Şinasi Tekin’in “Türk Dünyasında Gazâ ve Cihâd Kavramları” makale­ si11 ama o da kavramın izini sürmeyi Osmanlı’mn Kuruluş Dönemi’nde bırakıyor. Bu şaşırtıcı değil, çünkü Osmanlı tarihçi­ leri arasında gaza meselesi, Osmanlı’nm ortaya çıkışında ga­ 10

Akdeniz havzasında onur, şeref ve namus kavramlarının kurucu önemi için bkz. D. Gilmore, Honor and Shame and the Unity o f the Mediterranean, Wash­ ington: American Anthropological Association, 1987 ve L. Abu-Lughod, Veiled Sentiments: H onor and Poetry in a Bédouin Society, Berkeley: Kaliforniya Üniversitesi Yayınlan, 1986.

11

Ş. Tekin, İşti kakçının Köşesi: Türk Dilinde Kelimelerin ve Eklerin Hayatı Üzeri­ ne Denemeler, İstanbul: Simurg, 2001.

za ideolojisinin yeri üzerine bir tartışmaya kilitlenmiş durum­ da.12 Dolayısıyla, Osmanlı’nın iktidannı pekiştirdiği ve gazili­ ğin askerî/sosyal bir kurum olmaktan çıkıp bir kültürel/ideolo­ jik/din! motif haline geldiği tarihsel andan sonra, tarihçiler me­ seleye ilgilerini kaybediyorlar. Kavramı Türk-lslam sentezi çiz­ gisinde ele alan milliyetçi vakanüvisler açısından ise, zaten bir tarihsel dönüşüm söz konusu, hatta mümkün değil. Onlara gö­ re gazilik, tarih boyunca Türk’ün İslam’da, askerlikte, ve dev­ let kuruculuğunda kendini bulmasının ezel! ve ebedî simgesi olan bir tür ruh (geist), deyim yerindeyse Türklüğün tözü. Bu vakanüvislerin yaptıkları, hayalî bir süreklilik vurgusu ile gazi­ liğin çok sesli, çok katmanlı tarihini görmezden gelmekten, ga­ ziliğin tarihsel serüvenindeki kopuş, dönüşüm, kırılma ve çe­ lişkileri silmeye çalışmaktan, dolayısıyla da açıklamayı öngör­ dükleri şeye katkıda bulunmaktan ve onu yeniden üretmekten ibaret. Bu durumda, elimizdeki kaynaklarla günümüz Türkiyesi’nde gaziliğin yeniden bulunuşuna ışık tutacak bir tarihsel brikolaj yapmak gerekiyor. Gazi/gaza çifti, Türkçe’ye Arapça’dan geçen ve günün po­ litik kaygılarına göre anlamlan ve popülerlikleri salınım gös­ teren kelimeler. Gazanın İslamiyet öncesinde talan olan an­ lamı İslam’ın yayılış sürecinde “Allah yolunda kafirlerle sava­ şa” dönüşmüş ama eski anlamı da sık sık hortlamış, bazen ci­ hat/mücahit kelimeleriyle eşanlamlı kullanılan gaza/gazi çifti bir gözden düşüp bir iade-i itibara uğramış. İlk olarak IX. yüz­ yılda Maveraünnehir ve Horasan boylannda tarih sahnesine çı­ kan gaziler, geçimlerini gazadan elde edilen ganimetle sağlayan ve şövalyelik benzeri teşkilatlarda bir araya gelen savaşçı, der­ viş ve maceracılar. Gazi teşkilatlan, Güney Asya ve Anadolu/ Balkanlar gibi uç boylannda, din ve kültürlerin karıştığı ve ye­ 12

Osmanlı’da gazanın yeri konulu tartışma için bkz. L. Darling, “Ottoman Holy War in Comparative Context”, Studia Islamica, 91: 133-163, 2000; C. Kafadar, Between Two Worlds: The Construction o f the Ottoman State, Berkeley: Kalifor­ niya Üniversitesi Yayınlan, 1995; R. Lindner, Nomads and Ottomans in Medi­ eval Anatolia, Bloomington: Research Institute for Inner Asian Studies, India­ na University, 1983 ve P. W ittek, The Rise o f the Ottoman Empire, Londra: The Asiatic Society, 1938.

ni senkretizmlerin oluştuğu bölgelerde, fetih ideolojisine daya­ lı haraççı üretim tarzı bağlamında kurumsallaşmış ve Osman­ lI’nın da içinde bulunduğu askerî-politik örgütlenmelerin te­ melini oluşturmuş. Bu klasik anlamıyla gazilik, OsmanlI’nın merkeziyetçi yapı­ sı güçlendikçe tarih sahnesinden çekilmiş bir olgu. Buna kar­ şın, gaziliğin politik ve popüler rezonanslarının bir şekilde gü­ nümüze değin sürdüğü de belirtilmeli. Bir saygı ve onur unva­ nı olarak “Gazi”, içlerinde savaş görmemişler de dahil, meşru­ iyet arayışındaki pek çok Osmanlı sultanı tarafından keşfedilip taht isimlerinde kullanılırken,13 Osman Paşa gibi üst düzey ko­ mutanlara, hatta savaşta yararlılık gösteren top ve savaş gemi­ lerine dahi verilmiş.14 Bu geleneğin son büyük temsilcileri ara­ sında, unvanı para ve tuğrasına ekleten II. Abdülhamid de var. Politik merkezin dışında da, gaziliğin idealize ettiği kahraman erkek savaşçı modelinin halk kültürü üzerindeki etkisi sözlü epik şiir ve destanlar, hagiografiler, Battalnamenin kahramanı Battal Gazi gibi tarihî/hayalî karakterleri kültleştiren gazi-aziz tekke ve türbeleri ile devam etmiş. Tarihin bir cilvesi olarak tslami kökenli gazilik Kemalizm içinde yeni bir yuva buldu. Ulus-devlet yaratma sürecinde ulu­ sal bir gelenek olarak gaziliğin yeniden bulunuşu, 1921 yılına kadar gidiyor. Bu tarihte meclis, önce Fransızların direnişi kı­ rıp şehri teslim almasından bir gün sonra Antep’e, Sakarya Mu­ harebesinden hemen sonra da Mustafa Kemal’e gazi unvanı­ nı veriyor. Halifenin tahtta oturduğu koşullarda, Osmanlı siya­ si geleneklerini sürdüren bu kararların Mustafa Kemal’in lider­ liğine ve ulusal mücadeleye kitle desteği ve dinî meşruiyet ka­ zandırmak açısından önemi ortada. Asıl ilginç olan, eski bir Osmanlı komutanı olan Mustafa Kemal’in, 1934’te Soyadı Kanu­ nu, paşa da dahil, Osmanlı’dan kalan bütün unvan ve lakapla­ rı yasakladıktan ve kendisi Atatürk soyadını aldıktan sonra da­ hi, gazilik unvanını, adeta Osmanlı politik sembolizmi içinde 13

Tarihsel bir örnek için bkz. M. Baer, Honored by the Glory o f Islam: Conversion and Conquest in Ottoman Europe, New York: Oxford Üniversitesi Yayınlan, 2008.

14

Bu geleneğin en meşhur örneklerinden biri “Gazi Hamidiye” kruvazörüdür.

cumhuriyete intikal etmesinde sakınca olmayan tek şey oymuş­ çasına kişisel imzasında taşımaya hayatının sonuna kadar de­ vam etmesi. Başka ilginç bir şey de, Mustafa Kemal’in gazi un­ vanı alırken yaptığı konuşmada, bu unvanı bütün ordu adına aldığını vurgulaması. Avrupa ulus-devletlerinde vatandaş-orduya geçişle birlikte kahramanlık vasfı bireyden ulusa transfer olmuş ve bu süreç meçhul asker anıtlarında tam ifadesini bul­ muştu. Atatürk’ün konuşmasında da sanki gaziliğin ulusallaşıp, “demokratikleşmesi”ne dönük bir jest var. Hakikaten de, cum­ huriyet tarihi boyunca devlet, İstiklâl Madalyası sahiplerini ve Kore Savaşı veya Kıbrıs’ın işgaline katılan bütün askerleri “gazi” olarak nitelendirmeye devam ediyor. Burada, şeref aylığı, tütün ikramiyesi vs. gibi bir takım haklarla birlikte gelen gazi unvanı­ nın modern ulus-devletlere özgü seküler “veteran” kategorisi­ ne denk düştüğü açık. Ancak kelimenin anlamındaki sekülerleşmeyle Islami geçmişinin büsbütün silindiği de söylenemez. Cumhuriyet tarihi boyunca gaziliğin Islami yankılarının sür­ düğünü, 1930’lardan bu yana kullanılan Askerin Din Kitabı gi­ bi ideolojik metinlere bakarak bile söylemek mümkün. Kore Savaşı sırasında hükümetin savaşı “gaziler ateist komünistle­ re karşı” şeklinde resmetmesiyle gazilik kavramı soğuk savaş propagandasının emrine giriyor.15 1969 basımlı Din ve İdeolo­ ji eserinde, modern Türkiye’de gazi/gaza meseleleriyle ciddi şe­ kilde ilgilenmiş yegane sosyal bilimcilerden olan Şerif Mardin, o günün gazetelerinin Seyyit Battal Gazi gibi menkıbeleri tefri­ ka ettiğini ve bir sokak kitapçısının en çok sattığı kitapların ta­ rihî gazi romanları olduğunu söylediğini nakledip, kitle ileti­ şim araçlarının yaygınlaşmasının gazi imajını popülerleştirdi­ ğini belirtiyor. Mardin’e göre gazi/gaza anlam kümesi Osmanlı toplumsal formasyonunun bir tortusu. Kemalizm’in özellikle de kırsal bölgelerde İslam’a kültürel ve ahlaki alternatifler yaratamaması sonucu gücünü sürdüren bu anlam kümesi, Mardin’e göre kül­ 15

S. Kaplan, “Din-u Devlet AH Over Again: The Politics of Military Secularism and Religious Militarism in Turkey Following the 1980 Coup”, International Journal o f Middle East Studies, 34: 113-127, 2002.

türel önemi açısından “haram/harem” ile kıyaslanabilecek bir kök paradigma, yani sosyal aktörler için davranış modeli teşkil eden çok temel bir önkabuller örüntüsü. Bu kök paradigma sa­ yesinde bir er köyünde kendini Battal Gazi gibi hissedebilmek­ tedir, saptamasında bulunan Mardin, gaziliğin yakın gelecekte yeniden vücuda geleceği haklı öngörüsünde bulunuyor. Gazilik 1970’lerde Kıbrıs savaşı sırasında yeniden bulunup, kitlelerin milliyetçi mobilizasyonu için kullanılıyor.16 (Cü­ neyt Arkın’ın şimdi mizah konusu olan Battal Gazi filmlerinin bu döneme denk gelmesi de manidar.) Gaziliğin Türkiye siya­ si kültüründeki yerinin iyice sağlamlaşmasının tarihi ise tabii ki Türk-lslam sentezini resmi ideoloji kılan darbenin yapıldığı 1980. Türk-lslam sentezinde gazi/gaza fikri milliyetçilik ve di­ ni teğellediği için önemli. Bu ideolojinin temsilcileri, ya Türk milleti ve İslam’ın gazilikte tarihsel ifadesini bulan aynı cevhe­ ri paylaştığını, ya da Türklüğün özünün, Türkler İslam’ın kılı­ cı olarak gaza ettikçe kendini gerçekleştirdiğini savunuyorlar. 1980 sonrası okul müfredatında bu fikirler doğrultusunda ga­ zilik kavramının öne çıkarıldığı, ders kitaplarında “asker mil­ let” Türklerin İslam’ı seçmesindeki en büyük nedenin gaza ru­ hu olduğu fikrinin işlendiği görülüyor.17 Görüşmecilerimin de içinde bulunduğu kuşağın okulda gazilik fikriyle tanıştığı bu yıllar, aynı zamanda Kürt sorununun silahlı mecraya aktığı yıl­ lar. Bu da bizi tekrar 1999 yılına, 4417 sayılı kanunun kabul edildiği güne getiriyor. Kurban-kahramanlar olarak gaziler

Bütün bu tarih göz önüne alındığında gaziliğin devlet-PKK ara­ sındaki çatışma bağlamında konuşlandırılmasının neden çetre­ filli bir iş olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Bir kere ortada gazili­ 16

Ş. Mardin, Religion and Social Change in Turkey: The Case o f Bediüzzam an Sa­ id Nursi, Albany: State University of New Yayınlan, 1989.

17

1980 darbesini izleyen yıllarda okul müfredatının Türk-tslam sentezine para­ lel biçimde militarizasyonunu inceleyen bir çalışma için bkz. S. Kaplan, The Pedagogical State: Education and the Politics o f National Culture in Post-1980 Turkey, Stanford: Stanford University Press, 2006.

ğin güçlü tslami rezonansları var ve PKK’nin Marksist-Leninist mirası ile körüklenen ve “sünnetsiz terörist” söyleminde tam ifadesini bulan “bunlar aslında Ermeni” veya “PKK ASALA’nın devamı” propagandasına rağmen, nihayetinde savaşılanlar “ka­ fir” değil. Buna ilaveten, gazilik cumhuriyet kurulduğundan beri savaşa katılan bütün askerlere verilen bir paye olmuş. Ne var ki Kürt sorunu bağlamında resmî bir savaş ilanı olmadığı gibi, devlet PKK’yi uluslararası savaş sözleşmesi hukukunun meşru bir aktörü haline getirecek herhangi bir adımdan imti­ na eder halde. Üstüne üstlük, vücudu parçalama ve parçalanan vücudu hayatta tutma olasılığını ciddi şekilde arttıran silah ve tıp teknolojileriyle modem zamanlarda harp malulü sayısı kat­ lanmış olsa da, gazilik unvanının yakın döneme kadar sakat­ lıkla doğrudan bir ilgisi yok. Hatta mesela Yakup Kadri’nin Yaban’ına bakacak olursak, bu topraklarda sakatlığın damgasının gazilik kavramını gölgede bırakacak kadar büyük olduğunu id­ dia edebiliriz. Oysa şimdi bu paye, devlet egemenliğine yönelik bir tehdit olarak algılanan bir durum için bir istisna yaratılarak, sadece sakat kalan askerler için kullanılmak isteniyor. Muhte­ melen burada işin politik ekonomisi de devreye giriyor. Savaş ekonomisinin yükünü taşırken, üstüne bir de PKK’ye karşı ko­ nuşlandırılmış milyonlarca askere karşı maddi yükümlülükler içine girmek devlet açısından hiç de arzu edilir bir konum de­ ğil ne de olsa. İşte, tam da bu kaygıların kesiştiği yerde, 4417 sayılı kanun­ la “dâhiyane” bir çözüm üretiliyor ve devletçe neredeyse sek­ sen yıldır sorunsuz kullanılan gazilik kavramının, kanunun görüşüldüğü oturumda söz alan parti temsilcilerinin ifadele­ riyle, “yasal bir dayanağa kavuşturulması”, “vuzuha kavuşma­ sı”, “müphemiyetten uzaklaştırılması” gereken bir şey olduğu­ na karar veriliyor. Böylece 1999 yılında, tarihte ilk defa, gazi­ liğin Kürt sorunu bağlamında yeniden bulunduğu haliyle res­ mî tarifini içerecek şekilde, devletçe yasal olarak tanımlanma­ sına karar veriliyor. Burada altı çizilmesi gereken şey, tanımla­ ma eyleminin kendisinin aslında bir yeniden tanımlama eyle­ mi olduğu.

4417 sayılı kanun gaziliği yeniden tanımlarken iki alt kate­ gori icat ediyor: “Muharip gazi” ve “malul gazi”. Kanun met­ nine bakarsak bu kategorilerden “muharip gazi”, “Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarından harbe fiilen katılanları”, “malul ga­ zi” ise “Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarından; Türkiye Cum­ huriyeti Devleti sınırlarını korumak ve güvenliğini sağlamak görevi ile harpte veya Devletin bekâsını hedef alan terör örgüt­ lerine karşı yurtiçi ve yurtdışı mücadelede her çeşit düşman ve­ ya terörist silahlarının tesiriyle veya harp bölgesindeki harekât ve hizmetler sırasında, bu harekât ve hizmetlerin sebep ve tesi­ riyle yaralanarak tedavileri sonucunda sakatlığı rapor ile kesinleşenleri” ifade ediyor. Bu tanımları Kürt sorunu bağlamında incelediğimizde orta­ ya çok tuhaf bir şey çıkıyor. PKK ile çatışmalarda sakat kalmış erkekler, muharip (savaşçı) gazisi olmayan bir (savaş olma­ yan) savaşın malul gazileri. Buradaki tarihsel ironi şu ki dev­ let “terörle mücadelede” kahraman olmak için önkoşul olarak kan dökmek, hayat kurtarmak vs. değil, “terör kurbanı” olma­ yı öne sürüyor. Bir başka deyişle, tarihsel olarak Türk milleti­ nin savaşçı ruhunun ve erkekçe kahramanlığının ifadesi olarak kurgulanan gazilik, Kürt sorunu bağlamında sakatlık için kul­ lanılan bir hüsnü tabir, bir edebi kelam haline geliyor. Kahra­ manlığın, devlet egemenliği için kutsal bir yaradan (stigma), bir uzuv feda ederek kurban olmaktan geçtiği fikri, “Ya şehitsin ya gazi” deyişini kan dondurucu bir şekilde “Ya ölürsün ya da sa­ kat kalırsın” olarak yeniden yorumlayan ve 2011 yılı boyunca Diyanetçe Türkiye’nin dört bucağında okutulan “İslam’da Ga­ ziliğin Ulviliği” başlıklı Cuma hutbesinde açıkça ifade ediliyor: Gazi ise; Allah yolunda ve vatanı uğrunda savaştığı ve şehit ol­ mayı arzu ettiği halde sağ kalan kimseye verilen addır. Gazi de, şehit olmak ve bu mertebeye yükselmek için savaştığından do­ layı o da şehitler derecesindedir. Çünkü savaşta kaybettiği or­ ganlarının onu cennette beklediğini bilmektedir. Kur’an-ı Kerim’de ve Sevgili Peygamberimizin hadis-i şeriflerinde şehitler ve gaziler övüldüğü gibi çeşitli Cennet nimetleriyle de müjde-

lenmişlerdir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmakta­ dır: “Allah yolunda yaralanan herhangi bir kimse, kıyamet gü­ nünde yarasından kanlar aktığı halde gelir, rengi kan rengi gi­ bidir, fakat kokusu misk kokusu gibidir.”18

Yeni bulunan bu haliyle gazilik kavramına içkin olan kahra­ manlık ve kurbanlık arasındaki gerilimleri en iyi özetleyecek, görüşmecilerimden biri olan Recai’nin gazi olma hikâyesi. Recai, çürük raporu almanın ileride iş bulmasını zorlaştıracağı düşüncesi ve çürük raporu alırsa eşcinsel olduğu zannedilebilir endişesiyle, bir gözündeki ciddi derecede görme kaybını asker­ lik muayenesinde gizlemiş. “Topukkoparan” diye bilinen antipersonel mayına basıp ayağı kesildikten sonra Recai’den, asker­ likten emekli olması için gereken “askerliğe elverişli değildir” yani “çürük” raporu alması istenmiş. Hayatının en büyük şok­ larından birini yaşayan Recai raporu almayı reddedip hastaneyi birbirine kattığında, doktorlardan biri onu ancak, “Gazi olma­ yı istiyor musun evladım? O zaman bu raporu alacaksın” diye­ rek sakinleştirebilmiş. Bu gerilimlerin 2000’lerde bir dizi ses getiren milliyetçi pro­ testo eylemine imza atan “Güneydoğu gazilerinin” politik öz­ nellikleri ve kolektif eylemlilikleri üzerinde nasıl ve ne gibi et­ kileri olduğunu başka bir yazımda inceliyorum.19 Bu yüzden, bu yazıda bu konuya girmeyip, bu yeni yerleşik anlamıyla gazi­ liğin, kavramın tarihindeki anlam tortularının üstüne nasıl ye­ ni bir katman eklediğini vurgulayarak bitireceğim. Bu hususta ilk söylenmesi gereken günümüz Türkiyesi’nde “gazi” kelime­ sinin pek çok çağrışımı olduğu. Tekil kullanıldığında Mustafa Kemal’i, “Son gazi hayata gözlerini yumdu” haberlerinde İstik­ lal Madalyası sahiplerini, ya da “Güneydoğu gazilerini” imleye­ biliyor bu kelime. Tam da bu çok katmanlılığı sayesinde, kav­ ram kendine politik yelpazenin hem sağ hem de solunda, hem laik Kemalist, hem de Islami muhafazakâr çevrelerde yer bula­ 18

http://www.hataymuftulugu.gov.tr/downloads.php?cat_id=2&download_id=7

19

S. C. Açıksöz, “Sacrificial Limbs of Sovereignty: Disabled Veterans, Mascu­ linity, and Nationalist Politics in Turkey”, M edical Anthropology Quarterly, 26(1), 2012.

biliyor. Ama son yıllarda Kürt sorunu bağlamında bulunan ha­ linin giderek baskın hale geldiğini iddia etmek abartı olmaz. Araştırmam sırasında özellikle 90’larda büyüyenler arasında bu anlamın hegemonya kurduğunu farkettim. Atatürk’ün göğsün­ den vurulduğu için gazi unvanını aldığını dinleyerek büyümüş bu kuşak, yaşlan iyice ilerlemiş ve yaşlılığa bağlı sakatlıklar ge­ liştirmiş İstiklal Savaşı gazileri ve “Güneydoğu gazileri”nin or­ tak yanlarının sakatlıkları olduğunu düşünüyor. Bu kadar­ la kalsa gene iyi. Son birkaç yıl içinde belediye otobüslerinde oturma önceliği olan toplumsal grupları belirten “lütfen yer ve­ riniz” tabelalarında “savaş malulleri” kategorisinin silinerek ye­ rine “gaziler” konulduğunu gözlemliyorum. Aynı şekilde spor sayfalarında büyük takımlardan biri yenildiğinde, yani zafer beklerken kayıp yaşadığında veya çok fazla sakat verdiğinde de “falanca gazi oldu” şeklinde haberleri artan bir sıklıkla görmek mümkün. Bu durumda gazilik, nasıl bugün terimin geçmiş manalannı çelişkilerle de olsa içinde banndırıyorsa, gelecekte baş­ ka bir bağlamda yeniden bulunduğunda da, bugünkü anlamıy­ la bir şekilde hesaplaşmak zorunda kalınacağını öngörebiliriz. Gazilik kavramının, tam da Kürt sorununda yeni bir evreye girilen Abdullah Öcalan davası sırasında, politik bir sosyal gü­ venlik kategorisini (vazife malullüğü) sosyal güvenlikle ilintili politik bir kategoriye (gazilik) dönüştürülerek aktive edilme­ si, devlet erkânının gündelik siyasi kaygılarının sonucu ola­ bilir. Ancak bu karar, Kürt sorununu askerî yöntemlerle çöz­ me mantık ve iradesinin sembolik düzlemde en önemli tescil­ lerinden biri. Daha da önemlisi, bu yazıda göstermeye çalıştı­ ğım üzere, gazi bedeninin toplumsal muhayyilemizde kapla­ dığı yer, gündelik siyasî kaygıları aşan, erkeklik ve egemenlik meseleleri ile ilgili derin kaygıların ve arzuların sonucu. 2009 yılında Kürt açılım/kapanımı sırasında birkaç Güneydoğu ga­ zisi eylemcinin Ankara’da işi silahlarına davranmaya kadar gö­ türdüklerini gördüğümde, bu kaygı ve arzuların anlaşılması­ nın hiç olmadığı kadar hayati olduğunu hissettim. Barış yapı­ lırken sadece toplumu militerleştiren ve çatışmaya götüren sü­ reçlerin ne olduğu değil, bu süreçlerin hangi sosyal, ekono­

mik, psikolojik vs. arzu ve ihtiyaçlara ne şekilde denk düştüğü de anlaşılmalı. Gazilik örneği bağlamında, Türkiye’de alt sını­ fa mensup sakat bir erkek olarak yaşamak, bu yaşamın bir fe­ dakârlık olduğunu ve banş sürecinin bu fedakârlığa ihanet ol­ duğunu düşünmek, ve daha da önemlisi ancak bu fedakârlık söylemi sayesinde saygın bir toplumsal role ve devletin refah hizmetlerine erişmek ne demektir, bunu düşünmeliyiz. Aksi takdirde, çatışma sürecindeki siyasî miyopluk barış sürecinde de aynen devam edecek. KAYNAKÇA Abu-Lughod, L. (1986) Veiled Sentiments: Honor and Poetry in a Bedouin Society, Berkeley: Kaliforniya Üniversitesi Yayınlan. Açıksöz, C. (2012) “Sacrificial Limbs of Sovereignty: Disabled Veterans, Masculi­ nity, and Nationalist Politics in Turkey", Medical Anthropology Quarterly, 26(1). Altinay, Ayşe Gül (2004) The Myth o f the Military-Nation: Militarism, Gender, and Education in Turkey, New York: Palgrave Macmillan. Baer, M. (2008) Honored by the Glory o f Islam: Conversion and Conquest in Ottoman Europe, New York: Oxford Üniversitesi Yayınlan. Belge, M. (2008) Genesis: “Büyük Ulusal Anlatı” ve Türklerin Kökeni. İstanbul: tletişim. Darling, L. (2000) “Ottoman Holy War in Comparative Context”, Studia Islamica 91: 133-163. Foucault, M. (2007) Security, Territory, Population. Lectures at the ColUge de Fran­ ce, 1977-78, New York: Palgrave Macmillan. Gilmore, D. (1987) Honor and Sham e and the Unity o f the Mediterranean, Washing­ ton: American Anthropological Association. Kafadar, C. (1995) Between Two Worlds: The Construction o f the Ottoman State, Ber­ keley: Kaliforniya Üniversitesi Yayınlan. Kandiyoti, D. (1994) “Paradoxes of Masculinity: Some Thoughts on Segregated So­ cieties”, Dislocating Masculinity: Comparative Ethnographies, der. A. Cornwall ve N. Lindisfame, Londra: Routledge. Kaplan, S. (2002) “Din-u Devlet All Over Again: The Politics of Military Secula­ rism and Religious Militarism in Turkey Following the 1980 Coup”, Internatio­ nal Journal o f Middle East Studies, 34: 113-127. Kaplan, S. (2006) The Pedagogical State: Education and the Politics o f National Cul­ ture in Post-1980 Turkey, Stanford: Stanford University Press. Koğacıoğlu, D. (2004) “The Tradition Effect: Framing Honor Crimes in Turkey”, Differences, 15(2):119-151. Lindner, R. (1983) Nomads and Ottomans in Medieval Anatolia, Bloomington: Rese­ arch Institute for Inner Asian Studies, Indiana University. Mardin, Ş. (1969) Din ve İdeoloji, Ankara: Sevinç Matbaası.

Mardin, Ş. (1989) Religion and Social Change in Turkey: The Case o j Bediuzzaman Said Nursi, Albany: State University of New York Yayınlan. Pateman, C. (1988) The Sexual Contract, Cambridge: Polity Press. Parla, J. (1993) B abalar ve Oğullar: Tanzimat Romanının Epistemolojik Temelleri, Is­ tanbul: İletişim. Sirman, N. (2000) “Gender Construction and Nationalist Discourse: Dethroning the Father in the Early Turkish Novel”, Gender and Identity Construction: W o­ men o f Central Asia, the Caucasus and Turkey, der. F. Acar ve A. Güneş, Boston: Brill, 162-176. Taussig, M. (1999) Defacement: Public Secrecy and the Labor o f the Negative, Stan­ ford: Stanford Üniversitesi Yayınlan. Tekin, Ş. (2001) lştikakçm ın Köşesi: Türk Dilinde Kelimelerin ve Eklerin Hayatı Üze­ rine Denemeler, İstanbul: Simurg. W ittek, P. (1938) The Rise o f the Ottoman Empire, Londra: The Asiatic Society.

Futbolda Erkeklik, Militarizm, Milliyetçilik: Tek Kale T a n il B o r a

İngiltere ve Ingilizler, öteden beri, Arjantin milliyetçiliğinin gözde düşmanı olmuştur. Futbolu, Ingilizler tarafından öğreti­ len bir ithal kültür ürünü statüsünden çıkanp, kendi damgala­ rını vurdukları otantik bir oyun olarak tahayyül etmek, Arjan­ tin milliyetçiliğinin kurucu uğraklarından biri idi.1 Dünyaya ve Ingilizlere karşı üstünlük böbürlenmesi için, futbol on yıl­ larca elverişli bir vasıta oldu. Maçist ve militarist sloganlarla, bir tür savaş ikamesiydi futbol. Bu böbürlenmenin, büyük öl­ çüde yalıtılmış bir futbol ortamında, çok uzun süre uluslarara­ sı platformda hiçbir başarı olmaksızın sürdürülebilmesi, milli­ yetçi şizofreninin bir örneğidir. 1966 Dünya Kupası’ndaki, İn­ giltere teknik direktörü Alf Ramsey’in sert oynayan Arjantinli futbolculara “hayvanlar” dediği meşhur kavgalı maçtan sonra, “lngiliz”in düşmanlaştırılması yeni bir boyut kazandı. Bu arada 1978’de Arjantin’in kendi evinde düzenlenen Dünya Kupası’m kazanması, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ekonomik ve poli­ tik krizlerle gerileyen ülkenin sadece futbolda değil her sahada yaralanmış olan “millî gururuna” kocaman bir yara bandı ya­ pıştırmaya yaradı. Latin Amerika’nın gördüğü askerî-faşist dik­ 1

Pablo Alabarces, Für Mess i Sterben? Der Fußball und die Erfindung der argenti­ nischen Nation, Suhrkamp, Frankfurt a.M., 2010.

tatörlüklerin en gaddarlarından olan Videla cuntası, 78’in rüz­ gârıyla da pompaladığı milliyetçi ajitasyonu bir fetih zaferiyle taçlandırmak üzere, 1982’de Falkland/Malvinas2 harekâtına gi­ rişti. Arjantin yakınlarındaki bu adalar grubu, 1964’ten beri çö­ zülememiş bir sorun oluşturuyordu. 1833’te burayı sömürge portföyüne katmış olan İngiltere Falkland’da self-determinasyonu sağlayacak bir rejim kurulmasını talep ediyordu, Arjan­ tin ise Malvinas’ın tarihsel olarak kendi toprağı olduğu iddiasındaydı. 1982’de adalara çıkartma yapan Arjantin ordusu, İn­ giliz kuvvetleri karşısında kısa sürede ağır bir yenilgiye uğradı. Futbolun savaşı ikame ettiği sembolik düzlemde değil, doğru­ dan doğruya askerî bir yenilgiydi bu. Yenilginin travması, ağır baskı ve yoksulluk rejimini artık milliyetçi ajitasyonla da ‘telâ­ fi’ edemeyen Arjantin cuntasının çöküşünü beraberinde getir­ di. Ne var ki İngiltere’ye yenilmenin acısı, futbolun dünyasın­ da, politik sonuçlarından ve cuntadan bağımsız bir acı idi. Ar­ jantinli taraftarlar bu yenilginin rövanşını 1986 Dünya Kupası’nda Arjantin’in İngiltere’yi yendiği maçta aldıklarını hissetti­ ler ve yıllarca bıkmadan şu tezahüratla kutladılar bunu: “That­ cher, Thatcher, Thatcher/ Nerde o karı?/ Onu arıyor Maradona/ Koymak için amma.”3 * *

*

Belgrad’m köklü takımı Kızılyıldız’m “Delije” adlı (“Kahra­ manlar” demek) azgın bir taraftar grubu var. Saldırganlığıyla dünyanın en tehlikeli taraftar gruplarından biri olarak nam sa­ lan Delije’nin şovenist ve maçist “ruh âlemini”, bu gruba aidi­ yetiyle gururlanan bir gencin kişisel internet sayfasına yazdığı şu “rap” sözlerde görebilirsiniz: “Dünya parmaklarıyla yerken/ Sırbistan’da çatal bıçak, bardak kullanırdık biz/ Bizans patriği­ ne yemin olsun/ en ufak hoşgörü yok Müslümanlara/ Çünkü onlar sahip oldular bu ülkeye/ ama Sırplar kovdu onları/ Biz­ 2

Falkland lngilizlerin, Malvinas Arjantinlilerin (1883 öncesinde İspanyolların) verdiği addır.

3

Eduardo P. Archetti, “Argentinian football: a ritual of violence?”. International Journal o f the History o f Sport, 1992/9, s. 211.

de kılıç vardı sizde ruh/ Ama unutmayın, kutsanmış olan biziz/ Sık söylemem, bazen utanırım ama/ İnanırım tanrının Sırp ol­ duğuna/ Onlardan hiç bahsetme bana/ Boşnağı, Türkü, Hırvatı, Amavutu /Sikeriz topunu”.4 1990 başlarında, daha önce Yu­ goslav gizli servisinde çalışmış, sonra mafya işlerine girmiş bir şahsiyet, “Arkan” lâkaplı Zeljko Raznatovic, bu belâlı imgesiy­ le ve Sırp ırkçısı söylemiyle kısa sürede gönlünü kazandığı Delije’nin tribün lideri oldu. Arkan, 1991-92’de Yugoslavya iç sa­ vaşının adım adım genişlemesi sürecinde, “Kaplanlar” adlı gö­ nüllü birlikler kurmaya girişti. “Adamlarını” öncelikle Kızılyıldız tribünlerinden devşirdi; çekirdeği, yüzlerce “Delije” üye­ si oluşturdu. “Kaplanlar” Bosna’da ve Kosova’da etnik temizlik operasyonunu yürüttüler. Kitlesel cinayetler ve yağmanın yanı sı ra, toplu tecavüzler gerçekleştirdiler. Kadınlara sistemli teca­ vüz, fetih akınmın “erkekçe” cephesini oluşturuyordu; Müslümanlardan alınan toprağa Sırp tohumu ekmek anlamına geli­ yordu bu, hem aşağılamanın hem ele geçirmenin en güçlü sim­ gesiydi. Delije’den milise katılan adamlar; herhangi bir yasal ve etik kontrolden azade, ‘güdülerini’ serbest bırakarak, sakmmasızlıkları, haşinlikleri, korkunçlukları, “sikicilikleri” oranında erkekliklerini kanıtlayarak, tribünlerde söyledikleri şarkıların âlemine akmış hissediyor olmalıydılar kendilerini. ie

^

-k

Bu iki örnek olay, futbol ortamında milliyetçilik, erkeklik ve militarizmin iç içe geçmesinin mekanizmalarını yeterince an­ latıyor aslında. Milliyetçiliğin, erkekliğin, militarizmin değer­ leri, imgeleri ve mecazları birbirlerini “lig usulü” besler, çoğal­ tırlar zaten. Bu simbiyotik ilişki, milliyetçilik, erkeklik/maçizm ve militarizmin birleşik olarak azdırılmasını sağlayabildiği gibi, bunlardan birinin diğerini ikame veya temsil etmesine de im­ kân verir. Ve futbol, bu simbiyoz için elverişli bir zemin sunar. (Altını çizmeliyim: elverişli diyorum, kaçınılmaz değil.) Bu ya­ zı, söz konusu simbiyozla ilgili bir zemin etüdüdür. 4

http://my.sms.atAlavor_l.990/

Topyekûn savaş

19./20. yüzyıl dönümünde Almanya’da futbolu idare eden ma­ kamlar tarafından moral eğitim için yazdırılmış “Futbolcunun yemini”nin sözleri, anavatan savunması ödevi ile erkek olma şerefini birleştirir: “Ey ana [baba] vatan, kutsal ülke/ Erkekçe özgür olma/ Görevi verdin hepimize/ Özgürlük ve adalet getir­ mek sana/ Mübarek anavatanı korumak/ Şanımız, şerefimiz! / (...) Genç kanımızı adıyoruz sana/ Kutsa bizi, erkek olalım, sağ­ lam, cesur olalım!”5 1882’de yine Almanya’da yayımlanan bir futbol el kitabı, bu sporu bir “muharebe” olarak tasvir ediyordu: “On birer savaş­ çıdan oluşan iki taraf, muharebe vaziyetindedirler. Büyük bir meşin topu ayak yardımıyla düşman bölgeye taşımak ve müm­ künse düşmanın kutsalını oluşturan kaleye sokmaktır. Bunu başaran bir kale düşürmüş olur ve düşürülen kalelerin sayı­ sı kimin galip geldiğini tayin eder. Her takımın başında, kuv­ vetlerini sahaya yayarak önderlik eden bir kaptan bulunur. En öne, topun gelmesinin bekleneceği yere, becerikli, dayanıklı ve hücuma yatkın iki oyuncu koyacak, ordusunun büyük kısmı bunların arkasına dizilecektir. Kaptan ise tehlike anında devre­ ye girmek üzere onlann gerisini kollayacaktır.”6 Örnekleri Almanya’dan vermem tesadüf değil. Birinci Dünya Savaşı öncesinde sporu, erkek nüfusu dinç ve her an savaşa ha­ zır halde tutmanın bir vasıtası olarak örgütleme stratejisi, Prus­ ya militarizminin hükmü altındaki Almanya’da geliştirilmişti. Sporu bir “barış içinde savaş” yöntemi olarak gören bu strate­ ji, topyekûn savaş kavramına dayanıyordu. Topyekûn savaş, Al­ man milliyetçiliğinin ulus-devlet inşası ve emperyalist rekabet­ teki geri kalmışlığını telâfi etmeye dönük saldırganlığının ifa­ desiydi. Buna göre modem zamanda savaşlar ordular arasında değil tümüyle milletler arasında verilecekti, dolayısıyla mille­ tin “bütün kuvvetlerinin” bu uğurda seferber edilmesi gereki­ 5

Arthur Heinrich, Der Deutsche Fussballbund - E ine politische Geschichte, Köln: PapyRossa Verlag, 2000, s. 30-1.

6

Arthur Heinrich, a.g.e., s. 35.

yordu. Futbol bu seferberlik içinde araçsallaştınlırken, Alman­ ya’da futbolu yönetenler de, topyekûn savaş kavramına “ilişe­ rek” bu sayede (yabancılık/lngilizlik ithamı altındaki) bu spo­ run statüsünü yükseltme taktiğini izlediler. Futbolun militaristleştirilmesinin Alman icadı olduğunu dü­ şünmemeli! Alman topyekûn savaş kavramı, futbolda ekili mi­ litarist tohumu sulayıp büyütmüştü sadece. Modern futbolun Britanya’daki kökeninde de, başka ülkelerde de, askerî tahay­ yülün etkisi görülür. Bu etki, öncelikle oyunun dinamiğinin, az evvel aktardığım tasvirdeki gibi, bir muharebe olarak tahay­ yül edilmesinde kendini gösterir. Bu militarist tahayyül bütün­ lüklü bir ideolojik atıf çerçevesi sunmaktan zamanla uzaklaşsa da, futbol maçlarının medyadaki anlatımında, askerî mecazla­ rın kullanımı bugüne dek sürmüştür. 1990’larda Fransa, İspan­ ya, Almanya spor basınlarında yapılan bir taramada,7 muha­ rebe, muharebe meydanı, top ateşi, topa tutmak, bombalamak, barut kokusu, kılıç ustası, savaşçı ruhu, hava saldırısı (yük­ sek ortalar kastediliyor!), generaller-erler (liderler ve ‘emekçi’ oyuncularla ilgili), fetih, cephane gibi askerî terimlerin sıklıkla kullanıldığı saptanmıştı. İspanya basınında bir galibiyeti anla­ tırken, Endülüs’ün ele geçirilip Müslüman ve Yahudilerin kit­ lesel kırıma uğratılmasının veya göçe zorlanmasını ifade eden reconquista mecazına başvurulması; Alman takımlarının atak­ larının, Nazilerin İkinci Dünya Savaşı’ndaki askerî terminolo­ jisinden alınma Blitzkrieg (yıldırım savaşı) adıyla anılması gibi uğursuz, tehlikeli kullanımlar da eksik değildir. İngiltere bası­ nı ve taraftarları, Almanya’yla oynadıkları her maçtan önce yıl­ madan İkinci Dünya Savaşı’ndaki zaferlerine atıfta bulunurlar. Bu yazı yazılırken oynanan 2010 Dünya Kupası sırasında Al­ manya’ya 4-1 yenilmeleri üzerine Daily Mail gazetesi “O zaman da [İkinci Dünya Savaşı’nda] askerlerimiz ülkelerini bu defans oyuncularının kalelerini savunduğu gibi savunsalardı bugün hepimiz Almanca konuşuyor olurduk” diye yazdı! Türkiye’de medyanın futbol söyleminde de bir Avusturya maçı söz konu­ 7

Crolley, Hand ve Jeutter, “National Obsessions and Identities in Football Mat­ ch Reports”, Fanatism! Power, Identity and Fandom in Football, s. 173-177.

su olduğunda “Viyana kuşatması” mecazının vazgeçilmez bir refleks gibi devreye girdiğini, katı savunma yapan takımlar için -son yıllarda seyrelse de, on yıllarca- “Çanakkale geçilmez” sloganının kullanıldığım biliyoruz.8 Futbolun militarist tahayyülü, bir başka düzlemde, milliyet­ çilikle eklemlenerek, onu milletler arasındaki amansız müca­ delenin bir zemini olarak görmekle ortaya çıkar. Genel olarak spor müsabakaları, galibiyet ve mağlubiyeti rakamsallaştırmalanyla, millî rekabet ideolojisini beslemeye elverişlidirler. Fut­ bol, kitlesel bir seyirlik olmasının yanında, oyunun dinamiğiy­ le ilgili askerî mecazların yerleşikliğinden ötürü, bilhassa elve­ rişlidir. Mecazların askeriliğinden öte, Pierre Bourdieu’ye gö­ re, modelini savaşın verdiği bir boy ölçüşme ve muzaffer olma “güdüsüyle” (libido dominandi: tahakküm libidosu) belirlenen oyunları hayatın kendisi gibi ciddiye almak, erkeklik için kuru­ cu mahiyette bir ülusio’dur.9 İki erkek grubunun sert, erkek­ çe boy ölçüştüğü bir spor olması, makalenin ilk bölümünde ele alınan maçist boyutla militarizmi milliyetçilik zemininde iyice hararetli biçimde kaynaştırır. Askerce tavır, milliyetçiliğin ajitasyonuyla, erkekçe tavrın şahikası olur. Fenerbahçeli milli sa­ vunma oyuncusu Basri Dirilimli’nin (1929-1999) ikonlaştırılma tarzı, bu kaynaşmanın bir timsalidir. Basri, onu krampon darbesiyle yarılmış kafasına sardığı bandajından kan sızarken gösteren fotoğrafıyla ve “Mehmetçik” lâkabıyla özdeşleşmiştir. Hırsla, azimle, acıyı duymadan, erkekçe, tekmeye kafa sokma­ nın, canını hiçe saymacasma adanmanın en yüksek mertebesi­ nin asker, yani Türk askeri, yani Mehmetçik olmak olduğunu bir defa daha hatırlatır bu ikonografi bize. 8

Emre Gökalp 1990-2002 yıllan arasında yüksek tirajlı gazetelerin spor sayfa­ lan ve spor gazetelerini taradığı araştırmada, çatışma, savaş, şiddet, cinsel şid­ det içeren fiillerin/sözcüklerin olağanüstü sık kullanıldığını tespit etmişti: “de­ virme,” “oyma,” “gömme,” “vurma," “yıkma,” “yakma,” “ezme,” “parçalama," “savaşma,” “yerle bir etme,” “fethetme," “istila etme,” “gebertme,” “imha et­ me,” “bombalama,” “şişleme” ve “kurban etme.” Emre Gökalp, “Türk Milli­ yetçiliği Söylem(ler)inin Spor Basınında Yeniden İnşası (1990-2002)”, Kültür ve iletişim, 10 (2), 2007, s. 29.

9

Pierre Bourdieu, Die mânnliche Herrschaft, Suhrkamp, Frankfurt a.M. 2005, s. 131-4.

Norbert Elias’ın çok tartışılan bir tezi var: Futbolu uygarlaş­ ma süreci bağlamında ele alır ve “kontrollü şiddet kullanımı”nı rafine etmesiyle modem özdenetim habitus’unun tipik bir ör­ neği olan bu oyunun, uluslar arasındaki savaşların ikamesi ni­ teliğindeki ritueller haline gelerek son kertede barışçı bir iş­ lev gördüğünü söyler.10 Futbolun milliyetçi-askerî-eril çatış­ mayı gerçekten ikame eden, onun yerini alan, onu “oyunlaştıran” bir işlev gördüğü tezi, uzun vadede, ikna edicilikten uzak değildir. Fakat bu, özgül tarihsel ve sosyo-politik bağlamlarda, pekâlâ milliyetçi-askerî-eril tahayyülü yeniden üretmeye elve­ rişli bir vasat oluşturmasını önlemez. Reel-sosyalist rejimlerde top koşturmuş olan askeriye kulüp­ lerine bir parantez açmak isterim. Bunların hepsi ülkelerinin en güçlü kulüpleri arasındaydı; çoğu “sivilleşmiş” olarak bu konu­ munu komyor: Bulgaristan ve Sovyetler’de CSKA’lar, Macaris­ tan’da Honved, Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde Vorwärts Leipzig/Berlin, Çekoslovakya’da Dukla Prag, Romanya’da Steaua Bükreş... İkinci Dünya Savaşı sonrasından 1990’lann başına uza­ nan dönemde bu kulüpler, hem futbolun ordu üzerinden reji­ min itibarını yükselten bir araç olarak kullanılmasını sağlamış hem de ordunun ve onun bekçisi olduğu rejimin, futbol orta­ mındaki nüfuzunu ve hükmünü yürütmesinin aracı olmuşlardı. Militarizm bahsinde son olarak biraz da Türkiye’ye eğilelim. Cumhuriyet’in kuruluş döneminde oyun olmaktan ziyade be­ den terbiyesi işleviyle düşünülen spor, nüfusu, bilhassa erkek nüfusu fiziken “şekle sokmanın” bir aracı olarak tasarlanmış­ tı. Aslında, —her alanda kendisini öncesiz bir milat olarak ko­ yan Cumhuriyet ideolojisinin aksine- daha Geç Osmanlı dö­ neminde girilmişti zaten bu yönelime. Örneğin Cumhuriyet’in spor politikasının havarisi Selim Sim, 1908’de ilk Millî Olimpi­ yat Komitesi’ni kurmuş ve ahaliye idman yaptırmak için sefer­ ber olmuştu.11 Spor, hem sağlıklı bir nüfus elde etmenin hem 10

Norbert Elias, “Der Fussballsport im Prozess der Zivilisation”, Der Satz ‘Der Ball ist rund’ hat eine gewisse philosphische Tiefe, Berlin: Transit Buchverlag, 1983, s. 12-21.

11

Bu konuda bkz., Yaşar Tolga Cora’nın bu derlemede yer alan makalesi.

bu nüfusu endüstriyel işgücü olmaya müsait bir disipline sok­ manın hem de onu askeri açıdan hazır kıta olarak tutmanın bir işleviydi. Kurucu askeri seçkinler topyekûrı savaş doktrininden derinlemesine etkilenmişlerdi. İki savaş arası dönemde Nazilerin spor örgütlenmesini örnek almaya çalışmaları, bu etkilenme­ nin devamı idi. Lâkin, Almanya’nın geç-modemleşme sürecinin “anomalisini” tanımlamak üzere kullanılan terime başvurursak, Türkiye’nin Sondenveg’inde (kendine mahsus yolunda), futbol bu stratejinin tercih edilen spor dallarından biri olmadı, dahası caydırılmak istendi.12 Futbola, kitlesel değil seyirlik bir spor ol­ duğu ve beden terbiyesinden ziyade oyun işlevi öne çıktığı için kuşkuyla bakılıyordu. Teşvik ettiği taraftarlık kültürü ve fana­ tizm nedeniyle, millî birliği pekiştirme yerine vatandaşlar ara­ sında “bölünmelere” yol açması da hoş karşılanmıyordu. Türk­ çü ideolog Nihal Atsız 21 Mart 1942’de Çmaraltı’nda okullarda eğitimin nasıl düzenlenmesi gerektiğini programlaştınrken şöy­ le yazar: “Okullar birbiri ile futbol gibi manasız ve voleybol gibi kadınca müsabakalar değil, askeri ve milli müsabakalar yapma­ lıdır. (...) Bir stadyumda iki okulu temsil eden 22 gencin lastik top ardında koşmasıyla, iki okulu temsil eden 200 gencin başla­ rında tulgalar, göğüslerinde zırhlar olduğu halde, hakiki kılıçlar veya süngülerle çarpışmaları arasındaki farkı düşünün.”13 1960’lardan itibaren popüler kültürün canlı bir sahası ve eğ­ lence endüstrisinin güçlü bir sektörü haline gelmesine bağ­ lı olarak, futbolun “barış içinde savaş” stratejileri içindeki ro­ lü değişti. Sporun stratejik işlevi artık bedenleri askerîleştir­ mek ve nüfusu askerî seferberliğe hazırlamak değil, popüler kültür alanında milliyetçi rıza üretiminin bir aracı olmaktı; mi­ litarizm, bu ideolojik yeniden üretime hararet katan bir mecaz kaynağı olarak iş görecekti. Milliyetçiliğe odaklanacağımız son bölümde, militarizmin onunla eklemlenmesinin örneklerine de temas edeceğiz. Şimdi, geçiş taksimi mahiyetinde, futbol ortamının militarizasyonuy12

Yiğit Akın, “Gürbüz ve Yavuz Evlatlar” - Erken Cumhuriyet’te Beden Terbiyesi ve Spor, İstanbul: İletişim Yayınlan, 2004.

13

Nihal Atsız, M akaleler, 3. Cilt, Baysan Basım-Yayın, İstanbul 1992, s. 191.

la ilgili uç bir “performansın” tasviriyle yetinelim. Türk Silah­ lı Kuvvetleri ile PKK arasındaki çatışmalann yoğunlaştığı gün­ lerde, 28 Ekim 2007 tarihinde Bolu’da oynanan bir 2. Lig (o za­ manki adıyla TFF 1. Lig) müsabakası, baştan sona askerî bir havada cereyan etti. Boluspor’un “Yarenler” adlı taraftar grubu­ nun organizasyonuyla, maça gelen 5 bin kişiye mavi komando bereleri dağıtıldı. Top toplayıcı çocuklar da maç boyunca ma­ vi bereyle görev yaptı. Maçtan önce bütün stad esas duruşta as­ kerlik yemini etti. “Yarenler Kuzey Irak’ta göreve hazır” ve “Öl­ mek için emirlerinizi bekliyoruz” yazılı pankartlar açıldı (Kızılyıldız ve Delije’yi hatırlayalım). Maçtan sonra Bolusporlu fut­ bolcular komando beresi ile sahayı dolaştılar ve berelerini on­ ları alkışlayan Orduspor tribünlerine attılar. Yerel basın, Bolus­ porlu futbolcuları “asker yemininin gereği gibi oynayarak” ga­ lip geldikleri için kutladı.14 “Avrupa duy sesimizi”

Bu geçiş taksiminden de çıkarsanabileceği gibi, militarizmi se­ ferber eden güç, milliyetçiliktir. Futbol, doğuşundan itibaren, milliyetçilikle sarmalanmıştı. “Futbolun beşiği” klişesiyle anı­ lan Britanya’da, futbol, İngiliz emperyalizminin ve ırkçılığının araçlarından biri idi.15 Hızla bütün dünyaya yayılan bu büyük icat, Britanya üstünlüğünün bir kanıtını teşkil eden bir gurur vesilesi idi. Bunun yanında dünyaya (yani sömürgelere) mede­ niyet öğretmenin ve tabii “vahşileri”/”yerlileri” disipline etme­ nin bir aracı olarak kullanılıyordu. Kurallara uymayı, kendi­ ni kontrolü, işbölümünü, koordinasyonu öğretmeye yarıyor­ du futbol. Sonraki evrede, sömürgeciliğe başkaldıran yerliler de futbolu bir direniş aracına dönüştürecek, futbol sömürgecilik sonrası ulusal kimlik inşasının bir bileşeni olacaktı.16 14

Bolu Olay, 29 Ekim 2007.

15 John Williams, “Lick my boots! Pabuçlarımı yala!”, Futbol ve Kültürü içinde, s. 206 vd. 16

Kurt Wächter, “Fussball und (post)Kolonialismus in Afrika”, Global Players Kultur, Ökonomie und Politik des Fussballs, der. Fanizadeh, Hödl, Manzenrei­ ter içinde, Brandes und Apsel/Sündwind, Frankfurt a. M. 2005, s. 117-132.

Futbol, sömürgecilik karşıtı mücadelelerin veya millî husu­ metlerin yüksek tansiyonuna muhtaç olmadan da, milliyetçi­ liğin jeneratörünü aralıksız çalıştırır. Sıradan/banal milliyetçi­ liğin17 ustasıdır. İki rakibin karşılaştığı spor müsabakalarının oyun dinamiği, otomatik olarak biz-onlar ayrışmasının moto­ runu işletir; modern tarihin başından itibaren tam teşekkül­ lü bir ayrımcılık aygıtını kurumlaştırmış olan milliyetçilik, bu biz-onlar nizamının doğal âmiridir. Özellikle futbol, taraftarlık alt-kültürünün güçlü özdeşleşme ve sadakat geleneği nedeniy­ le, bütün biz-onlar ayrımlarının âmiri konumundaki milliyet­ çilikle kolay anlaşır. Milliyetçiliğin ideolojik muhtevasından öte, ayrımcılığı (‘il­ ke’ olarak ayrımcılığı ve bütün özgül ayrımcılıkları) yenidenüreten bir zihniyet kalıbı olduğunu, futbol ortamında bilhas­ sa berrak görebiliriz. Irkçı beyaz İngiliz holiganlar, sair zaman­ da insandan saymadıkları siyahları (siyah İngiltere taraftarla­ rını), (beyaz) lskoçya’ya karşı oynarken geçici olarak kendi “biz”lerine dahil ederler.18 “I’d rather be a Paki than a Scouse”, yani “Scouse olacağıma Paki olsam daha iyi” sloganı, ırkçı­ lığın herkesi aşağılayan “müteselsil” mantığına örnektir.19 Irk­ çılığa meyyal fanatik taraftar kültüründe ırkçı zihniyet kalıbı sabit, içerik “zorunsuz”dur. Bu genel vasıflar çerçevesinde milliyetçiliğin futbol ortamın­ daki tezahürleri, bir ülkedeki milliyetçilik söylemlerinin20 öz­ gül motiflerine mercek tutar. Şenlikli/karnavalesk veya fana­ tik atmosfeT, -hangi yanından bakarsanız- bu motiflerin (oto-) sansürsüz dışavurumunu kışkırtır. Şimdi Türkiye’ye odakla17

Michael Billig, Banal Milliyetçilik, çev. Cem Şişkolar, Gelenek Yayıncılık, İs­ tanbul 2003.

18

Back, Crabbe ve Solomos, “Racism in football”, Fanatism! Power, Identity and Fandom in Football, der. Adam Brown, s. 76.

19

Back, Crabbe ve Solomos, a.g.m., s. 80 vd. ‘Paki’, Pakistanlılan aşağılamak için kullanılan kısaltmadır. Scouse, İngilizce’nin Liverpool’da konuşulan ve tskoççayabenzeyetv akşamdır. \ngj\tere tribûnlermdeVA \rVç\ gruplarca l-iverpool ve Everton’u aşağılamak için kullanılır.

20

Bkz. Tanıl Bora, “Türkiye’de Milliyetçilik Söylemleri: Melez bir Dilin Kalın Lügâti”, Milliyetçiliğin K ara B ahan , İstanbul: Birikim Yayınlan, 1995, s. 95132.

mp, futbol ortamının, Türk milliyetçiliğinin hangi karakteris­ tiklerini yeniden ürettiğine bakalım.21 Vatandaşlık bağından başka bir Türklük ölçüsü tanımayan siyasî-cumhuriyetçi millet tanımı ile Türklüğü özselleştiren etno-dinsel millet tanımı arasındaki, ikinci kutbun bariz biçim­ de ağır bastığı gerilimi biliyoruz. Kulüp takımlarının yaban­ cı kontenjanından tasarruf etme ihtiyacı doğrultusunda ya da milli takımda oynatma niyetiyle vatandaşlığa geçirilen yabancı futbolculara (tıpkı vatandaşlığa geçen başka “ecnebilere” oldu­ ğu gibi) kural olarak Müslüman-Türk ismi takılması (Mehmet Aurelio, Gökçek Wederson, Mert Nobre, Mertol Karatay Batista...), etno-kültüralizmin açık bir örneğidir. Dünyanın başka hiçbir yerinde, tabiyet değiştiren ya da göçmen kökenli spor­ cuların, otantik isimlerini değiştirmeye zorlanmaları (açıkça bir zorlama olmasa bile bunun beklenmesi) vaki değildir. Da­ hası, Brezilyalı Marco/Mehmet Aurelio’nun millî takım kadro­ suna alınması medyada kronik tartışma konusu olmuş, horlayıcı imaları açık “devşirme” terimi kullanılmış, Fenerbahçe’de oynadığı dönemde bir defasında tribünde rakip taraftarlarca “Mehmet olunmaz, Mehmet doğulur” pankartı açılmıştır. Her yerdeki gibi Türkiye’de de futbol millî husumet jenera­ törü işlevi görür. Etnik-millî stereotipler ve militarist metafor­ lar aracılığıyla rakip takımın ulusunu/ülkesini ötekileştirmek, vakayı adiyedendir. Kuzey Avrupa ve Kuzey Amerika’da “poli­ tik doğruculuk” töresi icabı bir ölçüde gemlenen veya daha zi­ yade Oryantalizmin “medeniyetçi” çehresi ardma gizlenen ötekileştirici dil, Türkiye’de daha (oto-)sansürsüzdür - özellik­ le, söz konusu “politik doğruculuk” modasının hemen hiç si­ rayet etmediği günlük spor gazeteleri ve çok satışlı gazetele­ rin spor sayfalarında... Hele “idmanlı” bir husumet söz konu­ 21

Bu konuda daha geniş bir yazı: Tanıl Bora-Emre Gökalp, “Futbolda Sıradan Milliyetçilik1. ‘işte böyle böyle Türklüğümüz yok oluyor”’ , Sözde Masum Milli­ yetçilik, der. Herkül Milas, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2010, s. 179-200. Daha ge­ niş bir bağlamda, Türkiye’de milliyetçiliğin milli kimliğin yeniden üretiminde­ ki rolü için, bkz. Tanıl Bora ve Necmi Erdoğan, “Dur Tarih, Vur Türkiye”, Fut­ bol ve Kültürü: Takım lar, Taraftarlar, Endüstri, Efsaneler, der. Roman Horak, Wolfgang Reiter ve Tanıl Bora, Istanbul: İletişim Yayınlan, 2001. s. 221-240.

suysa, yani millî müfredatın ve milliyetçi propagandanın düş­ man mevkiine oturttuğu bir ülkenin takımıyla Türkiye’nin bir takımı arasında bir maç oynanıyorsa, kolayca ergen erkek di­ line meyleden medya bir aşağılama cezbesine kapılır. Tribün­ lerde ırkçı sloganlar yazılı pankartlar boy gösterir. Yunan ekip­ leriyle karşılaşmalar, bunun tipik vesileleridir.22 Ulusal basın­ da pek farkına varılmamış bir örnek vakayı aktarayım; bu ör­ nek, militarist renginin koyuluğundan ötürü de dikkate değer­ dir. 2004 Sonbaharı’nda oynanan Gençlerbirliği-Egaleo UE­ FA Kupası ön tur müsabakasında, tıraşlarından ve başların­ daki inzibatlardan asker oldukları belli olan yaklaşık bin kişi­ lik bir grup tribünde yerini aldı. Maç boyunca disiplinli bir şe­ kilde, “Kahpe Yunan”lı, “Ayağa kalkmayan Yunanlı olsun”lu, “Yunanistan köpeğine...”li tezahüratlar bağırdılar. Birkaç kez, “Atina’da çalar mehter marşımız” sözleriyle başlayan ve asker eğitimlerinde sabah koşularında söylenmesi adetten olan marşı okudular. Bu olay, Spor Müsabakalarında Şiddet ve Düzensiz­ liğin Önlenmesine Dair Kanun’un yeni çıktığı ve gündemde ol­ duğu bir dönemde vuku buldu. Söz konusu Kanunun 17. mad­ desi şöyle bir hüküm getiriyordu: “Spor ahlâkına aykırı, tahrik edici, aşağılayıcı, dil, din, mezhep, ırk, cinsiyet, etnik ve siyasî ayrımcılığa yönelik söz sarf edilmesi veya bu mahiyette afiş ve­ ya pankartların müsabaka alanına veya yakın çevresine asılma­ sı yasaktır.” Belli ki böyle bir kanunun, “gâvura”, “yabancıya”, “Yunan”a karşı ırkçı ve etnik ayrımcı tezahüratı da men ettiği­ ni düşünen bir “yetkili” yoktu! Futbol ortamı, Türk milliyetçiliğinin kurucu uğraklanndan biri olan Batı kompleksini ve garbiyatçı fanteziyi23 teşhis etmek için birebirdir. Bir yandan Batı’ya özenmenin hasedi, öte yan­ dan Batı’nm Türkiye’yi dışladığı hatta sürekli onun kuyusu­ 22

Bu konuda Türkiye’den geri kalmayan Yunanistan tarafıyla mukayeseli bir inceleme: Emre Gökalp ve Nikos Panagiotou, “Futbol! Oyun mu, Savaş mı? Türkiye-Yunanistan Futbol Maçlarının İki Ülke Basınındaki Temsili ve Milli­ yetçilik Söylemi,” Uygun Adım Medya, der. lncilay Cangöz, Ankara: Ayraç Ya­ yınevi, 2008.

23

Meltem Ahıska, Radyonun Sihirli Kapısı - Garbiyatçılık ve Politik Öznellik, İs­ tanbul: Metis, 2005.

nu kazdığı inancına dayalı hınç duygusu... “Derslerini verme”, “Türk’ün kim olduğunu gösterme” hırsıyla iç içe, Batı nezdinde tanınma talebi... “Batı’dan daha Batılı” bir performansla ken­ dini (Batılılığını) kanıtlama kaygısı; bu kaygının yakıtı olarak, “Batı gözüyle nasıl görünüyorum” endişesi... Millî maçlar ve­ ya Türk takımlarının Avrupa takımlarıyla yaptıkları müsaba­ kalar, bu karmaşaların en yalın ifadelerine vesile olur. En yalı­ nı, herhalde, 1990’ların başlarından beri bu maçlarda söylenen şu tezahürattır: “Avrupa Avrupa duy sesimizi/ İşte bu Türklerin [veya yerine göre: Fener’in, Cimbom’un...] ayak sesleri/ Av­ rupa Türklerle [veya bizimle] başa çıkamaz/ [burada rakip ta­ kımın adı geçer] ibnesi kolla kendini.” Yekpare ve tekil bir öz­ ne olarak seslenilen “Avrupa”ya haddini bildirme arzusu yansır slogana; bu haddini bildirmede, (aktif-eşcinselliği erkeklik ola­ rak kodlayan) homofobik-maçist aşağılama da vardır. Bununla beraber, biliriz ki “Avrupa”yla boy ölçüşmek, kendini Avrupa platformunda kanıtlamak, kısacası “Avrupa” nezdinde kabul görmek, güzel gollerin on yıllarca “Avrupa!” sıfatıyla övüldüğü bu ülkede, vazgeçilmez bir erektir. 2000’lerde, Avrupa ve dün­ ya platformunda elde edilen başarıların,24 söz konusu hmç-haset tansiyonunu bir ölçüde düşürdüğünü gözlemek mümkün­ dür. “Avrupa duy sesimizi...” tezahüratının kullanımı tavsamış, Avrupa platformundaki rekabette takım kimlikleri öne çıkmış, milli takımla ilgili eleştirel bakış keskinleşmiştir. Fakat bu yalnızca bir eğilimdir, mutlaklaştırmamak gere­ kir. 2000’lerle beraber kazanılan özgüven kırılgan, hınç-haset kompleksi ise bakidir. 2005’teki İsviçre maçı skandali, bunu kanıtladı. Dünya Kupası eleme maçlarında İstanbul’da oynanan rövanş maçında, önce medyada, sonra İsviçre takımının Tür­ kiye’ye gelişinde, otelinde ve stadda terörize edici bir atmos­ fer oluşturuldu (seremonide Türkiye’nin bazı oyuncuları mil­ lî marşı savaş narası atarcasma “kocaman” okudular, maç es24

Galatasaray’ın 2000’de UEFA ve Süper Kupa şampiyonu olması, Türkiye ulu­ sal takımının 2002 Dünya Kupası’nda ve 2008 Avrupa Şampiyonası’nda üçün­ cülüğü kazanması, Türk takımlarının Avrupa kupalannda -ço k yukarılara de­ ğilse d e- üst turlara yükselmesinin olağanlaşması, bununla beraber sayısı kat­ lanarak artan uluslararası maçların sıradanlaşması...

nasmda bir futbolcu rakibine eliyle boğazım kesme işareti yap­ tı), Türkiye’nin elenmesiyle sonuçlanan bitiş düdüğünün he­ men ardından İsviçreli oyuncular ve hakemler sahada ve so­ yunma odası koridorlarında saldırıya uğradılar. Öte yandan, bu skandal, futbol rekabetini millî dava sayarak savaşlaştırma ira­ desinin büyük ölçüde yönetici kastın inisiyatifinde geliştiğini de gösterdi. Tribünler (alışılan ateşli tezahürat dışında) saldı­ rılara karışmadılar, medyada bu olayın sorumlularını kınayan ve utanç beyan edenler, küçümsenmeyecek bir ses çıkardılar. İsviçre maçı skandalinin, millî özgüvenin hızla parlayıp sön­ düğü bir konjonktürün olayı olduğunu da unutmamalıyız. 2002-2004 evresi, yaşanan büyük ekonomik krizlerin geride bırakılıyor göründüğü, istikrarsız koalisyonların ardından ku­ rulan güçlü bir tek parti hükümetinin iyimserlik yarattığı, Tür­ kiye’nin AB’ye üyelik müzakerelerinin başladığı, Abdullah Öcalan’ın 1999’da yakalanmasıyla Kürt siyasal hareketinin bir dur­ gunluk ve belirsizlik dönemine girmesiyle Kürt sorununun da çözülmüş “varsayıldığı” bir dönemdi. AB’ye üyeliğin umul­ duğu kadar çabuk gerçekleşmeyeceğinin anlaşılması, bu ara­ da Kürt hareketinin yenilenerek canlanması, neoliberal ekono­ mik politikaların güçlü nüfuzuyla özellikle şehirli tahsilli orta sınıfların (hem genel olarak hem AKP iktidarıyla yükselen ye­ ni elit karşısında) sosyo-ekonomik gerilemesi, reaksiyoner bir dalga yarattı. Bu dalga, AB’ye uyum reformlarına karşı milliyet­ çi bir tepki söyleminde uç verdi. Hükümete karşı laik tepkile­ ri (hatta kısmen neoliberal uygulamalara karşı ekonomik tep­ kileri de) de hegemonikleştiren bu milliyetçi söylem, 2003’te ABD’nin Irak’ı işgalinin ardından Kuzey Irak’ta özerk bir Kürdistan’ın oluşma süreci karşısında, paranoid ve saldırgan-faşist bir yöne meyletti. İsviçre maçının, 2000-2002 başarılarını iz­ leyen gerilemenin hayal kırıklığı yarattığı bir futbol konjonk­ türünün, parlayan bir iyimserliğin hızla karamsarlığa döndü­ ğü bir politik konjonktüre denk geldiği bir zamanda oynanma­ sı, dikkate değerdir. Bu örnek, futbol ortamında milliyetçi ajitasyonun içe dönük işlevini ve konjonktüre bağımlılığını bir defa daha gösteriyor.

Son yirmi yılda bu içe dönük işlevin ve konjonktür “hassasiye­ tinin” esas belirleyicisi, Kürt meselesidir. Türkiye’de on yılı aş­ kın süredir her kademedeki profesyonel maçtan önce seremo­ nide İstiklâl Marşı çalınıp söyleniyor. Bu ritüel ilkin tribünler­ deki ülkücü gruplar tarafından başlatılmıştı. 1990’lann düşük yoğunluklu savaş koşullarında tribünleri ajite eden bu gruplar, “Kahrolsun PKK” ve “Şehitler ölmez vatan bölünmez” tezahü­ ratının ardından İstiklâl Marşı söylemeye başlıyor ve bu emri­ vakiyle bütün seyirciler ayağa kaldırılıyordu.25 Çok geçmeden bu ritüel resmileştirildi. Eski Millî Güvenlik Kurulu müşavi­ ri Mustafa Agaoğlu, bu uygulamanın “bölücülüğe karşı uygu­ lanan psikolojik harekât çalışması” olarak tasarlandığını açık­ layacaktı.26 Bu uygulama tabulaştı.27 İstiklâl Marşı okunması­ nın ardından, birçok tribünde, Kürt meselesindeki militarist çözümsüzlük politikasının teyidi niteliğindeki “Şehitler ölmez vatan bölünmez” sloganı bağınlıyor. Hele maçlardan önce za­ man zaman yapılan saygı duruşlarına, hatırasına saygı duruşu yapılan kişi bir eski futbolcu veya trafik kazası mağdurlan olsa bile, genellikle neredeyse otomatik olarak “Şehitler ölmez va­ tan bölünmez” eşlik ediyor. İstiklâl Marşı ritüeli, tribünlerin resmî, yan-resmî ve “sivil” milliyetçi kampanyalarda ajitasyon platformu olarak kullanılmasını kolaylaştıran bir etken. “Mil­ letçe bütünleşme” ve “millî tepki” tamim edilen her vesileyle, zaten o günlere denk gelen maçlarda, tribünlerde bu icaba göre pankartların veya büyük Türk bayraklarının açılması, “teşvik ediliyor”. Karadeniz’de planlanan hidroelektrik santrallerini protesto eden esprili pankartları açanların bile polis tarafından yaka paça dışarı atıldığı memleket tribünlerine, “Ordu Irak’a” 25

Bugün bazı amatör maçlarda da bazı taraftar gruplan bu zorlamayı yapıyorlar. Ayrıca, bazı amatör maçlarda da “resmen” İstiklâl Marşı çalınmakta. Bkz. Efkan Bucak, “Milli Marş”, Radikal, 2 Aralık 2009.

26

Zaman, 7 Şubat 2006.

27

‘Normalleşme’ emarelerinin göründüğü konjonktürlerde birkaç kez, “dünya­ da örneği olmadığı”, “millî marşı sıradanlaştırdığı” gibi gerekçelerle bu uygu­ lamaya son vermeyi önerenler oldu. Ancak bu öneriler sadece “ülkenin hassa­ siyeti nedeniyle buna ihtiyaç olduğu” gibi psikolojik savaş argümanlarıyla de­ ğil, “millî marşa karşı mısınız, her Türk İstiklâl Marşından gurur duyar" gibi demagojilerle kolayca bastırıldı.

gibi skandal pankartlar dahi rahatça “sızabiliyor.” Veya, Hrant Dink cinayetinin birkaç gün sonrasında Elazığsporlu taraftarla­ rın Malatyasporluları -Dink’in Malatyalılığına da gönderme yaparak- “Ermeni Malatya” tezahüratıyla “aşağıladığı” hafta so­ nunda, “Hepimiz Hrant Dink’iz hepimiz Ermeniyiz” yazılı bir pankartla çıkmak isteyen Adana Demirspor’a Futbol Federas­ yonu “spor müsabakalarında kullanılacak bir içerik taşımadı­ ğı” gerekçesiyle izin vermiyor. 2009/2010 futbol sezonunda, İstiklâl Marşı, Türk bayrakla­ rı, “Şehitler ölmez vatan bölünmez” ve “Kahrolsun PKK” slo­ ganlarının yarattığı atmosferin, Kürt karşıtı bir nefrete ve sal­ dırganlığa dönüşmesinin bir örneğini Bursa’da gördük. Diyarbakırspor taraftarlarının bu sloganları alkışlamamasından ve katılmamasından “tahrik olan” Bursaspor taraftarları28 (daha doğrusu, bir bölümü, ama kalabalık bir bölümü), maç boyunca Diyarbakır tribününe hakaret ve “madde” yağdırdılar; bir ço­ cuk dahil, yaralananlar oldu. Futbol ortamında milliyetçi grupların nüfuzlu olduğu camia­ lar, tribünler elbette vardır ama genellikle futbolda milliyetçilik söylemi, tutarlı, bütünlüklü, “doktiner” bir temele dayanmaz, performatif, gösterisel, “pop” bir nitelik taşır. Taraftar fanatiz­ mi, cinsiyetçi, militarist, milliyetçi sloganları her rakibe kar­ şı seferber eder; onun temel derdi, esas düşman figürü, takımı­ nın o günkü rakibidir. Fakat bu, cinsiyetçi, militarist, milliyet­ 28

Bir genç taraftarın söyledikleri, bu tahrike amâde zihniyet dünyasını örnek­ liyor: “Şehitleri vuran futbolcular değil bunu biliyoruz, ama onlar madem ki PKK’lı değiller, Türkler, neden biz İstiklâl Marşı’nı söylediğimizde ve ‘şehitler ölmez’ dediğimizde alkışlamadılar? Geçen hafta Manisa’daydık, hep beraber ‘Kırmızı beyaz en büyük Türkiye’ diye bağırdık. Onlar da bizimle birlikte bagırsalardı, alkışlasalardı. (...) Buraya gelen insanların en az 250 tanesi DTP’ye oyunu veriyordur, yani buraya gelenler de PKK’lıydı. Sütten çıkmış ak kaşık değillerdi. Daga çıkıp şehitlerimizi vurmasalar da, düşüncede hepsi PKK’lıydı. Bence masum değiller, az bile yaptık, ağabeylerimizi dinlemeyip, onlara iyi bir uğurlama yapabilirdik. Texas’m [Bursaspor’un büyük taraftar grubu] yüz­ de 90’ı milliyetçidir ama siyasi görüşümüzü ön plana almıyoruz. Bizi sinirlen­ diren Türk bayrağından rahatsız olmalarıydı. Maçtan sonra kendi web sitele­ rinde bir açıklama yaptılar, neden başka maçlarda o kadar büyük bayrak açmıyormuşuz ve PKK’ya küfrediyormuşuz diye. Belki biraz daha fazla küfretmiş olabiliriz ama neden gocunuyorlar?” (Müjgan Halis’in röportajı. Sabah Pazar, 11 Ekim 2009)

çi zihniyet kalıplarının bu vesileyle yeniden üretildiği gerçeğini değiştirmez. Slogan klişeciliğiyle “berkitilen” bu zihniyet kalıp­ lan, düşünce-öncesi ve siyaset-öncesi kanaatler denen önyargılar zeminini döşerler. Milliyetçiliğin sıradanlaşması, olağanlaşma­ sı, işte bu önyargılar zemininde mümkün olur. Türkiye’de de futbol, milliyetçiliğin olağanlığının ve her yerdeliğinin yeniden üretiminde bereketli bir alandır.29 Erkekliğin sınır taşlan

Modern futbolun geliştiği ve kurallara bağlandığı sosyal or­ tam, İngiltere’de erkek okullarıydı. Bu okullann maçist ve yarı-asker! sosyal iklimi, futbol ortamını baştan itibaren belirle­ di. Okulda üst sınıftakilerin bir alt sınıfta okuyanları uşak gi­ bi kullandığı katı yaş hiyerarşisi, takım içi disiplinin de çerçe­ vesini çizdi. Almanya’da 1922 yılında yayımlanan bir futbol ders kitabı, takım başarısı için Manneszucht'un önemine dikkat çekiyordu;30 Manneszucht, yani erkekliğin terbiyesi, erkekle­ rin/erkekliğin zapturapt altına alınması. (Zaten Almancada ta­ kım: Mannschaft kelimesinin kökü “Mann” erkek adına daya­ nır; düz anlamıyla takım=erkeklik demektir.) Futbolun tarihsel oluşumu, erkekliğin denetim altına alınarak, burnu sürtülerek, gemlenerek ve kışkırtılarak biçimlendirilişine koşuttur. Fut­ bol, sertliğin ve şiddetin denetim altına alındığı, “medenî”-centilmence bir oyundu ama yine de sert bir oyundu. Özellikle 19. yüzyılda, aslında İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki endüstrileş­ me sürecine dek, sertliğe çok daha imkân tanıyan bir oyundu. Sertlik, onun bir erkek oyunu olarak yüceltilmesine dayanak oluşturdu.31 Tekmeden sakınmamak, kafayı gözü yarma paha­ 29

Aynca bkz. Tanıl Bora, “Türkiye’de Futbol ve Milliyetçilik", Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik, der. S. Yarasimos ve diğerleri, İstanbul: İletişim Yayın­ lan, 2001.

30

Arthur Heinrich, a.g.e., s. 103.

31

Klaus Theweleit, nasyonal-sosyalist hareketin psiko-sosyal dinamiğini ince­ lediği E rkek Fantezileri adlı etkileyici eserinde (M ännerphantasien, Münih: Deutscher Taschenbuchverlag, 1995, iki cilt), sertlik takıntısının, benliğin sağ­ lıklı biçimde oluşamamasıyla ilgili olduğunu anlatır. Anneden kopamayan,

sına hamle etmek, gerçek bir erkek sayılmanın tartısı idi. Fut­ bol sahası, daimî bir meydan okuma olarak yaşanan erkek kim­ liğinin tecrübe sahalarından biri oldu böylece. Kötü oynayan, özellikle mücadele etmeyen takımın “karı gibi oynamakla” it­ ham edilmesi, sertlikten kaçman hatta kimi zaman sadece faul itirazında bulunan futbolcuya “kız” denmesi, o zamandan beri futbolun gerçekten global bir gerçekliğidir. 20. yüzyıl ortalarına kadar, işçi sınıfı kültürünün de bu maçizmi çoğaltan bir zemin oluşturduğunu kaydetmek gerekir. Unutmamak gerekir ki futbol seçkin okullardan çıkmıştı ama özellikle işçi sınıfı içinde yayılarak popülerleşmişti. İngiltere ve Kıta Avrupası’nın eski futbol kulüpleri arasında birçoğu, işçi sınıfı tabanlı kulüplerdir. Bu kulüpler, bilhassa erkekçe bir fut­ bol üslûbunun temsilcileriydiler. Onların takımları, bedeniyle çalışan güçlü erkeğin sahadaki yansıması olmalıydı. Mücadele­ ye dayanan bu sert stil, “ince bilekli”, nazenin, “züppe” futbol stiline karşı işçi sınıfı kimliğinin ifadesi olarak sahipleniliyor­ du. Nitekim burjuva ve küçük burjuva tabanlı geleneksel ku­ lüpler de “zarif’ futbolu işçi sınıfının “kabalığına” karşı bir üstünlük-seçkinlik alâmeti olarak yüceltiyorlardı.32 Bütün işçi sı­ nıfı kulüplerinin bu stile bağlandığım düşünmemeli; onlar ara­ sında da “blood and thunder” (kan ve gümbürtü) stilindense za­ rif oyunla övünenler vardı. Futbol stilinin “inceliğinden” ötürü rakiple “kız gibi oynu­ yor” diye alay etmenin, nispeten centilmence-delikanlıca ol­ duğunu söyleyebiliriz! Galip gelmenin, gol atmanın, doğrudan doğruya erkeğin cinsel eylemiyle özdeşleştirilmesiyle, maçist dil iyice saldırganlaşır. Cinselliği bir ezen-ezilen ilişkisi, altta kalma-üste çıkma mücadelesi olarak; erkek cinselliğini sevişdünya ve başkaları ile kendisi arasındaki ayrımları kuramayan, omnipotenz (her şeye kâdirlik) fantezilerini aşamayan, böylesi bir iç içelik, akışkanlık için­ de ilişkilerini ve kendini konumlandırmakta güçlük çeken erkek, bilinçdışı bir tepkiyle sertlik imgelerine sarılarak ve yumuşak görünen her şeye, yum uşak­ lık imgesine savaş açarak bu zaafını örtmeye çalışır. Futbol da, sert oyun olarak, olgunlaşamayan erkeklerin yaralarına merhem çalar. 32

Bu zıtlığın Viyana’da Rapid-Austria takınılan arasındaki rekabet örneğinde bir çözümlemesi: Roman Horak, “Viyana’da Futbol Kültürü”, Futbol ve Kültürü, der. Horak, Reiter, Bora, tstanbul: İletişim Yayınlan, 2009 (5. baskı), s. 305-312.

me değil de bir tahakküm pratiği olarak tahayyül etmenin dili, böylece kendi şehvetini çoğaltır. Nitekim galibiyet ve gollerin “koyduk, siktik”li şarkılarla kutlanması da, futbolun bir global gerçekliğidir. Türkiye’de yüz binlerce satan üç futbol gazetesi, 2005’teki ünlü Türkiye-lsviçre maçı öncesinde, İsviçreli futbol­ cuları kadın kılığında gösteren photoshop cinliklerine başvu­ rurken, milliyetçilik zemininde bu “psişe”ye hitap ediyorlardı. Türkiye’de 1970’lerden beri kimi fanatik taraftar grupları­ nın itibar ettiği bir ritüel, tuttukları takımın peşinden gittikleri deplasman seferlerine genelev ziyaretini de dahil etmekti. Mola yerlerinde bira parası ödemeyerek, etrafı terörize ederek, yolla­ rına çıkanlarla dalaşarak sergilenen vandalizmin bir parçasıydı bu; aynı zamanda hasmını fethetmeyi ve aşağılamayı “taçlandı­ rıyordu”. Bütün dünyada futbol turizminin yan dallarından bi­ rinin fuhuş turizmi olduğu bilinir. Hâkim toplumsal cinsiyet rejiminde erkeklik kompleksi­ nin, kendisini sürekli büyüklenme, fetih arzusu ve tehditle dı­ şa vururken, aslında sürekli bir tehdit algısı ve kendini kanıt­ lama basıncı altında bulunmasına dayandığını biliyoruz. Eşcin­ sellik, erkek kimliğiyle ilgili tehdit algısında alarm çaldırır. Bu bakımdan, futbol stadlarındaki cinsiyetçi slogan ve şarkılar­ da rakipleri (ve hakemleri!) “ibnelikle” damgalamanın global düzeyde yerleşik olması, şaşırtıcı değildir. Homofobinin güçlü bir alâmeti olarak “beşlik yeme” endişesine değinmek gerek.33 Özellikle ergen erkeklerin futbol oynarken ölümcül endişeleri, “beşlik yemek”tir, yani topun bacak aralarından geçmesi! Fut­ bol folklorunda “delinmeyi”, “namusun gitmesini” simgeler bu; sanki erkekliğini kaybetmenin, karı ya da ibne durumuna düşmenin alâmetidir. Nitekim bazı “fırlamalar” rakip oyuncu­ lara bacak arası yapmaya konsantre olarak oynar, birçoklan da çalım veya gol yememek kadar bacak aralarının hârim-i isme­ tini kollamaya bakarlar. Bu provokasyonun içe işlediği ortam­ larda bacak arası, habis bir eril zafer sevinciyle kutlanır. Ak­ 33

Bu konu ve genel olarak erkeklik kompleksinin futboldaki yansımalarıyla il­ gili yazdıklarımın bazıları, daha önce yayımlanmış bir makalemde yer almıştı: “Beşlik yeme kaygısı”, Kaos GL, No. 32, Mayıs 2007, s. 16-17.

deniz havzasında ve Latin Amerika’da, üst düzey maçlarda bi­ le, bir bacak arasının, tribünlerde neredeyse gole denk bir se­ vinç dalgası kopardığına rastlayabilirsiniz. Erkekliğini kaybet­ menin “an meselesi” olduğu bir dünyada, cinsî kimliğinin şere­ fini tehditlerden korumak için her an “tetikte durmak” gerek­ tiği şuuruyla yaşayan müteyakkız erkekliğin tipik bir simgesidir bu beşlik takıntısı. En azından 1960’lara kadar hemen bütün hegemonik spor­ larda bir tür cinsiyet apartheid’inden34 söz edebileceğimiz gi­ bi, özellikle futbolun, hem çalışma zamanında hem boş zaman­ da erkek-kadın dünyalarının ayrışmasının yeniden üretimin­ de önemli bir işlev üstlendiğini söyleyebiliriz.35 Erkek dergile­ ri bunun bir yansımasıdır; bu dergilerde yan çıplak (veya yüz­ de doksan beş çıplak) kadın pozlarının, “erotik” telefon hat­ tı ilanlarının, otomobil havadis ve mitlerinin yanı sıra, mutla­ ka futbol yer alır. Futbol, “erkek dünyası”nm sınır taşlarından biridir. Futbol maçı izleyen erkeklerin gümbürtülü beraberliği, er­ kekçe bir otarşi idilidir. Futbol üzerine tatlı tatlı veya asabiyet­ le atışmalarda, mütehakkim jestler, çalımlar, kabarmalar, iri id­ dialarla, horozluk talimi yapılır. Oğlan çocuğunun baba/amca/ dayı/mahalledeki abi tarafından “ilk maçına götürülmesinde,” bazen hafiften, bir “erkekliğe geçiş” ritüelinin havası vardır.36 Futbol ortamı, erkeklere geniş bir kendini koyverme, azma sa­ hası açar. Hiçbir şeyi takmadan içinden geldiği gibi davranma hissini okşar. “Neşelenmenin”, “kendini iyi hissetmenin” narsisist-maçist tarzını teşvik ve tahrik ederek yapar bunu. Eğlen­ ceyi, meydan okuma ve pervasızlığını gösterme makamında “tırmandırır”. Sadece neşede değil, kederde de aynı dinamik iş­ ler: Takımı yenilince bir yandan hemen suçlular tesbit ederken bir yandan da karararak çevresindeki insanları kahreden taraf34

Andrei S. Markovits ve Lars Rensmann, Querpass - Sport und Politik in Europa un den USA, Verlag Die Werkstatt, Göttingen 2007, s. 130.

35

Richard Giulianotti, Football - A Sociology o f the G lobal Game, Cambridge: Polity Press, 1999, s. 155.

36

Türkiye’de erkek argosunda ilk cinsel ilişki için, spordan, esas olarak da fut­ boldan nakledilen ‘milli olmak’ tabirinin kullanıldığını da hatırlayalım.

tar; karşılaştığı sorunla baş edemeyen ve derdinin sorumlulu­ ğunu anne babasına ya da en yakınlarına ya da karşısına ilk çı­ kana yıkarak bütün âleme kin kusan ergen gibidir. Aslında, fut­ bolun maçist sosyal ortamı, ergenlik aşırılıklarına, “ileri yaşlar­ da” da sapılabilmesine cevaz verir. Böylece, (gûyâ) olgun er­ keklerin, “içindeki çocuğu serbest bırakma” romantizmiyle er­ genliğin empatiye kapalı kudret fantezilerini meşrulaştırması­ na zemin hazırlar - bir tür ebedî ergenlik simülatörü gibi. Futbolun “sosyal paylaşım” ortamı, erkek homososyalliğinin en güçlü kalelerinden biridir. Erkek erkeğe “takılmanın” kurta­ rılmış bölgesi. Erkek otarşisinin vaat edilmiş ülkesi. Kadınların olmadığı/giremediği yer. Bursaspor’un Texas adlı taraftar gru­ bunun bir tribün şarkısı, kadınların “yarim’Vsevgili statüsüy­ le bile talî olduğunu vurgular: “Sen uyu ben deplasmana kaça­ yım/ Yollarda sigara sarayım/ Sevgilim bu gece bekleme beni/ Aşkımdan önce gelir Bursa sevgisi.” Türkiye’de tribünde, özel­ likle ana kapıların üzerindeki, “demirin üstü” tabir edilen ke­ simde, bir halay helezonu halinde omuz omuza, göğüs göğüse, zıplaya zıplaya (bazen “zıpla, zıpla, zıplamayan ibne” diye tem­ po tutarak) tezahürat yapan delikanlılarınki, “erkek-erkeğe” muhabbetin daha ateşli bir halidir - belki homoerotik heyecan­ lar da tesbit edenler çıkacaktır orada. Birçok ülkenin taraftar alt-kültüründe, tribün liderleri etra­ fındaki örgütlenme dinamiğinde, maçist bir hiyerarşinin ergen­ leri çeken cazibesi hüküm sürer. Tribün liderliği yapan abiler, yaşları 14’ünden 20’lerine uzanan “tayfalarına” bedava bilet te­ min eder, deplasman masraflarını karşılar, bazen başka küçük “avantalar” temin eder, ama en önemlisi, ürkütücü bir çetenin üyesi olarak itibarlı bir kimlik sağlarlar. Aynı zamanda azarak, rahatça küfrederek, kimi durumda vurup kırarak, kimi durum­ da uyuşturucu kullanarak kuralları ihlâl etmelerine olanak ta­ nıyan, kendilerini erkek hissetmelerini sağlayan bir deneyimdir bu. Tribün lideri, sertliği, amansızlığı, aynı zamanda koruyup kollayıp “babalık” etmesiyle, bir rol modelidir. İtaat ve adanma talep ederken (ki kulübe ve renklere adanma artık lidere/abiye adanma demektir) erkekliğe kışkırtır. Bu modelin iyice dal

budak sardığı, basbayağı kurumsallaştığı İtalya’da bu liderle­ re, tıpkı mafya ailelerinin reisleri için kullanılan unvanla, capo (baş) deniyor. Türkiye’de 1970’lerden 1990’lara dek amigo ta­ biri kullanılırdı, çeteleşme dinamiğinin gelişmesinden sonra bu masum ad geride kaldı, şimdi birçok yerde reis unvanı kullanı­ lıyor. Reis, mafya çağrışımıyla beraber, malûm, ülkücülerin ör­ güt hiyerarşisinde kullanılan bir unvandır. Tüketim kültürünün ve alternatif kültürlerin etkileri

Erkek homososyalliğinin militan düzleminden tüketici düzle­ mine geçersek; cips, hamburger, pizza, çerez, kola, biranın har­ man olduğu sehpaların arkasında divanlara yayılmış “geyik ya­ parak” maç izleyen adamların manzarası, modem şehirli orta sınıf erkekliğinin natürmortudur. 1990’larda İngiltere’de Fatıtasy Football adlı bir popüler televizyon şovunda, iki erkek bir divanda yan yana kaykılıp bira içerek futbol ve “kan-kız” mu­ habbeti yapıyorlardı. Bu program, acaba biraz da, kaybedilmek üzere olduğu dü­ şünülen bir kaleyi müdafaaya dönük bir son gayretin, bir “ile­ ri doğru kaçış” stratejisinin mi ifadesiydi? Zira o sıralar, futbol erkeklere mahsus bir saha olmaktan epey uzaklaşmıştı, o za­ mandan beri daha da fazla uzaklaştı. Bunun bir veçhesi, son on beş-yirmi yılda eğlence endüstrisinin büyük bir sektörü haline gelen futbol pazarlamacılığının, kadınlan da cezbetmeye çalış­ ması ve bunu bir ölçüde başarmasıdır. Özellikle Avrupa’da tri­ bünlerin daha konforlu ve güvenli hale getirilerek ailece maç seyrinin bir hafta sonu eğlencesi seçeneği olarak pazarlanması, onun yanında futbol magazininin medyayı işgal ederek bir pop tüketim nesnesine dönüşmesi, kadınlan ve bilhassa genç kızlan stadlarda ve televizyonda maç seyri âyinlerine katılmaya teş­ vik etti. Gerçi taraftar-kadınlann önemli bir kısmı, “ağza alın­ mayacak küfürlere” iştirak etmekte hiç de çekingen davranmı­ yorlar ve kadınlar için kamusal alana çıkmanın en emin yolu­ nu bir miktar erilleşmek olarak gören bir geleneği sürdürüyor­

lar.37 Ama tribünde kadın halleriyle bulunan kadınlar da var ve toplamda kadınların ortama “sızması”, usul usul da olsa terbiyevî bir etki yaratıyor. Erkeklerin kendilerinden ibaret bir dün­ yada yaşadıkları zannını biraz törpüleyebiliyor, oyuna ve etra­ fa daha değişik dikkatlerle, biraz da mizahla bakmalanna kat­ kıda bulunabiliyor. Maçizmi aşındıran etmenlerin diğer veçhesi, futbol endüstri­ sinden görece özerk olarak, futbol kültürünün kendi içindeki yönelimlerle ilgilidir. Kadın futbolunun gelişmesi, başlı başı­ na önemli bir boyut.38 Politik açıdan asıl önemlisi, milliyetçilik ve militarizm bahsinde olduğu gibi, homofobi ve cinsiyetçilik bahsinde de yerleşik futbol ortamına eleştirel yaklaşan bir al­ ternatif taraftarlık kültürünün oluşmasıdır. Bu alternatif yöne­ limlerin bir kanalı ironik ve hazcı post-fan kültürü,39 diğer ka­ nalı sol muhalif taraftar hareketleridir. Son yirmi yılda özellik­ le Avrupa’da birçok kulüp ortamında güçlü anti-faşist ve ırkçı­ lık karşıtı taraftar örgütlenmesi ortaya çıktı. Kulüp yönetimleri üzerinde küçümsenmeyecek bir etkiye sahip olan bu örgütlen­ meler, cinsiyetçi ve homofobik dil karşısında da bir duyarlılık geliştirdirdiler. Avrupa’da birçok önemli kulüp çevresinde eş­ cinsel taraftar demekleri oluştuğunu da ekleyelim.40 Bu politik duyarlılığın, bir önceki paragrafta söz ettiğimiz endüstrileşme sürecinin icaplarıyla denk düştüğünü tekrarlamakta yarar var. Futbol endüstrisinin stadlan daha konforlu ve daha pahalı hale getiren orta-sınıflaşma eğilimi, futbolu ailece “tüketilecek” bir 37

Latin Amerika futbol kültürü bağlamında bu durum cultura del aguante (ta­ hammül ve “dayanıklılık” kültürü) kavramıyla konu ediliyor (bkz. Alabarces, a.g.e., s. 217). Hande Birkalan-Gedik de futbol ortamında kadınların dnsiyetsizleştirilmesinden söz ediyor ( “Futbolun Cinsiyeti, Futbolun Cinselliği: Feminist Bir imkân ve İmkânsızlık Olarak Futbol”, Cogito, No. 63, Yaz 2010, s. 144.

38

Bu konuda bkz. Tanıl Bora, “Kadının Futbolla İmtihanı”, Radikal, 30 Haziran 2009. Hegemonik değil neredeyse marjinal bir spor olduğu olduğu ABD’de futbolun esasen kadın sporu olarak gelişmesi dikkate değerdir. ABD’de faal futbolcu nüfusunun yaklaşık % 40’ı kadın. İskandinavya, Almanya gibi kadın futbolunun popüler olduğu ülkelerde bu oranın ancak sekizde birine ulaşılabiliyor. ABD’de bu sporun, Amerikan futboluna, basketbola ve buz hokeyine kıyasla pek yumuşak bulunup “kız oyunu” sayılmasını da not etmeli!

39

Richard Giulianotti, a.g.e., s. 148.

40

Bu demeklerle ilgili bir ağ da vardır: http://queerfootballfanclubs.com/

eğlence ortamı olarak gören post-jan kültürünü besledi. Stadları mutenalaştırma politikasının alt sınıfları marjinalleştirmeye ve futbol ortamını “sterilleştirmeye” dönük sonuçlan, sol-muhalif taraftar ortamında da ciddi bir tepkiye konu oluyor. Bu­ nun yanında, bu sevimsiz sonucun, ayrımcılık karşıtı bir “po­ litik doğrucu” ideolojinin yayılmasına katkıda bulunabildiğini teslim edebiliriz. Bu yönelimlerin -kolaylıkla milliyetçi söylemle de birleşenmaçist tepkilerle karşılaştığını kestirebilirsiniz. Örneğin İngil­ tere’de geleneksel erkek rolünü benimsemeyerek ev ve bakım işleriyle de ilgilenen new man (yeni erkek) tipi, new lad (yeni hanım) olarak tanımlanarak (Türkiye’de bir TV dizisiyle meş­ hur olan light erkek tabiri gibi) alaya alınıyordu ve bu dalga geçme “kampanyası” bilhassa futbol ortamında iyi tutmuştu.41 Kısacası, alternatif taraftarlık kültürlerinin ve farklı erkek­ lik biçimlerinin varlığım göz ardı etmemek gerekir. Tribünler­ de yaşanan “özgürleşme” duygusunun karnavalesk bir neşe­ yi tetiklediği, egemenlere karşı bir “sınırları aşma” alanı açtı­ ğı örnekler çoktur. Daha “rahat” bir erkeklik hali, tribünde de pekâlâ mümkündür - hatta tribün sayesinde bile olabilir.

Futbol ortamının, milliyetçilik, erkeklik/maçizm ve milita­ rizmin simbiyozuna elverişli bir âlem kurduğunu söyledik. Bir­ birlerini besleyebilir, ikame ve temsil edebilirler. Milliyetçili­ ğin, ideolojik hegemonya gücü bakımından bu üçlünün baskın etkeni olduğunu vurgulamamız gerekir. Özellikle futbolun ide­ olojik ortamından (medya, tribün şarkıları, söylem...) söz etti­ ğimizde, bu böyledir. Futbolun oyun dinamiğinin, (kurumsalolmayan futbol deneyimlerinde nefes alan) “otantisitesinin” ve sosyalliğinin ise, öncelikle erkekliğin deneyimlenmesinin bir küresi olduğunu söyleyebiliriz. Toplamda milliyetçilik, erkek­ liğin çoğaltanı, kışkırtanı olur; hâkim ve mütehakkim erkek­ 41

Ben Carrington, “Footbal’s Coming Home - But Whose Home? And Do We Want It?”, Fanatism! Power, Identity and Fandom in Football, Londra: Routledge, 1998, s. 106-120.

lik kalıbını işleyerek kendini de çoğaltır. Militarizm, diyebiliriz ki yardımcı etkendir; milliyetçiliğin ve onun kışkırttığı erkekli­ ğin saldırganlaşma istidadını işaretler, şovenizmin ve maçizmin mecazı ve aleti olarak iş görür. Futbol, bu uğursuz simbiyozun sürekli bastırdığı bir tek kale maç gibi görünebilir. Fakat yazıda iki yerde not düştüğüm gi­ bi, bu zemin etüdünde hâkim söylemlerden ve yaygın öznellik biçimlerinden söz ettik, yapısal zorunluluklardan değil. Futbo­ lun cilvesi, tek kale oynayan güçlü takımın da yenilebilmesi de­ ğil mi? İlk bölümde değindiğim gibi, maçist bakış açısından git­ gide “feministleştiğinden” endişe duyulan şu dünyada erkekli­ ğin son kalelerinden biri sayılan futbolun bu mevkiini sarsan süreçler attan alta işliyor. Futboldaki yerleşik milliyetçilik söy­ lemine ve militarist imgelere itibar etmeyen, onları sorgulayan eleştirel tutumlar, kendi mecralarını açıyorlar. Futbol ortamı­ nın cinsiyetçilikten annamayacağmı, çünkü “futbol=erkeklik” denkleminin erkeklik gramerinin sarsılmaz bir zemini olduğu­ nu ve “arkaik ve proleter” erkekliğe “geminden boşalma” im­ kânı tanıdığını düşünen feminist etnolog Almut Sülzle dahi, futbolun aynı zamanda bu özellikleriyle erkekliğin sorunsallaş­ tırılmasına da imkân açtığını teslim ediyor.42 Futbol, başka birçok saha gibi, bir popüler kültür ve ideolo­ jik mücadele sahasıdır. Futbol, erkekliğin ebedî ergenlik kasıl­ masının tezahür sahası (belki de sübabı?) olabileceği gibi, er­ kekliği ve ergenliği oyun ve neşeyle “terbiye eden” bir dene­ yim de olabilir. KAYNAKÇA Ahıska, Meltem (2005): Radyonun Sihirli Kapısı - Garbiyatçılık ve Politik Öznellik, İstanbul: Metis Yayınlan. Akın, Yiğit (2004): “Gürbüz ve Yavuz Evlatlar" - Erken Cumhuriyet’te Beden Terbi­ yesi ve Spor, İstanbul: İletişim Yayınlan. Alabarces, Pablo (2010): Für Messi Sterben? Der Fußball und die Erfindung der ar­ gentinischen Nation, Frankfurt a.M.: Suhrkamp. Archetti, Eduardo P. (1992): “Argentinian football: a ritual of violence?”, Internati­ onal Journal o f the History o f Sport içinde, no. 9. 42

Almut Sülzle, Fußball, Frauen, M ännlichkeiten, Frankfurt: Campus Verlag, 20 1 1 .

Atsız, Nihal (1992): M akaleler 3. Cilt, İstanbul: Baysan Basım-Yayın. Billig, Michael (2003): Banal Milliyetçilik, çev. Cem Şişkolar, İstanbul: Gelenek Ya­ yıncılık. Birkalan-Gedik, Hande (2010) : “Futbolun cinsiyeti, futbolun cinselliği: Feminist bir imkân ve imkânsızlık olarak futbol", Cogito, Sayı 63. Bora, Tanıl (2001): “Türkiye’de Futbol ve Milliyetçilik,” S. Yerasimos ve diğ. (der.) Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik içinde, İstanbul: İletişim yayınlan. Bora, Tanıl (2007): “Beşlik yeme kaygısı”, Kaos GL, Sayı 32 (Mayıs). Bora, Tanıl (2013): “Türkiye’de milliyetçilik söylemleri: Melez bir dilin kalın lügâti”, Milliyetçiliğin K ara B ahan içinde (3. Baskı), İstanbul: Birikim Yayınlan. Bora, Tanıl ve Gökalp, Emre (2 0 1 0 ): “Futbolda sıradan milliyetçilik: ‘İşte böyle böyle Türklüğümüz yok oluyor’”, Sözde Masum Milliyetçilik içinde (der. Herkül Milas), İstanbul: Kitap Yayınevi. Bourdieu, Pierre (2005): Die männliche Herrschaft, Frankfurt a.M.: Suhrkamp. Brown, Adam (der.) (1 9 9 8 ), Fanatism ! Power, Identity and Fandom in Football , Londra: Routledge. Elias, Norbert (1 9 8 3 ): “Der Fussballsport im Prozess der Zivilisation”, Der Satz 'Der Ball ist rund’ hat eine gewisse philosphische Tiefe içinde, Berlin: Transit Bu­ chverlag. Gökalp, Emre (2007): “Türk Milliyetçiliği Söylem(ler)inin Spor Basınında Yeniden İnşası (1990-2002),” Kültür ve İletişim, Sayı: 10. Gökalp, Emre ve Panagiotou, Nikos (2008): “Futbol! Oyun mu, Savaş mı? Türkiye-Yunanistan Futbol Maçlarının iki Ülke Basınındaki Temsili ve Milliyet­ çilik Söylemi,” Uygun Adım Medya, Incilay Cangöz (Der.) içinde, Ankara: Ay­ raç Yayınevi. Giulianotti, Richard (1999): Football - A sociology o f the global game, Cambridge: Polity Pres. Heinrich, Arthur (2000): D er Deutsche Fussballbund - Eine politische Geschichte, Köln: PapyRossa Verlag. Horak, R., Reiter, W. ve Bora, T. (der) (2001): Futbol ve Kültürü: Takımlar, Taraf­ tarlar, Endüstri, Efsaneler, İstanbul: iletişim Yayınlan. Markovits, Andrei S. ve Rensmann, Lars (2007): Querpass - Sport und Politik in Eu­ ropa un den USA, Göttingen: Verlag Die Werkstatt. Sülzle, Almut (2011): Fußball, Frauen, Männlichkeiten, Frankfurt: Campus Verlag,. Theweleit, Klaus (1995): Männerphantasien (2 cilt), Münih: Deutscher Taschen­ buchverlag. Wächter, Kurt (2005): “Fussball und (post)Kolonialismus in Afrika”, Global Pla­ yers- Kultur, Ökonomie und Politik des Fussballs, der. Fanizadeh, Hödl, Manzen­ reiter içinde, Frankfurt a. M.: Brandes und Apsel/Sündwind.

Pornografik Devlet - Erotik Direniş: Kürt Erkek Bedenlerinin Genel Ekonomisi* ZÜLAL NAZAN ÜSTÜNDAĞ

Bu makalede amacım, hem bir deneyim hem de bir fantezi olarak erkek bedeninin, Türkiye’de Kürtlüğün inşasında oy­ nadığı maddi ve söylemsel rolü incelemektir. İddiam, Kürt er­ kek bedenlerinin bir yandan devlet iktidarının yaşamına ta­ nıklık ederken, öte yandan, cemaat ve vatandaşlık gibi poli­ tik aidiyetleri tanımlayan ve imleyen sembolik mevkiler ol­ duğudur. Öncelikle beni Kürt erkek bedenlerine bakmaya iten teo­ rik çerçeveyi tasvir ederek işe başlamam uygun olur. Modem devletin ataerkil bir yapı olduğu bugüne kadarki feminist ya­ zın tarafından çokça tartışıldı.1 Cinsiyet eşitsizliğinin vatan­ daşlık ve ulusal kimliğe dayalı cemaatlerin kurgulanmasına içkin olduğu gene feminist yazın tarafından kabul gören bir ( *) Burada ekonomi yerine “genel ekonomi” dememin sebebi teorik çerçevemin Bataille’dan ilhamla kurulmasıdır. Bataille’a göre iktisat biliminin uğraştığı ve üretime dayalı olarak temellenen ekonomi genel ekonominin sadece bir par­ çasıdır. Toplumlan birbirinden ayıran, anlam üreten ve özgürlükle kölelik arasındaki gidiş gelişi belirleyen, tüketime dayalı ekonominin nasıl şekillendi­ ğidir. Her toplum tüketebileceğinden fazlasını üretir ve bu fazlalığı çeşitli şe­ killerde imha eder. Bu imhanın en belirgin olduğu anlar savaş, kurban etme ve cinsellik alanlarındadır. 1

Örneğin bkz. Pnina Werbner ve Nira Yuval-Davis, Women, Citizenship and Dif­ ference, London: Zed Books, 1999.

ortak payda.2 Modern devletin kadınlarla erkekler arasında eşitliği sağlamak şöyle dursun, yeni hiyerarşiler yarattığı ta­ rihsel çalışmalarla belgelendiği gibi, sosyolojik ve antropolo­ jik çalışmalar da hem temsili hem de maddi anlamda, hiyerar­ şik cinsiyet kimliklerinin toplumsal dolaşıma sokulması sa­ yesinde, vatandaşlığın ve cemaatin snriarının çizildiğini gös­ terdi. Bu yüzdendir ki kadınların bedeni bir yandan kendi ce­ maatlerindeki erkeklerin müdahalesine karş savunmasız bıra­ kılırken, diğer yandan “dışarıya” karşı kutsal ve dokunulmaz olarak resmedilir. Gene bu yüzdendir ki savaşlar ve çatışma­ lar sırasında kadına tecavüz bir cemaatin diğer cemaatin er­ kek üyelerine saldrısı olarak algılanr. Feminist yazının devlet ve vatandaşlık ile ilgili yaptığı katkılar bu yazının arka planını oluşturuyor. Ancak bu yazıda ben, etnik olarak işaretlenmiş erkek bedenlerini merkeze alarak ataerkil devletin cinselleş­ miş iktidarı3 ve onu sarmalayan pornografik ekonomiye ışık tutmaya çalışacağım. Makalede, cinsellik alanının siyaset ve toplumsallığın inşa­ sındaki önemini açklamak için öncelikle George Bataille’dan yola çıkacağım.4 Cinsellik alanının kendine ait ekonomisi, di­ li ve eylem çeşitliliğine odaklanmanın5 modem devlet ve onun yarattığı “mahrem” şecereyi ortaya çıkaracağını; bir diğer de­ yişle var olan mahremiyetleri bozarak, acıtarak kurduğu “lanet­ li” iktidar ve “lanetli” mahremiyetleri görünür kılacağını umu­ yorum.6 Aşağıda da anlatacağım gibi Kürt erkek bedenleri söz 2

Türkiye’de milliyetçilik ideolojisinin bu açıdan bir tartşması için bkz. Nükhet Sirman, “Kadınların Milliyeti", Milliyetçilik: M odem Türkiye’de Siyasi Düşünce, der. Tanıl Bora, İstanbul: İletişim Yayınlan, 2002.

3

Ataerkil Türkiye devletinin cinselleşmiş iktidarım irdeleyen başka bir çalışma için bkz. Aslı Zengin, Sexual Margins: A Study on an Ethnography o f “The Sta­ te” and Women Sex W orkers in Istanbul, Boğaziçi Üniversitesi, yayımlanmamış yüksek lisans tezi, 2007.

4

George Bataille, Erotism: D eath and Sensuality, San Francisco: City Lights Books, 1986.

5

Cinselliğin toplumsal cinsiyetten ayn olarak kavramsallaştırılması feminist yazında da önemli bir rol tutar. Örneğin bkz. Elizabeth Grosz, Volatile Bodies: Towards a Corporal Feminism, Indiana: Indiana University Press, 1994.

6

Burada lanetli lafını özellikle Batallie’ın Lanetli Pay (Accursed Share) isimli ki­ tabına atıfla kullanıyorum.

konusu olduğunda devlet sadece toplumsal cinsiyet dolayımıyla kendini var eden bir ataerkil kurum değildir. Aynı zamanda bedenleri, cemaatleri ve coğrafyaları utandıran, delen, sakatla­ yan ve tecavüz eden bir çıplak güçtür.7 Modem devletin pornografik bir iktidar biçimi olduğunu id­ dia ediyorum. Burada pornografiyi “açık saçık” anlamında kul­ lanmıyorum; gösterdiğim nesneleştirerek kısa zamanda duygu­ sal ve fiziksel tepkiler yaratmaya yönelik eylemler olarak tanım­ lıyorum. Aynı zamanda, gösterdiğini bir çıkar ekonomisine de dahil eder pornografi. Pornografik arzu ise mahreme dokun­ ma ve dokunurken bunu izleme ve “ele geçirme” isteği olarak özetlenebilir. Modem devlet, bedenleri nesneleştirdiği, onları bir fayda ekonomisine dahil ettiği ve bu süreçle seyredenlerini uyardığı ölçüde pornografiktir. Modem devlet, bedenleri, yasa ve cezanın zamansallığına sokarak ele geçirmeye kalkışır ve bu zamansallığı hafızalara, bedenlere, bedenlerin en mahrem iliş­ kilerine, organlanna, sıvılarına kazır. Elbette ki yaşam, yasa ve cezanın kapsayamayacağı çoğul za­ manlarda akar.8 Bedenlerin; farklı yoğunluklar ve sıcaklıklar, farklı arzu ve duygulanımlar, farklı tarih ve deneyimleri vardr. Bedenlerin bu çoğul yaşamlar içinde tutku ve aşkla siyasete ve eyleyişe, bir diğer deyişle müşterek hazlara yönelişi sürecini tariflemek için “erotik” terimini kullanmayı tercih ediyorum. Kimi zaman pornografi ve erotikayı birbirine karıştırmak­ la suçlansa da George Bataille erotika siyasetini en iyi anlatmış yazar olarak bilinir.9 Bataille için erotika cinsellikten mütevel­ lit değildir. Erotika, insanla hayvanı birbirinden ayırdığı var sa­ yılan fayda ve çıkar ekonomisinin bir anlık da olsa aşıldığı ege­ menlik ve özgürlük arayışlarıdr. Modem dünyada yaşamın bel­ li bir amaca doğru gittiği, üretici eylemlerin bilinci ve farkında7

Devletin bu tür iktidar biçimlerini içinde barındıran bir yapı olmasına dair bkz. Begona Aretxaga, “Maddening States", Annua! Review o f Anthropology, cilt 32, 2003, s. 393-410.

8

Çoğul zamanlar için bkz. Dipesh Chakrabarty Provincializing Europe: Postcolonial Thought and Historical Difference, Newjersey: Princeton University Press, 2007.

9

Mesela bkz. Shannon Winnubst, Reading Bataille Now, Bloomington: Indiana University Press, 2007.

lığı geliştirdiği var sayılır. Erotika fayda göz etmeyen eyleyişlerin taşıdığı risk ve aşkınlığın huşusunda gizlidir.10 Aşk o yüz­ den erotiktir. Fedakârlık da... Nitekim Bataille için feda ve erotika birbiriyle yakın ilişkide­ dir. Feda; bedensel, şiddetli, kural tanımazdır. O yüzden kimi zaman özgürleştirici ve erotik olabilir. Eğer pornografik eyleyiş zamanı ve mekânı tekelleştiriyor, bakışla kurulmuş arzuyu kışkırtıyorsa, erotik eyleyiş zamanı ve mekânı ütopik ve travmatik hayaletlerle doldurur, bedenlerin riskli birlikteliklerini kutlar. Giren, çıkan, acıtan, delen, uyaran hale getirilerek pornografik-leştirilmiş nesneleri, beden sıvı ve atıklarını, derileri, ilişkileri yeniden işaretlemenin ve “ev” haline getirmenin yo­ lunu açar. Birçok batılı felsefeci modern toplumlarda cemaat kurma­ nın, anlam yaratmanın ve bireysel ahlak inşasının son derece karmaşık feda ekonomileri ile mümkün olduğunu anlatır. Mo­ dem toplumlar ölüm ve yıkımın, çatışma ve savaşın kol gezdi­ ği yerlerdir. Şiddet, insanların gündelik hayatlarım idame ettir­ mek için var saydıkları, güvendikleri sözlükleri tarumar eder. Söylemsel, maddi ya da temsili “fedalar”, anlamın kayıp oldu­ ğu alanlara müdahale ederek deneyimi yeniden düzenler, mağ­ durları yeni sözcük dağarcıklarıyla donatır. Şehitlik, bedel öde­ mek gibi kavramlar, yaşanan kayıplan anlamsız bir felaket ol­ maktan çkararak, mağdurların kendilerini aktör olarak yeni­ den şekillendirmelerine izin verir. Bataille’m altını çizdiği gibi bedenin karşılık beklenmeksizin verildiği feda anları, sadece yeni anlam dünyalan yaratmakla kalmaz. Bunlar, aynı zamanda egemenlik ve özgürlük hissiyatı­ nın kıyasıya tecrübe edildiği anlardır.11 Çıkarlann ve faydanın gözetilmediği, kişinin kendini ötekine aşk ve tutkuyla açtığı bu delilik anlannda, dünyanın baskıcı kanunlan aşılır, yepye­ ni bilgiler hayata sızar ve bilinç üstüne çkar. Bataille, Hegel’in 10

Andrew J. Mitchell ve Jason Kemp Winfree, The Obsessions o f George Bataille: Community and Communication, Albany: State University of New York, 2009.

11

Bataille’a göre almadan vermek olarak da nitelendirecek bu anlarda kişi ölüm­ lülüğe meydan okur ve varoluşun sınırlarında gezinir.

efendi ve köle dinamiğinde kölenin boyun eğeceği varsayımına karşı çıkarak “ya köle ölmeyi göze alırsa” diye sorar.12 Köle öl­ meyi göze aldığında bu köle-efendi ilişkisine ölümlülüğün, te­ killiğin, yetersizliğin, ötekini ve kendini asla bilememenin, öz­ gürlüğün bilgisi sızacaktır. Muhakkak ki iktidar bu bilgiyi ken­ di söylemlerine katarak geçersiz kılmaya çalşacaktır, bu şiddet­ li feda anlarını yeni bir çıkar ekonomisine kurban etme yolu­ na gidecektir. Ancak tarihi ve siyaseti farklı kılacak olan Derrida’nm da işaret ettiği gibi kendini feda edenin yani kölenin ha­ yaleti değil midir?13 Bu makalede bir yandan devletin, Kürt bölgelerinde süren çatışmayı bitirmek ve Türk kimliğini tamir etmek amacıyla kurban etmek için uygun Kürt erkek bedenleri arayışının insaf­ sızlığını göstereceğim.14 Öte yandan ise Kürt halkının bu ara­ yışa cevap olarak nasıl da durmaksızın devletin kurban ve atık olarak işaretlediği bedenlerini kendilerine mesken tutup feda ederek, özgürlük aradığını tartışacağım. Yazının devamında Kürt erkek bedenlerinin, siyasi söylem­ lerin merkezine oturduğu üç anı ele alacağım. Birinci an, 1980 darbesinin başlangıcı ile 1983’te askerî yönetimin yerini sivil yö­ netime terk etmesi arasındaki zaman diliminde cereyan ediyor ve Kürt coğrafyasının dört bir yanında, Kürt erkeklerinin toplu olarak tutuklanması ile ilgili. Bilindiği üzere bu dönem Diyarba­ kır Askeri Cezaevi’nde yatanların işkence ve tecavüz aracılığı ile cinsellikleri ve dillerinin “yok”sandığı (undone) bir dönem.15 Di­ yarbakır Cezaevi iki farklı ve uç erkeklik tipi üretiyor: fedasıyla tutuklulan bir hediye ekonomisine dahil eden (gift economy)16 12

Benjamin Noys, George Bataille: A Critical Introduction, London; Sterling, VA: Pluto Press, 2000.

13

Wendy Brown, Politics Out o f History, New Jersey: Princeton University Press, 2001; Jacques Derrida, Specters o f Marx: The State o f the Debt, the W ork o f Mourning and the New International, New York: Routledge, 1994.

14

Girard’a göre şiddet eylemlerini kurban etmeler izler. Kurban anlamı yeniden sabitler. Yeni başlangıçlar yaplmasını sağlar.

15

İngilizce’deki undo kelimesi ne tam olarak yok sayılmak ne de yok edilmek olarak tercüme edilebiliyor.

16

Bataille feda ekonomisi kavramyla Nietzche’nin bahsettiği borç ekonomisi ve Mauss’un hediye ekonomisini bir araya getirmiştir.

ve üzerlerinde hak bırakan17 kahraman şehit figürü ile devlet­ le değiş tokuş ekonomisine giren itirafçı. Daha sonraki yıllarda Diyarbakır Cezaevi’nde üretilmiş bu itirafçılar devlet tarafından kârlı18 bir kullanıma tabi olacak ve 90’h yıllarda fail-i meçhul ci­ nayetlerle mekâna adeta tecavüz eden ve yol açtıkları korkuyla zamanı adeta durduran silahlara dönüşecekler. Söz konusu edeceğim ikinci an PKK önderi Abdullah Öcalan’m tutuklanmasıyla vücut buluyor. Bugün Abdullah Öcalan İmralı’da tecritte. Öcalan’ın tutuklanmasını, erkek beden­ leri, feda ve devlet ekseninde ilginç kılan örgütün lideri olma­ sı değil muhakkak ki. Öcalan, Girard’ın “feda krizi” (sacrifici­ al crisis)19 olarak tanımlayacağı bir dönemde tutuklandı. Kürdistan coğrafyasında devletin ve Hizbullah gibi paramiliterlerin elinden ölümün tüm coğrafyaya eşit olarak dağıtıldığı, be­ denler arasındaki farkın tamamen silinerek umarsız bir şiddete teslim edildiği 90’lann kirli savaşı esnasında. Ûcalan, gene Girard’ın vekil kurban20 dediği bir kimliğe büründülerek ve tüm Türk kamuoyunun rızasyla, kötülerin anası, babası ilan edildi. Ancak Öcalan’ı farklı kılan ısrarla ve başarıyla kendisini ve ön­ derlik pozisyonunu bu ekonomiye teslim etmemesi. Ûcalan, beklenenin tam tersine pragmatik siyasi tavrı ve yazdığı teo­ rik kitaplarla kendini yaşatmayı ve yenilemeyi tercih etti. İddi­ am, Öcalan’ın kendini feda etmekten kaçınmasının (ya da belki de Prometheus gibi kendini sürekli bir fedaya mahkûm etmesi­ nin) yepyeni fedakârlık alanları açtığıdır.21 17

Hak bırakan derken ölümünün kendisi hak geçirme eyleyişi haline geldiği için, hakkını helal etmenin imkânsızlığını kastediyorum.

18

Burada gerçekten de matematiksel bir kârdan bahsedebiliriz. Çünkü az sayıda itirafçıya yaplan yatırım tüm coğrafyaya korku yaymayı mümkün kılıyor.

19

Feda krizi, anlamı yeniden üretmeye yönelik fedalarla, rastgele şiddetin eşit­ lendiği anlardır. Cizre’deki şiddetin baş müsebbibi Temizöz’ün davası 90’larda bölgede şiddetin nasıl rastgeleleştiğini anlamak açısından önemli bir ör­ nektir.

20

Vekil kurban terimi, feda krizini çözmek için tüm kötülükleri üstünde barın­ dırdığı varsayılan ve ölümünün toplumu topyekûn temizleyeceğine inanılan bir feda nesnesine gönderme yapar.

21

Siyasi sorun çözülmediği sürece siyasi aktörler isteyerek ya da istemeyerek kendini feda etmeye mecbur kalacaktır. Siyasi rejimlerin kurban arayışı bi­ linen bir süreçtir. Ancak ilginç olan kimi zaman gönüllü fedalar üzerinden

Bugün bu alan Kürt kadınlan, erkekleri, yaşlılan ve çocuklan tarafından çok farklı şekillerde dolduruluyor. Üstelik bu sü­ reç hem Kürt siyasetini ucu açık bir dinamizme kavuşturuyor hem de siyasi ve toplumsal anlamlan tam da Bataille’m hayal ettiği gibi çoğullaştırma imkânını sağlıyor. Çocuk ve yaşlı, ka­ dın ve erkek bedenleri arasındaki farkı, devlet hâlâ gözetmiyor. Ancak bu gözetmeme, korku salmak bir yana dursun, her bir bedenin birer devlet şiddeti nüshası halinde mesken tutulma­ sına, adeta bir çoğul huşu ve sadakatle, çoktan göçüp gitmişle­ rin ve kavuşulamayan gerillalann hayaletlerini çağırmasına, ey­ lemesine sebep oluyor. Bu olgu bizi ele alacağım üçüncü kritik ana getiriyor. Göç­ le birlikte genişlemiş olan Kürt kentsel coğrafyasında kanunla kanunsuzluğun aynşması22 imkânsız mıntıkalarında sembolik olarak sakatlan-dınl-mış Kürt çocukları kendilerini her gün ye­ niden feda ediyorlar. Bu fedalar günümüzde Kürt hareketinin alacağı biçimi ve Kürtlerin devletle ilişkisini belirledikleri gibi, aynı zamanda tarihin ta kendisini de yazıyorlar. Şehit ve itirafçı23 1980 darbesinin mimarları yönetime el koymalannı Türkiye ve dünya kamuoyuna açıklarken, gerekçe olarak sol-sağ kavgası­ nın ülkede bir kaos ortamı yarattığını ve Türkiye Büyük Mil­ let Meclisi’nin bu kaosu engellemekte aciz kaldığını söylediler. Ancak Kenan Evren, dönemi konu alan bir belgeselde darbenin gerekliliğini Güneydoğu Anadolu ziyaretinde anladığını belir­ eşitlenmenin rastgele kurban edilme üzerinden eşitlenmeyi bozuşu ve adalet arayşıım yeniden tesis edişidir. Girard, adaletin suçluyla suçsuzu ayırabilmek­ ten geldiğini söyler. Oysa “hepimiz suçluyuz" demek hukuk düzenini aşarak, vicdani adaleti yeniden canlandırabilir. 22

Kanunla kanunsuzluğun ayrıştırılmasının sadece bir tahayyül olduğuna dair bkz. Carolyn Nordstrom, Global Outlaws: Crime, Money and Power in the Con­ temporary World, Berkeley: University of California Press, 2007.

23

Diyarbakır Cezaevi ile ilgili bilgiler 2008-2011 yıllan arasında 500’e yakın ki­ şiyle yaplan mülakatlara dayanmaktadır. Bu mülakatlar 78’liler Vakfı’nm li­ derliğini çektiği, Diyarbakır Gerçekleri Araştrma ve Adalet Komisyonu tara­ fından gerçekleşmiştir.

tir.24 Ziyaretinde bölgenin adeta Türkiye olmadığını, insanlann her yerde Kürtçe konuştuğunu gözlemlediğini, halen sürmek­ te olan bir şaşkınlıkla anlatır. Şaşkınlığının ironisi ortada: Onu şaşırtan Kürtlerin Kürt coğrafyasında Kürtçe konuşuyor olma­ sıdır. Bu şaşkınlık devlet için Kürt sorununda neyin risk ola­ rak algılandığının çarpıcı bir ifadesidir. Türkiye’nin güvenliği ve refahı Kürtlerin varlığından dolayı tehdit altındadır. Bir di­ ğer deyişle Kenan Evren’in gözlemlediği ve çözmek için darbe­ nin gerekli olduğuna onu ikna eden, Türkiye’nin misak-ı milli sınırlarının Kürtler tarafndan tehlikeye atılmış olması değildir. Sorun Türk varlık sorunudur. Risk altında olan, Anayasa’da Türk ve erkek olarak kodlanmş ve var olma imkânı bir bütün olarak devlet tarafndan temsil edilmesine bağlı kılınmış “cum­ huriyetin” ontolojik egemenliğidir. Böyle bakıldığında darbe rejiminin en acil olarak üstlendiği görevlerden birinin, inşaa­ tı süren Diyarbakır Askerî Cezaevi’nin hızla bitirilmesi olma­ sı şaşırtıcı değildir. 1980-1984 yılları arasında bu cezaevinde kalanlarn sayısı tam olarak bilinmese de 5.000 civarında olduğu tahmin edili­ yor. Bunların bir çoğuna ileriki yıllarda dava bile açılmayacak, çoğu ise haklanndaki davalardan beraat edecek. Ancak istis­ nasız her biri devleti bölme ve yıkma faaliyeti içinde oldukları şüphesiyle işkencelerden geçirilecekler. Burada bu işkence bi­ çimlerini ayrıntılı olarak anlatmaya gerek yok. İşkence ve şid­ deti anlatmanın dahi kimi zaman onu doğallaştırdığı korkusu­ nu taşıyorum. Ancak şu kadan söylenmeli: Açlık, susuzluk, ta­ ciz, tecavüz, kaba dayak, pislik yedirmek, pislikte yaşatmak ce­ zaevinde kalanların tümünün paylaştığı gündeliği oluşturuyor. İlk aylarda konuşmak hepten yasak. Daha sonra ise görüşler de dahil Kürtçe konuşmak yasak. Ailen Feldman, İrlanda Kurtuluş Ordusu tutuklulannın İn­ giltere devleti tarafından maruz bırakıldıkları şiddeti anlattığı kitabında işkencenin sembolik sözlüğünü ayrıntılı olarak tarif­ 24

Bu mutlaka gerçek olmak durumunda değildir. Geriye bakılarak kurulmuş bir anlatı olup, günün duygulanımları bağlamında darbeyi meşrulaştrmak için söylenmiş olması akla daha yatkındır.

ler.25 Elaine Scarry’nin de açıklanış olduğu gibi işkence sanıl­ dığının aksine tutukluyu konuşturmayı hedeflemez.26 Tam ter­ sine, mahkûmu çığlığa hapsederek dilini çalar. Dil ve bedeni kendinin kılar. Diyarbakır Cezaevi’nde de tutuklulann beden­ leri, her bir organ ve bu organlardan çıkan sıvılar -ter, sperm, balgam, idrar ve dışkı- tutuklulann kendilerine karşı birer si­ lah haline getirilmiştir. Üstelik IRA tutuklulanndan farklı ola­ rak cinsellikleri de ters yüz edilmiştir. Gardiyanlar, yataklarda ikişer üçer kişinin kaldığı kalabalık koğuşlann içine pomo ma­ gazinler atar. İstemsiz ereksiyonlar gardiyanların mahkûmlan birbiriyle cinsel ilişkiye zorlamalan için vesiledir. Tutuklular sıklıkla çınlçıplak soyundurulur, makatlanna cop sokulur ve bu coplar koğuş arkadaşlanna yalatılır. Genç ve yaşlı erkek­ ler penislerinden birbirlerine bağlanarak küfürler eşliğinde ko­ ridorlarda sürüklenir. Sonra tekrardan birbirlerini iğfal etme­ ye zorlanırlar. Her bir tutuklunun onlarca marş ezberlemesi, Atatürk’ün nutkunun koğuşlarda tüm gün avaz avaz okunması mecburi­ dir. Marş öğrenemeyenler ayaklanndan pencerelerin dış kenarlanna asılır. Anlatmaya çalıştığım muhakkak ki Türkiye dev­ letinin gaddarlığı değil. Tüm devletler gaddardır. Burada tek­ rar tekrar altını çizmeye çalıştığım tutuklular nezdinde Kürt halkıyla girişilmiş olan savaşın bir varlık savaşı olduğudur. Bu varlık savaşı, tutuklunun toplumsallığında cinsellik ve dil, be­ deninde ise oral ve anal olarak kodlanmış bir haritada mevzileniyor. İddiam şudur ki darbe döneminde Diyarbakır Cezae­ vi devletin rahmine dönüştürülmüş ve Kürtlerin bu rahimden yeniden doğmalan amaçlanmıştır. Tıpkı istenmeyen bir bebe­ ğin ana kamındaki hali gibi açlıktan ve susuzluktan tükenmiş tutuklular cezaevinin çeperlerinde yemek ve su anyorlar. Ör­ neğin yaptığımız mülakatlann birinde eski bir tutuklu cezae­ vinde insanlann gardiyanlar tarafından temizleyici olarak gö25

Allen Feldman, Formations o f Violence: The N arrative o f the Body and Politi­ cal Terror in Northern Ireland, Chicago, London: The University of Chicago Press, 1991.

26

Elaine Scarry, The Body in Pain: The Making and Unmaking o f the World, New York, Oxford: Oxford University Press, 1985.

revlendirebilmek için birbirlerini ezdiklerini anlatmıştı. Üste­ lik de temizlikçilerin yerleri silerken en az dörder gardiyan ta­ rafından mütemadiyen coplanacaklarını bilmelerine rağmen. Çünkü temizlikçiler için yerleri silerken köşelerde biriken su­ ları yalama imkânı vardır. Susuzluğunu giderme ümidi tüm da­ yağı dayanılır kılar. Tüm bunlar olup biterken dönemin gazetelerinde Diyarbakır Askerî Cezaevi okuma yazma bilmeyenlerin okuma yazma öğ­ rendikleri bir okulmuş gibi temsil edilir.27 Cezaevinde çekilmiş resimlerde, üniformalar içinde ve saçları dipten kazınmış tutuklulara, ellerinde kitaplar, yüzlerinde gülücüklerle huzurlu poz­ lar verdirilir. Arkalarında Atatürk’ün meşhur deyişi “Ne Mutlu Türküm Diyene” yazılı pankartlar asılıdır. Bataille’ı takip ede­ cek olursak devletin bir yandan karanlık hücrelerde tecavüz edip, girip çıktığı, bir yandan doğurmaya kalkıştığı bir dönemde bu resimler aracılığıyla kendini sahnelerde şefkatli ve düşünceli bir muhafız olarak göstermesi belki de en pornografik jesttir.28 Diyarbakır Cezaevi gerçekten de doğum yaptı. Ancak doğur­ duğu klonlanmş vatandaşlar değil birbirlerine rakip ikizlerdi: şehit ve itirafçı. Bu iki figüre geçmeden önce şunu söylemek­ te fayda var. Diyarbakır Askerî Cezaevi’nde kalanların çoğun­ luğu ne şehit ne de hain oldu. Çoğunluk yaralıydı, biçimsizdi. Ve zaten aslında tarihi yapanlar da fedakârlığın ve ihanetin an­ lamlarını sürekli ucu açık tutarak Kürt coğrafyasındaki korku, şiddet ve kahramanlık hattında gündeliklerini kurmaya devam eden bu yaralı ve biçimsiz çocuklar olacaktı. 1982 yılında Diyarbakır Askerî Cezaevi’nde 10 kişi kendi ha­ yatlarına son verdi. Kimi kendini astı, kimi yaktı, kimiyse ölüm orucuna yattı. Hemen hepsi PKK üyesiydi. Ölenlerin tamamı ko­ ğuş ve hücre arkadaşları tarafından çok özel ve parlak kişiler ola­ rak hatırlanıyorlar. İntiharlarının diğerlerine insan olmanın gü­ 27

Bunun ironikliğini en iyi biçimde ifade eden Çayan Demirel’in 2009 yılında yaptığı 5 nolu Cezaevi isimli belgeseldir.

28

Bataille’a göre burjuvazinin huzurlu ev içinin mahremiyetini gösteren bir re­ sim son derece pornografikti. Çünkü burjuva mahremiyetini bir arzu nesne­ si olarak kurarken bu mahremiyetin içerdiği tüm iktidar ilişkilerini saklamaya yelteniyordu.

cünü ve isyan etmenin umudunu verdiği söyleniyor. İntiharla­ rı, onlan Agamben’in bahsettiği gibi çıplak yaşama indirgeyen devlete boyun eğdirmeyi amaçlamıyor.29 Örneğin, ölüm orucu­ na yatanlar insanca yaşamak dışında bir talepleri olmadığını söy­ lüyorlar. Bunlar Walter Benjamin’in dediği türden saf araç ol­ muş ölümler.30 Ölümleri Kürt halkının üzerinde hak iddia edi­ yor. Varlıkları gibi ölümleri de birer hediye olarak algılanyor: İn­ san olmanın imkânım, insanlığın topyekûn katli sırasında hatır­ latmış oldukları için. Kürtlük adına konuşmaya talip herkes böy­ lelikle tarihsel bir borcun yükümlülüğü altında kişisel ahlakları­ nı her gün yeniden bu tarihi taşıyarak ve bu tarihin imlediği Kürt ezilmişliği ile ilişki içinde yeniden inşa etmek durumunda. Bataille fayda gözetmeden kendini açan bedenin ötekim sa­ dakate, Oliver ise tanıklığa davet ettiğini söyler.31 İkisi için de yara anlaşılacak değil, sorumlulukla okşanacak şeydir. Yani ah­ lakın alanındadır. Ondandır ki Diyarbakır Cezaevi’nde yaşlı­ lar gençlere “asla unutma” diye salık verirler. Unutmamak, sa­ dece hatırlamak değil, ahlaki sorumluluğu (bu örnekte devle­ te karşı direnme borcunu) yerine getirmektir. Unutmamanın karşısında ihanet durur. Sadakati layıkıyla yerine getirmek ge­ rekir, getirmemek ihanettir. Ve bundan böyle Kürt coğrafya­ sı ihanetin ve sadakatin kaygan ve öznel yargılarıyla kimi za­ man çoğalacak, kimi zaman azalacaktır. Kendilerini aile ve ak­ rabalar üzerinden tanımlayan köylüler, bu ahlaki çerçeve içe­ 29

Agamben bir yandan öldürülmesi suç olmayan, bir yandansa ölümleri “feda” ya da “kurban" yani kutsal olarak görülmeyen bedenleri çıplak yaşam olarak isimlendirir. Devlet açısından bakıldığında Diyarbakır Askerî Cezaevi’ndeki tüm bedenlerin bu kategorinin içinde olduğu iddia edilebilir.

30

Benjamin, şiddetin hukuka içkin olduğundan bahseder. Şiddet genellikle ya hukuk yapmayı ya da bozulmuş olan hukuku devam ettirmeyi sağlayan bir araç olarak karşınıza çıkar. Aynı zamanda Benjamin bir amaç gütmeyen ancak şiddet içeren eylemlerin var olan ve iktidarı yeniden üretmeye yarayan hukuk sistemini işlemez kıldığını ve şiddet-hukuk ilişkisini görünür kıldığım söyler. Hatta daha da ileriye giderek bu eylemlerin aslında şiddet olarak kategorize edilemeyeceğini de belirtir.

31

Andrew J. Mitchell ve Jason Kemp Winfree, The Obsessions o f George Bataille: Community and Communication, Albany: State University of New York, 2009; Kelly Oliver, Witnessing: Beyond Recognition, Minnesota: University of Minne­ sota Press, 2001.

risinde Kürt milislerine dönüşür. Militanların, kendi canları­ nı feda ederek müdahil oldukları cezaevi, devletin rahminden PKK’nin rahmine mahkûmlar tanıklık sorumluluklarım yerine getirirken evrilir. İşkencede çözülmek, Diyarbakır Askerî Cezaevi’nde doğal karşılanan bir durum ve çözülenlerin, hatta başkasının üzeri­ ne ifade verenlerin dahi dışlanmamasına özel bir önem verilmiş. Ancak devletle gönüllü bir değiş tokuşa girerek, koğuş içinde olan biteni ya da başka bilgileri, kötü muamele görmeme ve kayırılma karşılığında yönetime iletmek “ruhunu satmak” ve “iti­ rafçılık” sayılıyor. Bilindiği üzere daha sonra bu uygulama siste­ matikleştirilecek, af kanunu “itirafçı” olan örgüt üyelerinin cezalamı ciddi indirime tabi tutacak ve hukuksal olarak kurulmuş bir ekonomi aracılığıyla itirafçıları göbekten devlete bağlayacak. PKK bu uygulamaya rağmen cezaevinden şimdiye kadar hiç olmadığı kadar güçlü çıktı. Bilhassa 90’larda bölgede yaşayan halka yönelik faili meçhul, koruculaştırma ve köy boşaltma gi­ bi uygulamaların yaygınlaşmasıyla birlikte birçok aşiret ve şıh dahil olmak üzere halk yaygın olarak örgütün saflarına geç­ ti ve dağa çıkanların sayısı günden güne arttı. 90’lar çatışma­ nın en yoğun zamanlanydı ve 30.000’e yakın kişi hayatını kay­ betti. Abdülkadir Aygan ve benzerlerinin daha sonradan anla­ tacakları gibi “itirafçılar” bu süreçte etkin rol oynadı. 1990’larda kurulan Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele Birimi JlTEM’in birçok eski “itirafçı”yı faili meçhul olarak bilinen cina­ yet ve suikastlerde kullandığı artık kabul gören yaygın bir bilgi. Burada ilginç olan sözü geçen bilgilerin doğru olup olmadı­ ğından çok, bölgede dolaşıma geçen genel bilginin 90’lar süre­ cinde “şehit”32 bedenleri ile “itirafçı” bedenlerini birbirine bağ­ lamasıdır. Bir yanda ihanet bir yanda sadakat vardır ve bunlar birbirlerini karşılıklı olarak üretir. Eyleyişleriyle, bedenlere bi­ çim verirler. Üstelik artık devlet kendini sadece cezaevlerinde ya da köy aramalarında var eden, ara sıra karşılaşılan aşın cinsel bir be­ den olmaktan çıkmıştr. Devlet, coğrafyanın her yanma korku 32

Şehit ve şahit arasndaki etimolojik ilişki çokça ele alınmıştır.

salan gizlenmiş ve komplocu çoğul bedenlerden oluşmaktadır. Her an her yerde fazlasıyla vardır.33 Bugün tespit edilmiş bulu­ nan 114 ve tespit edilmeyi bekleyen 117 toplu mezarın da gös­ terdiği gibi yerin altını da üstünü de yanmş, bombalanmış, ke­ silmiş, tecavüz edilmiş bedenlerle doldurur. Bu anlamda dev­ let, kabuslar yaratan bir büyücüye dönüşmüş ve taşı toprağı lanetlemiştir. Feda, bireysel, özgürleştirici ve isteğe dayalı ol­ maktan çıkmış, yerini herkesin potansiyel olarak kurban edile­ bileceği bir dehşet ortamına bırakmştır.34 Ağıtlar, gecenin göl­ gesinde hareket eden gerillalar, girintili çıkıntılı dağlar ve giz­ li dinlenen teyp çalarlar, büyücünün pornografik varlığından kaçmaya çalışanların erotik kuytulardır. 1990-1999 yılları arasında yerel siyasetçilerin, iş adamları­ nın, aydınların, gazetecilerin, sendikacı, öğretmen, öğrenci ve imamların da dahil olduğu 5.000 kişinin JİTEM tarafından öl­ dürüldüğü veya öldürtüldüğü tahmin ediliyor. Öldürülenlerin cesetleri dere kenarlamda, asfaltlarda, banklarda, yol kenarla­ rında bulunuyor. Tekrar Feldman’a referans vermek gerekir­ se bu faili meçhul ölümler aracılığıyla Kürt coğrafyası içe kapa­ tılarak sömürgeleştiriliyor (endocolonization).35 Aynı zaman­ da terörle mücadele adına ormanlar yakılıyor, meralar kapatılı­ yor, köyler boşaltılıyor. Bugünkü sivil Kürt muhalefetinin söz­ lüğünde bu dönem, toprağın tecavüze uğradığı bir dönemdir. Kötü ölümlerin36 kol gezdiği bir durmuş zamandır. Kötü ölüm­ 33

Veena Das ve Deborah Poole’a göre devlet zaten kendini en fazla coğrafyasının maıjinlerinde somutlaştırır. Veena Das ve Deborah Poole, Anthropology in the Margins o f the State, New Mexico, Oxford: School of American Research Press, James Currey Ltd, 2004.

34

Bataille her ne kadar feda ile kurban arasında ayrım yapmamış olsa da ben kurbanı nesneleşmişlik, fedayı ise özneleşmişlik anlamında kullanıyorum. Her ne kadar özneleşme ve nesneleşmenin tam olarak birbirinden ayrılamaya­ cağının farkında olsam da burada Oliver’dan (2001) yola çkarak özneleşmeyi tanıklık ve tanık çağırmak, nesneleşmeyi ise bu kapasitenin yitmesi olarak tanımlıyorum. Aynca bkz. Mark Nichanian, The Historiographic Perversion, New York: Columbia University Press, 2009.

35

Feldman endokolonizasyon kavramını İngiltere’nin İRA sebebiyle İrlanda’da uyguladığı siyasetleri tariflemek için geliştirmiştir. Feldman, a.g.e.

36

Kötü ölüm antropoloji literatüründe yası tutulamayan ya da yası bitemeyen ölümler için kullanlan bir deyimdir. Ölüm kültürel olarak kabul edilemeyecek

ler toprağı kirletmiş ve zehirlemiştir. Hem ortalarda gezinen iti­ rafçılar hem de öldürülenlerin saçılmış bedenleri toprağı devle­ te mal etmiştir. Bu anlamda toprağın mahremiyetini kaybetmesi yeni mahremiyet arayışları getirecektir.37 Gene buradan yola çı­ karak Kürt direnişinin bu mahrem niteliği aldığı söylenebilir ki bölgede Kürt partilerine oy vermenin namus olduğu sıklıkla di­ le getirilir. Bir diğer deyişle Kürt erkek bedenlerinin öldürülerek ya da itirafçılaştınlarak nesne kılındığı pornografik ekonomi, al­ ternatif mahremiyetler kurulmasına da sebebiyet vermiştir. Öte yandan, Kürt muhalefetinin ve PKK’nin mahremiyet de­ ğeriyle bezendiği bu alternatif anlam haritasında, pornogra­ fik ekonominin açtığı “kurban” olma yeri, gönüllü olarak mes­ ken tutulmaya başlanmış, böylelikle kurban olmak yerine di­ renişi sürdürmenin temel kılındığı bir feda ekonomisi yaratıl­ mıştır. Bu durumun en iyi resmedildiği romanlardan biri olan Ape Musa’nın Küçük Generalleri (2008), Özgür Gündem Gazetesi’ni açık tutmak ve gazeteyi dağıtabilmek için girilen riskleri ve riskin kendisinin nasıl bir “özgürleşme” hissiyatı yarattığını anlatır. Gazetenin içeriği değil, onun çevresinde ödenilen be­ dellerin, girilen ilişkilerin, göze alınan tehlikelerin kurduğu ik­ rar edilemeyen bir cemaatin üyeleri olarak Kürtlük bir kez da­ ha biçimlenir.38 Tecrit

1999 yılında, PKK lideri Abdullah Öcalan, PKK’nin ayrı bir devlet kurmaktan vazgeçtiğini ve daha sonra demokratik cum­ huriyet tezi olarak yaygınlaşacak yeni kavramsal çerçevesini yöntemlerle gerçekleşmiş, yas tutmaya imkân verecek cenaze merasimi yapıl­ mamış, ölümü kabul etmeye yarayacak anlam bulunamamış yahut failler ceza görmemişse, bu ölümler çoğu toplumda “kötü ölüm” olarak değerlendirilir. 37

Michael Herzfeld kültürlerin ve cemaatlerin birlikteliklerini hayal etmekte sa­ dece üyelerin tekelinde olan ve “dışarıyla” paylaşılmayan bazı mahremiyetle­ rin gerekli olduğunu anlatır. Michael Herzfeld, Cultural Intimacy, New York: Routledge, 1997.

38

İkrar edilemeyen cemaatler için bkz. Maurice Blanchot, The Unavowable Com­ munity, New York: Station Hill Press, 2006.

açıkladıktan kısa bir süre sonra tutuklandı. Öcalan daha son­ ra Bir Halkı Savunmak (2004) ismiyle kitap haline getirilen sa­ vunmasını yaptığı hızlı bir duruşma sonucunda idam cezası­ na çarptırıldı. Ancak Avrupa Birliği ile pazarlıkların bir parçası olarak Türkiye Devleti idam cezasını kaldırınca Öcalan, İmralı adasındaki cezaevine tecrite yollandı.39 Abdullah Öcalan’ın bedeni bildiğimiz ve popüler kültüre mal olmuş özgürlük savaşçılarından farklıdır. Öcalan, posterleri Che Guevera’nın yanına asılan 7 0 ’lerin devrimci kahramanları Deniz Gezmiş ya da Sinan Cemgil gibi yakışıklı değildir. Daha da önemlisi Öcalan genç değildir. Hayatta kalmış, yaşlanmış­ tır. Yaşayan bedeni devrimciliğin romantik haritasında kendi­ ne yer bulamaz. Yaygın toplumsal tahayyülde meşruluk zemi­ nini ancak gençlik, idealistlik ve ölümlülüğün her daim birbiri­ ne iliştirilmesiyle bulan devrimci muhaliflik Öcalan’ı kapsayamaz. Bu nedenledir ki tecrit sadece güvenlik sorununa bir çö­ züm olarak algılanmamalıdır. Öcalan’n yaşayan bedeninin top­ lumdan ayrılarak bir adaya konulması, o bedenin görünürleşti­ ğinde, Türkiye’nin yakın geçmişini tutarlı kılan ve devlet mer­ kezli olarak bestelenmiş sol devrimci feda ekonomisini40 zede­ leme tehlikesi taşıdığı için de sembolik anlamda elzemdir. Gerçekten de tutuklanmasının hemen ardından Abdullah Öcalan’m bedeni Türkiye anaakım medyasının, siyasi analistle­ rin ve köşe yazarlarının en favori konularından biri haline gel­ miştir. Televizyonda, mahkemede onun için özel yapılan cam hücrenin ardındaki bedeni dakikalarca yakın çekim gösterilir ama sesi asla duyulmaz. Adı asla anılmaz. Ya terörist başıdır ya da bebek katili. Hafif çıkmış göbeği lükse olan kanlı düşkün­ lüğünün işareti olarak algılanır. Söylence odur ki Öcalan Suri­ ye’de krallar gibi yaşarken gençleri ölüme yollamış, militanları­ na aşkı yasaklarken, kendine kadın gerillalardan oluşan bir ha­ rem kurmuştur. Bir diğer deyişle mahkeme ve sonrasında, Ab­ 39

Dünyada sıkça rastlanan ada ve cezaevi ilişkisi için bkz. Michael Taussig, My Cocaine Museum, Chicago: Chicago University Press, 2004.

40

Bilindiği üzere popüler kültürde sol devrimciler iyi idealleri olan, ancak yanlış yola düşüp kurban olmuş saf çocuklar olarak resmedilir. Bkz. Asuman Suner, Hayalet Ev, İstanbul: Metis Yayınlan, 2006.

dullah Öcalan’ın bedeni birdenbire geminden kurtulmuş tüm oryantalist fantezilerin odağı olmuştur. Pornografik bakışlara maruz bırakılan Ûcalan’ın bedenine her türlü ahlaksızlık yakıştırılmakta ve günah keçisi ilan edilmektedir. Ûcalan’ın bedeni­ nin çevresinde kurulan bu şehvet, aynı zamanda Türk halkı­ nın 2000’lerde Kürt bölgelerinde inşa edilecek olan yeni bir tür pornografik yönetim zihniyetine katılımlarım ve rızalarını sağ­ lamanın da arka planını oluşturacaktır. 2000’li yıllar Türkiye’de aşiret dizilerinin kol gezdiği yıllar­ dır. Bu diziler hemen hemen tüm televizyon kanallarında farklı estetik zevkleri olan seyircilerin tüketimine sunulmuş, çatışma, yoksulluk, taş atan çocuklar, tecavüz ve intihar gibi temalar aşiret ve töre adı altnda Güneydoğu’nun ve Kürtlerin geri kal­ mış varsayılan kültürüne tahvil edilmeye başlanmıştır. Hem de bölgede çalışan tüm İnsan Haklar Demekleri ve İstanbul mer­ kezli sivil toplum örgütleri bu temalann savaşla olan bağlantı­ sını bilimsel olarak defalarca ifşa etmiş olmalarına rağmen. Bü­ yük gazetelerde büyük yazarlar büyük şehirlerdeki büyük suç­ lan Kürt halkına atfetmeye, Kürt halkının uydu televizyonla­ rından pornografi seyredip birbirine tecavüz ettiğini söyleme­ ye devam eder, feminist örgütler gözaltında cinsel taciz ve te­ cavüzün yaygınlığını yani devlet pornografisini göstere dursun, sosyal politika alanında yaralar yoksulluk yardımlarıyla sarıl­ maya kalkışılmakta, çocuklara özel polisler yetiştirilmektedir. Şefkatli STK’lar bölgede kadmlann eğitim seviyesinin düşüklü­ ğüne karşı yapılmış olağanüstü büyük kampanyalannda “baba beni okula gönder” şarkısını söyletirler küçük kız çocukları­ na. Bu kampanyalarda babalar yokluklanyla vardır. Öcalan tec­ ritte nasıl ki görünmez kılınmış ve birtakım yazarlar onun be­ densel yokluğunu, Kürt halkının uğradığı bütün mağduriyetle­ ri Öcalan’ın bedenini parçalara ayınp işaretleyerek doldurmaya kalkmıştır (göbek, bıyık vs.), tüm Kürt babalann reklamlarda­ ki yokluğu da Levent Kırca’dan Okan Bayülgen’e kadar, protezlenmiş grotesk göbekler ve bıyıklarla doldurulur. Aslında Türk kamuoyu için, Öcalan ’80’ler ve ’90’larda ya­ şanmış olan büyük şiddetin açtığı anlam yaralarını sembolik

anlamda kapatmak için feda edilecek en uygun “vekil kurban” adayıdır. Ancak Öcalan beklentilerin aksine biraz şans ve faz­ lasıyla akıllı manevralarla sadece hayatta kalmayı değil aynı za­ manda Kürtlerin mitik lideri olma pozisyonunu da sağlamlaş­ tırmayı başarır. Üstelik az sayıdaki akrabasının ve avukatları­ nın dışında kimseyi göremediği tecrit koşullarım -yazdığı ki­ taplar aracılığıyla- Kürt halkının toplamının durumunu açık­ lamak için bir metafor haline getirmiş, Kürtlerin maruz kala­ cakları yeni siyaset biçimlerini konuşulabilir kılacak yeni bir dil geliştirmiştir.41 Öte yandan Öcalan feda edilmeyi reddettiği ölçüde diğer Kürtlerle birlikte devletin ve medyanın pornografik bakışının da hedefi olma kaderini paylaşmaktadır. Kürtler sonraki yıllar­ da, geleneğin barındırdığı varsayılan tüm felaketlerin yegâne temsilcisi olarak görülecek ve sürekli izlenecektir. Gazetelerde her gün yer bulan kan davaları ve namus cinayetleri42 haberle­ ri, özgürlük mücadelesinin şiddetini, geleneğin ve geri kalmış­ lığın şiddetine indirgemeye çalışacaktır. Halkın bedeni: Taş atan çocuklar

2006 Mart ayının son günlerinde Türk ordusunun kimyasal si­ lahlarla öldürdüğü söylenen bazı PKK militanlarının cenazele­ ri Diyarbakır’a ulaştı. Her ne kadar Diyarbakır halkı için savaş sırasında askerlerin de militanların da ölmesi kabullenilir bir şey de olsa, bu kabul ölümün şiddeti ve biçimine bağlıydı. Zor­ la göç ettirilmişlerin ve onların kentlerde doğmuş çocukları­ nın mesken tuttuğu Diyarbakır’ın kalabalık ve yoksul mahalle­ 41

Öcalan’a göre Kürt halkı hem uluslararası anlamda yalnız bırakılmış hem de Kürt bireyleri Türkiye içinde en temel haklarından bile mahrum edilerek tecrit edilmiştir. 2000’ler başında Kürt siyasi özneleri sivil siyaset alanında Kürt hal­ kının tecritinden sıklıkla bahsetmişlerdir. Omeğin DTP ve BDP milletvekilleri­ nin mecliste yaşadıklarının buna en iyi örneği teşkil ettiği dile getirilmiştir.

42

Öteki’nin cinselliğinin, bedeninin ve kanının oryantalist söylemleri nasıl kur­ duğunu kavramsallaştırmak için bkz. Elizabeth Povinelli, Empire o f Love: Toward A Theory o f Intimacy, Geneology and Carnality, Durham: Duke Univer­ sity Press, 2006; Ann Stoler, Carnal Knowledge and Imperial Power: Race and the Intimate in Colonial Rule, Berkeley: California University Press, 2010.

lerinde, cenazelerin kimyasalların izlerini taşıdığı söylentisi gö­ rülmemiş bir öfkeyle karşılandı. Gençlerin ve çocukların lider­ liğindeki halk, cenaze günü kısa zamanda güvenlik güçlerinin, Kürt sivil örgütlerinin ve hatta belediyenin dahi kontrolü kay­ bettiği büyük bir protesto hareketi başlattı. Protestoların ilk gü­ nünün bitiminde beşi çocuk on kişi ölmüştü bile. Protestoları izleyen günlerde Diyarbakır’a giriş ve çıkış sınır­ landı, medyanın haberlerini sadece askerî brifingleri temel ala­ rak yayınlaması salık verildi. Bu kez kelimenin tam manasıyla Diyarbakır tecrit edilmiş ve yaşayanlar için bir hapis/ada haline gelmişti. Dışarıya sızan az sayıda habere göre evler basılıp ara­ nıyor, mahallelerde kimlik kontrolü ve üst araması yapılıyor­ du. Aynı zamanda 2002’de Olağanüstü Hal’in kalkması ve Av­ rupa Birliği’ne uyum yasalarına güvenerek yer üstüne çıkmış ve sivil toplum kuruluşu statüsüne kavuşmuş tüm kuramların üyeleri de bir bir tutuklanıyordu. Türk medya ve kamuoyunun olaylara tepkisi şaşırtıcı oranda düşmancaydı. Olayların nasıl yorumlanacağı çoktan, Ûcalan’m tutuklanmasından sonra dikkatle kotarılmış oryantal fantezi­ lerle belirlenmişti. Kısaca söylemek gerekirse Türk toplumunda ve medyasında Diyarbakır ve Kürt nüfusun genelinin43 şid­ dete eğilimli olduğu görüşü benimseniyor ve olaylara liderlik yapan çocukların derhal rehabilite edilmesi öneriliyordu. Bun­ dan sonra bu çocuklar sadece pornografik merakın nesnesi de­ ğildi: Artk onlar hukuki bir acımasızlığın da nesnesi olacaklar­ dı. Hemen bu olayların akabinde yeni bir Terörle Mücadele Ka­ nunu Meclis’e gelecek ve toplumsal tartışmaya açılmadan yasa­ laşacaktı. Taş atmanın ya da sadece yüzünü dahi kapamanın te­ rörist bir suç olarak kategorize edildiği bu kanuna göre 2010’a kadarki zaman diliminde 2.600 çocuk tutuklanacaktı. Ancak bu kanun, gösterileri engellemek şöyle dursun, taş atmayı ve taş atınca terörizm suçu işlemiş sayılmayı çocuklar arasında bir 43

Bu temsil “öteki” için sıklıkla kullanılır. Bkz. Veena Das, Arthur Kleinman, Mamphela Ramphele ve Pamela Reynolds, Violence and Subjectivity, Berkeley, Los Angeles, London:University of California Press, 2000; Elizabeth Povinelli, The Cunning o f Recognition: Indigenous Alterities and the Making o f Australian Multiculturalism, Durham: Duke University Press, 2002.

onur ve ahlak davası haline getirecekti.44 Bu ahlak, konuyla il­ gili etnografik bir çalışma yapmış olan Darıcı’ya göre zorunlu yerinden edilmenin hafızası ve kendinden önce gerçekleşmiş olan direnişlerin mirası ile biçimlenmişti. Devletin fazlasıyla var olduğu kentsel alanı, şiddet ve muhalefetle kendine ev yap­ mayı hedefleyen çocuklar için gösterilere katılmak aradan ge­ çen yıllar içinde gündelikleşti. Toplumda “Terörle Mücadele Kanunu Mağduru” ya da “Taş Atan Çocuklar” olarak bilinen çocukların biyolojik yaşları 18’in altında. Oysa Kürt coğrafyasındaki deneyimleri,45 her bi­ ri devletin arşivi haline gelmiş olan mekân, hikayat ve insan bedenleri tarafından biçimlendiriliyor. Bu sebeple çocukların kendilerinden önceki kuşaklan da imgelemlerine katarak eyle­ diklerini söylemek sanırım yanlış olmaz. Ayrıca bu çocukların, yasallık ve yasadışılık arasındaki aynmın gittikçe belirsizleştiği bir sosyal manzaranın sakinleri olduğunu da unutmamak gere­ kir.46 Aidiyetlerini, yas ve umudun, acı ve direncin, kurban ol­ ma ve feda etmenin birbirini kimi zaman kurduğu, kimi zaman da bozduğu gündelik çelişkiler içinde yaratıyorlar. Çocukla­ rın kendi kodları, öfkeleri, riskleri, oyunları var. Öcalan’m de­ yimiyle onu en iyi anlayan onlar. Hiçbir yapı onların aşkmlığını kapsayamıyor ve kendi bedenlerini tehlikeden tehlikeye koşturduklan eyleyişlerinde tüm toplumsal kanunlan sorgula­ tıyorlar. Çocuklar ve değiller. Politikler ve faydasızlar. Çünkü örgütlü eylemleri müdahale edilmesi elzem birer cümbüşe dö­ nüştürüyorlar. Sadık ve hainler. Gündelik hayatlarında uyuştu­ rucunun ve aileye isyanın sefahatinde, eylemlerinde direnme­ nin huşusu içindeler. Konusu her gün yeniden biçimlenen ve değişen böylesi bir makaleyi sonla kapatmak sanırım uygun olmayacaktır. Dev­ 44

Haydar Darıcı, Violence and Freedom: The Politics o f Kurdish Children and Youth in Urban Space, Sabancı Üniversitesi, yayımlanmamış yüksek lisans tezi, 2009.

45

Deneyimin kavramsallaştırılması için bkz. Joan W. Scott, “Experience", Fem i­ nists Theorize the Political, der. Judith Butler ve Joan W. Scott, New York, Lon­ don: Routledge, 1992.

46

KCK davası olarak bilinen davaya bağlı olarak tamamen sivil alanda çalışanlar tutuklanmıştır.

letin Kürt erkek bedenleriyle kurduğu mahremiyetler şecere­ si halihazırda Kürtlerin mücadelelerini şekillendirmeye devam ediyor. Kurban olmak ve feda etmek arasında gidip gelen Kürtler, devleti bölgede nasıl var olacağına dair her dönem yeni ka­ rarlar vermeye zorluyor. Tarih dediğimiz şey, halkın anlık öz­ gürlükler sağlayan fedakârlık jestleriyle yazılıyor. Söz konusu coğrafyanın çelişkili yerleri ve imkânsız kuşaklarında, devletin deriye değen pornografik bir ekonomi içerisinde nesneye dö­ nüştürdüğü topraklarda fedakârlık, erotizm ve neşeyi, kahka­ ha, göz yaşı ve zevki, yaşama geri katıyor. Modem devletin por­ nografik varoluşunu, pornografinin devletin kuruluşu ve ikti­ dar üretimindeki rolünü anlamadıkça, direnişin de nasıl oldu­ ğunu anlayamayacağımızı düşünüyorum. Son söz yerine Son olarak belirtmek gerekir ki böylesi bir analiz fedaları kutla­ yarak, gözümüzü durumun vehametine kapatmak şöyle dursun, kapalı gözlerimizi açmak için yapılmıştır. Devlet şiddeti beden­ lere zarar verirken, samimiyetlere de zarar verir. Samimiyetlerin ölümlerle lanetlendiği ya da yüceltildiği bir yaşam muhakkak ki Bataille’ın anladığı özgürlük kavramının, yani riske girmenin, yani ölümlülük bilgisini taşımanın sadece bir yanıdır. Bir diğer yanı karşılıklı bilinmezliği gözeten, bilinmezliği ileten, riskli iç/ dış sesler, cümleler ve müzakerelerle kurulan yaşamın ta kendi­ sidir. Benjamin’in “Şiddetin Eleştirisi” makalesinin sonunda tariflediği, şiddetin herkese eşit dağıtıldığı, kimliklerin içinin deh­ şetle boşaltıldığı ve özgürlüğün son mertebesine erişildiği tanrı­ sal şiddet, nihayetinde sadece bu dünyanın öteki dünyaya dönü­ şeceği anda mümkün. Çünkü biz burada, bugün şiddetin gün­ deliğini, ertesini ve ertesinin izlerini taşıyan zamansallıklan ya­ şıyoruz. Şiddetin gündeliği ve ertesi ise Veena Das’m belirttiği gibi süpürmeyi, temizlemeyi, emeği, durağanlığı ve dostaneliğin yeniden kurulması çabasını gerektiriyor.47 Pornografi ne kadar 47

Veena Das, L ife and Words: Violence and the Descent into the Ordinary, San Fransisco: University of California Press, 2006.

utanmazsa, erotizm de o kadar yorucudur. Dostaneliğin gereği, bilinemez acılan beraber taşıyarak, yaşamı kutlamayı gerektirir. Yıllar önce Avrupa’nın bir kentinde bir konferansta bir Kürt siyasetçi, kendini Avrupa’ya anlatmanın zorluğundan bahset­ mişti bana. “’90’lar zordu,” demişti. “Öyle zordu ki birini kur­ tarmak için valiyi ararsınız, ‘Beyaz Reno arkadaşın kapısınday­ mış, aman almayın,’ dersiniz. Vali ‘Tamam,’ der. Telefon meş­ gulken meğer başka bir evde başka bir Reno başka birini götü­ rüyor, bana erişemedikleri için gecenin içinde kayboluyormuş. Ben bunu benle beraber yaşayan, yaşatan ve yaşayanlarla, valiy­ le barışmalıyım asıl. O biliyor çünkü,” demişti. 13 Eylül 2011’de devletin ve PKK yapılanmasının ileri gelen­ lerinin bir gizli görüşmesi düştü internete.48 Baskınlar ve operasyonlann, ’90’lan çağnştıracak kadar ağır olduğu bir dönem­ di. Görüşmede özetle devletin müsteşan şikâyet ediyor, “Banşta anlaştık da uygulaması daha zaman alıyor,” diyordu. Son­ ra bir noktada “N’olur diyor taleplerinizi kısa yazın, 15 say­ fa yazmışsınız.” PKK örgütlenmesinden bir büyük isim onay­ lıyor. Sonra PKK’nin şehire sızdırdığı bombalardan, devletin dağda bulunan belli mevzileri bombalama tehditlerinden bah­ sediyorlar. Müsteşar sürekli ne denli riskli bir konumda olduğundan dem vuruyor, bir yandan da Öcalan’dan saygıyla bahsediyor. PKK’liler haklarında açılan dosyaları soruyor. “Uçağa bindir Türkiye’ye götür bizi,” diyor biri. “Ne var götürürüm,” diyor müsteşar. Erkekliğin akıl sır almaz dostaneliğinde geziniyorlar. KAYNAKÇA Agamben, G. (1998) Homo Sacer: Sovereign Power and Bare Life, Stanford: Stan­ ford University Press. Aretxaga, B. (2003) “Maddening States”, Annual Review o f Anthropology, sayı 32, 393-410. Bataille, G. (1993) The Accursed Share: An Essay on General Economy, New York: Zone Books. Bataille, G. (1986) Erotism: Death and Sensuality, San Francisco: City Lights Books.

48

http://gundem.milliyet.com.tr/iste-gundem-yaratan-o-gorusmenin-detaylari/ gundem/gundemdetay/13.09.2011/143805 l/default.htmref=fblike

Benjamin, W . (1999) “Critique of Violence”, Selected Writings, Cilt 1, der. M. Bul­ lock ve M. Jennings, Cambridge: Harvard University Press. Blanchot, M. (2006) The Unavowable Community, New York: Station Hill Press. Brown, W. (2001) Politics Out o f History, New Jersey: Princeton University Press. Chakrabarty, D. (2007) Provincializing Europe: Postcolonial Thought and Historical Difference, Newjersey: Princeton University Press. Das, V., A. Kleinman, M. Ramphele ve P. Reynolds (2000) Violence and Subjectivity, Berkeley, Los Angeles, London: University of California Press. Das, V. ve D. Poole (2004) Anthropology in the Margins o f the State, New Mexico, Oxford: School of American Research Press, James Currey Ltd. Das, V. (2006) Life and Words: Violence and the Descent into the Ordinary, San Fran­ cisco: University of California Press. Dancı, H. (2009) Violence and Freedom: The Politics o f Kurdish Children and Youth in Urban Space, Sabancı Üniversitesi, yayımlanmamış yüksek lisans tezi. Derrida, J. (1994) Specters o f Marx: The State o f the Debt, the W ork o f Mourning and the New International, New York: Routledge. Feldman, A. (1991) Formations o f Violence: The Narrative o f the Body and Political Terror in Northern Ireland, Chicago, London: The University of Chicago Press. Girard, R. (1977) Violence and the Sacred, Baltimore: Johns Hopkins University Press. Grosz, E. (1994) Volatile Bodies: Towards a Corporal Feminism, Indiana: Indiana University Press. Herzfeld, M. (1997) Cultural Intimacy, New York: Routledge. Karaca, I. (2008) Ape Musa’nn Küçük Genarelleri, Istanbul: Berçem Yaynlan. Mitchell, A. J . v e j. K. Winfree (2009) The Obsessions o f George Bataille: Community and Communication, Albany: State University of New York. Nichanian, M. (2009) The Historiographic Perversion, New York: Columbia Uni­ versity Press. Nordstrom, C. (2007) G lobal Outlaws: Crime, Money and Power in the Contempo­ rary World, Berkeley: University of California Press. Noys, B. (2000) George Bataille: A Critical Introduction, London; Sterling, VA: Plu­ to Press. Oliver, K. (2001) Witnessing: Beyond Recognition, Minnesota: University of Min­ nesota Press. Taussig, M. (2004) My Cocaine Museum, Chicago: Chicago University Press. Povinelli, E .(2006) Empire o f Love: Toward A Theory o f Intimacy, Geneology and Carnality, Durham: Duke University Press. Povinelli, E. (2002) The Cunning o f Recognition: Indigenous Alterities and the Making o f Australian Multiculturalism, Durham: Duke University Press. Scarry, E. (1985) The Body in Pain: The Making and Unmaking o f the World, New York, Oxford: Oxford University Press. Scott, J . W . (1992) “Experience”, Feminists Theorize the Political, d e r .J. Butler v e j. W. Scott, New York, London: Routledge. Sirman, N. (2002) “Kadınların Milliyeti”, M illiyetçilik: M odem Türkiye’de Siyasi Düşünce, der. T. Bora, İstanbul: iletişim Yayınlan.

Stoler, A. (2010) Carnal Knowledge and Imperial Power: Race and the Intimate in Co­ lonial Rule, Berkeley: California University Press. Suner, A. (2006) Hayalet Ev, Istanbul: Metis Yayınlan. Werbner, P. ve N. Yuval-Davis (1999) Women, Citizenship and Difference, London: Zed Books. Winnubst, S. (2007) Reading Bataille Now, Bloomington: Indiana University Press. Zengin, A. (2007) Sexual Margins: A Study on an Ethnography o f “The State” and Women Sex W orkers in Istanbul, Boğaziçi Üniversitesi, yayımlanmamış yüksek lisans tezi.

Rojin’i Dağa Kaldırmak ya da Militarizm, Kadın ve Mizah A rus Y um ul

Gene mi bir isteğin var, Atreusoğlu? Barakaların tunçla, kadınla dolu. Bir kenti alır almaz biz Akhalar Onları sana verdiydik ilk peşin.

-İlyada, II. Bölüm, 225-228 Yurduna dönmeye yeltenmesin hiç kimse, Helene'in acılarına, iniltilerine karşılık yatmadan bir Troyalı karısıyla.

- ilyada, II. Bölüm, 353-354 Serdar Turgut’un Kürt açılımı konusundaki tutumunu, ya da kendi sözleriyle “Habur görüntülerine” tepkisini “abartılı bir absürd mizah” (Akşam, 24 Ekim 2009) yoluyla dile getirdi­ ğini iddia ettiği, barış sürecine olumlu hiçbir katkısı olma­ yan, “PKK Teröristi Olmadığıma Pişmanım” yazısında sarf et­ tiği “Sonra dağda Öcalan’ın açıklamalarıyla anladığım kadarıy­ la arada bir toplu seks partileri de oluyor. Bunlara da mutla­ ka militan bir aktiflikle katılırdım. Bugüne kadar hoşlandığım PKK’lı bir kadın henüz görmedim ama olsun. Dağda bulamaz­ sam da bir hücre oluşturup, şehri basıp Rojin’i dağa kaldırıverirdim olur biterdi. ... Düşünsenize; yıllarca dağda keyif haya­ tı süreceğim, dağa kaldırıp seks kölem haline getirdiğim Rojin ile yaşayacağım” (Akşam, 24 Ekim 2009) sözlerine Rojin’in suç duyurusunda bulunması üzerine Ertuğrul Ûzkök, Rojin’e hita­

ben yazdığı açık mektupta: “Sevgili Rojin, her şeyden önce şunu söyleyeyim. Serdar Turgut ve ‘dağa kadın kaldırmak’ oksimoronun Allahıdır. 25 yıldan beri tanıdığım Serdar Turgut, bırak bir kadım ‘dağa kaldırmayı’, ‘dansa bile kaldıramaz’. Çünkü çok utangaçtır. Öyle erkek melekeleri yoktur” (Hürriyet, 1 Kasım 2009) diyordu. Serdar Turgut büyük bir ihtimalle gerçek hayatta bir kadım da­ ğa kaldırmayı aklından bile geçirmez, tıpkı savaşlarda kadınla­ ra tecavüz eden pek çok erkeğin normal yaşamında hiçbir kadı­ na yan gözle bakmayacağı gibi. Zaten kendisi de Rojin’den özür dilediği yazısında bunu açıkça dile getiriyor: “Nasıl ki PKK te­ röristi olmayacaksam, dağa çıkmayacaksam, kız da kaçırmaya­ cağım. Bu açık değil mi Allah’ınızı severseniz yahu. Lafı ne ka­ dar abartılı söylersem işin hayal kurgu olduğu anlaşılır diye dü­ şünüyorum hala daha...Ne Rojin Hanım’ın namusunda gözüm var. Böyle bir şey olamaz da zaten. Hayatım boyunca ben hiçbir kadına nezaketsiz davranmamaya çalıştım” (Akşam, 29 Ekim 2009). Lâkin burada söz konusu olan tek tek erkeklerin gündelik hayatlarında ne yaptıkları/yapacakları değil, fallus’u iktidarla eşit­ leyen, erkek cinselliğini güçle ilişkilendiren kültürel anlayıştır. Bu yüzden Ertuğrul Özkök bir kadını dağa kaldırmayı “erkek melekeleri” arasında saymakta herhangi bir beis görmez. Da­ ğa kaldırmak dansa kaldırmaktan çok daha kayda değer eril bir özelliktir onun gözünde. Bir iktidar simgesi olarak fallus, gücünü tekil erkek bireylerden (ya da Serdar Turgut’un medyanın gündemine sokmakla övündü­ ğü penisten) almaz. Penis sadece bir tahakküm aracıdır. Asıl olan kadım ikincil konuma yerleştiren fallik düzendir. Bu düzen tek tek erkek bireylerin toplamından daha öte bir olgudur ve on­ lara bireysel iktidarlarını sürdürecek dayanağı sağlar. Savaş­ lar fallik ideolojinin en yoğun yaşandığı ortamlardan biridir. Bu yüzden tek başlarına bir kadına tecavüz etmeyecek kişiler erkekliğin ilminin hatmedildiği savaşlarda, bu suçu rahatlık­ la işlerler.1 Muzaffer tarafı erkek, mağlup tarafı ise kadın olarak kurgulayan savaşlar tam da bu yüzden sembolik tecavüzün bir 1

Susan Brownmiller, Against Our Will, Men, Women and Rape. New York: Ban­ tam Books, 1975, s. 23.

türüdür. Gayatri Spivak’ a göre savaşlardaki tecavüz “toprak ik­ tisabının metonimik bir kutlama töreni”dir.2 Tecavüz tarihsel dönemleri ve ulusal sınırları aşan bir olgu­ dur. Kişinin bedeninin sınırlarım ihlal eden, “şiddet kullanarak bedenin içini istila eden”3 tecavüz aslında savaşa benzer; fiilî veya simgesel tecavüz savaşın nihai metaforudur4 ve savaşın ta­ rihi kadar eskidir. Homeros’un llyada'sı Antik Yunan’da kadın­ ların meşru bir savaş ganimeti olarak algılandığını açıkça be­ lirtmektedir. Ancak erkek egemen siyaset, tarih yazımı ve hu­ kuk, yakın geçmişe kadar, tecavüz dahil, çatışma halindeki ka­ dına yönelik şiddeti savaşın cehennemi ortamının kaçınılmaz bir sonucu olarak görüp, doğallaştırmıştır.5 Savaşlarda kadın bedeni hem mecazi hem de gerçek anlam­ da bir savaş alanı olarak kurgulanır. Kadın olarak kurgula­ nan vatanın asıl öznesi “millet, büyük ölçüde bir erkek kar­ deşler birliği”dir.6 Vatanı “sevilip adanılacak, sahiplenip ko­ runacak, uğruna ölünüp öldürülecek” “bir coğrafi bedene” dönüştüren,7 cinselleştirip, toprağını, sınırlarını, kadınlaştı­ ran anlayış, vatanı korurken esasen kadınlan, bilhassa onlann namusunu koruduğunu iddia eder. Nedeni şu ki “ulusun er­ kek oluşu ile vatanın kadın oluşuna sıkı sıkıya bağlı olan bir kavram da namus”tur.8 Kadınları savunmak erkeklik onuru­ nun, onlara sahip olmak ise zaferin göstergesi olagelmiştir. Er­ keklik onurunu kadının bedenine konumlandıran anlayış teca­ 2

Gayatri Chakravorty Spivak, A Critique o f Postcolonial Reason: Towards a His­ tory o f the Vanishing Present, Cambridge, Massachusetts: Harvard University Press, 1990, s. 300.

3

Ruth Seifert, “War and Rape: A Preliminary Analysis," Mass Rape: The W ar Against Women in Bosnia-Herzegovnia, der. Alexandra Stiglmayer, çev. Marion Faber. Lincoln: University of Nebraska Press, 1994, s. 55.

4

Betty Reardon, Sexism and the W ar System. New York: Teachers College Press, 1985, s. 40.

5

Cynthia, Hnloe Maneuvers: The International Politics o f Women’s Lives, Berke­ ley: University of California Press, 2000; Brownmiller, a.g.e.

6

Afsaneh Najmabadi “Sevgili ve Ana Olarak Erotik Vatan: Sevmek, Sahiplen­ mek, Korumak” Vatan Millet Kadınlar, der. Ayşe Gül Altınay, İstanbul: İleti­ şim, 2000, s. 120.

7

A.g.m.

8

A.g.m.

vüzü etkin bir savaş silahına dönüştürür. Sembolik düzlemde tecavüz karşı tarafın erkekleri için nihai yenilgi anlamına gelir, cinsel taciz ve tecavüz erkekler arası bir “iletişim aracına” dö­ nüşür.9 Tecavüze uğramış kadın erkeğin/milletin mağlubiyeti­ nin simgesidir. Bundan böyle önemli olan kadınların çektiği acı değil, erkeğin/milletin kırılan onurudur. Savaş dönemlerinde yapılan propaganda da cinsellik ve sa­ vaş arasındaki ilişkiyi pekiştirip, kadınları nesneleştirir. Düş­ man “bizim” kadınlarımıza tecavüz edecek kişiler olarak gös­ terilirken, savaşın asıl nedeni “bizim” kadınlarımızı, analarımı­ zı, kızlarımızı, karılarımızı korumak olarak kurgulanır. Savaşın erilliği kadınların korunmaya muhtaç varlıklar olduğu mitine dayanır. Abartılı erkekliğin tedris edildiği ordular “sert savaş­ çı” ile “yardıma muhtaç, bağımlı” kadın imajını yaratıp, yay­ gınlaştırır.10 Fatih Altaylı’nm Gülay Göktürk’e hitaben yazdığı “Ordu Kimi Korur” başlıklı yazısında “Hanımefendi belki far­ kındasınız, belki değilsiniz ama o ordu sizin bacak aranızı da koruyor... Ordular, ülkelerin sadece sınırlarını, topraklarım, bütünlüğünü korumaz. O ülkenin namusunu, iffetini korur” (Habertürk, 11 Aralık 2008) sözleri savaşı kutsayıp meşrulaştı­ ran bu anlayışın açık bir tezahürüdür. Militarizm ataerkil dü­ şüncenin en temel varsayımlarından olan korunmayı hak eden “iyi” kadınlar ile gözden çıkarılabilir “kötü” kadınlar ayrımın­ dan beslenir. Milliyetçi dille harmanlanan ataerkil zihniyet bi­ zim kadınlarımızın, varsayılan “saflık” ve “temizliğini”, onla­ rın kadınlarına atfedilen “kolaylık” ve “iffetsizliği” ile karşılaş­ tırır. Slavoj Zizek’ten11 ödünç alacağım iki terimle, onların ka9

Seifert, a.g.e., s. 59.

10

Deborah Harrison ve Lucien Laliberte “Gender, the Military and Military Fa­ mily Support," Wives and Warriors: Women and the Military in the United States and Canada, der. Laurie Weinstein ve Christie C. White, Westport C. T: Bergin and Garvey, 1997, s. 36; Cynthia Enloe, Does K haki Becom e You: The Mi­ litarization o f Women's Lives, Boston: South End Press, 1983; The Morning Af­ ter: Sexual Politics at the End o f the Cold W ar, Berkeley: University of Califor­ nia Press, 1993.

11

Slavoj Zizek, “Şövalye Aşkı ya da Şey Olarak Kadın," Kırılgan Temas, haz. Bü­ lent Somay ve Tuncay Birkan, çev. Tuncay Birkan, İstanbul: Metis Yayınlan, 2002, s. 118.

dinlan “keyfin taşıyıcısı” iken, bizim kadınlarımız “fallik key­ fe” tabi değildir. Bu yüzden milli kimliğin düşsel saflığını im­ leyen “bizim” kadınlarımızı korumak için ölümü göze alan er­ kekler, “onların” kadınlarına kolayca tecavüz edip, cinsel ta­ cizde bulunurlar. Velhasıl militarist zihniyette ya korunmaya muhtaç “saf, fedakâr Madonna” ya da sömürülmeyi hak eden “cinsel arzu nesnesi”12 olarak kurgulanan kadın, ancak erkek­ le olan ilişkisiyle varlık bulur; her iki durumda da gerçek ak­ törler erkeklerdir.13 Altaylı’nın söylediği gibi “Savaşların sonunda hep trajik teca­ vüz hikâyeleri” vardır, ancak bu meşum olguyu Altaylı’nm yap­ tığı gibi militarist anlayışın çizdiği çerçeveden bakıp, her zaman her yerde geçerli, nesnel bir tabiat yasasının kaçınılmaz sonu­ cu, savaşın talihsiz bir yan ürünü olarak görüp doğallaştırmak yerine cinsiyet, cinsellik ve millet arasında kurgulanan ilişki­ yi sorgulamak gerekmez mi? Kendisi de -tecavüze uğrama fan­ tezilerinin kadınlar arasında yaygın olduğunu iddia eden en za­ lim tecavüz mitine başvurarak- Eren Keskin’i taciz etmekle teh­ dit ederken bu ilişkiden doğan mantığı sergilemiyor muydu?: “Aslında bu kadınları hiç ciddiye almamak lazım. Almanya’nın Köln kentinde bir toplantıda konuşan İHD İstanbul Şube Baş­ kanı avukat Eren Keskin, Türkiye’de askerler kadınlara cinsel taciz uyguluyor, sadece işkence olsun diye evli kadınlara bile bekaret testi yaptırıyor diye iftiralarda bulunmuş. Ben bu Eren Keskin’i ilk gördüğüm yerde cinsel tacizde bulunmazsam na­ merdim. Ya olacak şey değil ya. Yani Türkiye’yle ilgili gerçekle­ ri söylesen. Türkiye’de yeteri kadar sorun var zaten, abartmanın ne âlemi var. Palavranın ne âlemi var. Herhalde şunu demek is­ tiyor, Eren Keskin bana niye cinsel tacizde bulunmuyorsunuz demek istiyor, manyak mıdır nedir?” (“Bab-ı Ali Yokuşu” Rad­ yo D, 18 Mart 2002) derken Altaylı, Sigmund Freud’un kadının 12

George L. Mosse, Nationalism and Sexuality: Middle-Class Morality and Sexual Norms in M odem Europe, Madison, WI: University of Wisconsin Press, 1985, s. 128.

13 Joanne Nagel, “Erkeklik ve Milliyetçilik: Ulusun İnşasında Toplumsal Cinsi­ yet ve Cinsellik”, Vatan Millet Kadınlar, der. Ayşe Gül Altınay, İstanbul: İleti­ şim, 2000, s. 61.

mazoşizme ve itaate, erkeğin ise sadizme ve hükmetmeye yat­ kın olduğu savından yola çıkan ve kadın psişesine tecavüz ve fahişelik fantezileri atfeden Helene Deutsch’in14 mevcut kültü­ rel önyargılarla uzlaşıp, yaygın ataerkil mitleri pekiştiren muha­ fazakâr ve talihsiz çizgisini takip ediyor. Mazoşizmin kadınsı bir temeli olduğu varsayımı ile tecavüz fantezisi efsaneleri birbirini besliyor, Eren Keskin’i taciz etmek neredeyse bir göreve, hatta bir misyona dönüşüyor: “İHD İstanbul Şube Başkanı Eren Kes­ kin ‘askerler kadınlara cinsel taciz uyguluyor’ diye iftira atmış. (...) Eren Keskin geldiğinde bir taciz alacağı var diye düşünü­ yorum ona... Etmiyorduk ama edelim demek lazım hakikaten.. Belki de istediği, kendisinin de o” (Hürriyet, 18 Mart 2002). Kadınlan milletin imgeleminde kullanan milliyetçi ideoloji­ ler “ideal” bir kadın kurgularlar; bu hayal! kadın “gerçek” kadınlann gerçek yaşamlannı yansıtmaz. Eren Keskin gibi gerçek kadınlar millet için sorun yaratırlar, bu yüzden ıslah edilmeli, hizaya getirilmelidir. Keskin’e yapılan cinsel taciz tehdidi; mu­ halif sesleri, bu seslerin sahiplerinin izzetinefis ve bütünlükle­ rini hedefleyerek susturmaya çalışan ve egemenlerin iktidarını pekiştiren sembolik şiddetin tezahüründen ibarettir. “İyi kız­ lar tecavüze uğramaz, kötü kızlar tecavüzü hakkeder” mantı­ ğını, lapsus yoluyla da olsa, 12 Mart’ın sıkıyönetim komutan­ larından Turgut Sunalp’m görev dönemine ait işkence iddiala­ rına ilişkin sarf ettiği: “Yine bir kıza copla tecavüz edildiği id­ dia edilmişti İddia eden kız da ciddi şekilde, ağır derecede komü­ nistti (vurgu bana ait). Ûzür dileyerek söylüyorum, taş gibi de­ likanlı oğlanlar var elimizde, yirmi yaşında, yirmi bir yaşında... Yani kalkıp da bir kıza bu yoldan işkence yapacaksa, copa mü­ racaat etme ihtiyacını hisseder mi? Değil mi? Yani bazı şeyler var, böyle mantıkla çürütülüyor” (3 Kasım 1985, Nokta) söz­ leri de sergiliyordu. Söylemek istediği sistemin talep ve arzu­ larıyla hiçbir şekilde uzlaşmayan bu kadın radikal bir Öteki­ dir, ve onunla duygudaşlık kurmanın imkânı da gereği de yok­ 14

Helene Deutsch, Psychology o f Women, 2 Cilt, New York: Grune and Stratton, 1944; “The Significance of Masochism in the Mental Life of Women,” Interna­ tional Journal o f Psychoanalysis, 1930, s. 48-60.

tur. Ne de olsa “ağır derecede komünist” olan bu kadın ataer­ kil zihniyetin kendisine biçtiği rolü reddetmiş, resmî söylemin kendisini atadığı “vatana faydalı”, “cemiyete yararlı” özne-altı varlık olma konumunu aşma cüretini göstererek kendisi için çizilen sınırların dışına çıkmış, evcimen bir “ana”, itaatkar bir “eş” olmakla yetinmek yerine, muhalif bir siyasal aktör olma­ ya cüret etmiş, üstüne üstlük koyu bir komünist olma densiz­ liğini göstermişti. Tecavüzün bir milleti, kadınlan aracılığıyla aşağılamak, öz­ saygısını, tahrip etmek için kullanılmasının en önemli nedeni, milliyetçi ideolojilerin kadınlara yüklediği milletin değerleri, onur ve kimliğinin sembolik taşıyıcılan olması misyonudur.15 Milletin ruhunu temsil eden kadına yüklenen bu görev ile ka­ dın kendi kimliğini kaybedip temsil ettiği şeyin mecazı haline getirilir. Milliyetçi söylemde “ana”, “eş”, “sevgili”, “bakire” im­ geleriyle bezenmiş -somut özelliklerini kaybedip soyut bir ide­ ale indirgençn- kadının namusu aynı zamanda milletin de na­ musunu, “kadının utancı” da “ulusun utancı”nı16 temsil eder. Cinsel şiddet aile olarak kurgulanan muhayyel cemaat olan milleti sevgilisinden, anasından yoksun bırakmaktır. Bu yüz­ den savaşta arzu ve korkular kadm bedenine yönelir. Milletin tarihinin savaşların tarihine indirgendiği, sürgit sa­ vaşlar çerçevesinde kurgulanan milletin mitsel imgeleminde de zafer veya yenilgi kadm bedenlerine kaydedilir. Hemen hepsi asker veya akıncı, Padişahın ya da Hakanın fedaisi olan Türk çizgi-roman kahramanları, bekar bir erkektir. Kadınların hemen hepsi Türk kahramana hayrandır. Yabancı (ve/veya düşman) ülkelerdeki kadınlar da (ki bunların arasında bazen düşman ülkenin Kraliçeleri, Pren­ sesleri vs. de bulunur) Türk kahramana aşık olurlar ve kendi­ lerini ona sunarlar. (Yüzbaşı Volkan bile, Sovyet Subayı Yüz­ başı Olga’yı gördüğü yerde yatay pozisyona geçmiyor muy­

15

Nira Yuval-Davis ve Floya Anthias, “Introduction”, Women-Nation-State, der. Nira Yuval-Davis ve Floya Anthias, Basingtone: Macmillan, 1989, s. 7.

16

Nagel, a.g.m.„ s. 77.

du?) Türk kahraman ise (ki her zaman çok yakışıklıdır) hiç­ bir kadını geri çevirmez, memnun etmeden bırakmaz! Seviş­ me kısımları bir güzel resmedilir ve okuyucu buralan çok se­ ver. Ama sonuçta kahramanımız hiçbir kadına bağlanmadan kutsal görevine geri dönecek, yeni maceralara ve yeni kadın­ lara koşacaktır.17

Ekşi Sözlük’e göre bu yabancı kadınlar, kolayca cinsel ilişkiye girebilen, çoğunlukla sarışın, hafifmeş­ rep kadınlardır, çoğunlukla ahlaki duygulardan yoksundurlar ve cinsellik hariç herhangi bir şey paylaşmaya değmezler, bazı­ ları haindir, memleketlerini savunmak için seksapellerini kul­ lanarak savaşın seyrini değiştirmeye çalışırlar (ne saçma, çün­ kü tarih boyunca kadınlar, çoğunlukla dahil olmadıkları sava­ şın ezasını tecavüze uğrayarak, oğullarım, kocalarım kaybede­ rek ödemişlerdir).18

Hazzın ötekinde imgeleşmesi

Cinselleştirilmiş bir dağ algısı çerçevesinde yaratılan fantezi alanının cazibesine kapılmış Serdar Turgut’un, şehvet tutsağı Doğulu/Ûteki erkek imgesinden beslenen fantezisi, onun yara­ tıcı mizah yeteneğinin ürettiği özgün bir fantezi değildir. “Dü­ şünsenize; yıllarca dağda keyif hayatı süreceğim” (Akşam, 24 Ekim 2009) derken Ötekine atfettiği bu “keyif arsızlığı” ya da Slavoj Zizek’in sözleriyle söyleyecek olursak “keyif hırsızlığı” özgün, ender rastlanan bir taktik olmak şöyle dursun, basma­ kalıp, sıradan, tamdık bir tekniktir. Zira Zizek’e göre milliyet­ çilik, keyfin toplumsal alanda dallanıp budaklandığı imtiyaz­ lı bir alan bahşeder. “Milli Neden/Dava, verili bir etnik toplu­ luğun öznelerinin keyiflerini milli mitler yoluyla organize et­ me biçimlerinden başka bir şey değildir son kertede.”19 Bundan 17

Feride Kahler, “Çizgi Roman Antolojisi IX: Türk Çizgi Romanlarına Giriş”, G azoz Ağacı, http://www.gazozagaci.org/021202/kose6.html.

18

http://www.eksisozluk.com/show.asp?t=kara%20murat

19

Slavoj Zizek “Milletin Keyfini Çıkar, Kendinmiş Gibi", Kırılgan Temas, s. 214.

dolayı Turgut “Anlayacağınız benimki kaçırılmış fırsatlarla do­ lu olan son derece acıklı bir yaşam hikâyesi. Türk olmamın ba­ na hiçbir yararı olamadığı gibi terörist olmamamın zararı bile oldu” (Akşam, 24 Ekim 2009) diye serzenişte bulunurken ve­ ya “Şimdi Habur’daki gelişmeleri izlerken, o insanların karşı­ lanışındaki coşkuyu ve ortamı görünce ‘Keşke ben de ülkem­ de böyle sevilebilseydim’ duygusunu yaşadım” derken yaptığı gibi etnik/milli gerilimlerde veya karşılaşmalarda “Öteki’ne her zaman aşırı bir keyif atfederiz”; O, ya “bizim keyfimizi çalmak istiyordur ve/veya gizli, sapıkça bir keyfe ulaşabiliyordum”20 “Dağda seks partileri” ifadesi ile amaçlanan, zevk ve sefahat düşkünlüğü ile tanımlanan Öteki’nin cinsel hayatını, sadakat üzerine temellenen ve tek eşliliğe dayanan bizimkinin karşıt konumuna yerleştirmektir. Özetlemek gerekirse, “Öteki”nde esasen canımızı sıkan, tedirgin eden “tam da, keyfini organize etme tarzıdır, tam da bu tarza özgü fazladır, ‘aşırılık’tır.”21 Bu yüzden “farklı etnik özne konumları arasındaki uyuşmazlığın zemini, münhasıran simgesel özdeşleşmelerinin farklı yapılar­ da oluşu”ndan ziyade “onların keyifle aralarındaki ilişkinin ti­ kel yapısı”,22 kendine has keyif alma tarzıdır. Bu yüzden Öte­ ki hep Öteki kalmaya mahkûmdur. Turgut’un fantezisi kulla­ nılmamış, yıpranmamış, eskimemiş fantezileri hayal etmenin, bu hayallerin peşi sıra sürüklenmenin kışkırtıcı gücünü, bir di­ reniş zeminine dönüştürmenin yolunu açmak şöyle dursun, Oryantalizm’den ırkçılığa, sömürgecilikten milliyetçiliğe ora­ dan militarizme uzanan benzer söylemlerin Öteki’nin cinselli­ ği üzerinde ürettiği hazır şablonları kullanmanın ötesine geçe­ miyor. Bu klişeleşmiş kalıplar Öteki’nin varlığını bedenselliğe indirgeyip, zihni yüceleyen beden/zihin ikileminde beden kut­ buna yerleştirmekle kalmıyor, aynı zamanda bu bedenleri ken­ di çizdiği güzellik standartlarının dışına itip “çirkin”liğe mah­ kûm ediyor; buna rağmen Öteki’nin baştan çıkarıcı, ayartıcı cinselliğinden kendini alamıyor. Yani kendisini bir anda hem 20

A.g.e., s. 214-5.

21

A.g.e., s. 215.

22

A.g.e.

av hem de avcı konumunda buluyor. Bu paradoks ve müphem­ lik Ötekileştirici söylemlerin ortak paydasıdır. Bu tür söylem­ lerde Öteki’nin bedeni hem çekici hem de iticidir, hem hay­ ranlık hem de iğrenme duygularını eşzamanlı harekete geçirir. Cinsel hazlann anlık tatminine olanak tanıyan dağ, orman, ma­ ğara gibi doğa/kültür ikileminin doğa tarafına düşen “medeni­ yetten” nasibini almamış Öteki’nin yaşam alanları cinsellik açı­ sından fantastik saltanatın, duyumsallığın, erotizmin ve deka­ danlığın mekanlarıdır. Ûteki’nin arzu nesnesine dönüşmesi ya da Slavoj Zizek’in sözleriyle “hazzın Öteki’nde imgeleşmesi” postmodern çağın bir özelliği. Kendini aşarak kişiye farklı de­ neyimler yaşama olanağını bahşeden Öteki’yle cinsel karşıla­ malar, farklılığın cazibesine kapılan postmodern öznenin ken­ di merkez! konumundan feragat etmesi veya Ben/Öteki ayrı­ mının buharlaşması anlamına gelmiyor. Aksine farklılık -anaakım kültürün sunduğu “renksiz yemeğe tat veren baharat”23 misali- bir haz kaynağına dönüştüğünde, Bell Hooks’un tespit ettiği gibi, farklı grupların bedenleri, hâkim kimliklerin diğer­ leri üzerindeki iktidarlarını teyit ettikleri “alternatif bir oyun alanına” dönüşüyor.24 Ûtekiliğin tanımı ırk, etnisite veya deri renginden bedene kaydığında, beden bir mücadele alanı olarak karşımıza çıkıyor ve yine Hooks’un sözleriyle “cinsellik haz yo­ luyla tüketmeyi, dönüştürmeyi, teslim almayı” ima eden “me­ cazi Öteki”25 olarak karşımıza çıkıyor. Cinsel ilişki “Ötekini ye­ mek” metaforuyla düşünüldüğünde Öteki ile karşılaşmak “bir parça da ondan tatmak”26 anlamına geliyor. Yani Turgut’u an­ lamak için dünyaya onun özgün mizah penceresinden değil, kimliği Ötekilik, cinsiyeti cinsiyetçilik, farklılığı tehlike olarak kurgulayan egemenlerin bakış açısından bakmak yeterlidir. Ne de olsa resmî söylemin müstehcen tamamlayıcısı olma işlevini yerine getiren bu ve benzeri fanteziler iktidarın ideolojik çerçe­ 23

Bell Hooks, “Eating the Other: Desire and Resistance”, Media and Cultural Stu­ dies: Key W orks, der. Meenakshi Gigi Durham ve Douglas M. Kellner, Oxford: Blackwell Publishing, 2006, s. 366.

24

A.g.m. s. 367.

25

A.g.m.

26

A.g.m.

vesini desteklemekten öteye geçemiyor. Bu yüzden Rojin hak­ lı olarak “Serdar Turgut’un saldırganlığının nedeni Kürt ve ka­ dın olmam mıdır?” ve “Ajda Pekkan’a bunu yapabilir miydi?” (Hürriyet, 30 Ekim 2009) diye soruyor. Mizah Militarizmin cinsiyetçilikle yoğrulmuş dilinin şehvetine kapı­ lan Turgut’un mizahındaki “ince zekâyı” anlamamak, onu eleş­ tirmek, destekçileri tarafından bir basiret, algılama ve anla­ yış sorununa indirgeniyor. “Serdar Turgut’u Anlamak” başlık­ lı yazısında Oray Eğin “Burada mesele Serdar Turgut’un beyni ya da kalemi değil, sizin algınızdaki problemdir. Kimse kusu­ ra bakmasın” (Akşam, 29 Ekim 2009) diyor. Oysa her türlü mi­ zahın otomatik olarak gülme ile sonuçlanacağı beklentisi man­ tık hatasından ibarettir. Burada okuyucudan beklenen “büyük bir yeteneğin kurgusunun da ürünü” olarak tanımlanan Tur­ gut’un mizah tekniğine hayran kalıp, içeriğini göz ardı etmesi­ dir. Burada bahsedilen “kurgudaki yetenek” söyleyen ile söy­ leyenin tezadı, çelişkisidir. Ne de olsa “Serdar Turgut ve ‘dağa kadın kaldırmak’ oksimoronun Allahıdır”. Aynı yaklaşım Serdar Turgut’un Rojin’den özür dilemek için yazdığı yazıda da karşı­ mıza çıkar: “Nasıl ki PKK teröristi olmayacaksam, dağa çıkma­ yacaksam kız da kaçırmayacağım. Bu açık değil mi Allah’ınızı severseniz yahu. Lafı ne kadar abartılı söylersem işin hayal kur­ gu olduğu anlaşılır diye düşünüyorum hala daha...” (Akşam, 29 Ekim 2009). Mizahın bu bağdaşmazlıktan ortaya çıktığı iddia­ sı “uyumsuzluk kuramlarının” ana temasıdır. Bu kuramlar gül­ menin kaynağını gülenin niyetinde değil “söylenen” ile “ger­ çek” arasındaki kışkırtıcı tutarsızlıkta bulur.27 Oysa müteca­ viz şakalara gülmek sadece kurgunun veya tekniğin tadına var­ mak anlamına gelmez, aynı zamanda hedefe konulan kişi ve­ ya gruplarla alay edilmesini, küçük düşürülmesini hiç değilse zımnen onaylamak anlamına da gelir. Thomas Hobbes gülme­ 27

Michael Billig, Laughter and Ridicule Towards a Social Critique o f Humour, Londra: Sage Publications, 2005, s. 57.

yi başkasında farkettigimiz zayıflık karşısında hissettiğimiz üs­ tünlük duygumuzun anlık tatminine bağlar.28 Freud’a göre bu tip maksatlı/saldırgan29 şakalar, anlatan kadar, şakaya gülenin de bilinçdışı hakkında ipuçlan verir. Freud uygarlığı içgüdüsel güçlerin -saldırganlık ve cinsellik dürtülerinin- bastırılmasına, uysallaştırılmasına, ehlileştirilmesine dayandırır.30 Simgesel bir saldırı aracı olan mizah, uygarlığın söz konusu dürtülerimize getirdiği kısıtlamaları, bu dürtüleri toplumsal olarak kabul edi­ lir şekilde dışavurmamızı sağlayarak, aşma olanağı sunar. Mi­ zah yoluyla yasaklanmış olanı söyleme olanağına kavuşur, hid­ detimizin yerine gülmeyi koyarız. Maksatlı mizah, açıktan edi­ lemeyen hakareti ima yoluyla olanaklı kılar: “Düşmanımızı, küçük, aşağılık, sevimsiz ya da komik göstererek, onu yenme­ nin vereceği zevki” dolaylı olarak yaşamamıza izin verir.31 Düş­ manlık veya şehvet içeren ve belirli bir hedefe yönelmiş mak­ satlı mizah, “modem toplumda erişilemeyen haz kaynakları­ nı açığa çıkarıp” ulaşılır kılmakla kalmaz, onlara sağladığı haz­ zı sus payı telakki ederek, dinleyicileri mizahın içeriği hakkın­ da pek fazla düşünmeden -gülerek- anlatıcının tarafını tutma­ ya davet eder.32 Ya da Orhan Tekelioğlu’nun sözleriyle “Gülme, simgesel bir düzlemde çalışan, ‘uygar’ bir infaz eyleminden baş­ ka bir şey değildir.”33 Dahası bazı mizah türlerine gülmek an­ cak, başta “diğer kişinin gözü ile görmek, diğer kişinin kulak­ ları ile duymak ve diğer kişinin kalbi ile hissetmek”34 anlamına 28

Thomas Hobbes, Human Nature and De Corpore Politico, Oxford: Oxford Uni­ versity Press, 1999, s. 54-5.

29

Freud “masum" ve” maksatlı" şakalar arasında bir ayrım yapar. Masum şa­ kaların (örn. kelime oyunları) belirli bir hedefi veya amacı yoktur. Oysa düş­ manlık veya cinsellikle ilgili maksatlı şakalar belirli bir hedefe yönelirler. Amacı hedeftekini küçük düşürmek veya utandırmaktır. Sigmund Freud, J o ­ kes and their Relation to the Unconscious, çev. J . Strachey, New York: W. W. Norton, 1905/1960.

30

Sigmund Freud, Civilization and Its Discontents, çev. David Me Lintock, Lond­ ra: Penguin, 1930/ 2002.

31

Freud, Jo k es and their Relation, s. 103.

32

A.g.e.

33

Orhan Tekelioglu “Çok mu Komik,” Radikal 2, 16 Mart 2008.

34

Robert L. Katz, Empathy, Its Nature And Uses, New York: The Free Press Of Glencoe, 1963, s. 1.

gelen empati olmak üzere, bazı duyguların körelmesi ile müm­ kündür; Henri Bergson’un ifadesiyle “gülmeye duygu eksikli­ ği refakat eder,”35 ve bu “kalbin anlık anestezisini”36 gerektirir. Yoksa Turgut’un “Rojin’in Zeki Olduğuna İnanıyorum” (Ak­ şam, 29 Ekim 2009) başlıklı yazısında, Birçok kadın okuyucum benim mizah türümü çoktan anla­ mıştır. Rojin’in de o kadınlar arasında olduğunu düşünüyor­ dum. Çünkü konuşmalanndan, televizyon performansından onun da zeki bir kadın olduğunu düşünüyordum. Fakat ol­ madı. Gülüp geçecek yerde o mağdur olmayı tercih etti. Ama amacım üzmek olmasa da hatta o yazıda ne yapmaya çalıştığım makul insanlar tarafından hemen anlaşılmış olsa da, hayatım boyunca kadınlara hep saygılı olmaya çalışmış olsam da, kim­ senin namusu ve gururuyla oynamak gibi bir tarihim olmasa da, zeki olduğu için beni anlayacağını düşündüğüm Rojin’i is­ temeden olsa da üzdüğüme çok üzüldüm,

sözleriyle ima etmenin ötesine geçip açıkça iddia ettiği gibi gü­ lüp geçememek, bir zeka veya izan eksikliğine tekabül etmez. Zira o yazıdaki mizah “masum” bir mizah değildir. Bunu “Ser­ dar Turgut’u Anlamak” başlıklı yazısında Oray Eğin de kabul etmektedir: “Bunun kirli, ‘politically incorrect’ ve provokatif bir mizah olduğu da tartışmasız elbette.” Ancak tam da bu nedenle “kuru ve kurallarla belirlenmiş mizaha göre çok da­ ha çekicidir... Dahası her şeyle dalga geçilebileceğini göster­ mesi açısından da cesurdur. Ben mizahı böyle severim: Sınır­ sız ve uçsuz bucaksız. Tabusuz.” (Akşam, 29 Ekim 2009). Oy­ sa Bergson’a göre gülmenin birincil işlevi disiplindir. Muhafa­ zakârlıkla bezenmiş disipline edici gülmenin, baskıcı mizahın birincil işlevi toplumsal kural, gelenek ve âdetlere uygun dav­ ranmayanları, hâkim ahlak anlayışına karşı çıkanları küçük düşürerek düzeni egemen gruplar menfaatine pekiştirmektir. Hedefine koyduğu kişi açısından oldukça alçaltıcı bu tür mi­ 35

Henri Bergson, An Essay on the Meaning o f Comic, çev. Cloudesely Brereton ve Fred Rothwell, Rovkville, Maryland: Arc Manor, 1911/2008, s. 10.

36

A.g.e., s. 11.

zah “toplumsal azar”a tekabül eder.37 Baskıcı mizah ebeveyn veya sömürgeci iktidarların elinde etkili bir kontrol ve terbi­ ye aracına dönüşür: “Yerli”ler söz konusu olduğunda “gülme çok daha sert tedbirlerden daha etkin” bir disiplin ve itaat ara­ cıdır.38 Buna mukabil “başkaldıran mizah”39 iktidarlara, kural­ lara, yasaklara, toplumsal hayatın buyruklarına, tüm insafsız­ lık ve saçmalıklarını yerden yere vurarak, hiciv yoluyla karşı çıkar. Her türlü otoriteye karşı tahripkârdır. Muzipliğinin kay­ nağı madunları değil nüfuzluları yermesinde yatar. Siyasi ifa­ de olanaklarından yoksun bırakılmış kesimlerin silahıdır is­ yankâr mizah. Militarizme, savaşa muhalefet eden gerçek “abartılı bir ab­ sürd mizah” klasiği için kaynak Serdar Turgut’un yazısı değil, çeşitli ülkelerde defalarca yasaklanan, Naziler tarafından yakı­ lan, hakkında insanları savaştan soğutacağına dair kaygıların açıkça dile getirildiği, Yaroslav Haşek’in Aslan Asker Şvayk’ı olmalıdır. Savaşa karşı direnişin simgesel figürüne dönüşen Şvayk’ın savaşın kodlarını çözmeye adanmış eylem ve sözle­ rinde, anlattığı yerli yersiz anekdotlarda, “tescilli ahmaklığın­ da” bizi güldüren, militarizme karşı kazandığı zaferdir. Bu gül­ me, baskıcı nizama onun kurallarına, düzenlemelerine, sınıf­ landırmalarına, hiyerarşilerine karşı sembolik bir başkaldırı­ dır. Bu, Bakhtin’in gülme eylemine tekabül eder. “Gülme dog­ matizmden, hoşgörüsüz ve korkutucu olandan arındırır; fa­ natiklik ve ukalalıktan, korku ve sindirmeden, öğreticilikten, toyluk ve yanılsamadan, tekil anlamdan, tekil düzeyden, duy­ gusallıktan kurtarır.”40 Turgut’un yazısına “gülünüp geçilme­ si” gerektiğini söyleyenlere sorulacak soru şudur: “Bu gülme o gülme midir?”

37

A.g.e. 66.

38

J. Sully, An Essay on Laughter, Londra: Longmans, Greens and Co. 1902, s. 252, aktaran Billig, a.g.e., s. 106.

39

“Disipline edici” ve “başkaldıran mizah" karşılaştırması için, a.g.e., s. 202-13.

40

Mikhail Bakhtin, Karnavaldan Romana, haz., Sibel Irzık, çev., Cem Soydemir, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2001, s. 142.

KAYNAKÇA Bakhtin, M. (2 001) Karnavaldan Romana, haz. S. Irzık, çev., C. Soydemir, İstan­ bul: Ayrıntı Yayınlan. Bergson, H. (1911/2008) An Essay on the Meaning o f Comic, çev. C. Brereton ve F. Rothwell, Rockville, Maryland: Arc Manor. Billig, M. (2005) Laughter and Ridicule: Towards a Social Critique o f Humour, Lond­ ra: Sage Publications. Brownmiller S. (1975) Against Our Will, Men, Women and Rape, New York: Bantham Books. Deutsch, H. (1944) Psychology o f Women, 2 Cilt, New York: Grune & Stratton. Deutsch, H. (1930) "The Significance of Masochism in the Mental Life of Women”, International Journal o f Psychoanalysis, 11: 48-60. Enloe, C. (2000) Maneuvers: The International Politics o f Women’s Lives, Berkeley: University of California Press. Enloe, C. (1993) The Morning After: Sexual Politics at the End o f the Cold War, Ber­ keley: University of California Press. Enloe, C. (1983) Does Khaki Becom e You: The Militarization o f Women’s Lives, Bos­ ton: South End Press. Freud, S. (1905/1960) Jo k es and their Relation to the Unconscious, çev. J. Strachey, New York: W . W . Norton. Freud, S. (1930/2002) Civilization and Its Discontents, çev. D. McLintock, Lond­ ra: Penguin. Harrison, D. ve L. Laliberte (1997) “Gender, the Military and Military Family Sup­ port,” Wives and Warriors: Women and the Military in the United States and Cana­ da, der. L. Weinstein ve C. C. White, Westport C. T: Bergin and Garvey, 35-53. Hooks, B. (2006) “Eating the Other: Desire and Resistance", Media and Cultural Studies: Key W orks, der. M. G. Durham ve D. M. Kellner, Oxford: Blackwell Pub­ lishing, 366-380. Kahler, F. “Çizgi Roman Antolojisi IX: Türk Çizgi Romanlanna Giriş”, G azoz Ağa­ cı, http://www.gazozagaci.org/021202/kose6.html. Katz, R. L. (1 9 6 3 ) Empathy, Its N ature And Uses, New York: The Free Press Of Glencoe. Mosse, G. L (1 985) Nationalism and Sexuality: M iddle-Class Morality and Sexual Norms in M odem Europe, Madison, WI: University of Wisconsin Press. Nagel, J. (2000) “Erkeklik ve Milliyetçilik: Ulusun İnşasında Toplumsal Cinsiyet ve Cinsellik”, Vatan Millet Kadınlar, der. A. G. Altınay, İstanbul: İletişim, 58-94. Najmabadi, A. (2000) “Sevgili ve Ana Olarak Erotik Vatan: Sevmek, Sahiplenmek, Korumak”, Vatan Millet Kadınlar, der. A. G. Altınay, İstanbul: İletişim, 118-54. Reardon, B. (1985) Sexism and the W ar System, New York: Teachers College Press. Seifert, R. (1994) “W ar and Rape: A Preliminary Analysis”, Mass Rape: The War Against Women in Bosnia-Herzegovnia”, der. A. Stiglmayer, çev. M. Faber, Lin­ coln: University of Nebraska Press, 54-72. Spivak, G. (1990) A Critique o f Postcolonial Reason: Towards a History o f the Vanis­ hing Present, Cambridge, Massachusetts: Harvard University Press.

Tekelioğlu, O. (2008) “Çok mu Komik," Radikal 2, 16 Mart. Yuval-Davis N. ve F. Anthias (1989) “Introduction”, Women-Nadon-State, der. N. Yuval-Davis ve F. Anthias, Basingtone: Macmillan, 1-15. Zizek, S. (2002) “Şövalye Aşkı ya da Şey Olarak Kadın”, Kırılgan Temas, haz. B. Somay ve T. Birkan, çev. T. Birkan, İstanbul: Metis Yayınlan, 116-43. Zizek, S. (2002) “Milletin Keyfini Çıkar, Kendinmiş Gibi,” Kırılgan Temas, haz. B. Somay ve T. Birkan, çev. T. Birkan, İstanbul: Metis Yayınlan, 211-58.

YAZARLAR

SALİH CAN AÇIKSÖZ Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde lisans ve yüksek lisans yaptıktan sonra antropoloji doktorasını “Egemenliğin Kurbansal Uzuvları: Türkiye’de Sakat Gaziler, Erkeklik ve Milliyetçi Politika” başlıklı tez ile Teksas Üniversitesi-Austin’de tamamlamıştır. Teziyle aynı başlığı taşıyan bir çalışması Medical Anthropology Quarterlÿ de yayımlanan yazar geçmişte Yıldız Teknik Üniversitesi ve Tek­ sas Üniversitesi’nde sosyo-kültürel antropoloji ve devlet kuramı üze­ rine dersler verdi. Şu anda doktora sonrası araştırmasını yaptığı Willi­ am and Mary Üniversitesi’nde Ortadoğu’da şiddet, toplumsal cinsiyet ve politika konularında dersler veriyor. Salih Can Açıksöz’ün diğer ilgi ve araştırma alanlarını beden ve nüfus politikaları, tıbbi genetik, üreme sağlığı ve teknolojileri oluşturuyor. AYŞE GÜL ALTINAY Sabancı Üniversitesi’nde antropoloji, kültürel ça­ lışmalar ve toplumsal cinsiyet dersleri veren Ayşe Gül Altmay’ın araş­ tırmaları militarizm, milliyetçilik, cinsellik, kadına yönelik şiddet ve hafıza üzerine yoğunlaşıyor. Yayınlarından bazılan şöyle: Vatan Millet Kadınlar (der., İletişim Yayınlan, 2000/2004), The Myth o f the MilitaryNation: Militarism, Gender and Education (Palgrave Macmillan, 2004), Ebru: Kültürel Çeşitlilik Üzerine Yansımalar (der., Attila Durak, Metis, 2007,), Türkiye’de Kadına Yönelik Şiddet (Yeşim Arat ile birlikte, Pun­ to, 2007, 2008 PEN Duygu Asena Ödülü), Violence Against Women in Turkey: A Nationwide Survey (Yeşim Arat ile birlikte, Punto, 2009), tş-

te böyle güzelim... (Hülya Adak, Esin Düzel, Nilgün Bayraktar ile bir­ likte, Sel, 2008), ve Torunlar (Fethiye Çetin ile birlikte, Metis, 2009). ŞAFAK AYKAÇ 1984 Ankara doğumludur. Lise öğrenimini 2002 yılın­ da Eskişehir’de tamamladı. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakül­ tesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden 2008 yılında mezun oldu. Daha sonra 2011 yılında “Şehitlik ve Türkiye’de Militarizmin Yeniden Üre­ timi: 1990-1999” adlı yüksek lisans tezi ile Yıldız Teknik Üniversite­ si Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde yüksek lisansını tamamladı. Hâlen Ga­ latasaray Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi doktora eğitimine devam et­ mektedir. MURAT BELGE 1943’te doğdu. l.Ü. Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. 12 Mart döneminde iki yıl cezaevinde kaldıktan sonra 1974’te üniversiteye döndü. 1981’de doçentken isti­ fa etti. Halkın Dostlan, Birikim, Yeni Dergi, Yeni Gündem, Milliyet Sa­

nat, Papirüs dergilerinde ve Cumhuriyet, Demokrat, Milliyet, Radikal ve son olarak Taraf gazetelerinde yazdı. 1983’te İletişim Yaymlan’m kur­ du. 1997’de profesör oldu. Bilgi Üniversitesi’nde öğretim üyesidir. Ki­ tapları: Tarihten Güncelliğe (Alan, 1983; İletişim, 1997), Sosyalizm, Türkiye ve Gelecek (Birikim, 1989), Marksist Estetik (BFS, 1989; Biri­ kim, 1997), The Blue Cruise (Boyut, 1991), Türkiye Dünyanın Neresin­ de (Birikim, 1992), 12 Yıl Sonra 12 Eylül (Birikim, 1992), İstanbul Gezi Rehberi (Tarih Vakfı, 1993; İletişim, 2007), Boğaziçi'nde Yalılar ve İn­ sanlar (İletişim, 1997), Edebiyat Üstüne Yazılar (YKY, 1994; İletişim, 1998), Tarih Boyunca Yemek Kültürü (İletişim, 2001), Başka Kentler, Başka Denizler 1 (İletişim, 2002), Yaklaştıkça Uzaklaşıyor mu: Türki­ ye ve Avrupa Birliği (Birikim, 2003), Osmanlı: Kurumlar ve Kültür (Bil­ gi Üniversitesi, 2006), Başka Kentler Başka Denizler 2 (İletişim, 2007), Genesis: “Büyük Ulusal Anlatı” ve Türkletin Kökeni (İletişim, 2008), Sa­ nat ve Edebiyat Yazılan (İletişim, 2009), Militarist Modernleşme (İleti­ şim, 2011). Ayrıca William Faulkner, James Joyce, John Berger’den çe­ virileri yayımlanmıştır. ALP BİRİCİK 1974’te İstanbul’da doğdu. 1998’de Marmara Üniversite­ si Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik Hizmetleri Bölümü’nde lisans eğitimini tamamladıktan sonra 2005’e dek İstanbul’daki çeşitli kadın ve insan hakları konulannda çalışan sivil toplum kuruluşlarında gö­ nüllü ve profesyonel olarak çalıştı. 2006’da Budapeşte’deki Central Eu-

ropean Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları Bölümü’nde yük­ sek lisansını tamamladı. 2007’den beri İsveç’teki Linköping Üniversite­ si Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları Bölümü Erkek ve Erkeklik Üzerine Eleştirel Çalışmalar Kürsüsû’nde araştırma görevlisi olarak çalışmakta ve doktora çalışmasını yürütmektedir. Toplumsal cinsiyet, cinsellik ve beden tartışmaları üzerinden militarizm, mekân-zaman, teknoloji ve kimlik üzerine yayımlanmış çalışmaları mevcuttur. TANIL BORA 1963 Ankara doğumlu. İstanbul Erkek Lisesi ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. 1984-88 arasında hafta­ lık Yeni Gündem dergisinde gazetecilik yaptı. 1988’den beri İletişim Yayınları’nda araştırma-inceleme dizisi editörü. Toplum ve Bilim Dergisi yayın yönetmeni, Birikim Dergisi yayın koordinatörü. Ağırlıklı çalışma alanı: Türkiye’de siyasal düşünceler, özellikle sağ ideoloji ve milliyet­ çiliktir. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde bu konularda yüksek lisans dersleri veriyor. Ayrıca 2000 yılından beri Radikal gaze­ tesinde haftalık futbol yazılan yazıyor. Yayımlanmış kitaplarından bazıları: Devlet Ocak Dergâh - 1980’lerde

Ülkücü Hareket (Kemal Çan’la birlikte, 1991), Futbol ve Kültürü (derle­ me, R. Horak ve W. Reiter’le birlikte, 1993), Milliyetçiliğin Kara Bahan (1995), Türk Sağının Üç Hali (1999), Takımdan Ayn Düz Koşu (derle­ me, 2001), Ankara Rüzgârı - Gençlerbirliği Tarihi (2003), Devlet ve Kuz­ gun - 1990’lardan 2000'lere MHP (Kemal Çan’la birlikte, 2004), Taşra­ ya Bakmak (derleme, 2005), Kârhanede Romantizm (2006), Medeniyet Kaybı - Milliyetçilik ve Faşizm Üzerine Yazılar (2006), Türkiye’nin Linç Rejimi (2008), Sol, Sinizm, Pragmatizm (2010), “Boşuna mı Okuduk?” Türkiye’de Beyaz Yakalı İşsizliği (Aksu Bora, Necmi Erdoğan ve İlknur Üstünle birlikte, 2011), Tren Bir Hayattır (derleme, 2012), Çizgi Açığı (Turgut Yüksel’le birlikte, 2013). YAŞAR TOLGA CORA Kadıköy Anadolu Lisesi’nden 2001 yılında me­ zun olduktan sonra lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi’nde Sosyolo­ ji ve Tarih bölümlerinde tamamladı. Lisanüstü eğitimini Central European University’de (Budapeşte) Milliyetçilik Çalışmaları Programı’nda “Constructing and Mobilizing the ‘Nation’ through Sports: State, Physical Education and Nationalism under the Young Turk Rule (19081918)” başlıklı tez ile 2007 yılında tamamlayan Cora, hâlen The University of Chicago’da Yakındoğu Dilleri ve Medeniyetleri Bölümü’nde doktora eğitimini sürdürmektedir. Türkiye’de çeşitli tarih dergilerin­

de yazılan yayımlanmış ve uluslararası konferanslarda tebliğler sun­ muştur. BARIŞ ÇOBAN lisans ve doktorasını İstanbul Üniversitesi’nde tamam­ ladı. İletişim Bilimleri alanında doçentliğini aldı. Ünsal Oskay’m asis­ tanlığım yaptı. Çeşitli üniversitelerde iletişim kuramlan üzerine ders­ ler verdi. “Yeni Toplumsal Hareketler”, “Medya Milliyetçilik Şiddet”, “Medya, Barış ve Savaş”, “Tarih Ütopya, İsyan: Şeyh Bedreddin”, “Panoptikon: Gözün İktidarı”, “Söylem ve İdeoloji” adlı çalışmaların ha­ zırlanmasına katkıda bulundu. Akademik çalışmaları alternatif medya, banş medyası ve toplumsal hareketlere odaklanmaktadır. Hâlen Doğuş Üniversitesi İletişim Bilimleri Bölümü’nde çalışmaktadır. SENEM KAPTAN 1987 yılında Ankara’da doğdu. Lisansını İstanbul Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat, yüksek lisansım ise Sabancı Üni­ versitesi Kültürel Çalışmalar programında tamamladı. Annelik, top­ lumsal cinsiyet ve militarizmi Türkiye üzerinden incelediği makalesi annelik alanındaki ilk kapsamlı antropolojik derleme olan An Anthro­ pology of Mothering (2011) kitabı içerisinde yayımlandı. Hâlen Rutgers Üniversitesi’nde Antropoloji doktorası yapmaktadır. GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakül­ tesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. Yazar, 2009 yılında “Tür­ kiye’de Çocukluğun Politik İnşası” adlı doktora tezi ile İstanbul Üni­ versitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde doktorasını tamamladı. Türki­ ye’de resmî ideoloji, milliyetçi akımlar, milliyetçilik-toplumsal cinsi­ yet ilişkisi ve militarizm konulan başta olmak üzere makaleleri Toplum ve Bilim, Doğu-Batı, Dipnot, Düşünen Siyaset, Eğitim-Bilim-Toplum gibi dergilerde yayımlandı. Yazann akademik makalelerinin yanı sıra fark­ lı dergi ve gazetelerde yayımlanmış çok sayıda deneme, eleştiri ve ince­ leme yazısı mevcuttur. Hâlen İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fa­ kültesi Uluslararası ilişkiler Bölümü Siyaset Bilimi Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi olarak çalışan G. Gürkan Ûztan Siyaset Bilimine Giriş, Siyaset Bilimi, Ordu ve Siyaset, Etnik Sorunlar ve Milliyetçilik dersle­ ri vermektedir. TEBESSÜM ÖZTAN İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Ulus­ lararası İlişkiler Bölümü’nde lisans eğitimini tamamladıktan sonra Yıl­ dız Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölü­

mü’nde “Demokrat Parti Döneminde Muhalif Bir Mizah Dergisi: Tef (1 9 54 -1 9 5 5 )” başlıklı tezi ile yüksek lisans derecesini almıştır. Hâ­ len İstanbul Üniversitesi SBE Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde dokto­ ra eğitimine devam eden Öztan siyaset bilimi, toplumsal cinsiyet, mi­ zah, edebiyat, sinema, milliyetçilik ve militarizm konulan ile ilgilen­ mektedir. NURSELİ YEŞİM SÜNBÜLOĞLU lisansını İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Eğitimi Bölümü’nde 2002 yılında tamamladı. Toplumsal Cinsi­ yet Çalışmalan alanındaki yüksek lisans derecesini 2008 yılında “Cri­ ses’ of Male Citizen in Aganta, Burina, Burinata (1945)” (Aganta, Buri­ na, Burinata’da Erkek Vatandaşın Krizleri) başlıklı tez ile Orta Avrupa Üniversitesi’nden aldı. 2009 yılından beri Sussex Üniversitesi Sosyolo­ ji Bölümü’nde doktora çalışmasını sürdürmektedir. Araştırması beden politikaları, rehabilitasyon, militarizm ve erkeklik bağlamında Türki­ ye’deki sakat gaziler ve ailelerinin deneyimlerini ele almaktadır. Çalış­ maları Toplum ve Bilim, Birikim ve Varlık dergilerinde ve Medya, Milli­ yetçilik, Şiddet (2009, Su Yayınları), Türk Sağı: Mitler, Fetişler, Düşman İmgeleri (2012, İletişim Yayınları) ve Rethinking Transnational Men: Be­

yond, Between and Within Nations (2013, Routledge) başlıklı derleme­ lerde yayımlandı. ÖMER TURAN Bilkent Üniversitesi İktisat Bölümü’nden mezun oldu. ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nden yüksek lisans derecesini, “The Triangle of Publicness, Communication and Democ­ racy in Habermas’s Thought” (Habermas Düşüncesinde Kamusallık, İletişim ve Demokrasi Üçgeni) başlıklı tezi ile aldı. Budapeşte’deki Or­ ta Avrupa Üniversitesi, Sosyoloji ve Sosyal Antropoloji Bölümü’nden “Spatial Politics of Belated Modernizations: Budapest and Ankara” (Ge­ cikmiş Modernleşmenin Mekânsal Siyaseti: Budapeşte ve Ankara) baş­ lıklı tezi ile ikinci yüksek lisans derecesini aldı. “Facing Eurocentrism, Facing Modernity: Questions of Modernization and Global Hierarchi­ es in Turkish Intellectual History” (Avrupamerkezcilik ile Yüzleşmek, Modemite ile Yüzleşmek: Türkiye Düşünce Tarihinde Modernleşme ve Küresel Hiyerarşi Meseleleri) başlıklı tezi ile aynı bölümde doktorasını tamamladı. Hâlen İstanbul Bilgi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bö­ lümü’nde öğretim görevlisi olarak çalışıyor. Sosyal teori, tarihsel sos­ yoloji, Türkiye modernleşmesi, düşünce tarihi ve kent tarihi konula­ rındaki çalışmalan Birikim, Tarih ve Toplum, Toplumsal Tarih, Düşünen

Siyaset, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, Muhafazakâr Düşünce, Focaal-Europeatı Journal o f Anthropology, Toplum ve Bilim gibi dergiler­ de yayımlandı. Toplum ve Bilim dergisi yazı kurulu üyesi. ZÜLAL NAZAN ÜSTÜNDAĞ Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde yardımcı doçent olarak çalışmaktadır. Doktorasını Indiana Üniversitesi Bloomington’da Sosyoloji Bölümü’nden almıştır. Çalış­ ma alanları arasında feminist ve siyasi teoriler, şiddet ve devlet, hafı­ za, travma ve tanıklık bulunmaktadır. Akademik çalışmalarının yanı sıra Nokta, Amargi ve Tiroj gibi dergilerde güncel konularla ilgili yazı­ ları bulunmaktadır. Nazan Üstündağ Türkiye’nin ilk gayriresmî haki­ kat komisyonu olan Diyarbakır Cezaevi Hakikatleri Araştırma ve Ada­ let Komisyonu’nde yer almaktadır. ARUS YUMUL lisans derecesini Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi Bö­ lümü’nden, doktora derecesini Oxford Üniversitesi Sosyoloji Bölü­ mü’nden almıştır. Hâlen İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesidir. Kimlik, beden, vatandaşlık, ayrımcılık ve azınlıklar üzerine yerli ve yabancı dergilerde yayımlanmış makaleleri ve derlediği kitaplar bulunmaktadır.

skerlik yapmayana adam denmez”: Herhalde Türkçenin en basınçlı sözlerinden biri bu. Askerlik ve erkek­ lik ... Birbirlerini takviye eden iki güçlü kimlik, birbi­ rine dolanan iki hegemonik ideolojik söylem. Bu söylemlerin işleyişini çözümlemek, militarizmi anla­ manın ve sorgulamanın da şartı olmalı. Militarizm sadece ‘büyük politika’ düzleminde hüküm sürmüyor çünkü, askerlik ve erkeklik deneyimleriy­ le ve anlatılarıyla kendini gündelik hayatta yeniden üretiyor. Erkek Millet Asker Millet, işte böyle kılcal damarlara nüfuz eden bir çö­

zümlemeye girişiyor. Türkiye’de zorunlu askerliğin Balkan Savaşlarindan günümüze uzanan tecrübesinin değişik cephelerine, anlatılarına, kültürel temsillerine bakılıyor kitaptaki yazılarda. Zorunlu askerliğin vatandaşlığı ve ulusu kurucu makro politikası yanında, gündelik deneyiminin antro­ polojisi de ihmal edilmeden... Gazilik ve şehitlik etrafındaki erkeklik kurgularını inceleyen yazılar özel bir odak oluşturuyorlar. İdeal erkeklik (kahramanlık) mitoslarını, beden ekonomilerini sorgulamak, erkeklik karmaşasını da ele almaya kapı aralıyor. Askerliğin, cinsel kimlikleri ta­ nımlarken kadınları (anneleri!) da eklemleyen bir toplumsal cinsiyet rejimi kurduğunu görüyoruz. Nurseli Yeşim Sünbüloğlu’nun hazırladığı derlemeye Salih Can Açıksöz, Ayşe Gül Altmay, Şafak Aykaç, Murat Belge, Alp Biricik, Tanıl Bora, Yaşar Tolga Cora, Banş Çoban, Senem Kaptan, Güven Gürkan Öztan, Tebessüm Ûztan, Nurseli Yeşim Sünbüloğlu, Ömer Turan, Zülal Nazan Üstündağ ve Arus Yumul katkıda bulundu.

^



1/

iletişim