Darwin Sizi Seviyor [1 ed.]
 9789753426930

Citation preview

GEORGE LEYiNE

Darwin Sizi Seviyor 1931 doğumlu Amerikalı edebiyat eleştirmeni, akademisyen. Yüksek öğrenimini ve doktorasını Minnesota Üniversitesi'nde tamamlayan Levine 1968'de edebiyat bölümü başkanı olarak Rutgers Üniversitesi'ne girdi. Akademik ilgi alanı aslen Viktor­ ya dönemi kültür ve edebiyatı olmasına rağmen çalışmaların­ da daima farklı disiplinleri, bilhassa bilim ve edebiyatı harman­ layarak yaratıcı eserlere imza attı. ABD, lngiltere ve ltalya'da çeşitli üniversitelerde ders verdi. Otuz sekiz senelik hizmetin ardından 2006 yılında Rutgers Üniversitesi'nden emekli olan fakat çalışmalarını halen sürdüren Levine'ın eserlerinden bazı­ ları şunlardır: The Boundaries of Fidion (1968), The Rea/istic lmagination: English Fiction from Frankenstein to Lady Chat­ terley (1981), Darwin and the Novelists (1988), Lifebirds

(1995), Dying ta Know (2002), Realism, Ethics and Secula­ rism: Essays on Victorian Literature and Science (2008).

Metis Yayınları ipek Sokak 5, 34433 Beyoğlu, lstanbul Tel: 212 2454696 Faks: 212 2454519 e-posta: [email protected] www.metiskitap.com Darwin Sizi Seviyor Doğal Seçilim ve Dünyanın Yeniden Büyülenmesi George Levine lngilizce Basımı: Darwin Loves You Naturel Selection and the Re-enchantment of the World Princeton University Press, 2006 © Princeton University Press, 2006 © Metis Yayınları, 2006 ©T ürkçe Çeviri: Erkal Ünal, 2008 Bütün hakları saklıdır. Bu kitabın hiçbir parçası, yayımcısının yazılı izni olmaksızın fotokopi ve veri kayıt, r

depolama ve çoğaltma da dahil olmak üzere elektronik ya da mekanik herhangi bir araçla ya da herhangi bir biçimde çoğaltılamaz ve iletilemez. Birinci Basım: Mayıs 2009 Yayıma Hazırlayan: Özde Duygu Gürkan Kapak Resmi: Michael Mathias Prechtl, Charles Darwin'den Selam, 1982

Kapak Tasarımı: Emine Bora Dizgi ve Baskı Öncesi Hazırlık: Metis Yayıncılık Ltd. Baskı ve Cilt: Yaylacık Matbaacılık Ltd. Fatih Sanayi Sitesi No. 12/197-203 Topkapı, lstanbul Tel: 212 5678003

ISBN-13: 978-975-342-693-0

GEORGE LEVINE

Darwin Sizi Seviyor w





DOGAL SEÇiLiM VE DUNYANIN YENiDEN B UYULENM ESi il

.

..

..

.

Çeviren: Erkal Ünal

�metis

.

içindekiler

Türkçe Basıma Önsöz

9

Teşekkür 11 Önsöz

15

1

Seküler Yeniden Büyülenme 31

2

Büyü Bozan Darwin

3

Darwin'i Kullanmak 113

4

Modern Bir Kullanım: Sosyobiyoloji 135

5

Darwin ve Acı:

82

Bilim Shakespeare'i Neden Mide Buland1rıcı Kılmıştı?

172

6

"Bu Kişi Hele ki Güzel Bir Kadınsa, Ne Ala"

7

Daha İnce, Daha Nazik Bir Darwin 249

Darwin ve Cinsel Seçilim 216

Son söz Peki Bu Ne Anlama Geliyor? 300 Dizin 325

il

Türkçe Basıma Onsöz

Darwin Sizi Seviyor'un Türkiye'de yayımlanıyor olması benim için çok sevindirici, zira bu kitabı yazarken İngilizce konuşulan ülkele­ rin ötesine de seslenebilmeyi umuyordum. Kitabımın şimdilerde Batı'da hakim olan kültürel ve toplumsal koşulların bariz bir ürünü olduğunun farkındaydım, ama burada dile getirdiğim fikirlerin dün­ yanın her yerinde geçerli olduğunu ve her kültürden okura bir anlam ifade edeceğini de düşünüyordum. Darwin sadece Avrupa ülkeleri, Amerika ve çalışmalarının ço­ ğunun temelinde Darwin'in bundan yüz elli sene önce İngiltere'de­ ki evinde yaptığı keşifler yatan biyologlar için değil, dünyanın her köşesi ve herkes için önemli . "Darwin " , dünyada bir anda popüler hale gelen ve geleneksel, evrim öncesi kanaatleri Darwin'in "teori­ si "y le çatışanlarca yerden yere vurulan bir isim. Fakat hızla bir iko­ na dönüşerek yere göğe sığdırılamayan bir isim aynı zamapda. O kadar ki evrensel bir gelişim süreci olarak evrim fikrini düşündüğü­ müzde aklımıza ilk önce Darwin geliyor. Darwin'in bilimciler için yıllar boyunca bir anlam ifade etmeyi ve kültürel bir önem taşıma­ yı sürdürmesi gayet şaşırtıcı, zira bilim genelde öyle hızla hareket eder ki bir bakarsınız en iyi bil imciler zamanlarının en iyileri olarak geride kalmış. Gelgelelim Darwin'in böylesine canlı kalmasının altında bir ba­ kıma "kötü sebepler" de yatıyor. Bir başka deyi şle, Darwin'in kur­ duğu teori , dünyaya ve insanlığa yönelik temel tav ırları incitmiştir. Darwin'in fikirlerini anlamış ve bunları doğrulayan başka kanıtlar da bulmuş olan bilimciler arasında, evrimin insanlar da dahil olmak üzere türlerin gelişmesini sağlayan araç olduğu konusunda nere­ deyse tam bir fikirbirliği söz konusuyken, bilim camiasının dışın­ dakiler arasındaysa Şüpheler ve inkarlar devam etmektedir. B irçok-

10

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

larının gözünde evrim fikri , geleneksel dogmalarla ve dünyada bel­ ki de herkesin duyduğu bir ihtiyaçla, yani doğadaki temel süreçle­ rin ötesinde anlam bulma ihtiyacıyla çatışmaktadır. Darwin'in neredeyse bir Deccal gibi algılanması gerçekten çok üzücü. Zira on dokuzuncu yüzyılda onun fikirlerine karşı duranlar bile Darwin'in nazik, mütevazı ve iyi bir adam olduğunu, bir bilim­ ci olarak araştırmalarında son derece itinalı ve dürüst bir yaklaşım benimsediğini bilirlerdi . Kitabım kısmen bu hakikat hakkında: Dar­ win'in oluşturduğu teori türlerin gelişme şekline dair ne söylerse söylesin, Darwin hiçbir ahlaki ödün vermeksizin, dünyayı heyecan verici, harikalarla dolu, güzel ve anlamlı bir yer olarak görüyordu . Bu kitabın derdi dinsel dogmalar değil, aşkınsallığa gönderme­ de bulunmaksızın bütünüyle sektiler bir hayat sürmenin, dünyadaki harikaları duyumsamanın ve tıpkı Darwin'in yaptığı gibi , doğada anlam, güzellik ve ahlaki bir enerji bulmanın nasıl mümkün olabi­ leceği . Yani bilimsel bir kitap değil bu: Charles Darwin'in gerek ya­ zılarına gerekse yaşamına dair edebi ve etik bir yorumdan ibaret ve muradı da insanın nasıl yaşadığı, dünyayı nasıl görüp ona nasıl bir değer verdiği gibi temel konuları ele alabilmek. Umuyorum ki Tür­ kiyeli okurlar da Darwin'in düşüncelerinin ve dilinin o olağanüstü gücünü hissedecek ve tıpkı Darwin gibi dünyadaki harikaları fark edip onlardan heyecan duyabilecektir. Son olarak, sözümün İngilizcenin ötesinde ses bulmasını sağla­ yan çevirmenime ve müstakbel Türkiyeli okurlarıma �eşekkür et­ mek istiyorum. Umarım bu kitap başkalarının hayatında ufak da ol­ sa bir fark yaratır. B elki bu yolda atılacak ilk adım Darwin'in sizle­ ri sevdiğini fark etmek olacaktır.

George Levine

Teşekkür

Bu kitabı kotarma sürecinde bana el veren muhteşem insanları dü­ şündüğümde dünyanın büyüden ve değerden yoksun bir yer olma­ dığını bir kez daha anlıyorum. Aşağıda adlarını zikredeceğim şu ki­ şilere bilhassa teşekkür borçluyum: Fikirlerime verdiği destekten, tavsiye ve eleştirilerinden ötürü Suzy Anger'a; doğadaki harikaları hissetmenin ne demek olduğunun farkında olan, beni Darwin'i ses­ li düşünmeye teşvik eden, birlikte kuş gözlemlediğimiz yoldaşım ve her şeyin kıymetini bilen sevgili arkadaşım Paul Meyer'a; Dar­ win hakkında sahip olduğu muazzam ansiklopedik bilgisiyle beni zaman zaman ürküten ve salt duygusal yaklaşımlardan kaçınarak daha sağlam bir kavrayışa yönelmemi sağlayan Jim Moore'a; Vik­ torya dönemi edebiyatını iyi bilen, bu edebiyattan sahiden haz alan ve üstelik kuşları da pek seven, parlak ve inatçı göreci Christopher Herbert'a; kanımca büyülenmenin hala Darwin'in diğer yüzü oldu­ ğunu düşünen Joe Vining'e; aldığım burs sayesinde bu kitabı oluş­ turmaya başladığım Bogliasco Vakfı'nda edindiğim harikulade ve zeki dostlara: yani tam bir bilge ve seçkin bir fizikçi olan Gino Seg­ re'ye; en uzun basamakları yorulmak bilmeden çıkan ve ironinin değerini bilen Bettina Hoerlin'e; bir melek gibi yazan Kathryn Da­ vis'e; bilime de duygulara da aynı takdire şayan duyarlılıkla yakla­ şabilen Eric Zencey'ye; Balzac'ı ve sinemayı nasıl maharetle ele alabiliyorsa, aynı maharetle dünyanın her köşesinde alışveriş de ya­ pabilen Anne-Marie Baron'a; tam bir Bronx'lu, muhteşem bir beste­ ci olan ve ciambella keki pişirmede kimsenin eline su dökemeyece­ ği Martin Bresnick'e; piyano çalmada sergilediği ustalıkla beni ben­ den alan Lisa Moore'a; penceresinin önünde sevinçle bulduğu upu­ pa'yı ve o yaratıcı, nükteli sanatını benimle paylaşan Jenny Jones'a; ve cömertliğiyle arkadaşlığın ne demek olduğunu gösteren Alan

12

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

Rowlin'e. Bu kitap için çalışmak üzere bana zaman, imkan sağlayıp ferah bir İtalyan havası ve bahçeleri sunan Bogliasco Vakfı'na da müteşekkir olduğumu belirtmek istiyorum. Darwin'e ve büyülenme­ ye duyduğum tutkuyu sürdürme konusunda başka arkadaşlarımın da son derece önemli katkıları oldu : Hiç kimse benim için, konuşur­ ken ve dinlerken karşısındakinin duygularını paylaşmayı bilen, ge­ rek Viktorya dönemi hakkında gerekse hayatın güçlüklerinin üste­ sinden nasıl gelinebileceği konusunda derin bir bilgi sahibi olan Gerhard Joseph kadar cesaret verici ve yardımcı olmamıştır. Teşek­ kür etmem gereken daha başkaları da var: kitabın başlığını değiştir­ meme ve fikirlerimi muhafaza etme konusunda beni riske girmeye yöneltip yaratıcı önerileriyle bana devamlı yardımcı olan Carolyn Williams ; Amerika'da geçirdiği zaman zarfında arkadaş olduğu­ muz, beni düşünsel açıdan teşvik ettiği gibi başlığı korumayc. da yü­ reklendiren Helen Small; William Connolly'nin sekülarizm hakkın­ daki eserlerine ilk kez dikkatimi çeken (ama argümanlarımı biraz hissi bulacağından endişe ettiğim) Michael Wamer; Viktorya döne­ mine dair her şey hakkında kırk yıl boyunca sohbet ettiğim, Victor­ ian Studies dergisinin kurucularından Michael Wolff; Darwin'in re­ toriğinin fikirleriyle nasıl iç içe geçmiş olduğunu bana (ve dünya­ daki pek çok okura) ilk kez öğretmiş olan Gillian Beer; yaptığım basitleştirmelere sürekli olarak itiraz ederek sekülarizmin ne oldu­ ğu ve ne olabileceği hakkındaki kavrayışımı zenginleştirmemi sağ­ layan Jackson Lears; Southampton'da düzenlediği o nefis Darwin konferansıyla bu kitapta hatlarını çizmeye çalıştığım doğrultulara beni ilk kez yöneltmiş olan Cora Kaplan; şahsen hiç tanışmamı§, ol­ duğum, ama büyülenme konusuna zamanımı vakfetmemin yersiz bir şey olmadığını ve uzağımda da olsa "kafa dengi " insanların var olduğunu görmemi sağlayan Jane Bennett; Darwin ve yapışıkçalar hakkındaki çalışmaları, tam da bu kitapta resmettiğim haliyle Dar­ win'inkini andıran bir büyülenmişliği yansıtan Rebecca Stott; ger­ çek bir beyefendi ve Darwin hakkında yazan en iyi edebiyat uz­ manlarından biri olan, bu kitabın bir bölümüne ili şkin eleştirilerini sunan ve kendisi de yenilerde Darwin hakkında müthiş bir kitap yazmış olan Jonathan Smith; kitabımın taslağını sahici bir duygu­ daşlıkla ve eleştirel bir gözle okuyan, bana bütünüyle yanıtını vere­ mediğim sorular yönelten ve argümanlarımı bir nebze de olsa güç-

TEŞEKKÜ R

13

lendirmemi sağlayan çalışmalara dikkatimi çeken Janet Browne. Kitabın yazımında yapmış olduğum bir sürü hatayı yayıma hazırla­ ma sürecinde düzelten Vicky Wilson-Schwartz'a ise özellikle min­ nettarım. Çoğu zaman, bana sunduğu yeniden yazım önerilerini ilk ifadelerimden çok daha iyi buldum. B unun dışında, bana sadece bir çıkartma vermekle kalmayan oğlum David'e ve gülümsemesiy­ le bu dünyanın gerçekten de büyülü bir yer olduğunu hissettiren o cici torunum Mia'ya da teşekkür borçluyum. Kızım Rachel, kocası Dale ve şahane torunlarım Aaron ve B en, bilgisayar kullanma ko­ nusunda beceriksiz olan bana yardım ettiler, ağdalı ifadelerime ket vurdular ve gündelik hayatımın her yönüne anlam ve değer kattılar. Ve tabii her zamanki gibi �n büyük teşekkürü, Bogliasco'da geçirdi­ ğim süre ve Darwin'e hasrettiğim yıllar boyunca hep benimle olmuş ve sanatı ilişkimizle birlikte zenginleşip büyüleyici bir hal almış olan Marge'� borçluyum.

il

Onsöz

Bundan birkaç ay önce, düşüncelerimin nerelere kadar uzandığını gayet iyi bilen, bu düşüncelerin çoğunu paylaşan ve Darwin'in beni hala cezbettiğinin farkında olan oğlum, bana üzerinde "Darwin Sizi Seviyor" yazılı bir çıkartma vermişti . Oğlumun, oldum olası hay­ ranlık duyduğum ve kısmen de korktuğum bir ironi ve komik bir si­ nizm anlayışı vardır; bana gelince, böyle bir çıkartmayı arabama yapıştırmanın yol açacağı bariz saldırganlık açıkçası beni biraz hu­ zursuz etmişti . Fakat ABD'de yirminci yüzyılın ilk yıllarına damga­ sını vuran saldırgan ve kitlesel bir din yönelimi dışında beni nihaye­ tinde bu çıkartmayı arabama yapıştırmaya götüren başka nedenler vardı. Bu çıkartmanın beni en başta kendine çekmiş olan ve yirmi yıllık çalışma sonrasında hala çekmeye devam eden Darwin hak­ kında, belki komik, en azından irnik bir şekilde sahici ve önemli bir şey ima ettiğini fark etmiştim. İşte bunu fark ettikten sonra bu kitabı yazmadaki asıl niyetle­ rimden uzaklaşıp onları farklı doğrultularda geliştirmeye karar ver­ dim. Darwin'in bilimsel teorisinin o tuhaf kültürel tarihi hakkında, nasıl birçok kültürel, siyasi ve ideoloj ik projeye dayanak olarak kullanıldığı hakkında kafa yormak istiyordum. B irbirine zıt ideolo­ jik ve ahlaki konumlar alan birçok kişi kendilerini sahici Darvinci­ ler olarak görmüştü. Yapmaya çalıştığım şeyin bir parçası (ki bu parça kitabın yazdığım şu son halinin merkezi bir yerinde duruyor), Darwin'i bazı popüler Darvinizm tasavvurlarından, özellikle de kur­ duğu teorinin ahlaki ve estetik değeri bütünüyle inkar etmeyi (zira bu fenomenleri doğalcı bir şekilde açıklamaya girişir) ve herkesin birbirinin kurdu olduğu türden bir kapitalizmin en kötü veçhelerini özü itibariyle onaylamayı gerektirdiği şeklindeki görüşe karşı sa­ vunmaktı.

16

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

Genel amacım ise, başka bir yerde ortaya koyduğum bir argü­ manı, yani bilimsel ve felsefi teorilerin belirli siyasi ya da toplum­ sal konumlarla hiçbir içsel bağı olmadığı argümanını geliştirmekti . Tasavvur edildiği zaman ile yerin her türlü felsefi veya bilimsel fik­ re rengini vereceğini en başından teslim ederek, Darwin'in fikirleri­ nin daha sonradan birbirinden açık bir şekilde farklı kültürel ve si­ yasi konumlar tarafından nasıl da benimsendiğini göstermek isti­ yordum. "Darvinizm" tarihi, bir fikir başka düşünürler tarafından başka bağlamlarda benimsendiği zaman, o fikrin çok farklı şekiller­ de kullanılmasının muhtemel olduğuna, Darwin'in kendi bağlamın­ dan ziyade daha yeni bağlamlara· cevap verdiğine ikna etmişti beni. Fikirler alanındaki bu olumsallık ya da arızilik, eski fikirlerin yeni bağlamlarda ideoloj ik açıdan farklı imaları yükleneceği anlamına gelir. Darwin'in fikirlerinin (ve her türlü felsefi fikrin) siyasi ve ide­ olojik imaları kurucu değil olumsaldır. B ir yandan, en hükmü geçen örneğimi kullanmam gerekirse, Darwin'in düşünüşü ile "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" iktisadı arasındaki derin bağlantıya dair, özellikle de Darwin'in Malthus'u okuması üzerinden ikna edi­ ci bir argüman geliştirilmiştir (ki bu düşünce en iyi Darvinci akade­ misyenlerin birçoğu tarafından olumsal değil, kurucu olarak görü­ lür) , 1 diğer yandan da, onun teorisinin anarşizm ve sosyalizm gibi birbiriyle bağdaşmaz konumları desteklemek üzere kullanılmış ol­ duğuna dair bol miktarda: kanıt vardır. 1 . Gregory Radick, konu hakkındaki ilginç ve etkileyici bir makalesinde, "ayrılmazlık" adını verdiği, bir argümanın gelişimini yönlendiren olumsal koşul­ ların o teoriden ayrılamayacağı tezi lehine bir iddia ortaya atıyor. Demek ki Malt­ hus ile Darwin'in doğal seçilim teorisi arasındaki bağlantı bu teoriye içkindir. Mantıksal açıdan bakıldığında, bu argüman gayet ikna edicidir ve belirli anlam­ larda doğru olmalıdır. Diğer taraftan, aslında pek çok düşünürün doğal seçilimi Malthus'tan ayırmış olduğu da tarihsel bir olgudur. Bunun şüphesiz doğru yoru­ mu, bu tür doğal seçilim kullanımlarının bazı önemli açılardan gerçekten Darvin­ ci olmadığıdır. Ama ben bu düşünürlerin pek çoğunun yine de Darvinci oldukla­ rım iddia ettiğini söylemeye çalışıyorum . Ü stelik bir başka sorun daha var. Ra­ dick haklı olarak, modem evrim teorisyenlerinin bugün teoriyi şöyle kavradıkla­ rını söylüyor: " Kaynaklar kıt olsa da olmasa da seçilim olur. Önemli olan tek şey, nüfus dahilinde uygunluk (jitness) farkları olmasıdır. " Bu kitabın sorusu, doğal seçilime dair yeni anlayışın Darvinci diye adlandırılıp adlandırılamayacağıdır. Ben burada şunu öne süreceğim (ki bu kitabın hayli bir kısmı da bu görüşe daya­ nıyor) : Bu anlayış, yararlı herhangi bir anlamda, içeriği değiŞmiş olsa bile hala

ÖNSÖZ

17

Evet, Darwin'e göre bu dünya vahşi bir dünya olabilir, ama ör­ neğin Kropotkin'e göre Darwin'in fikirleri anarşizm ve karşılıklı yar­ dımlaşma için güçlü bir teorik zemin sunuyordu. Darwin'in teorisi­ nin yönelimi açısından anarşist olarak yorumlanmasının doğru ol­ duğunu söylemeye çalışmıyorum elbette, ama zeki anarşistler tara­ fından kullanabileceğine hiç şüphe yok ve kullanılmıştır da. Açıktır ki Darwin'in kendi deneyiminin siyasi bağları teorinin gelişimi için önemlidir ama teorinin "temeline yerleştirilmiş" değildir, zira bu te­ ori kültür boyunca ve gelecek kuşaklara doğru serbest ve gelişigü­ zel bir şekilde dolaşmıştır. Yakın zamanlardaki bazı mükemmel bi­ yografi yazarlarının yaptığı gibi , Darwin'i kendi toplumsal, kültürel ve siyasi bağlamının özgüllüklerini kavrayarak anlamayı faydalı bulabiliriz, fakat başka Darwin versiyonlarını anlayıp tanımak için de sonraki teorisyenlerin bağlamının özgüllüklerini anlamamız ge­ rekecektir. Oğlumun verdiği çıkartmanın projemde yol açtığı sapma elbet­ te ilk başta niyetlenmiş olduğum Darwin kullanımları üzerine dü­ şünme tasarısıyla yakından bağlantılı. Bana çıkartmanın en ilginç imaları olarak görünen meselelere yönelik olarak bu kitabın ana dü­ şüncesini oluştururken, kendimi Darwin'in teorisinin kültürel yo­ rum açısından gerçekten nas ıl da esnek olduğunu (özellikle de İkin­ ci B ölüm'de yapmaya çalıştığım gibi) göstermek zorunda hissedi­ yorum. Ama Darwin yorumlarının tarihi, kendi amaçları uğruna Darwin'i yanlış yorumlayan bir dizi entelektüelin tarihi değildir. Daha ziyade, bu entelektüellerin neredeyse hepsi, Darwin'in yazıla­ rında kendi konumlarına cevaz verecek iddiaları meşru bir şekilde bulmuşlardı (neredeyse ideolojik imkanlar için İncil'in halen didik didik edilmesi gibi; gerçi Darvinciler Darwin'in teorilerini gitmek Darvincidir. Doğal seçilim fikrini kabul eder ve Malthusçu "mücadele" mefhu­ munu, dolaysız mücadele üzerindeki vurguyu azaltsa da, Malthusçu modele da­ yanmaya devam eden uygunluk farkı mefuumuyla değiştirir. Şu halde, vurgula­ mış olduğum olumsal güçlerin kurucu doğasına dair geliştirilen argümanı anlayıp ona inansam da, tarihin terimleri değiştirip meseleyi karmaşıklaştırdığı üzerinde ısrar ediyorum. Kurucu, temel anlamda Darvinizm olamayacak pek çok görüşün tarihsel olarak Darvinci olduğu iddia edilmiştir. Bkz. "Is the Theory of Natural Selection Independent of Its History?", The Cambridge Companion to Darwin, Jonathan Hodge ve Gregory Radick (haz.), Cambridge : Cambridge University Press, 2003 , s. 1 43 -67. Özellikle bkz. s. 1 57-9.

18

DARWI N S İ Z İ SEVİYO R

istedikleri yere götürürken onun düşüncesinin bütün bağlamı için­ den düşünme konusunda çok daha dikkatliler). Bir başka deyişle, örneğin Kropotkin, Darwin'in "varolma mücadelesi" teorisinde "diş­ leri ve pençeleri kana bulanmış doğa"dan ziyade "yardımlaşma"nın esas olduğu konusunda önemli kanıtlar bulurken sağlam temeller­ den yola çıkıyordu. Darwin'in gerçekten yazmış oldukları, neredey­ se geliştirilmiş olan yorumların tümünü en azından kısmen haklı çı­ karmaya elverişlidir. Ama çekişme dolu bugünlerde Darwin üzerine çalışırken, tari­ hin üretmiş olduğu az ya da çok meşru Darwin yorumlarını Weber­ ci bir tarafsızlıkla kayda dökmek için gerekli olan akademik uzak­ lığı muhafaza etmek bana bilhassa zor geldi . Aslında bütün bilgile­ rin tarihsel açıdan olumsal olduğunu , ama aynı zamanda bilginin (her ne kadar daha sonra başka olumsallıklara tutturulsa da) kendi­ sini ilk baştaki olumsallıklardan kaçınılmaz olarak kurtaracak şe­ killerde yayıldığını düşündüğüm için, Darwin'de yine başka bir di­ zi kültürel ima buluyor olmam beni rahatsız etmiyordu. Asıl sorum­ luluğumun Darwin'in gerçekten yazmış olduğu şeyleri taltif etmek olduğuna inanıyordum. Bu kitabın genel argümanının bir parçası da, herhangi bir Darwin yorumunun Darwin'in kendi sözlerine ve onun yaşamı ile çalışmalarında bulunabilecek kanıta karşı böyle bir sorumluluğu olduğudur. Olumsallık olgusu, teorinin ya da bilginin geçerliliğine dair şu veya bu şekilde bir iddiada bulunmaz. Olum­ sallıktan kaçmanın hiçbir yolu yoktur ve her ne kadar eleştiri eğili­ mi, olumsallık keşfedilir keşfedilmez teorinin geçerliliğinden şüp­ he edileceğini varsaymak olsa da, olumsallığın her bilginin koşulu olduğunu ve aslında o bilgiyi geliştirme imkanına cidden katkı sağ­ layabileceğini ileri sürmek istiyorum. Darwin'in olağanüstü derece­ de yaratıcı ve faydalı olan teorisi, bilimsel çalışmasının güçlükleri ile kültürel varlığının baskıları içinden doğarak gelişmiştir. Bugünlerde ideolojik bir çatışma içine düşmeden Darwin'in te­ orisinin imaları hakkında iddiada bulunulabileceğini düşünmek saçma olur. B ugün ABD'de insanları ayağa kaldırmadan "Darwin " sözcüğünü telaffuz etmek bile neredeyse imkansızdır. Darwin, Tür­ lerin Kökeni Uzerine'nin yayımlanmasından yüz elli yıl sonra bile hala New York Times'ın ilk sayfasına çıkabiliyor. Türlerin Kökeni' nin okunmasını mecburi tuttuğum bir dersteki kadın öğrencim bana

ÖN SÖZ

19

bir gün, metro yolculuğunda Darwin'i okurken kitabın kapağını ört­ mek zorunda kaldığını, çünkü evrim teorisine ve Darwin'e düşman olan insanlar tarafından sık sık taciz edildiğini söylemişti. Darwin ve onun fikirlerinin düşünsel tarihi hakkında yazarken kendimi giderek rahatsız halde bulmamın tek sebebi, evrim teorisi­ ne dair alışılmış Amerikan direnişleri değildi - bu sadece bir teori, denir ve okul yönetimleri kendilerini kurtarmaya çalışır. "Akıllı ta­ sarım" ın (şöyle böyle) bilimcileri arasındaki daha ince tezahürleri ile birlikte gözü kararmış Darwin karşıtlığı, kamusal yaşamlarımı­ zın hemen hemen her yerine sirayet etmiş olan korkutucu dinsellik ve özellikle de köktendincilik dalgasının semptomundan ibarettir şu an. Darwin'in gerçekten ne söylemiş olduğu konusundaki ceha­ leti bir kenara bırakırsak, bu fiili patlamanın önemli bir kısmının, birçok kişinin modem Batılı toplumun yurttaşlarına sunduğu ger­ çek bir manevi boşluk hissi olduğunu iddia ettiği şeye karşı bir tep­ ki olarak ortaya çıktığını fark ettim. Akıl, bilim, ampirik doğrula­ ma, teknoloj ik zaferler (ve korkular), "anlam"a dair neredeyse ev­ rensel bir özlem gibi görünen şeyi tatmin etmeye yetmemiştir. Dün­ ya, kendi doğal benliğinin yanı sıra, başka bir şey ifade etmelidir. Açıklama, rasyonel meraktan başka bir şeyi tatmin etmek, bir anla­ ma, bir ahlaki düzenlemeye, doğal dünyanın rahatsız edici olumsal­ lıklarının ötesindeki nihai bir adalete işaret etmek zorundadır. Ben ise, Darwin okumayı en başta heyecan verici, büyüleyici bir deneyim addeden biri olarak yazıyorum.* Türlerin Kökeni, bana dünyanın kapılarını açan, dünyayı anlamla dolduran, bende doğal dünyaya dair bir hayret ve büyülenme hissini esinleyip yoğunlaştı­ ran kitaplardan biridir. Yıllar boyunca Darwin hakkında bir şeyler duyduktan sonra, Türlerin Kökeni'ni ki şisel sıcaklık, muazzam bir * Bu kitapta sıkça geçeceği için " büyü" ile başlayan sözcüklerin, terimlerin nasıl karşılandığını şimdiden açıklamakta fayda var. Kitabın ana düşüncesinde önemli bir yeri olan "büyülenme" sözcüğü kaynak metinde enchantment'a karşı­ lık geliyor. Bu sözcüğün karşıtı da Weber'in Entzauberung kavramı - ki bu kav­ ram İngilizcede demagification ya da demysterization değil, disenchantnıent ola­ rak yerleşiklik kazanmış (ve kaynak metinde de öyle kullanılmış). Bütün bu tü­ revler arasında bir uyum sağlamak için "büyü" ad gövdesini kullandık: Büyüleyi­ ci (enchanting), büyülenme (enchantment), yeniden büyülenme (re-enchant­ ment) ve değişimli olarak büyüsüzleşme, büyüsünü kaybetme, büyüsünden arın­ ma (disenchantment). -ç.n.

20

DARW I N S İ Z İ SEVİYOR

şevk, hayret ve heyecanla dolu, ama elbette olguları doğru bir şekil­ de elde etmeye, kesinlik, doğruluk ve açıklıkla "tek ve uzun bir ar­ güman" kurmaya yönelik bütünsel (ve etkileyici) bir bağlılığın bu heyecanı kontrol altına aldığı bir kitap olarak görmüştüm. Max We­ ber'in, bilim ve bilimsel açıklamanın gelişmesiyle, bütün doğal fe­ nomenlerin bir gün rasyonel ve doğal bir şekilde açıklanabileceği inancıyla birlikte doğan "büyüsüzleşme"nin bir sonucu olduğunu ileri sürdüğü "manevi boşluğun" benim gözümde pek de Darvinci bir temeli yoktu. Darvinci açıklamanın yaşamı zenginleştirici enerj ilerine karşıt olarak, manevi boşluk hi ssinden kaynaklanan (büyük ölçüde Dar­ win karşıtı ve örtük olarak bilim karşıtı) yeni dinselliğin neredeyse her şekilde tehlikeli olduğunu düşündüm. Bu dinsellik kendisini yeterince açık bir şekilde yirminci yüzyılın sonlarındaki tapınmacı­ lıkta göstermiş ve şimdilerde çağdaş iletişim araçlarından istifade etmek için akıllıca ve stratejik bir şekilde geliştirilen, yeni yüzyılın korkutucu köktenciliklerinde siyasi ve finansal iktidarla birlikte ye­ niden ortaya çıkmıştır. Dünya Ticaret Merkezi'nin başına gelen kök­ tenci felaket, en azından bana, Aydınlanma emelleri içinden doğan Amerikan anayasasının temelindeki demokrasi ve özgürlük yapıla­ rını hızla ve şiddetli bir şekilde aşındırıyor gibi görünen köktenci bir yanıta yol açtı. Bu emellerin ne gibi kusurlarla malul olduğunu ve gerek Batılı olmayan kültürleri gerekse B atılıların manevi ihti­ yaçlarını kabul etmede yetersiz kaldığını anlamış olsak da, kökten­ ci alternatifler de besbelli ki felaketten ibarettir. Darvinizmin kültürel ve ideolojik kullanımlarının tarihi kısmen, yüz elli yıl boyunca kültürün ve çok sayıdaki ciddi entelektüelin, Darwin'in teori sinin soyut bir okumasının ima edebileceği bir soru­ nu, dünyanın potansiyel olarak anlamdan arındırılması sorununu nasıl ele aldıklarının tarihidir. Darwin'in teorisinin neredeyse bütün kültürel istismarlarında söz konusu olan şey anlam ve değer soru­ nuydu : Doğalcı bir şekilde tasvir edilen dünya, ahlaki, estetik ve toplumsal değerlere bağlılığı sağlayabilir miydi? Nitekim "Darwin' in kullanımları" üzerine tasarlamış olduğum kitap, on dokuzuncu ve yirminci yüzyılda bilim doğalcı açıklamanın menzilini genişle­ tirken modernlikteki "büyülenme"nin kaderi hakkında düşünmeye dönüştü .

ÖNSÖZ

21

B u durumda, Darvinci doğalcılık perspektifinden bakarak, ras­ yonel, bilimsel açıklamaya düşkün rasyonelleşmiş bürokratik bir toplumun (tıpkı modem kapitalizmdeki toplumlar gibi), anlamı ve değeri dünyadan kaçınılmaz olarak defettiğine inanan Max Weber' in son derece güçlü ve ikna edici bir şekilde biçim verdiği büyüsüz­ leşme anlatısını yeniden düşünmeye karar verdim. Böyle bir kapı dışarı etme bugün hepimizi tehdit etmekte olan akıldışılık, yerelci­ lik (provincialism) ve şiddet patlamasının en azından kısmen de ol­ sa sorumlusu gibi görünüyor. Darwin'in bizleri bütün bunlardan kurtarabileceğini düşünecek kadar çıldırmadım tabii ki, fakat onun hakkında ve bu yeni antiseküler fenomen hakkında düşünürken, yak­ laşık olarak yirmi yıldır okumaya devam ettiğim Darwin'in, tama­ men sekülerleşmiş bir dünyada değer ve anlam imkanı lehine bir ar­ gümana merkez alınabilecek mükemmel bir şahsiyet olabileceğini fark ettim. Bu kitapta kendimi onun diline, fikirlerine ve hatta bir ölçüde hayatına dayanarak bir başka Darwin "kullanımı "na, bir baş­ ka yoruma hasrettim. Tıpkı bütün diğer yorumlar, diğer bütün kul­ lanımlar gibi, burada sunacağım "Darwin" de tarihsel anın olumsal­ lığından doğuyor, ama söylemiş olduğum gibi, olumsallık olgusunu argüman ve yorum için bir engel olarak değil bir yardım olarak gö­ rüyorum. Darwin büyüsüzleşme anlatısında hayati bir şahsiyet olmuştur elbette, fakat benim onu okuma deneyimim en başından beri bütü­ nüyle büyüleyici olmuştu. Bu kitapta, daha kesin ve faydalı bir şe­ kilde, Türlerin Kökeni'ni soluk bile almadan ve dikkatimin tümünü vererek ilk okuduğum zaman karşılaştığım ilham ve heyecan verici Darwin'i bulabilmek için' onun düşüncesi ve çalışmasını baştan ba­ şa süzmeyi öneriyorum. Nesrinin ve tasvir ettiği doğal fenomenler­ le olan ilişkisinin -burada biraz duygusallaşmama izin verin- doğa­ ya ve bu dünyaya dair yoğun bir sevginin tezahürleri olduğunu öne süreceğim; oğlumun biraz sinik çıkartmasını, bu çıkartmayı üreten zeki mucitlerin -her kimseler artık- düşündüklerinden çok daha ciddi ve çok daha önemli bir şey olarak görmüş olmamın sebebi de budur. Şu halde benim derdim, angaje bir sekülarizm modeli olarak, sekülarizm ve doğalcılığın büyü bozan bir yavanlığı beraberinde getirmek zorunda olmadığının kanıtı olarak seçici bir şekilde okun-

22

DARWI N s ı z ı S EViYOR

muş bir Darwin ortaya koymak. Her ne kadar tarihsel Darwin'i bi­ raz süzgeçten geçirmeyi gerektirecek olsa da, baştan aşağı, köklü bir şekilde sektiler, ama aynı zamanda duygusal, estetik ve ahlaki açıdan büyüleyici bir vizyon için, kusursuz olmasa da potansiyel bir model olarak Darwin'e bakmayı haklı çıkaracak pek çok kanıtın olduğuna inanıyorum. Önerdiğim "süzgeçten geçirme" işlemi, onun temel iddialarından bir yolunu bulup kurtulmak ya da eserleri ve düşüncesindeki kimi unsurları es geçmek, burada temsil etmeye ça­ lıştığım model ile gerilim içinde olan öğeleri görmezden gelmek için tasarlanmış değil. Tek yapmak istediğim şey, Darwin'in hayatı ve yazılarındaki belli veçhelere, yazılarına süzülen belli kişisel özelliklere ve özellikle de mecazi ve insanbiçimci stratejilerine dik­ kat çekmek. Yetersiz alternatiflere -dünyayı aşkınsal ifadelerle açıklayan ve bu dünya deneyimini aşkın dünya deneyimi karşısında ikincil kılan dinsel görüş, ya da biyo �ojiyi salt mekanizmaya indirgeyen doğalcı görüş- karşıt olarak, benim önerim, dünyanın nasıl işlediği ve in­ sanların şu anki hallerine nasıl geldikleri konusunda mutlak bir şe­ kilde doğalcı bir bakış açısına sahip olsa da, insanın dışındaki doğa­ da "öteki dünya" değerlerine karşı dünya dostu bir alternatif suna­ bilecek enerj iyi, çeşitliliği , güzelliği, aklı ve hassasiyeti bulan bir Darwin. Darwin'in diline yönelik edebi bir dikkat, bizatihi doğanın öte­ sine asla geçmesi gerekmeyen bir büyülenme imkanını ortaya ko­ yar. Elbette Darwin'in dünyasında ve hatta onun en aşırı, en katı şe­ kilde doğalcı olan takipçilerinin dünyasında, geride yeterince "gi­ zem " bulunmaktadır (gerçi karşılaşıldıklarında genellikle " sorun" haline gelir bunlar). Fakat ben burada, Keats'in "negatif kabiliyet" mefhumunu tersine çevirip yeniden kullanmak gerekirse, bütün gi­ zemlerin sorundan çözüme doğru ilerlediği (nihayetinde imkansız) dünyada bile büyülenmiş halde kalabilecek olan bir tavır, bir dü­ şünme ve hissetme hali arıyorum. Belirsizlikler olmaksızın büyü­ lenmiş olmak, kesinlik içinde sabırlı olmak, doğal terimlerle açık­ lanabilir bir dünyayı gizemlerle yüklü bir dünya kadar heyecan ve­ rici bulmak - Darwin 'in hayatını ve çalışmalarını sürükleyen doğal­ cı ideal budur işte. Bu kitabı yazmaya girişmemin ardında da bu ideal yatı yor.

ÖN SÖZ

23

B ir başka deyişle, büyülenmenin bize verdiği manevi sevinçlere ancak bir tür erekselliği ve ilahi yaradılışı yeniden kurabildiğimiz­ de ulaşabileceğimizin iddia edildiği bu dünyada bile Darvinci büyü­ lenmenin işbaşında olduğunu öne sürüyorum. Hal böyle olunca, ön­ celikle Darwin'in ne kadar farklı şekillerde kullanıldığının ayırdın­ da olarak, diğer kullanımlardan daha tarafgir ve çarpıtılmış olma­ yan, en az kendisinden öncekiler kadar geçerli ve itiraf etmem gere­ kirse, onlardan çok daha sağlıklı bulduğum bir başka kullanım daha önermekte kendimi özgür hissediyorum. Nitekim bu kitabın argü­ manı da, bilimin asıl açıklayıcı sözcü görevini sürdürdüğü ve derin duyguların rasyonellikteki erdemlerin biçimini değiştirdiği sektiler bir dünyada büyülenme imkanına dair bir argümana dönüştü. Ama bazen Darwin'in yazılarındaki duygusal nitelik ile doğal dünyayla olan ilişkisi ve ayrıntılı .d oğalcı argümanları arasında bir gerilim vardır; ben de kendi alternatif Darvinci anlatımım için ye­ terli kanıtlar ortaya sermek üzere, onun düşüncesinde ve hayatın­ da büyüsüzleşme anlatısına onay verir gibi görünen öğeleri doğru­ dan ele almayı gerekli gördüm. B ir kere, Adrian Desmond, James Moore, Janet Browne ve Robert Young gibi bilim tarihçilerinin biz­ lere son yirmi-otuz yıldır sunmakta oldukları , fevkalade bir şekilde tarihsel bağlamına oturtulmuş Darwin'i tanımak zorundaydım. Fa­ kat Darwin'in teorisi ile kültürel argüman arasındaki ilişkinin anla­ tısını yeniden okuma ve yeniden yazma projem, dar anlamda tarih­ sel değildir. Bilimsel düşüncenin tarihsel olarak bağlamına oturtul­ masının son derece önemli bir faaliyet olduğuna inanıyorum, ama benim burada hedeflediğim şey bu değil. Darwin'i kendi tarihsel anı içinde görerek, ama aynı zamanda yaptığı şeylerin o anın sınırları­ nı nasıl aştığını da anlamaya çalışarak onu deyim yerindeyse yeni­ den icat etmenin bir yolunu aradım bu kitapta. Bu kitabı Darwin'i olumsal ve tarihsel varlığının bütün o karmaşıklığı içinde temsil et­ tiğim yanılsamasına kapılarak yazmadım ve Desmond, Moore ve Young gibi mükemmel düşünce tarihçilerinin küçümsediği aziz bi­ yograficilerinin saflarına katılmış gibi mi görünüyorum diye de hu­ zursuzum doğrus1:1. Bu kitap bir azizin hayatı ve eserlerine dair bir kitap gibi görünüyorsa, işlevini yerine getirmiyor demektir. Bu ki­ tap boyunca, Darwin'in dµşüncesi ve hayatının, önyargılan ve var­ sayımları çoğu zaman son derece itici olabilen kültürel bir bağla-

24

DARW I N S İ Z İ SEVİYOR

mın içine derinden yerleşmiş olduğunu ve aynı zamanda, onun eserlerinde sevgiden yoksun ve sevilmeye değmez pek çok argü­ man olduğunu da açık hale getirmeye çalışıyorum . Dile getirmeye çalıştığım iddianın bir parçası da şu (ki bunu en dolaysız şekilde cinsel seçilim hakkındaki bölümde ortaya koyuyorum) : Darwin'in fikirleri, kültüründeki varsayımların ve değerlerin içine tamamen çekilmiş olmasından doğarak gelişmişti . Bu fikirler su götürmez bir şekilde tarihseldir, tarihsel kurgulardır ve doğdukları anı aşarak ya­ şamaya nasıl devam ettiklerini düşünmeye de ancak tarihsellikleri­ ni göz önünde bulundurarak geçebilirim. B u kitapta, üzerinde odaklanmakta olduğum Darwin'in eksiksiz, tarihsel Darwin olduğunu ya da benim en çok değer verdiğim er­ demlerin Darwin'in de en çok üzerinde durduğu erdemler olduğunu ima etmeye çalışmıyorum. Ü zerine basa basa iddia etmek istediğim şey ise, tartıştığım Darwin'in gerçekten orada olduğu ve ona kulak verilmesi gerektiğidir. Karmaşık, Viktorya dönemine bağlı, üst sını­ fa mensup bir beyefendinin az çok ırkçı ve cinsiyetçi vizyonundan, William Connolly'nin "tanrıcı olmayan bir büyülenme" adını verdi­ ği modelin ana hatlarını süzüp çıkartmaya çalıştım. Dünya, yaşana­ cak kadar büyük bir yerdir. Darwin, ne olursa olsun, bütün o acıları, hastalıkları, kayıpları ile birlikte yeryüzünü ve hayatını tasvir etme­ ye adadığı doğal dünyayı sevmişti ; onda bir değer ve anlam bul­ muştu; dünyanın en üstün başarısı olarak gördüğü insani değer his­ sinin, maddi yeryüzünden doğduğunu ileri sürmüş ve bu kaynağın söz konusu hissi küçültmediğine, aksine yücelttiğine inanmıştı. İşte ben de bu anlamda kendimi gerçek bir Darvinci sayabilir ve Dar­ win'in sizi sahiden sevdiğini söyleyebilirim. B u kitabı kaleme alıp en çok ihtimam gösterdiğim Darwin'i tem­ sil etmeye çalıştım, çünkü tutkulu, dünyayı seven bir sekülerliğe, doğanın ve kendi doğalarımızın işleyişlerinin anlaşılmasına kendi­ mizi adamaya ihtiyacımız var. Tarihçilerin kendisinde bulmakta ol­ duğu bütün o zaaflar ve sınırlarla birlikte Darwin, bütün bu şeyler hakkında bizlere sağlam bir şekilde, dürüstçe ve duygularını elden bırakmadan konuşan o büyük şahsiyetlerden biri olarak öne çıkıyor. Darwin'e (ya da en azından onun kimi yönlerine) dair yakın bir oku­ ma, aklın ve duygunun harmanlanması imkanına, bilimin potansi­ yel insanlığına elimizi uzatmamızı ve doğanın sıradan hareketlerin-

ÖN SÖZ

25

deki hayret edilecek özellikleri anlamamızı sağlayabilir. Bu projenin yetişkinliğimin büyük bölümünde üzerinde çalıştı­ ğım Viktoryenizmin etkisini taşıdığının farkındayım. B ana kalırsa bunun kötü bir şey olmadığı çok açık. Sekülarizm ve bilimin yol aç­ tığı sarsıcı haberlerle karşı karşıya kalan pek çok Viktoryen, yalnız­ ca dinin sağlayabileceği zannedilmiş olan değerleri muhafaza etme­ nin yollarını aramıştı. Bu projeleri, dini değerleri doğrudan doğruya sektiler bir dünyaya aktarabileceklerine olan inançlarının (şimdi aşikar olan) naifliğinden kaynaklanıyordu - Pozitivistler, George Eliot'ın hayran olduğu ama üyesi olamayacağı kadar zeki olduğu bir nevi kilise kurmuşlardı aslında. Her halükarda, bu proje suya düş­ müş olsa da, bana göre seçkin bir şekilde başarısızlığa uğramıştı. Eğer George Eliot bunu başaramamışsa, eğer John Stuart Mill başa­ rılı olamamışsa, ben de pek ileriye gidebileceğimi ummuyorum el­ bette. Fakat bu konu elden öyle kolaylıkla bırakılamayacak kadar önemli bir konudur. Boğazı günbegün sıkılıyor olsa da sekülerlik ölmüş olamaz. Benim kendi deneyimimde sekülerlik, içinde yaşa­ nabilir bir doğanın koşulu olmuştur. İnançlı bir Katolik olan Char­ les Taylor'ın şu sözlerine tamamen katılıyorum: " Sekülarizm mo­ dem demokrasi için isteğe bağlı bir ilave değildir; onun mümkün olan tek halini yürütmekten başka seçeneğimiz yoktur. "2 Siyasi olarak hayatta kalmanın gereklilikleri bir yana, burada bir başka sekülarizm imkanını vurgulamak istiyorum: Weber'in "rasyonelleşmiş" bir dünyada mümkün olamayacağını iddia ettiği hayret ve neşe deneyimi. Kuş gözlemleme sahasında -ki elimden

2. Charles Taylor, "Modes of Secularism" , Secularism and Its Critics, Rajeev Bhargava (haz.), New Delhi: Oxford University Press, 1 998, s. 53. Taylor bu önemli makalesinde bazı sekülarizm türlerini birbirinden ayırır; temel ve farklı dini inançların siyasi açıdan tutarlı ve barışçıl bir idare içinde nasıl işleyebilece­ ğini çözmeye yoğunlaşır. Ancak asli, "ortak olarak benimsenen bir temel"e ihti­ yaç duymadan işleyen bir sekülarizmin iş görmesinin beklenebileceğini iddia eder. Vardığı sonuç ise şudur: Sekülarizm, hayatta kalmak için, " örtüşen mutaba­ kat" adını verdiği şeye uygun olarak işlemek zorundadır; böyle bir sekülarizm modem demokratik dev }etlerin bekası için mutlak olarak elzemdir (ki ben de bu­ na tamamen katılıyorum) : "ya farklı grupların uygar bir şekilde bir arada yaşama­ sı, ya da barbarlığın yeni biçimleri. Sekülarizm işte bu anlamda modem çağda is­ teğe bağlı değildir" (s. 48).

26

DARWI N S i Z İ SEVİYOR

geldiğince kuşları seyretmeye çalışırım- ve Darwin'i okurken, dün­ yanın anlamla dolu olduğunu, son derece etkileyici ve harikulade olduğunu hissettim (dünyanın zaman zaman ürkünç ve tehlikeli ol­ duğunu da söylemeden geçmeyelim) . Darwin bana bunun hakkında çok şey öğretmiş ve benim için sektiler bir-büyülenmeye doğru na­ sıl ilerlenebileceğini gösteren bir model haline gelmiştir: kuşları ya da Doğu Arizona'nın sarp kayalıklarının karşısında günün ağarışını, Maine'deki kayalık sahillerdeki gelgitleri, bir bebeğin insanın kal­ bini durduracak bir hızla büyümeye, etrafındaki nesneleri, insanla­ rı tanımaya, konuşmaya, dengeli bir şekilde hareket etmeye başla­ ma ve kendi ayakları üzerinde duran bir kişi haline gelme sürecini seyretmenin verdiği olağanüstü neşeyi, bu dünyanın sahiden de bü­ yülü bir yer olduğuna ilişkin bir kavrayışa tercüme eden bir model. Bu dünyaya bağlı olmamızın -sadece kuş seyretmekten keyif alan kişiler için değil- ahlaki ve toplumsal açıdan önemli olduğuna inanıyorum ve bu noktada, Jane Bennett'ın elden bırakmak isteme­ diğim The Enchantment of Modern Life (Modem Hayatın Büyüle­ yiciliği) adlı kitabındaki argümanlara değer vermeye başladım. Bu dünyaya özen göstermemiz önemlidir, kendi kontrolümüzün dı­ şında olan o kayıtsız dünya bize yabancı değildir. Farklı, çeşitli ve umulmadık yaşam biçimlerine değer vermenin bir yolunu bulma­ mız önemlidir ve bu yolu ararken de her yaşam biçiminin yeryü­ zündeki nimetler üzerinde meşru bir hakkı olduğu konusunda anla­ şabilmeliyiz. Ama bu tür büyülenme anları bizleri modem yaşamın acılarından kısa bir süreliğine de olsa kurtardığı için değil, neşeye kapıları açtığı ve böylece dünyadaki hayatı oluşturan bütün o kor­ kunç şeylerle -rasyonelleşmiş bürokrasilerin verdiği sıkıntılar bir yana, bombalar, katliamlar, tecavüzler, korkutucu derecede etkili yalanlar ve bazı insanların Darwin'in bize yegane armağanı olduğu­ nu zannettiği vahşi dünyadaki mücadelenin olağan zorluklarıyla­ olan ilişkilerimizde bize yardımcı olduğu için önemlidir. Önemli­ dirler, çünkü bizleri farklılıklarımız konusunda yumuşatabilir, fark­ lılık içinde yaşamanın gerektirdiği uzlaşıya erişmek için bakış açı­ larımızdaki mutlaklığı feda etmemizi sağlayabilirler. Dünyada ya­ şanan korkunç olayların farkındayız; dolayısıyla, çoğu zaman ken­ dini mahvetmekle ve bizleri tehdit etmekle meşgul gibi görünen dünyaya özen göstermenin bir yolunu bulmamız her şeyden daha

ÖN SÖZ

27

önemlidir. O halde, Darwin gibi bir şahsiyette, dünyaya olan tutku­ sunun her şeyi görmeye, aklının alacağı kadar şeyi bilmeye ve bil­ diklerini bizlere anlatmaya sürüklediği birini görebilmemiz önem­ lidir. Bundan dolayı, "Darwin Sizi Seviyor" lafı oğlumun bana çıkart­ mayı gülümseyerek verdiği zaman kapıldığına emin olduğum ironi­ lerin ötesinde benim için gayet ciddi bir nitelik taşıyor. Bu belki de fazla akademik kaçabilecek bir kitap için riskli bir başlık; zira başlı­ ğın kendisi, ironileri ve mübalağalarıyla, yirmi birinci yüzyılın yurt­ taşlarına son derece önemli bir şey söylüyor. Ben bundan eminim.

Bundan sonraki bölümlerde Darwin'in yazıları ile hayatındaki önem­ li olaylar arasında gidip geliyorum. Darwin'in büyük eserlerinin di­ line işlemiş duyguyu anlayıp tanıma girişiminde, bu eserlerin tarih­ sel ve Darwin'in hayat öyküsündeki bağlamını bilmenin önemli ol­ duğuna inanıyorum. Bir insan olarak Darwin hakkında konuşurken ise, onu bir kahraman ya da bir aziz gibi sunulacağı bir anlatı içine yerleştirmeyi amaçlamıyorum. Diğer yerlerde de olduğu gibi, haya­ tının ve çalışmalarının öyle kahramanvari nitelikler taşımayan, kül­ türe bağlı mahiyetini vurgulamak istiyorum. Bir insan olarak Dar­ win hakkında yapılan çalışmaların neredeyse tümünde, esas olarak hoş bir adam olduğu belirtilir (gerçi yakın zamanlarda yayımlanmış biyografilerde karakterindeki zaaf ve sınırlara da işaret ediliyor) , bense dünya-tarihsel önemi olan bir kişi hakkındaki bu nispeten alı­ şılmamış olguya aşırı dikkat çekmek istemiyorum. Bununla birlik­ te, kişisel hayatındaki bazı veçheleri tartıştım; çünkü genel argüma­ nım, derin duyguların ve şeylere dair bir değer hissinin bilimsel "mesafe" ve "rasyonelliğe" eşlik etme imkanını da beraberinde ge­ tiriyor. Faal bilimciler, bedeli her ne olursa olsun bilginin peşinden delicesine koşan, bilgi uğruna başka yaşamları riske atabilecek ve zeka ile ahlaki angajmanı birbirinden bütünüyle ayrı tutan bilimci­ ye dair bir kültürel karikatür karşısında kendilerini aşağılanmış his­ sederler muhtemelen. Darwin'in konusuna olan tutkusu, ona olan "aşkı " , "organizmayla duygusal bir bağ kurması" ya da incelemekte oldukları doğal fenomenlere derin bir kişisel yatırımda bulunması gereken bilimciler arasında pek de alışılmamış bir şey değildir. Fa-

28

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

kat Darwin'e gelirsek, teorisi için kanıtların ve argümanların peşin­ den amansızca koşmasının bu işe yaptığı tamamen insani ve kişisel yatırımın daima bir parçası olduğunu, bu çabanın en derin etik ve kültürel bağlılıklarıyla her zaman yakın bir ilişki içinde olduğunu vurgulamak gerekiyor. Her bölümün belli bir bağımsızlığı olsa da, bunların her birinin, en çok sevdiğim yazan alıntılamam gerekirse, "tek ve uzun bir ar­ güman " ın birer parçası olmasını istedim. İlk bölümde, "büyüsüzleş­ me" fikrine özellikle dikkat çekerek kitabın ana düşüncesini kurma­ ya çalışıyorum. Bu bölüm Darwin hakkındaki kilit nitelikteki top­ lumsal tartışmalardan bazılarını tanıtıyor, Darwin'e yöneltilen ana suçlamaları ortaya sermeye giri şiyor ve bir yandan "büyüsüzleşme" sorununu açıklarken , diğer yandan da bilimsel olarak açıklanabilir bir dünyada "büyülenme" imkanını olumlayan bir karşı argüman öneriyor. "Sizi seven " , büyülenmiş bir Darwin'e dair makul bir gö­ rüş oluşturmak için, İkinci B ölüm'de Darwin'i yeniden yorumlama­ ma karşı, onun çalışmalarında sadece kültürel önyargıların kanıtla­ rını bulan ya da örneğin öjeniye, "bırakınız yapsınlar" iktisadının en zalim versiyonunu örtük bir şekilde onaylamaya veya Sosyal Darvinizme gidebilecek fikirleri vurgulayan, bulabildiğim argü­ manların çoğunu gözden geçiriyorum. Ayrıca, Weber'in teorisine kanıt sağlayabilecek bir şekilde, bütünüyle rasyonalist, bilimsel bir konumun tamamen yeterli olduğu üzerinde ısrarla duran Richard Dawkins gibi bir bilimcinin / eleştirmenin bakış açısını da tanıtıyo­ rum. Ardından, Üçüncü Bölüm'de, Darwin'in teorilerine "bırakınız yapsınlar" iktisadının dışındaki konumları savunmak için çoğu za­ man nasıl başvurulmuş olduğundan bahsediyorum. Bu bölümün önemli olmasının başka sebepleri de var, ama şunun altını çizmek gerekir ki Darwin'in teorisinin belirli yönleri sayesinde, sağlam ve ilginç ama aynı zamanda ideolojik bakımdan farklı konumların na­ sıl alınabildiği bu bölümde açıklanıyor. Dördüncü B ölüm, ideoloj ik imalarına gerek bilimcilerin gerekse kültür eleştirmenlerinin sık sık meydan okuduğu konumlar olan sosyobiyoloj i ve evrimci psikolo­ ji hakkındaki modem çekişmelere özel bir dikkat göstererek tartış­ mayı devam ettiriyor. Tam olarak evrimci biyolojiye ait olanlar dı­ şında, bundan önceki hiçbir "kullanım" Darwin'in kendi argüman­ larına bu kadar özbilinçli bir şekilde dayanmamıştı. Bunlar Darwin'

ÖNSÖZ

29

in teorisini insanlık durumunun ve insan davranışının açıklanması­ na kadar genişleten şimdi ye kadarki en cüretkar girişimlerdir ve do­ layısıyla "büyüsüzleşme " anlatısının en bariz ve en tehdit edici uzan­ tılarıdır. İnsan zihnine, davranışına ve kültürüne dair kasıtlı olarak indirgemeci bu yorumlarla uğraşmadan, Darwin'in "büyülenme" güçleri hakkında makul bir şekilde konuşmaya başlamak mümkün değil. Darwin'in fikirlerinin büyü bozabilen veçhe ve kullanımlarını vurgulayan bu bölümleri geçtikten sonra, dünyaya büyüsünü yeni­ den kazandıran Darwin'e dair bir görüş oluşturmak için bir ön adım olarak, sonraki bölümde Darwin'in yaşamöyküsündeki bir ana bakı­ yorum. Nihayetinde teorisine varacak olan perspektifinin gelişme­ sinin bir kısmını izlerken ve be�ki de hayatındaki en derin duygusal kriz olan, on yaşındaki kızı Annie'nin ölümüne ışık tutarken, rasyo­ nel ve görünüşte şiirsel olmayan mizacı ile biliminin son derece ki­ şisel kullanımları arasındaki bağlantının altını çizmek istiyorum . B urada, onun bilimsel içgüdülerinin hayatındaki büyük krizlerin önemini hiç de azaltmadığı (ya da bu içgüdülerin dikkatini bu kriz­ lerden uzaklaştırmasına sebep olmadığı) üzerinde bilhassa durarak, dili, hayatı ve teorisi arasındaki bağlantıları dolaylı olarak anlatma­ ya çalışıyorum. Altıncı Bölüm'de, ana teorilerinden biriyle ilişkili olarak argümanın bu yönü geliştiriliyor. Burada, Darwin'in kendi kültürünün üzerinde düşünülmeyen teamül ve varsayımlarını nere­ deyse tamamen paylaşmasının, düşüncesinin niteliği ve geçerliliği­ ni zayıflatmadığını; bilakis, cinsel seçilim teorisini üreten yaratıcı ve düşünsel bir çalışmanın koşulu haline geldiğini göstermeye çalı­ şıyorum. Dilinin hissi mahiyetine, hayatın, duyguların ve kişisel , kültürel angajmanın teorisinin gelişiminde nasıl işlediğine en dik­ katli şekilde nihayet Yedinci Bölüm'de bakabiliyorum. Ve bu son bölümde, Darwin'de derin bir şekilde insani olan, de­ ğer ve duygu ile yüklü ve aynı zamanda tamı tamına dürüst olan bir bilme şekli bularak, onun bilimsel sekülerliğindeki büyüleyici güce dair en kapsamlı görüşümü ortaya koyuyorum. Darwin'in nesrinde, bilim dünyasında ve ideoloj i dünyalarında (tabii bunlar birbirinden ne kadar ayrılabilirse) önem taşımayı sürdüren düzanlamlardan faz­ la bir şey bulmaya çabaladım. Darwin'in mecazları, nesri, duygusal enerjisi ve zevkleri benim gözümde en az teorileri kadar önemli .

30

DARWI N S İ Z İ SEViYOR

Gillian Beer'e katılıyor ve aslında bu mecazların ve cisimleştikleri retorik yapıların, nesrinden gayet adilane bir şekilde çekip çıkarılan teorilerine derinden biçim verdiğine inanıyorum. Büyülenmiş bir Darwin'e dair ortaya konacak argüman bu tür şeyler üzerine bina edilmelidir; bu can alıcı girişim için en azından yeterli bir ilk adım attığımı ve o nükteli , ironik çıkartmayı daha ciddi, daha inanılır ve her şeyden önce daha faydalı bir şeye dönüştürebilmiş olduğumu umuyorum.

1 Seküler Yeniden Büyülenme

Mezarı Westminster Manastırı'nda bulunan, soylu bir beyefendi olan Charles Darwin, kamu bilincinde vahşicesine rekabetçi ve me­ kanik bir dünyayı tasvir eden bir sıfat içersinde ve kendisini birçok­ larının gözünde Deccal haline getiren ihtilaflı bir teorinin yazarı olarak yaşıyor. Geçmişten bugüne sadece kökenler ve insanlık hak­ kında düşünme şeklimizdeki devrimci bir değişimin ikonu olarak değil, aynı zamanda tatsız bir fikir olarak da ayakta kaldı Darwin. Ve bu tür şeyler hakkında düşünenlerin gözünde, doğalcı yaklaşımı insan davranışına kadar genişletmesi sayesinde, Weber'in deyişiyle, modem dünyayı "büyüsünden arındıran " bilimsel rasyonalizmin belki de en göze çarpan timsali. Doğal seçilim yoluyla evrim, dün­ yadan hem anlamı hem de teselliyi alıp götürmüş görünüyor; bu fe­ nomeni keşfedenler ve şimdilerde onu savunanlar, duygusal ve madde-dışı açıklamaların hiçbirine kulak asmayan, zafer havası içindeki bir tür rasyonalizme bağlanıyorlar çoğu zaman. B ilimin yıldızların hareketini ya da maddenin bileşimini açıklayabileceğine inanmak bir şeydir; bilimin bizatihi insan doğasını ve insan hayatı­ nın bütün o düzensiz karmaşıklıklarını açıklayabileceğine inanmak ise başka bir şey. Weber'in dünyanın büyüsünü kaybetmesine ilişkin yorumu pek çok Viktoryen'in bilimin ilerlemesine verdiği tepkiyle uyum için­ deydi. Bilimin dünyayı dönüştürme gücünü coşkuyla duyuran T. H . Huxley, John Tyndall v e W. K . Clifford gibi bilimsel doğalcılara karşı, onların en parlak zekalı ve hazırcevap hasımlarından biri olan W. H. Mallock, Is Life Worth Living? (Hayat Yaşamaya Değer mi?) gibi dikkat çekici bir başlığı olan bir kitapta dünyadan şöyle bahse-

32

DARWIN S İ Z İ SEVİYOR

diyordu: "Bizler farkında olmasak da, [dünyanın] nesnel görkemi bazı şekillerde giderek azalıyor. " 1 Mallock, yeni bilginin insanı fe­ rahlatıp canlandırdığını düşünmek yerine, "son birkaç kuşaktır in­ sanın tuhaf bir şekilde değişmekte olduğunu" iddia etmişti. Bu de­ ğişim de çok fazla bilginin, çok fazla düşünmenin sonucuydu. İnsan "öncesine ve sonrasına bakan bir mahluk haline geldi ve düşünce, kararımızın gözalıcı rengi üstüne maraz gölgesini düşürdü* " (s. 1 9). Mallock'un Viktorya dönemine ilişkin formülleştirmesine, Weber' in bilimsel açıklamanın otoritesinin anlam ve değeri dünyadan kov­ duğu fikrinin güçlü bir örneği olarak bakılabilir. Viktorya zamanında bu sorun üzerine verilen mücadele bugün daha belirgin bir kisveye bürünüyor. Son yıllardaki en popüler bi­ limsel kitaplardan birinin hiç de mütevazı olmayan bir başlığı var: How the Mind Works (Zihin Nasıl İşler) . Bu kitabın yazarı Stephen Pinker, alçakgönüllü olmadığının farkında, ama kitabına "zihnin nasıl işlediğini bilmediğimizi " itiraf ederek alışılmamış bir "tevazu notu " ile başlıyor. Fakat Pinker ilerlemekte olduğumuzu ve zihnin nasıl çalıştığına dair kavrayışımızın "gizem" mertebesinden " so­ run" mertebesine yükseldiğini iddia ediyor.2 Ve Pinker'ın projesinin meşru bir bilimsel girişim olarak görülmesi -gizemden soruna yük­ selme çözüme dönük bir başka yükselmenin de haberini verir- We­ ber'e göre modem kültürün "Bilim her şeyi açıklayabilir," yolunda­ ki anlayışına damgasını vuruyor. Weber, neredeyse her şeyi "öğre­ nebilmeyi istediğimizde, hesaplanamaz hiçbir gizemli gücün kal­ mayacağına" inanmaya başladıkça anlamın dünyadan çekildiğini öne sürer.3 Bunun doğru olduğu yolunda yaygın bir kanı mevcuttur. Pin­ ker'ın projesinin derin kökleri vardır, ama on dokuzuncu yüzyılda,

* Bkz. Hamlet 3. 1 .84-5 : "Kararımızın gözalıcı rengi üstüne / Soluk benizli ikirciğin maraz gölgesi düşüyor" (çev. Can Yücel). 1 . William Hurrell Mallock, Is Life ıVorth Living?, Londra: Chatto ve Win­ dus, 1 879, s. 1 7 . 2. Stephen Pinker, How the Mind Works, New York: W. W. Norton, 1 997, s . ıx . 3 . Max Weber, "Science as a Vocation", Max Weber: Essays in Sociology içinde, H. H. Gerth ve C. Wright Mills (çev. ve haz.), New York: Oxford Univer­ sity Press, 1 946, s . 1 39 .

SEKÜLER YEN İ D EN B ÜY Ü L E N M E

33

özellikle de pozitivistlerin ve bilimsel doğalcıların çalışmalarında, bütün fenomenlere ilişkin tamamen bilimsel bir betimleme üretme girişimi muazzam bir enerji kazanmıştı. William J ames bu projeyi 1902 yılında tasarladığında, Weber'in sonra oluşturacağı tezi teyit eden bir yanıt vermişti . Küçümseyen bir ifadeyle, "Mutlak olarak her şeyin varoluşsal koşullarını göstermeye meyilli akılcı iddiaları . . . okuduğumuzda, " der J ames, "programın biraz gülünç cakasına duyduğumuz meşru tahammülsüzlük bir yana, kendimizi hayatımı­ zın en derinlerindeki membalarında tehdit edilmiş ve hiçe sayılmış hissederiz. "4 "Ruhumuzun en hayati sırlarını çözmekle . . . tehdit eden . . . soğukkanlı asimilasyonlar" dan ve "ilkel kökenler ortaya konduğunda manevi değerlerin yıkılacağı varsayımı "ndan bahse­ der (s. 1 2-3). James, dini deneyimin önem ve geçerliliğinin tanın­ masının önünü açmak niyetindedir, ama bunu yapmak için, söz ko­ nusu bilimsel "program"ın vereceği kişisel ve manevi tatminlerin yetersizliğinin altını da çizer. Neticede, Weber'in daha sonra ele ala­ cağı büyüsüzleşmenin koşulunu tasvir eder ve kendini hemen ar­ dından, esasında Darvinci bir proje olan, kökenlerin "bayağı" te­ rimlerle açıklanmasına girişmek zorunda hisseder. James, "mutlak olarak her şeyin varoluşsal koşullarını" tarif et­ me yolunda olduklarını iddia edenlerin gösterişleriyle dalga geçer, fakat bu program ölmüş değildir. B u programın girişmeye değmez olduğu da besbelli değildir. Sonuçta, Pinker'ın savunduğu program evrimci psikolojinin programıdır ve her ne kadar teknik anlayışlar değişmiş olsa da, bu tartışmanın ana hatları bir yüzyıl boyunca ka­ baca aynı kalmıştır. Pinker zihnin, "evrimsel atalarımızın yiyecek peşinde koşarak geçirdikleri hayatlarında karşı karşıya kaldıkları sorunları çözmek için doğal seçilim tarafından tasarlanmış, hesaplama organlarının oluşturduğu bir sistem" olduğunu belirtir (s. x) . Darwin burada da karşımıza çıkmakta ve teorisi, türlerin başka türlerden nasıl doğdu­ ğunu değil, insan türünün en . a yırıcı özelliği olduğu düşünülen şeyi, yani zihni açıklamak için kullanılmaktadır. Pinker romantik ya da dini bir tasavvur sunmamaktadır. Zihin bir "sistem" dir, ruhun mev4. William James, The Varieties of Religious Experience ( 1 902), New York: Modem Library, 1 994, s. 1 2.

34

DARWI N S İ Z İ S EV İ YOR

kii değil; işleyişinde bazı sorunlar vardır, ama hiçbir gizemi yoktur. Öyleyse, Darwin kullanımı hem büyüsüzleşmiş hem de (ki modem tartışmaların büyük kısmının geliştiği yer de burasıdır) ahlakın bir gizem olmaktan çıktığı ve yine Pinker'a başvurmam gerekirse, sa­ dece bir sorun haline geldiği bir dünya ima eder. James'in kendisi­ nin o zamanki evrimci psikoloj i versiyonu hakkında söylediği gibi , bu proje ruhun hayati sırlarını çözme tehdidinde bulunur. Esas so­ run ise şudur: Doğal seçilimin " yalnızca tekil bireylerin hayrına iş­ lediğini " ima eder gibi görundüğü için, yani gruplar ya da türler üzerinde değil de, sadece bireyler üzerinde işlediğinden ötürü, Dar­ win'in teorisinin sosyobiyolog ve evrimci psikologların en tartış­ malı konusu olan "özgeciliği" açıklaması imkansız görünür.s Bura­ da son zamanların teorilerindeki özgecilik savaşlarına girmemize imkan yok, ama bu modem Darwin kullanımlarının, ilkel kökenler çerçevesinde açıklandığı için -ilkel kökenlere dayalı açıklamalar nasıl oluyorsa alçaltıcıymış gibi- onun ve eserlerinin bize değersiz­ leştirilmiş bir dünya sunduğu kanısını çoğalttığı apaçık ortada. Ev­ rimci psikoloji bize yine yaban, tanrısız, acımasız bir rekabetin hü­ küm sürdüğü, en uygun olanın ayakta kaldığı bir doğa sunuyor şimdilerde de algoritmik toplumsal teoriyi ve insani olan her şeyin biyolojik hale getirilişini. J ames bu argümanlarla karşılaştığında, "köken" meselesini bü­ tünüyle bir kenara bırakmıştı. Bir başka deyişle, bir fikrin, bir sanat eserinin ya da bir kişinin niteliği onun kökenlerine değil, etkilerine

5. Pinker belki de bugün evrimci psikolojiyi halka yayan Amerikalı yazarla­ rın en popüleri ve en acımasızca büyü bozan şahsiyeti. How the Mind Works ün 306. ile 34 7. sayfaları arasında, evrimci ps ikoloj ide, özgeciliğin Darwin'in doğal seçilim teorisiyle bağdaştığını iddia eden görüşleri düzgün bir şekilde özetler. Grup seçiliminin doğada neredeyse hiç işlemediği yolundaki hakim fikri tama­ men kabul eder Pinker, her ne kadar bu "kağıt üzerinde mümkün " olsa da (s. 397). Dünyaya onu büyüsünden arındıran bir şekilde bakmaya damgasını vuran o mağ­ rur rasyonalist retoriği bir nebze de olsa anlayabilmek için Pinker'ın " sevgi" ta­ nımlamasını alıntılamak istiyorum: "Bir hayvan, başka bir hayvana kendisi paha­ sına faydalı olmak için harekete geçtiğinde, biyologlar buna özgecilik der. Ö zge­ ci olan hayvan kendisinden faydalanan hayvanla ilişkiye geçtiği ve böylece özge­ ciliğe sebep olan genin kendi kendisine faydası dokunduğu için özgecilik evrildi­ ğinde, buna da gen seçilimi denir. Ama bu davranışta bulunan hayvanın psikolo­ jine baktığımızda, bu fenomene başka bir ad verebiliriz : o da sevgi" (s. 400). '

SEKÜLER Y E N İ D E N B ÜY Ü L E N M E

35

dayanır. Jamesçi pragmatizm dine dair bir tefekküre taşınır burada. Darwin'e göre, kökenlerini maymuna benzer atalarda bulabildiği­ miz için insanın değeri azalmaz; James'e göreyse, inancın kökenle­ rini bazı fizyolojik temellerde bulabildiğimiz için din yetkisiz kılın­ maz. Weber'in, bir kültürün rasyonel, doğalcı, bilimsel açıklamanın gücü karşısında heves ve cesaretini yitirmesinden bahsederken ger­ çek bir fenomeni tasvir edip etmediğini tartışmak istemesem de, büyüsüzleşmenin doğalcı açıklamanın bir sonucu olmadığı fikrine inandığım için buradaki argümanım J amesçi sayılır. J ames inancın meşruiyetinde ve dini deneyimin geçerliliğini savunmanın gerekli­ liğinde ısrar eder. Bundan sonraki bölümlerde ortaya koyacağım Darwin yorumum, bütünüyle sektiler, ama benzer bir şekilde tatmin edici bir karşılığa işaret ediyor. Büyüsüzleşme, mutlak olarak her şeyin varoluşsal koşullarının tamamen betimlenmesinden kaynak­ lanmaz; bununla birlikte, böyle bir betimlemenin üretilebileceği fikrinin saçmalığını bir yana koyarsak, büyüsüzleşmeden kaçınmak için insanın dine dönmesi gerekmez. Büyülenme, şüphesiz ve gayet doğal bir şekilde, bütünüyle sektiler olanla yoğun bir ilişkiye giril­ mesinden doğar ve James'in son derece hassasiyetle tasvir ettiği ko­ şulun güçlü bir muadilini üretir ya da üretebilir. 6 En başından beri Darwin'in teorileri hayatın nasıl olduğu ya da nasıl yaşanması gerektiği konusunda fikirlerin dile getirilmesine sebep olmuştur. Kimileri çevredeki tesadüfi küçük değişiklikler -hava durumu, jeoloj ik dönüşümler, akın eden türler- sayesinde muhafaza edilen, görünüşte rastlantısal, sebebi açıklanmamış çeşit­ lemelerden doğup gelişen bir organizmalar dünyası, bize sanki o geleneksel "anlam " meflıumunun silinip atıldığı, yalnızca talihin yön verdiği bir dünya sunmaktadır. Viktorya döneminin sonlarında

6. James "din"i, " ilahi olduğunu düşündükleri herhangi bir şey ile ilişki için­

de bulunduklarını idrak ettikleri sürece, insanların yalnızkenki duyguları , hare­ ketleri ve deneyimleri " olarak tanımladığında, dini deneyimin "ateist" bile olabi­ leceği fikrine (kasten) açık kapı bırakır, Budizmi ve Emerson'ın hayata ilişkin di­ ni duygularını tasvir ederken olduğu gibi. " Dolayısıyla, tecrübeye dayanan bakış açısından hareketle, bu tanrısız ya da sözümona tanrısız itikatları din diye adlan­ dırmak zorundayız; . . . 'ilahi' terimini çok geniş bir şekilde, somut bir tanrı olsun ya da olmasın tanrıya benzer herhangi bir nesneye işaret eden bir kavram olarak yorumlamak zorundayız" (s. 39-40).

36

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

S amuel Butler ve George Bernard Shaw gibi zeki yazarların isyan ettiği ve Darwin'in evrim konusunda muhtemelen haklı olduğunu henüz itiraf edememiş bir kültürün -benim savıma göre- asla rahat­ ça hazmedemediği dünya buydu işte. Anlamın yokluğu neredeyse sonsuz sayıda yorumu tetiklemiş ve Pinker'ın doğal seçilim konu­ sundaki görüşlerine rağmen, Darwin hayata dair gerek teoloj ik ge­ rekse ateist görüşlerin içine çekilmiştir; sosyalizmin, dizginsiz ka­ pitalizmin, bireyciliğin, komünal yaşamın, doğal teolojinin ve daha nicelerinin yardımına koşulmuştur. Köktendinciliğin bugünlerde kabarmış olmasına rağmen (ki bu durumun kendisi belki de Weber'in tasvir ettiği "büyüsüzleşme "nin bir yansımasıdır) , Darwin'e sürekli ve pek çok kez başvurulması, "bilim"in modernliğin en yetkili dili haline geli şine daha da dikkat çekiyor. B ir fikrin bil imsel olduğunu gösterin, televizyon reklamın­ da bir aktörü doktor kılığına sokun, işte o zaman iddialarınızın iti­ barı artar. Darwin (fikirlerini yayanların, özellikle de T. H. Huxley' nin yanı sıra) , bilimsel dilin otoritesinin artmasında önemli bir şah­ siyetti. Onun argümanları kültüre türlerin kökeni hakkında hiç de bir dizi kesin olgu sunmuyor, aksine en başından beri alternatif yo­ rumlara sebep oluyordu . Mesele dilin otoritesi değil, tam olarak ne­ yin hakkında otoriteli olunduğunun belirlenmesidir. "Göstergeler, " diye yazmıştı George Eliot Middlemarch'ta, "ölçülebilir küçük şey­ lerdir, ama yorumlar sınırsızdır. "7 Darwin'in teorisi belki pek küçük olmayan, ama büyük ölçüde ölçülebilir bir göstergedir. Teorinin ta­ bi tutulduğu yorumlar ise gerçekten de sınırsızdır, çünkü neredeyse bütün toplumsal ya da siyasi projeler bu teoriye başvurmuştur. B ilimciler Darwin'in tam olarak ne demek istediği ve teorisinin neyi ima ettiği konusunda münakaşa ettiler ve etmeye de devam ediyorlar, fakat " gelişim" teorisinin, Darwin'in ilk adlandırıldığı şekliyle doğal seçilim yoluyla değişiklik geçirerek türeme teorisi­ nin uzun tarihinde, akademisyenlerin ve toplum, edebiyat eleştir­ menlerinin onun bilimini ideolojik olarak okumaktan kaçınmaları mümkün olmamıştır.8 John Durant, "Darvinizme çok teknik bir dü­ zeyin ötesinde ilgi duyan neredeyse herkesin yazılarında tipik bir 7. George Eliot, Middlemarch : A Study of Provincial Life ( 1 872), ·oxford: Oxford University Press, 1 996, 1 . kısım, 3. bölüm, s. 24-5 .

SEKÜ LER Y E N İ D E N B ÜY Ü L E N M E

37

ahlaki kaygı havasının fark edilebileceğini " öne sürer.9 Bu eğilim diğer pek çok bilimsel tez için tipik değildir, fakat Darwin ve evrim, bilimsel ve kültürel söylemin hemen hemen her düzeyinde ilgi du­ yulan konular olmayı sürdürüyor ve o çok teknik düzeyde bile " ah­ laki kaygı havası "nı da beraberlerinde getiriyorlar.

1

Nasıl getirmesinler ki? Mary Midgley'nin Durant'ın Darwinism and Divinity (Darvinizm ve Tanrısallık) başlıklı kitabındaki makalesi­ nin en başında belirttiği gibi, "Evrim çağımızın yaradılış mitidir. " 1 0 Hakiki olmama anlamında değil, "hakikatinden bağımsız olarak büyük bir simgesel gücü olması" anlamında bir mittir (s. 1 54) . Ve bu haliyle, bilimsel olmayan bağlamlarda dünya hakkında ve kendi hakkımızda düşünme şeklimizi cidden etkiler. Darwin'in teorisinin hepimizin hayatlarını doğrudan etkileyebilme gücü -ki bu güç bi­ limcilerin, felsefecilerin, toplum eleştirmenlerinin ve teologların bu teoriyi ve onun taşıdığı kültürel önemi tekrar tekrar yorumlamala­ rından bellidir- daha fazla dikkat gerektirir. Bu teori bütünüyle bi­ lime havale edilemeyecek kadar önemlidir ! Söz Darvinizmden açıldı mı tarafsız kalmak ve dile getirilen herhangi bir yorumun ide­ oloj ik ve ahlaki bir anlamdan yoksun olduğunu düşünmek zordur. Zira ipin ucunda pek çok şey vardır. Darwin bunun farkındaydı ve elinden geldiğince bundan uzak durmaya. çalışmıştı , fakat argümanlarının okurlarına verebileceği

8. James Moore teoriden siyasi imaları savuşturmaya çalışmanın Darwin'in destekçileri ve çağdaşlan için ne kadar önemli olduğunu göstermiştir. "Darvi­ nizm" dili, evrimin bilimsel olarak tamamen kabul edilmesini sağlamak üzere, T. H. Huxley'nin sakınmaya çalıştığı imalarla yüklüydü. Moore, Huxley'nin in­ sanları Darvinizmin "sosyoloji ve siyaset" meselelerinde "tarafsız" olduğuna ik­ na ederek kısmen nasıl başarılı olduğunu da gösterir. James Moore, "Deconstruc­ ting Darwinism: The Politics of Evolution in the 1 860's", Journal of the History of Biology 24/3 (Sonbahar 1 99 1 ), s. 353-408. 9. John Durant (haz.), Darwinism and Divinity: Essays on Evolution and Re­ ligious Belief, Oxford: Basil Blackwell, 1 985, s. 2. 1 O. Mary Midgley, "The Religion of Evolution" , Durant içinde, s. 1 54.

38

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

acıyı yatıştırmak için yollar bulması gerektiğini en başından beri bi­ liyordu; bu acıyı bizzat hissettiği ve adeta af dileyen jestleriyle sa­ dece kendisini savunmadığı bellidir. Teorisini nihayet yayımlama­ ya yöneldiğinde, ilk başlarda bu teorinin yaratabileceği kültürel ve toplumsal sonuçlar hakkında konuşmaktan kaçınmaya çalışması meşhurdur. insanın Türeyişi'nde bunlardan açıkça bahsetmeye baş­ ladığında, bunların insana uyarlanması konusunda tamamen tutarlı değildi ve genellikle, fikirlerindeki büyü bozucu imaların çoğunu yumuşatmaya çalışıyordu. Türlerin Kökeni nde bile, öylesine insaf­ sız ve pervasız şekillerde işleyen bir dünya ile karşılaştıklarında pek çok insanın hissedeceğini sandığı manevi acıya ilişkin ufak te­ fek ve cılız da olsa bir sezinleme vardır. "Varolma Mücadelesi" baş­ lıklı bölümün son kısmı, korkuyla yüzleşir ve teselliye gerek duyul­ duğunu kabul eder: "Doğadaki savaşın kesintisiz olmadığına, hiçbir korkunun hissedilmediğine, ölümün genellikle ani olduğuna ve kuvvetli, sağlıklı ve mutlu olanların hayatta kalıp çoğalacağına olan tam inançla kendimizi teselli edebiliriz. " ı 1 B unun yetmeyeceği aşikardır. Teorisine bağlanan diğerleri ya başka teselliler bulmak ya da teoriyi, içine yeniden değer ve anlam yerleştirecek şekilde tekrardan okumak zorundaydılar; Darwin'in özellikle de teorisinin olası kültürel sonuçları konusunda muğlak olmasından dolayı, çeşitli yorumlar yapma imkanı artıyordu haliy­ le. Diane B. Paul'ün belirttiği gibi, "Darwin'in takipçileri onun muğ­ lak olduğu noktalarda, savundukları her tür şey için meşruiyet bu­ luyordu: serbest kapitalizm, liberal reform, anarşizm ve sosyalizm, sömürge fetihleri , savaş ve erkek egemenliği, antiemperyalizm, ba­ rış ve feminizm . " 1 2 Gelgelelim, gündelik dilde ya da gazetecilikte "Darvinci" sözcüğü neredeyse her geçtiğinde ima ediliyormuş gibi görünen hakim yorum, Darwin'in argümanını gem vurulmamış bir kapitalist bireycilik, mekanik olarak fay dacı bir etik ve ırkların, sı­ nıfların hiyerarşik bir yapı içinde bulunması için haklı bir mazeret '

1 1 . Charles Darwin, On the Origin of Species by Means ofNatura! Selection , or the Preservation of Favoured Races in the Struggle for Life ( 1 859), Cambrid­ ge, MA: Harvard University Press, 1 964, s. 79; Türkçesi: Türlerin Kökeni, çev. Ö ner Ü nal, Ankara: Onur, 1 950. 1 2 . Diane B. Paul, " Darwin, Social Darwinism and Eugenics " , Hodge ve Ra­ dick içinde, s. 2 1 4-5 .

SEKÜ LER YEN İ D EN B ÜY Ü L E N M E

39

olarak kullanıyor. "Büyüsüzleşme"nin Darwin'in düşüncesinin mümkün olan tek sonucu olduğu kanısını gidermek üzere, bu kitap bu hakim yorumu değiştirmeye girişecek. Bu bitmek bilmeyen tartışmalara girdiğimde (ki bunlar benim için nadiren usandırıcı ama çoğunlukla epey rahatsız edici tartışma­ lardır) , benim de belirgin bir şekilde tarafgir bir ahlaki gündemim oluyor. Darwin'in doğa ve dünya hakkında düşüncesi hala önemli­ dir; yanlış kullanılmasının ve istismar edilmesinin yarattığı sonuç­ lar vardır. Darwin'i yanlış kullanmayacağımı umuyorum ve elbette onu istismar da etmeyeceğim. İnsanların Darwin'i kendilerine mal etmeleri, birbirleriyle çekişen felsefeci ve teorisyenlerin Darwin'in gerçekte ne demek istediğini söyleme iddiasında bulundukları ve ardından kendi teorileri ve ahlaki programlarını desteklemek üzere yollarına devam ettikleri Darwin çalışmalarının o büyük geleneği­ nin bir parçasıdır. Darwin'i kendine mal etmeye dönük her çabanın kendi temeli olduğunu ve bazılarının "salt ideoloj ik" (gerçi bu tür çabaların pek çoğunun öyle olduğunu düşünüyorum), bazılarınınsa bilimsel açıdan nesnel ve değerden bağımsız olduğunu iddia etme­ nin tehlikeli olduğunu kabul ediyorum, ama bazı yorumların diğer­ lerinden daha iyi olduğuna, bazı teorisyenlerin Darwin'in meramını hiçbir şekilde kavrayamadığına ya da karmaşık bir argümanının sa­ dece tek bir yönüne çok fazla odaklandıklarına inanıyorum ve kitap boyunca bu iddiamı ara sıra yine dile getireceğim. Bu ve bundan sonraki bölümlerde, Darwin'in söylemiş olduklarının ya da demeye çalıştıklarının genel bir sentetik yorumuna ulaşmayı amaçlamadan, Darwin'in kastettiklerinin çok az ilgilenilen ve çalışmasındaki kalp­ siz ve mekanik imalara odaklanan okumalara aykırı düşen kısımla­ rını dikkatli bir şekilde ele alarak böyle bir yoruma sadece yaklaş­ maya çalışıyorum. Söylemediği şeylerin bazılarına, hayatının kimi veçhelerine ba­ karak, başkalarının onun söylemiş olduğunu iddia ettiği şeyleri dü­ şünerek ve yazılarından, elbette demek istediği ama açık açık ifade etmediği şeyleri süzerek, onun görüşlerine dair ortaya konulmuş teknik ve edebi açıklamaların aşındırdığı yolların bir kısmından sa­ pacağım. Darwin'i, bir edebiyat eleştirmeni gözüyle, teknik argü­ manların ortasındaki retorik hamlelere ve dilindeki düz olmayan veçhelere dikkat ederek "okumaya" çalışacağım. Burada tasvir ede-

40

DARWI N S İ Z İ S EVİYOR

cek olduğum Darwin, Darwin'in tümünü kapsamayacak elbette ve bazılarının buradakinin hiç de Darwin olmadığını ileri sürebile­ ceklerini tahmin ediyorum. Buradaki Darwin tümüyle "bilimsel" de olmayacak. Bilimi ve Darvinci teoriyi kendi başına bir tür dine çe­ virme ve Darwin'in meslek hayatı boyunca direnmek için mücade­ le ettiği eğilimleri ayna imgesinde yeniden üretme tehlikesini aklı­ mın bir köşesinde tutsam da, esas olarak dünyaya Darvinci gözler­ le bakmanın sağladığı kültürel , manevi ve etik değeri savunmak is­ tiyorum. Dolayısıyla Darwin'i, söylediği ya da ima ettiği şeylerden doğrudan türediğine inandığım bir dizi konuma mal edeceğim so­ nuçta; ama bunu yaparken, bunlar Darwin'in kendisinin tutarlı ola­ rak destekleyeceği konumlarmış gibi göstermeye yeltenmek iste­ miyorum. Fakat o karmaşık, olumsal ve gayet Viktoryen varlığın­ dan süzüp çıkardığım Darwin'in bizler için önemli olduğuna, doğal dünyayı ve toplumumuzu ele alma tarzımız için şu ana kadar nadi­ ren "Darvinci" diye adlandırılmış bir imkanlar modeli olduğuna ınanıyorum. Bu giri şimin ne kadar nazik olduğunun, Darwin hakkında sev­ mediğim her şeyi "süzüp" ona sadece sevdiğim şeyleri atfederek onu böylece mümkün olan herhangi bir gerçeklikten tamamen uzakta duran entelektüel bir aziz mertebesine yükseltmenin ne kadar kolay olduğunun farkındayım. Steven Shapin ve Barry Bames bundan yıllar önce kaleme aldıkları makalelerinde, " Sosyal Darvinizm" ko­ nusunda (Darwin'i ideoloj ik açıdan çirkin mirasçısından ayıran in­ celikli ve güçlü argümanlar dışında) neden kıt bir literatür olduğunu açıklamaya çalışıyor ve "arındırma" yolunda gelişen bir eleştirel gelenekten şikayet ediyorlardı. 1 3 Bu kitabın arındırma literatürüne bir dönüş, Darwin'i aklamaya yönelik nostalj ik bir çaba olarak gö­ rülmemesi buradaki ana düşüncem açısından hayati bir önem taşı­ yor. B u kitap boyunca Darwin'in ideoloj ik bakımdan masum oldu­ ğunu öne sürmeyeceğim. Evlenmeye (ya da evlenmemeye) dair bir dizi sebep sıralayan ve komik, ama gayet ciddi bir şekilde "yine de bir köpekten iyidir" diye yazan genç bir adam hakkında nasıl olur da 1 3 . Stephen Shapin ve Barry Barnes, "Darwin and Social Darwinism: Purity and History", Barry Barnes ve Steven Shapin, Natura! Order, Beverly Hills: Sage Publications, 1 979, s. 1 25-39.

S EKÜLER YEN İ D E N B Ü YÜLENME

41

böyle bir şey söylenebilir? 14 Daha ziyade, argümanımı Darwin'in içinde bulunduğu anın önyargılan ile olan o girift toplumsal, kültü­ rel bağlarının gerçekliğine dayandırmak istiyorum . Darwin'in "Sos­ yal Darvinizm" dışında pek çok ideolojik amaç uğruna kullanılmış olmasına karşılık olarak ve eserlerinin, büyük edebiyatta çoğunluk­ la olduğu gibi, nasıl da alternatif, insani açıdan doyurucu ve keşfet­ me sürecine yardımcı olmaya dair umut verici anlamlar içerebildi­ ğine işaret ederek, "masumiyet" sorununun ötesine geçmek de isti­ yorum burada. B u kitap boyunca, Darwin'in kendi kültürünü nasıl "aştığını " değil, o kültürün dokusuna dahil olmasının çalışmaları için nasıl da yardımcı ve yaratıcı bir koşul haline geldiğini vurgula­ yacağım. Ulaşmaya çalıştığım Darwin, Shapin ve B ames'ın "arın­ dırma literatürü "nün nesnesi olduğunu iddia ettiği Darwin gibi , be­ nim projem de "Darwin'i ideal modem bilimci tipi olarak sunma" (s. 1 3 6) diye tasvir edip yerdikleri çaba gibi görünebilir sonuçta. Ama ben başka bir şey söylemeye çalışıyorum: Tamam, Darwin "ideal tip" değildi, fakat onu dikkatli bir şekilde incelemek, doğal dünyayla olan kendi ilişkimizi, kendi değer ve kişisel tatmin anlayı­ şımızı ve Darwin'in argümanlarının -hiç şüphesiz- sürdürmeyi ba­ zen çok zorlaştırdığı büyülenme imkanlarına dair kendi kavrayışı­ mızı yeniden düşünme imkanını açabilir. Hiç kuşkusuz, Darwin'in bilimi ile sınır tanımayan, vahşi kapi­ talizm arasında bariz bir ilişki vardır. 15 Yakın zamanlarda başka bir kitapta öne sürdüğüm ve Oscar Kensher'in de ikna edici bir şekilde gösterdiği gibi , bu ilişkinin içkin değil olumsal olduğunu, toplum­ sal sonuçların nereye giderse gitsin bilimsel fikre kaçınılmaz olarak eşlik etmediğini iddia edeceğim. 16 Bu iddia, Darwin'in tarihçilerin 1 4. The Correspondence of Charles Darwin, Frederick Burkhardt ve diğ . (haz.), Cambridge : Cambridge University Press, 1 985, 2:444. 1 5 . Robert Young'ın aşağıda anılan makalesi dışında, bu iddiayı ortaya atan pek çok kusursuz makale ve kitap vardır. Başkalarının yanı sıra, bkz. John C. Gre­ ene, Science, Ideology and World View: Essays in the History of Evolutionary /deas, Berkeley : University of Califomia Press, 1 98 1 ; Sylvan Schweber, "Darwin and the Political Economist: Divergence of Character" , Journal of the History of Biology 1 3 ( 1 980), s . 1 95-289. 1 6. Tartışmanın tümü ve atıfta bulunulan kaynaklar için bkz. George Levine,

Dying to Know: Narrative and Scientific Epistemology in Victorian England, Chicago: University of Chicago Press, 2002.

42

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

onda bulduğu ideolojik eğilimlerden muaf olduğu anlamına gel­ mez. Darwin, Türlerin Kökeni dışında, hiç şüphesiz insanın Türeyi­ şi'nde ve daha düzensiz olarak da başka eserlerinde, bazen tıpkı kendisini takip eden Sosyal Darvinistler gibi bir izlenim bırakıyor­ dur okurunun gözünde. Uzmanlar, onun kamusal ve şahsi yazıların­ da, kurduğu teorinin içinde bulunduğu anın ve mensubu olduğu sı­ nıfın temelinde yer alan belirli toplumsal ve ideoloj ik sistemlerle bağlantı içinde olduğuna dair kanıtlar bulabilmişlerdir. Darwin'in "bilimsel" teorisi ile Malthus arasındaki bağlantı gayet iyi bilinir ve Darwin'in teorisini yayımlama hususunda yaşadığı tereddüt çok il­ gi çekmiştir. Adrian Desmond ve James Moore, Darwin'in doğal se­ çilim teorisine yönelik ilerleyişini tasvir ederken, teori ile siyaset arasında bir koşutluk kurarlar: "Darwin'in biyoloji alanındaki giri­ şimi, Whig'lerin toplumsal düşünüşünün gelişmiş versiyonuna te­ kabül ediyordu. Onu öylesine ikna edici kılan buydu. Darwin ultra­ Whig'lerin rekabetçi, serbest ticaret idealleriyle uyumlu bir düzene­ ğe nihayet kavuşuyordu . " 1 7 Darwin'in ırkçı ve cinsiyetçi tavırları­ nın ifade bulduğu yerlerin izini sürdükleri, Türeyiş' in yeni baskısı için kaleme aldıkları etkileyici giriş yazılarında konuyu çok daha doğrudan ele alıyorlar. "B ilim karmaşık, toplumla iç içe geçen bir iştir, Darwin'inki ise haydi haydi öyle . " Onlara göre tarihçinin so­ rumluluğu, bilimcinin fikirleri geliştirme tarzını köklü bir şekilde etkileyen, belki de büyük ölçüde belirleyen olumsallıkların izini sürmektir. "Malthusçu içgörüler ve orta sınıf adetleri onun teorileş­ tirme faaliyetinin merkezinde duruyordu. " 1 8 Bu sözler bir kanıttan ziyade bir iddiadan ibaret olsa da, Desmond ve Moore, Darwin'in türler sorununu çözmeye çalışırken doğal seçilim teorisinden mem­ nun olmasında bu teorinin Whig toplumsal teorisi ve siyasetiyle bağdaşıyor olmasının önemli bir payı olduğunu öne sürüyor; Dar­ win'in tasarlamış olduğu evrim şemasında insanın yeri konusunu açıktan açığa tartışmaktan onca sene boyunca çekindikten sonra, Türeyiş'i yayımladığında ırk konusuna duyduğu derin ilgiyi -köle-

1 7 . Adrian Desmond ve James Moore, Charles Dmwin: The Life of a Tor­ mented Evolutionist, New York: Wamer Books, 200 1 , s . 267. 1 8 . Acİrian Desmond ve James Moore (haz.), Charles Darwin, The Descent of Man ( 1 874), Londra: Penguin Books, 2004, s. 1 vi.

SEKÜLER YEN İ D E N B Ü Y Ü L E N M E

43

liğe ateşli bir şekilde karşıydı- ve kadınlar konusundaki peşin hü­ kümlerini ön plana çıkardığı görüşüne dair güçlü bir iddia ortaya koyuyorlar. Darwin'in bu yöneliminin altında "köleliğin kaldırılma­ sı için duyduğu şevk" in (lvii), ama bir o kadar da kendi sınıfının üs­ tünlüğü ve cinsel seçilim yoluyla, kadınlar üzerinde hakimiyet kur­ mak ve onlara sahip olmak için savaşan erkeklerin üstün güçleri hakkındaki varsayımlarının yattığını söylüyorlar. Mevcut Darwin "kullanımları"nın çoğu, bu olası "bırakınız yap­ sınlar" mantığı ile olan bağlantıyı hiç tereddüt bile etmeden istis­ mar ediyor ve Pinker'ın yaptığı gibi , inatçı bir öfkeyle, doğal kalıtı­ mın başat önemi konusunda ısrar ediyor. Dünyaya bu gözlüklerle bakma tarzını halka yaymaya çalışanların iyi bilinenlerinden biri de Matt Ridley. Ridley'nin biy.o lojizmi, toplumsal reform ve iyileştir­ me programlarına temelinden sekte vurup, toplumsal müdahale yo­ luyla pekala bertaraf edilebilecek eşitsizlik ve adaletsizliklere do­ ğanın onayını verir. "Doğa" ile "kültür" arasındaki savaş (nature vs. nurture) iyice nahoşlaştı, öyle ki "doğa" cephesinde, farklı sesler­ den ve farklı şiddetlerde, Ridley'nin de hayli sert bir şekilde dile ge­ tirdiği şu iddiayı işitiyoruz: " İnsanların kötü olduğunu söylememek gerek, zira bu doğru . " 19 Ridley, bilimsel ve antropoloj ik çalışmaların kendisine göster­ diği üzere, insan doğasının kişisel çıkar tarafından belirlenmiş ol­ masına dair bir analizden hareketle, ütopik bir şekilde insanların ve onları yönetenlerin iyi olduğuna inanan ve insanlık durumunu iyi­ leştirmenin yolu olarak devlet müdahalesini öneren kültür teorileri­ ne ve bu teorilerin müelliflerine saldırır. "Demek ki iyi bir toplum yaratmak için ilk yapmamız gereken şey, " der ironik bir şekilde, " insanın kişisel çıkara olan eğilimi hakkındaki hakikati saklamak, onları içlerinde asil vahşiler olduğuna inandırmaktır" (s. 26 1 ) . Rid­ ley "Yazarın Ansızın ve Alelacele Çıkardığı Siyasi Dersler" altbaş­ lıklı bölümde kendisine yönelik ölçülü bir ironiyle kendi siyasi ar­ gümanlarına girişir. Savaşın "doğa" cephesindeki bir yazarın acele­ ciliği kabul etmesi hiç olmazsa hayırlıdır; benim söylemeye çalıştı­ ğım şey ise sadece şu: Çoğu zaman bilinçsizce veya kurnazca ima 1 9 . Matt Ridley, The Origin of Virtue : Human lnstincts and the Evolution of Cooperation, Londra: Penguin Books, 1 996, s. 260.

44

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

edilen siyasi çıkarımlar hiç de kaçınılmaz değildir. Ridley ne kadar az hükümet denetimi uygularsak, kendimizi mevcut ahlaki, top­ lumsal ve siyasi hengamelerden kurtarmamızın o kadar muhtemel olduğunu öne sürer. Devletçilerin ütopyacılığını küçümser ama kendisi de gayet ütopik bir şekilde, onların bulgularından bazılarını doğanın kendi başına iyi toplumu pekala yaratabileceğine dair delil olarak kullanır. 20 Ridley'nin iyi geliştirilmiş argümanlarından bir örnek almak ge­ rekirse, Balililerin kendi başlarına nasıl pirinç yetiştirdiklerini tas­ vir ederken, Darvinci olduğu kolayca anlaşılabilir bir konum alarak doğal seçilim sürecini yeniden tahayyül eder. Ridley'ye göre Balili­ ler, "Uluslararası Pirinç Araştırma Enstitüsü biçimindeki Yeşil Dev­ rim" in müdahalesinden önce, pirinç yetiştirme konusunda hiçbir sı­ kıntı yaşamıyorlardı. Ardından bir felaket meydana gelmiş ve "Le­ viathan "ın ve planlamanın müdahalesinin öncesinde, B alililerin iyileşmeye yönelik dış düzenlemeler ve çabaların dayattığı baskı­ lardan uzak bir şekilde, tarlaların, suyun ve nadasın farklı biçimler­ de kullanıldığı bir sistemi doğal olarak (kanımca tıpkı Darwin'in arıları gibi) nasıl geliştirmiş olduklarını anlamak için daha fazla bi­ limsel araştırma yapmak gerekmişti . B alililerin geleneksel sistemi­ ni hangi marifetli kişi kurmuştu acaba, diye sorar Ridley retorik olarak: Hiç kimse. Düzenin kaos içinden kusursuz bir şekilde çıkmasının sebe­ bi, insanlara emirler yağdırılıyor olması değil, bireylerin teşviklere rasyo­ nel bir şekilde karşılık vermesidir. En üst tapınakta her şeyi bilen bir rahip yoktur, sadece akla gelebilecek alışkanlıkların en basitleri vardır. Gereken tek şey, her bir çiftçinin kendisinden daha iyi iş çıkaran komşusunu taklit etmesidir . . . Ve bütün bunlarda merkezi bir otoritenin en ufak bir emaresi bile yoktur. (s. 2 3 8 ) 20. Bu noktada, doğa süreçlerine insanın karışması konusunda "karşı delil" öne süren başka ve seçkin bir bilimsel yazarın kitabını anmak aslında haksızlık olur. Fakat doğanın "olgu"larından ve sağlam "Darvinci" düşünüşten birbirinden farklı ideolojik ahlak kurallarının çıkarıldığına dikkat çekmek faydalı olabilir. J a­ red Diamonds'ın Collapse adlı kitabı (New York: Viking, 2005 ), Ridley'inkinin tam tersi bir siyasi iddia ortaya atıyor ve on iki uygarlığın "doğal olarak" sevdik­ leri ve sevmedikleri şeylerin ve belirli türden maddi nesnelere duydukları "doğal " arzularının peşinden koştukları için nasıl yıkıldıklarını ortaya sererken, o katıksız "bırakınız yapsınlar" ideolojisini kınıyor.

SEKÜLER YE N İ D E N B ÜY Ü L E N M E

45

Burada amacım B ali'deki pirinç yetiştirme sistemi ya da Dar­ v inci süreçlere dair bu zımnen ütopik çıkarsamanın geçerliliği hak­ kında bir iddiada bulunmak değil. Daha ziyade, insan davranışının "bilimsel" olarak kavranışından dolaysız siyasi sonuçlar çıkarma­ nın ne kadar kolay ve Darvinci teoriden kültürel teoriye atılan h,er­ hangi bir adımda, "doğa-kültür" ayrımının (ve elbette, örtük bir şe­ kilde, herhangi bir durumda doğa ve kültürü oluşturan şeyin) ne ka­ dar hayati bir önemi olduğuna işaret etmek isiyorum. Olandan ol­ ması gerekene, ya da olma5>ı gerekenden olana atılan adım hala so­ runludur. Ridley'yi bunu yaparken seyretmek en azından bende bir ürperti yaratıyor, zira Bali konusunda vardığı sonuçlara dayanarak, devlet müdahalesinin daima yıkıcı olacağı çıkarımında bulunuyor. Üstelik de bunu insanların doğuştan kötü olduğunu zevkle göster­ dikten sonra yapıyor; öyle ki , onun anlatımında, B alili pirinç yetiş­ tiricilerinin doğa sayesinde ulaşmış oldukları ütopik çözüm yolun­ da illaki bir sürü kavga dövüş olacaktır. Meseleye daha az ahlaki bir açıdan bakarsak şu sonuca varabiliriz: Ridley'nin doğanın işleyişi hakkında dayandığı varsayımların aynısına dayanarak büsbütün farklı bir siyasi çözüme ulaşmak da mümkündür. Bu tür meseleler üzerine verilen mücadeleler Darwin'in fikirleri ve şöhretinin tarihinde baştan başa yankılanır. Aklımıza hemen T. H. Huxley'nin Evolution and Ethics'e (Evrim ve Etik) yazdığı " Ön­ söz"ün sonunda, ne kadar imkansız olursa olsun, insanların doğa yoluyla öylesine acımasız bir ahlakdışılık ile işleyen "kozmik sü­ reçler"e direnmesi gerektiği konusundaki ısrarı geliyor. John Stuart Mill'in "Doğa" adlı yazısında, uygun bir ahlaki model olarak "do­ ğa"ya yönelttiği güçlü saldırı, "erdem"i "doğal olan"la bir tutmayı korkunç ve tehlikeli bir hale getiriyor. Fakat "doğa" , indirgemeci biyoloj ik yaklaşımların modem versiyonlarında ahlaki bir model biçiminde ya da en azından ahlaken saldırılamayacak veya hakkın­ da toplumsal olarak konuşulamayacak bir durum biçiminde gizlice sokulur. Doğa talimatı imkansız kılıyorsa, "olması gereken" diye bir şey olamaz; bu durumda da "olan" ahlaki norm haline gelmeye başlar. Dürüst olmak gerekirse, Ridley de bu tür adımlardan en az benim kadar şüphe duyuyor; ama devlet müdahalesine olan saldırı­ sını haklı göstermek için bilimin otoritesini de yüklenerek, doğadan yola çıkıp siyasete dair iddialarda bulunduğu zaman o da böyle bir

46

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

adım atıyor. Eğer doğa bunu böyle yapıyorsa, onu değiştirmeye ça­ lışmak saçmadır. B irçokları, The Beli Curve'ün* (Çan Eğrisi) bu tür düşüncenin ufkunda güçlü bir şekilde göründüğüne inanır. Darwin kendi teorisi ile kültürün işleyişi arasındaki ilişki hakkında ne düşü­ nüyordu aslında? İnsan davranışları ile biyoloj ik türeyiş arasında mutlak ve kalıcı bir bağlantı olduğunu mu ima ediyordu, yoksa kül­ türün doğal seçilimin verili nitelikleri üzerinde işlemesini kabul mü ediyordu? Gerek solcu gerekse sağcı, gerek öjeni taraftan gerekse öjeninin potansiyel olarak korkunç olduğunu düşünen evrimci pek çok Darvinci, uygarlığın doğal seçilimi kısa devreye uğratmış oldu­ ğuna inanır. Herbert Spencer Darwin'in yaşadığı zamanda evrim teorisini hangi yöne doğrultmuşsa, Ridley de bugün onun aynısını yapıyor. Bundan sonraki pek çok bölümde ele alındığı haliyle Darwin'in ça­ lışması tabii ki içinde doğduğu ana aitti , ki Moore ve Desmond ile Janet Browne'ın biyografik incelemeleri bu durumu gayet iyi bir şe­ kilde ortaya koymuştur.21 Ama şunu da tekrarlama gereği duyuyo­ rum: Onun çalışması yaşadığı anın belirli yönlerine karşı dahiyane ve amansız bir şekilde direniyor, eski varsayımları yıkma ve "tür­ ler"e dair evrimsel açıklamayı kendisinden öncekilerin başarama­ dığı şekillerde ele alma bakımından da özgün bir nitelik taşıyordu. İşin en özgün tarafı ise, Darwin'in doğal seçilimde evrimin işleye­ bileceği yolları tahayyül etmiş olmasıdır. Fakat "doğal seçilim"in ta yirminci yüzyıla kadar bilim camiasını ikna edememiş olduğunu hatırlamak önemlidir. Yirminci yüzyılın ikinci onyılına gelindiğin­ de, bu fikrin ciddi bilimciler arasında esamesi bile okunmuyordu ve bu fikri ancak "yeni bir sentez" , deyim yerindeyse Mendel ile Dar­ win'in harmanlanması yeniden canlandırmıştı. Bununla birlikte, Desmond meseleyi etkileyici bir şekilde tarihsel bağlamına yerleş-

* Richard J. Herrnstein ve Charles Murray'in 1 994 yılında yayımladıkları; esas olarak zekanın gelir, iş performansı, suç vb. konularda ailenin sosyoekono­ m ik düzeyi ya da eğitim düzeyinden çok daha iyi bir gösterge olduğunu iddia et­ tikleri tartışmalı kitap. -ç.n. 2 1 . Bu kitap boyunca ş u iki büyük biyografiye sık sık atıfta bulunacağım: Desmond ve Moore, Charles Darwin (bkz. 1 7 . dipnot) ve Janet Browne'un iki ciltlik incelemesi, Charles Darwin : Voyaging (New York: Knopf, 1 985) ile Char­ les Darwin: The Power of Place (New York: Knopf, 2002).

SEKÜLER Y E N İ D E N B ÜY Ü LE N M E

47

tirerek, Darwin'in asıl olarak kurmuş olduğu teori yüzünden, epey zamandır evrimi, özellikle de Lamarkçı evrimi benimsemiş olan ateist, radikal materyalist devrimcilerle bağlantılandırılmaktan korktuğunu iddia eder. Desmond'a göre Darwin, "teorisinin aşırılık yanlıları tarafından istismar edilmeye ne kçıdar müsait olduğunu fark etmiş olmalıdır" .22 Desmond'ın belirttiği şekliyle, "muhalif ve ateist ayaktakımı" ile bağlantılandırılmaktan ürküyordu (s. 4 1 3). Darwin'in korkuları ve sınıf bilincine dair Desmond ve Moore' un sunduğu anlatı ikna edici olsa da, işler elbette bununla bitmiyor; Darwin'in fikirlerinin ve bu fikirlerin kullanımının tarihi bambaşka bir meseledir. Son zamanlardaki kültür eleştirisi, hakim ideoloj iden görünüşte ayrılan yazarlarda o ideoloj iye teslim olma emarelerini rahatlıkla gösterebilmiştir, ama öncelikle, bu yazarların kendi za­ manlarında muhalif olarak algılandıklarına ve ikinci olarak, bu­ günkü bakış açımızdan bakıldığında bile pek çok çağdaşlarından farklı konumlar almış olduklarına şüphe yoktur. Bu durum Darwin için bilhassa geçerlidir. Hiç kuşkusuz, Darwin evrimci düşünceyi başlangıçta radikal devlet karşıtı düşünürler arasındaki doğrultu­ sundan saptırmıştır. Gelgelelim, evrimci düşüncenin şeceresi, en azından çeşitli iktidarların bazılarına karşı muhalefetin ve direnişin şeceresidir nihayetinde ve bu durumun Darwin'in teori sini yayımla­ ma ve savunmada sergilediği ihtiyattan daha açık bir göstergesi yoktur. James Secord, Robert Chambers'ın Vestiges of the Natura/ History of Creation (Yaradılışın Doğal Tarihinin İzleri) adlı kitabın­ da evrim hakkındaki tartışmaları değiştirip, böylelikle evrimin cid­ di bilimsel ya da yüksek düzeyli sohbetlerin konusu haline gelme­ sini sağlayarak Darwin'in önünü nasıl açtığını ustalıklı bir şekilde ve etraflıca göstermiştir. 23 Secord'ın bu argümanı geliştirmek için ortaya koyduğu çalışma son derece önemli, etkileyici ve inandırıcı­ dır, ama Darwin'in yirmi yıl sonraya kalmadan yayımlanan teorisi, gayet dişe dokunur şekillerde "devrimci" kalmıştı. Birçoğunu orta-

22. Adrian Desmond, The Politics of Evolution : Morphology, Medicine, and Reform in Radical London, Chicago: University of Chicago Press, 1 989, s. 4 1 2. 23. James Secord, Victorian Sensation : The Extraordinary Publication, Re­ ception, and Secret Authorship of Vestiges of the Natura! History of Creation, Chicago: University of Chicago Press, 2000.

48

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

dan kaldırmaya çalışmasına rağmen, Darwin'in teorisinde muhalif öğeler en az "ultra-Whig " öğeler kadar yoğun bir şekilde belirir. Darwin istisnaları, işlemeyen, anlam ifade etmeyen şeyleri bul­ maya çalışıyordu - bu stratej i bir bütün olarak, hem hakim taksono­ mi usullerine hem de dünyayı ahenkli bir şekilde tasarlanmış olarak kavrayan Kitab-ı Mukaddes görüşüne ve doğal-teoloj ik bakışa ay­ kırıydı. Lamarck, Darwin'den önce, türlerin gelişiminde soyağacı­ na dair mutlak bir süreklilik olduğunu tasavvur ederek belirgin sap­ malardan zaten bahsetmişti . Fakat Darwin'e kalırsa, herhangi bir organizmanın en ilginç tarafı, "işlevini kaybederek gelişmemiş or­ ganlar, geçmişin yankıları , kayıplara karışmış olan kollar ve bacak­ lar, böceklerin kanadını saran kaynaşmış kabuklar, gömülmüş diş­ ler - döküntüler yüzyıllık bir tavan arasında nasıl duruyorsa, canlı bedenlerde öylece gizlice uzanan o faydasız organlar yığını" idi.24 Darwin, teorisinde ve bu teorinin sonraki kullanımlarında tam anla­ mıyla kilit bir önem taşıyan "uyum"a son derece hassas olan Paley­ ci gözlerle görmeye başlamıştı dünyayı.25 Gelgelelim, kötü uyum sağlama konusuna merkezi bir şekilde odaklanabilmesi bakımın­ dan, doğal teoloji geleneğinden kopmuştu. William James'in Dar­ win'in yazıları ışığında söyleyecek olduğu gibi, "Bu dünyada 'uyum göstermiş' şeyden çok daha fazla sayıda birbirlerine 'uyum sağla­ mamış' şey vardır aslında" (Varieties, s. 47 8). Herkesin gördüğü şe­ ye başka bir şekilde bakma yoluydu bu; hakim açıklayıcı şemada işleyen değil, işlemeyen şeyi bulma çabasıydı. Darwin'in fikirleri kültürel bir güç kazanmıştı, çünkü bu fikirler bir yandan zamanın

24. Loren Eiseley, Darwin 's Century : Evolution and the Men Who Discove­ red it ( 1 958), New York: Doubleday Anchor, 1 96 1 , s. 1 96. 25 . Bkz . Dov Ospovat, The Development of Dmwin 's Theory: Natura/ His­ tory, Natura/ Theology and Natura/ Selection, 1838 - 1 859, Cambridge : Camb­ ridge University Press, 1 98 1 . Ospovat şunları söyler: "Darwin senelerce -ve bazı açılardan hayatı boyunca- çağdaşlarının uyuma ve kusursuzluğa duyduğu inancı paylaşmıştı" (s. 3), ama 1 844 ile 1 859 arasında uyuma dair bu doğal-teolojik gö­ rüşten kopmaya başlamıştı; teorinin tam anlamıyla formülleştirildiği sıralardaysa "kusursuz uyum sağlama fikri artık [Darwin'in düşüncesinde] hiçbir rol oynamı­ yordu" (s. 4). Bununla birlikte, doğal-teolojik görüşün ortaya attığı sorular teori­ nin şeklini büyük ölçüde belirlemiştir; "uyumun üretimi" sorununun merkeziliği­ ni ise açıkça doğal teoloji biçimlendirir.

SEKÜ LER YE N İ D E N B ÜY Ü LE N M E

49

mevcut özellikleri içinden gelişip hem bu özellikleri hem de onu ilk kez okuyanların pek çoğunun ideolojik bağlılıklarını pekiştirmişti ; diğer yandan da argümana, kendi tarihlerinin ötesine geçip ayakta kalmalarını ve başka, hatta birbirleriyle çelişen kullanımları besle­ melerine olanak tanıyacak yeni bir şeyler katabilmişti. Kötü uyum sağlamanın Darwin'den önce bilindiği aşikardır; bu olguyu kabul edip gelişme ve biyoloj ik yaşama dair tutarlı bir hikaye içinde özümseme yönelimi ise besbelli ki Darwin sonrasına rastlar. Secord, " Herhangi bir metnin içsel bir gücü yoktur, bu potansi­ yel güç daima belirli okumalarda canlandırılır, " diye iddia eder26 ve bu görüş temelinde bakıldığında, tarihten "kaçma" fikrinin kendisi saçmadır. Hiçbir fikrin tarihten "kaçamayacağına" katılıyorum. Fa­ kat Darwin'in eserlerinin büyük ya da tasavvurunun dahiyane oldu­ ğunu düşünmek yanlış değildir. Büyüklüğün ancak tarihsel olum­ sallığa içkin olduğu belki de doğrudur: Bir eseri kim ve hangi top­ lumsal koşullarda okuyup anlıyor? Ama o halde, büyüklüğün içkin , deyim yerindeyse Platonik bir öz ya da bildiğimiz tek tarihin şart­ ları tarafından sınırlanmış bir başarı olup olmaması önemli değil­ dir. Pratik anlamda, bazı yazarlar diğerlerinden daha büyük olarak kalırlar. Derek Attridge'in yaratıcılığı meydana getiren şeyin ne olduğu konusunda yakın zamanlarda yazdığı kitapta belirttiği gibi, "Bir kültür alanının ya da idiokültürün [tek bir bireyde bulunan kültürel güçlerin toplamı] karmaşıklığı, çok zor idrak edebileceğimiz bir şeydir. "27 Özgünlük, bu künhüne varılmaz "kültür"ün karmaşıklığı­ nı ve bölünmüşlüğünü kabul etmeyi, potansiyel çelişkileri üzerinde baskı uygulamayı, bastırma ve dışlamalarının bazılarının (örneğin Darwin'in çağdaşlarının, sapmaları ve körelmiş organları yeterli bir şekilde açıklayamamaları gibi) farkına varmayı gerektirir. Yeni olan (ya da Attridge'in zengin tahlilinde ifade ettiği üzere, "Öteki"), sanatçı ya da bilimci onları az çok bilinçli bir şekilde fark ettiği sü­ rece, kültürdeki tutarsızlık ve "çatlak"lar içinden doğar (s. 25) .

26. James Secord, "Response" , Journal of Victorian Culture 8 (Bahar 2003): s. 1 48. 27 . Derek Attridge, The Singularity of Literature, Londra: Routledge, 2004, s. 22.

50

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

Öyleyse, Darwin sonrasında edindikleri otoriteyi tanımak için Darwin'in argümanlarını tarihin dışında görmeye gerek yok. Ne de olsa özgünlük ancak tarihsel ve karşılaştırmalı olarak anlaşılabilir. Bir taraftan, Darwin'in pek çok fikrinin zaten orada olduğunu, özümsenmek üzere önünde beklediğini biliyoruz; diğer taraftan, yirmi birinci yüzyıla kadar "ayakta kaldığı" haliyle Darwin düşün­ cesinin pek çok şekilde evrilip çevrildiğini de biliyoruz. Darvinci­ ler arasındaki ayrılıklar -bunlar şimdilerde meşhur olan Dawkins­ Gould çatışmalarında çarpıcı bir şekilde cisimleşir28- "ayakta ka­ lan" tek bir açık ve doğru Darwin olduğunu iddia etmeyi saçma ha­ le getirir. Secord'ın da öne sürdüğü gibi, söz konusu olan şey "ileri­ sini gören" bir Darwin değil, ne kadar tartı şmalı olursa olsun fikir­ lerinin bilimcilere faydalı olmaya devam etmesi ve pek çok önemli konu hakkında yeni düşünme yollarını açmış olmasıdır. Dahası, Darwin'in ayrıntılar, yapışıkçalar, * kuşlar, tırtıllar, maymunlar hak­ kındaki yoğun ve sebatkar incelemeleri, teşrih çalışmaları ve dün­ yanın dört bir köşesindeki meslektaşlarını durmak bilmeden sorgu­ laması, zamanının hakim fikirlerini yeniden biçimlendirmesini sağ­ lamış, bu da nihayetinde kültürümüzün temel mitlerinin yeniden ta­ hayyül edilmesine ve biyoloj i ile insan doğası arasındaki ilişkinin yeniden düşünülmesine yardımcı olmuştur. Bu fikri genel argümanımın bir veçhesi olarak daha geniş bir şe­ kilde Yedinci Bölüm'de açacağım, ama şimdilik şu kadarını söyle­ yeyim: Tıpkı on dokuzuncu yüzyılın büyük nesir yazarları olan Ar­ nold, Newman ve Pater'da olduğu gibi, Darwin'in bugüne kadar gel­ mesinin bir başka sebebi daha vardır, çünkü onun çalışmaları son * Barnacle: Yetişkin aşamasında sert bir kabuk oluşturan ve su altındaki ka­ yalara, gemi diplerine tutunan Sirripedler'e mensup çeşitli kabuklu deniz hayvan­ ları. Darwin'in kendi eserlerinin Türkçe çevirisinde barnacle diye özgün haliyle bırakılan bu sözcüğe TDK sözlüğünde "yapışı�ça" karşılığı uygun görülmüş, biz de mevcut çev iride bu sözcüğü kullandık. -ç .n. 28. Dawkins ile Gould arasındaki farklılıklara dair özlü ve dikkatli bir çözüm­ leme için bkz. Kim Sterelny, Dawkins vs. Gould: Survival of the Fittest, Camb­ ridge: lcon Books, 200 1 . Sterelny bu iki yazarın, her biri açıkça Darvinci olan ko­ nular üzerinde genel olarak anlaştığına işaret ederek başlar. Farklılıklar ise temel olarak Darwin okumaları ve kullanımları üzerindeki değişik vurgulardan doğar, ama Sterelny'nin gösterdiği gibi, bu farklılıkların geniş kültürel sorunlar açısın­ dan ·önemli sonuçları vardır.

S E K Ü L E R YE N İ D EN B ÜY Ü LE N M E

51

derece ilginçtir. Onun fikrine bağlı olalım y a da olmayalım, Darwin belki de Viktorya dönemi yazarları arasında doğal dünya ile en güç­ lü şekilde meşgul olan yazarı ve doğal dünya hakkında bulabilece­ ğimiz en yaratıcı tasavvuru üreten kişiyi temsil ediyor. Fikirleri ve yazılarının pek çok edebi şahsiyet tarafından ele alınıp şiire ve an­ latıya dönüştürülmüş olması rastlantı eseri değildir. Darwin'in nes­ rine "güzel " dersek aşırıya kaçmış olabiliriz. Fikirlerini kağıda dö­ kmekte daima zorlanmıştı ve kaleme aldığı neredeyse her sayfada bu zorlanmanın izleri bulunabilir. Ama mecazları muazzambir ya­ ratıcılığa dayanır, okurları kanaatlerinin o rahat köşelerinden çık­ maya zorlayan "zihin deneyleri"yle doludur; uçsuz bucaksız bir ta­ rihsel hayal gücünü kapsar ve bu kitaptaki argümanlarım açısından en önemlisi ise, doğadaki ayrıntılara ilişkin hassaslığıyla, belki de Viktorya dönemi yazarları arasında kendisinin en zıddı olan, takın­ tılı bir şekilde gerçekçi ve bu "gerçekçiliği " zamanının en muhte­ şem nesrine süzülen Ruskin'in doğaya duyduğu tutkunun en azın­ dan aynısını içerir. Darwin, ondan biraz daha isteksizce de olsa tıpkı Ruskin gibi her zaman tartışmaya açıktır. En bariz örneği ele almak gerekirse, Robert Chambers'ın Vestiges of the Natura! History of Creation'ın­ da işleyen ilerlemecilik Türlerin Kökeni nde büsbütün noksan ol­ masa bile, Darwin'in bu kitabı Chambers'taki ilerlemeciliğe kafa da tutar.29 Gelgelelim, Darwin hakkındaki en ilginç çalışmalardan ba'

29 . Robert Richards, ustalıkla ve dikkatli bir şekilde yeniden kurduğu tarih­ sel anlatısında, Darwin'in teorisinin, Türlerin Kökeni 'nde bile bazı şekillerde iler­ lemeci olmadığı yolundaki modem mutabakatı reddeder. Richards, Darwin'in te­ orisinde, embriyoloj i ile ve Darwin'in hiçbir zaman açıkça olumlamadığı, bireyo­ luşun (ontogeny) soyoluşu (phylogeny) özetlediği şeklindeki meşhur fikir ile -bü­ yük ölçüde Haeckel'le ilişkili, temel olarak ilerlemeci bir fikirdir bu- bağlantılı bir evrim anlayışının örtük olarak bulunduğunu gösterir. Darwin, Jim Endersby' nin "Darwin on Generation, Pangenesis and Sexual Selection"da ortaya koyduğu gibi, ilk tutmaya başladığı defterlerinden itibaren, "bireysel olgunlaşmanın, yaşa­ mın başlangıcından bu yana türün bütün atalarının biçimsel olarak geçirdiği deği­ şimleri tekrar edip özetlediğini kabul etmişti" (Hodge ve Radick, s. 73). Dürüst olmak gerekirse, eğer Richards Darwin ve embriyoloji ile bağlantılı "evrim" ko­ nusunda haklıysa, belirli tarihsel ve ideolojik angajmanları olan okurların "bü­ yük" metni yarattığı bir başka örnekle karşı karşıyayız demektir. Bkz. Robert Ri­ chards, The Meaning of Evolution : The Morphological Construction and Ideolo-

52

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

zıları , ilerlemenin Türlerin Kökeni' n de pusuda beklediğini ve Dar­ win'in pek çok kez ilerlemeci bir şekilde yeniden okunduğunu orta­ ya koymuştur. Bugün "Darvinci" sözcüğünün anlamının merkezin­ de de ilerlemecilik durur zaten. Darwin, türlerin gelişmesinin bağ­ lamın kaprislerine bağlı olduğunu vurgulamaktan hiç geri durmu­ yordu, fakat argümanları sürekli ilerleme imkanları konusunda o kadar müp�emdir ki iki farklı şekilde de yorumlanabilir. Teorisini kurarken zamanının ilerlemeci eğilimlerinden kaçmaya çalışırken, onlara yakın durmuş ve böylece ilerlemeci yorumların bugüne dek yaşamaya devam etmesine olanak tanımıştır. insanın Türeyişi'nde insanların gelişimi konusuna geldiğinde, bu gelişime ve ardından "uygar" insanların gelişimine açıkça ilerlemeci gözlerle baktığı so­ nucunu çıkarabiliriz. Bu teori her halükarda canlı kalmıştır, zira genel olarak, uygu­ lamaya konulduğu bağlamların neredeyse tümünde işe yaramıştır. Bu durumun teorinin "içkin" bir niteliği mi, yoksa ( "modem sen­ tez" öncesinde yirminci yüzyılın başlarındaki dönemin dışında) bi­ limcilerin kullanabildiği yorumların bir koşulu mu olduğu ise me­ tafizik bir soru haline gelir. Bugün Darvinciler Darwin'in bi lmediği pek çok şey biliyorlar, onun karışımsal kalıtım görüşünü ve bu gö­ rüşün bir uzantısı olan "pangenesis" teorisini reddettiler ve Dar­ win'in cevaplayamadığı soruların bazılarını (kı smen) cevaplayabil­ mek için evrim şemasının içine DNA'yı dahil ettiler. Aslına bakılır­ sa Mendelci parça kalıtımı teorisi Darwin'in o hatalı karışımsal ka­ lıtım teorisinin yerini alana kadar Darvinciliğin durumu pek de iç açıcı değildi.3 0 Darwin'in zamanındaki Fleeming Jenkin gibi eleş­ tirmenlerden yirminci yüzyıldaki bilimcilere kadar pek çok kişi , miras alınmış bireysel özelliklerin yığının normlarına doğru yeni­ den harmanlanmaktan nasıl kaçınabileceğini merak etmişti. Dar­ win mekanizmayı yanlış anlamıştı ; harmanlanma teorisi, çekinik genlerin olması imkanını da kapsayan parça kalıtımı teorisine kar-

gical Reconstruction of Darwin 's Theory, Chicago: University of Chicago Press,

1 992. " İ deoloji "nin yorumları nasıl büktüğüne dair bir tartışma için özellikle bkz. 6. Bölüm. 30. Modem sentez için belki de en önemli olan formülleştirme Ronald Fisc­ her'ınkidir: The Genetical Theory of Natura/ Selection ( 1 930).

SEKÜLER Y E N İ D E N B Ü Y Ü L E N M E

53

şıt olarak, Jenkins'in zarif bir şekilde tasarladığı itirazları karşısın­ da savunmasızdı. Darvinizm -ve doğal seçilime olan inanç- yeni sentezden bu yana gelişmiştir ve günümüzdeki Darvincilerin ço­ ğunluğu, Lamarkçı kalıtım ile türleşme arasında en azından bir iliş­ ki olduğunu düşünmeye sürekli devam eden Darwin'in kendisinden çok daha "Darvinci" dir. O halde, bugünkü Darvincilerin, bilimsel Darvincilerin sahiden Darvinci olduğunu kim söyleyecektir? Tarih, Darwin'in tasvir ettiği kadar karmaşıktır ve Darwiıt.'Mı argümanları­ nın nihai hakikati ne olursa olsun, onun teorileri o ya da bu şekilde evrimci biyoloji disiplinlerinin arkasında yatmaktadır. Darwin'in fikirlerinin bambaşka şekillerde yorumlanması ve te­ orisinin muhtelif kullanımları -en azından bu kitabın amaçlan açı­ sından- bütün söylemlerin bitmek tükenmeksizin yorumlanabile­ ceği görüşüne bir kanıt olmaktan ziyade, teorinin gücünün dolaysız göstergeleri olarak çok daha ilginçtir. Darvinci teoriyi ideoloj ik iş­ lere koşma çabalarındaki telaş ve ısrar, bu teoriden kaçılamayacağı­ nı ve onun sahip olduğu otoriteyi gösterir. Darvinci teori doğayı, ta­ rihi ve kendimizi anlamada bizlere yardımcı olduğu sürece, onu güçlü, ideolojik saikleri olan etik ya da siyasi programlara katmaya yönelik çabalar olacaktır. Teori işe yaradığı için, felsefeci, bilimci, toplum teorisyeni ve siyasetçilerin hepsi , bu teoriyi kültür, tarih ve siyaset hakkındaki kendi görüşlerini destekleyecek şekilde okuma­ nın gerekli olduğunu düşünüyorlar.3 1 Dolayısıyla, tarih boyunca ve çeşitli kültürlerde karşılaşılan pek çok yorum, Darwin'in teorisinin içinde yaşadığı anın ve ilk okurlarının sınırlarını aşarak bugüne ka­ dar canlı kalabilmesinin en sağlam işaretidir. 3 1 . Darwin'in fikirlerine dair yorum ve kullanımların çoğunun, yer ve top­ lumsal bağlam tarafından çeşitli yollarla nasıl şekillendirdiği hakkında bir incele­ me için, bkz. Ronald L. Numbers ve John Stenhouse (haz.), Disseminating Dar­ winism : The Role of Place, Race, Religion, and Gender, Cambridge: Cambridge University Press, 1 999 . Buna ilaveten, Ospovat, Darwin'in çağdaşlarıyla birl ikte "ilerleme"ye inandığının altını çizer. Herhangi bir birey ya da tür için ilerlemenin kaçınılmaz olmadığını açıkça düşünse de, "doğal seçilimin çeşitli genel sonuçla­ rın kaçınılmazlığını dışlamadığına" inanıyordu Darwin. Ospovat, İnsanın Türeyi­ şi'nden şöyle bir alıntı yapar: "Belirgin toplumsal içgüdüleri -ebeveyn ve kardeş sevgisi de buna dahildir- olan herhangi bir hayvan, düşünsel güçleri insandaki kadar iyi bir duruma ya da hemen hemen insandaki kadar gelişmiş hale gelir gel­ mez, kaçınılmaz bir şekilde ahlaki bir his ya da vicdan edinir" (s. 225) .

54

DARWI N S İ Z i S EViYOR

Üstelik Darwin'in fikirleri, bu kitap boyunca öne süreceğim gi­ bi, ortaya konuldukları anda, belki de ortaya konulmalarının bir ko­ şulu olarak, kısmen kendilerinin üretimi için son derece önem taşı­ yan koşullara direnerek, kısmen de nihayetinde "künhüne v arıl­ maz" kültürün çeşitliliği içindeki tutarsızlıklardan istifade ederek şekillenmişti . Şu noktada, her yazarın, en büyük yazarın bile bir an­ lamda kültürel güçlerin, belki de bir "idiokültür"ün cisimleşmesi olarak anlaşılabileceğini söylemek malumu ilam olur.32 Ama so­ nuçta, eserin yazımı esnasında mevcut olan belirli olumsallıklara dair titiz bir şekilde ayrıntılandırılmış tarihsel bir araştırma kendisi­ ne eşlik etmezse, böyle bir malumu ilam herhangi bir yazar ya da eser hakkında özgül bir şey söyleyemez : "Kültür" , tek bir inanç ve tavırlar dizisine indirgenemeyecek kadar büyüktür. Herhangi bir "kültür" deki ya da o kültürün herhangi bir parça­ sındaki çeşitlemelere dair tek bir karmaşık örneği ele almak gere­ kirse, Darwin'in taslağı ta 1 842'de çizilen teorisini yayımlamada neden tereddüt yaşadığını çözümlemeye girişen Desmond, o za­ manlarda evrimci ve hatta katı bir şekilde materyalist fikirlerin bel­ li bağlamlarda ve belli biçimlerde tam bir saygınlık kazanmış oldu­ ğuna işaret eder; fakat aynı zamanda, materyalizm ile evrim teorisi­ nin esas olarak devrimci düşünürlerle ilişkili olduğunu gösterir. Ama yine de bir gerilim ortaya çıkmıştı, çünkü evrimci fikirlerin içine bazı muhafazakar düşünceler de karışmıştı. Hal böyle olunca,

32. Bu argümanı en güçlü ve ikna edici şekilde işleyenlerden biri de Secord' dır. Secord, Robert Chambers'ın metninin hem nasıl yazıldığı hem de -esas ola­ rak- nasıl okunduğu ile ilgilenir, zira "bilim metinlerinin okurların onlardan çı­ kardıkları dışında anlamları yoktur" (s. 532). Onların bu metinleri nasıl algıladık ­ larını anlamak, bitmek tükenmek bilmeyen okumaları beraberinde getirir. Kaldı ki bu sonsuz okumaların kendileri de, okumaların şeklini belirlemeye yardımcı olan bağlamların (elbette yine okumalar içinden) yeniden kurulmasını gerektirir. "Metinler" hakkındaki bu görüşte tartışılacak çok şey olsa da, Secord'ın titiz ve ustalıklı bir şekilde yeniden kurduğu tarihsel anlatılar, Darwin'in benzer şekilde bağlama dayal ı olarak yeniden kurulup yeniden yorumlanan ve bu kitapta ancak küçük bir kısmını tartışabildiğimiz "metni"ne de ışık tutabilir. Secord'ın, kitabına getirilen eleştirilere yönelttiği "Cevap" kısmında, "hiçbir metnin bağlamına indir­ genmemesi gerektiğini" belirtecek kadar dikkatli olduğunu da söylemeden geç­ meyelim. " Kültür"ün çeşitliliği hakkındaki kavrayışı, kültürel bağlamın tayin edebileceği tek bir doğrultu olasılığına engel olur.

SEKÜ LER Y E N İ D E N B ÜY Ü L E N M E

55

Desmond şuna parmak basar: "Sokak evrimcileri Malthus'un 'güç­ süz olanın canı çıksın' tezinden nefret etseler de, pek çoğu yasanın Anglikanların her şeye bumunu sokan Tanrısını sınırladığını gör­ mekten gayet memnundu" (s. 4 1 2). Bu durumda, "Darvinizm " ile "ultra-Whig'' serbest ticaret libe­ ralizmi arasındaki bağlantıyı tartışmaya ya da Darwin'in, teorisini saygın hale getirmek ve mensubu olduğu sınıfın ve meslektaşı oldu­ ğu bilimcilerin antipatilerinden kendisini korumak için çalışmadı­ ğını ima etmeye kalkmadan, Darwin'in teorisindeki hiçbir şeyin Sosyal Darvinizme giden yorumu gerektirmediğini vurgulamak is­ tiyorum. B ir başka deyişle, Darwin'in yazdığı pek çok şeyden Sos­ yal Darvinizme pekala varılabilir ve bu bağlantıdan ötürü Darwin'i "mazur gösterme" niyetinde değilim, ama onun yazdıklarından ga­ yet .farklı toplumsal programlar çıkarmak da mümkündür. Nihaye­ tinde, tarihin olumsallıkları ve onu yorumlayanların özellikleri Dar­ win'in fikirlerinin yorumlanma şeklini de belirler. Robert Young epey zaman önce Darvinizmin sosyal /toplumsal olduğunu öne sürmüştü. 33 Bu düşünceyi son derece tahammülsüz bir şekilde tartı şsa da, yine de tartışılması gerektiğini söylüyordu . Young, özellikle de Tü rey iş 'ten, müstakbel Sosyal Darvinistlerin imdadına yetişip onları cesaretlendiren pek çok pasaja dikkat çeker. . B unda hiç şüphesiz haklıdır da. Ama ben , Darwin'in teorisinin, ör­ neğin Kropotkin gibi Sosyal Darvinizme karşı çıkanlara da el uza­ tıp onları cesaretlendirmiş olduğunu söyleyeceğim. Söyleyin o za­ man: Kropotkin mi yoksa Malthus mu? Dawkins mi yoks.a Gould mu? Her bir seçenek için kanıt vardır ortada. Hangi toplumsal yo­ rum seçilirse seçilsin, Darwin'in teorisi konusunda emin olduğu­ muz tek bir şey vardır ve o da bu kitaptaki derdimin odağında duru­ yor: Bu teori , hiç şüphesiz, temel yaşam öğelerinin, özellikle de in­ san yaşamının temel öğelerinin doğal süreçler çerçevesinde açıkla­ nabilir olduğu fikrine destek vermiştir. Darwin'in teorisi, sonraki

33. Robert M. Young, "Darvinizm Is Socia/" , The Darwinian Heritage, Da­ vid Kohn (haz.), Princeton: Princeton University Press, 1 985 , s . 609-40. Young, hiddet içinde, şunu belirtmenin hala gerekli olduğundan yakınır: "Doğal seçilim yoluyla evrim teorisinin düşünsel kökenleri, on dokuzuncu yüzyıl Britanyası'nda­ ki toplumsal, iktisadi ve ideolojik meselelerden ayn tutulamaz" (s. 609).

56

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

bölümlerde işaret edeceğim gibi, dinin hizmetine de koşulmuş olsa da, köklü bir şekilde sekülerdir. Esas anlamı ise şudur: Dünya şu an işlemekte olan nedenler aracılığıyla açıklanabilir ve aşkınsal, doğa­ üstü güçler bu dünyaya nüfuz etmez. Bu teori , fiziksel olsun mane­ vi olsun bütün şeyleri doğa yasaları aracılığıyla açıklamaya yönelir. Manevi meseleler daima biyolojik meselelerle iç içe geçmiştir ve bu karşılıklı ilişki, (Darwin'in en az S osyal Darvinizmin olduğu kadar koruyucu azizliğini yaptığı) sosyobiyoloji, evrimci psikoloj i v e ekoloji gibi dallarda bugüne kadar sürmüştür. Ama Darwin'in te­ orisinin aslında ne gibi şekillerde yorumlandığına dikkat etmek ve ideolojik salınım ve imkanların farkına varmak, onun teorisinde Young'ın gayet doğru bir şekilde vurguladığı siyasi yönelimleri ge­ rektiren hiçbir içkin sebep olmadığını kavramak için atılacak ilk adımdır. Ve bu adım atıldığında da bir dolu alternatifin olabileceği akla gelebilir. O halde bu kitabın iki temel projesi var. Bunlardan ilki , şimdiye kadar olumlamakta olduğum fikir, yani Darwin'e ne gibi yollarla başvurulduğunu tartışmak, bu yolları tartışarak ve metinlerinin, ha­ yatının kimi yönlerini yorumlayarak, Darwin'in düşüncesi ile bu düşünce hakkındaki beylik kültürel varsayımlar arasında zorunlu bir ilişki olmadığını, bu düşüncenin kültürel ve ideolojik ima ve uy­ gulamalarının tarihsel açıdan olumsal olduğunu göstermek.34 Ken­ dim de mevcut olan bir dizi olumsallık içinden konuşarak, bizleri 34. Bu tür b.ir tarihselciliğin fel sefi imalarını tartışmanın şimdi ne sırası, ne de bu kitabın böyle bir amacı var. Secord'ın "B ilim metinlerinin okurların onlardan çıkardıkları dışında anlamları yoktur" yolundaki görüşü, anlama dair Rortyci bir pragmatist görüşe yakınlaşır gibidir. Rorty'ye göre, dil (doğayı gerçekten olduğu gibi) temsil etmez; dilin değerini belirleyen şey işe yarayıp yaramamasıdır. Ya "doğru"dur ya da "yanlış " , ya "iyi"dir ya da "kötü " . Bunun sebebi de gerçekliği temsil etmesi değil, telaffuz edildiği belirli tarihsel koşullarda, konuşanların ve onları dinleyenlerin özgül amaçları için az çok fayda sağlamasıdır. O halde, örne­ ğin Chambers'ın ya da Darwin'in metinlerine dair Rortyci bir okuma, bence, o ta­ rihsel koşullar üzerinde odaklanacak ve dilin ancak kurulan karşılıklı konuşmalar içinde anlam taşıdığını düşünecektir. Bu kitap açısından böyle bir epistemolojinin (ya da anti-epistemolojinin) pratik imaları önemli değildir; gerçi anlam hakkında­ ki genel meseleler elbette son derece mühimdir. Buradaki argümanım bakımın­ dan işin en faydalı tarafı, bu tür teorilerin bizleri hem tarihsel olumsallığa hem de insani açıdan işe yararlılığa geri getirmesidir. Rorty'nin bilimsel dil sorunu hak­ kındaki birçok yazısından biri için bkz. The Consequences of Pragmatism, Min-

SEKÜLER YEN İ D E N B ÜY Ü L E N M E

57

hakim ideoloj ik sistemlerin içine sıkıştırmaktan ziyade, olumlu açı­ dan özgürleştirebilecek olan bir Darwin yorumu sunacağım bundan sonraki sayfalarda. Stephen J ay Gould, kend�sinin ve Niles Eldrid­ ge'in uyum sağlama yanlısı açıklamalara toptan bağlılık olarak ta­ nımladıkları "ultra-Darvinizm"deki sorunlar. hakkındaki bir tartış­ mada şunu söylemişti: "Darwin'in sistemi kozmik açıdan kasvet ve­ rici olarak değil, ahlaken özgürleştirici olarak görülmelidir. "35 Kitabın ikinci projesi ise sanırım daha az tarihsel ve daha fazla kişisel . Bunu önsözde belirtmeye çalışmıştım zaten. Bu kitap, te­ melde Darwin'in argümanlarının kullanılma yollarının olumsallığı­ nın farkında olarak, gerek onu dünyayı büyüsünden arındıran bir kişi gibi algılayan beylik anlayışa karşı çıkmak, gerekse bunun ter­ sini ortaya koymak, yani Darwin'in çalışmasının dünyanın köklü bir şekilde yeniden büyüyle dolmasını sağlayan bir çalışma olarak okunabileceğini öne sürmek için tasarlanmış bir başka kullanım da­ ha sunmayı amaçlıyor. Öyleyse bu kitap, daha önce bahsettiğim o kasvetli, rasyonalist dünya anlayışına karşı bir alternatif imkanını, William Connolly'nin "tanrıcı olmayan büyülenme"36 adını verdiği imkanı ve bunun gerekliliğini olumlamaya yönelik daha geniş bir projenin parçasıdır.

il O halde, Darwin'i Attridge'in deyişiyle kendi "idiokültür"ünden ko­

parmak bir yana, onu bu idiokültürün içinde görmek istiyorum. Bu­ nu yapmak istememin bir sebebi de, Darwin'e dair dürüst bir oku­ manın, çoğu zaman amansızca gayriinsani olarak bakılan bir teori­ nin insani bağlamının göz önünde bulundurulm·a sı gerektiğini dü­ şünmem. "Darwin kullanımları"nın kültürel açıdan sınırlanmış ola-

neapolis: University of Minnesota Press, 1 982, özellikle de "Method, Social Sci­ ence and Hope" başlıklı makale, s. 1 9 1 -2 1 0. 35. Stephen Jay Gould, "More Things in Heaven and Earth" , Alas, Poor Dar­ win, Hilary ve Steven Rose (haz.), New York: Harmony Books, 2000, s. 1 04. 36. Bkz. William Connolly, Why I am Not a Secularist, Minneapolis : Univer­ sity of Minnesota Press, 1 999, s. 1 6.

58

DARWI N sızı SEVİYOR

rak görülmesi argümanım için önem taşıyor; zira başka argümanla­ rın bağlamları farklı bakış açıları, farklı zamanlar ve farklı insanlar tarafından oluşturulduğu için, bu argümanlar üzerindeki kültürel sı­ nırlamalar da farklı olacaktır. Bağlama dayanarak sunmaya çalıştı­ ğım yorumun bir başka iş daha görmesini istiyorum. O da şu : popü­ ler "Darvinci" sözcüğünün, değer yüklü bir sekülarizm ikonuna dö­ nüşmesi. Weber'in büyüsüzleşme anlatısı, modem dünyanın, Protestan Reformasyonu'ndan itibaren ama Aydınlanmacı sekülerleşme ile gi­ derek hız kazanarak, bürokratik olarak "rasyonelleşmekte" olduğu yolundaki argümanı üzerinde kurulmuştur. Yaşamın gitgide rasyo­ nelleşmesindeki (ve rutinleşmesindeki) en bariz güçlerden biri de bilim olmuştur ve hala da öyledir. Weber'e göre, dünyanın bürokra­ tikleşmesi, B atılı toplumların üzerinde yükseldiği verimli ve rasyo­ nel olarak örgütlenmiş yapılara damgasını vuran gayrişahsilik, ru­ tinleşme ve mekanikleşme, "kültürlü insan"ın yerini "bir tür uz­ man"ın almasına sebep olur (Gerth ve Mills, s. 243) . Her ne kadar Weber kendi çalışmasında değer yargılarından uzak durmak için ka­ tı, belki de aşırı bir dikkat gösterse de, bir kayıptan bahsettiğine şüp­ he yok. Modem toplumun rasyonelleşmesi hakkındaki anlatısı tam da dünyanın büyüsünü kaybetmesine, kutsal ve gizemli olanın dün­ yadan kaybolmasına dair bir anlatıdır. Weber devamlı olarak, bir si­ hir, bir Tanrı ve bir ereksellik olmadığında, dünyanın büyülenme­ den arındığını ve onunla birlikte, anlam ve değerinin kaybolduğunu iddia eder. "Bilimsel ilerleme, " diye iddia eder Weber, "dünyanın düşünselleşmesinde küçük bir parçadır, ama en önemli parçadır" (Gerth ve Mills, s. 1 39) . Weber'in büyüsüzleşme anlatısı bize sade­ ce şu seçenekleri bırakır: ya değer yüklü, aşkınsal anlamla dolu bir dünya, ya da bilimsel soruşturmaya tabi tutulduğundan ötürü için­ den bütün değerlerin çekildiği ahlakdışı bir dünya. Dünyayı kim Darwin'den çok doğalcı ve materyalist bir açıkla­ maya tabi tutmuştur ki? İnsanı bilimsel soruşturma ve açıklamanın konusu haline getirmek bakımından kim daha önemlidir? Dar­ win'in çalışmasını Weber'in anlatısı içine yerleştirdiğimde, en azın­ dan ilk okumada Darwin'in bu anlatı içine ne kadar muntazam uy­ duğunu fark ediyorum. Daniel Dennett'ın belirttiği gibi (ki onun ko­ nu hakkındaki görüşlerini Yedinci Bölüm'de tartışacağım) , doğal

SEKÜLER Y E N İ D E N B Ü Y Ü LE N M E

59

seçilim teorisi, bir tür "algoritma" , mekanik bir kesinlik içinde, ama maddi dünyadaki akla dayanmayan gelişmeler temelinde işleyen bir tür reçete olarak görülebilir. B ugünkü Amerikan toplumunda Darwin'e karşı giderek güçlenip etkili hale gelmeye başlayan dire­ niş, böyle bir görüşün beraberinde getirdiği mekanik bir gayrişahsi­ liğin açık bir yadsınmasıdır. Akla dayanmayan bir algoritma, akıllı bir yaradanın yerini alır ve böylece dünya anlamını kaybeder. B u kitabın tümüne sinmiş olan argümanım, Weber'in "büyüsüz­ leşme" anlatısına dair üç görüşe dayanıyor. Birincisi, Weber "rasyo­ nelleşme"nin ahlakın altını oyabildiğini söylemekte haklıdır. İkin­ cisi, rasyonelleşme ile birlikte ahlakın altının oyulması hiç de ev­ rensel bir ölçeğe yayılmaz. Ve üçüncüsü, değerlerinizi muhafaza et­ mek ve yaşama anlam vermek için, aşkınsal ve ereksel olan şeylere yönelik geleneksel bağlılığa karşı bir alternatif arayışında olmak sahici bir insani ihtiyaçtır. Burada Darwin'i yeniden düşünmeye çalışmamdaki amaç, insa­ ni deneyim ve inancın bu merkezi veçhesine dikkat çekmek ve böy­ lece alternatif bir Darvinci dünya önermek : aşkınsal tinden "mah­ rum" , ama yine de değer yüklü olan ve doğanın devinimlerine son derece duygusal ve " samimi" bir şekilde karşılık verilen bir dünya. Darwin dünyayı teolojik değil de bilimsel bir şekilde açıklamaya çalışmıştır, ama bunu yaparken, genelde dinde aranan değerleri ya da tesellileri dünyadan koparmamıştır. Dünyayı maddi ve doğalcı bir şekilde anlamaya çalışmanın kendisi, meslek yaşamının ta ba­ şından beri, büyülenme deneyimi için daima merkezi bir önem taşı­ yan hayret hissini gerektirmiştir. Doğal teoloji, yani Darwin'in kökünü kazımaya kararlı olduğu "uyum sağlama" açıklaması bir tür teodisedir: dünyanın, Bridgewa­ ter Risaleleri'nde ifade edildiği gibi , "Tanrı 'nın Kudreti, Hikmeti ve Yardımseverliği"ne tekabül ettiğini göstererek Tanrı'nın tutumları­ nı insana haklı çıkarır. Tanrı'nın var olması gerektiğini gösterir ve onun yarattıklarına dikkatli bir şekilde bakıldığında, bu yaratılanla­ rın içindeki kötünün insan için tasarlanan müşfik bir planın sadece bir parçası olduğu görülecektir. Öte yandan Darwin'in teorisi, bir tür "jeodise" dir, yani esas olarak insan arzularının tatmin edilmesi­ ni amaçlamasa da, bütün o mucizevi çeşitliliği ve apaçık karşıtlık­ ları içindeki dünyanın kendi başına bir anlamı olduğunun gösteril-

60

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

mesidir. Dünyanın insanı sevdiğini kanıtlamaz; dünya insan yararı için kurulmamıştır, daha ziyade, üzerinde yaşayan aileye insanı da dahil eder. Dünya değer ile doludur, çünkü insan algısı bir hissetme tarzıdır da. Joseph LeDoux'nün eserine atıfta bulunan Connolly, "düşünce yüklü duygusal yaşamımıza katkıda bulunan sayısız in­ san beyni "nden bahseder (s. 28); düşünme kapasitemiz hissetme fa­ aliyetimizden asla ayrı değildir. Darwin'in teorisi, en çok büyülen­ miş olanlarımızın bile deneyimleyip yüzleşmesi gereken kötüyü defetmeye kalkışmaz, ama doğal süreçlerini dikkatle, çoğu zaman da acıyla gözlemleyip algıladığımız maddi dünyanın bizleri büyü­ lemesini sağlar. Böyle bir dünyada, büyülenme kolay ve kalıcı değildir. Jane Ben­ nett'ın deyişiyle, "dünyanın çoğu zaman trajik olan karmaşıklığı" ­ nın37 -ki hiçbir zaman haklı gösterilemeyecek bir durumdur bu­ farkında olmadan büyülenmeye değmez. Ama büyülenme, dünyaya bütün o "trajik karmaşıklığı " içinde bile ihtimam gösterme ya da onu sevme imkanını sunar (ve aslında bu imkanın bir koşuludur) . Connolly sektiler büyülenmenin önemini güzel bir şekilde anlatır: "Dünyaya bağlılık, toplumsal adalet siyasetine katılım için paha bi­ çilmez bir kaynak sağlar" (s. 1 6) . Darwin'in o sağlam jeodisesinin peşinden gittiğimizde, kendimizi bir mucizeler dünyasında, sevme­ ye değer bir dünyada bulur, her birimizden daha büyük ve daha an­ lamlı olan bir hayatın katılımcıları ve gözlemcileri oluruz. Darwin'in fikirleri ve hayatında, sanki bir azizden bahsediliyor­ muş gibi hiçbir kusur bulmayanların safına düşmeden, bu hayatın karmaşıklıkları ve çelişkileri içinden daha müşfik ve daha nazik bir Darwin çıkarmak istiyorum. Elbette, Darwin kendini bir bilimci olarak görüyor ve John Herschel'ın Preliminary Discourse on the Study of Natura! Philosophy'sinde (Doğal Felsefe İncelemesi Üze­ rine Bir Ön Söylev, 1 830) öğrendiği ve hayran olduğu bilimsel ça­ lışma düzeyine yükselmeyi arzu ediyordu. Fakat o kitabın kendisi bilgiye duyulan Romantik bir tutkuyla, doğal dünyanın ilahi önemi ve zenginliğine dair bir anlayışla doludur. Öyle ki Herschel şunları söyler: "Cahil ve meraksız bir gözün ne bir yenilik ne de güzellik 37. Jane Bennett, The Enchantment of Modern Life : Attachments, Crossings and Ethics, Princeton: Princeton University Press, 200 1 , s. 1 O.

SEKÜ LER Y E N İ D E N B Ü Y Ü L E N M E

61

gördüğü koşullarda, genel nedenlerin işleyişinin ve genel yasaların ömeklenmesinin izini sürmeye alışmış olan [bilimci] . . . mucizelerin ortasında yürür. "38 O halde, Herschel'ın gözünde, bilgili ve meraklı bilimciler, sırf doğal dünyanın "mucizeleri "nin çok daha fazla far­ kında oldukları için neredeyse rahipler katında dururlar. "Cahil ve meraksız göz " , her yerde uzanan ve ince, yoğun bir dikkatin açığa çıkaracağı güzelliği göremez. Herschel'a göre (ve iddia ettiğim gibi Darwin'e göre), bilimsel tavır dünyayı rasyonelleştirmez, onu sa­ vuştururcasına açıklamaz; bilakis, dünyayı açar ve daha az meraklı bilinçlerden saklı olduğu yerde onun mucizelerini önümüze serer. Darwin'in gözünde, doğal seçilim yoluyla evrim teorisini kurma projesi, umursamaz ve tanrısız bir dünyanın olumlanmasından zi­ yade, hayret edilecek şeylerin ortasında yürüdüğümüzün ifşasından ibaretti; tanrılar ve geleneksel teselli biçimleri olmadığında bile, büyülenme olanağını teşvik eden doğal dünyayla sevgi dolu bir iliş­ ki kurmaktı. Darwin'i meleklerin safına katma projesinin riskli bir iş olduğu­ nu biliyorum. Burada onu ve doğayı salt duygusal bir hale sokmak ve dikkatleri modernlik deneyiminin bir parçası olagelmiş gayesiz­ lik, salt araçsalcılık, toplumda ahlakın altının oyulması, sömürü ve benzeri fenomenlerden uzaklaştırmak gibi büyük bir tehlikenin yat­ tığının da farkındayım. B urada savunduğum görüş, doğayla kuru­ lan ilişki açısından, Charles Taylor'ın modern kimlik anlayışının gelişmesinin bir yönü ol arak tasvir ettiği şeyle uyumludur belki de; öte yandan savunduğum bu görüşün elbette sınırlan ve bazı eksik­ leri vardır. Taylar, doğayla temel olarak "araçsal" bir şekilde kuru­ lan ve Aydınlanma düşüncesiyle bağdaştırılan ilişki ile Rousseaucu ve Romantik ilişkiyi kıyaslar. "Verimliliğe", doğanın araçsal olarak görüldüğü anlayışta, "rasyonel denetimin ürünü ve göstergesi ola­ rak değer verildiğini " ve bu denetimin "insanın manevi boyutunun gerçekleşmesi " olarak düşünüldüğünü söyler.39 Doğayla olan Ro­ mantik ilişki, doğayla kurulan araçsal ilişkiye, onun insanı ve doğa-

38. John Herschel, A Preliminary Discourse on the Study of Natura/ Philo­ sophy, 1 830; Chicago: University of Chicago Press, 1 987, s. 1 5 . 39. Charles Taylor, Philosophy and the Human Sciences, Philosophical Pa­ pers, Cambridge: Cambridge University Press, 1 985, c. 2, s. 276.

62

DARWI N S İ Z İ S EVİYOR

yı sömürmesine, cemaati inkar etmesine karşı bir eleştiri oluşturur (s. 276) . Ama Taylor'ın belirttiği gibi, doğayla olan Romantik ilişki, kamusal hayattan ziyade özel hayatın bir veçhesi olma eğiliminde­ dir; araçsal ilişki ise, pek çok açıdan Weber'in bilim yoluyla büyü­ sünü kaybeden dünya tasviriyle uyumlu olarak, kamusal hayatın te­ mel bir özelliğidir. Taylor, her ikisinin de asıl olarak maddi olanın ötesindeki bir şeye değer verdiğini öne sürer. Fakat her ikisi de, farklı yolları izleyerek de olsa, manevi olana ancak doğa aracılığıy­ la yaklaşmaya çalışır. Taylor'ın tasvir ettiği üzere, doğayla olan Romantik ilişki, Dar­ win'in, ya da belki de benim kendi Darwin okumamın kolaylaştırdı­ ğını ileri sürdüğüm yeniden büyülenmeye yakınlaşılmasını sağlar: Doğanın taleplerinin farkına varmak, sahte (yani doğal olmayan, hete­ ronom) tutkular bir yana, hakiki hislerimin ne olduğunu bulmamı gerekti­ rir. B ir tür sezgiyi, uyum sağlamayı icap ettirir. B u bağlamda akıldan bah­ setmek istiyorsak, bu akıl araçsal akıl değil, içsel değeri kavrayabilecek bir rasyonellik biçimi olabilir. Weber'in terimlerine başvurmak gerekirse, Zweckrationalitiit değil, bir tür Wertrationalitiit'tir. Dahası, bir büyüsüzleş­ me durumunda, ancak de facto mallar, de facto arzularımızı tatmin eden şeyler ararız. Ama aradığımız şey . . . içsel olarak iyi olan şeye duyduğumuz özlemdir aslında. (s. 270)

Darwin'in doğayla tamamen Rousseaucu bir tarzda ilişki kurduğu­ nu söylemeye çalışmıyorum; zira doğanın dehşetli, hatta mide bu­ landırıcı fenomenlerle dopdolu olduğu konusunda hiçbir şüphesi yoktu ve daha sonra göreceğimiz gibi, bunlar hakkında gayet acı­ masız Viktoryen tabirler de kullanmıştı. Gelgelelim, doğada "içsel" bir değer bulduğu da su götürmez bir gerçektir. Taylor'ın sunduğu doğayla kurulan romantik ilişki türünü benimsersek dünyanın bü­ yüsünü yeniden kazanacağını da söylemek istemiyorum. Modem deneyiminin epey bir kısmına eşlik etmiş yabancılaşma ve kayıp hissini görmezden gelmiyor ya da küçümsemiyorum. Aksine, bü­ yülenme deneyiminin modernliğe içkin olduğunu söylemeye çalışı­ yorum. Mode� deneyimin " içsel" değerine dair herhangi bir keşif bu deneyimin ne kadar merkezindeyse, araçsalcılık da en az o kadar merkezindedir; pek çok açıdan, burada tartışmakta olduğum büyü­ lenme deneyimi, asıl olarak kendi özel yaşamlarında doğayla araç­ sal olmayan şekillerde ilişki kurmak için yeterli zamanı ve parası

SEKÜLER YEN i D E N B ÜY Ü L E N M E

63

olanlara açıktır. "Manzara avı" gibi modaları olan ve Alplere turist gözüyle bakan Romantizmin gelişiminde olduğu gibi , modem do­ ğalcı bir yeniden büyülenme, modem deneyimle yeniden ilişkiye girmekten ziyade ondan kaçma tehlikesini içerir. Doğada bir sürü kötü şey olur, gayet doğal bir şekilde; o kötü şeyleri destekleyen ideolojinin bir kısmı da Darwin yorumlarından türer. Acımasız doğayı taklit etmek ahlaki bir öğüt halini alır, ama bunu yapmak tabii ki son derece ahlaksızcadır. John Stuart Mill'in pek bilinen sözleriyle, "Aslında, insanların birbirlerine yaptıkları ve hapse atılmalarına ya da asılmalarına sebep olan şeylerin nere­ deyse tümü doğanın gündelik işleridir. "40 Buradaki argüman, Mill' in anlamsız ya da delice olduğunu gösterdiği şekillerde (ki Darwin' in kendisi "Varolma Mücadelesi " başlıklı bölümün sonunda bunlar adına adeta özür dilemek zorunda kalmıştır) doğayı "takip etmek" için çıkarılmış bir davetiye değildir. Nasıl olursa olsun, doğanın yöntemlerine sorgusuz sualsiz boyun eğme ve işleyişine huşu ile hürmet etme çağrısı da değildir. Doğa karşısında içimizi dolduran huşu , doğaya dair bilgiyle ve insan kültürünün doğayla çoğu zaman ters düştüğü, kendini klima, ateş, televizyon ve bilgisayar teknolo­ jisi aracılığıyla (ki bunların hepsi aynı zamanda doğayı kullanır) ona karşı koruduğu ve ideal olarak, doğada en azından bir türün ya­ şamasını kolaylaştırdığı gerçeğinin tanınmasıyla yumuşatılmalıdır. Dünya rasyonel ve doğalcı bir şekilde açıklanır açıklanmaz anlam ve değerin dünyayı terk ettiğini ima eden büyüsüzleşme miti karşı­ sında, böyle bir açıklama tarzını desteklemek ve aynı zamanda, salt onunla olan ilişkimiz yüzünden değerin dünyaya içkin olduğunu id­ dia etmek istiyorum. Kuşların göç etmesine sebep olan içgüdüleri anladıktan sonra sökün eden heyecan (ki bunu anlamak için hiçbir gizemlileştirme­ ye ya da aşkınsal bir tine başvurmaya gerek yoktur), gözün işleyişi­ nin o muazzam karmaşıklığını fark etmenin verdiği şaşkınlık (bu mekanizmada bazı kusurlar vardır, bunlar da gözün oluşumunun ar­ kasında akıllı bir tasarımın olmadığının açık bir kanıtıdır) , canlı or­ ganizmaların, ancak çok ince ve dikkatli bir soruşturma sonucunda 40. John Stuart Mill, "Nature", "Nature " and "Utility of Religion" ( 1 874), In­ dianapolis: Bobbs-Merrill, 1 95 8 , s. 20.

64

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

keşfedilebilecek bir şekilde birbirlerine bağımlı olduklarının anla­ şılması - işte bu ve doğa ile insana dair bilimsel incelemelerin üret­ mekte olduğu bütün bilgiler, yeni büyülenme biçimlerinin birer öğesidir. B u tür bir bilginin sonucu, doğanın yaptığını yapma (bu her ne demekse artık) yolunda bir kararlılık değildir ya da olmama­ lıdır. Böyle bir bilgi, salt araçsalcılığın tehlikelerini ve insanı hissiz­ leştiren yanlarını gözardı etmeye de yol açmamalıdır. Ama şurası kesin ki, her nasılsa anlamını yitirdi diye dünyadan el etek çekilme­ melidir - hayret verici, güzel, korkutucu, cazibeli, tehlikeli, baştan çıkarıcı ve gerçektir dünya. Weber ve başkalarının ancak ereksel ve aşkınsal bir şekilde temellendirilmiş olarak tasavvur edilen bir dün­ yada deneyimlenebileceğini düşündükleri büyülenme için bir vesi­ le olarak sunar kendisini .4 1 Darwin'in doğa ile olan ilişkisi bu bakımdan örnek olarak alına­ bilir. Evet, doğaya Herschel gibi "açıklama"ya yönelik Aydınlanma temelli yoğun bir rasyonel merak ve arzuyla yaklaşmıştı. Ama bu yaklaşımında, çeşitli Darwin "kullanıcıları "nın kendi bilimsel ya da toplumsal programları üzerinde çalışmaya başladıklarında nadiren dikkat ettikleri başka bir şey daha vardı . Darwin'in nesrinin, gerek

4 1 . Taylor'ın doğaya içkin olan kutsal ile sıradan yaşamın devinimlerine damgasını vuran düzenli dini ritüellerin bulunduğu büyüyle dolu dünyadan, kut­ sal olanın ortadan kaldırıldığı dünyaya geçiş hakkındaki kısa özeti burada fayda­ lı olabilir. Kutsal yer ve zamanları niteleyen şey, onlarda "ilahi ya da mukaddes olanın mevcut olmasıdır" . Büyüyle dolu böyle bir dünyada, kutsal olanın bizatihi yönetim biçimine, özellikle de önderine, kralına içkin olduğu düşünülebilir. Ama "bilhassa da Protestan toplumlarında "büyüsüzleşme"nin ilerlemesiyle birlikte, başka bir model şekillenir olmuştu . . . . Bunda tasarım mefhumu çok önemliydi" . Kutsal olanın dünyaya içkin olduğu düşünülmüyor, bunun yerine, dünya "evren­ de daha üstün anlamları ifade etmenin hiçbir imkanının olmadığı, Newton sonra­ sı bilimle uyum içinde tasavvur ediliyordu ". Fakat evren, kendi tasarımı içinde Tanrı'nın mevcudiyetinin kanıtlarını sunuyordu (Charles Taylar, Varieties of Re­ ligion Today, Cambridge, MA: Harvard University Press, 2002, s. 64, 66). Protes­ tanlık ve bilim yoluyla kutsal olandan sekülarizme geçiş, Darwin'in teorisi tara­ fından kısmen tamamlanır. Darwin'in son hamlesi, "tasarım"ın Tanrı'nın mevcu­ diyetine delalet ettiğini inkar etmekti; ama ben kutsal ifadeden Tann'nın mevcu­ diyetinin kanıtına, oradan da tasarımda maksadın olmadığı iddiasına geçişte his­ si bir süreklilik olduğunu öne sürmek istiyorum. Darvinci büyülenme bu sürekli­ lik üzerine kuruludur ve duygu yüklü düşüncenin kendine has duygusal ve etik ihtiyaçlarını giderir.

SEKÜ LER Y E N İ D E N B ÜY Ü L E N M E

65

öne sürmeye çalıştığı şeyin, gerekse devamlı olarak meşgul olduğu doğa fenomenlerinin duygusal etkisine karşı son derece hassas ol­ duğunu iddia etmek istiyorum. Bu etki ya da "duygulanım" , doğa karşısında huşu duymakla kalmaz, sırlarını bahşetmesi ve sadakat­ sizliklerinin (bu sözcüğü kullanmamın nedeni bana epey Viktoryen görünmesi; doğa da Darwin'e öyle görünüyordu) ayrıntılı bir şekil­ de belirlenmesi için onunla girişilen sürekli bir mücadeleden doğar. Darwin'in nesrinde, bilmek demek, çok önemli bir anlamda hisset­ mek demektir. Hiç kimse, doğanın çeşitliliğini, güzelliğini ve büyü­ meye, biçim almaya, bağlantı geliştirmeye ve etkileşim içinde bu­ lunmaya dönük neredeyse sınırsız imkanlarını (kan görmeye daya­ namayan ve doğadaki dehşeti teslim eden) Darwin kadar iyi bilmi­ yor ve hissetmiyordu. Bu büyüsüzleşme anlatısı, örtük olarak, We­ ber'in düşüncesinde çok önemli bir yeri bulunan, olgu ile değerin birbirlerinden tamamen ayn olduğu, olguların ahlaki bir eylem ge­ rektirmediği varsayımına dayalıdır. "Olan"ın "olması gereken"e dönüşemeyeceği yolundaki felsefi düstur elbette ki önemlidir ve Darwin'e dair en feci yanlış kullanım­ ların bazılarına yol açan da bu düstura dikkat edilmemesi olmuştur. Fakat öte yandan, en pratik durumlarda, olgu ile değer arasındaki ayrılık son derece sunidir. Hilary Putnam kısa zaman önce olgu-de­ ğer ikiliğini yeniden ele almış ve "tüm 'değer yargılarının' doğası hakkındaki bahislerde başvurulduğu düşünülen 'değer' meflıumuy­ la doğrudan ve mutlak olarak tezat oluşturan bir olgu mefhumu" nun olmadığını öne sürmüştür:42 B u konuda büyük ölçüde mutabık olduğu pragmatistlerin görüşlerini kayda geçirerek, "değer ve nor­ matifliğin deneyimin tümüne nüfuz ettiğini " söyler (s. 30). Bunlar hiç mazeretsiz Darwin'in diline de nüfuz eder. Putnam'ın belirttiği gibi, "teori seçimi değerleri daima beraberinde getiriyorsa" (s. 3 1 ), Desmond ve Moore'un tarihsel kanıtlarla göstermiş oldukları gibi , Darwin'in teori seçiminin de değerlerle dolu olduğunu düşünebili­ riz (gerçi onun "teori"sinin doğası, Putnam'ın tartıştığı teori türün­ den farklıdır) . Teorisini desteklemek için doğadan çıkardığı ayrıntı­ ların seçimi de değerlerle doludur. 42. Hilary Putnam, The Collapse of the Fact! Value Dichotomy and Other Es­ says, Cambridge , MA: Harvard University Press, 2002, s. 26.

66

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

"Büyüleyici" bir Darwin kullanımı önerirken burada ortaya koymak istediğim şey şu : Darwin de nesnelliğe ulaşmaya çalışıyor­ du, ama onun dili olgu ile değeri en başından beri iç içe geçirir hem de sadece epistemoloj ik anlamda, olgu ve değeri haklı çıkar­ mak için teori seçmemesi anlamında değil (ki "bilimsel" argüman­ ların tümü bunu yapmak zorundadır) . Kastedilen şey daha ziyade şudur: Darwin'in baktığı şeyler, o dilin devamlı olarak açığa vurdu­ ğu gibi, ona değerli ve genellikle de ahlaki açıdan yüklü olarak gö­ rünmektedir. Dolayısıyla, benim bu kitapta yapmaya çalıştığım şey, bir yandan büyüsüzleşme anlatısını yutmuş, diğer yandan ise (daha tehlikeli bir şekilde) aşkınsal bir teselli bulma arayışında biraz ka­ fayı sıyırmış görünen bir dünyada, Darwin'inki gibi bir materya­ lizm ve sekülarizmin insani ihtiyaçların giderilmesine dönük olarak üretebileceği yeni keşifler için bir yöntem geliştirmektir. Bu nedenle, Darwin'e, onun fikirlerine ve kültürel açıdan fayda­ lı olma potansiyeline duygusal yaklaşma riskine gireceğim. B u duygusallığı bir miktar gerçekçilikle birlikte, yani Mill'in doğadaki dehşet verici olaylar hakkındaki kavrayışını; Desmond ve Moore' . un teorinin nasıl geliştiği hakkındaki anlayışlarında örtük olarak bulunan eleştirileri; soldaki teorileştirmelerin büyük bir kısmına damgasını vuran, estetik tatminlere yönelik haklı güvensizliği ak­ lımdan çıkarmadan sunmayı umuyorum. "Dünyaya bağlılığa dair herhangi bir ifade, " der Connolly, "toplumsal adalete bağlılıkla bağ­ daşmaz olarak görülerek sertçe suçlanır" (s. 1 O). Ben de tıpkı Con­ nolly gibi bu suçlamayı reddetmek istiyorum. Her ne kadar bu kitap neredeyse bütünüyle Darwin ve okurları üzerine odaklansa da, kita­ bın argümanlarının temelinde tam tersi bir varsayım yatıyor: Aslın­ da, katı olmak ve dünyaya layık olduğu sinik bir şüphecilikle bak­ mak, toplumsal adalet için harekete geçilmesini teşvik etmeye yet­ mez. Gözden kaçırdığımız yerde değeri görmek, hissetmediğimiz yerde değeri hissetmek, değerin peşinden gitmenin birer koşuludur. Yazılarındaki hissi unsurları görmezden gelen Darwin okumaları -ki çoğunlukla da bu tür okumalarla karşı karşıyayız43- Weber'in 43. Darwin'in temel argümanlarını zengin bir şekilde kavrayarak onun retori­ ğine ve işlediği kültürel kaynaklara dikkat eden Gillian Beer'in çal ışmasına bak­ madan Darwin'i bu şekilde düşünmek imkansızdır ya da öyle olmalıdır. Bkz. Gil-

S E K Ü L E R YEN İ D EN B ÜY Ü LE N M E

67

tasvir ettiği ve örneğin Pinker'ın yazılarının pekiştirdiği o büyüsünü kaybetmiş dünyayla baş başa bırakır bizi. Fakat Darwin'i, dünyaya olabilecek en derin biçimde bağlanma imkanını barındırdığını fark etmeden okumak imkansızdır. Viktorya döneminin sonlarındaki edebiyat ve kültürün o etkile­ yici tarihinin bir yönü de, pek çok saygın entelektüelin, verdiği acı­ lar karşısında görünüşte hiçbir teselli sunmayan dünyanın kasvetiy­ le devamlı olarak uzlaşma çabasından oluşur. Mutlak sekülarizm yutulacak bir lokma değildi ve pek çok güçlü sekülarist hareket di­ nin bir zamanlar temin eder gibi göründüğü manevi avuntunun en azından bir kısmını bulmaya çalışmıştı. Görmüş olduğumuz üzere, Darwin için de kolay değildi bu . Gelgelelim, Darwin'in dünyasının hiçbir hissi ya da rasyonel teselli sağlamadığını düşünme eğilimi , bu kitabın bakış açısına göre, her ne kadar belki kaçınılmaz da olsa Darwin'e dair bir başka "yanlış kullanım" dır. Darwin'in derdi tesel­ li değildi elbette, ama onun yazıları, kökenlere dair B atılı miti yeni­ den kağıda dökerken ve bu miti doğal seçilim yoluyla evrim teori­ sine tercüme ederken, organik yaşamın ayrıntılarına müşfik bir iti­ nayla bakar ve dünyaya ve onun içindeki en küçük sakinlere karşı derin bir tutkuyu yansıtır. Darwin'in dini doğada yatıyordu. Oğlu William şöyle yazmıştı: "Onun doğanın gücüne ilişkin derin kavra­ yışı dini bir his olarak adlandırılabilir . . . ama hiçbir dini görüşü yoktu. "44 Ziyadesiyle sektiler ve yoğun olan bu hissin dokusu, Dar­ win'in doğal teoloj inin erekselciliğini ortadan kaldırmaya ve bütün biyoloj ik fenomenleri bilimsel açıklamaya tabi tutmaya çalışması­ nın, baştan sona değerle, büyüyle dolu dünya anlayışıyla her şeye rağmen tamamen uyumlu olduğunu gösterir. Bu argümanı ortaya koyarken, sekülarizmi Aydınlanma'nın yüz­ yıllar boyunca düşünsel cephanesi olmuş olan saf rasyonelliğin öte­ sinde yeniden düşünmeye çalışan Connolly ve Jane Bennett gibi düşünürlerin yanına yerleştiriyorum kendimi . Viktoryenlerin gö-

lian Beer, Darwin 's Plots: Evolutionary Narrative in Darwin, George Eliot and Nineteenth-Century Fiction, Cambridge: Cambridge University Press, 2000; "Darwin's Reading and the Fictions of Development" , Kohn içinde, s. 543-88. 44. Alıntılayan James Moore, "Darwin of Down: The Evolutionist as Squar­ son-Naturalist" , Kohn içinde, s. 407 .

68

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

zünde, Aydınlanma rasyonalizminin geleneksel dini inançların da­ yanaklarının ortadan kaldırılmakta olduğu kültürün gerçek insani ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz kaldığı açıktı. Dinin kaybedilme­ si deneyimine pek çok farklı tepki verilmişti ve bunların en biline­ ni de pozitivizmdi. Peter Allan Dale, pozitivizmin "kaybolan Hıris­ tiyan bütünlüğün yerine yeterli bir şey koymaya" yönelik Romantik arayışın Viktorya dönemindeki belki de en önemli tezahürü olduğu­ nu iddia etmede tamamen haklıdır.45 "Pozitivist Cemiyet" en şaşa­ alı zamanlarında bile Londra'da ancak doksan üç üye toplayabil­ mişti . George Eliot, her ne kadar zaman zaman Comte'un ateşli bir taraftarı olsa ve "Görünmez Koroya Katılabilir miyim" ("O May 1 Join the Choir Invisible") adındaki o meşhur Pozitivist ilahiyi bes­ telemiş olsa da, Pozitivist Kilise'ye gitmeyecekti. T. R. Wright, Po­ zitivist Cemiyet içindeki hizipleşmeye dair o zamanlar yapılan şa­ kadan bahseder: "Kilise'ye tek bir taksiyle gelir, iki taksiyle ayrılır­ lardı . "46 Mill'in nihayetinde eleştirmeye başladığı ve Lewes'ın da kısmen uzaklaştığı Comte, kendi sistemini kelimenin tam anlamıy­ la bir kiliseye dönüştürmüş, az çok ortaçağdaki Katolik teokrasisi modeline dayanan ve Mill'in liberal, demokratik inançlarına zıt olan otoriter bir siyasal yapı tasarlamıştı. Ama Pozitivist Cemiyet'in hikayesi, "tanrıcı olmayan bir büyülenme" imkanını, yani bütünüy­ le sektiler bir dünya tahayyül etme çabasını savunan argümanları belki de en çok zorlayacak hikayedir. Viktorya dönemindeki Pozitivizmin çılgına dönmüş bir rasyo­ nellik olduğu söylenebilir. Fakat büyüsüzleşme anlatısına bakılırsa, o dayanılması zor sekülerleşmiş dünyayı heyecan verici bir yere dönüştürmeyi ancak çılgına dönmüş bir rasyonellik başarabilirdi. "Astronomi, biyoloji, fizik ya da kimyadaki buluşların dünyanın anlamı hakkında bizlere bir şeyler öğretebileceğine -doğa bilimle­ rinde gerçekten de bulunabilen o koca bebekler dışında- hala kim inanır? "47 Weber burada yine büyüsünü kaybetmiş dünya anlatısını

45 . Peter Allan Dale, in Pursuit of a Scientific Culture, Madison: University of Wisconsin Press, 1 989, s. 4-6. 46. T. R. Wright, The Religion of Humanity, Cambridge: Cambridge Univer­ sity Press, 1 986, s. 4. 47 . Max Weber, " Science as a Vocation " , Gerth ve Mills içinde, s. 1 42.

S E KÜ LER YEN İ D E N B Ü Y Ü LE N M E

69

kurmakta ve alışıldık bir şekilde, Putnam'ın yok etmeye çalıştığı ol­ gu�değer ikiliğini vurgulamaktadır: Teoride ve pratikte, bilimsel düşünce ile siyasi, etik ve estetik değer arasında köklü bir ayrım vardır ve olmalıdır. Weber bilimin tam da, "işin içinde gizemli ve ölçülemez hiçbir güç olmadığını " iddia ederek " anlam"ı dünyadan kovduğunu öne sürer. "Gizemli güçler olduğuna inanan vahşilerin yaptığı gibi, ruhlara hükmetmek ya da yakarmak için sihirli araçla­ ra başvurmaya gerek yoktur artık. " Bu da demektir ki, der Weber, "dünya büyüsünü kaybetmiştir" (s. 5). Weber'e göre, bilimin insan yaşamı ve davranışı açısından önem­ li olan "anlam"ı ortaya sermek için yüzünü doğaya çevirmesi nafile bir çabadır. Büyüsüzleşmenin alternatifi, rasyonelliğin belirleyici bir değer olduğu dünyada değil, sekülaristler ve gelişkin bir mo­ dernlik için imkansız bir seçenek olan dinde bulunabilir. Weber "dinsel yorumlar"ın ahlaki eylemlerin haysiyetine katkıda bulunup bulunmadığından şüphe eder. "Rasyonelleşme, düşünselleşme ve her şeyden öte, 'dünyanın büyüsünü kaybetmesi' zamanımıza dam­ gasını vurmuştur" (s. 1 1 ) . O halde, Weber'in argümanındaki terimle­ ri kabul edeceksek, bu kitaptaki çabamı da bir "koca bebeğin" çalış­ ması olarak görmeliyiz; zira Darwin'in yazılarının, edebi bir dikkat­ le okunduğunda, "ruhlara hükmetmek ya da yakarmak için sihirli araçlara başvurmak" zorunda kalmadan, tanrıcı olmayan bir büyü­ lenme imkanı sunduğunu söylemeye çalışıyorum. Gelgelelim, olgular dünyasında anlam ve değer bulmaya yöne­ lik, günümüzde Putnam'ınki gibi çabalara kadar uzanan mühim bir tarih vardır - mantıksal pozitivizm c;leğil de erken dönem pozitiviz­ mi ise bu çabalardan biridir. Pozitivizm rasyonel bir büyülenmeye ulaşma çabasında başarısızlığa uğramıştı . Bunun bir sebebi , çabası­ nın o çelişkili niteliğiyle yeterince uğraşmamıştı ve sonraki Poziti­ vizm ise aklı ve duyguyu birbirinden o kadar ayırmıştı ki, Weberci bir büyüsüzleşme mümkün olan tek çözüm haline gelmişti. William James, coşkulu bir sekülarist olan W. K. Clifford'ın yazılarında bul­ duğu muzaffer rasyonellik havasına karşılık olarak, insanların bu yavan un çorbasından daha fazlasına ihtiyacı olduğunu ve "rasyo­ nel" olanın çoğumuz için en yüce değer olmadığını vurgulamıştı . Rasyonel olanın daima insan ihtiyaçları ve arzularıyla sınırlanmış olduğunu öne sürmüştü. Clifford'ın (ki James ona "o tatlı en/ant ter-

70

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

rible*" der) " Herhangi bir kişinin, herhangi bir yerde, yetersiz kanıt üzerine herhangi bir şeye inanması daima yanlıştır, " yolundaki ve­ cizesini tartışmaya açar. James, insani inançların karmaşası, " irade" ­ nin, "korku v e umut, önyargı ve tutku, taklit v e tarafgirlik, kastları­ mız ve konumlarımızın etrafımızda yarattığı baskı gibi etkenlerin" ister istemez işin içine karışması üstünde durur.48 James'e göre, bu durum nihayetinde insan aklının bir başarısızlığı değil, onun bir ko­ şuludur ve rasyonel tercih her zaman arzu ve ihtiyaçla iç içe geç­ miştir; bunlar olmadan hiçbir anlam ifade etmez. Weber'in tezinde merkezi bir yer tutan, düşünsel olanla hissi olan arasındaki bölün­ me J ames'in tezinde işlemez; zira düşünme sürecinin tümü, düşü­ nen insanın bütününü kapsar. "Canlı bir edim olan algılamada, ışıl­ dayıp parıldayan ama asla yakalanamayacak olan, tefekkürün ona ulaşamayacak kadar geç başladığı bir şey vardır daima" (Varieties, s. 497). Her gün karşı karşıya kaldığımız şeylerin önemli bir kısmına salt rasyonel bir temelde karar veremeyiz ve insanlar rasyonel ola­ rak karar verilemez seçeneklerden birini seçtiklerinde, daha kasvet­ li olanı seçmenin anlamı yoktur. "Kısaca belirtmem gerekirse, " der James, "savunduğum tez şöyledir: Tutkuya dayalı doğamız, tabiatı

gereği düşünsel temeller çerçevesinde karar verilemeyecek olan sahici bir seçenekle karşılaştığında, önermeler arasında bir seçe­ neğe meşru bir şekilde karar verebilir ve vermelidir de" (Will to Be­ lieve, s. 1 1 ). Ve pek az önerme haricinde, salt düşünsel temeller ye­ tersiz kalacaktır. James'in en derin felsefi ve bilimsel sorunların kalbindeki insani duygu ve ihtiyacın dokusuyla ilgilenmesi, mo­ dem doğalcılık ve sekülarizmin büyüsüzleştirmesine verdiği pozi­ tivist olmayan yanıtıydı . Weber'in büyüsüzleşme anlatısı, "düşün­ me"nin Connolly tarafından ve onun " amigdala" bahsiyle güncel­ leştirildiğini belirttiğim işleyişi konusunda hatalı bir tasvir olmak­ tan kaçamamaktadır. * Bire bir çeviriyle "korkunç çocuk" anlamına gelen bu Fransızca deyim, "korkunç" açık sözlülüğüyle yetişkinleri utandıran çocuklar için kullanılır. Webs­ ter 's sözlüğü enfant terrible'yi ayrıca geleneksel kalıpların dışına çıkan başarılı, yaratıcı, avangard kimse olarak tanımlıyor. -ç.n. 48. William James, "The Will to Believe" , The Will to Believe and Other Es­ says in Popular Philosophy ( 1 897), New York: Dover Publications, 1 956, s. 9.

SEKÜ LER Y E N İ D E N B Ü Y Ü L E N M E

71

Connolly meseleyi James'in yolundan takip ederek, Weber'in son derece kendinden emin ve kasvetli bir şekilde tasvir ettiği sekü­ larizme meydan okur. Sekülarizmin açmazlarından birinin de şu ol­ duğunu iddia eder: " [Sekülarizmin,] yaşadığımız düşünce yüklü yoğunluklar dizisini unutması ya da küçümsemesi kendisini yanlış tanımasını gerektirir ve onu, varlığın içsel yapısını vurgulayan her­ hangi bir kültür ya da etik pratik hakkında hafife alıcı yorumlarda bulunmaya teşvik eder" (s. 29). Burada W. K. Clifford'ın kılı kırk yaran düşünsel önceliklerinden Jamesvari bir uzaklaşma vardır.49 Connolly'nin sekülarizm eleştirisi, "kamusal hayattan bertaraf edi­ lemeyen, düşünme, önyargı ve hissiyat gibi içsel yoğunlukların ar­ güman, rasyonellik, dil ya da bilinçli düşünceye daima eşlik ettiği ve çeşitli derecelerde şekil verdiği " (s. 3 6) yolundaki geniş bir kav­ rayışı da beraberinde getirir. İnsanın bu şeylerden azade olduğu şeklindeki "bilimsel " iddia, Aydınlanmacı bir sekülaristin isteyebi­ leceğinin tam tersine, gizli bir otoritarizme çıkarılmış tehlikeli bir davetiyedir. Anlatmaya çalıştığım şey şu aslında: Connolly ve James'e göre, aşkın olanın defedildiği bir dünyanın ortasında hala "küçük büyü­ lenme mekanları" vardır (s. 1 7 ). Weber bu tür anlardan ya da bu tür anların olabileceğinden bahsetmez ve modernliğin dünyayı büyü­ sünden arındırdığı hakkındaki yorumu, kendisini Connolly'nin şi49. Clifford'a karşı örtük bir muhabbetten fazlasını hissettim her zaman, çün­ kü rasyo�ellik konusunda son derece ihtiraslıdır. Bu bir paradoks değildir aslında ve gerek James'in gerekse Putnam'ın epistemolojik çalışma anlayışlarıyla uyum­ ludur. Clifford, neredeyse dinsel bir yoğunlukla, epistemolojik sadeliğin ahlaki zorunluluğuna inanır. Kendisinin ve zamanındaki pozitivistlerin sahip olduğu şöhretin sorunlu tarafı, rasyonelliğe duydukları "tutku"nun ancak küçük bir ente­ lektüel grubunun paylaşabileceği bir şey olmasıydı. Clifford, " İ nancın Etiği" baş­ lıklı dersinde olduğu gibi, epistemolojik sorunları ahlaki sınavlara tabi tutar: Ör­ neğin, gemi sahibi olan bir insan, denize dayanıklı olup olmadığına dair elinde yeterli kanıtlar olmadan gemisinin denize çıkmasına izin vermeli midir? B una izin verirse, insanlar bu karar yüzünden ölebilirler. Gemi sahibi geminin denize dayanıklı olduğuna gerçekten inansa bile bu doğrudur. Clifford şöyle der: "Mese­ leye ilişkin güçlü bir inanç besleyen, beslemek isteyen hiçbir kişi, onu sahiden de şüphe içinde ve tarafsızmış gibi tam bir hakkaniyet ve bütünlükle soruşturamaz; adil bir sorgulama üzerinde temellenmemiş bir inancın varlığı, bu gerekli görevin yerine getirilmesini engeller. " Lectures and Essays, Londra: Macmillan and Co. ,

1 902, 2: 1 68 .

72

DARWI N S İ Zİ SEVİYOR

kayet ettiği türden bir sekülarizme bağlamasına olanak tanır. Elbet­ te, modem B atı kültüründe kültür ve tavırlar açısından gerçek bir değişimden bahsetmektedir, fakat büyülenmenin, Jane Bennett'ın işaret ettiği gibi, ereksel bir dünya görüşüne ve "ilahi bir yaradan "a bağımlı olduğu fikrini sorgusuz sualsiz kabul etmektedir (s. 1 2) . so Bennett'a göre, dünyaya değer katan bu büyülenme anlarını sadece doğal dünya sağlamaz; "büyülenme"nin kalıcı ve bütünsel bir du­ rum olabileceğine de inanmaz. Büyülenme, daha ziyade "kendine has bir ruh halidir" (s. 34) . "B üyülenmiş bir hayat tarzından ziyade, büyülenme anları olan bir hayat sürüyorum," der (s. 1 2). Büyülen­ me hallerini "zamandaki noktalar" olarak, insanın hayatında nadi­ ren vuku bulabilseler de hayatı anlam ve değerle doldurup, Words­ worthçü gelenek içinde, daha zengin ve daha tam hale gelen hatıra ve bağlantılar uyandıran anlar olarak adlandırmak uygun olabilir. O halde, büyülenme lehindeki argüman, büyüyle dolu, Taylor'ın tabi­ riyle "kutsal olan"ın dünyasının, Weber'in kaybolmuş olarak gördü­ ğü dünyanın tasdiği değildir; rasyonellik iddialarının değil de ce­ maat, ahenk ve dine dair premodem ideallerin hükmettiği bir kültü­ rün her nasılsa daha mutluluk verici, daha tatminkar ve tatminli ol­ duğu, kalıcı bir büyülenme durumu içinde bulunduğu yönünde nos­ taljik bir iddia değildir. Burası o ideal geçmişin gerçekliğini tartış­ mak için uygun yer değit. Ayrıca zamandaki o noktaların, o küçük büyülenme anlarının bizi, modem insanlar için artık mümkün ol­ mayan gelenek ve inançlara dayanan organik ve yaygın büyülen­ meye geri getireceğini iddia etmek de istemiyorum (zaten ne Ben­ nett ne de Connolly böyle bir şey söylüyor). Söylemeye çalıştığım şey şu : Ortaçağdan kalma ideallerden mahrum olan dünya değer yüklü ve sevilesi olabilir. En azından kısmen, en azından bazen. Bennett'ın büyülenmenin ne olduğuna ilişkin tasvirine dikkat et­ meye değer, çünkü gerek Darwin'in yazıları ve deneyiminin, gerek­ se Darwin'e dair ve onun aracılığıyla doğal dünyaya dair kendi ola­ sı deneyimimizin büyülenme imkanları sunduğunu iddia ediyorum. "Büyülenmek demek, aşina olunan şeylerin ve gündeliğin ortasında 50. Aynca bkz. s. 34, 45-6. "Büyüsüzleşme taraftarları , bu kaybın matemini tutanlarla, ancak ereksel bir dünyanın büyülenmemize layık olduğu varsayımını paylaşırlar" (s. 1 1 ).

SEKÜLER YEN İ D E N B Ü Y Ü LENME

73

yaşamakta olan olağanüstü şeylerin gözünüze ilişip sizi sarsması demektir" (s. 7). " Büyülenmiş diye adlandırdığım ruh hali," der B ennett, "yeni olan ve henüz zihinsel işlemden geçmemiş bir karşı­ laşmanın o tatlı sihri"ni ve "altüst olma ya da mevcut duyusal-ruh­ sal-düşünsel halinizden çekip çıkarılma hissi"ni içerir. Sizde "bir tamlık, doluluk hali ya da canlılık durumu , sinirlerinizi veya dola­ şım ve odaklanma güçlerinizi yeniden düzene soktuğunuz ya da on­ lara yeniden hayat verdiğiniz hissi "ni yaratır. "Kendinizi canlanmış hisseder, çabucak geçip gitse de hayata dair çocuksu bir heyecan duyarsınız" (s. 5). İşte burada, kendimizi savunmak durumunda kal­ madan, Weber'in "koca bebekler" ine geri dönmüş oluyoruz. Bennett'ı uzun uzadıya alıntıladım çünkü onun çalışması, "aş­ _ kınsal tasarıma, erekselliğe ya da ilahi bir yaradan" a iman etmeden dünyaya değer verilebileceğine dair güçlü bir görüş oluşturma ça­ balarının -ki henüz böyle az çaba var- en sağlamlarından biri . Ben­ nett "tasarlanmamış bir evrenin her şeyden önce soğukkanlı bir araçsalcılığı gerektirdiği inancını çürütmek" ister (s. 34 ) . Değeri do­ ğal dünyanın içinde aramak, bizi Mill'in "Doğa" adlı yazısında tas­ vir ettiği o kasvetli ve acımasız vizyona ya da ahlakın -doğal seçi­ lim etiği tarafından kuşatıldığımız için- "mahkum ikilemi"ne bağlı olduğu o salt formülsel, kalpsiz dünyaya götürmez. B ütün özgeci­ liklerin karşılıklı olması gerekmez; gerçek özgecilik, en haşin sos­ yobi yologların çoğunun bile teslim ettiği üzere, bizler için müm­ kündür.s ı Bennett, "Herhangi bir şeyi önemseyebilmeniz için önce

5 1 . Bkz. Richard Dawkins , The Selfish Gene ( 1 976), Oxford: Oxford Univer­ sity Press, 1 999 ; Türkçesi: Gen Bencildir, çev. Asuman Ü . Müftüoğlu, Ankara: TÜBİTAK, 2007. Dawkins günümüzde, insan yaşamı da dahil olmak üzere yaşa­ mın tümüne dair yapılan açıkmalarda doğal seçilimin önceliğini savunan argü­ manlarda çoğu zaman merkezi bir metin olarak görülen kitabında, özgecilik kav­ ramını psikolojik ya da ahlaki anlamda kullanmayı bilhassa reddeder. Ona göre, özgeci olmak, "kendi sıhhatinin pahasına da olsa başka bir varlığın sıhhatini artı­ racak şekilde" davranmak demektir (s. 4). Kitabın başlığındaki "bencil" sözcüğü bir tür kışkırtmadır, fakat Dawkins aslında bazı insanların sahiden de özgecil ni­ yetlerle davranıp davranmadığıyla ilgilenmez. Tek ilgilendiği şey, davranışın tür­ lerin bekası üzerindeki "gerçek etkileri"dir. " Ö zgecilik", Gen Bencildir'in ilk baş­ ta çözmeye niyetlendiği sorundu; grup seçiliminin olabileceğini savunan argü­ manlar yavaş yavaş saygınlık kazanmaya başladıkça, evrimde doğal seçilimin ha­ kimiyetini savunan topluluk içindeki tartışmalar giderek gerçek özgeciliğin

74

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

hayatı sevmeniz gerekir, " diye ortaya koyduğu iddiasını izleyerek, eğer çoğu zaman ileri sürüldüğü gibi "takdire layık bir yüce gönül­ lülüğü teşvik edebilecekse, gözleri dünyadaki harikaları görmek üzere eğitmenin bir nevi akademik görev olması gerektiği "ni belir­ tir (s. 1 O). Estetik bir zevkusefayı tasvir etmeye çalışmıyordur Ben­ nett. O da tıpkı Connolly gibi bir siyaset felsefecisidir ve büyülen­ me konusuyla Weber'in büyüsüzleşme anlatısını sorunsallaştırmak için ilgilenmektedir. Bu ilgi son ucunda ulaşmak istediği şey bir tür tekbenci estetikçilik, doğanın ya da teknolojinin mucizelerini bir müzedeki nesnelere bakar gibi deneyimlemek değil, toplumsal cö­ mertliği geliştirmektir. Bennett, büyüsüzleşme anlatısının bir "hika­ ye" den ibaret olmadığını, dünyada var olan bir işleyiş olduğunu id­ dia eder. Ve bu anlatının elbette bazı sonuçları vardır. B ana kalırsa, asıl iki sonuç vardır. Birincisi, çağdaş deneyimin sürekli olarak azımsanmasına, teknoloji, bilim, toplumsal planlama ve benzerlerinin sonucu olan yeninin, modernlik öncesi dönemler­ de hayata anlam veren büyük geleneksel değerleri hiç durmadan tahrip ettiği ve bizatihi doğanın anlamdan arındırıldığı hissine yol açar. (Ayrıca, tarihte bir "altın çağ" olduğu görüşünü, asla geçmişe bakışın ve modem hüsranların ima ettiği kadar "altın" olamayacak bir geçmişe dair derin bir nostaljiyi içerir.) İkincisi, bütün anlam ve değerin dinden ve dünyaya erekselci bir şekilde bakılmasından gel­ diğini varsayar. Dünya bunlar olmadığında, araçsalcılık, açgözlü­ lük, toplumsal kargaşa, küreselleşme ve homojenleşme gibi güçler karşısında cemaatin dağılmasına, yani Weberci bir nihai anlamsız­ lığa mahkumdur. Bu tavırlar aslında bir anlamda kendi kendini te­ yit eder; zira ortada değerli hiçbir şey yokmuş, sadece araçsal şey­ ler varmış gibi davranmanın, çoğu zaman "Darvinci" diye adlandı­ rılan o vahşi dünyanın yaratılmasının önünü açması muhtemeldir. Darwin her ne kadar teorisinin yaratacağı sonuçlar konusunda, ilerleme fikrini (en azından insanlığın yaşamı açısından ilerleme mümkün olabileceğine doğru ilerlemeye başladı. Ö zellikle bkz. David Sloan Wil­ son, Darwin 's Cathedral, Chicago: University of Chicago Press, 2002. Wilson özgecil davranışların doğalcı bir şekilde açıklanmasına bütünüyle bağlıdır, ama özgeciliğin grupların başarısında bencillikten daha üretken olduğu kanaatindedir. Aynca hakim durumdaki evrimci biyoloji akımına karşıt olarak, grup seçiliminin olabileceğini etkileyici bir şekilde savunur.

SEKÜ LER Y E N İ D E N B Ü Y Ü L E N M E

75

fikrini) içeri buyur edecek kadar tedirgin olsa da, Türlerin Köke­ ni 'ndeki argümanı bunun önüne geçer gibidir. Türeyiş'in sonlarına doğru, Darwin'in tahayyül ettiği dünyanın kusursuz olmadığını, bu dünyanın kusursuzluk için sunduğu imkanları, dünyaya ve insanın dünyayla kurduğu ilişkiye içkin olan derin insani anlam ve önemi ima eden irkiltici bir paragraf vardır. Doğal seçilim rekabet yoluyla işlediği için, her bir bölgenin sakinleri ancak kendi üyelerinin kusursuzluk ölçüsüne göre uyum sağlar; bundan dolayı, bir bölgeye sonradan, başka bir topraktan gelip yerleşmiş türlerin mensuplarının [naturalised productions] , genel görüşe göre o bölge için özel olarak yaratılıp uyum sağlamış asıl sakinleri mağlup edip onların ye­ rine geçmelerine şaşırmamalıyız. Keza, muhakeme edebildiğimiz kadarıy­ la, doğadaki hünerlerin tümü mutlak olarak kusursuz değilse ve bunların bazıları bizim uygunluk fikrimize taban tabana zıtsa, buna da hayret etme­ meliyiz. Arının kendi ölümüne sebep olacak şekilde kendisini sokmasına, erkek anların tek bir iş için muazzam miktarlarda üretilmesine ve ardından kısır kız kardeşleri tarafından boğazlanmasına, köknar ağaçlarımızın insa­ nı dumura uğratacak şekilde ortaya saçtığı polen artıklarına, kraliçe arının doğurgan olan kendi kızlarına duyduğu içgüdüsel garaza, ichneumonidae' nin tırtılların canlı bedenleri içinde beslenmesine ve buna benzer vakalara hayret etmemeliyiz. Doğal seçilim teorisi içindeki mucize şudur ki, mutlak kusursuzluğun olmadığı daha çok vaka gözlenmemiştir. (s. 472)

Belki de bu paragrafta "kusursuzluk" ve ilerleme, yani bir tür erek­ sellik olasılığını nihai olarak dışlayan bir şey yoktur; zira "başka topraklardan gelip yerleşmiş türlerin mensupları " , giderek kusur­ suzlaşan bir uyum sağlama kabiliyetinin oluşması için sürekli ola­ rak bastırabilir ve böylece "başka topraklardan" gelecek yeni istila­ cıları en sonunda mağlup edebilir. Ama Darwin bize bu hikayeyi anlatmaz ve baştaki bu açıklama bu imkanların önünü kapatır. Pa­ ley'de her zaman kusursuzluk anlamına gelen uyum sağlama, "an­ cak kendi üyelerinin kusursuzluk ölçüsüne göre"dir. "Üyeler"deki değişim l e r , iklimdeki değ i ş imle r, evrimsel gelişmeyi yolundan sap­ tırır, bazı türlere son verir ve başka türleri üretmeye başlar. Burada­ ki ereksellik çok uzak bir tasavvur gibi görünür. Ve pasajın örtük olarak mümkün ve hatta genel olduğunu ima ettiği "mutlak kusur­ suzluk" -Paleyci vizyona bir taviz midir bu?- kendiyle çelişmeye başlar; çünkü bütün türler ancak bütünüyle sabit ve değişmez bir doğal ortamda oturdukları sürece "kusursuz "durlar. Darwin'in bu

76

DAR WI N S İ Z İ S EVİYOR

"kusursuzluk"taki kırılganlığı anlamış olması, Türlerin Kökeni'nde, en kusursuz tür olan insanlar hakkında konuşmaktan -kendini ko­ ruma amacıyla- kaçınmasından bellidir zaten. Fakat açıkça ifade edilen argümandan daha çarpıcı olan, parag­ rafın geri kalan kısmındaki dehşet verici şeylerin ve ucubeliklerin nitelikleridir. Bunlar pek de "büyüleyici" şeyler değildir, ama bu ki­ tabın bulup tartışmak için en çok ilgileneceği türden tipik bir Dar­ vinci tınıları vardır. Öncelikle, paragrafın temel insan ilişkileri ve beklentilerine ne kadar dayandığına ve bunlara ne kadar başvurdu­ ğuna işaret etmek gerek. Sunulan listeyi kuşatan his ise Darwin'in okurlarını vazgeçirmeye niyetli olduğu "şaşkınlık"tır: "şaşırmama­ lıyız" . Ama şaşırırız, Darwin bunu bilmekte ve o da şaşırmaktadır. "Genel görüş"ü benimsemi ş Paleyci okur, bu li steyle nasıl başa çı­ kacağını bilemeyecektir. Aslında neredeyse daima hayret etmekte olan Darwin'in kendisi "hayret etmemeliyiz" der ve ardından insan­ da hayret uyandıran bir dizi şeyi sayıp dökmeye başlar: kendini yok eden arı, " insanı dumura uğratan artıklar" , o ürkünç asalaklar. Bu­ radaki dil, insanla olan akrabalığı ve doğal dünyanın pek çok kısmı­ na damgasını vuran ahlaki korkuları vurgulamak istercesine, nere­ deyse saldırgan bir şekilde insanbiçimcidir: Erkek arılar "boğazla­ nır" , " kraliçe arı doğurgan olan kendi kızlarına . . . içgüdüsel bir ga­ raz" duyar. Hoş bir görüntü değildir bu, ama bu görüntünün son derece güç­ lü bir şekilde ahlakileştirilerek kağıda dökülmüş olması önemlidir. Böyle bir pasaj bir yandan Darwin okumalarında gayet yaygın olan "yaban bir hayat süren" doğal dünya tasavvurunu teşvik edebilirse, öte yandan bize değerle dolu bir dünya anlayışı da sunabilir. Boş ve anlamsız değil, korkutucu ve ürkütücüdür bu dünya ve etik değer ile etik mücadele bu dünyanın her yerine dolanmıştır. Dahası, bun­ lar hayret edilecek şeylerdir; zira her şeyin ancak bir yere kadar mümkün olabileceğini düşünürken bu imkan menzilini genişletip bizi sarsarlar. Sunduğu listenin, "bizim uygunluk fikirlerimizle taban tabana zıt" olduğunu söyler Darwin. Çalışmasının neredeyse her yerinde olduğu gibi, mensubu olduğu kültürün varsayımları olarak gördüğü şeylerin önemini ve hatta kaçınılmazlığını verili kabul eder. Darwin doğal dünyaya tamamen Viktoryen bir beyefendinin gözleriyle ba-

SEKÜLER Y E N İ D E N B ÜY Ü L E N M E

77

kar ve her ne kadar bu durum çoğu zaman, kurmuş olduğu bilimin Viktorya toplumundaki hakim muhafazakar güçlerle girdiği ideolo­ jik suç ortaklığının bir işareti olarak görülmüş olsa da, dünyaya bu şekilde bakmanın taze ve yaratıcı düşünme imkanlarını da açtığını, dünyayı değerle doldurduğunu, doğal fenomenlerin etik önemine işaret ettiğini ve dünyayı esas itibariyle büyüyle dolu bir yer olarak bıraktığını söylemek istiyorum. Darwin, argümanları ve tasvirleri­ ne nesnel bir temel kazandırmak için çalışsa da, yazılarını büyük bir titizlikle kişisellikten arındırmaz; bir bilimci ve doğayla yoğun, duygu yüklü bir ilişki kuran, şefkatli, müşfik, geleneklere bağlı ve hürmetkar bir adam olarak yazar. Olgu ve değer, retoriğinde ve bi­ limsel tahayyülünde yan yana durur. Gençliğinde az çok adetlere uygun bir şekilde benimsemiş oldu­ ğu dinden giderek uzaklaşırken bile böyle davranmıştır. Doğadaki ucubelikleri içeren bu ürkütücü liste, ortaya koyduğu ayrıntılarla, Darwin'in bütün o karmaşıklığı içindeki yaşama derin bir şekilde değer vermesinin aşın bir duygusallaştırmayı beraberinde getirme­ diğini; aksine, doğada Mill'in caniyane diye tarif edeceği iğrenç şeylerin de olabileceğini gösterir. Darwin, otobiyografi sinin ilk bas­ kısında Emma Darwin tarafından çıkarılan kısımlarında dinden bahseder. Orada, mutluluk ve hayattan zevk almanın, "doğal seçili­ me inanmayla" bağdaşmaz olmadığını ileri sürer. Aslında doğal se­ çilim, dinin asla tatmin edici bir şekilde yapamayacağı gibi, dünya­ da çekilen ve Darwin'i de son derece rahatsız eden o ıstırabı izah ed­ er. Bu izah bir haklı çıkarma değildir tabii ki, ama insanın anlama­ sına yardımcı olur - bir anlam ifade eder. Doğal seçilim "işleyişin­ de kusursuz değildir, fakat harikulade karmaşık ve değişken koşul­ larda başka türlerle girilen hayat kavgasında, her bir türü mümkün olduğunca başarılı kılmaya meyleder. "s2 Kusursuz olmamak ve ha­ rikulade değişken koşullar, Darwin'in dünyasının birer koşuludur. Darwin'in doğal seçilimin mutluluğun ıstırap karşısında ağır basmasını garanti ettiğine ilişkin argümanında bir parça safsata ( ca­ suistry) olabilir, ama doğal seçilimin dünyanın neden ıstırapla ve ichneumonidae'ninkiler gibi son derece korkutucu faaliyetlerle do52. Charles Darwin, The Autobiography of Charles Darwin , ( 1 887), Nora Barlow (haz . ), New York : W. W. Norton, 1 958, s . 90.

1 809- 1 882

78

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

lu olduğunu açıkladığını söylerken gayet nettir. Darwin doğal dün­ yayla girdiği ilişkinin yoğunluğuyla, okurlarına, incelemelerinin çoğu zaman açığa çıkarmış olduğu kusur, gaddarlık ve kayıtsızlık­ ları en zengin şekilde telafi etme imkanını sunuyordu. Robert Ric­ hards'ın yakın zamanlarda belirttiği gibi, özenle okunduğunda Dar­ win'in yazılarının -"doğal seçilim"e dair pek çok modem kullanı­ mın tasvir ettiğinin tam tersine- manevi ya da ahlaki bir pusula ol­ maksızın mekanik bir şekilde işleyen bir dünya önermek bir yana, doğayı bütün o dehşet verici nitelikleri ile beraber, esas itibariyle yardımsever ve özgecil olarak tahayyül eden o büyük romantik ede­ biyat ve düşünce geleneğine ait olduğu anlaşılacaktır.53 Ben ise in­ sanların daha müşfik, daha nazik Darwin vizyonunu kabul etmesi­ ni değil, onun yazılarının olgu-değer ikiliğinin çöküşü için nasıl da mükemmel bir model sunduğunu ve dünyaya özen göstermenin, onun büyüleyici güçlerini hissetmenin, doğalcı açıklamanın ötesine adım atmayı reddeden bilimsel bir yaklaşımla tamamen uyumlu ol­ duğuııa dair esaslı bir gösterge haline geldiğini anlamasını teşvik etmek istiyorum. Darwin, "Tüm varlıkları özel yaratımlar olarak değil de, Silür­ yen sistemin ilk tabakasının çökelmesinden uzun zaman önce yaşa­ mış birtakım varlıkların torunları olarak gördüğümde, benim gö­ zümde asalet kazanıyorlar, " ( Origin, s . 489) derken şaka yapmıyor­ dur. Darwin'in yazılarının hiçbir yerinde, dünyada bulunan şeyler­ den dünyeviliği ahlaksız gösterecek şekilde tiksinildiğini göremez­ siniz. Darwin atalarının "aşağı " hayvanlar olmasından asla rahatsız­ lık duymamıştı ; bu gelişimin tahayyül edilmesi ise gerçekten heye­ can vericiydi. Darwin'in dünyası daima doğalcı bir açıklamaya işa­ ret etse de, aynı zamanda yüce olana; sonsuz zamanın, şaşırtıcı kar­ maşıklığın, karşılıklı bağımlılığın ve paradoksun insanın aklını ba­ şından alan tahayyülüne de yönelir ve tüm bunlar ilahi bir şekilde inşa edilmiş doğanın ürettiği söylenen "büyülenme"nin yerini alır. Jane Bennett'ın "büyüsünü kaybetmiş " bu dünyada büyülenme imkanları olduğunu vurgulama çabası, kendini yalnızca doğayla sı­ nırlamaz. Darwin'in nesri modem teknoloji ile ilişkili olmasa da, 5 3 . Bkz. Robert J. Richards, The Romantic Conception of Life: Science and Philosophy in the Age of Goethe, Chicago: University of Chicago Press, 2004.

SEKÜLER YEN İ D E N B Ü Y Ü L E N M E

79

Bennett'ın "doğa"nın ötesindeki modem büyülenme hakkındaki ar­ gümanlarını düşünmek faydalı olabilir (çünkü böyle yapmak Dar­ vinci yönteme uygundur bence) . Bennett'a göre büyülenme, Donna Haraway ve B runo Latour gibi tarihçi ve (elsefecilerin tasvir ettiği türden başkalaşımların özgül bir etkisidir. "Son zamanlardaki mo­ dem biçim değiştirmeler (morphing) ve Paracelsiusvari iç içe geç­ meler, organik, fantastik, ticari, bilimsel ve ahlakileştirici güçlerin huzursuz karışımlarıdır. Bu iki dizi arasında koşutluk kurulduğun­ da, günümüzdeki biçim değiştirmelerin büyüleme etkisi artırılabi­ lir" (s. 50). Bennett'ın açıklamasına göre, büyüsünü kaybetmiş mo­ dernliğin dünyası, bir dönüşümler dünyası olup çıkar. Darwin'inki de bir dönüşümler dünyasıdır. O bize siborglar sun­ maz elbette; ama kültür, Türlerin Kökeni yazıldıktan sonra, insanla­ rın kendi içlerinde insan olmayan hayvanların şeceresini taşıdığı ve tıpkı diğer canlılar gibi potansiyel bir dönüşüm durumunda olduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalmıştı . Darwin insanın Türeyi­ şi'nin başlarında bir çift örnek sunar. Bunlardan ilki , bir insan emb­ riyonunu bir köpek embriyonunun hemen üzerinde gösterir. Dar­ win bunların peş peşe konulmasının, ikisi arasındaki şaşırtıcı ben­ zerliğin okuru sarsmasını bekler. B iri diğerine doğru "biçim değiş­ tiriyordur" sanki ve Darwin Huxley'ye atıfta bulunur: "İnsanın oluş­ ma tarzı ve gelişiminin ilk aşamaları, ölçekte hemen kendisinin al­ tında bulunan hayvanlarınkilerle aynıdır. "54 Darwin'in insanların "aşağı" organizmalardan türediğini vurguladığını neredeyse herkes bilir, ama bu vurguyu burada, Bennett'ın modernliğin sürekli olarak biçim değiştiren koşullarında büyülenme anlarının mümkün oldu­ ğunu savunduğu argümanıyla bir arada okumak gerekir. İkinci örneğin ise benzer, belki biraz daha örtük bir psikoloj ik etkisi vardır, fakat bu örnek insanları en az Darwin'in zamanında ol­ duğu kadar şaşırtır. Burada bir insan kulağı ile "içeri kıvrılmış kı­ sımdan veya helezondan dışarıya çıkıntı yapan küçük, küt bir uca" işaret eden bir ok yer alır. Darwin diğer antropoitlerin de benzer noktalan olduğunu gösterir ve iddia ettiği gibi, ne kadar ufak olur­ sa olsun bütün özellikler belirli bir nedenin sonucu olmak zorunda 54. Charles Darwin, The Descent of Man, and Selection in Relation to Sex, Princeton: Princeton University Press, 1 98 1 , s . l 7.

80

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

olduğu için, bu "uç" da "eski sivri uçlu kulakların emaresi" olmalı­ dır. Bu pasajı okuduğunu bildiğim herkes ve kendilerini sınamak üzere okumaları için verdiğim arkadaşlarımın tümü ellerini hemen kulaklarına götürür, sonra bu noktaya sürter ve sivri kulaklı atala­ rıyla olan bağlantılarını hissetmeye çalışır. Benim asıl çarpıcı bul­ duğum şey bu hareketin hissedilen niteliğidir. Eğer bu duygu bir büyülenme değilse, o şaşkınlık anını, insanın milyonlarca yıl önce­ sine kadar uzanan bir geçmişle temas içinde olduğunu ve aynı za­ manda yaşayan bütün diğer insanlar ve bütün diğer memelilerle de ortak bir bağı olduğunu akla getiren o olağanüstü samimi hissi na­ sıl adlandırırız, bilemiyorum doğrusu. Ama bu an bize Darwin'in argümanlarını geliştirdiği kendine hakim, nesnelci dil içinde gelir ve insanbiçimcilik ile gem vurulmamış hisler işin içine açıkça gir­ diğinde, yöntemsel olarak diğer anlarla bağlanır. Bu dizideki "belir­ li bir nedenin sonucu olmak zorundadır" ibaresi, birdenbire, derin geçmişle kurulan içten bağlantının içine sokulur. Darwin'in, temel kategorilerin sürekli olarak parçalandığı , deği­ şim ve geçişlerle dolu dünyası, Bennett'ın tartıştığı büyülenme im­ kanlarını kapsayan bir dünyadır. Ve böyle bir dünyada, pek çok kez ruh ile bir ikilik içine yerleştirilen madde kendini canlanmış bulur. Bennett, Weber'in bilimin anlamı dünyadan arındırdığı yolundaki görüşüne karşılık olarak şunu söyler: "Anlamsızlık sorunu, ancak 'madde' cansız olarak kavrandığında ve ancak bilim, fiziği temelde Newtoncu olan bir materyalizme başvurduğunda ortaya çıkar. " Fa­ kat Darwin'in dilinde, Bennett'ın yeniden büyülenme anlatısında olduğu gibi, "maddenin canlılığı, esnekliği, tahmin edilemezliği ve bizler için hayret kaynağı olan bir tür söz dinlemezliği vardır" (s. 64). Eğer Darwin vahşi, etik açıdan manasız bir dünyanın koruyu­ cu azizi olarak görülüyorsa, maddenin sürekli devinim içinde oldu­ ğu, sürekli dönüştüğü, sürekli çeşitlemeler üretip hayretlere sebep olduğu ve insanı şaşkınlığa uğratan bağlantıları açığa çıkardığı bir dünyanın koruyucu azizi olarak da görülmelidir. Zamana, organiz­ maya ve değişime dair Darvinci bir anlayıştan türediğini düşündü­ ğüm dönüşümler, Bennett'ın gözünde modem deneyimi büyülen­ meye açan şeylerin ta kendisidir. Doğal fenomenleri -örneğin bitki­ ler, bitkilerin özsuyunu emen ufak böcekler ve gelincik böceği (s. 1 70)- ele alırken , her ne kadar Darwin'i tartışmasının içine katma-

S E K Ü L E R YE N İ D E N B ÜY Ü L E N M E

81

s a da, Darwin'in zamanında incelemiş olduğu şeylere yakından benzeyen karşılıklı ilişkilere ve dönüşümlere odaklanır. "Doğa bü­ yüler, " der Bennett, "ama insan eliyle yapılan şeyler de. " Darwin insan eliyle yapılan şeyleri ele almaz, ki ben de almaya­ cağım. Ama sıradan olandaki mekanizmaları , biçim değiştirmeleri ve bozuklukları ele alır ve bildiğimiz gibi, "hayata böyle bakmakta bir ihtişam vardır. " Darwin, his ile aklın, değer ile olgunun aynı fe­ nomenin farklı veçheleri olduğunu başka usta yazarlar gibi ortaya koyar. Onun doğal dünyası türleri birbirinden ayıran mutlak sınırla­ n yıkar, dünyayı harekete geçirir, geçmişe ve geleceğe dair yeni gö­ rüş imkanları açar, (milyonlarca yıllık karmaşık bir gelişimin ürünü olan) bedeni devamlı küçümseyen ve kendisini zamanın ve değişi­ min ötesindeki cismani olmayan bir Öteki Dünya'ya teslim eden in­ sanlığı yüceltir. Eğer ayrıntılara ve sapmalara, harekete ve bağlan­ tıya Darwin'in baktığı gibi bakmayı ve canlı şeylere onun duyduğu hürmeti duymayı kabul edersek, eğer kuşun içindeki yılanı, erkeğin içindeki kadını ya da kadının içindeki erkeği, güvenin içindeki tır­ tılı keşfedebilirsek, eğer mevcut olguların içinde geçmişin izlerini ve geleceğin ipuçlarını okumayı öğrenebilirsek ve eğer metafizik bir araca başvurmadan maddi dünyanın hayret verici zenginliğiyle yüzleşme gücünü edinebilirsek, Darwin'in dünyası -ki bu bizim dünyamızdır- büyüyle dolu bir yer olur. Darwin köpeğini, güver­ cinlerini , bahçesini, ailesini ve dünyayı sevmişti ve bizler de o dün­ yanın birer parçasıyız.

2 Büyü Bozan Darwin

Elinizdeki kitapta olumlu, özgürleştirici bir Darwin, kültürel gü­ cüyle bizleri insani açıdan zenginleştirebilecek bir Darwin fikrine odaklanmaya çalışıyorum. Ama bunu başarmak için, çağının kültü­ rünün içine gömülmüş Darwin'le, tam da kendi kültürünün önyargı­ larını paylaştığı ve pek kötü akıbetleri olan çeşitli toplumsal ve si­ yasi hareketlerde ortaya çıkan noktalarda yüzleşmenin gerekli ol­ duğunu düşünüyorum. Desmond ve Moore'un haklı olduğunu, yani Darwin'in gerçekten de zamanının insanı olduğunu, ama zamanının insanı olmanın onun en iyi düşüncelerinin (ve elbette en kötülerinin de) olumlu bir koşulu olduğunu öne sürmek istiyorum. Bunun için de, bazı Darvincilerin gözardı etmeyi ya da önemsememeyi seçtiği ve Darwin'in fikirlerinin başkaları tarafından son derece talihsiz şe­ killerde kullanılmasını kısmen haklı çıkaran görüşleri ele almak zo­ runda kalacağım. İnsana bilhassa büyü bozucu gibi gelebilen iki özellik Darwin'in çalışmasına damgasını vurur: (özellikle insanlık durumu hakkında­ ki) gizemleri "sorun"lara dönüştürmeye ve ardından hiç olmazsa deneme kabilinden çözümlere varmaya; ve doğal dünyadaki geliş­ meleri, örneğin Ridley'nin açıkça benimsediği türden bir siyasete derhal tercüme edilebilecek terimlerle açıklamaya yönelik ısrarlı bir dürtü. Daha önce bahsetmiş olduğum, yakın zamanlarda yapılmış tarih çalışmaları , Darwin'in kendi kültürünün önyargılarını paylaştığını, ırkları hiyerarşik olarak gördüğünü, kendi sınıfının üstün olduğuna inandığını, kadınları düşünsel açıdan erkeklerden aşağı addettiğini görmezden gelmeyi zorlaştırmıştır haliyle. Robert Young, Desmond

B ÜYÜ B OZAN DARW I N

83

ve Moore'un biyografisi yayımlanmadan çok önce, bu konu hak­ kındaki öfkesini açık açık ifade ediyor ve bilimci ve tarihçilerin Darwin'i, "toplumsal, kültürel ve ideoloj ik belirlenimlerin oluştur­ duğu sıkı bir ağın içine dolanmış olduğu" tarihsel bağlamdan dik­ katle ayırmış olmalarından şikayet ediyordu. 1 Tarihsel Darwin, kur­ duğu teorilerin sadece kendi disiplininin içsel mantığından doğdu­ ğu zannedilen ve neredeyse aziz gözüyle bakılan o saflaştırılmış de­ hadan bambaşka bir insandır. Saikleri öylesine saf, düşüncesi de yalnızca "bilimsel" kaygılarla (bilimsel olanları diğer kaygılardan bütünüyle ayırabiliyorsak eğer) ilişkili değildir; ne de fikirlerinin, serbest kapitalizmden öjeniye kadar bazı şekillerde kullanılmasının sorumluluğundan azadedir. Darwin'in fikirleri, Desmond ve Moore' un ikna edici bir şekilde gösterdiği gibi, on dokuzuncu yüzyıldaki serbest kapitalizmin gelişimiyle yakından bağlantılıydı . Young , 1 987 yılında, "Darwin ile Malthus arasında bir ilişki olduğu bugün tam olarak belirlenmiştir, " diye yazmıştı ve doğal seçilim fikri Wal­ ter B agehot'tan Adolf Hitler'e kadar herkesin amaçları uğrunda işe koşulmuştu . Ama ben toplumsal analizin her şey olmadığını, fikirlerin kendi rasyonel ve ampirik gerekçeleri ile güçlü bir şekilde bağlantılı oldu­ ğunu ve böyle oldukları sürece, kendilerini biçimlendiren kültürel önyargılara içkin olarak (bu sözcüğü tekrar ediyor ve altını çiziyo­ rum) bağlı olmadıklarını vurgulamak istiyorum. Darwin'in içinde bulunduğu an, kendi önyargıları, dönemindeki hakim fikirlere ver­ diği tepkilerin hepsi teorisinin oluşumunda hayati bir rol oynamıştı - bunlar olmasa teori bambaşka bir şekle bürünürdü. Fakat bütün bunlar, içinden doğdukları önyargılar ve kültürel varsayımlar da be­ nimsenmediğinde, "bilimsel" olarak adlandırabileceğimiz temel fi­ kirlerin benimsenemeyeceği anlamında teoriye içkin değildir. Darwin'in fikirleri o kadar çok kültürel değerle doluydu ki, on­ lar hakkındaki en bariz olguyu, yani "bilim" açısından ne kadar kıy­ metli olduklarını hesaba katmak kültür eleştirmenleri için çoğu za­ man zordur. B ir yandan, mutlak olarak ayırt edilebilirlermiş gibi, 1 . Robert M. Young, "Darwin and the Genre of Biography " , One Culture: Es­ says in Science and Literature, George Levine (haz.), Madison: University of Wisconsin Press, 1 987, s. 2 1 O.

84

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

düşüncesinde bilimsel olan ile kültürel olanı birbirinden ayırma eğiliminden, öte yandan da sosyolojik bir açıklama onun fikirleri­ nin doğasını tamamen izah edebilirmiş gibi düşünme eğiliminden bir yolunu bulup uzak durmak, Darwin araştırmalarının en dikkat isteyen yönüdür.2 Darwin'i incelemedeki büyük zorluğun bir parça­ sı, görünüşte birbirleriyle çelişen iki epistemolojik ilkeyi bir şekil­ de uzlaştırmaktır: bunlardan ilki, tasvirden talimata, yani "olan"dan "olması gereken"e geçilemeyeceği3 ve ikincisi ise, olguya dair her iddianın önceki teorik ve kültürel varsayımlarla yüklü olduğudur. Ama aynı zamanda, neredeyse bütün Darwin kullanımlarının Darwin'in kendi ifadelerinde en azından bir temeli olduğu söylene­ bilse de, bazı kullanımlar onun asıl anlatmak istediği şeye diğerle­ rinden daha yakındır. Bazı kullanımlar Darwin'in söylemiş oldukla­ rının bir kısmına çok yakındır, ama düşüncesinin başka veçhelerini

2. Bu kitapta bilimin " içsel" olarak mı yoksa "dışsal" olarak mı açıklanabile­ ceğine dair uzun zamandan beri süren tartışmaya girmek istemiyorum. Ama sanı­ rım her noktada şunu yeniden vurgulamam gerekiyor: Bilimin (az çok verimli bir şekilde, daha iyi ya da daha kötü bilgi üreterek) nasıl işlediği hakkında farklı şe­ killerde düşünülebileceği fikrini savunsam da, Young, Desmond ve Moore gibi, bilimin kültürün içine "dolandığını" düşünüyorum. Bir anlamda, bilim ya da kül­ tür ayrımına başvurmak daima yetersiz kalacaktır, fakat bilim ve ardından bilim üzerindeki kültürel etkiler hakkında konuşmaktan kaçınmanın basit bir yolu yok­ tur. Her ikisinin de saf bir biçim içinde var olmadığı anlaşılsa, bunun bir zararı ol­ mazdı . Bana kalırsa Pierre Bourdieu şunları söylemekte haklı : "Epistemolojistin görev alanı olarak görülen ve bilimin kendisi aracılığıyla kendi özgül sorunlarını yarattığı mantığı yeniden oluşturan içkin ya da içsel analiz ile, o sorunları ortaya çıkışlarının toplumsal koşullarıyla ilişkilendiren dışşal analiz arasındaki soyut karşıtlığa kökünden meydan okunmazsa, bilime dair sahici bir bilim kurulamaz. " Pierre Bourdieu, "The Specificity o f the Scientific Field and the Social Conditi­ ons of the Progress of Reason " , The Science Studies Reader, Mario Biagioli (haz.), New York: Routledge, 1 999, s. 33. 3. Alasdair Maclntyre, Aydınlanma projesinin merkezinde duran, olan-olma­ sı gereken karşıtlığının geçerli olmadığını, "işlevsel kavramlar" -yani, eyleyici­ leri yaptıkları şeylerle ilişkili olarak tasvir eden sözcükler, örneğin "çiftçi"- hak­ kında beraberinde değer yargıları getiren pek çok olgu olduğunu iddia eder. Ve Mac Intyre, bizatihi "insan"ın işlevsel bir kavram olduğunu öne sürer: "özsel bir doğaya ve özsel bir amaç ya da işleve sahip olarak anlaşılan " insan. Maclntyre, olan-olması gereken karşıtlığının ancak bu tasavvur reddedildiğinde, yani "iyi in­ san" "insan"dan koparıldığında ortaya çıktığını ileri sürer. Bkz. The Mac/ntyre Reader, Kelvin Klight (haz.), South Bend, iN : University of Notre Dame Press, 1 998, s. 79-80.

B ÜYÜ B O ZAN DARW I N

85

gözardı ya da örtbas etmeyi becerirler. Örneğin günümüzdeki bi­ limsel Darvincilerin, Darwin'in edinilmiş özelliklerin kalıtımını türlerin kökeni hakkındaki açıklamasına katmasıyla (ki özellikle de meslek yaşamının sonraki zamanlarında, Türlerin Kökeni 'ni göz­ den geçirdiği sırada bunu daha da fazla yapmıştır) yüzleşmeleri hep zordur.4 Fakat tartışmanın (her iki tarafın kısmen haklı olduğu) merkezi öğelerinden biri, Darwin'in teorisinin türlerin, bireylerin, erkeklerin birbirleri arasında çekiştiği anlamına mı geldiği, yoksa karşılıklı bağımlılığı ve işbirliğini mi savunduğudur. Özgecilik mo­ dem evrimci biyoloj ideki kilit sorunlardan biri haline gelmiştir ve bu tartışma çoğu zaman evrimin bireysel mi yoksa grup seçilimiyle mi işlediği etrafında sürer. s Burada kültürel meseleler bilimsel me­ selelere dayanır. Olan-olması gereken karşıtlığı hakkında ne düşü­ nürsek düşünelim, Darwin'den sonraki düşünce tarihinde "olan" ile "olması gereken" neredeyse hep iç içe geçmiştir. Gelgelelim, (sürekli tırnak içine alarak) "kültürel " güçler diye adlandıracağım şeylerin Darwin'in düşüncesinde yer tuttuğunu vur­ gulamak gerekli görünüyor. Bunun ise iki nedeni var: "bilim-kültür karşıtlığı "nın yetersizliğine işaret etmek ve gerek Darwin'in (en azın4. Michael Ghiselin, Darwin'in düşüncesi hakkında hala önem taşıyan ve bu düşüncenin tutarlılığı ile yöntemsel bütünlüğünü kapsamlı bir şekilde savunan il­ ginç araştırmasında, Darwin'in "spekülasyonları ile kesin görüşünü" birbirinden ayırmaya girişir. Darwin'in "harmanlanma sorununu çözdüğü için edinilmiş özel­ liklerin kalıtımı fikrini" benimsediğini reddeder. Darwin'in "teorik kavramla­ rı"nın anlaşılmasının taşıdığı önemi vurguladığı karmaşık bir argümanda, Dar­ win'in edinilmiş özelliklerin kalıtımı fikrine, başka teorilerde görülenden farklı bir biçimde başvurduğunu söyler: "Karşılıklı büyüme ve değişme, gizillik ve ata­ vizm hakkındaki, muazzam miktardaki ampirik veriyle desteklenen gelişimsel hipotezlerden türeyen fikirleri geçerliliğini bugün de büyük ölçüde koruyor. Bu­ na karşılık, harmanlama fikri yüzeysel bir karşılaştırmadan doğmuştu; gerçek an­ lamda eleştirel sınamalarla asla desteklenmemiş ve hiçbir teori üzerine kurulma­ mıştı. Keza, [organları] kullanmanın ve kullanmamanın etkileri hiçbir teoride ima edilmez, sağlam bir sınamaya asla tabi tutulmamıştır ve Darwin'in yazılarında da çoğu zaman, salt seçilim ile de pekala açıklanabilecek fenomenlerin akla yakın nedenleri olarak ortaya çıkar. " Michael Ghiselin, The Triumph of the Darwinian Method ( 1 969), Chicago University Press, 1 984, s. 1 8 1 -2. 5. Bu sorunun evrimci biyolojideki mevcut durumu hakkında mükemmel bir genel bakış için, bkz. D. S . Wilson, Darwin 's Cathedra/, s. 1 1 -7. Wilson, grup se­ çilimin vuku bulmadığı yolundaki hakim görüşe itiraz eder, fakat grup seçilimini, ihtiyatlı bir şekilde, doğal seçilimin çok düzeyli sürecinin bir parçası olarak görür.

86

DARWI N sizi SEVİYOR

dan günümüzdeki bilimin bakış açısına göre) hatalar yaptığını -ki bu pek de çarpıcı bir iddia değildir- gerekse kendisine "Darvinci " sıfatını yakıştırmış nahoş yaklaşımların Darwin'in yazdıklarında gerçekten de kökleri olduğunu kabul etmek. Büyülenmeye ulaşmak isteniyorsa, yaban bir doğa tasvir eden, bir tür haydut kapitalizmini savunan ve öjeninin babası olarak görülen Darwin'in kaçınılmaz bir şekilde yegane Darwin yorumu olmadığını fark etmek hayati bir önem taşıyor - bununla birlikte, böyle geniş ve dünya-tarihsel bir önemi olan teorinin, fikirlerin alımlandığı belirli tarihsel koşullara bağlı olarak tehlikeli doğrultulara çekilmesi elbette muhtemeldir.

I

Son zamanlarda bu tür sorunlar ve "Darvinci " sözcüğünün bugün­ lerde nasıl kullanıldığı üzerine düşündüğüm sırada, New York Ti­ mes 'ın yorum köşesinde "Darwin'i Buna Bulaştırmayın" başlıklı bir makale gördüğümde sevinmiştim. Kısa süre önce vefat eden Step­ hen Jay Gould'un kaleme aldığı bu makale, her yerde hazır ve nazır olan "Darwinleştirme"nin yalnızca tek bir veçhesini hedef alıyordu . Gould bu yazısında "muhafazakar entelektüel çevrelerinde, mesle­ ki dünyamın ana ikonu olan [Darwin'e] , benimsenen doktrinleri desteklemek üzere ya bir musibet ya da bir müttefik olarak başvur­ ma modası " diye adlandırdığı eğilime saldınr.6 Darwin'i doğru an­ lamak zor olduğu için ve Darwin'in kendisi her zaman tutarlı olma­ dığı için, Gould'un onu günümüzdeki muhafazakarlığın baskıların­ dan kurtarmaya çalışması takdire şayan ve pek çok açıdan ben de onun bu çabasına katkı koymak isterdim. Fakat Gould gibi birisi, bunun yeni bir fenomen olmadığının farkındaydı herhalde. Bundan ötürü, Darwin'i siyasi kullanımlardan kurtarmaya çalışması biraz gayrisamimi gibi görünüyor. Gould, bundan yıllar önce " Darvinizm toplumsaldır" diyen Robert Young'ı,7 Desmond ve Moore'un Dar­ win hakkında yazdığı güçlü biyografiyi muhakkak okumuştu ve bu

6. Stephen Jay Gould, "Let's Leave Darwin Out of it" , New York Times, 29 Mayıs 1 998, A2 1 .

B ÜY Ü BOZAN DARW I N

87

yazarların temsil ettiği söylenebilecek geleneği, yani Darwin'in fi­ kirlerini , cisimleştirdikleri toplumsal ve siyasi angajman ve kaçın­ maları hesaba katmadan düşünmeyi gerçekten çok zor hale getiren Darwin incelemeleri geleneğini de biliyordu. Desmond ve Moore, biyografilerine yöneltilen eleştirilere kısa zaman önce verdikleri cevaplarında, "doğal seçilimi zararlı unsurlardan arındırmaya" yö­ nelik "etkileyici " çabalara itiraz ediyorlar.s Aksi yönde kanıtları ol­ duğunu düşünüyorlar ve argümanları da kuvvetli: B ir kavram ola­ rak "doğal seçilim", Darwin'in içinde yaşadığı dönemin toplumsal ve siyasal kısıtlamaları tarafından çepeçevre kuşatılmıştır. Ama Gould, Darwin'in "evrim" teorisi basılır basılmaz siyasi çı­ kar hesaplarını teşvik etmemiş ya da, tek bir bariz örnek almak ge­ rekirse, sanki Darvinci teori Walter B agehot'ın 1 872 yılında yayım­ lanan Physics and Politics'inde (Fizik ve Siyaset) liberal demokra­ siyi ve toplumsal düzenin muhafaza edilmesini savunmak için kul­ lanılmamış gibi yazıyor. B agehot bu bağlantıyı açık açık ifade ede­ rek şunu öne sürer: " Her büyük bilimsel tasavvur kendi sınırları ötesine geçmeye ve ortaya çıktığı zaman akla gelmeyen sorunları çözmede kullanışlı olmaya meyilli olduğu gibi, burada d a [doğal seçilim] , yalnızca hayvan tarihi için ortaya konulan şey, biçimi de­ ğiştirilip özü korunduğunda insan tarihine uygulanabilir. "9Alvar Ellegard'ın belirttiği gibi, Darwin'in kamudaki alımlanışı "teorinin dinsel ve ideoloj ik imaları"na dayanıyordu. ı o Darwin'i muhafazakar siyasetçilerin ellerinden kurtarmak iste­ yebiliriz, ama Darwin'in bir yere kadar hep o ellerde olduğunu ve

7. Bkz. 1 . Bölüm, 33. dipnot. Young, bu tür bir tarihin bir nevi amentüsüyle başlar: "Bilimsel olgu ve teorilerin insani anlam ve değerlerden ayn olduğuna sa­ dece pozitivistler inanır, ki onlar bile, tutarsız bir şekilde, bağlamından koparıldı­ ğı farz edilen olgulardan insani ve toplumsal sonuçlar çıkarmaya koyılmuştu" (s.

609). 8. James Moore ve Adrian Desmond, "Transgressing Boundaries " , Journal of Victorian Culture 3 (Bahar 1 998), s. 1 56. 9. Walter Bagehot, Physics and Politics: Thoughts on the Application of the Principles of 'Natura/ Selection ' and 'Inheritance' to Political Society ( 1 872), New York: Knopf, 1 948, s. 47 . 1 0. Alvar EllegArd, Darwin and the General Reader: The Reception of Dar­ win 's Theory in the British Periodical Press, 1 859-1 872 , Chicago: University of Chicago Press, 1 990, s. 3 3 2.

88

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

Darvinci programda daima, Darwin'in kendisini bile, siyasi uygula­ maya davet eden bir şeyler olduğunu fark etmemek hata olur. Dar­ win insanı hayvan biyolojisi ve davranışına bağlamada başı çek­ mişti. Bu proje ne kadar bilimsel olursa olsun, içinde daha çok ide­ oloj ik imkanın potansiyel olarak var olduğu başka proje bulamazsı­ nız. Greta Jones, Darwin'in felsefi konumlanışının temelinde, "in­ san gelişimi" ve toplumsal evrim sorunuyla [doğrudan] yüzleşme­ si "nin yattığını söyler. 1 1 Toplumsal ve siyasal sorunlara girmeden bu nasıl yapılabilir ki? Gould'un Darwin'i, John O. McGinnis'i alıntılayarak işaret etti­ ği "Darvinci siyaset büyük ölçüde muhafazakar bir siyasettir" fik­ rinden kurtarmaya yönelik, merkezin solunda yer aldığını söyleye­ bileceğimiz çabası, Darwin'e kendi projelerini desteklemek üzere tarihte pek çok kez başvurmuş merkezin sağındaki çabaları andırı­ yor bu açıdan. 1 2 "Olan"ın "olması gereken"e dönüşemeyeceği fikri­ ni sürdüren Gould, bilimin "ahlak kurallarının ahlakı "na asla karar veremeyeceğini vurgular. Fakat Darwin'in eserleri arasındaki en bariz örnek olan insanın Türeyişi, gayet açık bir şekilde, zaman za­ man toplumsal bir program önermeye çok yaklaşır, ahlaki yargılar­ da bulunur, toplumsal bir gelecek tasarlar ve baştan başa Darwin'in dönemindeki kültürel önyargılarla doludur. Erkeklerin fiziksel açı­ dan kadınlara oranla ne kadar güçlülerse, düşünsel açıdan da o ka­ dar üstün olduklarını söylemesinde olduğu gibi, sadece "bilimsel açıdan" su götürür iddialar ortaya atmıyordur Darwin. Kitaplarının tümünde olmasa da, elindeki olguları alıp onları toplumsal bir ey­ lem ima edecek şekilde toplumsal koşullara uygulamaya hazırdır. Bu imaların, ancak Darwin'in insan gelişimi konusunu doğrudan ele aldığı yerlerde belirginleşmesi hiç de şaşırtıcı değildir. Açıkça­ sı, ampirik kanıtlarının tam olmadığı yerlere doğru adım atarken ih­ tiyatlı ve sorumludur; öyle ki, doğal güçleri arasındaki farklılıktan ötürü benzer bir eğitimin kadınları erkeklerin düzeyine getiremeye-

1 1 . Greta Jones, Social Darwinism and English Thought: The lnteraction het­ ween Biological and Social Theory, Essex: Harvester Press, 1 980, s. xii. 1 2. Yakın zamanlarda yazılmış, Darwin'i sol siyasete yeniden kazandırmayı amaçlayan bir çalışma için, bkz. Peter Singer, A Darwinian Left: Politics, Evolu­ tion, and Cooperation, New Haven : Yale University Press, 1 999.

B ÜYÜ BOZAN DARWI N

89

ceğini iddia ettiğinde, bir an için duraksar ve şunu kabul eder: "Bu­ rada uygun sınırlarımın ötesinde dolanıyorum" (Descent, 2: 329) . Deneyin henüz yapılmadığını biliyordur. Darwin'in pek çok kişinin insan türünün ayırıcı özellikleri oldu­ ğunu düşündüğü şeyleri -estetik ve ahlak- her ne kadar serinkanlı ifadelerle de olsa doğallaştırmaya çalışması, çok yoğun tepkilere ve bugün bile devam eden ideoloj ik konumlanışlara sebep olacaktı. Bu noktada, Alfred Russel Wallace kendisini Darwin'den ayırmış ve projesinin merkezinde ahlaki ve siyasi bir hedefi muhafaza et­ mişti. Wallace en başından beri, Martin Fichman'ın gösterdiği gibi, "bilimsel bir tanrıcılığa" bağlıydı ve bu da onun olgunlaşan sosya­ lizmiyle uyumluydu. 1 3 Fakat Darwin, insana has olan nitelikler, etik ve sanat üzerinde düşünmeye başladığında bile ampirik araştırma­ lar yapıyor, ilk çocuğunun gelişimini dikkatlice kayda geçiriyor ve örneğin, 1 83 8'in başlarında tutmaya başladığı "M" başlıklı defteri­ ni davranışın biyoloj ik kökenleri hakkındaki fikirlerle dolduruyor­ du. Sandra Herbert ve Paul H . Barrett'ın belirttiği gibi, "Darwin'in insanın kökeni hakkındaki yorumlan , bu meselenin onda hiçbir korku yaratmadığını açığa çıkarır" . 14 "M" ve "N" başlıklı defterleri, örümceklerde, köpek yavrularında, maymunlarda ve hemen hemen bütün hayvan türlerinde insan özelliklerinin keşfedildiği başlıklarla doludur. Bu tür hayvanlar iletişim kurup duygularını ifade edebili­ yorlarsa, insanlar olarak bizlere kendi hakkımızda bir şeyler öğrete­ mezler miydi ve duygularımızı , düşüncelerimizi, ideallerimizi üret­ miş olan içgüdüleri kendi içlerinde taşıyor olamazlar mıydı? Spencer'dan Huxley'ye ve E. O. Wilson'a kadar giden o uzun Darvinci düşünce tarihinde, bilimsel doğalcılık her zaman için bi­ yolojinin bir tür sosyal bilim ve etik olduğu anlamına da gelmiştir. 15 Etiğin biyoloj ik buyruklar temelinde kurulduğuna inanmanın so­ nuçları neler olabilir? Bu buyruklardan, onlara direnen ya da onları 1 3 . Martin Fichman, An Elusive Victorian: The Evolution of Alfred Russel Wallace, Chicago: University of Chicago Press, 2004, özellikle s. 1 2 1 -3. 14. Charles Darwin 's Notebooks: 1 836- 1 844 , Paul H. Barrett v e diğ. (haz.), Ithaca: Comell University Press, 1 987, s. 5 1 8 . 1 5 . Bu gelenek hakkında değerli bir tarih ve geçerliliğine dair bir analiz için, bkz. Paul Lawrence Farber, The Temptations of Evolutionary Ethics, Berkeley : University of Califomia Press, 1 994.

90

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

reddeden bir etik çıkarmak mümkün müdür? T. H. Huxley, Evolu­ tion and Ethics'te kendi zamanındaki sosyobiyoloj iye karşıt olarak şunu ileri sürmüştü: "İnsan ırkının önünde uzanan, Doğa Durumu' na karşıt olarak örgütlü bir siyasi topluluğun yarattığı Kültür Duru­ mu'nu koruyup iyileştirmek üzere sürekli mücadele vermektir. " 1 6 Dolayısıyla Huxley, Darwin'in ahlakın içkin olarak doğadan ve do­ ğal seçilimden türediği yolundaki görüşüne rağmen (Huxley de bu­ na katılıyordu), ahlakın biyolojiye direnmek zorunda olduğunu öne sürüyordu. Huxley, insani olan her şeye dair salt biyoloj ik açıklamaların kurduğu hakimiyetin -ki bu açıklamalar sıra ideoloj ik meselelere geldi mi tarafsız durmaya kararlıydı- ideoloj ik olanı biyoloj ik ola­ na kaydırıvermesindeki ironiyle uğraşıyordu; hal böyle olunca, ah­ laki olanı biyolojik olana, "kültür"ü de bilime karşı öne sürecek ne­ redeyse hiçbir yer kalmıyordu. Darwin'in teorisinin pek çok farklı . ideoloj ik uygulamaları arasında, aslında son derece tarafgir siyasal hareketlere destek verdikleri halde tarafsız oldukları konusunda ıs­ rar eden bazı uygulamalar hep olmuştur. Şu anda bu geleneğin po­ tansiyel açıdan en sorunlu versiyonu, sosyobiyoloji ya da "daha bi­ limsel bir şekilde" gelişmiş olduğu söylenebilecek haliyle evrimci psikoloji diye bilinir (bu kitapta birçok vesileyle söz konusu disip­ linleri tartışacağım) . B u alanlarda çalışan pek çok kişi kendisini "indirgemeci" diye tanımlar. Doğal seçilimin kilit noktası olduğu Darvinci bir progra­ ma dayanan evrimci psikoloji, on dokuzuncu yüzyılda bilimsel ke­ şifler yapıp bu keşifleri haklı çıkarmaya çalışan ve çeşitli poziti­ vizm türlerinde dallanıp budaklanmış gelenekleri takip ederek, bul­ gusal açıdan değerli bir fikre, bilimin indirgeme yoluyla ilerlediği fikrine adar kendisini. Böyle bakıldığında, insan bilinci ve davranı­ şına dair bütün fenomenlerin biyolojik fenomenler olarak açıklana­ bileceği düşünülecek ve biyolojik fenomenler de gen, onu meydana getiren ONA ve doğal seçilimin işleyişleri gibi mümkün olan en kü­ çük birime indirgenebilecektir. İndirgemecilik bir anlamda, Dar­ win'in ahlakın "toplumsal içgüdüler" den (yani bir hayvan grubunda 1 6. T. H. Huxley, Evolution and Ethics, James Paradis ve George Williams (haz.), Princeton: Princeton University Press, 1 989, s. 45 .

B Ü Y Ü B OZAN DARW I N

91

bulunan üyelerin başka bir gruptan bir hayvanın kendilerini öldür­ mek üzere geldiğini, kendi hayatları pahasına da olsa gruplarına du­ yurma eğilimi sayesinde, hayvan gruplarına yönelen tehlikelerin asgari hale getirilmesine yarayan sürü davranışından) doğduğunu düşünebileceğimiz yolundaki görüşünün güncelleştirilmiş bir ver­ siyonundan ibarettir. Darwin kendisinden ya da yönteminden " indirgemeci " diye hiç bahsetmemişti, ama çalışmalarında indirgemecilik ile ziyadesiyle bağdaşan unsurlar vardır. B ilimin ilk savunucuları ve Darwin'in kendisi, ampirik olguları bir araya getirip genelleştirilebilir yasalar -adeta adım adım yükselen bir tümevarım- meydana getirdiği için bilimin ilerlediği kanısındaydı. B ilim böyle tasavvur edildiğinde, en büyük fenomen nihayetinde en küçük ve en temel fenomenlerin bileşimi olarak açıklanabilecekti. Tikel fenomenler gözlemlenip bunlar üzerinde deney yapıldığında, evrensel olarak uygulanabilir genel yasalar elde edilebilirdi . Darwin'in örümcekler arasındaki ile­ tişimden insan konuşmasına ilerleyişi de potansiyel olarak indirge­ meci bir argümandır. Bu tür bir düşünüşün işe yararlığı konusunda söylenecek çok şey vardır ve Darwin'in düşüncesinin, modem türlerin basit, hatta tekhücreli yaşamdan geliştiğini tahayyül etmesine olanak tanıyan bir çerçeve içinde serpildiği gün gibi ortadadır (gerçi böyle bir dil kullanmadığı da besbellidir). İndirgemecilik önemli işler başarmış­ tır: Pek çok bilimcinin fenomenler arasındaki etkileşimi görmesini sağlamış ve bilimler arasında gittikçe büyüyen bir disiplinlerarası­ lık kurmuştur. Bu durum, Beagle'la yola çıkarken sürekli olarak Charles Lyell'ın jeolojisini düşünen, kaydettiği fenomenler hakkın­ da hep daha büyük sorular soran, böylece jeoloji yoluyla biyolojiye ve oradan da antropoloj iye varıp bilginin neredeyse her köşesinde bir dizi bağlantı keşfeden Darwin'in miraslarından biridir. B ugün sosyobiyoloj inin Darwin'in mirasçılarından biri olarak görülmesi meşrudur. Bu disiplin toplumsal ve biyoloj ik incelemele­ ri bir araya getirdiğini düşünmekle kalmaz, kendisini bütün bilgile­ rin nihai birliğine ulaşmaya yönelik bir girişim olarak da görür. 1 7 1 7 . E. O . Wilson Sociohiology adlı kitabına, sosyobiyolojiye karşı büyük sal­ dırıları ve bu konu hakkında o günden bu yana süren kavgaları kışkırtan formül-

92

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

Nihayetinde yıldızlardan ahlaka kadar bütün makrofenomenler, do­ ğa ile kültürün dört bir yanına yayılmış mikrofenomenlere indirge­ nebilecek ve kültür de hem doğanın bir parçası olarak görülüp hem de o evrensel mikrofenomenler yoluyla açıklanabilir hale gelecek­ tir. Büyüsüzleşme anlatısını besleyen güçlü bir hamledir bu. Ne de olsa indirgemecilik, dünyayı anlamdan arındırma ve bütünüyle do­ ğalcı bir aç.ı klama arayışı içersinde kutsal olanı sürgüne gönderme işleminden ibarettir. Wilson bizi kötü habere hazırlayarak, indirge­ meciliği reddetmenin "sektiler entelektüelin teslim bayrağını çek­ mesi" anlamına geldiğini iddia eder ( Consilience, s. 297). İstesek de istemesek de en iyi alışkanlıklarımıza ve en üstün sanatlarımıza kadar biyolojik olarak belirlenmişizdir (gerçi kendisi bu sözcüğü kullanmaz) ve Sociobiology'nin (Sosyobiyoloji) sonunda, bir yan­ dan kendi engin kültürünü ortaya sermeye çalışıp diğer yandan da kötü haberi kabul etmemiz için o kültüre sığınarak Camus'ye atıfta bulunur: "Kötü sebeplerle açıklanabilen dünya, aşina olduğumuz bir dünyadır. Ama öte yandan, yanılsama ve ışıklardan yoksun bıra­ kılmış bir evrende insan kendisini bir yabancı gibi hisseder. Sürgü­ nüne deva bulamaz; zira yitirilmiş bir yuvanın hatırasından ya da vadedilmiş toprakların umudundan mahrum edilmi ştir" (s. 30 1 ) . Wilson, indirgemeciliğin bize yitirilmiş bir yuva sunmayacağını, ama bize yabancı gelecek bir geçmi şin bilgisini vereceğini söyler Cennet Bahçesi diye bir şey yoktur.

leştirmeye duyulan şaşırtıcı bir güvenle şöyle son verir: " İ nsan türünün muhteme­ len ekoloj ik bakımdan oturmuş bir duruma ulaşacağı yirmi birinci yüzyıl sonla­ rında, toplumsal evrimin özümsenmesi hemen hemen tamamlanmış olacaktır. B u zaman civarında biyoloj i zirveye çıkmış v e sosyal bilimler de hızla olgunlaşmak­ ta olacaktır. Bazı bilim tarihçileri bu tahmine karşı çıkacak ve bu alanlardaki ke­ şiflerin artan hızının daha hızlı bir gelişmeyi içereceğini öne süreceklerdir. Fakat tarihsel emsaller bizleri daha önce yanlış yollara götürmüştür: Bahsetmekte oldu­ ğumuz konular, fizik ya da kimyadan en az iki kat daha zordur . . . sosyobiyoloji kültürel antropolojiye, sosyal antropolojiye, iktisada günbegün daha da yaklaş­ maktadır ve çok geçmeden onlarla kaynaşacaktır. " Sociobiology ( 1 975), Camb­ ridge, MA: Harvard University Press, 1 980, s. 299 . Wilson Consilience'da ise, bilginin sosyobiyoloji altında birleşeceğinden daha da emindir. Bu kitapta, "ger­ çekliğin henüz ortaya çıkarılmamış alanlarını teşhis etmenin en sağlam yolu olan birleşik bir bilgi sistemini" savunur. Consilience: the Unity of Knowledge, New York: Knopf, 1 998, s. 298 .

B Ü YÜ BOZAN DARW I N

93

İndirgemeciliğe karşı mevcut direncin önemli bir kısmı şu argü­ mana dayalıdır (ki bu kitapta bu argümana tekrar tekrar değinile­ cek) : İndirgemecilik, bütün karmaşık yapıların daha küçük ve daha az karmaşık nitelikteki yapılardan meydana geldiğini varsayarak, daha küçük yapılar arasındaki ilişkiler sorununu gözardı etme eği­ limindedir; bu durumda, temel fenomenler arasındaki ilişkinin o fe­ nomenlerin işleme şeklini fiili olarak nasıl değiştirdiğini çözemez. Richard Lewontin bu bakımdan indirgemeciliği en sert şekilde eleş­ tirenlerden biridir. ONA ve genlerin, insan davranışı ile insan biyo­ lojisinin tüm karmaşasını açıklamak için yetersiz olduğunu iddia eder; çünkü bu tür bütün birimler, genlerin işlemesini ve ONA ileti­ lerinin deşifre edilmesini etkileyen tekil bir ortamda var olur. 1 8 Le­ wontin kesinlikle bir Darvincidir, fakat kesinlikle indirgemeci de­ ğildir. Evet, Darwin indirgemeci bir yoruma mal edilebilir, ama in­ dirgemeciliğin Darwin'in argümanlarının kaçınılmaz bir sonucu ol­ madığı da açıktır. Örneğin Loren Eiseley'nin yaptığı gibi, Darwin'in evrim teorisini kabul etmek ve indirgemeci içerime (ki Eiseley bu­ nu hayatın mekanikleştirilme-s i olarak görmüş ve Darwin'in teoriyi formülleştirmesinde bu sürecin ta kendisini saptamıştı) direnmek mümkündür. 1 9 En sonunda, insan davranışı biyoloji sayesinde, biyoloj i kimya sayesinde, kimya da parçacık fiziği sayesinde açıklanabilecektir. Nitekim, Steven Weinberg Dreams ofa Final Theory (Nihai Bir Te-

1 8 . Bkz. Richard Lewontin, The Triple Helix, Cambridge, MA: Harvard Uni­ versity Press, 2002. Basın bildirisinde belirtildiği gibi, Lewontin'in temel argü­ manı şudur: "Genlerin, organizmaların ve ortamların birbirinden ayrı şeyler oldu­ ğunu, bunların her birinin organik süreçlerin tarihi ve işleyişinde apayrı roller oy­ nadığını düşünmeye devam ettiğimiz sürece, canlı şeyleri tam olarak asla anlaya­ mayacağız . . . . Organizma, hem genlerin ve ortamın hem de içsel ve dışsal özellik­ lerin eşsiz bir sonucudur. Genlerin organizmayı belirlediği ve ardından da orga­ nizmanın ortama uyum gösterdiği kanısını reddeden yazar, gelişimleri sırasında içinde yer aldıkları koşullardan etkilenen organizmaların, içinde yaşadıkları orta­ mı yarattıklarını, değiştirdiklerini ve seçtiklerini ifade eder. " 1 9. Bkz. Eiseley, "Man against the Universe" , The Star Thrower, New York: Harcourt Brace, 1 978, s. 207-2 1 . Eiseley Darwin'i (olumsuz anlamda) Emerson'a benzetir ve Darwin'in mücadeleyi sürekli vurgulamasından, kibar beyefendilere yakışır biçimde "yaratıcı"ya başvurmasından ve "romantik bir ruhu" olsa bile, do­ ğaya dair bütünüyle materyalist ve mekanik bir yoruma itimat etmesinden yakınır.

94

DARWI N s i z i SEVİYOR

oriye İlişkin Düşler) adlı kitabında indirgemeci olduğunu iddia eder, çünkü ona göre doğa böyledir: " İndirgemecilik, doğanın düzeninin bir ifadesidir. "20 Ama indirgemecilik bile öyle basit bir şey değildir: John Dupre'nin gösterdiği gibi,2 1 birkaç indirgemecilik çeşidi var­ dır. B ütün indirgemeci programların merkezinde ise, doğada ve do­ layısıyla açıklamalar arasında bir hiyerarşi olduğu fikri bulunur. Ka­ baca söylemek gerekirse, en büyük olan en küçük olan aracılığıyla açıklanabilecektir. İndirgemecilik bir açıklama düzeyine diğer dü­ zeylerin üzerinde nedensel bir öncelik atfeder. Böylelikle, burada il­ gilenmekte olduğum konu çerçevesinde, makroorganizmalar mik­ roorganizmalardan daha az gerçek hale gelir ve açıklamada neden­ sel olarak yersiz durumuna da düşebilir. Darwin'in makro düzeyde, tam olarak gelişmiş organizmalar arasında gördüğü güçler oyunu, şimdilerde en küçük düzeyde, genler ve DNA düzeyinde görülüyor ve burada normal, yani makro düzeyde bildiğimiz haliyle insan ya­ şamı ve toplumunu tanımak zorlaşıyor. Daha alt düzeyde biyolojik açıklama ile kültürel açıklama arasındaki fark gözden kaybolur ve biyolojik olan ahlaki olanı güçlü bir şekilde etkiler; çünkü bu düzey­ de biyolojik olan belirleyici unsursa, Huxley'nin yaptığı gibi biyolo­ jinin taleplerine karşı davranışı savunmak en basitinden ahlaksızca­ dır (ya da en iyi ihtimalle ahlakdışıdır) . B öyle bir indirgemeciliğe karşı duran Dupre şunu ileri sürer: "Nesneler bütünleşmiş toplam­ larla birleştikleri için yeni özellikler edinirler" ve "bu üst düzey top­ lamların, en az onları oluşturan alt düzey toplamlarınki kadar gerçek nedensel özellikleri olması gayet mümkündür" (s. 1 62-3). Gelgelelim, insanlık durumu hakkındaki söylemin hangi düze­ yine giderseniz gidin, Darwin oradadır ve indirgemeciliğe dair epis­ temoloj ik savaş aynı zamanda toplumsal imkanlara dair bir savaştır. İndirgemeciliğin kendisi, siyasi açıdan apaçık olarak muhafazakar bir epistemolojik teori değildir. Ama Darwin'in zamanında, onun kendi fikirleri konusunda da olduğu gibi, meseleler epistemolojiden belirlenimcilik sorunlarına, doğa ile kültürün alternatif etkilerine,

20. Steven Weinberg, Dreams of a Final Theory: The Scientist's Search for the Ultimate Order ofNature, New York: Vintage Books, 1 993, s. 54. 2 1 . John Dupre, The Disorder ofThings: The Metaphysical Foundations ofthe Disunity of Science, Cambridge , MA : Harvard University Press, 1 993, s. 87- 1 67.

B ÜYÜ B O ZAN DARWI N

95

cinsel farklılığın dayattığı sınırlamalara, geniş ölçekli toplumsal de­ ğişim imkanlarına ve daha pek çoklarına kadar uzanır. B u indirge­ meciliğin arkasında yatan ve biyoloj ik belirlenimciliğe meyleden Darwin yorumu, Darwin'in genel yasalara oturtamadığı fenomenle­ ri bile genel yasalarla açıklama yolundaki amansız ısrarına işaret eder makul bir şekilde. " . . . 'in bilinmeyen yasaları" , Darwin'in nes­ rinde yeterince aşina olduğumuz bir ibaredir. Tesadüfün evrenin ne­ resinde olursa olsun işlediği fikrini reddetmiştir ve tabii bununla birlikte, teorisinden uzak durulmasında, tesadüfün oynadığı büyük role verilen tepkinin önemli bir payı olmuştur. Darwin her zaman yasa arardı ve John Herschel'ın Türlerin Kökeni'ni okuduktan sonra onu "karman çormanlığın yasası" diye adlandırdığını duyduğunda sarsılmıştı. "Bununla tam ne kastettiğini bilmiyorum, " demişti Dar­ win, "fakat aşağılayıcı olduğu aşikar. Eğer doğruysa, hevesimi kı­ ran büyük bir darbe bu " (Correspondence, 7 :423 ) . Darwin'in res­ metmeye çalıştığı evren yasalarla sınırlanmıştır ve argümanların­ dan onun asla olumlamadığı ve bence ima etmeye de çalışmadığı bir fikri, yani biyoloj inin bütün insan davranışlarını tamamen belirledi­ ği fikrini çıkarmak mümkündür. Sosyobiyoloj ik indirgemeciler Darvinci fikirlerin bir dizi bilim­ sel anlama tekabül ettiğini vurgulamaya ve bilimi insan davranışı, bilinci ve toplumunun biyolojik terimlerle yeniden yorumlanma­ sında çürütülemez bir otorite olarak kullanmaya eğilimlidir. Onlar ve akrabaları olan evrimci psikologlar, biyolojik belirlenimciliğe bağlı olduklarını reddederler, ama biyolojik kalıtımın insan özgür­ lüğünün imkanlarını kısıtlayacak kadar etkili olduğu görüşünü sa­ vunmaktan vazgeçmezler.22 B u tür bir biyoloji çabucak ideolojiye dönüşmeye meyledip, doğal olgulara dair ciddi ve yansız yorumlar getirmenin dışında hiçbir şeyle suçlanamayacağını iddia eder. Wil22. David Buss, ev ri m c i ps ikoloj i üzerine yazdığı ders kitabının giri şinde, sosyobiyolojiye genetik belirlenimciliğe bağlı olduğu yolunda yöneltilen eleştiri­ lerin yersiz olduğunu söyler: "Evrim teorisini insan davranışının anlaşılmasında tatbik etmeye karşı direncin önemli bir kısmının temelinde, evrim teorisinin ge­ netik belirlenimcilik demek olduğu yönündeki yanlış kanı yatıyor. Bu yanlış an­ lamanın tersine, evrim teorisi aslında gerçekten etkileşimci bir çerçeveyi temsil eder. " Evolutionary Psychology: The New Science of Mind, Needham Heights, MA: Allyn and Bacon, 1999, s. 1 9 .

96

. DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

son 'ın bunu dile getirmek için Cam us 'yü nasıl yardımına çağırdığı­ nı görmüştük. En kötülerine bakmak zorundayız. Eğer vardıkları sonuçların ideolojik imaları var gibi görünüyorsa, bu imalar ancak şu anlama gelebilir: Geleneksel olarak ideoloj i gözüyle bakılmış olan , aslında şeylerin mevcut halinden ibarettir. Yani Huxleyci di­ renmeler sadece terimsel çelişkilere ya da zayıf düşüncenin semp­ tomlarına dönüşür. İndirgemeciler her şeyden önce kendi çalışma­ larının ideolojik olmadığı, tümüyle bilimsel olduğu konusunda ıs­ rar ederler. Sosyobiyoloj inin -yahut türevlerinin- ideoloj ik olmadığı iddi­ ası bana ya gayrisamimi ya da tamamen sahte gelse de,23 bu proje­ lerin ortaya çıkardığı sorunlar gayet makul bir şekilde Darvinci do­ ğalcılıktan türeyen sonuçlar olarak görülebilir. Sosyobiyoloj iye ve "indirgemeciliğe" karşı çıkanların kendileri de çoğu zaman tam bir doğalcılığa bağlı olduğu için, toplumsal, psikolojik ve davranışsa! faaliyetlerin hiyerarşik olarak yapılanmış bir bilim çerçevesinde anlaşılabileceği kanısına itiraz etmelerinde bir tutarsızlık var gibi­ dir. Wilson indirgemeciliğe yöneltilen saldırıların sektiler entelek­ tüellerin teslim bayrağını çekmesi anlamına geldiğini söylerken, gerçekten de doğru bir şekilde, sosyobiyoloj ik teoriye karşı savaş açanların esas olarak -Darwin ve Wilson gibi- metafizik ya da do­ ğal olmayan açıklamaları büsbütün reddeden sektiler entelektüeller olduğuna işaret ediyor. Wilson'a göre, indirgemeciliği reddetmek, bilimi reddetmek demektir; çünkü onun gözünde bilim, bütün şey­ lerin metafizik olmadan, doğal nedenlerle açıklanabilmesi demek­ tir. Ama elbette Lewontin gibi , indirgemeci olmayan pek çok bilim23. Ullica Segerstrale, sosyobiyoloji hakkındaki tartışmalar üzerine yaptığı önemli araştırmasında, sosyobiyolojinin ideolojik niteliği meselesine çok karma­ şık bir yanıt verir. En başta, sosyobiyoloji eleştirmenleri için, onun asıl anlamının "ahlaki bir okuma"yla bulunabileceğini söyler. "Onlar için sosyobiyolojinin siya­ si hakikati ortadadır. Sosyobiyolog içinse öyle değildir" (s. 2). Segerstrale'nin ta­ rihi genel olarak, "evrimi anlamanın yeni bir yolu"nu arayan sosyobiyologların ideolojik açıdan masum olduğunu öne sürer. Bilimin çoğu zaman ahlaki itkilerle yönlendirildiğini kabul eder etmesine, fakat (Maynard Smith'e atıfta bulunarak) şu görüşü de muhafaza eder: "Bil imsel teorilerin neyin doğru olduğu değil, ancak neyin mümkün olduğu konusunda söyleyecek şeyleri vardır. " Defenders of the Truth : The Battle for Science in the Sociobiology Debate and Beyond, Oxford: Oxford University Press, 2000, s. 403 .

B Ü YÜ B O ZAN DARWI N

97

ci vardır. Günümüzdeki indirgemecilik, yayılmasında bilimperver­ liğin belki de en güçlü sözcüsü olan Huxley'nin büyük rolünün ol­ duğu, ama meslek yaşamının sonlarında kendisini ona karşı direnir­ ken bulduğu Viktoryen bilimperverliğini yeniden ısıtıp önümüze koyuyor. Darwin incelemelerindeki ironilerden biri de şudur: Darwin'in teorilerinin bilimsel statüsü kendilerine kültür arenalarında belli bir güç kazandırdığı için yorumcular ona doğru koştursa da, argüman­ ları ve dilinin çokanlamlı mahiyeti , Darwin'in gerçekten �e demek istediğini belirlemeyi bilimsel olmayan bir şekle sokuyor. Biyoloj ik gelişimi açıklayan bir kavram olarak doğal seçilimin hakimiyetine olan katı bağlılıkları genelde indirgemeci bir kisveye bürünen sos­ yobiyolog ve evrimci psikologların çalışmalarının ötesinde, olası yorumların menzili sınırsız görünüyor. Bununla beraber, bu men­ zildeki pek çok yorum bana tamamen yanlış geliyor (ve aslında Darwin'e de öyle görünüyordu).24 Sosyobiyoloji ve evrimci psikoloj i bilim olduklarını iddia eder ve onların salt ideolojik olduğunu, belirli bir "kültür" ün ürünü ol­ duklarını söylemek saçma olurdu. Gelgelelim, tek bir Darvinci dü­ şünce damarını geliştirmeye de devam ediyorlar. Bu düşünce, en başından beri mevcut olmasına rağmen, esas itibariyle mekanikçi; ayrıca ampirik ve rasyonel tercihe mutlak bir öncelik atfediyor ve biyoloj ik belirlenimciliğe olmasa da, en azından insan davranışının tüm yönlerinin büyük ölçüde biyolojiyle açıklanabileceği görüşüne meylediyor. Bütün sosyobiyolog ya da evrimci psikologlarının böy-

24. Darwin'in fikirleri çoğu kez dinsel konumların içine çekilse de, Darwin'in kendisi Asa Gray'in bunu yapmaya çalışmasını ve teorinin kaçınılmaz bir şekilde iyileşmeye yol açtığını göstermesini açıkça reddetmişti : " Öyle olmasını ne kadar dilersek dileyelim, Profesör Asa Gray'in, 'değişimin' tıpkı 'belirli ve faydalı sula­ ma yollarında akan' bir dere gibi, 'hayırlı yolları izlediği'ne olan inancını paylaşa­ mayız. Değişimlerin her birinin en baştan mukadder kılındığını farz edersek, ge­ rek örgütlenmenin -çok sayıda zararlı yapısal sapmaya yol açan- esnekliği, ge­ rekse kaçınılmaz olarak varolma mücadelesine ve bunun sonucunda doğal seçili­ me ya da en uygun olanın hayatta kalmasına yol açan o fazladan üreme gücü bi­ ze doğanın lüzumsuz yasaları gibi görünmek zorunda olacaktır. " Charles Darwin, The Variation of Plants and Animals under Domestication ( 1 868, 1 875), New York: Appleton, 1 900, 2:4 1 5 . Bu alıntının içinde olduğu pasaj ın tümüne dair bir analiz için bkz. bu kitabın 5 . bölümü.

98

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

le görülemeyeceği açık; ama genel olarak, sürdürdükleri bilimsel gelenekler Loren Eiseley'nin Darvinci düşüncenin en itici unsurları olarak gördüğü nitelikleri taşıyor: "mücadele üzerindeki ısrarlı vur­ gu " ve "birçoklarına en az bir Viktorya dönemi fabrikası kadar ka­ ranlık ve pis görünen mekanikçi, faydacı bir felsefe" (Darwin 's Century, s. 250). Ama tam da bu geleneğin kendisi başka yollara açılmıştır. Para­ doks ise hala ortada durmaktadır: bir taraftan Darwin'in fikirlerinin içinde bulunduğu anın özelliklerine, mensubu olduğu sınıfın nite­ liklerine, Whig yanlısı siyasetinin varsayımlarına, Shrewsbury'de bulunan zengin bir evde geçirdiği hayatına, anne tarafından kuzi­ niyle olan evliliğine, Down'daki kiliseyle olan uzlaşmalarına, sınıf­ sallığa dair endişelerine (Janet Browne, fotoğrafı çekilirken Dar­ win'in çalışma araç gereçlerini bir tarafa bırakıp, çalışmayan bir adam, yani bir beyefendi olarak resmedilmeye dikkat ettiğini gös­ termiştir)25 bağlı olduğu görüşü; diğer taraftan da, düşüncesinin devrimci ya da en azından özgürleştirici etkileri olduğu ve B atılı özcülük ve metafizik karşıtı düşüncenin temellerine kadar sokuldu­ ğu görüşü. Yani Darwin metafiziğin yıkılmasında hala etkili olan bir rol oynamıştır, ki Wilson'ın o inatla mekanikçi ve hesaba dayalı argümanlarında ve mevcut zihin biliminde kendisine seçkin bir yer verilmiş olmasından da bellidir bu . Aynı zamanda, argümanları in­ şa etmek için bir temel gerektiğinden -bu temel sonsuza uzanan kaplumbağalar ya da filler olsa bile, o fillerin bir tanesinde durma­ mız gerekir- Darwin'in teori si ironik bir şekilde yeni bir temel hali­ ne gelmiştir. Katı ve saldırgan bir şekilde göreci olan B arbara Hermstein Smith bile edebi eserlerin "ayakta kalmasını" Darvinci bir evrim modeliyle açıklıyor.26 "Doğal seçilim" temellendirmeye yarayan elzem bir kavram ha­ line geldiği için, türlü türlü (hatta bazen birbiriyle bağdaşmayan) iş­ lere koşuluyor. Örneğin Pinker'a göre bu mekanizma, "uyum sağla25 . Janet Browne, "I Could Have Retched All Night: Charles Darwin and His Body", Science Incarnate : Historical Embodiments of Natura/ Knowledge, Ch­ ristopher Lawrence ve Steven Shapin (haz.), Chicago: University of Chicago Press, s. 240-87. 26. Barbara Herrnstein, Contingencies of Value: Alternative Perspectivesfor Literary Theory, Cambridge, MA: Harvard University Press, 1 988, s . 47-9.

B Ü YÜ BOZAN DARWI N

99

maya dönük etkiler yaratan organları 'tasarlayan' bir mühendis gibi hareket eden tek evrimsel güçtür" (How the Mind Works, s. 36, 1 55 ) . "Zihne dair hesaba dayalı bir teori" savunan Pinker, doğal seçilimi " insan zihnini anlamak bakımından vazgeçilmez" olarak görür. " B ir temeldir" doğal seçilim, zira "hayatı özel kılan şeyin ne olduğunu, [hayatın] uyum sağlayabilen karmaşasını ya da karmaşık tasarımı ­ nı sadece o açıklar" (s. 1 55). "Doğal seçilim" geleneksel nedensel açıklamanın yerini almasından dolayı bir temel haline gelir. Henry Plotkin'in tasvir ettiği gibi, bütün organik varlıkların doğası, hepsi­ nin ortak amacı olan üreme tarafından belirlenir. Darvinci bakış açı­ sında, organizmanın hayatta kalmasına ve üremesine imkan veren uyum sağlama süreçleri apriori değil de aposteriori olarak açıkla­ nır27 ve Plotkin gayet net bir şekilde, evrim açıklamasının gelenek­ sel "nihai neden" in yerini aldığını söyler (s. 1 08 ) . Buna ilaveten, "evrimsel neden" ifadesinin "nihai neden" yerine kullanılabileceği­ ni iddia eder; evrimsel neden ise tabii ki hayatta kalma ve çoğalmak için uyum sağlama anlamına gelmektedir. Açıklama, değişimin uyum sağlama işlevinin saptandı ğı noktada durur ve böylece bilinç ya da davranış gibi kavramlar -uyum sağlama kapasitesine sahip olarak düşünülebildikleri ölçüde- açıklanmış olur; zira bir fenome­ nin bu anlamda uyum sağlama kapasitesi olduğu gösterilebilirse, o fenomen doğrulanmış olur. Şeyler nasılsa öyledir, çünkü doğaları uyum sağlama kapasiteleri tarafından teyit edilir. Demek ki Darwin bir yandan, Batı düşüncesinin temel örüntüle­ rinin neredeyse yapıbozumcu bir şekilde çökertilmesi için bir vesi­ le sunmuştu, ki John Dewey bunu· -gayet mutlu mesut bir şekilde­ "mutlak kalıcılığın kutsal gemisinin zaptedilmesi " ve "gerek bilgi­ nin mantığını gerekse ahlak, siyaset ve dinin ele alınışını nihayet dönüştüreceği kesin olan bir düşünce tarzı" diye tarif etmiştir.ıs Di­ ğer yandan, bu düşünüş tarzı bir boşluk bırakmış ve bu boşluğu da Darwin'in teorisinin doldurması istenmiştir. Eğer "doğal seçilim" yaradılışın yerini alıyorsa, gerek bilimsel gerekse siyasi konumları

27. Henry Plotkin, Dmwin Machines and the Nature of Knowledge, Cam­ bridge, MA: Harvard University Press, 1 994, s. 48-57. 28. John Dewey, "The Influence of Darwin on Philosophy" , Dmwin , Philip Appleman (haz.), New York: W. W. Norton, 1 970, s. 393.

1 00

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

temellendirmeye yarayan eldeki tek kavram haline geliyor demek­ tir. Nasıl ki "doğal seçilim" Darwin'in ilk mecazi ifadesinde, orga­ nik değişimlerin tümünü "günden güne ve saat saat tetkik eden" bir eyleyiciye dönüşmüşse, günümüzün metafizik karşıtı söyleminde de bir "algoritma"ya dönüşüyor, öyle bir algoritma ki bütün organik yaşam onun formüllerinden geçiyor. Doğal seçilim Darwin'in ve Daniel Dennett'ın gözünde kelimenin tam anlamıyla bir eyleyici de­ ğildir, ama her ikisine göre de sonuçta Tanrı 'nın işlevini yerine geti­ rir. 29 Ş imdilerde, doğanın pervasız olduğunu inatla savunanların ço­ ğunun söyleminde, mecaz olmaktan çıkarılmış (ya da yeniden me­ caz haline getirilmiş) bir Tanrı ortaya çıkar ve bu "güç " doğayı yeni baştan inşa etmek için elzem hale gelir. Gerçek Darvincilerin hepsi, doğal seçilimin "varolma mücadelesi "ni gerektirdiği konusunda an­ laşabilir, fakat daha önce de belirttiğim gibi, bu tabir işbirliği de da­ hil olmak üzere pek çok anlama gelebilir ve zaten Darwin kullanım­ larının muhtelif tarihi de bu sözcüğün nasıl yorumlandığı etrafında döner. Niles Eldredge'in söylediği gibi, "doğal seçilim" bile sabit bir kavram değildir: "Bütün Darvinciler, doğal seçilimin uyum sağla­ maya yönelik değişimin esasını oluşturduğunu teslim eder" ama "bu motorun gerçekten nasıl çalıştığı . . . başka bir konudur. "3o "Doğal seçilim"e dair hangi yorum kabul edilirse edilsin, Dar­ win'in kökenler hakkındaki hikayesi "Başlangıçta" diye başlayan hikayeye karşı artık kaçınılmaz bir alternatife dönüşmüştür. İnsan davranışı ve örgütlenmesine dair makul teorilerin neredeyse tümü onun içinden ilerlemek zorundadır. Biyoloj ik açıklamalar maddili­ ği su götürmez bir son durağı -fillerin o uzun kulesindeki son fili­ önümüze koyuyor gibidir. 29 . Darwin'in mecazını "algoritma"ya tercüme eden Dennett'tır. Bkz. Dar­ win 's Dangerous idea, New York: Simon and Schuster, 1 995 , s. 50; ayrıca 7. B ö­ lüm'de bu sözcüğü ele alışıma bakılabilir. Dennett'ın bu argümanı sunmadan ön­ ce Türlerin Kökeni nden bir alıntıyı epigraf olarak kullanması ilginçtir: "Uzun çağlar boyunca hareket eden ve her bir mahlukun bütün bünyesini, yapısını sü­ rekli elekten geçiren -iyiyi yiyip yutan ve kötüyü ıskartaya çıkaran- bu güce ne gibi bir sınır konabilir? Her bir varlığı hayatın en karmaşık ilişkilerine yavaşça ve güzel bir şekilde uyarlamada bu gücü sınırlayabilecek hiçbir şeyin olduğunu dü­ şünemiyorum. " 30. Niles Elredge, Reinventing Darwin : The Great Evolutionary Debate, Londra: Orion Books, 1 995, s. 76. '

B ÜYÜ B O ZAN DARWI N

1 01

Ama temeller, yani son fil sorunu kısmen epistemoloj iktir. Te­ mel bulmak bir otorite bulmak demektir ve Darwin'in temelci �rgü­ manlarının , ideoloj ik imalarla dolu araştırma yönelimlerini nasıl et­ kilediğine dair pek çok örnek görmüştük. Temele duyulan güven, çoğu zaman uygunsuz bir şekilde toplumsal ve siyasi analize giri­ şilmesine sebep olur ve böylece bazen çok kötü sonuçlar ortaya çı­ kar. Aslında Darwin'in kuzeni olan Francis Galton'ın icat ettiği, ama bir Darwin okuması ve bilimin insan türünün toplumsal olarak iyi­ leştirilmesi için en iyi aracı sunduğuna duyulan sağlam bir güven üzerine kurulan öjeni, bu tür gelişmelerin en bariz ve en korkunç olanıdır sadece. B urada, Darwin'in yazılarının, en azından kısmen meşru bir şekilde bu tür bir yoruma cevaz verebileceği gerçeğiyle yüzleşmeye çalışıyorum. Dolayısıyla Darwin'in yazılarının bunu nasıl mümkün kıldığına biraz daha yakından ve doğrudan bakma­ mız gerekiyor.

il

B urada ve bu bölüm boyunca, önemli ve Darwin'in çalışmasıyla açıkça ilişkili oldukları halde, doğrudan doğruya Weberci bir büyü­ süzleşmeye işaret eden bazı hakim Darwin yorumlarını ele alaca­ ğım. Ne bu yorumların geçerliliğini inkar etme, ne de Darwin'in Darvinizmin pek çok kültür eleştirmeni ve tarihçi arasında kötü bir şekilde anılmasına yol açan bazı fikirleri zaman zaman onaylama­ dığını söyleme niyetindeyim. Demek istediğim şey daha ziyade şu: Bu fikirler onun çalışmasının sadece küçük bir kısmını ve düşünsel açıdan en zayıf kısmını oluşturur. Darwin'in öjeni gibi şeyleri bazen tasvip eder görünmesi, argümanlarının anlamına ilişkin kendi yoru­ munun sosyal Darvini stlere malzeme olmuş olması, bu argümanla­ rı n tarihsel olumsallığıyla ya da evrim teori sinin zorunlu sonuçları olmadığı gerçeğiyle çelişmez. Önce Darwin'in kendi teorisi hakkın­ daki yorumuna, sonraki bölümlerde ise Darvinci olarak savunulan birbirinden çok farklı konumlara bakarak, bu kitabın önsözü ve ilk bölümünde ortaya koyduğum argümanı geliştirip örneklendirmek istiyorum, ki Christopher Herbert bir sohbetimiz sırasında bunu "fi­ kirlerin ideolojik belirsizliği " diye tanımlamış ve Oscar Kenshur da

1 02

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

"ideoloj ik özcülük" diye adlandırmıştır.3 1 Söz konusu olan şey ide­ oloj i ile fikir arasında bir ilişki olmadığı iddiası değil, buradaki iliş­ kinin belirsizliği savıdır. Darwin'in teorisi basit bir şekilde belirli si­ yasi modellerle ilişkilendirilemeyecek kadar karmaşıktır. Örneğin Paul Crook, Darwin'in "mücadele" teorisi ile savaşın, kapitalizmin ve insan toplumundaki şiddetin onaylanması arasında sık sık bağ kurulmasını reddederek, "Darwin'in mücadeleye bakışındaki ol­ gunluk ve inceliği" unutmamamız gerektiğini söyler.32 Darwin İnsanın Türeyişi nde nihayet kararını verip " insan, yer­ yüzünde ortaya çıkma tarzıyla ilişkili olarak varılacak her hükümde diğer organik varlıklara dahil edilmelidir" ( 1 : 1 ) diye açık açık ko­ nuştuğu zaman, ister istemez antropoloji, sosyoloj i ve genel olarak insan bilimlerine bulaşarak bütün ideolojik yükünü ortaya döküyor­ du. Böylelikle, bilimsel konulardan · ziyade, en bariz örnekleri sıra­ lamak gerekirse, ırk, sınıf, kadınlar, serbest teşebbüs gibi "kültürel" konulara yönelik esas tavırlarını bilim olarak sunma riskine giriyor­ du açıkça. Bence Darwin burada en kötü halini sergiler. En kötü ha­ lini diyorum, çünkü düşünsel titizlik ve dikkatle araştırılmış kanıt­ lara olan bağlılık, iş bu konulara geldi mi en azından geçici olarak ortadan kaybolur ve bu noktada savunduğu görüşler, kendi kültürü ve sınıfının üstünlüğü hakkındaki, üzerinde bir an için bile düşünül­ memiş varsayımlara çok açık bir şekilde dayanır. Aslında, insanın Türeyişi 'nden alıp da burada bakmak istediğim pasaj , teorisinin kül­ türel imaları hakkındaki kendi yorumudur ve Darwin bu pasajda öjeniye ve öjeni kadar korkunç olan başka kullanımlara kapı arala­ yan yorumları maalesef haklı çıkarırcasına konuşur. '

Vahşilerde, bedensel ve zihinsel açıdan zayıf olanlar çok geçmeden elenir; ayakta kalanlar ise sağlık açısından genel olarak zinde b ir durumda­ dır. Ö te yandan biz uygar insanlar eleme sürecini kontrol etmek için eli­ mizden geleni yaparız; geri zekalılar, sakatlar ve hastalar için barınaklar inşa ederiz; yoksulluk yasalarını uygulamaya koyarız; tıp adamlarımız her-

3 1 . Oscar Kenshur, Dilemmas of Enlightenment: Studies in the Rhetoric and Logic of Jdeology, B erkeley: University of Califomia Press, 1 993 , s. 7-8 . Benim bu konuyu ilk ele alışım için, bkz. Dying to Know, s. 1 7. 32. Paul Crook, Darwinism, War, and History, Cambridge: Cambridge Uni­ versity Press, 1 994, s. 1 5 .

B ÜYÜ B OZAN DARWIN

1 03

kesin hayatını son anına kadar korumak için maharetlerini azami şekilde sergiler. Eskiden zayıf bir bünyesi olduğu için çiçek hastalığından ölecek binlerce kişinin bugün aşı sayesinde korunduğunu düşünebiliriz. Nitekim uygarlaşmış toplumların zayıf üyeleri kendi benzerlerini çoğaltıyorlar. Ev­ cil hayvanların nasıl yetiştirildiğine dikkat eden herkes, bu durumun insan ırkı için son derece zarar verici olduğundan şüphe etmeyecektir. Bakımın yokluğunun ya da yanlış bir bakımın evcil bir ırkın yozlaşmasına nasıl da çabuk yol açtığını görmek şaşırtıcıdır; fakat insanın durumunu saymazsak, neredeyse hiç kimse en kötü hayvanlarının yavrulamasına müsaade edecek kadar cahil değildir. '(Descent, 1 : 1 68 )

Bu pasajdaki kültürel önyargılar çözümleme gerektirmeyecek ka­ dar aşikardır, ama Darwin muhakkak ki sadece olguları ifade ettiği­ ni ve mümkün olduğunca nesnel olmaya çalışUğını düşünüyordu bu tür pasaj ları böylesine korkutucu hale getiren bir şey de budur zaten. Hayvanların nasıl yetiştirildiğini biliyordu Darwin ve kendi­ si de güvercin yetiştirmeye çalışmıştı; hayvan yetiştirenlerin en kö­ tü hayvanlarının yavrulamasına asla izin vermeyeceğini öne sür­ mek makuldü. Ne ki Darwin'in çalışmasının konusu hayvan ve bit­ kilerden insanlara kaydığı için, böyle bir cümle birdenbire muaz­ zam bir ideolojik yük taşımaya başlar. Zayıf ve incinebilir durum­ daki insanlar ile "en kötü hayvanlar" arasında kurulan ve ispat et­ meye çalışılmadan sorgusuz sualsiz kabul edilen benzetme, Türle­ rin Kökeni'nde doğal seçilime doğru basit bir adım olacak şeyi, ah­ laki bir kınamaya ve zımni bir emre dönüştürür. B u pasaj , görünüşte tasvire dayalı bir dilin nasıl da kültürel var­ sayımlarla dolu olduğunun belki de çok bariz bir örneğidir - insa­ nın bir inceleme nesnesine dönüştüğü her yerde, değerlerin, varsa­ yımların ve ideolojinin her şeye sirayet ettiği açıktır. Nesnel diye adlandırılıp otorite yüklenen görüş, uzaklardaki vahşiler ile uygar­ laşmış "biz" arasındaki tezattır; mecazi bir sessizlik içinde, uygar olanlar " vahşi"lerle yan yana konulur, pasajın sonunda toplumun zayıf üyeleri ile hayvanlar arasında ilişki kurulur ve Darwin'in gü­ vercin ya da köpek yetiştiricileri onlara nasıl bakarsa, ikisine de öy­ le bakılır. Burada insanın tüylerini ürperten şey, gayrişahsi olma ça­ basıdır: "Kendi benzerlerini çoğaltıyorlar. " "Eleme süreci " ise tabii ki doğal seçilimin işleyişidir ve insanlara uygulandığında besbelli ki öldürme anlamına gelecektir.

1 04

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

B urada olgusal ifadenin kendisinin de bir yorum olduğunu fark etmek önemlidir. B ir teşbih ima eder: Aşılamalara, tıbbi bakıma ya da bazı devlet yardımlarına ihtiyacı olan "zayıflar" en kötü hayvan­ lara benzer; zayıf hayvanları yetiştirmeyecek olan yetiştiriciler ise toplumu yöneten güçlülere benzer. Daha uzun gagalar ya da daha şişkin göğüsler isteyen güvercin yetiştiricilerinin gözünde "en kö­ tü "nün ne anlama geldiği açık olsa da, Darwin konuyu insanlara çe­ virdiğinde "en kötü "nün anlamı hakkında hiçbir teminat sunmaz. Hiç sorgulanmayan "en kötü " kategorisi , bir hakimi ve bir dizi öl­ çütü gerektirir, fakat bu pasaj her ikisinin hüv iyeti de belliymiş gi­ bi yazılmıştır. Darwin'in yazılarında yaratıcı açılımlar sağlayan benzetme, burada aslında ahlaki hükümleri gizler. Darwin, kültürel etkenlerin "zayıflığa" sebep olabileceğini ya da şans ve olumsallı­ ğın yoksulluk ile hastalık üzerindeki etkisini hesaba katmaz. Dönüp de Türlerin Kökeni ne ya da hatta insanın Türeyişi nin cinsel seçilimin tartışıldığı büyük bir kısmına bakacak olursak, bu­ radaki düşünüş hiç de tipik olmayan bir şekilde baştan savmadır. Darwin'in arılara, yapışıkçalara ya da solucanlara saçtığı dikkatin yerini burada nispeten, aslında birçoğu Darwin'in önceki düşünce­ sinden etkilenmiş olabilecek kültür yorumcularından edinilmiş ku­ laktan dolma bilgiler alır. B u pasaja canlılığını veren yetiştirme teş­ bihi ise aslında genişletilmiş bir yorumun bir parçası haline gelir. Ama gece gündüzü nasıl izliyorsa, öjeninin de peşinden öylece sökün edebileceği bu pasajda bile, Darwin'in izlemek istediği yol bu değildir. Darwin öjeniyi asla savunmamıştı; ona göre, "şefkatli " v e "çok yaygın olan" içgüdüsel insani duygudaşlık, insancıl faali­ yetleri muhafaza etmekle kalmaz, aynı zamanda "doğamızın en asil parçasının bozulmasını " engeller (Descent, 1 : 1 69). Rasyonel tutar­ lılığın bir çeşidi, yardım kapılarının toplumun "aşağı" üyelerine ka­ patılmasına sebep olurken, bir başka çeşitte ise hayvani "toplumsal içgüdü" lerin ürünü olan duygudaşlığın insan toplumu için kıymetli olduğu düşünülür. Eğer, diye devam eder Darwin, " kendine baka­ maz durumda olanlara uzatmaya mecbur hissettiğimiz yardım eli, duygudaşlık içgüdüsünün bir sonucuysa" bu eğilim insanın ayırıcı özelliklerinden biri demektir. O halde bu mesele, akıldışı ve düşün­ sel yanılgıdan kaynaklanan bir merhamet meselesi değil, bir yo­ rum, hangi değerin önceliği olduğuna karar verme meselesidir. Ye'

'

B ÜYÜ B O ZAN DARWIN

1 05

tiştiricilerin en zayıf hayvanlarının yetişmesine izin vermeyeceği de dahil olmak üzere bize sunduğu olguları yorumlayan Darwin, pek hevesle olmasa da tercihini merhametten yana kullanır. Olgular bütünüyle "rasyonel " bir şekilde ele alındığında ortaya pekala baş­ ka bir sonuç çıkabilirdi. Fakat Darwin elindeki malzemeleri, Willi­ am James'ten yardım bile almadan, " salt" rasyonel olanı aşacak bir şekilde, ya da daha dikkatle söylersek, olguya duygu ve arzu kata­ rak yorumlar. Fakat pasaj devam eder ve bu merhamet "uygar" insan için ne sağlarsa sağlasın, Darwin'in zayıfların çok fazla ürediği, dünya nü­ fusunun gücünü azaltıp sonunda en iyileri galebe çalmakla tehdit ettiği görüşüne bağlı olduğu açıktır. Evrimci etiğin eşiğinde olan Darwin pasaj boyunca kendisini şu olguyla teselli eder: " suçlular idam edilir. . . . Melankolik ve aklını kaçırmış insanlar ya kilit altın­ da tutulur ya da intihar eder. Şiddete ve kavga çıkarmaya meyyal adamların sonları çoğu zaman kötü olur" ( 1 : 1 7 3). Keza, "sefih ka­ dınların az çocuğu olur, sefih adamlar da nadiren evlenir. Her ikisi de hastalıktan mustariptir" ( 1 : 1 73). Bunlar, uygarlığın kendi duy­ gudaşlığı ve cömertliğinin sebep olduğu kötü etkilere mani olmaya çalışması sonucunda duyduğumuz iyi haberlerdir. Ama Darwin, W. W. Greg'in şu konuda haklı olduğundan endişelidir: "Toplumun pervasız, horlanan ve çoğu zaman kötücül olan üyeleri, toplumun basiretli ve genel olarak faziletli olan üyelerinden daha hızlı bir oranda çoğalmaya eğilimlidir" ve "o ebedi 'varolma mücadelesinde' aşağı ve daha az uygun görülen ırklar" nihayet galip olacaktır. Ken­ di merhametinin tuzağına düşen Darwin, "toplumun daha zayıf ve aşağı üyeleri "nin güçlüler kadar " serbestçe" evlenmeyeceği umu­ duyla yetinmek zorundadır ( 1 : 1 69) . Doğal seçilim yoluyla değişim geçirerek türeme teorisinde böyle bir toplumsal çözümleme ve programı gerektiren hiçbir unsur bu­ lunmaz. Kültürel varsayımlar sorgulanmadığında, doğal seçilim her türlü işi yerine getirmek üzere devreye sokulabilir. Toplumsal yapılar -kendi içlerindeki hiyerarşilerin uygar olmayan doğadaki hiyerarşilere benzer ya da onlarla aynı görülmesi anlamında- doğal şeyler olarak görüldüğünde ise, doğal seçilim mecaz olmaktan çı­ kar. Örneğin Darwin servetin kaçınılmaz bir şekilde doğal üstünlük

1 06

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

demek olmadığını kabul etse de, esas olarak uygarlığın aristokratik geleneğinden şikayet ederek, ilk erkek çocuğun mirasa sahip olma hakkının bir sorun olduğunu ileri sürer; zira bu uygulama yüzünden yaşça en büyük erkek çocuklar, "bedensel ve zihinsel açıdan zayıf olanlar" bile evlenip çoluk çocuk yaparlar. Ama burada yine kapita­ list modele başvurulmaktadır; ilk erkek çocuğun mirasa sahip olma hakkının kötü sonuçları en azından kısmen kontrol edilmektedir, çünkü "üstün mevkideki erkekler" daima "kendi servetlerini ve ik­ tidarlarını artırmayı" istemektedir ( 1 : 1 70) . Darwin'in bu konular­ dan mevcut toplumsal koşullarla ilişkili olarak bahsettiği kimi za­ manlarda, insanın Türeyişi kapitalist kocakarı masalları gibi tınla­ maya başlar. Mesela Bay Galton'ın şunu gösterdiğini öğreniriz (ve bu bizi ne kadar rahatlatır ! ) : "Tek bir çocuk yapmış ebeveynlerin kızlan . . . kısır olmaya meyillidir" ( 1 : 1 70). Darwin Down'da bulunan bahçesindeki çiçeklerle oynar, yetiş­ tirme sorunlarını kendi güvercinleri üzerinde sınar, Joseph Hooker gibi botanikçilerin ya da J ohn Gould gibi kuş uzmanlarının tavsiye­ lerini almaya çalışırken özenle ve ihtiyatla hareket etmeye meyil­ liydi. insanın Türeyişi'nin cinsel seçilimle ilgili kısımlarında, tıpkı Türlerin Kökeni 'nde olduğu gibi, kanıtların ve argümanların özlü ve sağlam bir şekilde ortaya konulduğunu hissedersiniz. Darwin, ka­ buklu deniz hayvanlarından örümceklere, diğer böcek ve kelebek­ lerden balıklara, hem suda hem karada yaşayan hayvanlardan sü­ rüngenlere, kuşlardan memel ilere ve nihayet "İnsan"a kadar giden hayat merdivenini basamak basamak çıkar (Darwin "daha üstün" ve "daha aşağı" ifadelerinden zaman zaman memnun olmasa da in­ sana kadar yükselen bir hayat hiyerarşisini izler) . İnsana ve özellik­ le de "uygar" insana varana kadar, Darwin'in gözlem ve muhakeme güçleri o zamanlar pek üzerinde durulmayan şeylere götürür onu. Sonraki bir bölümde tartışacağım gibi, pek çok çağdaşının inanma­ yı reddettiği şeyleri, örneğin dişi kuşların türün morfoloj isini ciddi bir şekilde etkileyen bir tercih gücü olduğunu fark edebilmiştir: "Dişilerin belirli bir tercihte bulunması, 'erkeklerin arzulu olması kadar genel bir yasa gibi görünüyor" ( 1 : 273). Gelişmekte olan etno­ loj i ve antropoloj i bilimleri genel olarak Darwin'in işine yarama­ mıştı. B undan dolayı, kendi başına kapsamlı bir şekilde inceleme­ miş olduğu insan davranışını tartıştığı zaman, bazı şeyleri ne kadar

B ÜYÜ B OZAN DARWI N

1 07

sorgusuz sualsiz kabul ettiğinin, bilgi aldığı kaynakların bu şeyleri ne kadar sorgusuz sualsiz kabul ettiğinin ve hatta bu kişilerin ne ka­ dar bilgisiz olduğunun farkında değildir (ama örneğin yaptığı araş­ tırmalar sayesinde duygu ifadeleri konusunda çok daha malumatlı­ dır) . İnsanlar hakkında bilimsel bir otoriteymiş gibi konuşmak teh­ likeli bir iştir. Darwin hayvanların yaşamında belirgin bir şekilde insani nitelikler bulurken ayağını sağlam bir zemine basar, ama ge­ lişmesini çok fazla etkilemiş olduğu sosyal bilimlere geçtiğinde çok daha zayıf bir zemin üstünde durmaktadır. Olgu ile değer, bilim ile kültür arasındaki her daim belirsiz sınır çizgisi, genel olarak, iş­ levsel olamayacak kadar bulanıklaşır. Dahası, Darwin'in insan konusunu ele aldığı sırada kullandığı dile kulak verdiğimizde, ortaya konan formülleştirmelerin aşina geldiği zamanlarda bile.bir değişim var gibi görünür. Darwin bahçe­ sinde ya da çay fincanında yetişen bitkilerine baktığında, yapışıkça­ ların anatomisi, solucanların zekası, arı kovanlarının mimarisi, gö­ zün yapısı üzerinde düşündüğünde, bariz bir heves ve hatta huşu ile dolu olduğunu, çabucak daha geniş bir argümana geçmesini sağla­ yan bir gözlem keskinliğine sahip olduğunu belli eder. Ama insan­ lar hakkında genellikle ihtiyatla yazdığında ve olabildiğince nesnel görünmeye çalıştığı sırada bile, bazı tınılar kaçınılmaz olarak orta­ ya çıkar. "Doğal tarihte, dişi Malezya sülününün, erkeğin kalça süs­ lemelerindeki en ince nüansları ve kanat tüylerindeki zarif desenle­ ri sezebilmesinden daha harika bir şey bilmiyorum" (2:400) . Bura­ da kuşa ve onun estetik takdirindeki inceliğe hayret edilmektedir. Fakat bu tür bir incelik insanlar arasında olağan ve muhtemel bir şeydir; dolayısıyla nesirde ima edilen hayret duygusu dışarı sızar. Darwin birkaç sayfa sonra, insanların " aşağı hayvanları da harekete geçiren neredeyse aynı güdülerle hareket ettiğini " söyledikten son­ ra, üreme alışkanlıklarımızın da benzer olması gerektiğini öne sü­ rer: " Beden ya da zihin açısından belirgin bir aşağılık söz konusuy­ sa, her iki cinsin de evlilikten kaçınması gerekir" (2:403) . Burada şaşkınlık verici bir farklılık vardır. Hayvanın "olan"ından insanın " olması gereken" ine adanınca, Darwin'in alışılmış rasyonel argü­ man yöntemi çiğnenmiş ve kurulan benzetim kontrolden çıkmış gi­ bidir. Burada olduğu gibi ara sıra talimata dönüşen tasvir dili, ters bir etkiyle yüklüdür. Nesnel dil, sanki Darwin insan davranışının,

1 08

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

özellikle de cinsel davranışın tartışılmasının yarattığı duygusal etki­ den kasıtlı olarak uzak durmaya çalışıyor izlenimini vermektedir. Neticede epey ürpertici bir şey ortaya çıkar. insanın Türeyişi'nde insanlar ile alt düzeydeki hayvanlar arasın­ daki akrabalık ilişkisinin tartışıldığı kısmın sonlarına doğru , Dar­ win'in yazılarındaki hissiyatın menzili hakkında bize fikir veren il­ ginç bir pasaj vardır. Darwin, tüm bunlara zamane kültürünün vere­ ceği tepkiyle yüzleşmeye mecbur hisseder kendini : "Şurası muhak­ kak ki insana şeceresi açısından çok büyük ama pek de asil olmayan bir tarih verdik. " Oysa Darwin'in yazılarının ve doğayla her yerde kurduğu ilişkinin özelliklerinden biri tam da, biraz utanç verici bir ifadeyle "Evren'in mucizesi ve şerefi olan İnsan" diye nitelediği varlıktan çok uzakta olan o "aşağı " varlıklara duyduğu meraktır. Darwin'in yazılarında gerçek mucizenin bizatihi doğanın kendisi olduğunu hissederiz. Darwin soyumuzdan "utanmamamız" gerekti­ ğine ilişkin argümanına ise büyülenmiş bir doğalcının sesiyle son verir: "En basit organizma, ayaklarımızın altındaki inorganik toz topraktan daha üstün bir şeydir; önyargısız bir zihni olan biri , ne ka­ dar basit olursa olsun, yaşayan herhangi bir canlıyı, harikulade ya­ pısı ve özellikleri karşısında coşkuya kapılmadan inceleyemez" ( 1 :2 1 3 ) . "İnsan"a karşı duyulan coşkuda geleneksel bir kendinden memnunluk, insan öncesi soyumuz karşısında duyulan coşkudaysa sahici bir Romantizm vardır. Darwin, ortaya koyduğu genel argü­ man yüzünden dünyaya ve kendisine bakışı genel olarak çok farklı olan kültürden özür dilemesini gerektiren bir bağlam içinde bulun­ duğu için, İnsan'a ve Yaradan'a dair lafzen de olsa olumlu sözler söyler, ama enerjisi ve üstün düşünsel güçleri esas olarak çiçeklere, yapışıkçalara, örümceklere ve kuşlara hasredilmiştir. Üstelik insan konusundaki gerçek menfaatler ara sıra ortaya çı­ kar ve İnsanın Türeyişi'nin sonuna gelindiğinde Darwin, olan'dan olması gereken'e sıçrama mantığını takip ederek neredeyse öfkele­ necek duruma gelir: "Üreme ve kalıtım ilkeleri daha iyi anlaşıldı­ ğında, yasama organlarımızın cahil üyelerinin akraba evliliklerinin insana zararlı olup olmadığını kolay bir yolla ortaya çıkarma planı­ nı küçümseyerek reddettiklerini duymayacağız" (2 :403) . Darwin'in bu konuya yoğun bir ilgi duymakta olduğu aşikardır. Akraba evlili­ ği yapmış olan kendisi, bu durumun çocukları üzerindeki etkisin-

B Ü YÜ B OZAN DARWI N

1 09

den (gayet makul bir şekilde) sürekli endişe ediyordu; bütün "bi­ limsel" olguların insan iradesi üzerinde derin hissi yankılarının ol­ ması burada canlı bir şekilde örneklenir. Darwin bu noktada heye­ canlanır; ama bunun sebebi doğanın olağanüstü güçlerine duyduğu hürmet değil, aslında incelemekte olduğu insan haricindeki orga­ nizmaların eylemlerinden genel olarak farklı olan kimi kişisel ve toplumsal insan eylemlerinin sonuçlarından duyduğu korkudur. Darwin insanın Türeyişi'nde başka bir tarza geçmiştir; "olgu "larını alıp onları sosyal politikalara dönüştürmektedir. "Bütün insanlar için serbest rekabet olmalıdır ve yasalar ya da görenekler, en yete­ neklilerin en iyisini başarmalarına ve en çok sayıda çocuk yetiştir­ melerine mani olmamalıdır" (2:403-4 ) . Darwin, kısmen içgüdüsel bir merhametten olsa gerek, öjeniyi savunmamıştı; ama bunun sebebi öjeninin esas itibariyle iyi bir fi­ kir olmadığını düşünmüyor olması değildi . Öjeninin "Ütopik" ol­ duğunu düşünüyordu aslında. Darwin toplumun daha zayıf üyeleri­ nin serbestçe üremesi ihtimalinden memnun değildir ve dolayısıyla bu kişilerin gönüllü olarak imtina etmesini tavsiye eder: "Toplumun daha zayıf ve aşağı üyeleri " diğerleri kadar "serbestçe" evlenmeme­ lidir. Darwin'in şu sözü de meşhurdur: "Çocuklarını sefil bir yok­ sulluktan kurtaramayacak olan herkes evlenmekten kaçınmalıdır" (2 :403) . Fakat bu konuda hiçbir yanılsaması yoktur, o tür bir mute­ dil davranış beklemez ve bundan ötürü merhametimizin ve yumu­ şak yürekliliğimizin sonuçlarına katlanmak zorunda olduğumuzu söyler. B ilimsel fikirlerin toplumsal kararlara "uygulanması" , bütün bir insanın angajmanını (belki de Attridge'in " idiogram"ını) gerektirir ve bilimin topluma uzanması sadece pratik açıdan değil, bireysel açıdan da tehlike arz eder. Masum hiçbir olgunun olmadığını kabul etmeyi gerektirir. Toplumun idaresi ölüm kalım nevinden kararlar vermek demektir. Bütün bir teorik zeminin olgulara ilişkin olarak temelde haklı olduğu farz edildiğinde bile, olgular ( " aşağı " sözcü­ ğünde olduğu gibi) yargılara kayar ve bir kayma olduğuna dair hiç­ bir imada da bulunulmaz. Olgular farklı bir şekilde yorumlanabilir­ di ve Darwin burada, yani sosyal Darvinist gibi konuştuğu yerde bi­ le, onları iki farklı şekilde yorumlamaktadır. insanın Türeyişi'nde beliren Darwin , deyim yerindeyse, öjeniyi

1 10

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

reddeden bir öjeni taraftarıdır. Doğal dünyaya methiyeler düzer ve alt düzeydeki hayvanların karmaşası, zekası ve çeşitliliği karşısın­ da huşu duyar, büyülenir. Kendi içgörülerini yorumlamaya, insan haricindeki organizmalarda keşfettiği şeyleri alıp insanlara ve insan toplumuna uygulamaya yöneldiği zamansa, kendi kültürünün bü­ tün varsayımları ortaya çıkar. Desmond ve Moore'un belirttikleri gibi, Darwin'in doğal seçilim teorisinin hem Malthusçu iktisatla ya­ kından bağlantılı olduğu hem de bu potansiyel açıdan devrimci fik­ ri Darwin'in de içinde bulunduğu Whig kültürüyle uzlaştırmanın bir aracı olduğu doğruysa, bu bağlantının imaları Darwin'in insanların toplumsal örgütlenmesi hakkındaki çıkarımlarında açıkça bellidir. B u kitapta genel olarak ilgilenilen mesele, Darwin'in düşüncesinin bu yönü, kendi çalışmasının kimi yönleri hakkındaki kendi yorum­ ları değildir. Bu kitabın sonraki bölümlerinde uyandırmaya çalışa­ cağım Darwin " modeli " , doğada hayata değer katacak duygusal ve manevi kaynakları, Jane Bennett'ın modem büyülenmeye özgü ol­ duğunu düşündüğü "tamlık, doluluk halini ya da canlılığı" yaratan (s. 4) yüce bir çoğulluk, karmaşıklık ve eşsiz bir bireysellik bulan büyülenmi ş bir doğalcı modelidir. Ama ben de Bennett gibi " saf iyimserlik" suçlamasının ciddi ol­ duğunu düşünüyorum: Zira bu suçlama, "büyülenme ile akılsızlık, keyif ile unutkanlık arasındaki ilişki sorununu gündeme getirir. " Okumakta olduğumuz sosyal Darwin'i unutmak söz konusu olamaz ve olmamalıdır da. Ama bir yandan da, dişi sülünler karşısındaki coşkusunu gördüğümüz başka bir Darwin vardır. Fakat şu noktada B ennett'a katılıyorum: "Küçük, kontrollü ölçüler içinde, belli bir unutkanlık etik açıdan elz�mdir" (s. 1 0). " İlahi bir yaradan"ın ve erekselliğin yokluğunun dünyayı anlamdan arındırıp çorak bir hal­ de bıraktığı Weberci bir büyüsüzleşme anlatısı karşısında böyle bir kontrollü unutkanlık bilhassa önemlidir. Bennett şöyle der: "Büyü­ lenmenin hoş mizacı eleştirel bilinci yumuşatır, yargılarını daha cö­ mert ve iddialarını da daha az dogmatik hale getirir" (s. 1 0) . Daha basitçe ifade edersek, doğalcı bir büyülenme imkanı, kendi normla­ rını sektiler bir idare biçimine dayattığında fazlasıyla zarar veren doğaüstü dine karşı hayati bir alternatif olarak ortaya çıkar. Richard Dawkins yarı popüler makalelerinin derlendiği, yakın zamanda çıkan kitabında, bir bilimci olarak kendisinin "ateşli bir

B ÜYÜ BOZAN DARWIN

111

Darvinci" olduğunu ve "doğal seçilimin, doğayı seyreyleyen herke­ si çarpan amaç yanılsamasını üretebilen bilinen tek güç olduğuna" inandığını söyler. Ama hemen ardından da şunu ekler: "Sıra siyase­ te geldiğindeyse ateşli bir Darwin karşıtı olurum. "33 Dawkins, Dar­ win'in doğal seçilim konusunda haklı olduğuna inanması bakımın­ dan Darvincidir (hatta bu bakımdan Darwin'den daha Darvincidir) ve kendi kitabı Evolution and Ethics'e yazdığı önsözündeki Huxley gibi, "Şeytan'ın Papazı'nın nahoş çağrısına" karşı isyan edebileceği­ mize inanması ve var olmamıza sebep olan tarihsel sürecin "ziyan­ kar, zalim ve pespaye" olduğunu düşünmesi bakımından Darwin karşıtıdır. Fakat o süreç "farkında olmadan kendi inkarına yol aç­ mıştır" (s. 1 1 ) . Dawkins böylece, kısmen doğanın bizlere dayattığı kısıtların bilinip anlaşılmasına dayalı olmak zorunda olsa da, ahla­ ki programı bilimsel olgu olduğunu düşündüğü şeyden ayırır. Ama " bilimci" olarak çalışan ve bir bilimci olarak öğrendiklerinin ken­ disine siyasi eylem için belirli bir sorumluluk yüklediği fikrini red­ deden Dawkins bile, Darwin'in bir "siyaseti" olduğu konusunda du­ yarlıdır. Bu da beni Darwin'in teorisinin siyaseti olmadığı iddiasına geri getiriyor; bu teori bir siyaset biçimi içinde doğmuş ve kendisini bu siyasetin hem içinde hem de dışında var etmişti . Siyaset (pek çok türden siyaset) teori nereye giderse gitsin ona eşlik eder. Ama me­ sela Dawkins, Darwin'in dünyaya bakışına hakim olan Whig ide­ olojisinden çok uzaktadır ve doğal seçilimin siyasetini suçlamakla, bir yandan Darv inci kalıp diğer yandan da kendisini on dokuzuncu yüzyılın "bırakınız yapsınlar" düşünüşünden ayırmaya çalışmakta­ dır. Okurlar ve bilimciler Darwin'i okurken bir siyaset yaratırlar, fa­ kat siyasetlerini Darwin'in içinde buluyor değillerdir. Dawkins, Darwin'in -zaman zaman Darwin'in kendisinin de sun­ duğu- sosyal Darvinist yorumunu redderek, aklın verdiği saf key­ fin, onun hakikat taşıyan enerjisindeki gücün, yerine getirildiğini görmek istediği ahlaki işlevi yerine getireceğine kanidir. Son dere­ ce modem ve amansızca rasyonalist olan Dawkins, zamanımızın W. K. Clifford'ıdır sanki. Viktoryen seleflerini, yani sadece Huxley' 33. Richard Dawkins, A Devil's Chaplain : Reflections on Hope, Lies, Scien­ ce and Love, Boston : Houghton, Mifflin, 2003 , s. 1 0- 1 .

112

DARW I N S İ Z İ SEVİYOR

yi değil, güçlü (ve hissi açıdan etkileyici) retoriklerinde, bilimsel açıdan olumlanabilen şeylerin dışındaki hiçbir şeyin bilinemeyece­ ğini inatla vurgulayan o ironik ve çetin bilimci ve entelektüelleri andırır. Dawkins, William James'in bu düşünürlerin zayıf, sulandı­ rılmış argümanlarını reddetmiş olmasını göz önünde bulundurmaz. Onun hamlesi, bilimsel aklın hiç değiştirilmeden, bütünsel olarak onaylanmasıdır ve Clifford'ı popüler hale getiren o asi cazibe ve sı­ radışılık onda da vardır. Dawkins, bilimsel fikirleri yayma ölçütü açısından bakıldığında da popülerdir. Fakat histen yoksun bilimsel açıklamaya yönelik yaygın kültürel direnişe karşı etkisiz kalır ve Connolly'nin bütün insan düşünüşünün merkezinde durduğunu söylediği işleyiş, yani o hesaba katılmadığı sürece hiçbir fikrin et­ kisini tam olarak gösteremeyeceği "amigdala"nın işleyişi hakkında konuşmak için kılını kıpırdatmaz. B üyülenmiş Darwin bambaşka bir şey olabilir. Dawkins, doğal seçilimin gücünü olumlaması anlamında kendisini Darvinci, bu se­ çilimin yöntemlerine karşı ahlaki bir direnişin zorunlu ve mümkün olduğunu söylemesi bakımından da Darwin karşıtı sayar. Ama me­ seleye öyle bakmak, doğal seçilim teorisinin mümkün olan tek siya­ si yorumunun sosyal Darvinist bir yorum olduğunu söylemeye denk düşer. Halbuki tarih boyunca ortaya başka pek çok yorum çıkabil­ miştir. B izim de Dawkins'in yaptığı gibi doğadaki süreçlerin ahlaki buyruklar olmadığının altını çizmemiz gerekir. Dawkins haklı bir şekilde, o dağınık, deneme-yanılmalı algoritmik hareketi içindeki doğal seçilimin "farkında olmadan kendi inkarına yol açtığını " söy­ ler. Doğal seçilim, kültürün içinde yaşayan varlıklar yaratmıştır ve işin paradoksal yanı şu ki, kültürün de doğal seçilimin baskı ve usul­ lerine direnebilecek enerji ve güçleri vardır. B izler tuhaf bir konu­ ma, kendi oluşumumuzu düşünebilecek, geleceklerimizi denetle­ mek için yollar arayabilecek , doğal seçilim ve evrimin şaşırtıcı de­ recede farklı şekillerde anlamlandırılabileceğini tahayyül edebile­ cek ve bu anlamlandırmalar üzerinde birbiriyle çatışan siyasi ve ah­ laki programlar kurabilecek bir konuma sahibiz. B ir başka deyişle, bizleri üretmiş olan acımasız ve kendi kontrolümüzün dışındaki sü­ reçlere hislerimizi bir kenara koymadan bakabilir ve böylece, doğal seçilimin yaratılmasına katkıda bulunduğu dünyanın mucizevi zen­ ginliğini huşu, hayranlık ve endişeyle takdir edebiliriz.

3 Darwin ' i Kullanmak

Şimdiye kadar Darwin'i kendi sınıfına v e içinde yaşadığı döneme borçlu olduğunun altını çizen yorumları ele aldım. Ama bilim tarih­ çileri Darwin'in fikirlerinin ne kadar farklı şekillerde yorumlanmış olduğunun farkındadır ve herhangi bir ideolojik konumlanışın ken­ disine başvurulan teoriye içkin olduğunu göstermeyi imkansız kıla­ cak bir şey aranıyorsa şayet, bu çeşitlilik kafi olmalıdır. Janet Op­ penheim şunları söyler: "Darwin'in evrim teorisini nereye çekseniz oraya gider. Militarizmi ya da barışçılığı, emperyalizmi ya da bir­ likte çalışmayı, dizginsiz serbest kapitalizmi ya da sosyalizmi hak­ lı çıkarmak için çarpıtılabilir. Evrimci düşünce tarzlarının her yerde hazır ve nazır oluşunun ana sebebi . . . bu teorinin bütün ideolojilere hitap etme kapasitesinde yatıyordur belki de. " 1 Paul Crook da şöy­ le der: "Darvinci bilim çokdeğerlidir, . . . hem liberalizme hem de ge­ riciliğe ilham vermiştir" (s. 1 99). Ya da Steve Jones'un yakın za­ manda belirttiği gibi, "Evrim, sosyalizm için de, kapitalizm için de, ırkçılık için de bir mazeret olmuştur ve hiç şüphesiz, [E. O.] Wil­ son'ın bilincin ortaya çıkışından bu yana husule geldiğini tahmin et­ tiği yüz bin inanç sisteminin her biri tarafından benimsenebilecek niteliktedir. "2 Darwin neredeyse herkese her istediğini veriyordu ya da George Bemard Shaw'un daha ziyade küçümseyici bir eday-

1 . Janet Oppenheim, The Other World: Spiritualism and Psychical Research in England, 1 850- 1 914, Cambridge : Cambridge University Press, 1 985, s. 268 . . 2. Steve Jones, "in the Genetic Toyshop", New York Review of Books 45 (23 Nisan 1 998), s. 1 5 .

1 14

DARWI N s i z i SEVİYOR

la söylediği gibi, "menfaat gözeten herkesi memnun etmek gibi bir talihi vardı . " 3 Ama bazı kullanımlar diğerlerinden daha Darvincidir. Doğal se­ çilim yoluyla evrim fikrine bağlı olanlar arasından, Darwin tarafta­ rı olanlarla Darwin karşıtı olanları birbirinden ayırmak zordur. Dar­ win'e dair popüler bakışta, öyle ya da böyle Darwin'in teorisine da­ yanan fikirlerin tümü ya da bu fikirlere dayanır gibi görünen fikir­ ler (örneğin Spencer'ın düşüncesi, ki aslında Darwin'inkinden gayet farklıdır) Darvinci diye algılanır. Evrime dair hangi yorum seçilirse seçilsin, bu teorinin kültürel gücünün temelinde, Darwin'in karma­ şık tarihsel nedenlerden ötürü bizzat evrim fikrinden bir şekilde so­ rumlu olan kişi haline gelmiş olması yatar. Darwin gerçekten de her yerdedir ve hayat ile kökenlerinin sektiler bir açıklaması olarak ev­ rim fikrine bağlı olanlar sen mi daha Darvincisin yoksa ben mi di­ ye çekişirler çoğu zaman. Steve Jones'un kullandığı "mazeret" söz­ cüğü, bu kitap boyunca ortaya koyacağım argümanların temelinde­ ki meramların birini ima ediyor: Darwin'in teorisi, herhangi bir ide­ oloj ik temayülün yeterli ve mantıksal açıdan tutarlı nedeni olmak­ tan ziyade, o temayül için bir mazeret olarak daha kabahatlidir. Bu durum Darwin'in kendi fikirlerini, son bölümde gördüğümüz gibi, belirli toplumsal hedefler doğrultusunda yorumlamadığı anlamına değil, teorinin kökenleri nerede yatarsa yatsın (ki özellikle Malthus' ta yatar) ideolojik ve siyasi amaçlarla neredeyse her yere çekilebi­ leceği anlamına gelir. B ilimsel olmayan kullanımlar istisnadan ziyade norm olageldi­ ği için, toplumsal teorinin de Darwin'e ihtiyacı olmuştur. Bugün pek çok bilimsel teorisyene göre, toplumsal teorinin daha Darvinci, daha "bilimsel " olmaya ihtiyacı vardır (kendi ideoloj ik yüklerini de beraberinde getiren bu eğilime sonraki bölümde değineceğim) . Bu­ rada özellikle dikkat edilmesi gereken şey, Darwin'in ideolojik uy­ gulamalar doğurmaya devam eden bilimsel projelerin temeli haline gelmiş olmasıdır. Elbette yorum imkanı üzerinde. bazı kısıtlar var­ dır -ya da olmalıdır- ve Darvinizmin kullanımlarında hakim yöne­ limler olduğunu da görmüştük. Fakat mantıksal kısıtların fikrin kül3. Alıntılayan D. R. Oldroyd, Darwinian lmpacts: An lntroduction to the Darwinian Revolution, Atlantic Highlands, NJ : Humanities Press, 1 980, s. 36.

DARW I N ' İ KU LLA N MAK

115

türdeki hayatıyla çok az ilgisi vardır; üstelik Diane Paul'un ısrarla vurguladığı gibi, Darwin'in toplumsal meselelerdeki "tereddütleri" onun pek çok farklı şekilde kullanılmış olmasına ciddi bir şekilde katkıda bulunmuştu. Doğal seçilim, dünyadaki süreçlerin esas itibariyle materyalist bir şekilde yorumlanmasıdır ve onu dinsel görüşleri destekleyecek şekilde kullanmak muazzam bir marifet gerektirir - ama şaşırma­ yın, bu bile yapıldı. 4 Doğal seçilim nihayet yaşam için ölümü de ge­ rektirir ve Darwin'in bu konuyu tasvirinde (ki arkasında Malthus vardır) sınırlı kaynaklar üzerinde sürekli bir mücadele olduğu güç­ lü bir şekilde vurgulanır. Bu durum ilk bakışta, rekabete ayrıcalık tanıyan siyasi teorilerle bir bağlantı kurulmasına sebep olur - fakat bu bağlantı her zaman kurulmamıştır. Desmond ve Moore'un "Ultra-Whig'lerin rekabetçi, serbest tica­ ret idealleriyle uyumlu" olduğunu düşündüğü "mekanizma" , aynı zamanda bu serbest ticaretçilerin bazılarının keyfini derinden kaçı­ ran, Malthusçuların peşinde oldukları ideoloj ik istikrarı temelinden tehdit eden, bazı veçheleriyle anarşistlere, sosyalistlere, pragmatist­ lere, tabii ayrıca müstakbel öjenistlere, liberterlere, sanayicilere ve (kendi aralarında farklı siyasi bağlılıkları olan) evrimci psikologla­ ra hitap eden bir mekanizmaydı. Bitmez tükenmez yorumlara karşı koyup, netice itibariyle olan bitenlerden doğanın sorumlu olduğunu, Darwin'deki devrimcinin toplumsal meselelerle olan meşguliyetinden ziyade bilimsel sorun­ la dolaysız bir ilişki kurmasından doğduğunu, ya da teorisinin niha­ yetinde bu teoriyi kurmasında kendisine yardımcı olan ideoloj ik eğilimlerden bağımsız olduğunu ve bu teorinin hakikati kayda ge­ çirdiğini iddia edenler var.5 Başka bir görüş ise, Desmond ve Moore

4. B unun en yakın ve en ilginç örneğini D. S. Wilson, Darwin 's Cathedral'da sergiledi. Ama Wilson'ın argümanı, aşkınsal bir otoriteden ziyade dinin uyum sağlama işlevini savunması anlamında gayet özbilinçli bir şekilde sektiler ve Dar­ vincidir. 5 . Bu soruna dair ilginç bir genel bakış için, bkz. Gregory Radick, "Is the Theory of Natura! Selection lndependent of Its History? " (Hodge ve Radick, s. 1 43-67). Radick Darwin'in teoriyi geliştirmiş olmasını basitçe teorinin doğru ol­ masına bağlayan iddianın, "üzerinde durmaya değmez" olduğunu düşünür. Ra­ dick Darwin'in kültüründeki kimi unsurların teorinin aldığı şekli ne ölçüde etki-

116

DARWI N S İ Zİ SEVİYOR

tarafından Ted Benton'ın bizatihi doğanın belirleyici etken olması gerektiği konusundaki ısrarına karşıt olarak sunulur. Bu düşünceye göre Darwin'in argümanındaki "devrimci" öğe Darwin'in "çevre " si­ nin karmaşıklığı, çoğulluğu ve çelişikliğini yansıtmaktadır. Benton, bugünlerde bilimsel fikirlerin toplum ve kültürle ilişkili olduğunu vurgulamaya öncelik vermemizin bizatihi bilimsel bilginin itibar­ dan düşmesine sebep olabileceğinden endişelenir. Bu konu hakkın­ daki tartışma -yani bilimcilerin çalışmasını kültürün değil de doğa­ nın ne kadar belirlediği tartışması- alevlenip genişlemiştir, ama Pe­ ter B owler şunu demekte sonuna kadar haklıdır: " Herhangi bir mo­ dem bilimin teorik yapısı, onun kavramları ile herkesin yüzleşmesi gereken daha geniş meseleler arasında birebir tekabüliyetler bul­ maya olanak tanımayacak kadar karmaşıktır. " 6 B ununla birlikte, Darwin uygulamalarının o uzun geleneğinde bire bir tekabüliyetler olduğu iddia edilir. Nitekim ben de şimdi, bilgi alanlarının tümünde bilimin önde geldiğini varsayan, bilimin canlılara ve insan yaşamına doğru genişletilmesi fikri temelinde kurulmuş olan ve bilimi hemen ideoloj iye dönüştüren bu tür uygu­ lamaların temsili birkaç örneğine bakmak istiyorum. B uradaki çe­ şitlemeler, o birebir bağlantıyı kurmaya, Darwin'in anlamlarını kül­ türel meselelerde sabit hale getirmeye ve onları içkin olarak belirli siyasi konumlara bağlamaya çalışmanın ne kadar ümitsiz bir çaba olduğunu anlamamıza yardımcı olacaktır. Böyle bir yol izleyerek Darwin'i teorisinin sevmediğim uygulamaları konusunda aklamaya çalışmıyorum; daha ziyade "büyülenmiş " Darwin'i nasıl keşfedebi­ leceğimize ve onu en iyi şekilde nasıl "kullanabileceğimize" dair kendi alternatif anlayışım için alan aÇ maya çalışıyorum. Bana yol gösteren örnek ise Kari Pearson'ın Benjamin Kidd'e duyduğu ilginç husumet olacak. Bu kişilerin her ikisi de on doku­ zuncu yüzyılda yaşamış, Darwin'e yönelik tepkilerin ana eğilimini temsil ettiği düşünülebilecek ve sonuç bölümünde Steven Pinker ve

lediğini açıklasa da, teorinin farklı kültürlere göre şekil alarak meşru bir şekilde kullanılıp kullanılamayacağı konusundan hiç bahsetmez. 6. Peter Bowler, The Eclipse of Darwinism: A nti-Darwinian Evolution The­ ories in the Decades around 1 900, Baltimore: Johns Hopkins University Press, 1 983.

DARWI N 1 İ KU LLANMA K

117

E. O. Wilson'a döndüğümde tartışacağım gelişmeleri önceden sez­ miş olan yazarlardır. Hem Pearson hem de Kidd "Sosyal Darvinist" olarak görülebilir ve bu etiket bu noktada yararlıdır; çünkü bu eti­ ket bu yazarlara yakıştırıldığında "Sosyal Darvinizm"in bile tek bir şey olmadığı açığa çıkar. Kidd'in Social Evolution (Toplumsal Ev­ rim, 1 894) başlıklı kitabı, Darvinci teorinin toplumsal analize po­ püler bir şekilde uygulanmasıydı. Grammar of Science (Bilimin Grameri , 1 892) adlı kitabıyla bilimsel bilgiyi yeniden düşünme ve bu bilgiyi hem ahlaki hem de epistemolojik bir girişim olarak gör­ me fikrini başarıyla savunan Pearson ise sağlam bir sosyalist ve tam anlamıyla olmasa da neredeyse bir feministti. Alman düşüncesi ve özellikle de Kant ve Emst Mach'tan etkilenmiş olsa da, bilimi ve özgür düşünceyi göklere çıkarırken tıpkı bilimsel doğalcıları andı­ rıyordu. Pearson'ın uzun yıllar boyunca bilimin alanını insan davra­ nışının incelenmesine doğru genişletme yolundaki çabası istatistik­ sel bir analiz şeklini almış ve The Grammar of Science'ın popüler basımını ( "Everyman " edition) elli yıl baskıda tutmuştu . Pearson'a göre, sosyal bilimleri gerçekten bilimsel hale getirmek, Francis Galton'ın allame bir müridi olan kendisinin, evrim ile doğal seçilim süreçlerine tabi olan insanlığın en iyi umudu olduğunu düşündüğü öjeni projesinin gerekli bir koşuluydu . Kidd ile Pearson'ın temel olarak anlaştığı husus, bilimsel açıkla­ manın insan davranışını anlamanın (ve denetlemenin) merkezinde duruyor olmasıdır.7 Kidd'in projesi, tıpkı Pearson'ın projesi gibi (gerçi her ikisine göre de bunlar birbirine tamamen karşıt olan siya­ si konumlardan doğmuştur) ilginç bir şekilde adeta sosyobiyoloji­ nin habercisidir; zira Kidd şunu iddia eder: "Toplumsal f�nomen-

7. Pearson hakkında yakın zamanlarda yazmış olduğu biyografiyle Pear­ son'ın Darvinci düşünce ile olan ilişkisini ve bunun da savunduğu sosyalizmle olan bağlantısını ortaya sermiş olan Theodore M. Porter, Pearson'ın Kidd'in bi­ limci olduğuna inanmadığını, bu yüzden de onun Social Evolution'ının popüler bir başarı kazanmış olmasına öfkelendiğini yazar: "Kidd'in bireyci siyasetine, sosyalizmin biyolojik yozlaşma demek olduğu öğretisine hiç katılmıyordu. Kidd, uygun olmayanları, doğal seçilim işlemeye devam edecekse önüne geçilemeye­ cek olan zorluk ve sınırlamalara razı etmek için bir tür afyon olarak biyoloj ik bir din çağrısında bulunuyordu. " Kari Pearson : The Scientific Life in a Statistical Age, Princeton: Princeton University Press, 2004, s. 202.

1 18

DARWI N s i z i SEVİYOR

lerle uğraşan bütün bilgi dallarının gerçek temelinde biyoloj ik bi­ limler yatar. " 8 İnsanın kat ettiği ilerlemeyi anlamak için (ki kitabı bu ilerlemeye duyulan hayranlık hissiyle doludur) bu ilerlemenin gerçekleşmesini doğal yasaların işleyişinin sağladığını anlamak ge­ rekir. Ona göre, toplumsal sistemler "belirli yasaları olduğu besbel­ li olan . . . organik oluşumlardır" (s. 3 1 ) . Kidd kitabının ilk bölümü­ ne şu manifestoyla son verir: Anlaşılan o ki, daha iyi bir anlayış ve daha radikal bir yöntemin; sosyal bilimlerin köklerini içinden doğdukları toprağın ta derinlerine göndererek kendilerini güçlendirmelerinin; biyologların sınırın ötesine ilerleyip, bi­ limlerinin yöntemlerini insan toplumuna, yani yaşam fenomeniyle yaşa­ mın en üstün ve en karmaşık veçhesiyle karşılaştıkları yerde uğraşmak zo­ runda oldukları alana cesaretle taşımalarının zamanı gelmiştir. (s. 28)

Pearson bilim hakkında daha büyük iddialarda bulunur. Grammar of Science'ın başında şunu vurgular: Modem bilirri, teolog ve metafizikçinin onun için lütfen belirlediği "meşru alan"da rahat bırakılmayı talep etmekten çok daha fazlasını yapar. Gerek zihinsel gerekse fiziksel bütün fenomenlerin -yani bütün evrenin­ kendi alanı olduğunu iddia eder. 9

Ardından bu iddiayı daha da geliştirip şunu öne sürer: "Bilimin za­ man zaman, toplumsal meselelerle felsefeciler tarafından sunulan devlet teorilerinden çok daha dolaysız bir ilişkisi olan olguları orta­ ya koyabileceğini kabul etmemiz gerekir" (s. 25) . Gerek Kidd ge­ rekse Pearson, tıpkı kendi çağdaşlarının ve bizim çağdaşlarımızın çoğu gibi, hem fiziksel bilimlerle insan bilimleri arasında tam bir bağlantı olduğuna, hem de zihinsel ve toplumsal fenomenlerin te­ melinde yatan biyolojik bilimin hakikatlerini tanımanın toplum hakkında ciddi ciddi kafa yoran düşünürlerin sorumluluğu olduğu­ na inanıyordu. Öncülleri arasında bir bağ olsa da, doğal seçilimin işleyişlerini farklı şekillerde yorumlamaları aralarındaki farkları açıkça belli ediyordu . B u tavırlar, Weber'in her şeyi açıklamak için

8. Benjamin Kidd, Social Evolution, New York: Macmillan and Co., 1 894, s. 26. 9. Kari Pearson, The Grammar of Science, Londra: Adam and Charles B lack, 1 900, s. 24.

DARWI N ' I KU LLANMAK

1 19

sahasını genişleten bilimin dünyayı büyüsünden daha da arındırdı­ ğı yönündeki analiziyle de uyumlu gibi görünüyordu. Ama aynı za­ manda -ki bu benim sektiler büyülenme hakkındaki genel argüma­ nım açısından anahtar bir noktadır- her ikisi de başvurdukları bili­ mi, değerlerin ve etiğin içinden doğan ve bunların tam anlamıyla kullanı lmasına olanak sağlayan bir sistem olarak görüyordu. Kidd ile Pearson arasındaki ayrılıkları , geleneksel ayrımlarımız olan " sağ" ve "sol"un içine kolayca yerleştiremeyiz. Pearson Kidd'e sosyalizm ve gerçek Darvinci bilim adına saldırıyordu; Kidd ise li­ beral demokrasi olduğunu düşündüğü şey için savaşıyor, herkes bir­ biriyle savaştığında doğal seçilim sürecinde nihai bir özgeciliğin or­ taya çıkacağını tahayyül ediyordu. Kidd doğal seçilimin pek çok Darwin yorumcusunun ima ettiğinden çok daha nazik bir şekilde iş­ leyeceğini ve böylece tatminkar bir toplumsal düzen üreteceğini öne sürüyor, Pearson ise, Theodore Porter'ın belirttiği gibi, "bilim­ sel planlamanın . . . insan evriminin sonraki merhalesi olduğuna" inanıyordu (s. 202) . Pearson da Kidd de kapitalizme karşı çıkıyor ve son dönem Viktorya toplumuna hükmeden acımasız ve yıkıcı reka­ bete muhalefet ediyordu, ama beyaz Avrupalıların beyaz olmayan ırklarla ilişkisini kavrayışları açısından her ikisi de emperyalistti . B u yazarlar kısmen temsilidir, çünkü teorinin gelişmesinden iti­ baren Darwin kullanımlarında sürekli ortaya çıkacak olan şeyi, ya­ ni özgeciliğin bir sorun olduğunu ortaya koyarlar. ı o Darwin bunu hemen fark etmiş ve İnsanın Türeyişi'nin üçüncü bölümünde, uzun uzadıya "doğamızın en asil parçası"nın "bencillik"ten değil toplum­ sal içgüdüden oluştuğunu göstermeye çalışmıştır. "Bencil gen" or­ taya çıkmak üzere Darwin'in içinde bir yerlerde saklanıyor olabilir­ di, ama Darwin'in kendisi bencilliğin doğal olarak evrensel olduğu tasavvurundan memnun değildi . Bu sorun Darwin'in çalışmasına 1 O. Romantik fikir ve hislerin Darwin'in teorisinin her yanına yayıldığı kanı­ sında olan Richards, teorisi o zamandan bu yana ne şekilde kullanılmış olursa ol­ sun, "özgeciliğin" Darwin'in dünyaya bakma tarzının daima bir parçası olduğunu ileri sürer (bkz. s. 546-7, 549-5 1 ). Bu fikri sonraki bölümlerde geliştirmeye çalı­ şacağım, ama bugünlerde doğal seçilimin özgecilikle bağdaşmaz olarak görülme­ si, Darwin'in görüşleriyle, (tamamen faydacı bir etiği olduğu yolunda kendisine düzenli olarak yöneltilen suçlamalara rağmen) faydacı etiği reddedişiyle ya da doğal seçilimin işleyişine dair mecazi tahayyülüyle uyumlu değildir.

1 20

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

ilk olarak o meşhur "varolma mücadelesi" bölümünde girer, ki çatı­ şan ideoloj iler bu konu üzerinde bir yüzyıl boyunca mücadele ver­ miştir. Burada "varolma mücadelesi" tabiri "geniş ve mecazi bir an­ lamda" kullanılır (Origin , s. 62) 1 1 ve karşılıklı bağımlılık ve karşı­ lıklı yardım gibi fenomenleri de içerir. Darwin insanın Türeyişi nde şunu söyleyecekti : "En duygudaş insanların en fazla miktarda bu­ lunduğu topluluklar, en iyi şekilde gelişecek ve en çok sayıda çocu­ ğu yetiştirecektir" ( 1 : 82). Spencer'ın en uygun olanın ayakta kalma­ sı şeklinde formülleştirdiği o kaba tasavvuru (ki bu ifade aslında Darwin'e ait değildi; onu ödünç almaya ikna olmuştu sadece), özge­ ciliği hesaba katmaz; fakat azgın bireyciliğin ötesine geçmeye çalı­ şan herhangi bir siyasi teori özgeci davranışa olanak tanımak zo­ rundadır. Siyasi teorinin bilimsel desteğe ihtiyacı olduğunu varsa­ yan ve bu ihtiyacı gidermek için Darwin'e gözünü diken Pearson ve Kidd işte bu muharebe alanında savaşırlar. Kidd'in bilimi, "Darvinci " bilim ile evrensel rekabetin vurgu­ lanması arasında McGinnis tarzı bir bağ kuranlara ilk başta çok aşi­ na görünür. Kidd günümüzdeki sosyobiyoloji ve indirgemeciliğe has bir edayla, "insan yaşamının acımasız olguları "yla yüzleşme­ mizi ister (s. 58). Doğal seçilim en yüce gönüllü ve en merhametli müdahalelere rağmen işler, dolayısıyla "Bir Anglosakson bir yan­ dan . . . savaşların biteceği günü dört gözle beklerken" , bir yandan da temasa geçtiği beyaz olmayan bütün ırkları "gayriihtiyari bir şekil­ de yok etmektedir. " Doğa yasalarının böyle olmasına biraz üzülün­ mekle birlikte yine de onay verilen bu yok etme fikri son dönem Viktoryen düşüncesine özgüydü ve Pearson da bu fikri güçlü bir şe­ kilde olumlayıp desteklemişti. Doğadaki süreçler amansızdır ve bir ilerleme olacaksa eğer, bu süreçlerle uyum içinde gerçekleşecektir: "İnsanın toplumda kat ettiği ilerleme doğa yasaları sayesinde mey­ dana gelir" (s. 30- 1 ) ve nitekim, zayıf insanlara yönelik iyi niyetler en az kötü niyetler kadar yıkıcıdır. Bu kanı, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında hayırseverliğe karşı çıkanların bildik bir manevrasıydı '

1 1 . Bu pasaj , Darwin'i, rekabeti ve şiddeti vurgulayan o alışılmış sosyal Dar­ vinist çerçeveden çıkarıp yorumlama çabalarının çoğu için hayati bir önem taşı­ mıştır. Crook'un bu konu hakkındaki mükemmel tartışmasına bakabilirsiniz (s. 1 5-20).

DARWI N ' İ KU LLAN MAK

1 21

ki bu itiraz bazen "sağ"dan bazen de "sol"dan yükseliyordu . Ama Kidd yok etme politikasını savunmaz. Tam tersine, savunduğu tek şey şudur: Doğal seçilim süreçleri, bizler o acımasız yasayı "düzen­ leyip insanileştirmek" için üstün ahlaki dürtülerimize uysak bile ne­ ticede yok edecektir. B ir başka deyişle, dogal seçilim ahlakı belirle­ mez; ahlak çoğu zaman ona direnir. Her ne kadar Kidd .doğal seçili­ min daha az uygun olanları budadığını (tekrar tekrar hatırlattığı gi­ bi, üzülerek) kabul etse de, Huxley'de ve son yıllarda Dawkins' te gördüğümüz gibi, en ateşli Darvinciler bile doğal seçilime ahlaki eylem için bir ölçüt olarak bakmamak gerektiğini kabul ediyorlar. İşin şaşırtıcı tarafı, Viktorya döneminin son zamanlarında çok kez yapıldığı gibi ırk ve sınıf üstünlüğünü ve "bırakınız yapsınlar" iktisadını kutsamaz Kidd. Bu rekabetçi dünyada özgeciliğe ihtiyacı vardır ve bunu (bireyin kendisi özgecil olabilse de) birey düzeyin­ de değil, tür düzeyinde bulur. "Dinsel sistemlerin toplumun evri­ minde yerine getirdiği bir işlevin olup olmadığını " sorar (s. 20) . 1 2 Acaba din sayesinde rekabetçi şiddetin doğal gücü yumuşatılabilir miydi? Darwin buna olumlu cevap vermişti . Eğer din toplumun ev­ riminde önemli bir rol oynamış ve oynamaya devam ediyorsa, Kidd' in söylediği gibi, "bizim kanaatlerimizden bağımsız olarak kendi yolunu izleyecektir" (s. 20) . Dolayısıyla, kilisenin siyasete karış­ masına karşı çıkıp bilimi yaymaya çalışan kişiler, dinin evrim süre­ cinde yerine getirdiği "o muazzam faydacı işlevi" gözardı edip bi ­ limsel olmaktan çıkmaktadırlar. Fakat bu tür soruların bütün yaşa­ mın, insanın kültürel yaşamının bile bilimsel ve doğal analize tabi olduğu varsayımından doğduğunu hatırlasak iyi olur. "Trendeki yerlerini koruyan ırklar" , diye iddia eder Kidd, "bunu en acımasız koşullarda yaparlar. Bu koşulları düzenleyip insanileştirebiliriz, ama onları değiştirecek gücümüz yoktur" (s. 58). Beyaz olmayan halkların kasıtsız bir şekilde yok edilmesine yol açan koşullar ileri toplumların içinde de insafsızca işler. "Daha az etkin biçimlerin yok olması . . . ilerlemenin şartıdır" (s. 38). Karmaşık bir şekilde dile getirilmiş olsa da, bu argümanla ileri sürülmeye çalışılan şey şudur: İnsan toplumunda eşitliği, adaleti ve 1 2. Darwin'in özgün metninden ziyade Kidd'in italikle aktardığı alıntılarını kullanıyorum . Alıntılar ise Türlerin Kökeni 'nin altıncı baskısından.

1 22

DARWI N S İ Z İ SEViYOR

hakkaniyeti, özellikle de sosyalizmi sağlamaya dönük rasyonel gi­ rişimler başarısız olmaya mahkumdur. "Rasyonel" sözcüğünün ta­ şıdığı güce dikkat etmek gerekir. Kidd, doğa sistemi düzenli olsa da, bu sistemin bireylerin rasyonel ihtiyaçlarını karşılamadığını söyler. Kabaca belirtmek gerekirse, doğal seçilimin hükümranlığın­ da rasyonel olmak bencil olmak, irrasyonel olmak ise insanın ben­ cilliğine gem vurması demektir; ama bireylere karşıt olarak türün gelişmesinin tek koşulu, irrasyonel olmaktır. Rasyonellik işler, ama bireyin düzeyinden daha üst bir düzeyde işler. Bütün bireylerin ras­ yonel açıdan tatmin olmasını sağlamaya çalışan sosyalizm bu yüz­ den ümitsiz bir girişimdir. Çünkü der Kidd, "eğer herhangi bir tü­

rün bütün kuşaklarındaki tüm bireylere kendi cinslerini eşit bir şe­ kilde çoğaltma olanağı verilseydi, her bir kuşağın ortalaması sü­ rekli olarak kendisinden önceki kuşağın ortalamasından aşağı düş­ meye meyleder ve bunun sonucunda yavaş ama istikrarlı bir yozlaş­ ma süreci ortaya çıkardı " (s. 37). Hatırlanacaktır, bu pasaj , İnsanın Türeyişi'nde " insanın durumunu saymazsak, neredeyse hiç kimse en kötü hayvanlarının yavrulamasına müsaade edecek kadar cahil değildir" (s. 1 68) diyen Darwin'i akla getirir. Kidd'in kendi teorisi­ ni "bilimsel" tutup Darwin'in teorisi üzerine uyguladığı baskı, görü­ nüşe göre neticede onaylamak zorunda kalacağı bir modele, çatış­ ma ve amansız bir katliam modeline ahlaki olarak tepki duymasın­ dan doğar. Kidd, bireyin çıkarlarının "toplumsal organizma"nın çı­ karlarıyla daima çelişeceğini, bundan ötürü "ilerleme koşullarının hüküm sürdüğü toplumlarda uygun davranış ilkelerinin bireysel akılda asla onay bulamayacağını" öne sürer (s. 80) . Dolayısıyla, toplumsal organizma ve toplumsal ilerleme açısından gerekli olan şey, insanın "kendi aklının bu ilerlemeyi üreten koşullan askıya alıp tersine çevirmeye yönelik eğilimini zaptedip denetlemesi "dir (s. 82) . Böyle bir denetleme de, bireyin doğal arzusuna gem vurmak için irrasyonel olana bel bağlayan dinin işidir. Kidd'in yüzünü dine çevirmesi ve özgeciliğin olabilec �ği yolun­ daki argümanının, yakın zamanlara kadar pek çok evrim teorisyeni­ nin önem vermediği bir doğal seçilim görüşüne, yani grup seçilimi­ ne dayanıyor olması ilginçtir. Paul Farber şöyle der: "Darwin ve onun zamanındakiler grup seçilimi kavramına itimat etmişlerdi . Özgecil bireyleri içinde barındıran bir grubun bu tür bireyleri barın-

DARWI N ' İ KU LLANMAK

1 23

dırmayan gruplara oranla bir avantajı olurdu. " Gelgelelim, yirmin­ ci yüzyılın ikinci yarısının çoğu boyunca, grup seçilimi kavramı gözden düşmüştü . " 1 3 Bu gelişimin karmaşık bir tarihi vardır, ama bazı evrim biyologları grup seçiliminin olabileceğini son zamanlar­ da güçlü bir şekilde savunmuştur ve bu fikir bilimsel açıdan ciddi bir fikir olarak yeniden su yüzüne çıkmaktadır. İşin daha da ilginç tarafı, David Sloan Wilson da tıpkı Kidd gibi dinin evrimdeki önemini savunmuştur. Wilson, grup için büyük çapta fedakarlıklar yapmaya gönüllü bireyler vaaz eden, Viktoryen grup seçilimi anlayışını kabul etmez. Ona göre böyle bir grup için­ de, fedakarlıkta bulunan bireyler yok olur ve neticede grup da diğer gruplara karşı başarılı bir şekilde faaliyet gösteremez. Fakat Wilson üst düzey seçilimin işleyebileceğini, zira bunun ille de bireyin ken­ dini feda ettiği bir özgeciliği gerektirmeyip, "grup faydası ile birey­ sel bedel arasındaki denge durumu"nu gevşettiğini ileri sürer (s. 20) . Wilson'a göre dinsel gruplar, "gönüllü özgecilikten çok daha fazlasına dayanır" . Wilson, " 1 960'larda grup düzeyinde uyum sağ­ lama süreci öyle büyük bir hararetle reddedilmişti ki , takip eden dö­ nemi bireycilik çağı olarak adlandırabiliriz, " der ( s . 6). 14 Ama din, meseleye başka bir şekilde bakmayı gerektirir ve evrimci biyoloji­ nin kayıtlarına sıkı sıkıya tutunan, ama kültürel gelişmelere de has­ sas olan Wilson şöyle der: "Dinsel grupları, kendi mevcut ortamla­ rına uyum sağlayarak hızla evrilen varlıklar olarak düşünmeliyiz" (s. 35). Kidd'in grup seçilimi Wilson'ınkinden çok farklıdır, ama her ikisi de grup seçiliminin dinin evrimdeki önemini açıklamaya yar­ dımcı olduğu kanısındadır.

1 3. "Grup seçilimi kavramı pek çok bilimci tarafından kuvvetle eleştirilmiş ve neredeyse bir kenara bırakılmıştı. George C. Williams, Richard Dawkins ve William Hamilton'ın saldırıları bu mefhumu neredeyse yok ediyordu (Farber, s.

1 52). l 4. Wilson, Kidd'in zamanında hakim olan ama belirttiğim gibi yirminci yüz­ yılın ortalarında tamemen reddedilen, bireysel seçilime karşıt olarak grup seçili­ m inin olabileceği görüşünü tekrar doğrulayan belki de en ilginç ve en başarılı ev­ rim biyologlarından biridir. Wilson (Elliot Sober'la birlikte) grup seçilimi imkanı­ nın dikkatle ve sağlam bir şekilde savunulduğu şu kitabı yazmıştır: Unto Others: The Evolution and Psycho/ogy of Unselfish Behavior, Cambridge, MA: Harvard University Press, 1 998.

1 24

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

Dini kendi yaklaşımı çerçevesinde ciddi ye alan Wilson, grup se­ çili mine yönelmekle, biyoloj ik belirlenimcilikten ve bu belirlenim­ ciliğe eşlik etme eğilimindeki bazı örtük toplumsal kısıtlamalardan uzaklaşmış görünür. İşin ironik yanı, Kidd'in (dinin açıklanmasına da yardımcı olan) grup seçilimi, toplumsal açıdan Pearson'ın Darvi­ nizminden çok daha muhafazakar olmaya meyilliydi. Ama Pearson gibi Kidd de dizginlenmemiş bir serbest ticareti savunmaz; aslında, çağdaş kapitalizme hükmeden kara ahlaksızca ve sorumsuzca odak­ lanılması ve bunun modem tarihin en ilerici hareketlerinin parlak bir örneği olarak gördüğü Manchester Okulu tarafından tasvip edil­ mesi onu dehşete düşürüyordu. Darwin'in kendi düşüncesinin "bıra­ kınız yapsınlar" iktisadının azgın bireyciliğini onaylamadığını iddia ediyordu. "Bırakınız yapsınlar" rekabeti , bütün safhalarında mut­ lakçılık koşullarına zorunlu olarak meyleden barbarlığın ayakta ka­ lan ilkesidir neredeyse. " ı s Kidd, evrim sürecinin temelindeki başka bir kısıtlamaya -ras­ yonel olmayan, sosyalist olmayan bir kısıtlamaya- işaret etmek için Darwin'i yeniden okur. Çıkış noktasını doğrudan Darwin'den aldığını iddia eder: Evrimin, Wilson'ın üst düzey diye nitelediği gruplar üzerinden işlediği kanısındadır; ona göre, grubun ihtiyaçla­ rına karşıt olarak bireyin ihtiyaçları , bütün eylemleri belirlememek­ tedir. Principles of Western Civilization (Batı Uygarlığının İlkeleri) başlıklı kitabında, Türlerin Kökeni'nden (aleyhinde olduğu) bazı pasaj lara atıfta bulunur. Bu pasajlar Kidd'in " şimdicilik" adını ver­ diği bir görüşe, yani bireyin şu an ile olan ilişkisinin evrimsel eyle­ me daima rehberlik ettiği görüşüne işaret etmektedir. Darwin'i alın­ tılayarak şöyle der: " Herhangi bir varlık, yaşamın o karmaşık ve de­ ğişken koşullarında kendisi için faydalı bir şekilde azıcık bile deği­ şime uğradığı takdirde, hayatta kalmak ve böylece doğal olarak se­ çilmek bakımından daha fazla şansa sahip olacaktır" (s. 4 1 ). Fakat böyle bir seçilim, doğal seçilimin sadece "her varlığın yaşamın bü­

tün dönemlerinde maruz kaldığı organik ve inorganik koşulda ya­ rarlı olan değişimlerin korunması ve biriktirilmesi için işlemesine" dayanır (s. 42) . Ama bu merhametsiz süreç göründüğü gibi değildir 1 5 . Benjamin Kidd, Principles of Western Civilization, New York: Grosset and Dunlap, 1 902, s. 463-4.

DARWI N ' İ KU LLANMAK

1 25

ve Darwin'in buradaki argümanlarının şimdiciliğinden uzaklaşıldı­ ğında özgecilik için de alan açılır. Kidd, evrimin en çok sayıdaki or­ ganizmanın çıkarına fayda sağlayarak işlediğini öne sürerken Dar­ win'i reddetmez - onu sadece güncelleştirmeye çalıştığını söyler. O en çok sayıdaki organizma ise asla şu anda bulunamaz; çoğunluk, "henüz doğmamış kuşakların o uzun listesi"nde bulunur. Diğer koşullar aynı kalmak şartıyla . . . evrim sürecindeki cazip nitelik­ ler, zorunlu olarak, mevcut bireylerin çıkarlarının henüz doğmamış kuşak­ ların çıkarlarına en etkili şekilde tabi tutulmasını sağlayan nitelikler olma­ lıdır. Kısacası, bir bütün olarak Doğal Seçilim sürecini yönlendiren şey mev­ cut ana yönelik varolma mücadelesinde bireyler için fayda sağlayan nite­ liklerden ibaret olamaz. (s. 44)

Kidd'in grup seçilimi böyledir;. gerçi doğal seçilimin, mevcut orga­ nizmaları fiilen etkilemeyen bir gelecek üzerinde işliyor olabilece­ ği fikri son derece gayri Darvinci ve grup seçilimine inanan ya da inanmayan modem bilimcilerin kabul ettiği Darwin'e hiç şüphesiz karşıt görünmektedir. Evrimci açıklamaya bağlı olan Kidd de, öz­ geciliğin ancak doğal seçilimin hem gruplar hem de bireyler üzerin­ de işlediği takdirde mümkün olabileceğini düşünür. Darwin ahlakın sürü davranışının bir parçası olan toplumsal içgüdüden geldiğini savunmuş olsa da, her zaman bireysel değişimleri vurgulamış ve doğal seçilimin asla kendisine hizmet ettiği organizmanın zararına işlemediğini ileri sürmüştü. Burada, aşağı yukarı her yerde olduğu gibi, Darwin'in fikirlerinin kültürel ve bilimsel imalarının ne oldu­ ğu konusunda anlaşmazlığa düşmeye yol açacak temeller vardır. Kidd'e göre özgeciliğin sisteme girmesinin nedeni , evrime hük­ meden gücün, "yaşama değişmez bir şekilde içkin olan moleküler özellik"ten ziyade "türün ihtiyacı" olmasıdır (s. 49) . Özgecilik, ya­ ni kaçınılmaz olarak müstakbel çoğunluğu tatmin etme doğrultu­ sunda ilerleyen bir si stem içinde bir bireyin, kendi memnuniyeti pa­ hasına başkalarının hayrına hareket etmesi, Kidd'in -özgecilik ol­ masa manasız olduğunu düşündüğü- doğal seçilimde bir "anlam " bulmasını sağlar. Kidd aslında erekselliği Darvinizme geri getir­ mektedir (böylece onu büyülenmeyle daha bariz bir şekilde uyum­ lu hale getirdiği de söylenebilir). "Evrimsel süreçte, devamlı olarak şu andan geniş çapta fedakarlıkta bulunmaya ve bireyi geleceğin ve

1 26

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

evrensel olanın çıkarları uğruna fedakarlık yapmaya mecbur eden içkin bir zorunluluk ilkesi" olduğunu söyler (s. 57). En başarılı "ırk­ lar" , şu anki arzularını " gelecekteki kendi cinslerinin daha büyük çıkarı "na en etkili şekilde tabi kılmayı becerebilen ırklar olmuştur (s. 68). Nitekim Britanyalıların en büyük başarısı, " militarizmin dünyadaki en üstün imkanlarını temsil eden" askeri güçleri sayesin­ de, "mevcut anı gelecek için alıkoyabilmeleri " olmuştur (s. 467). Kidd'e göre, Darvinci (ve post-Darvinci) teorinin meşru bir si­ yasi okuması, fakirlerin korunması, vasıfsız emekçilerin kölelikten kurtarılması, bu emekçilerin asgari ücret hakkının tanınması, ya­ şam standartlarının yükseltilmesi ve genel olarak, "yasa zoruyla, son tahlilde bir yandan sermayeyle diğer yandan da kendi tabiatıy­ la olan ilişkilerinde serbest rekabetin o ilk yalın şartlarını temsil eden bir dizi talebin uygulanması için" din tarafından kısıtlanan emperyalist bir liberal demokrasinin olumlanmasını gerektirir (s. 47 1 ) . B ütün bu faaliyet, bireye değil de türe dayalı erekselliği düşü­ nüldüğünde, doğal seçilimin kendisini o bütünüyle "rasyonel" tar­ zıyla tamamen ortaya sermesini sağlar. B ireysel insani ihtiyaçlara kayıtsız süreçlerin hakimiyetinde ilerleyecek olan, türdür, insanlı­ ğın çoğunluğudur. Kidd'in gelecekçiliğini Darwin'in tasvir ettiği doğal seçilimle uzlaştırmak zor olsa da, insan kültürünün Darwin'in " şimdiciliği "ni aşarak ve gözünü geleceğe dikerek uyum sağlaya­ bildiğini ortaya koyduğunu pekala söyleyebiliriz. Kidd'in doğal seçilimi hem bilimsel hem de merhametli kılmaya çalışırken sergilediği "bilimsel" düşünüşteki en dikkate değer deği­ şiklik, yüzünü dine çevirmesidir. Bu değişiklik, insan toplumunda doğal seçilime dair hakim yorumların bir nevi tersine çevrilmesine dayanır. Yani, Kidd'in iddiasına göre, "insan toplumsal bir yaratık haline geldiği vakit, esas olarak zekasının gelişimi doğrultusunda ilerlemekten çıkmıştı. " Doğal seçilim toplumda, Manchester Oku­ lu 'y la ya da Darwin'in bütün değişimin bireyin mevcut varoluşunun koşulları ile olan ilişkisinden doğduğu yolundaki argümanıyla itti­ fak içinde işlemiyordu artık. Kidd şöyle der: " Bireyin şahsi çıkarla­ rı artık en önemli şey değildi " ve "daha uzun yaşayan toplumsal or­ ganizmanın belirgin ve son derece farklı çıkarlarına tabi" hale gel­ mişti . Dolayısıyla gelişmiş toplumda, "büyük evrimsel güçler" , "kendini öne çıkaran bireyin mevcut çıkarlarının, toplumun gele-

DARWI N '.İ KU LLANMAK

1 27

cekteki çıkarlarına giderek tabi kılınmasını sağlayan dinsel sistem­ ler v&sıtasıyla" işler (s. 285-6). İşin ilginç tarafı, Kidd ardından do­ ğal seçilim hakkında şöyle bir iddiada bulunabiliyor: " [doğal seçi­ lim] insan ırkı içinde . . . dinsel bir nitelik geliştirecek şekilde durma­ dan evriliyor. . . . Aslında ırk gitgide daha dinsel bir hale geliyormuş gibi görünüyor. " 1 894 yılı için şaşırtıcı görünen bu iddia, Kidd'in toplumsal adalet işlevini yerine getirmesi için "bırakınız yapsınlar" iktisadı üzerinde modellenen bir teoriyi kullanma girişiminin man­ tıksal sonucudur. Görünmez el doğal seçilim sayesinde işliyordur. Kidd'in Darvinci bilim üzerindeki enteresan çeşitlemeleri, Pear­ son'ın ve pek çok çağdaşının aksine, öjeniyi ya da (kendi tabiriyle) tropikal ırkların doğal olarak aşağı olduğu fikrini kabul etmesine izin vermemişti . Kidd, Paul Crook'un belirttiği gibi , Pearson'ın öje­ nisini "otoriter" olarak görmüş, 1 904 yılında "Galton'ın bilimsel ye­ tiştirme yoluyla insan ırkını yeniden kurma önerisinde ahlaki ölçüt­ ler için hiçbir yer bulamamış olması "ndan dolayı dehşete düşmüş ve en sonunda "Darv inizmin hem batı biliminin nadide bir çiçeği hem de 'maddi gücün üstünlüğü öğretisinin örgütlü biçimi' olduğu­ na" inanmıştı (Crook, s. 92) . Kidd, Social Evolution'ın sonunda, Galton'ın ve kültürün "uygar olmayan ırklar"ın doğal olarak aşağı olduğu varsayımını kabul etmeyi reddederek Jared Diamond'ın son zamanlarda ortaya koyduğu argümanlara önceden işaret etmişti . Kidd'e göre Gaitan, "doğanın bizlere bahşettiği zihinsel kapasite" ile " ait olduğumuz uygarlığın bize verdiği zihinsel donanımı" birbi­ rine karıştırır (s. 27 1 ) . Kidd her ne kadar modem evrimci psikoloji teorisyenlerine benzemese de, "uygarlık "tan türeyen kültürel güçlerle, doğal seçili­ min bizlere bahşettiği o fiziksel zihinsel donanımın birbirinden ay­ rılması gerektiğini vurgular. Ama Kidd, siyasi ve toplumsal uygula­ madaki Darvinci bilimperverliğin normu olarak gördüğüm şeyin açık bir örneğidir. B ir başka deyişle, Darwin'in teorisinin nasıl kul­ lan ılacağını belirleyen etkenler, nihayetinde yorumcuların kendi si­ yasi bağlılıklarıydı ve bu bağlılıklar ise, başvurulan bilime çok kı­ rılgan bir şekilde bağlıydı. İleri uygarlığın ayırıcı bir özelliği oldu­ ğu konusunda neredeyse hepsinin anlaştığı özgecilik için bir alan açmak çok önemli bir görevdi ve özgeciliğe biyoloji içinde onay bulmak -ki bu neredeyse belirlenimci bir zorunluluktu- besbelli ki

1 28

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

atılacak doğru bir adım gibi görünüyordu. Şurası açıktır ki Kidd'in reformist ve dinsel eğilimleri onu, liberal demokrasinin ve eski bir İbrani geleneğinin, yani (Matthew Amold'ın tabirini tersine çevirir­ sek) kişinin içinden geldiği gibi davranmayıp kendi ihtiyaçlarını cemaatin daha büyük ihtiyaçlarının hizmetine koşması geleneğinin işlevini görmesi için evrimci bilimi kullanmaya yöneltmiştir. Pearson Kidd'e sosyalizm ve daha rasyonel bir özgecilik adına saldırır. O da Darwin'i kendi tarafına çekmeye çalışır, ama aynı za­ manda Kidd'in argümanlarının ne kadar "bilimsel" olarak görülebi­ leceği üzerinde de mücadeleye girişir. Küçümseyici bir ifadeyle şöyle der: "Bay Kidd'in oturup da Darwin'i bir kez olsun bile incele­ yip incelemediği tartışmaya açıktır" (s. 1 2 1 ) . Eğer Kidd için Darwin din kurumunu haklı çıkarıyorsa, Pearson için de sosyalizmi haklı çı­ karıyordur. Fakat Pearson bilim konusunda titiz, ampirik ve özellik­ le de istatiksel verilere dayanmaya kararlıdır ve tartışmaya katılan bütün kişilerden ortaya koydukları teorileri için güçlü bilimsel ka­ nıtlar sunmalarını ister. Bundan ötürü "kendisini evrim diye ifade eden her şeyin mutlaka bilimsel olduğu" yolundaki yanlış kanıdan 1 6 şikayet eder; evrim sayılan pek çok şey spekülasyondan ibarettir as­ lında. Demek ki siyasi mücadele, neyin bilimsel olduğu konusunda verilecektir. Pearson, Kidd' in eserini "bilimin son zamanlardaki öğretilerinin modem toplum ile yaşama uygulanması, . . . Türlerin Kökeni 'nde ilan edilen evrim yasalarının bir uygulaması" diye tasvir eden yazılardan küçümseyici bir edayla bahseder. Siz onu benim külahıma anlatın dercesine, Kidd'i kaale bile almadığını belli eder kendinden emin bir şekilde. Eğer Kidd'in teorisi doğruysa, "modem sosyalist hareket tamamen beyhudedir . . . ve temel biyolojik hakikatlere tezat teşkil eder" (s. 1 07). Ama Pearson Darvinizmi ülke içinde uygulanan mu­ hafazakar politikaların payandası olarak gören bütün yorumları red­ deder; zira bunların hiçbiri, "toplumsal içgüdü" ile "özgecil ruh"un doğal seçilimin ürünleri olduğunu göz önünde bulundurmuyordur. Pearson'ın okuduğu Darwin, Kidd'in ileri sürdüğü gibi, tür içi çatışmanın norm olduğunu ya da bu çatışmanın ilerlemenin koşulu 1 6. Kari Pearson, "Socialism and Natura! Selection" , The Chances of Death and Other Studies in Evolution, Londra: Edwin Arnold, 1 897, 1 : 1 03.

DARWI N ' İ KULLAN MAK

1 29

olduğunu söylemiyordur. Pearson "varolma mücadelesi "nin dikkat­ le çözümlenmesi gerektiğini savunur; "grup içi mücadele, fiziksel seçilim ve grup dışı mücadele "yi birbirinden ayırır. Pearson, bütün bu kavramları herkesin herkese karşı savaştığı Hobbesçu bir tasav­ vur içinde birbirine benzetmekle Kidd'in hataya düştüğünü belirtir. Pearson'a göre, Darwin'in bitki ve hayvan yaşamındaki varolma mücadelesi hakkındaki argümanı pratik olarak sabit bir nüfusu ele alıyor olduğumuz kanısından doğmaktadır (s. 1 23). Kidd'in yaptığı gibi bu argümanları "uygar insanın toplumsal evrimi sorunu "na uy­ gulamaksa tamamen yanlıştır. Pearson, Kidd'in "hiçbir istatistik ve kanıt göstermeden" Darwin'in "herhangi bir türün pek çok ferdin­ den yalnızca küçük sayıda bir grubun ayakta kalabileceği" ( Origin, s . 6 1 ) tezini insan toplumuna uygulamaya çalıştığını ve böylece sa­ dece kendi yanlış anlamasını ortaya koyduğunu öne sürer. Kidd argümanını grup seçilimi varsayımına dayandırır, Pearson' ın teori si ise tür dışı rekabet ile tür içi rekabetin birbirinden daha dikkatle ayrılmasına bağlıdır: "Doğal seçilimin bir etkeni olan grup içi mücadele uygar insanlar arasında bir rol oynuyorsa, bu rol çok küçüktür" (s. 1 32). Pearson için her şey dönüp dolaşıp argümanla­ rın bilimsel olup olmamasına dayandığı için, bu iddiasını tahmini yaşam oranı gibi şeylerin istatiksel analiziyle desteklemeye çalışır. B iraz seçici bir şekilde, insanın Türeyişi'nde uygarlık içindeki insa­ nın gelişimi ile başka yerdeki hayvan gelişimi arasındaki farkın vurgulandığı pasajlardan alıntı yapar. Darwin'in pek çok argümanı­ nın deneme kabilinden ortaya konulduğu düşünüldüğünde, Kidd'in argümanını da haklı çıkaracak pek çok pasaj vardır (örneğin Dar­ win, insanın vahşilikten bu yana gelişimi hususunda şunları söyler: "Artış oranı hızlı ve bunun neticesindeki varolma mücadelesi son derece sert olmasaydı, en olumlu [değişimlerin] bile yeterli olaca­ ğından pekala şüphe edilebilirdi " [ ı : 1 80 ] ) . Pearson'ın doğal seçilimin o vahşi rekabetindeki gerilimi azalt­ mak için, Kidd'in gözünde gerekli olan dine de ihtiyacı yoktur. Sos­ yalizmini Darvinci bilim yoluyla haklı çıkarmaya çalışırken, argü­ manı şöyle doruğa çıkar: Bir sosyalist, uygar topluluklarda grup içi mücadelenin ölümüne oldu­ ğunu inkar etse de, grup içi rekabetin en verimli toplumsal çalışmayı sağ­ lamak ve doğru adamı doğru yere yerleştirmek bakımından büyük bir top-

1 30

DARWI N S İ Z İ SEViYOR

lumsal değeri olduğunu kabul etmeye gayet hazırdır. Öte yandan, bu reka­ betin gereğinden fazla bir bedel uğruna yürütülebileceğinin de farkındadır; bu rekabet bireylere sağladığı avantaj ları bastırarak grubu değişken hale getirebilir; sınırlı bir alan dahilinde nispi rahatlık dereceleri için değil de mutlak varoluş için verilen bir mücadeleye yaklaştığı anda da feci hale ge­ lir. Sosyalist, bu rekabeti düzenlemeyi önermekle, biyolojik yasaları ve kozmik süreçleri hiçe saymıyordur; aksine, uygar insanın bugüne kadar gelişmesini sağlayan evrimin ileri aşamalarına katılıyordur; bu durum , en az karıncaların ya da anların evrim tarihi kadar "biyolojik" ve "kozmik"tir. (s. 1 30)

Pearson, Darwin'i sosyalizmin içine katıp yorumlarken Kidd'in di­ nini de yorumun dışına çıkarıyordur. Sosyalist Pearson insan toplu­ munu Kidd'den bile çok daha hiyerarşik olarak görür aslında; zira dinin işlevi konusundaki açıklamasıyla bir yandan Kidd'in analizini onaylar, ama diğer yandan da o analizde varılan sonuçları reddeder. Öte yandan Pearson dinin "bireycilik pahasına toplumsal duyguyu" artırmak bakımından fay dalı bir işlev görmüş olduğunu kabul eder. Gelgelelim, dinin halen geliştiğini düşünmez; aksine, yalnızca "ge­ lecekte verilecek cezalardan duyulan korkunun ve yine gelecekte verilecek ödüllere yönelik beklentinin etkileyebileceği" o "muha­ keme etmeyen" kişiler için faydalı olduğu kanısındadır (s. 1 1 5) . Bu ­ nun teologlar için pek de tatmin edici bir analiz olmadığını söyler. Pearson'ın diğer makalelerinin hemen hepsi de geleceğin asıl proje­ sinin bu muhakemesizliğin yerine bilimsel bilgiyi, yani sosyalizmin doğruluğunu tasdik edecek bilgiyi geçirmek olduğunu açıkça ifade eder. Pearson şöyle devam eder: "Önü alınmamış o içsel rekabet so­ nucunda katlanmaya sabrı kalmamış -ya da devlette hiçbir çıkarı olmayan- muazzam bir proletaryanın ortaya çıktığı grup, ilk çöken grup olacaktır" (s. 1 3 1 ) . Bilim böylece hem sosyalizmi hem de em­ peryalizmi destekler hale gelir. Fakat Pearson'ın çakır pençe olsa bile özgecil olan sosyalizmi, bir başka mücadele düzeyine, yani grup dışı mücadeleye dayanır. Özgecilik, grup dışı rekabetin bir aracına dönüşür. B ir toplum ne kadar özgecilse, "aşağı" ırklara hükmetmekte ve daha üstün bir soy yaratmakta daha başarılı olacaktır. 17 Demek ki Pearson da tıpkı Kidd gibi, "aşağı ırkların birbiri ardına beyaz adama tabi olduğu"n­ dan ve "herhangi bir grubun istikrarı ve gücünün içsel istikrarının

DARWI N ' İ KU LLAN MAK

131

korunması ve geliştirilmesine dayandığı"ndan bahsediyordur. B u yazındaki en tüyler ürpertici cümlelerden biri, Pearson'ın "grup içi" mücadeleden "grup dışı" mücadeleye geçtiği sırada ileri sürdüğü şu iddiadır belki de: "Şu anda Lancashire açlıktan kıvranıyor olsa, bil­ diğim kadarıyla hiçbir sosyalist, Uganda topraklarını halihazırdaki sakinleri pahasına işlemeye karşı çıkmaz" (s. 1 1 ) . O halde özgecilik, toplumu diğer toplumlarla giriştiği büyük çaplı rekabette güçlendiriyor demektir. Özgecilik rekabete dayalı bir avantajdır. B ir toplum ne kadar özgecilse, kendilerini kısmen

1 7. Pearson, 1 894 yılında kaleme aldığı "Sosyalizm ve Doğal Seçilim " baş­ lıklı makalesinde, bilimsel sonuçlarının sosyalist yanını güçlü bir şekilde vurgu­ layıp, merhameti de böylece bilimsel açıdan rasyonel kılsa da, teorisinin tam ola­ rak gelişmiş halinde sosyalizm ihtiyacı uluslar ve ırklar arasındaki rekabetin altı çizilerek açıklanır. Newcastle Edebiyat ve Felsefe Topluluğu'na hitaben yaptığı konuşmada, sosyalizmin değil, ulusal mücadelenin üzerinde önemle durur. Boer Savaşı'nın ardından, duygusal ya da ahlaki değil, bilimsel bir analiz ileri sürer ve bu savaşın derslerinden birinin, "uluslar arasındaki varolma mücadelesi "ni tayin edecek olan şeyin savaşan ulusların cesameti ya da kaba gücü değil, bilgeliği ve birliği olduğuna işaret eder. Bilgelik birliği gerektirir ve dolayısıyla toplumun aşağı üyelerini bile mutlu tutmak gerekir, ki bu da bizi sosyalizme götürür. Fakat sosyalizme bilimsel olarak rehberlik edilse de, aşağı ırkları ezme niyetine ve top­ lumun aşağı üyelerinin toplumun üstün üyelerinden daha fazla ürememesini te-: minat. altına alma ihtiyacına, yani öjeniye de bilimsel olarak yol gösterilir. Pear­ son konuşmasında sosyalizmi şöyle savunur: " B ir ulus olarak bizler, sınıf ayrım­ larının beyinsizlere daima bir şeyler bahşetmesine ve onları ulusal sorumluluk ta­ şıyan mevkilere getirmesine izin verirsek, varolma mücadelesinde ayakta kala­ mayız . Gerçek devlet adamı, cemaati harici mücadelede güçlü duruma getirmek için cemaatin içindeki mücadeleyi sınırlamak zorundadır. Yetenekleri ödüllendir­ memiz, beyinlere para vermemiz ve sağlam bünyelere daha fazla avantaj sunma­ mız gerekir, ama bunları vasatların çoğunu mutsuz kılacak bir oranda yapmama­ mız gerekir. Ulusal amaçlar uğruna olağanüstü beyinleri ve bünyeleri teşvik et­ meliyiz; ama montofon sığırı ne kadar faydalı olursa olsun, kendi hatırlarına de­ ğil, bütün sürünün iyileştirilmesi için yetiştirilirler" (s. 52) . Tarihin ışığında bakıldığında bu konuşmanın tüyler ürpertici olduğu anlaşılır. Ş imdi de ırklar hakkında tipik bir pasaj sunayım: "Eğer beyaz adamı kara adam­

la temas içine sokarsanız, üstün bir türün evriminin dayalı olduğu doğal seçilim sürecinin kendisini çoğu zaman askıya almış olursunuz. Böylece aynı toprak üze­ rinde üstün ve aşağı ırklar beraber yaşamış olur ve bu bir arada yaşam her iki ır­ kın ahlaki değerlerini bozar. Açıkça ya da gizlice köle sahibi ve köle değillerse eğer, doğal olarak efendi ile uşak konumlarına düşerler. Sık sık melezleşirler ve eğer kötü soy çoğalırsa, iyi soy da azalır" (s. 20). Bkz. Kari Pearson, Nationa/ Li­ fe from the Standpoint of Science, Londra: Adam and Charles Black, 1 900.

1 32

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

grup içi özgeciliğinden yoksun olmalarıyla belli eden aşağı irklara hükmetmede o kadar güçlü olacaktır. Rekabet ve çatışma Kidd için olduğu kadar Pearson için de yeniden gün yüzüne çıkar, ama her ikisi de bir yandan Manchester Okulu'nun felsefesine direnmeye, diğer yandan da Darwin'i kendi siyasetlerine onay verecek bir şe­ kilde okumanın yolunu bulmaya çalışırlar. Sırf bu iki şahsiyete bakmak, Darvinci düşüncenin "muhafaza­ kar" ya da " ilerici" düşünüşle nasıl ittifaklara girebildiğini anlama­ ya yetmez. Bir kere, "muhafazakar" ya da "ilerici " kavramı tarihsel olarak şekil alır ve Pearson bir tür sosyalizmi savunsa da, onu bu­ gün kullandığımız terimlerle kolayca son derece muhafazakar ve hatta gerici biri olarak da görebiliriz . Kidd'in doğal seçilim yoluyla kendini gösteren "bırakınız yapsınlar" iktisadına olan bağlılığı bi­ zim genel Sosyal Darvinizm anlayışımıza uyar gibi görünür; ama fikirleri azgın kapitalizme ve "en uygun olanın ayakta kalması" mef­ humuna duyduğu husumet tarafından biçimlendirilmiştir. Bir başka deyi şle, Kidd'in kapitalizmi Pearson'ın sosyalizminden pek çok açıdan daha "ilerici " ve bireysel ihtiyaçlar ile demokrasinin sorum­ luluklarına karşı daha hassastır. Pearson ve Kidd, siyasi açıdan sü­ rekli başka bir anlam verilebilen doğal seçilim yoluyla evrim teori­ sine dair görüş ortaya koyan iki kişidir sadece . Burada onlara odak­ lanmamın tek sebebi, Darvinci teorinin içkin olarak belirli siyasi uygulamaları olduğunu düşünmenin yetersiz kaldığını göstermek istemem. Pearson da Kidd de bilimin nesnel otoritesi olarak gördükleri şeyi toplumsal bir programa çevirir. Bu bakımdan, siyasete olan yaklaşımları ne kadar farklı ve birbirine ne kadar zıt olsa da, Dar­ win'i toplumsal teorinin içine katmaya çalışan düzinelerce kişiye benzerler. Darwin'in muhtemelen tasvip etmeyeceği siyasi konum­ lar için garip şekillerde nasıl bir temel haline gelebildiğini daha faz­ la açmaya gerek olmasa da, doğal seçilimin işleyişinde "mücade­ le "nin oynadığı rolü ciddi biçimde azaltan başka bir uç eğilime işa­ ret etmekte fayda var. Garip Darwin kullanımları arasında en garip olanı muhtemelen " anarşizm"dir. Ama bana kalırsa, Darvinci anar­ şizmin, en az Darvinci sosyalizm ya da Darvinci bilim kadar güçlü temelleri vardır. Buradaki en önemli soru, özellikle de Darwin'in Türlerin Kökeni 'nin "Varolma Mücadelesi" başlıklı bölümünde kul-

DARWI N ' İ KU LLAN MAK

1 33

!andığı haliyle "mücadele" sözcüğünün ne anlama geldiğidir yine. Bu bölüm Darwin'in Malthus'la olan tanışıklığının bütün izlerini ta­ şır; ama içinde "mücadele" fikrini baş aşağı çevirip ona sevgi diye nitelendirilebilecek unsurları dahil eden pasajlar da vardır. Çölün kıyısındaki bitkiler hayatta kalmak için mücadele etmekten ziyade, "rutubete bağımlıdırlar" ; "ökse otu, elma ağacına ve başka birkaç ağaca bağımlıdır, ama onun bu ağaçlarla mücadele ettiğini söyle­ mek abartılı bir yorum olur" (s. 63) . Darwin'in kullandığı haliyle mücadele, pek çok ilişkiyi içine alır ve bu ilişkilerin ancak küçük bir kısmının şiddetli bir çekişmeyi beraberinde getirdiği söylenebi­ lir. Coğrafyacı olan ve kendisini "bilimsel bir anarşist" olarak gören Peter Kropotkin, Huxley'nin ve sosyal Darvinistlerin görmeyi iste­ mediği bir Darwin yorumu ortaya koymuştu . Kropotkin'in meşhur Karşılıklı Yardımlaşma adlı kitabı, Darwin'in mücadele fikrini ça­ tışma ve rekabet fikrinin ötesinde genişletip, "mücadele"yi "geniş ve mecazi bir anlamda" kullandığını söylediği o çok önemli pasaja geri döner. Aslında Pearson'ın Darwin'in cemaatler içindeki duygu­ daşlığın önemini vurgulamasına odaklanmak için kullandığı argü­ manların çoğunu Kropotkin de kullanır ve İnsanın Türeyişi 'de en çok sayıda duygudaş üyeyi barındıran toplumun en iyi şekilde geli­ şeceğinin belirtildiği ve benim de daha önce bahsetmiş olduğum pasajı alıntılar. Kropotkin, sosyal Darvinistlere karşı şöyle bir iddiada bulunur: "Türlerin kademeli hiç bir evrimi keskin rekabet dönemlerine daya­ lı olamaz. " ıs Huxley, Spencer ve aslında Darwin'i yorumlayan pek çok kişinin "varolma mücadelesi fikrini en dar sınırlarına indirgedi­ ğinden " ve böylece "modem literatürün, sanki modem biyoloj inin son sözüymüş gibi mağluplara eyvahlar olsun şeklindeki savaş na­ rasıyla yankılanmasına sebep olduklarından" yakınır (s. 4) . Fakat farkında olmasa da Kropotkin de bilimin toplumsal teorinin temeli olduğu varsayımına bel bağlar. Darwin'in " mücade le " kavramıyla duygudaşlığı kastetmiş olduğu gösterilebilirse, mantıksal olarak duygudaşlık fikrini kendi toplumsal teorimize doğru genişletme 1 8. Peter Kropotkin, Mutual Aid, New York: Black Rose Books, 1 989, s. xxxvii; Türkçesi: Karşılıklı Yardımlaşma, çev. Işık Ergüden, Deniz Güneri, İ stan­ bul : Kaos, 200 1 .

1 34

DARW I N S İ Z İ SEVİYOR

hakkını edinmiş oluruz. Bu nedenle şunu söyler: "Huxley'nin doğa­ ya bakışı bilimsel bir çıkarsama olarak görülmeyi, kendisinin zıddı olan Rousseau'nun bakışı kadar az hak ediyor" (s. 5 ) . Huxley ahla­ ki açıdan ziyade düşünsel açıdan hatalıdır. Bilimi yanlış anlamıştır. Anarşist olarak aziz mertebesinde görülen Kropotkin, Darwin'e dair modem siyasi ya da bilimsel anlayışlar açısından derinlemesi­ ne etkili olmamıştır ve Darwin'de "mücadele"yi duygudaşlık çerçe­ vesinde ele alan unsurları bulma kararlılığı, kültürel alanın pek çok yerinde rastladığımız, siyaseti bilim içinde temellendirme kararlılı­ ğına benzer. Kropotkin dünya çapında yaptığı araştırmaların, Dar­ win'e dair yabani bir dünya vizyonu üreten toplumsal yorumlara uymadığını vurgular. B ir başka deyişle, doğada, başka bir toplum­ sal analizi de haklı çıkarabileceğini düşündüğü bir kanıt bulmuştur. Kropotkin'e göre doğa "Mücadele et ! Rekabet et ! Alt et! " diye de­ ğil, "Rekabet etme ! " diye nara atar - "rekabet türe hep zarar verir ve bundan kaçınmak için pek çok kaynağınız var! " Demek ki Kropot­ kin, Kidd ve Pearson, farklı bakış açılarından hareketle, Gould'un sosyal politikadaki "olması gereken"in, Darvinci bilimdeki "olan"­ dan elde edilemeyeceği yolundaki argümanını inkar ediyordur as­ lında. B undan bahsetmeseler de üçü de "insan"ın bilimsel inceleme için meşru bir konu haline gelmiş olduğunda hemfikirdir. Mümkün Darvinizmlerin menzili, bu son dönem Viktoryen yo­ rumların ötesine geçiyor elbette. Bu örneklerle ilgilenmemin asıl sebebi, "Darvinci" konumların birbirlerine ne kadar aşın bir şekil­ de karşıt olabileceğini fazlasıyla ortaya koyuyor olmalarıdır. Tabii ki hepsi de "bilimsel" olmakla teselli bulur ve tabii ki hepsi de Dar­ win okumalarında kısmi kalır. Darwin'le hararetli bir ilişkileri var­ dır; güçlü ahlaki girişimlerde ondan yardım sağlamaya çalışırlar ve onun dünyayı anlamdan arındırdığını düşünmezler. Bunun yerine, Darwin'i bir kaynak olarak alırlar - dünya Darvinci bir şekilde açık­ lanınca mucizesini kaybetmez; aksine, anlamla dolar. Darwin'e yö­ nelik tepkilerdeki bu eğilimler yaygındır ve sürmektedir. Bu kitap ilerledikçe yeni , ama bu defa dünyayı bilinçli bir şekilde anlamla dolduran bir Darwin kullanımı geliştirmeye çalışacağım. Bu da kıs­ mi, ama dünyayı yeniden büyüyle dolu bir yer haline getirebilen bir Darwin olacak.

4 M odern Bir Kullanım Sosyo b iyo l oj i

Viktorya döneminin son zamanlarındaki bazı Darwin kullanımları­ na kısaca baktıktan ve Darwin'in kendisinin bu girişimlerden ne ka­ dar sorumlu olduğunu tartıştıktan sonra, yakın zamanlarda aynı so­ runu açıkça "Darvinci" bir şekilde ele aldığını iddia eden bazı disip­ linlere odaklanmak istiyorum: yani sosyobiyoloji ve onun doğru­ dan akrabası olan ve görünüşe bakılırsa daha çok etki yaratan ev­ rimci psikoloj iye. B ilimsel açıklamayı insan ruhunun ta derinlikle­ rine kadar götüren bu girişimler, büyüsüzleşmedeki son söz gibi gö­ rünüyorlar ve bu disiplinlerin geçerlilikleri hakkında süren hararet­ li tartışmalar, bahis konusu olan şeyin öne sürdükleri argümanların sahiden Darvinci olup olmadığından çok daha fazla olduğunu akla getiriyor. Anlaşmazlıkların temelinde siyasi sebeplerin mi yoksa bilimsel sebeplerin mi yattığı çoğu zaman belirsizdir. Basit versiyon ise şöy­ ledir: Sosyobiyoloj i ve evrimci psikoloji insan doğası ve davranışı­ nın tümünü biyoloj ikleştirmeye giriştiği için, gerici ve ırkçı ideolo­ jinin tuzağına düşerler (ya da bu ideoloji tarafından istismar edilir­ ler) . Buna karşı ileri sürülen argüman da şudur: Bilimin "hakikat" inin siyasetle ilgisi yoktur; insan biyoloj ik açıdan ele alınmadığı sü­ rece, insanlık hakkındaki temel hakikatler gözden kaçırılır ve insan davranışının biyolojik değil kültürel etkenlerce belirlendiği yanılgı­ sına teslim olunur. Ben ise bu fenomenleri eleştirmeye çalışmaya­ cağım - bunlar beni ne kadar rahatsız etse de, ortaya konulan çalış­ malara yönelik mevcut eleştiri ve izahlardan faydalanmanın ötesine geçecek durumda değilim. Bunları daha ziyade son bölümde üze-

1 36

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

rinde durduğumuz son dönem Viktoryen kullanımlardan türeyen ve gerek siyasi ve ahlaki gerekse bilimsel temelleri açısından ihtilaflı olmaya devam eden başka bir Darwin kullanımı olarak düşünmek istiyorum. Darwin, bu meseleler hakkındaki tartışmalar boyunca, aslında doğrudan kendi yazılarının yorumlanması üzerinden açıla­ bilecek bütün o kritik savaşlara sebep olur: biyolojik belirlenimci­ lik, indirgemecilik, ilerleme, biyoloj ik ve (dolayısıyla) kültürel hi­ yerarşiye karşıt olarak toplumsal eşitlik. Bütün her şey Darwin'in yapmaya çalıştığı gibi doğal bir yasa çerçevesinde açıklanmaya ça­ lışılınca, çekişme de bilim ile devlet arasında olmaktan çıkıp bilim ile kültür arasında sürmeye başlamıştır. Bu kitap boyunca dünyayı belli açılardan yeniden büyüyle dolu bir yer haline getirebilecek bir Darwin kullanımı geliştireceksem, büyüsüzleşme yolunda Viktoryenlerden daha çok yol kat etmiş gibi görünen ve insan davranış ve başarılarının tüm veçhelerini doğal seçilim yoluyla evrim teorisine başvurarak açıklamada daha fazla yol alacağını iddia eden evrimci biyolojinin son zamanlardaki yö­ nelimlerinden bazılarıyla yüzleşmem gerekiyor. Darwin'in çalış­ masında olduğu gibi, argümanların tutarlılığı ve gayelerinden ziya­ de (ki aslında bunların da tartışma içinde önemli bir yeri olacak) , hayat karşısında ima ettikleri tavırlarla beraber, kamunun geneline sunuldukları dildeki hisse bakmak istiyorum. Darwin'in bu girişim­ lerin içinde şu ya da bu şekilde yer aldığı aşikardır. Neredeyse her­ kes onu yardıma çağırır. Gitgide matematiksel bir karmaşıklık için­ de ele alınan doğal seçilim mekanizması, bütün mitoloj ilerin anah­ tarı haline gelmiştir sanki . Tartışmaya, mevcut ihtilafların en iyi bilinen taraflarından biri olan Richard Lewontin'in bir yorumuyla başlayabiliriz: Aslında on dokuzuncu yüzyılın son dönemlerine özgü ve son on yıl içinde yeniden canlandırılan, tüm organizmaların şekil, işlev ve davranış­ larının bütün yönlerinin en ufak ayrıntısına •kadar doğal seçilim yoluyla oluştuğunu --özellikleri sayesinde varolma mücadelesi için "uyumlu" hale gelen organizmaların ayakta kalma ve üremede daha fazla şansı olduğunu­ düşünen kaba bir Darvinizm biçimi vardır. 1

1 . Richard Lewontin, it Ain 't Necessarily So: The Dream of the Human Ge­ nome and Other Illusions, New York: New York Review of Books, 2000, s. 52.

M O D E R N B İ R KU LLAN I M : SOSYO B İYOLOJ İ

1 37

Lewontin sosyobiyoloj i ile evrimci psikoloj iye " kaba" bir Dar­ vinizm, genetik kalıtım ile insan yaşamının bütün veçheleri arasın­ da dolaysız bir bağ kurmayı hedefleyen ve doğal seç ilimi çok fazla kelimesi kelimesine okuyan bir kullanım gözüyle bakar. Evrimsel gelişmede olumsallığa gereğinden çok az değer verdiğini düşündü­ ğü uyum sağlama taraftarlığına itiraz eder. (Argümanları bu bakım­ dan, uyum sağlama taraftarlığı, sosyobiyoloji ve evrimci psikoloji­ ye en az kendisi kadar karşı çıkan Stephen Jay Gould'un argüman­ larına benzer. ) Kendisi de Darvinci olan Lewontin, evrime dair uyum sağlama yanlısı okumalara karşı güçlü bilimsel itirazlar ileri sürer. Aynı zamanda, böyle katı bir uyum sağlama taraftarlığının yerine getirmeye eğilimli olduğunu düşündüğü ideoloj ik işlev onu son derece rahatsız eder. Lewontin'in bu bilimleri doğru bir şekilde betimleyip betimlemediği sorulabilir - ki evrimci psikologların ço­ ğu bunu muhakkak sorardı. Fakat Lewontin'in açıklamasının bu bi­ limlerin yönelimine ve bugünkü bilimsel tartışmada Darwin'i hala canlı tutan ihtilafın doğasına dair bir şeyi kesinlikle yakaladığını düşünüyorum. Benim buradaki derdim, uyum sağlama yanlısı gö­ rüşlerle uyum sağlama karşıtı görüşleri birbirinden ayırmaktan zi­ yade, Darwin'in çalışmasının siyasi açıdan ne gibi müphem şekil­ lerde kullanılıyor olduğunu, mevcut tartı şmalar açısından ne kadar önem taşıdığını ve ideolojik ve siyasi olarak hala ne kadar yüklü ol­ duğunu ortaya koymak. Daha sonra da belirteceğim gibi, Lewontin bugün Darvinci bilimcilerin Viktorya döneminin son zamanların­ daki güçlü bilim geleneğini sürdürmekte olduğuna ya da bu gelene­ ği yeniden derleyip toparladıklarına işaret etmekte haklıdır. Ben ise tartışmayı, bir adım öteye geçerek, sosyobiyoloji boy göstermeden kısa bir süre önce yazmış , ama bir yandan doğal seçi­ lime sahiden inanırken diğer yandan da büyülenmenin sözcüsü ol­ muş modem bir Darvinci doğalcının perspektifine göre kurmak is­ tiyorum. Loren Eiseley, doğal seçilim teorisinin türlerin kökenini yeterince açıklamasına, dünyanın insanları memnun etmeye meyil­ li olmadığı ya da Batı'nın tahayyüllerini geleneksel olarak işgal eden tanrıların dünyaya hayat vermediği gibi kabullenilmesi zor bir hakikate rağmen, sanki doğanın bilimsel analize indirgenemeyen bir manası varmış ve sanki doğa kendisini büyülü bir yer haline ge­ tiren gizemlerle doluymuş gibi yazar. Onun dili, kendisinden sonra-

1 38

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

ki sosyobiyologlann dilinden dağlar kadar farklıdır. Eiseley, müca­ deleyi çok mekanik bir şekilde vurguladığını düşündüğünden ötürü Darwin'den (ve Viktorya döneminin sonlarında bilimi yaymaya ça­ lışan o "haşin" yazarlardan) rahatsızlık duyduğunu zaman zaman ifade etmişti. Ama Darwin'de çalışmasının tamamını şekillendirdi­ ğini düşündüğü Romantik bir doğa tutkusu, Robert Richards ve Gillian Beer gibi akademisyenlerin de daha sonralan tasvir edeceği türden Romantik bir bağlılık da bulmuştu. Eiseley, bilimin fiili olarak nasıl icra edildiğini düşünürken, Darvinci olmanın iki yolu olduğunu belirtir. Ona göre bir yanda, doğadaki zenginlik ve giriftlikten heyecan duyan ve "kontrollü bir hayret hissi" olan Darwin gibi bir bilimci ve diğer yanda, şimdiler­ de Darvinci kılığına bürünen çok farklı bir tip vardır. Darwin gibi bir bilimci, bir salyangozun gözünde veya o hassas organın üstüne düşen ışığın içinde saklanmakta olan evrensel gizemin önünde hayrete düşer. İkinci tür göz­ lemci ise, şeyleri birbirinden ayırmakla fazlasıyla meşgul olup o muazzam gizemi önemsiz bir şeyin, üzerinde düşünmeye değmeyecek elle tutulmaz şeylerin seviyesine düşüren aşırı bir indirgemecidir . Tek sahici gerçeklik, sürekli akıp giden parçac ıkların o ürpertici vakumu haline gelir. (Star Thrower, s. 1 90) .

.

.

Demek ki Lewontin'in "kaba Darvincileri " Eiseley'nin indirgemeci­ leridir. İkinci kategori içinde görülebilecek pek çok düşünür, bu pa­ sajda kınanan türden bir indirgemecilik yaptıklarını heyecanla -ve öfkeyle- reddeder ve Eiseley'nin bilimsel bir dikkat gerektiren bir konunun ortasında "gizem" sözcüğüne başvurmasından dehşete dü­ şerlerdi herhalde. Kendisini doğadaki süreç ve fenomenlerin gize­ mini kutlayıp keşfetmeye vakfetmiş olan Eiseley, bu düşünürlerin pek çoğunun, örneğin Richard Dawkins'in ya da Daniel Dennett'ın gözünde, doğanın süreçlerini muamma haline getiren, ciddi bilim­ sel düşünceye engel olan birinden ibaret olabilir. Halbuki Eiseley her bakımdan tam bir evrimci, muhteşem bir doğacı ve bilim tarih­ çisi, doğadaki süreçlerin kalpsizliğinin gayet dokunaklı bir şekilde farkında olan biriydi . Dolayısıyla Eiseley fazlaca hislerine kapılan biri diye yaftalanarak bilimsel sahneden uzaklaştırılamaz, ama ço­ ğu zaman, özellikle de indirgemecilere, şeyleri muamma haline ge­ tiren bir retorik kullanırmış gibi görünür. Eiseley dünyanın muam-

M O D E R N B İ R KULLAN I M : SOSYO B İ YOLOJ İ

1 39

madan ve büyüden arındırılmasına, mücadelenin hüküm sürdüğü bir mekanizma olarak doğa tasavvuruna karşı çıkıyordu : "Tıpkı dinde olduğu gibi bilimde de insani hayret ve merhamet yok edildi­ ğinde, söz konusu olan kişi laboratuvar işleri üzerinde çalışmaya devam etse de aslında ölmüş demektir" (s. 1 97) . Yine de, Eiseley' nin bahsettiği bilim türlerini, en azından bu türlerin gidebileceği en uç noktaları fark etmek yeterince kolaydır. Darwin'in Romantizmi konusunda haklıdır. O Darwin'i betimlemek bu kitabın esas saikle­ rinden biridir. Ama bunu, Eiseley'nin bildiği ve hayıflandığı gibi, kimi açılar­ dan bu büyüsüzleştirici pratiklerin arkasında yatan Darwin'i duygu­ sallaştırarak yapamam. 1 8 38 yılının temmuz ayının başlarında, "M" başlıklı defterinde, kendini insanı diğer canlılardan ayıran özellik­ ler olarak düşünülebilecek şeyleri materyalist bir şekilde açıklama­ ya adadığını saklamaya çalıştığı belliydi Darwin'in: "Materyalizme ne kadar inandığını ifade etmekten kaçın" (Notebooks, s. 5 32). Ama materyalizm bu defteri, şu hoş not da dahil olmak üzere baştan ba­ şa kuşatır: "Soğuk suyun, insanın aklında birdenbire, gerçekten ma­ nevi addedilebilecek duygulara benzer bir haletiruhiye yaratması materyalizm lehinde bir. argümandır" (s. 524 ). Hemen sonrasındaki bir paragrafta ise şunları söyler: "Mahiyetlerinin ana hatları ancak kabaca çizilebilecek sabit doğa yasalarının, 'evrensel olarak', üstün bir varlığın iradesi addedilmesi kayda değer bir durumdur. Bunu gördüğünde, irademizin düzenin sabit yasaları gibi olabileceğini ya da bunlardan kaynaklanabileceğini düşünüyor insan. M. le Comte tertip fikrine bütünüyle karşı çıkıyor - benim görüşlerim de bu yön­ de" (s. 5 37). Duygulanım Darwin'in dikkatini küçük çocuklarına yöneltmiş olabilir, ama ilk erkek çocuğu olan William'ın bebeklik döneminde­ ki hali hakkındaki notları, ırsiyeti doğalcı bir şekilde açıklama ko­ nusundaki kararlılığını güçlü bir şekilde kanıtlar. " Ahlaki his" ko­ nusunda şöyle der: " Kimse [konuya] doğal tarihin tarafından yak­ laşmadı" - ve hiç kuşkusuz Darwin'in konuya böyle yaklaşma niye­ ti sosyobiyolojinin alametidir. "Belirgin toplumsal içgüdüleri olan bütün hayvanlar, kaçınılmaz olarak ahlaki bir his ya da vicdan edi­ nirler" (s. 7 1 ) Darwin'in sözlerini düzanlamıyla alan yorumlar onun dünyanın nasıl işlediği konusundaki kavrayışına hakkını vermez; .

1 40

DARW I N S İ Z İ SEVİYOR

Darwin'in basılmış yazıları , defterleri ve hayatı buna ilişkin kanıt­ larla doludur; Darwin biyoloj ik indirgemeciliğin ve özellikle de sosyobiyoloji ve evrimci psikolojinin koruyucu azizidir bir bakıma (ya da öyle görülebilir). Darwin kullanımlarının en modemleri olan çağdaş sosyobiyolo­ ji ile evrimci psikolojinin, Eiseley'nin bahsettiği ikinci kategoride­ ki bilimcilerin pratikleri olduğu açıktır. Eiseley'nin dile getirmeye çalıştığı ve Weber'in büyüsüzleşme teorisine dayanak sağlayan re­ torik türüne dikkat çekmek için Steven Pinker'dan küçük bir pasaj alıntılamak istiyorum. Zihinsel yaşam , enformasyon, hesaplama ve geribildirim çerçevesinde açıklanabilir. İnanç ve anılar -tıpkı bir veri tabanındaki olgular gibi, ama beyindeki faaliyet ve yapı örüntülerinde bulunan- enformasyon derleme­ leridir. Düşünme ve planlama, bir bilgisayar programının işleyişine benzer şekilde, bu örüntülerin sistemli bir şekilde dönüştürülmesidir. İstemek ve denemek, termostatın berisindeki ilke gibi, geribildirim döngülerinden oluşur: Amaç ile dünyanın mevcut durumu arasındaki farklılık hakkındaki enformasyonu alıp, farkı azaltmaya eğilimli olan işlemleri icra ederler. Zi­ hin, fiziksel enerjiyi beyindeki veri yapılarına dönüştüren duyu organları ve beynin kasları denetlemesini sağlayan motor programlarla bağlıdır dün­ yaya.2

Bu mekanik ve bilgisayar mecazları karşısında Romantik bir dehşe­ te kapılıyor değilim. Bu mecazların yarattığı his aşikardır. Pinker'ın kitabının amacı evrimci psikoloj i projesini halka açıklamak ve yay­ mak olsa da, Pinker'ın böyle bir dili seçmiş olmasının tek nedeni bu mecazların, kendi uzmanlık alanına hükmediyor olmasıdır belki de. Ama Pinker hiç şüphesiz, bunların put kırıcı ve gizemden arındırıcı etkilerinden istifade edecek kadar iyi bir yazardır. Pinker, pek çok türden doğalcı gibi , ama belki biraz daha s al d ı rgan bir şekilde, bi­ lim, doğa ve insanlık hakkındaki anlayışlarımızdan, makinedeki tanrıya, maneviyata ve doğal olmayan nedenlere dair geleneksel varsayımlarımızın her birini söküp atmak ister. (Bu meseleler hak­ kındaki tartışmalara katılan [yaradılışçılar dışında] neredeyse her­ kesin, saldırgan bir şekilde sektiler vizyonlara olmasa da, dünyanın

2. Steven Pinker, The Blank Slate: The Modern Denial of Human Nature, New York: Viking, 2002, s. 32.

M O D E R N B İ R KU LLAN I M : SO SYO B İYOLOJ İ

1 41

sektiler bir şekilde açıklanmasına bağlı olduğunu fark etmek önem­ lidir. )3 Pinker, Eiseley'nin eleştirdiği aşırı indirgemeciliği reddet­ mek için kapsamlı ve ilginç bir şekilde yazsa da, bir indirgemeci, hatta belki de Lewontin'in "kaba Darvinci"si gibi konuşur. Dilinde sahiden de ahlaki bir aciliyet hissi vardır (ilginçtir, zira kendisiyle karşıt görüşte olanların ahlaki / siyasi gündemlerinden şikayet eder) : "Kültürümüz, zihinlerimizin boş levhalar, biçimsiz kütleler ya da esrarengiz hayaletlerden ziyade, düşünmeye, hissetmeye ve öğren­ meye yönelik girift sinirsel devrelerden oluştuğunun keşfedilmesi sayesinde zenginleşebilir ancak" (Blank Slate, s. 72). Pinker'ınki gibi çalışmaların popülerliği, dünyayı büyüsünden arındıran bu girişimlerin son derece cezbedici ve hatta güven verici bir niteliği olduğunu akla getirir. B ir bütün olarak kültür -ya da kül­ türün okuryazar kesimi- insan deneyiminin o anlaşılması güç kar­ maşıklıklarına dair net bir bilimsel açıklama ve aydınlatmaya ka­ vuşmak üzere çaresiz bir arayış içindedir sanki . Bu retoriğin esas iş­ levi gizemlileştirmenin altını oymaktır, ama her halükarda başka bir gizemlileştirmeye yol açar; zira okuru beyne ve zihne dair gele­ neksel anlayışlardan uzaklaştırıp, ona huşuyla bilgisayar biliminin karmaşalarını sunar. İnsan zihninin esnekliği ve yaratıcılığı , eğitim­ li herhangi bir mühendi sin üretebileceği ve evlerde televizyon set­ leri ile birlikte bolca bulunan bir tür bilgisayara dönüştürüldüğün­ de, okuyucu şaşkınlıkla sarsılır. Burada Pinker'ın argümanının karmaşık yönlerini ele almaktan ziyade, bu alıntıya dayanarak, retoriğinin yarattığı hisse dikkat çek­ mek istiyorum. B u alıntı Eiseley'ye bu kadar itici gelen şeyin ne ol­ duğuna dair bir miktar ipucunun yanı sıra, sonraki bölümde Dar­ win'in nesri hakkındaki tartışmam için de bir temel sunuyor. Söz

3. Richard Dawkins'in indirgemeci argümanlarından pek hoşlanmayan Le­ wontin, "Tanrı " hakkında neredeyse Dawkinsçi bir iddiada bulunur: "Doğa, doğal ilişkileri her an kesebilecek her şeye kadir bir Tanrı karşısında sürekli risk altın­ dadır. Tanrı, şu ana kadar henüz yapmamış olsa da, yeterli bir sebepten ötürü gü­ neşi durdurmaya karar verebilir. Öte yandan, Tanrı müdahale edemiyorsa, Tanrı olmaktan çıkıp ilgisizleşir. Bu sorunla gereğince yüzleşemeyen biyolog ve felse­ feciler, Ü niteryen ve agnostikleri ontolojik çoğulculuğun mutlu bir çözüm oldu­ ğuna inandırabilir, ama külyutmaz köktencileri aldatamamışlardır" (it Aint Ne­ cessarily So, s. 5 1 ) .

142

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

konusu alıntıyı, bilimsel doğalcıların, özellikle de on dokuzuncu yüzyılın sonlarında Darwin'in düşüncesini yaymak ve dinin gizem­ lileştirmelerine karşı bilimin erdemlerinin propagandasını yapmak için gayretle çalışan W. K. Clifford, John Tyndall ve T. H. Huxley' nin eserleriyle beraber düşünmek ilginç olur. Bu yazarlar, tıpkı Pin­ ker gibi, karmaşık bilimsel meseleler hakkında son derece açık bir şekilde yazmış ve nasıl ki Pinker indirgemecilikle "flört" ediyorsa, onlar da saf bir materyalizmle flört ederek (tabii ki hepsi bunu red­ dediyordu) , insani fenomenlere dair, yine Pinker gibi, "bilimsel" açıklamalar talep etmişlerdi. Pinker'ın argümanları "aşırı" derecede indirgemeci olmayabilir (ki ben aslında öyle olmadıklarını düşünü­ yorum) , fakat kullandığı retorikte argümanların indirgemecilik dı­ şında bir his vermesini sağlamaya yönelik hiçbir çaba görülmez zaten amaç da gizemden arındırmak, "hayaleti makineden kovmak" tır. Eminim ki Eiseley bu argümanları görse Pinker'ın biliminin in­ sanlıktan çıkarıcı bir niteliği olduğunu iddia ederdi . Bilimsel doğalcıların yazılarında olduğu gibi , Pinker'ın nesrin­ de de belli bir şevk, hatta Romantik bir enerji vardır. Geleneksel hissetme şekillerini onaylamadığını ortaya koyan korkusuz bilimci, bir kültür kahramanını temsil eder. Örneğin Pearson gibi Viktoryen "özgür düşünce" sözcüleri, hakikate arzunun üzerinde değer ver­ mek, eski mit ve gizemleri defetmek için cesaretin gerekli olduğu­ nu vurgularlar. William James bu tür beyanlarda bulunan W. K. Clifford'ın "sesinde çok fazla kaba pathos" bulunduğundan şikayet eder gülünç bir şekilde (Will to Believe, s . 8). Demek ki dünyanın " sürekli akıp giden parçacıkların o ürpertici vakumu" olarak görül­ düğü vizyonda bile örtük ve kasvetli bir romantizm bulunabilir (ki argümanın mevcut pek çok biçiminde böyle bir romantizm vardır zaten) . Ama Pinker, hayata ve insan deneyimine dair ortaya koydu­ ğu materyalist okumanın yarattığı tedirginliklere karşı hassas olan ve bu tedirginliğin bir kısmını bizzat hisseden (zira iyi bir Viktor­ yen beyefendi olan) Darwin'in verdiği "tavizler"in hiçbirini verme­ yerek, okurları huzursuz etmeyi ve bilgisayar mecazlarının imaları­ nı uzanabildiği yere kadar genişletmeyi tercih eder. Gerçek insanlık durumu olarak büyüsüzleşmeyi kabul etmenin beraberinde getirdi­ ği kişisel kahramanlığı kutlayan Pinker, materyalist açıklamalara bağlılığıyla hem Darvincidir hem de Darvinci değildir. Yazılarında-

M O D E R N B İ R KU LLAN I M : SO SYO B İYOLOJ İ

1 43

ki hissin bilimin araştırdığı fenomenlerin mucizevi doğasıyla pek az ilgisi vardır; daha ziyade bütün arzu biçimlerinin üzerinde rasyo­ nel hakikatin peşinde koşmanın ahlaki aciliyetiyle ve bilimcinin bunu yapabilme gücüyle ilgilidir. Darvinci haberlerle ilk kez karşılaşan Viktoryenlerin oyununu yeniden sahneye koyan büyüsüzleşmenin ilk perdesiyle birlikte, Pinker'ın yazılarında ve insana dair her şeyi biyoloj ikleştirme argü­ manını yaymaya girişen popüler yazıların pek çoğunda yankılan­ maya devam eden "kaba pathos" retoriğinde asi bir heves yatar. "Uzlaşmalı indirgemecilik" iddiasını parlak bir şekilde ortaya atan ve evrimci biyolog değil de aslen fizikçi olan Steven Weinberg'ın sözleri bu bakımdan tipiktir: "İndirgemeci dünya görüşü gerçekten de ürpertici ve gayrişahsidir. Onu sevdiğimiz için değil, dünya böy­ le işlediği için olduğu gibi kabul edilmelidir" (s. 52). Dünya kor­ kunç bir şekilde işler ve Daniel Dennett da bu korkunçlukla yüzle­ şilmesi gerektiğinde ısrar eder. Ona göre, Darwin'in "tehlikeli fik­ ri " , insanlığın büyük ahlaki fikirlerinin çoğunu altüst eder. Darwin hakkındaki kitabı, "dünyanın umursamaya değer tek anlamının , onu incelemeye dönük azami çabalarımıza direnebilecek bir anlam olduğunu kabul edenler içindir" (s . 20- 1 ) Bu tür bir muzaffer doğalcılığa karşı tepkiler Viktoryenler ara­ sında erkenden başlamış ve bilimsel rasyonelliğin ahlaki ve siyasi üstünlüğüne olan bağlılık olsa olsa kısmi bir kültürel zafer kazan­ mıştır. Bu düşünme tarzının kısmi zaferi bizler arasında ise Yeni Çağcılık ve manevi saçmalıklardan oluşan geniş bir "karşı kültür" e ve ayrıca Hıristiyan köktenciliklerin korkutucu bir şekilde yeniden su yüzüne çıkmasına yol açmıştır. Günümüzde, dünyanın dört bir yanını büyüsünden arındıran bilimin projelerine karşı on dokuzun­ cu yüzyılda ve yirminci yüzyılın başlarında yaygın olan türden cid­ di tepkiler bulmak oldukça zordur. William J ames, Clifford'ın şu uzlaşmaz görüşünü aktarır: " İnanç, inanan kişinin avuntusu ve şah­ si keyfi için, kanıtlanmamış ve sorgulanmamış ifadelere teslim edildiği zaman kutsallığını kaybeder. " "Bunların hepsi , " diye yazar James, "bana sağlıklı gibi geliyor" . "Ama, " diye devam eder, "bura­ dan hareketle düşünsel içgörünün istek, irade ve hissi tercih uçup gittikten sonra geriye kalan şey olduğu ya da kanaatlerimizi belirle­ yen şeyin saf akıl olduğu varsayılıyorsa, olgulara doğrudan zıt dü.

1 44

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

şülüyor demektir" (Will to Believe, s. 8). Bildiğim kadarıyla Eiseley'nin muzaffer doğalcılık eleştirisi, yirminci yüzyılın sonlarında ortaya konan eleştiriler arasında Ja­ mes'in Clifford'a getirdiği eleştirinin en benzeridir, Eiseley Pin­ ker'ın ileri sürdüğü türden argümanların -argümanın doğru olup ol­ maması bir yana (ne de olsa Weinberg bu tür görüşlerin "ürpertici" olduğuna katılır)- yine Weber'in anlatısında, bilimi modem büyü­ süzleşmenin bir aracı haline getiren bütünsel açıklamaya dönük ge­ nel arzunun bir parçası olduğunu söylemekte elbette haklıdır. Dün­ yayı saldırgan bir şekilde büyüsünden arındırmaya yönelen Darwin sonrası retoriğimiz, Viktoryenlerin Darwin'in hemen ardından ge­ liştirdiği retoriği hatırlatır gibidir; ahlaki-düşünsel perspektifler (belirgin bir şekilde farkında olmadan - gerçi Lewontin bu durumu fark etmiş gibi görünüyor), Pearson ve Kidd'i tartışırken bazı veç­ helerinden dolaylı olarak bahsettiğim, on dokuzuncu yüzyılın so­ nundaki Viktoryen bilimperverlik muharebelerini yeniden sahneye koyuyor. Oyunun adı , gözüpek epistemoloj ik feragattir; zira bizle­ re acımasız hakikatle, o ürpertici vakumla yüzleşme cesaretine sa­ hip olmamız emredilir. "Nihai teori hayali " şimdilerde Darwin'den fiziğe ve insan psi­ kolojisi ve davranışına kadar uzanıyor. Darwin'in Türlerin Kökeni' nin sonunda belirttiği gibi, onun eseri "çok daha önemli araştırma­ lar için açık sahalara doğru kılavuzluk edebilir. Psikoloj i yeni bir te­ mele, her bir zihinsel güç ve kapasitenin derece derece zaruriyetten elde edilmesi temeline dayalı olacaktır. İnsanın ve insanın tarihinin kökenine ışık tutulacaktır" (s. 488).4 Roger Smith insan bilimlerinin 4. Rick Rylance, Viktorya dönemi psikolojisi hakkındaki mükemmel incele­

mesinde, Viktorya döneminin sonlarının İ ngilteresi'nde, psikolojideki hareketleri en çok etkileyenin Darwin'den ziyade Spencer olduğuna, okurların Darwin'in ko­ numunu edinilmiş niteliklerin kahtımını vurgulayan Spencer'ın konumundan ayırmada güçlük çektiklerine işaret eder. Rylance, Darwin'in psikoloji üzerindeki etkisinin çok daha sonra gerçekleştiğini ve aslında bu etkinin en kapsamlı uygu­ lamasının günümüzde gerçekleşmekte olduğunu öne sürer. Rylance bu bölümde dile getirmeye çalıştığımız şeylere ek olarak şunları söyler: "Bazı açılardan Dar­ win Spencer'ın siyasi eğiliminin renkleriyle boyandı ve 'Sosyal Darvinizm' on do­ kuzuncu yüzyıl siyasal iktisadının biyolojikleştirilmesi için kullanılan yaygın bir terim haline geldi ." Victorian Psycho/ogy and British Cu/ture: 1 850- 1 880, Ox­ ford: Oxford University Press , 2000, s. 224.

M O D E R N B İ R KU LLAN I M : SOSYO B İ YO LOJ İ

1 45

tarihini özlü bir şekilde anlattığı incelemesinde şöyle der: " İnsan doğasının doğal bir bilimi olduğu ya da olabileceği inancına her­ hangi bir ad verildiyse, bu onunkiydi. İnsanların fiziksel bir doğa­ dan evrilmiş olduğunun kanıtı, insan doğası ile fiziksel doğanın ay­ nı çerçevede anlaşılabilir olduğu sonucunu haklı çıkan yordu. "5 İn­ sanın "aşağı bir biçim" den türediğini ileri süren Darwin, " ahlaki his" ve "vicdan "ın bile o türeyişin izlerini göstereceğini de iddia edebiliyordu (Descent, 1 : 7 1 ) . Fizyoloj i psikolojiyi açıklayacaktır: " Şiddetli jestler . . . öfkeyi artırır. " Darwin'e göre, "bütün duygular ile onların dışsal tezahürleri arasında . . . yakın bir ilişki" vardır.6 Bu durum çok daha önde gelen şu iddianın bir parçasıdır elbette: "Zi­ hinsel yetiler açısından insan ile üstün memeliler arasında temel bir farklılık yoktur" (Descent, 1 : 35). Biyolojiden antropolojiye, hatta etik ve estetiğe ilerleyen Dar­ win; Pinker, Dennett ve neredeyse diğer bütün indirgemecilerin reddettiği aşın anlamda değil de, en fazla fenomeni kapsayacak en temel açıklayıcı teoriyi aramak anlamında esas itibariyle indirge­ meci bir argüman hattında yürür. Darwin'in argümanları bütün ha­ yatın kökeninde -hayatın gerçek tarihsel kaynağında- tek bir orga­ nizma olduğunu ve o organizmanın manevi değil, biyolojik, maddi bir varlık olarak anlaşılabileceğini ima ediyordu elbette. Hepimiz kardeşizdir ve organik geçmişimiz hepimizi büyük ölçüde şekillen­ dirir. Bu iddia sosyobiyolojinin bugünkü çabalarıyla uyumlu gibi görünüyor. Smith, Darwin'in belgelere dayanarak güçlü bir şekilde ortaya koyduğu argümanının ateşli Viktoryen evrimcileri heyecan­ landırdığını belirtir, "zira evrim teorisi insan bilimi ile doğa bilimi­ ni birleştiriyordu; Viktoryen evrimcilerin mirasçıları, örneğin 1 970' ler ve 1 980'lerde faal olan sosyobiyologlar da bu görüşü paylaşı­ yordu" (s. 455). Dennett, Darwin'in fikrinin bilim tarihindeki en önemli fikir olduğunu, " tek bir çırpıda . . . hayat, anlam ve amaç ala­ nını, mekan ve zaman, neden ve sonuç , mekanizma ve fiziksel yasa alanıyla" birleştirdiğini düşünür. Bütüncül bir bilime dair Viktoryen hayal , bilimlerin kapsamlı bir açıklamaya yönelik nihai bir projede 5 . Roger Smith, The Human Sciences, New York: W. W. Norton, 1 997, s. 45 3. 6. Charles Darwin, The Expression of the Emotions in Man and Animals ( 1 872), New York: Oxford University Press, 1 998, s. 360.

1 46

DARW I N S İ Z İ SEVİYOR

"birleşme" si (consilience) , Darwin'den E. O. Wilson'a kadar uzanır. Bilimsel ve ideolojik olarak, indirgemecilik konusundaki savaş­ tan kaçılamaz. Wilson, Dawkins ve Pinker -sosyobiyoloji ve ev­ rimci psikolojiyi alenen savunan en önde gelen (ya da eserleri en çok basılan) şahsiyetlerdir bunlar- indirgemeci olduklarını büyük bir gururla söylerler ve hepsi de, tartışmanın başında Eiseley ve Le­ wontin' den yaptığım alıntılarda örtük olan indirgemecilik fikrini mutlak olarak reddeder. İşte burada, "bilimsel" ile "siyasi" argüman­ lar arasındaki sınırlar belirsizleşir, fakat indirgemeciliğe duyulan bilimsel tepkinin altında, indirgemeciliğin biyolojik belirlenimcili­ ği beraberinde getirdiği ve biyolojik belirlenimciliğin ırkçılık ve fa­ şizmle uzun bir işbirliği tarihinin olduğu bilgisi yatar (ki bu farkın­ dalık az çok belirgin bir şekilde ifade edilir) . Bu noktada, indirge­ mecilik hakkındaki tartışmaların bazılarını düşünmek için bir kez daha duraklayabiliriz, çünkü indirgemeciliğin işleyişi ve siyasi iliş­ kileri Darwin'in eserine öyle ya da böyle doğrudan yansır. David Sloan Wilson'ın daha önce bahsettiğim argümanlarına ve Elliott Sober'ın "Eğer şu an zihin felsefecileri ve biyoloji felsefeci­ leri arasında indirgemeciliğe dair genel kabul görmüş bir fikir var­ sa, o da indirgemeciliğin hatalı olduğudur, "7 şeklindeki iddiasına rağmen, modern Darwin uygulamaları, tıpkı E. O. Wilson'ın uygu­ lamaları gibi, giderek fazlasıyla indirgemeci bir hal almaya meyle­ diyor. İndirgemecilik, örneğin Daniel Dennett'ın, Darwin'in tehli­ keli fikrinin " indirgemeciliğin cisimleşmiş hali " olduğunu iddia et­ tiği Danvin 's Dangerous idea (Darwin'in Tehlikeli Fikri) adlı kita­ bının düşünsel köşetaşıdır. 8 Ama Dennett indirgemecilikler arasın­ da bir ayrım yapmak ister. İndirgemecilik karşıtlarını hor gören bir retoriğe fazla dalıp aşırı indirgemeciliğin hayali bir düşman oldu­ ğunu iddia etse de, "açgözlü " diye nitelediği indirgemecilik türünü

7. Aktaran David Sloan Wilson, Darwin 's Cathedral, s. 67 . 8. Dennett iyi indirgemeciliğe, yani "gizemlere ya da mucizelere en başından kucak açarak hile yapmayan ve döngüsel nedenselliğe düşmeyen bilim"e karşıt olarak, açgözlü indirgemecilik adını verdiği şeyi reddeder. Ona göre açgözlü in­ dirgemecilik, "her şeyi güvenli ve muntazam bir şekilde temele bağlamak için" fazlaca acele eder. "Darwin'in tehlikeli fikri, neredeyse her şeyi tek bir muhteşem vizyonda birleştirip açıklamayı vaat eden indirgemeciliğin cisimleşmiş halidir" (s. 82).

M O D E R N B İ R KU LLAN I M : SOSYO B İYOLOJ İ

1 47

reddeder. Ona göre açgözlü indirgemecilik "gerçek düzeylerin, ger­ çek karmaşaların, gerçek fenomenlerin varlığını inkar etmemize yol açabilir. " O halde Dennett'a kalırsa asıl mesele indirgemecilik değil, aslında pek çok başka şekilde açıklanabilecek olan farklı davranışlar arasındaki bağlantılar hakkında çabucak geniş çıkarım­ lara varan ve üst düzey organizma ve grupların en küçük bileşenle­ rinin işleyişine indirgenemez olmasını pek hesaba katmayan kötü bilimdir. Dennett'ın indirgemecilik eleştirilerine verdiği tepki, karşılaş­ mış olduğum diğer tepkilerin çoğuna benziyor. Bir iyi indirgemeci­ lik vardır bir de kötü indirgemecilik ve bütün o bağlantıların önünü açan da kötü olanıdır, çünkü bu bağlantılar da kötü bilimdir. İndir­ gemeci olduğunu kendisi söyleyen Richard Dawkins, hep yaptığı gibi biraz saldırganca olsa da her iki tür indirgemeciliği mükemmel bir şekilde tanımlar: Var olmayan indirgemeci -herkesin karşı olduğu, ama sadece hayaller­ de var olan türden indirgemeci- karmaşık şeyleri doğrudan o şeylerin en küçük parçaları çerçevesinde, hatta mitin en aşırı versiyonlarına göre, par­ çaların toplamı olarak açıklamaya çalışır ! . . . Hiç şüphesiz -gerçi o mitik, bebek yiyen indirgemecinin bunu inkar ettiği farz edilir- hiyerarşinin üst düzeylerinde uygun olan açıklama türleri, alt düzeylerde uygun olan açık­ lama türlerinden büsbütün farklıdır. . . . İndirgemecilik . . . şeylerin nasıl işle­ diğini anlamaya yönelik dürüst bir arzunun bir başka adıdır sadece.9

Dawkins burada, indirgemecilik hakkındaki esas şikayetlerden biri­ ni , yani organizmanın hiyerarşisinin bütün düzey ve bileşenlerini aynı şekilde açıklamaya giriştiği iddiasını zayıflatmaya çalışır; zira bu iddiaya göre (ki Dawkins bu konuda çoğu zaman yanlış yorum­ landığı fikrindedir) insanlar bütünüyle, kendilerini doğuran "bencil genler" çerçevesinde açıklanabilir hale gelir. Fakat Dawkins ile Pinker'ın anlattıklarına bakılırsa, aşırı indirgemeci diye bir şey yok­ tur. " A l t düzey bilim lehine üst düzey bilimin ilkelerini , teorilerini , söz dağarcığını ve yasalarını terk etmek isteyen " aşırı, "budala" in­ dirgemeciler (Dennett, s . 8 1 ) , böyle kaçıklar yoktur. Richard Daw­ kins'e göre böyle bir indirgemeci "namevcut"tur. 9. Richard Dawkins, The Blind Watchmaker, New York: W. W. Norton, 1 986, s. 1 3 ; Türkçesi: Kör Saatçi, çev. Feryal Halatçı, Ankara: TÜBİTAK, 2002.

1 48

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

John Dupre bundan şüphe eder ve evrimci psikolojinin indirge­ meciliğine saldırır. Bunu yaparken aklında Dennett'ın olduğu açık­ tır: Değişken bir ortamla etkileşimin önemi lafzen vurgulansa da, ortamın etkisiyle başlayan soruşturma stratej ilerine değersiz gözüyle bakılır ve uy­ gun tek bilimsel yol, organizmanın çeşitli davranış türlerini ifade etmeye yönelik içsel eğiliminin soruşturulmasıdır. Ortam, içsel olarak üretilmiş davranışlar arasından seçilimi belirleyen bir tetik olmaktan öteye geçmez. 1 0

Ama Dupre'nin anlatmaya çalıştıkları bundan fazlasıdır; zira indir­ gemeciliğin, hangi biçime bürünürse bürünsün, evrimci psikoloj i­ nin geçerliliğini kanıtlamak için hiçbir şey yapmadığını söylemek istiyordur. Makineden hayaleti kovma, gelişime dair boş levha te­ orisini reddetme ve insan doğasının incelenmesini bir bilim haline getirme seferine çıkmış olan Pinker ve Dennett, evrimsel gelişmeyi üreten salt genetik ve Darvinci süreçlerin altını çizmek ister. Bütün evrimci psikologlar, doğal seçilimin dünyanın dört bir yanındaki iş­ leyişi sayesinde kurulan evrensel insan doğası diye bir şey olduğun­ da ısrar eder. Biyolojik faktörlerin bizi biz yapan şeylerden biri olduğu fikri­ ne karşı çıkmak zor. " Hiç şüphesiz, " der Dupre, "insan bilimlerinin biyolojiye daha önce izin verilmediği kadar çok dayanması gerekti­ ği iddiası indirgemeci bir hassasiyeti cezbedecektir . . . fakat en müf­ rit evri.m ci bile davranışın toplumsal bağlama göre ciddi bir şekilde farklılık gösterdiğini inkar etmez ve en dik kafalı kültürcü bile, son derece değişken olsa da özgül türde organizmaların var olduğunu teslim eder" (s. 75). Ama yapılması gereken şey, "biyolojik doğamı­ zın davranış üretmek üzere, içinde yaşadığımız ortamın sayısız veç­ heleriyle nasıl etkileşime girdiğini" anlamaktır. İndirgemeci teori bu zor ampirik sorunları çözemez. Evrimci psikolojinin katı bir indirgemeci programla bağdaştırıl­ ması, bunun yanı sıra, biyoloji ile kültür arasındaki etkileşimde or­ tamın oynadığı ve herkesin teslim ettiği rolün önemini küçümseme­ si, evrimci psikolojinin hala tartışma yaratmasına ve programının

1 0. John Dupre, Human Nature and the Limits of Science, Oxford: Oxford University Press, 200 1 , s.72.

M O D E R N B İ R KU LLAN I M : SOSYO B İYOLOJ İ

1 49

dehşet verici siyasi sonuçlara yol açmış olan biyolojizmin o uzun tarihiyle bağdaştırı lmasına sebep oluyor. Genel bilimsel önermeler ile belirli siyasi önermeler arasında kaçınılmaz bağlantılar olmadı­ ğı elbette doğrudur; fakat Pinker şu noktayı ısrarla savunurken en azından kısmen haklı olsa gerektir: Yeni bilimlere yöneltilen saldı­ rılar, kültürcülerin kabul ettiği bir varsayımın, yani insan doğasının biyolojikleştirilmesinin öjeni ve Viktoryen kraniyolojiden Jensen' ın IQ incelemelerine ve The Beli Cu rve 'e kadar uzanan ırkçı bilim gibi tüyler ürpertici hareketlerin önünü açtığı varsayımının bir so­ nucudur. İnsan doğasının biyolojikleştirilmesi ile onun karşıtı (ve Pinker'ın günah keçisi) olan inşacılığı yan yana koyan Pinker şöyle der: "Şunun altını çizmeliyiz ki, insan doğasının inkarı zararlı amaç­ lar uğruna çarpıtılabilir. Hangi amaçların zararlı, hangi fikirlerin yanlış olduğunu teşhir etmeli ve ikisini birbirine karıştırmamalıyız" (How the Mind Works, s. 48). Bu bana tamamen doğru geliyor. Ama tarihsel kayıtlara baktığımızda neredeyse her zaman olumsal bağ­ lantıların olduğunu ve biyolojikleştirmenin berbat bir tarihi olduğu­ nu görürüz. Bu ilişkilendirmeler yeterince gerçektir, ama Pinker, Dawkins ve Dennett gibilerinin fiili siyasi duruşları hiç de ırkçı ya da muhafazakar değildir. İndirgemeciliği bir yöntem olarak alın ya da almayın, seçeceğiniz siyasi ve ideolojik yönelim yine de şu bil­ dik meselelere dayanmak zorunda olacaktır: Hangi sorular sorul­ maktadır? Hangi veriler kullanılmaktadır? Bunlar nasıl yorumlana­ caktır? Soruşturmanın bütün bu veçhelerinde ziyadesiyle kültür vardır. İndirgemecilik ve onun ideolojik temayülleri etrafında dönen polemiğin önemli bir kısmının sorunu şudur: Tartışmada söz alan her makul katılımcı hem biyolojinin hem de kültürün insan davra­ nışı ve psikolojisini etkilediğini kabul etse de, kurşunların çoğunu yiyen hayali düşmanlar olur: Steven Pinker'ın alay ettiği SSBM, ya­ ni standart sosyal bilim modeli; doğduğumuzda "boş levhalar"dan ibaret olduğumuzda ayak direyen kültürcüler; E. O. Wilson, Pinker, Dawkins ve Dennett gibi "biyolojik belirlenimciler" - ki bu kişile­ rin hiçbiri biyolojik belirlenimci olduğunu kabul etmez (gerçi Wil­ son diğerlerinden biraz ayrılır; onun argümanlarına birazdan döne­ ceğim) . Aslında, Dupre'nin "indirgemeci hassasiyet" tabiri, bu tar­ tışmada neyin bahis konusu olduğu hakkında çok şey dile getirir.

1 50

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

Söz konusu olan, indirgemeci duruşun düşünsel tutarlılığı ya da bulgusal gücünden ziyade, bir varoluş, düşünüş ve hissediş tarzıdır - ki bunu en belirgin Wilson'da göreceğiz. Evet, kültür bir yerlerde bir rol oynar, fakat indirgemecilik dünyaya dair son derece tatmin edici bir perspektiftir - tabii aynca dünyayı köklü bir şekilde büyü­ sünden arındırmaya meyleder. B ana kalırsa indirgemeciliği , onun temsil ettiği mizacı, sosyobi­ yoloj i ve evrimci psikolojinin mutlak emellerini en tutkulu, yoğun ve belki de bilime en aykırı şekilde savunan kitap E. O. Wilson'ın Consilience'ıdır (Birlik/Birleşme) . Wilson, yeni bilimlerin bilim­ selleştirme ve biyolojikleştirme eğilimlerinin büyü bozucu enerjile­ rine karşı, dünyayı yeniden büyüyle doldurmanın yolunu aramaya girişir; ama kendisinden yüz yıl önceki James'in aksine, resmi bili­ min nesnelliğini bozduğunu düşünerek reddettiği arzunun ayartısı­ na bir an bile kapılmaz. Wilson'ın kitabı , Newman'ın Apologia pro vita sua'sı (Kendi Hayatının Müdafaası) anlamında, insanı biyolo­ j ikleştirme çabalarını tarihsel bir temele dayanarak savunmaya ça­ lışan büyük bir "müdafaa"dır; Wilson'ın kendisi de son derece an­ gaje ve gerçek bir muhafazakar ve biyolojik çeşitliliği savunan bi­ ridir. Eserinde çarpıcı bir Viktoryen ve Romantik hava vardır ve do­ ğal dünyanın güzelliği, çeşitliliği ve yüceliği karşısındaki romantiz­ mi ve hayreti de Darvinci bir nitelik taşır. Ama Wilson'a göre romans indirgemecilikten doğar ve şu ana kadar bahsettiğim tüm kişiler arasındaki en inatçı indirgemeci, üst organizmaları alt organizmalar çerçevesinde açıklamaya en çok bağlı, Lewontin ve çalışma arkadaşlarının ifadesiyle, "bir bütünü meydana getiren birimlerin, oluşturdukları bütünden ontolojik ola­ rak önde geldiği" 1 1 gibi bir iddiada bulunmaya en hazır görünen ki­ şi odur. Darwin'in şimdilerde "bilim" ve toplumsal ideolojide nasıl kullanıldığını görmek için yaptığımız gezintiye son verirken, Wil­ son'ın sosyobiyolojik programı kapsamlı bir şekilde yeniden ortaya koyup geliştirdiği çalışması Consilience'a bakmak istiyo�um. Zira bu kitap Darvinci mirası bir kez daha ve siyasi açıdan müphem şe­ killerde yeniden yorumluyor. 1 1 . Richard Lewontin, Steven Rose ve Leon J. Kamin, Not in Our Genes, New York: Pantheon Books, 1 984, s. 6.

M O D E R N B İ R KU LLAN I M : SOSYOB İ YO LOJ İ

1 51

Consilience'ın önemli olmasının bir nedeni, son derece bilinçli bir şekilde Aydınlanma'nın bütün bilgileri birleştirmeye yönelik o muazzam bütüncül girişiminin peşinden giderken bile ahlaki ve hatta manevi bir amaçla kaleme alınmış olmasıdır. Vardığı sonuç nispeten Pinker'ınkine benzer; ama Wilson, her ne kadar teknik bir dilden vazgeçmese de, Pinker'ın yaptığı gibi gizem bozucu bir dil kullanmaz. Örneğin beyin hakkındaki tasviri mecazi ve nüktelidir: Tüy gibi yumuşak kütlesi, her biri birkaç mi lyon metre genişliğinde olan ve yüz binlerce uç sayesinde diğer sinir hücrelerine bağlanan yüz mil­ yar kadar sinir hücresinden oluşan karmaşık bir şebeke sistemidir. 1 7 1 3 'te Leibniz'in ve ondan beri de başka pek çok felsefecinin yapmayı hayal etti­ ği gibi, kendimizi bir bakteri kadar ufaltıp beynin içini yürüyerek keşfede­ bilseydik, bütün sinir hücrelerinin haritasını çıkarmayı ve bütün elektrik devrelerinin izini sürmeyi nihayet başarabllirdik. Ama bu suretle bütünü asla anlayamazdık. (Consilience, s. 97)

Bu pasaj , bilgisayar devresinin ortaya çıkmasına izin veren, ama bu devreyi tamamıyla insani bir perspektif ve anlatı içine kapatan na­ zik ve "büyüleyici " bir nesirdir. Şüphesiz buradaki retorik amaç Pinker'ın büyü bozan şoku değil, matematiksel bir yücelik üzerine neredeyse romantik bir perspektifin kurulmasıdır. Demek ki sosyo­ bi yolojinin en indirgemeci programının yeniden büyülemeye gay­ ret eden bir dille ifade edildiğini görüyoruz burada. Wilson konusuna Pinker'ınkinden çok daha farklı bir arka plan­ dan yaklaşır. Daha ziyade otobiyografik olan birinci bölüme, gayet kasıtlı bir şekilde "İyoncu Büyülenme" adı verilmiştir: büyük bir bilimsel karşı-büyülenme, "birleşmiş bilgi düşü " (s. 3). Wilson'ın bilim öncesi cahillikten doğmuş olduğunu düşündüğü büyülenme­ nin yerine koymaya çalıştığı büyülenmedir bu. Wilson'a göre bu, "bilimlerin birliğine duyulan bir inançtır - dünyanın bir düzeni ol­ duğuna ve birkaç doğa yasası ile açıklanabileceğine dair, basit bir işlerlikli önermeden çok daha derin bir kanaattir" (s. 4 ) . Artık ina­ nılması imkansız olan dinin yerine geçtiğini düşünen ve August Comte'un ellerinde çok başarılı olmasa da fiili bir kilise haline ge­ len on dokuzuncu yüzyıl Pozitivizminin düşüdür bu. Wilson'ın pro­ jesinin sanki dinsel bir yönü vardır ve kendisi de bunu inkar etmez: "Kutsal Kitap evreni açıklamaya ve kendimizi bu evrenin içinde anlamlı kılmaya yönelik ilk yazılı teşebbüs olmasın sakın? Belki de

1 52

DARW I N S İ Z İ SEVİYOR

bilim yeni ve daha iyi sınanmış bir temel üzerinde aynı amaca ulaş­ ma çabasının bir devamıdır. Öyleyse, bu anlamda bilim özgürleşti­ rilmiş ve apaçık hale getirilmiş dindir" (s. 6) . Wilson'ın dinden kopmasının ve neredeyse içgüdüsel bir şekil­ de dinin yerine bir şey koymaya ihtiyaç duymasının (bu da bir baş­ ka Viktoryen fenomendir) onun girişimini kısmen şekillendirmiş olduğuna hiç şüphe yok. Bilimsel olmak Wilson'ın ulaşmaya çalış­ tığı ve teorilerinin kavuşmasını istediği ideal durum olsa da, otobi­ yografik ilk bölüm ve modern bilginin tarihini sunan üçüncü bö­ lümden belli olduğu gibi , bu girişimde güçlü bir ideolojik çaba var­ dır. Ullika Segerstrale, Wilson'la olan sohbetlerine dayanarak tam da bu iddiada bulunur: Teologların gereksiz insani acılara yol açacak keyfi ahlaki kaideler da­ yatmasına izin verecek ayrı bir anlam ve etik alanının olamayacağını v ur­ gulamak istiyordu. İnsanlar için doğal bir etiğin olması gerektiğine inanı­ yor ve bunu arıyordu. Wilson'a göre, insanlara hayatları üzerinde daha faz­ la denetim imkanı sağlayan herhangi bir yeni bilimsel bilgi, başka insanla­ rın hayatlarını yönetmek isteyen teologların elinden iktidarı söker alırdı. (s. 3 8-9)

"Doğal etik" , Mill'in " Doğa" sının çok öncesine giden kapsamlı bir felsefi münakaşada hararetli bir tartışma konusudur. " Doğal etiğe" , doğru etik sistemin bir yerlerde (tabii ki bilimciler tarafından) keş­ fedilmeyi beklemediği fikrine inanmak bir itikat meselesidir ve öy­ le olmalıdır; ampirik olarak kanıtlanamaz. Belirli ahlaki kaidelerin doğal seçilimin zorunluluklarından türediği "ampirik olarak" göste­ rilebilir elbette, fakat bu bile kaidelerin "doğru" ya da "hakl ı" oldu­ ğunu kanıtlamaya yetmez. İrrasyonellik ve batıl itikatlere geçit ver­ meyen "doğal" bir etik arayışında olan Wilson şöyle der: "Zihnin en büyük teşebbüsü daima doğa bilimleri ile beşeri bilimlerin bağlan­ ması olmuştur ve öyle olacaktır" (s. 8). Bu nedenle Wilson, fiilen bu bağı kurmaya ya da onun yolunu açmaya çalışan bir kitap yazacak­ tır ve bu kitap hem bir vaaz hem de bir tembih, hem bir analiz hem de bir tasvir kitabı olacaktır. Bu bağ, dünyanın nihai düzenine ve dolayısıyla indirgemecilik imkanına dair şüphesiz metafizik bir varsayıma dayanır. Bu amaç ve hatta ideal takdir edilesidir, ama idealin tarihte tekrar tekrar ortaya çıkan başarısızlıklarının göster­ diği gibi, şeytan ayrıntılarda gizlidir. Dupre, "bilimlerin birliği"

M O D E R N B İ R KULLAN I M : SOSYO B İYO LOJ İ

1 53

şeklindeki metafizik metbuma karşı kapsamlı itirazlar ileri sürmüş ve " şeylerin düzensizliği "ni vurgulamıştır. 1 2 Bu meseleler hakkın­ daki mücadele (ki bir edebiyat eleştirmeni olarak -tahmin edilebi­ leceği gibi- Dupre'yi Wilson ve onun gibilerden çok daha ikna edi­ ci bulduğumu belirtmeliyim) , kapsamlı bir felsefi / siyasi soruştur­ ma dışındaki incelemeler için fazlasıyla karışıktır. Bu mücadele, nihayetinde bilimsel değil metafizik bir meselenin söz konusu olduğunu gün ışığına çıkarır. Wilson'ın kitabı , yazarın in­ dirgemeci "hassasiyet"ine, kanıtlanamaz ya da ancak bütünsel ola­ rak birleştirici bir bilim ortaya çıktığı takdirde kanıtlanabilir olan bir dizi fikre bağlılığına dayanır (ki alıntılamış olduğum pasajlarda kendisi de bunu bir dereceye kadar kabul eder). Metafiziğin bulgu­ sal değeri vardır, ama dünyanın düzenli mi düzensiz mi olduğu hala şüphelidir (ki benim metafiziksel iddiam o ki , böyle de kalacaktır) . Wilson'ın girişimi gerek hırsı gerekse naiflik diye adlandırabile­ ceğimiz niteliği açısından çarpıcıdır. SegerstdHe, sosyobiyolojiye yöneltilen yoğun tepkileri sosyobiyolojik bir şekilde çözümlemeye çalıştığı (ve genel olarak, Wilson'ı zayıf noktasından vurdukları ve siyasi gündemi çok fazla öne çıkardıklarından ötürü Lewontin gibi eleştirmenlere yüklendiği) eserinde, Wilson'ın Sociobiology yayım­ lanmadan önceki siyasi naifliğinden bahseder. " 1 975 'te siyaset hak­ kında pek bir şey bilmiyordum," diye yazan Wilson, biyolojik belir­ lenimcilik suçlamasıyla ona yönelen Marksist saldırılar karşısında nasıl hazırlıksız olduğunu anlatır. 1 3 Wilson Sociobiology yayımlan­ dığı zaman bile sosyobiyolojinin siyasi kufıanımına karşı olduğunu söylese de, bütün bu deneyim ve bütün bu meseleler hakkında düşü­ nüp taşındıktan sonra kaleme aldığı Consilience'ta, birleştirici ve indirgemeci programının olası siyasi imalarına dair naifliğini kay­ betmemiş gibi görünür. Bilgilerin birliği /birleşmesi, bu muazzam ve büyüleyici hedef, Wilson için ırkçılığın, cinsiyetçiliğin ve toplu1 2. John Dupre, The Disorder of Things: Metaphysical Foundations of the Disunity of Science, Cambridge, MA: Harvard University Press, 1 993 . Dupre, birliğin savunulduğu argümanın üç yönünü -indirgemecilik, özcülük ve neden­ sellik ya da belirlenimcilik- ele alır ve birliğin inkarının "bütün bilimsel yapı" hakkında hiç de şüphe uyandırmadığını göstermeye çalışır. 1 3 . SegerstdHe, s. 25 . SegerstrAle, Wilson'ın otobiyografisi Naturalist 'ten alın­ tı yapar.

1 54

DARW I N S İ Z İ SEVİYOR

mun varisi olduğu diğer belaların en sonunda asgari bir düzeye çe­ kileceği toplumsal ve kültürel koşullara ulaşılmasını sağlayacak ni­ hai ahlaki iyi olarak kalmaya devam eder. "Doğal etik" ten kaçma­ nın yolu yoktur. Consilience bir edebiyat okurunun gözünde, birleştirme argü­ manı yolunda olağanüstü derecede iddialı ve kendinden emin adım­ lar atmaktadır. Wilson, kitabının üçüncü bölümünde, Aydınlanma' dan bu yana var olan bilim ve bilginin tarihini sunar: " Aydınlanma düşünürleri bilime inanmakta haklıydı, " der (s. 45) ve bu büyük şah­ siyetlere ilişkin bir azizler tarihi sunarak onlar hakkında beylik yar­ gılarda bulunur. Düşünce tarihinde böyle bir azizler tarihinin bilim tarihinden çıkarılıp onun yerine zengin bir bağlamcılığın koyulduğu bir noktada Wilson gayet rahat bir şekilde, Viktoryenlerin, özellikle de bilimsel doğalcılann bilimin otorite kazanması için çalıştıkları sırada tekrar tekrar anlattıkları eski hikayeyi anlatır. Wilson bunu gayet aşikar olan benzer bir tutkuyla yapar. Bu tutku, doğanın bir düzeni olduğu idealine duyulan tutkudur ve Wilson'a göre düşünce tarihinde bu düzenin tanınmasına en çok katkıda bulunanlar onun sunduğu tarihin kahramanlarıdır. Bir bakıma Wilson'ın Batı düşün­ cesi tarihi, daha önce bahsetmiş olduğum on dokuzuncu yüzyıl son­ larının o "romantik" veçhesini, yani her ne pahasına olursa olsun ha­ kikati arayan cesur (ve mahir) entelektüel maceracı kavramını yeni­ den ortaya sürer. Bu hiç şüphesiz Wilson'ın kendi şeceresidir; zira Sociobiology'yi takip eden Consilience, kendisini düzen vizyonuna doğru atılmış başka ve büyük bir adım olarak sunan bir kitaptır. Wilson'ın kademeli anlatısı, Romantizmin ortaya çıkışıyla bölü­ nür. Wilson, akla duyduğu tutkuya rağmen, ya da belki de akla duy­ duğu tutku sayesinde, eski mitik ve metafizik fantazilerin gizemle­ rinin kapı dışarı edildiği sekülerleşmiş bir dünyanın büyüsünü kay­ bedebileceğini anlar. Duygusuz bir rasyonellik sorununu fark eden ve "bilimin yönlendirdiği bir toplumun, Tanrı'nın ya da milyarlarca yıllık evrimin meydana getirdiği doğal düzeni bozma tehlikesine yol açtığının" (s. 34) da ayırdında olan Wilson, Romantik hataya -tabii ki o bunu bir "hata" olarak görür- dair nispeten anlayışlı bir tasvir sunar: "Wordsworth'ün söze gelmeyen güçlere duyduğu 'has­ ret'le birlikte, gözler kapanır, zihin süzülerek uçar ve yerçekiminin ters-kare mesafe kanunu düşer" (s. 35). Rousseau'nun "fevkalade

M O D E R N B İ R KU LLA N I M : SOSYO B İYO LOJ İ

1 55

kusurlu" bir antropolojisi olduğunu ve Goethe'nin "kolayca affedil­ diğini " işitiriz - Goethe'nin böyle affedilmesinin sebebi, " asil bir amacı olması, beşeri bilimlerin ruhuyla bilimin motorunu bir araya· getirmeye çalışmasıydı " (s. 36) . Wilson pek çok takdire şayan Ro­ mantiğin büyük bir bilimin önünü açtığını kabul eder, fakat Roman­ tizmin bilimcileri zihinsel yaşamı incelemeye girişme konusunda korkuttuğuna ve "felsefeci ve şairlere bir yüzyıl daha serbest oyun imkanı tanıdığına" kanidir (s. 37). " Serbest oyun." Cahil bir çocuğun başını okşayan kibirli bir adamın edeceği bir sözdür bu ve bu sözün içinde yer aldığı bağlam, Wilson'ın bilimler tarihinin ürettiği olağanüstü anlardan biridir. " Serbest oyun" şaşırtıcı bir ifadedir; zira hem Wilson'ın büyük ihti­ rasını, sistem ve düzene beslediği metafizik inancı, hem de insan zihni ve davranışını da kapsayan doğal dünyayı bilimsel bir titizlik­ le (birleşik, tanımlanabilir bir bilimsel yöntemin olup olmadığını tartışmanın yeri burası değil) incelemeye çalışmayan bütün düşün­ sel projeleri önemsemediğini ima eder. İnsan yoğun hislere kapıldı­ ğı zaman bile gözlerini "yerçekiminin ters-kare mesafe kanunun­ dan ayırmamalıdır" . Amacı sadece duygu uyandırmak olmayan bir dünyayla ciddi bir yüzleşmede serbest oyun söz konusu olamaz. İyoncu büyülenme nihai bir büyüsüzleşmeyi hedefliyor gibidir. Romantizm sanata ve beşeri bilimlere bir yüzyıl daha serbest oyun izni vermişti ; fakat Consilience oyun zamanının bittiğini ilan eder. Ama bundan önce, aslında gayet nazik ve makul biri olan Wil­ son, kendisi için alışılmadık bir öfkeyle, düzensizlik ve bilmemeyi (nonknowing) öneren "postmodemizm " , "postyapısalcılık" ya da "yapıbozum" a şiddetle saldırır. Derrida'yı okuduğunu ve (Derrida anlaşılabilir olduğu ölçüde) onun ve diğer postmodernistlerin söy­ lediği şeyleri bildiğini iddia eder. En sonunda, tek bir faziletleri ol­ duğunu teslim eder: "Onların fikirleri, havai fişek patladığı zaman her bir yana saçılan, ama enerjiyi takip edemeyip hemen ardından boyutsuz bir karanlıkta sönen kıvılcımlara benzer. Fakat bunlardan birkaçı beklenmedik konular üzerine ışık tutacak kadar yaşayacak­ tır" (s. 44 ) . Bana kalırsa, düşünce tarihi ve modem düşünce hareketleri hak­ kındaki bu son derece alelade ve yüzeysel okumanın sorunlu tarafı anlatının kendisi değildir. Bu okuma tanıdıktır tanıdık olmasına,

1 56

DARW I N S İ Z İ SEVİYOR

ama bunun Viktorya dönemindeki pek çok benzeri (postmodemizm hakkındaki son kısım hariç tabii ki), mesela Huxley'nin anlatısı, hem tarihsel olgulara daha sıkı bağlıdır, hem de nesir olarak okuma­ sı son derece zevkli ve bazen ilham vericidir. Bu tür anlatılarda ör­ tük olarak bulunan ilerlemeye inanmak (ve bu anlatılardan, yazıl­ malarına sebep olan ideolojik güçleri çıkarmak) şimdi biraz daha zor olsa da, hikayenin kendisinde, büyük ayartılarca kuşatılmış ve yine büyük bir cesaret isteyen bilimsel bir çarmıh yolculuğunun iz­ leri vardır. Sektiler ve batıl itikatlara karşı bilginin gelişmesini en az Wilson kadar tutkuyla savunan biri olarak bu anlatıya pek itiraz ede­ miyorum, ama bunun çok eski bir hikaye olduğunu, eski tazeliği ve gücünü kısmen kaybettiğini belirtmeden de geçemeyeceğim. Bu an­ latı kendi tarihsel seleflerinden bihaberdir sanki ve dolayısıyla başa­ rılı olması çok daha az muhtemeldir. Üstelik, Wilson'ın söz konusu anlatıyı büründürdüğü şeklin mümkün olan tek şekil olduğunu, dün­ yanın (gizlice) bütünsel olarak düzenlenmiş olduğuna zımnen ina­ nılmadığı ve bu düzeni kanıtlayıp ondan yararlanılmasını sağlaya­ cak bilgilerin tam olarak birleşmesi için çalışmaya mutlak olarak bağlanılmadığı sürece, (serbest oyuna dalmış) bir Romantik ya da daha da kötüsü , bir postmodemist olarak kalınacağını ima eder. Böyle katı bir ayrım ister istemez husumete yol açar ve böyle bir husumeti yalnızca "postmodemistler" de beslemez. Bu ayrım daha ziyade, indirgemecileri , insan davranışının hiçbir biyolojik bileşeni olmadığına inandığı farz edilen inşacılardan ayırırken Pinker'ın önerdiği mutlak ikiciliği andırır. Bu ikicilik, tıpkı Wilson'ınki gibi fazla mutlaktır. Tekrar belirtelim, bilimlerin birliğine duyulan inanç, bilimlerin birbirleri arasındaki ilişkilere dair indirgemeci bir anla­ yış, iyi bilimin şartı değildir; ters taraftan bakıldığında, böyle bir dü­ şüncenin mevcut koşulları doğal ve değiştirilemez koşullara dönüş­ türebileceğinin farkında olmak, horgörüy le tahayyül edilen SSBM' nin bilgi versiyonunu benimsemek anlamına gelmez. Birliği /birleş­ meyi savunan Wilson, gerek alternatif bilim modelleri gerekse ulaş­ maya çalıştığı birliğe /birleşmeye yönelik harekete dair (bilimsel ve ideolojik) rasyonel şüpheler hakkında daha az naif olsa daha iyi ederdi sanırım. Solcu bilimcilerin Sociobiology'ye yönelttiği saldırılara karşı tedbirsiz olan Wilson'ın siyasi naifliği ile, fırtınayı atlatan, suçu bü-

M O D E R N B İ R KU LLAN I M : SOSYO B İ YO LOJ İ

1 57

yük ölçüde cahil postmodemistlere atan ve birlik /birleşme anlatısı­ nın toplumsal açıdan çok tehlikeli girişimlerde ne kadar kolayca kullanabileceğini hala fark edemeyen yeni Wilson'ın görünüşte ka­ lan sofistikeliği arasında bir bağ olduğu açıktır. Wilson şöyle sorar: "Neden sosyal bilimler ve beşeri bilimler doğal bilimlerle birleşme­ ye kapalı olsun? Ve bu ittifaktan nasıl olur da faydalanamazlar? " (s. 1 1 ). Bu soru ister samimi ister gayri samimi bir şekilde sorulmuş ol­ sun, kültürel fenomenleri yorumlamada biyolojik olarak indirge­ meci bir teori benimsendiği zaman ne gibi şeylerin söz konusu ola­ bileceğine dair gerçek bir idrak eksikliği olduğunu akla getirir. An­ latının yazılmasının bir nedeni , okurların yazarın böyle tehlikelerin farkında olduğunu anlamasını sağlamaktır. Nitekim şöyle bir yo­ rumda bulunur Wilson: "Gereğinden fazla otorite yüklenen bilim, kendi kendisini yok eden bir dinsizliğe dönüşebilir" (s. 34 ) . Fakat Wilson bu sözlerle bilim için "gereğinden fazla otorite" istediğini reddetmek istiyordur aslında. Daha ziyade bir "birlik/birleşme" ar­ zuluyordur; beşeri bilimlerin, sosyal bilimlerin ve doğal bilimlerin bir araya gelmesini ve bu birlik içinde aklın, maneviyatı da yanına alarak, düzeni açığa çıkarmasını arzuluyordur. B u "birlik / birleşme" sözcüğü üzerinde biraz düşünmek gereki­ yor, ama şu noktada Darwin'in bu anlatıdaki yerini hatırlamak önem­ li - her ne kadar Wilson'ın Aydınlanma sonrası düşünce tarihinde (Louis Agassiz'de "infial uyandırması" dışında) pek öne çıkmasa da. Doğal �eçilim Wilson'ın birlik /birleşme fikrinin tam merkezin­ de durur ve görmüş olduğumuz üzre, o "açık sahalar" vizyonuyla Darwin'in kendisi de Wilson'ın önerdiği türden bir bilgi anlatısına bağlı gibi görünür. O da büyük ölçüde spekülasyona başvurarak pek çok fenomeni yasanın idaresi altına sokmaya çalışmıştı ve teorisinin nasıl oluyorsa tesadüflerle ilişkilendirilmesine tepki duyduğu da ga­ yet iyi bilinir. Ama Darwin Wilson'a hem benzer hem de farklıdır ondan ve elbette bu kitabın büyük kısmında ondaki farklılıkları an­ latmaya çalışacağım . Modem haleflerine olduğu kadar Darwin'e göre de "akıl" hakim düşünsel değerdir. Fakat Türlerin Kökeni ni okuduğunuzda, aklın şaşırtıcı bir şekilde hayali işler yaptığını ve aslında, sıradan bi lincin kısıtlarının ötesine en çok geçebilen yeti olarak hayal gücünün ye­ rini aldığını anlarsınız. Dikkat çekici bir pasajda bu tersine çevril'

1 58

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

meyi fark edebiliriz: Bu suretle işi ileri götüren bir kimse, bu kitabın bitiminde, başka türlü yorumlanamayan bir sürü olgunun doğal seçilimle değişiklik geçirme te­ orisine dayanılarak açıklanabileceğini görüyorsa, bir adım daha atmakta tereddüt etmemeli ve bir kartalın gözü kadar kusursuz bir yapının bile, bu örnekte geçiş aşamalarını bilmemekle birlikte, doğal seçilim ile oluşmuş olabileceğini kabul etmelidir. Aklı, hayal gücünü idaresine almalıdır; gerçi doğal seçilim ilkesini böyle muazzam bir alana genişletirken, bu güçlüğü herhangi bir tereddüde şaşıramayacak kadar kuvvetle hissettim (s. 1 88).

Burada bir tür takla atılır ve akıl risk alan, hayal kurabilen bir güç haline gelirken, "hayal gücü" ise -Darwin'in tipik tersine çevirişle­ rinden biriyle- "bir sürü olgu"nun ötesine geçip en zor ve aşırı ol­ guları bünyesine katmaktan çekinir. Akıl bilimci için doğru sözcük­ tür, fakat Darwin'in ellerinde, beylik anlayışlardan kopma gücüyle hayal gücünü geçer; zira Darwin'in tasvir ettiği dünya son derece tekinsiz bir şekilde örgütlenmiştir, son derece Romantik ve şaşırtıcı bir şekilde karmaşık ve çeşitlidir. Bilimci olmayan bir kişinin nor­ mal olarak hayal gücüne başvuracağı bir dünyadır bu. Ama Darwin Wilson'ın kullandığı ve yerdiği anlamıyla "serbest oyun" konusun­ da tereddüt ederdi dersek haksız olmayız herhalde. En mutlak öz­ gürlük, rasyonelliğin disipline sokulmuş, feragatli enerjisinden sağ­ lanır. Bu anlamda, Darwin daha ziyade Wilsoncıdır. Ne var ki Darwin hikayenin sadece bir parçasıdır. Wilson sosyo­ biyoloji projesinin, daha başlangıç safhasındayken, karşısına ilk çı­ kan "özgecilik" sorununu başarılı bir araştırmayla yanıtladığını ve dört dörtlük bir bilim olarak ilerlediğini öne sürer. Wilson şunu ka­ bul eder: "İnsan davranışı genetiği daha emekleme aşamasındaki bir inceleme sahasıdır ve ideologlar karşısında hala savunmasız­ dır" , fakat "kalıtsallık olasılığını hesaplama" açısından "ileri bir bi­ limsel dal" haline gelmiştir (s. 1 54). Consilience sosyobiyoloji için, sosyal ve beşeri bilimlerin tümünü evrimci biyolojinin ortaya koy­ duğu biyolojik çalışmalarla bir araya getirip, insana dair (Wilson bu noktada kendinden gayet emindir) tam anlamıyla tatmin edici bir bilime nihayet ulaşılmasını sağlayacak bir program önerir. Com­ te'un vizyonu da böyleydi ; nitekim Wilson Comte'tan samimiyetle bahseder, zira o da (nihai diye adlandırmadığı) birliğe /birleşmeye ulaşmaya, yani bilimleri üst üste koyarak en alt bilimlerden en üst

M O D E R N B İ R KU LLAN I M : SOSYO B İ YO LOJ İ

1 59

bilimlere kadar hiyerarşik genellemeler üzerinde insana dair tam bir bilim kurulmasını sağlamaya çalışıyordu. "Birlik/birleşme " , aradan yüz elli yıl kadar geçtikten sonra, indirgemecilik hakkındaki tartış­ malarımızdan aşina olduğumuz Comte'un formülleştirmesi gibi ge­ lir kulağa: "Olguların açıklanması, tek tek fenomenler ile sayıları bilimin ilerlemesiyle birlikte devamlı azalan bazı genel olgular ara­ sında bir bağlantı kurulmasından ibarettir. " 1 4 Ama Wilson Comte' un aksine, birlik/birleşme idealinin henüz bilim olmadığını teslim eder: "Metafizik bir dünya görüşüdür bu ve dahası azınlıktadır. " Wilson'a göre bu idealin şu anki işlevi ise esasen bulgusaldır: "dü­ şünsel macera ihtimali ve . . . insanlık durumunu daha yüksek bir ke­ sinlik derecesinde anlamanın değeri " (s. 9) . Wilson "birlik /birleşme" den ne anladığını izah etmek için Whe­ well'ın Novum Organum Renovatum 'undan alıntı yapar: Tümevarım/arın Birliği/ Birleşmesi, bir sınıf olgudan elde edilen Tü­ mevarım, başka bir sınıftan elde edilen Tümevarımla çakıştığı zaman ger­ çekleşir. Bu B irlik/ Birleşme, içinde vuku bulduğu Teorinin hakikatinin sı­ nanmasıdır. 1 5

B ana öyle geliyor ki bu yorum ile Wilson'ın "birlik/birleşme" söz­ cüğünü kullanış şekli birbirini tutmuyor. Laura Dassow Walls , Wil­ son'ın Whewell'ın faydalı terimini benimsemiş olmasının "ironik" olduğunu söyler; zira Wilson "terimi çabucak kendince yeniden ta­ nımlamaya geçer ve bu terimi 'birlikte sıçrama yapan' hakikatler olarak değil, bir hakikatin bir diğeri tarafından yutulması olarak kullanır, ki bu da "her örgütlenme düzeyinin yasa ve ilkeleri "nin da­ ha genel ve dolayısıyla daha temel düzeylerin yasa ve ilkelerine da­ hil edildiği bir indirgeme süreciyle meydana gelir. Ona göre, Wil­ son ile Whewell arasındaki fark şudur: " [Whewell'ın nihai amacı] tek bir temel hakikat değil , baş döndürücü bir şekilde bir yönden di­ ğerine doğru hareket ettirilebilen, bütünsel olarak bağlantı içinde olan bir şebekedir. Wilson'ın yaklaşımı ise, edebiyatı fiziğin yasala­ rının gölge fenomenine 'indirger' ve böylece damıtma yoluyla hep 1 4. Auguste Comte, A uguste Comte and Positivism: The Essential Writings, Chicago: University of Chicago Press, 1 975, s . 72. 1 5 . William Whewell , Theory of Scientific Method, Robert E. Butts (haz.), In­ dianapolis: Hackett, 1 989, s. 1 38 .

1 60

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

'daha aşağı' düzeylere inmek adına, Whewell'ın 'daha yüksek' dü­ zeylere yükselme anlamını kaybeder. " ı 6 Burada bir kez daha Wilson'ın indirgemeciliğe olan metafizik bağlılığıyla karşılaşırız. Whewell'ın teorisi muhakkak indirgemeci değildir. Söylemeye çalıştığı tek şey, birden fazla alanda işleyen bir tümevarımın bu sayede doğrulanabileceğidir. Böyle güzel doğrula­ malar ne kadar çok olursa, genel tümevarım da o kadar zengin olur. Fakat Walls, Comteçu özneler evreninde yasaların hiyerarşik bir şe­ kilde, yani üst düzey yasaların alt düzey yasaları massetmesi şeklin­ de anlaşılmasının , Whewell'ın "birlik /birleşme " sözcüğü ile ifade etmeye çalıştığı şeyin bir parçası olmadığını söylemekte haklıdır. 1 7 Wilson'ın birliğe ulaşmış geleceğe ilişkin o büyük ütopik anlatı­ sının ayrıntıları, beynin işleyişine dair anlayışımıza bağlıdır. Aslın­ da, Wilson'a göre, "modern felsefecilerin şimdiye kadar gösterilmiş en cesur ortak çabayla geliştirdikleri " (s. 64) mantıksal-pozitivist programın başarısız olmasının ya da yarı yolda kalmasının tek ne­ deni, böyle bir anlayıştan yoksun olmasıydı. Bu tür hayret verici ve yetersiz gözlemler, kitabın hem naif hem de çokyönlü bir çalışma, hem yeni bir bilim imkanına dair güvenilir bir rehber hem de bilim­ sel başarıların sunacağı olanaklar konusunda okurda heyecan uyan­ dırmayı hedefleyen bir fantazi olarak görünmesini sağlar. Bu nok­ tada, Wilson'ın, bi limi Weber'in bahsettiği (tam açıklama sonucun­ da baş gösteren) büyüsüzleşmenin ötesinde, (fiilen tam da Wilson' ın hayranı olduğu on dokuzuncu yüzyıl Pozitivizmi gibi) yeni bir Romantik büyülenmeye taşıma isteğini ortaya koyacağına inandı­ ğım geniş bir alıntı yapmak istiyorum. Bu pasaj -salt nesrin doku­ suyla bile- bilim ile beşeri bilimler arasındaki "birleşme"yi gerçek­ leştirip bizi vadedilmiş topraklara getirir: 1 6. Laura Dassow Walls, 1 999 yılının kasım ayında B ilim Tarihi Toplulu­ ğu'nda yapılan basılmamış konuşma. 1 7 . Robert E. Butts birlik /birleşme kavramını basitçe ve belirli ölçüde Wil­ son'ın ihtiraslı uyarlamasıyla uyum içinde tanımlar: "Whewell, herhangi bir bi­ limsel açıklama ya da teorinin en iyi şekilde birlik! birleşme dediği şeyle sınana­ cağını düşünmüştü. Tümevanmlann birliği, ilk başta açıklamak üzere ortaya ko­ nulduğu verilerden farklı bir veriyi açıklar . . . tümevarımların uygun birliği, bir te­ orinin tümdengelimsel beklentilerinden farklı olan bir veri türünün, başlangıçta bir araya getirilen verilerle aynı türden olduğu görüldüğünde gerçekleşir" (Whe­ well, s. 28).

M O D E R N B İ R KU LLAN I M : SOSYO B İYO LOJ İ

161

Kavram oluşumunun kesin biyoloj ik süreci tanımlanabilseydi, gerek beyni gerekse onun dışındaki dünyayı incelemek için daha üstün yöntem­ ler tasarlayabilirdik. Bunun sonucunda da olaylar ile doğanın yasaları ve insanın düşünce süreçlerinin fiziksel temeli arasındaki bağlantılılığı sıkılaş­ tırmayı umabilirdik. O zaman son adımı atıp nesnel hakikate dair doğrulu­ ğundan şüphe edilmez bir tanım oluşturabilir miydik? Muhtemelen hayır. Fikrin kendisi risklidir. Hem bilimlerin hem de beşeri bilimlerin Medusa'sı olan mutlakçılık gibi kokar. Muhtemeldir ki bu fikrin vaktinden evvel ka­ bul edilmesi , reddedilmesinden çok daha güç kırıcıdır. Peki o zaman pes etmeye mi hazırlanmalıyız? Asla ! Manasız bir denizde oradan oraya sürük­ lenmektense kutupyıldızına bakarak dümen kırmak yeğdir. Hiç ulaşılama­ yacak olsa bile, bizden öncekilerin hedefine yaklaştığımızda bunun farkın­ da olacağız. Onun parıltısı, ortak fikirlerimizin zarafeti, güzelliği ve gü­ cünde, felsefi pragmatizmin en iyi hali olan davranış bilgeliğinde görüle­ cektir. (s. 65)

Wilson'ın gerek düzen ve anlama, gerekse bunların keşfedilebilme­ sini sağlayan tek araç olan bilime yoğun bir tutku duyduğunu inkar edemeyiz. Bu gerçek ve içten bir tutkudur. "Serbest oyun" tarafın­ dan ya da doğanın nihai düzeninin bilinemez olduğunu veya onto­ lojik olarak oralarda bir yerde olmadığını düşünenlerce tehdit edi­ len dünya Wilson'a göre büyülüdür hiç şüphesiz. Dinde kullanılan dildir bu; ne pahasına olursa olsun hakikate ulaşma yolunda cesur bir düşünsel arayışı anlatan bir dil. "Asla ! " "Kutupyıldızı" Cariyle' dan alınmıştır. Bu pasaj , eleştirmenlerin bir yüzyıldan fazla bir sü­ redir Carlyle'ın nesrinde dikkat çektikleri aynı çaresizliği gösterir; muazzam arzusu ve retorik hararetiyle, büyülenmişler için yazılan bir nesir olmayı hedefler. Ama Wilson'ın kendi bilimsel çalışmasın­ da ortaya koyduğu ampirik titizlikten de çok uzaktadır o halde. "Asla ! " haykırışı, aşırı mağrurluk (ya da belki de siyasi ve toplum­ sal hatalar?) tehdidiyle yarış içindedir. Fakat bu nihai düzenin uyandırdığı büyülenme, on dokuzuncu yüzyıl düşünürlerinin o "ka­ yıp Hıristiyan bütünlüğün" yerine bir şey koyma emellerini tekrar öne çıkardığı için, eskiden olduğu gibi muhtemelen kültürel bir ba­ şarısızlığa uğrayacaktır. Bu Viktoryen yankıları hissederek, Comte'un on dokuzuncu yüzyıldaki Pozitivist dininin yaşadığı köklü başarısızlığı hatırla­ mak belki de makul olmayacaktır. Yeni bilgilerin dünyayı nihayet yeniden oluşturacağına inanmış o mutlak rasyonalist ampiristin he-

1 62

DARWI N s ı z ı SEVİYOR

yecanı, inanç krizinin yaygın olduğunun zannedildiği bir dönemde Viktoryenler arasında pek az kişiyi etkilemi şti aslında. Ama bunun (naif olsa da) asil bir düş olduğundan şüphe etmiyorum. Burada da­ ha ziyade, Pinker'ın put kırıcı bilgisayar mecazları yaratmasına se­ bep olan girişimin nasıl olup da Wilson'ın Romantik bir arzu dili kurmasına yol açtığına dikkat çekmek istiyorum. Tennyson'ın Ulysses'i yankılanır burada: "çabalamak, aramak, bulmak ve boyun eğmemek." Wilson Batı düşünce tarihinde anlaşılabilir bir hata gö­ züyle baktığı Romantizmi, o büyük H�kim Akıl idealini pekiştir­ mek için kendi nesrine ve neyin mümkün neyin zorunlu olduğuna ilişkin tahayyülüne katmaya çalışır. Romantik duygu bilimsel bilgi­ ye güç verir. Argümana değil de duaya başvuran bir dildir bu. Darwin'de olduğu gibi, Wilson'ın nesri içinde de dolaşıp güzel­ lik ve huşu hissinin katı "bilimsel" argümanla nasıl el ele gittiğini satır satır görebiliriz. Örneğin Wilson, bilimcilerin şimdilerde canlı hücrelere ilişkin keşiflerinden şöyle bahseder: "B iyologların kilidi­ ni çözdükleri makine, olağanüstü güzel bir yaratımdır" (s. 9 1 ) Ar­ dından nükleik asit zincirleri aracılığıyla matematiksel yüceliğe doğru ilerleriz: "tipik bir omurgalı hayvan" 50.000 ila 1 00.000 gen­ den ve her gen de "2.000 ila 3 .000 baz çiftinden" oluşur. Wilson, o muazzam inancı ve sahici heyecanıyla, düşünce tarihinde beden ile ruh arasındaki köprünün geçilebileceği ve insana dair gerçek bir bi­ lim üretebileceğimiz bir noktaya (James Mill bundan iki yüz yıl ka­ dar önce "Charing Cross'a giden yol kadar açık" demişti) nihayet vardığımız yolundaki kanaatiyle, ilerlemenin sözcüsü haline gelir: .

Kabul etmeliyim ki, bugünkü akademik çevrelerde evrimsel ilerleme­ den bahsetmek rağbet görmez . Belki de onu bu yüzden daha da fazla vur­ gulamak gerekir. Aslında, bir dolu mürekkep akıtılmasına neden olmuş iki ­ lem, basit bir anlamsal ayrımla ortadan kaldırılabilir. " İ lerleme" sözcüğüy­ le, insan zihnindeki niyetin belirlediği hedefe benzeyen, önceden belirlen­ miş bir hedefe doğru hareketi kastediyorsak, o halde önceden belirlenmiş hiçbir hedefi olmayan doğal -seçilim-yoluyla-evrim ilerleme değildir. Ama zaman içerisinde giderek karmaşıklaşıp denetim kurabilir hale gelen bazı türden organizma ve toplumların üremesini kastediyor ve bu süreç içinde gerilemenin her zaman olası olduğunu kabul ediyorsak, o zaman evrimsel ilerleme bariz bir gerçekliktir. Bu ikinci anlamda, insanın üstün bir zeka ve kültüre ulaşması , hayatın tarihindeki en büyük dört adımından sonuncusu­ na tekabül eder. Bu adımlar bir milyar yıllık aralıklar dahilinde birbirlerini

M O D E R N B İ R KU LLAN I M : SOSYOB İYOLOJ İ

1 63

izlemiştir. B unlardan ilki, basit bakterimsi organizmalar biçimindeki yaşa­ mın başlangıcıydı . Ardından, ökaryot hücre ile diğer ince zarla kaplı orga­ nellerin sıkıca örgütlenmiş bir birimde toplanmasıyla karmaşık ökaryot hücre ortaya çıktı . Ökaryotik yapıtaşı oluştuktan sonra ise, hareketleri duy­ gu organlan ve merkezi sinir sistemleri sayesinde yönlendirilen, kabuklu­ lar ve yumuşakçalar gibi daha büyük, çokhücreli hayvanlar baş gösterdi. En sonunda ise, daha önceki varlıkların çoğunu hayıflandıracak olan in­ sanlık çıktı sahneye. (s. 98)

Bu pasajda italikle yazılmış cümlede kendini gösteren hınç şunu açıkça belli eder: Wilson Consilience'ı yazarak, hem Sociobiology' nin yayımlanmasından sonra kendisine yöneltilen eleştirilere, hem de belirsizliği vurgulayan, nesnellik imkanını reddeden, felsefi bir hareket olarak pozitivizmi yadsıyan ve dünyanın nihai bir düzeni olduğundan şüphe eden düşünsel hareketlere bilinçli bir şekilde ka­ fa tutar. Consilience bütün düşünsel girişimlerin tarihsel ve toplum­ sal bağlamın farkında olması gerektiğini belirten kültür eleştirileri­ ni doğrudan ele almaz (gerçi Wilson Foucault'ya o kadar karamsar olmamasını söyler [s. 43] ) . Ereksellik yok olmuşsa, " ile�leme" , ras­ yonel geli şme fikriyle arka kapıdan içeri sokulacaktır. Robert Yo­ ung'ın işaret ettiği gibi, evrim insanların manevi dayanağını alıp gö­ türmüş ama onlara " [bunun yerine] inaddi, toplumsal ve manevi ilerleme doktrinini sunmuştur" (s. 1 6). İşte Consilience'ın yazılma­ sındaki amaç da bu dayanağı temin etmektir. İlerlemenin olumlanması kitabın genel havasını yansıtır; bili­ min takip edilmesi gereken rehber olduğuna ve bilimsel olmayan disiplinlerdeki sorunların bilimin şırıngasıyla tedavi edilebileceği­ ne dair neredeyse mutlak bir güvenin hakim olduğu bir havadır bu . Yüzyıllar boyunca tartışmalara sebep olmuş meseleler gayet basit­ çe çözülebilir. Kullandığın terimleri birazcık açıklığa kavuştur, sonra da dönüp önündeki olgulara bak. İlk canlı organizmalardan insan zekası ve kültürün üretimine kadar, düz bir çizgide, Herbert Spencer'ın tasvir ettiğine benzer bir ilerleme olmuştur. Wilson'ın bu konulara dalmasının çarpıcı yanı , diğer disiplinlerin uzun akademik geçmişlerinin, son derece bilgili ve düşünsel açıdan tutkulu olan bu adamın gözünü hiç korkutmuyor olmasıdır. Bütün disiplinlerin "birliğini /birleşmesini " amaçlıyor-4ur ne de olsa. Aynca bu gibi fi­ kirlerin toplumda nahoş bir şekilde uygulamaya konulması üzerin-

1 64

DARWI N S İ Z İ S E V İ YO R

de hala durup düşünmez. Darwin'i ne kadar savunsa ve olumsallı­ ğın evrimde oynadığı rolün farkında olsa da, fikirlerin ilerlemesin­ den bahsettiğinde olumsallığı unutuyor gibidir. Tahayyül ettiği ide­ al dünyanın uyandırdığı heyecan "her zaman olası " olan "gerile­ me "ye karşı ortaya çıkar; çünkü evrim uzun vadede, yaşamın zafer çelengini, yani "üstün zeka ve kültür"ü üretmiştir. Herbert Spen­ cer'ın Wilson'ın argümanlarındaki yankısı, dolaylı yoldan suça işti­ rak olarak görülmemelidir. ı s Wilson'ın Viktoryenler için çoğu za­ man sonu ırkçılığa varan dar kapsamlı bir ilerlemeyi, antropoidler­ den başlayıp kara derili halklara ve oradan da modem Avrupalılara doğru uzanan bir karmaşıklaşma vizyonunu kastetmediği açıktır. Onda bu kadar çarpıcı olan şey, sofistikeliğindeki Romantik naif­ liktir. Wilson ve Pinker'ın esefle belirttikleri gibi , böyle bir tarihin ya­ rattığı güvensizlik, sosyobiyolojinin onlara göre irrasyonel bir şe­ kilde reddedilmesine yol açmıştı. Siyasi açıdan Wilson'a kıyasla çok daha solda olduğunu düşündüğüm Pinker şunu teslim eder: "Pek çok kalıtımcı hareket sağcı bir karakter taşımış ve öjeni, zorunlu kı­ sırlaştırma, soykırım, ırksal, etnik ve cinsel farklılıklara göre ayrım­ cılık, iktisadi ve toplumsal kastların mazur gösterilmesi gibi pratik­ leri savunmuştur" (s. 4 7). Fakat insanların ve kurumların "toplum

1 8 . Spencer'ın sistemi "evrensel ilerleme " diye adlandırdığı bir inancı da be­ raberinde getiriyordu. Spencer'ın hacimli eserlerinde, bu sürecin sonuçlan elbet­ te o günün toplumsal koşullarına doğrudan uygulanır. Bununla birlikte, Spencer' ın bu konular hakkında nasıl konuştuğunu hatırlamak faydalı olabilir. "Evrensel İlerleme" başlıklı makalesinde şöyle yazmıştı mesela: "Nebula Hipotezi olur da bir gün kanıtlanırsa, işte o zaman genel olarak Evren'in, tıpkı bütün organizmalar gibi, bir zamanlar homojen olduğu; bir bütün olarak ve tüm ayrıntılarında, h iç durmadan daha fazla heterojenliğe doğru ilerlediği ve bu heterojenliğin artmakta olduğu ortaya çıkacaktır. Gerek bugünün her olayında gerekse en başından beri , harcanan her gücün çeşitli güçlere ayrışmasının daima daha fazla karmaşa üretti­ ği; bu şekilde meydana gelen heterojenlik artışının devam etmekte olduğu ve de­ vam etmesi gerektiği, dolayısıyla da İ lerleme'nin bir kaza, insan denetiminde ol­ mayan bir şey değil , yararlı bir zorunluluk olduğu görülecektir. " lllustrations of Universal Progress: A Series of Discussions, New York: Appleton and Co. , 1 864, s. 58. Spencer ilerlemeye, homojen olandan heterojen olana doğru harekete mut­ lak bir inanç besliyordu, ama Wilson'ın aksine, "nihai gizem"e dair derin bir sezi­ şi de elden bırakmıyordu . Çağdaş bilimin kimi versiyonlarında bu gizem ortadan kaldırılmıştır.

M O D E R N B İ R KU LLAN I M : SOSYO B İ YOLOJ İ

1 65

mühendisliği "yle değiştirilebileceği yolundaki inşacı argümanların da bazı korkunç sonuçlara yol açtığını düşünür. Wilson, insan davranışı genetiğinin, örneğin " ideologlar karşı­ sında hala savunmasız" olduğunu söyler açıkça (s. 1 54 ) . Ancak, bi­ lim daha ileri bir seviyeye geldiğinde işler böyle olmayacaktır. Ve Wilson, daha önce değinmiş olduğum doğa-kültür tartışmalarında, genler ile kültür arasında etkileşim olduğunu kabul eder: "Genler epigenetik kuralı koyar" , "kültür" hangi genlerin hayatta kalacağını "belirlemeyi sağlar" , yeni genler epigenetik kuralları değiştirir ve bu yeni kurallar "kültür edinme kanallarının yön ve tesirini değişti­ rir" . Tartışmalı mesele -ki hakikaten de tartışmalıdır- "genetik yu­ lar" ın ne kadar uzun olduğudur (s. 1 57). Epigenetik kurallar genler tarafından ne kadar sıkıca sınırlanır? Kültür ve bireysel davranışın ayrıntıları genler tarafından ne kadar sınırlanır? Wilson Darvinci soruşturmalara, örneğin insan ve hayvanlardaki duygu ifadelerine dönüp, (dudak bükerek dişlerini göstermenin horgörü ifade etmesi gibi) belirli duygular için evrensel göstergeler olduğuna dikkat çe­ kebilir. İnsan faaliyetlerini bilimsel olarak incelemeye dönük belirgin ve bir yanıyla takdire değer çaba -ki bu çaba on dokuzuncu yüzyıl Britanyası'nda Comte'un fikirlerinin ithal edilmesinde, Mill'lerin (James ve John Stuart) eserlerinde ve bizzat Darwin'in eserlerinde görülmüştür- bugünlerde evrimci psikolojiye miras kalmış gibi gö­ rünüyor. Darwin insanın kökenleri hakkındaki keşiflerinin, sosyo­ biyolojinin ele aldığını iddia ettiği son derece karmaşık siyasi, top­ lumsal ve kültürel sorunların çözülmesini sağlayacağını asla um­ mamıştı . Buna karşılık, Wilson'ın sosyobiyolojinin anlamaya yar­ dım etmediğini düşündüğü hiçbir sorun yoktur sanki ve takipçisi olan sosyobiyologlar da onun gibi düşünür. Evrimci psikoloji hak­ kındaki bir ders kitabında şöyle denir mesela: " İnsan zihnine dair anlayışımızı evrimci psikolojinin birleştirici teorik çerçevesi altın­ da sentezlemeyi sağlayan kavramsal araçları ancak son yirmi-otuz senede edinebildik" (Buss, s. 4) . Bizleri sperm hücrelerinden mo­ dem davranışın ayrıntılarına götüren ve bu tür birleştirici iddialar­ da bulunan evrimci psikoloji, kadınların küçük ilanları nasıl okudu­ ğuna, erkeklerin ve kadınların çocuklarının kime benzediği hakkın­ da nasıl düşündüğüne, ne kadar tecavüzün olacağına ve insan top-

1 66

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

lumunda bunu ortadan kaldırmanın ne kadar imkansız olduğuna, kimin kimi öldüreceğine vs. dair formüller sunmaya devam edecek­ tir. İkna olmamışlara bunların çoğu açgözlü bir indirgemecilik gibi gelir. Wilson, kendisini ilgilendiren türden birliğin /birleşmenin bir örneği olarak, çevre politikasıyla ilgili bir sorunu hayal eder. Bu so­ runla başa çıkmak için gerekli olan ve hepsi de aslında birbiriyle bağlantılı olan etik, sosyal bilim ve biyoloji disiplinlerinin, üniver­ sitelerde her birinin kendi pratisyenleri tarafından ve kendi yöntem­ leriyle ayn ayn ele alındığına işaret eder. Burada ortaya çıkan so­ nuç "kafa kanşıklığı"dır. Fakat ona göre, gerçek dünyadaki sorun­ ları çözmek için, "temel analize en çok ihtiyaç duyulduğu" gerçek­ dünya sorunlarına odaklanarak mevcut ilişkileri düşünmek zorun­ dayızdır; böylece çevre sorunlarının var olduğu ve sağlam bir şekil­ de temellendirilmiş politikalara ihtiyaç duyulduğu kabulünden, ah­ laki muhakemeye dayalı çözüm seçimlerine; bu muhakemenin bi­ yolojik temellerine; toplumsal kurumların biyoloji, çevre ve tarihin ürünü olduğunu kavramaya ve oradan da geriye, çevre politikasına doğru yol alabiliriz" (s. 1 O) . Disiplinlerarasılığı tavsiye etmesi anla­ mında, bu anlatıl:ınlara itiraz edesim yok. Ama bütün kültürel feno­ menlerin biyolojik temellerini kavrarsak "kafa kanşıklığı"ndan bir şekilde kurtulacağımız önermesi son derece şüpheli görünüyor ba­ na. Wilson birliği /birleşmeyi tam olarak nerede aramaktadır? Wil­ son'ın etik, ahlaki muhakeme ve sosyal bilimleri tartışmaya kattığı noktada yüzeyin hemen altında, nihayetinde "organizmanın içsel eğilimi "ne öncelik atfeden ve Dupre'nin de eleştirdiği indirgemeci görüş durur. Her halükarda, Consilience bilimsel bir kitap değildir; bilim ba­ şarılı olduğu takdirde (ve Wilson'ın bizlere sürekli hatırlattığı gibi , boşluklar doldurulduğu takdirde), biyolojikleştirilmiş bütün disip­ linlerin daha kesin ve daha etkili olacağına duyulan inancın zekice ve malumatlara dayanılarak ifade edilmesinden ibarettir. Sociobi­ ology'de biyolojinin felsefenin yerini alacağını söyler Wilson, zira fizyoloji ve evrim tarihi sorunlarıyla ilgilenen biyolog, kişinin ken­ dine ilişkin bilgisinin "hipotalamus ve beyindeki limbik sistemler­ de bulunan duygusal kontrol merkezleri tarafından kısıtlanıp şekil­ lendirildiğini" fark etmektedir (s. 3 ) . Bu ima Consilience'ta daha

M O D E R N B İ R KU LLAN I M : SO SYO B İ YO LOJ İ

1 67

açık hale gelir. Biyoloji sayesinde daha iyi bir ekonomik teoriye, daha iyi bir toplumsal teoriye, daha iyi bir estetik teoriye ulaşıp, dinsel aşkınsalcılığın yerine de nihayet bilimsel bir ampirizmi geçi­ receğimiz söylenir: Dinin, insanlığın en üstün değerlerini ampirik bilgi ile uyum içinde kodlayıp, kalıcı ve şiirsel bir biçime büründürecek kadar gücü olacaktır. İ kna edici bir ahlaki önderliği sağlamanın tek yolu budur. Kör inanç , ne ka­ dar tutkuyla ifade edilirse edilsin, kafi olmayacaktır. B ilim ise kendi payı­ na, insanlık durumu hakkındaki bütün varsayımları acımasızca sınayacak ve zaman içinde ahlaki ve dinsel hislerin aslını ortaya çıkaracaktır. Kanım­ ca, iki dünya görüşü arasındaki rekabetin sonunda, insan epiği ve dinin kendisi sekülerleşecektir. (s. 265)

Bu söylenenler, sekülarizm yanlılarının içtenlikle arzu ettiği bir sonuç olabilir, ama ortadaki "emperyalist işgal " rahatsız edicidir. Din bilim haline gelecek ve böylece bilime biraz ruh katılmış ola­ caktır. Wilson, ampirist dünya görüşünün insanların ümit beslediği "aşkınsal" dünya görüşüne en sonunda galebe çalacağını teslim et­ se de, insanlar yine de aşkınsal inançları isteyecektir, çünkü onlar­ sız yapamayız (s . 264) . Wilson bu noktada Kidd gibi konuşmaya başlar. Din, evrimsel açıdan bakıldığında, insanlık için gerekli işler yapar ve bundan dolayı, der Wilson, "eğer kutsal anlatı dinsel bir kozmoloji biçiminde olamıyorsa, evrenin ve insan türünün maddi tarihinden alınacaktır. Bu eğilim söz konusu anlatıya hiç de halel getirmez " (s. 265). Viktoryen sesler burada o kadar gürültüyle yan­ kılanır ki (Kidd ve John Tyndall'ın materyalist gizemciliğini bir dü­ şünün), Wilson'ın onları fark etmediğini ve Darvinci materyalizm feveranının hemen ardından dünyadaki maneviyat kaybının verdiği acıyı dindirmeyi amaçlayan fikirlerin başarısızlığını kabul etmedi­ ğini düşünmek zordur. Muazzam ihtirası ve doğal seçilim yoluyla evrimde yatan düşünsel temelleri göz önünde bulundurulduğunda, Consilience'ın Dar­ ·win'e dair çağdaş bir ütopik yorum olduğunu düşünebiliriz. Darwin ilerleme konusunda kararsız kalmış ve takipçilerinin kendisini eni konu ilerlemeci olmayan bir şekilde okumalarına olanak tanımışsa eğer, Wilson da Darwin ile Spencer arasındaki farkı ortadan kaldıra­ rak ilerlemeci bir okuma sunar. Ve Darwin insan hayvanına ışık tu­ tacak daha ileri araştırmaları tahayyül etmişse, Wilson da aynı hatta,

1 68

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

ama bütünüyle düşsel bir bilimsel başarıya ulaşmak için koşar. Dar­ win'in nesrinin sunduğu büyülenme, doğal dünyanın karmaşası, gü­ zelliği ve yüceliğinden gelir; Wilson'da bunların bir kısmının izleri vardır, fakat ondaki nihai büyülenme dinin bilinçli bir şekilde yerin­ den edilmesine dayanır. Darwin'in yasalarının artık "karman çor­ manlığın" değil, nihayetinde birleşik ve tutarlı bir dünyanın ifadesi olduğu evrensel bir dünya vizyonudur - gayet samimi ve tutkulu bir vizyon. Consilience, düzen coşkusuyla yol alan bir kitaptır. Öfke, inanç ve büyük düşünsel sıçrama ve genellemeler, Consi­ lience'ı benim gözümde şahane bir eser haline getiriyor. Wilson'dan önceki pek çok kişinin ütopik fantazileri yankılanır bu kitapta ve önerdiği son derece ihtiraslı dünya-tarihsel dönüşüm düşünüldü­ ğünde hayal etmesi zor bir güvenle sarmalanmıştır. Wilson'a ve ge­ rek sosyobiyolojideki gerekse biyolojik çeşitlilik lehindeki çalış­ malarına son derece saygı duysam da, onun hayalini biyolojikleşti­ rilmiş bir geleceğe dair açık, rasyonel ve inanılır bir taslaktan ziya­ de bir hayal olarak çok daha görkemli buluyorum. Kendisini sosyo­ biyoloji ve evrimci psikolojideki araştırmalar ve Dennett ile Pinker' ın argümanları için bir tür bulgusal araç olarak sunan bir hayaldir bu ve biyoloji ile kültür arasında -Dennett ve Pinker'ın eserlerinde olduğundan da çok- dolaysız bir bağlantı vaat eder. Bu tartışmaya son vermeden evvel, sosyobiyolojiye gayet anla­ şılabilir sebeplerden ötürü siyasi bir direnişin baş gösterdiğini göz önünde tutarak, �osyobiyoloj inin insanı biyoloj ikleştirme tarihine damgasını vurmuş gerici politikaların aynısını savunup savunmadı­ ğı sorusuna dönmek istiyorum. Cari Degler, geçmişte " insan davra­ nışında biyoloj ik bir etki " bulmanın bu konuda "neden hiçbir şey ya­ pılamayacağını açıklamak" anlamına geldiğine parmak basar. De­ mek ki, insanlığı biyolojikleştirme kullanımlarının tarihi düşünül­ düğünde, "zararlı amaçlar" hakkında endişeye kapılmamak zor ol­ muştur. Wilson'ın güçlü indirgemeciliği , biyolojik belirleyicilerin daha da keşfedilip kültürel meselelerde hesaba katıldıkça insani gelişme olanaklarının artacağına olan derin inancı, dünyanın mevcut halinin tamamen doğallaştırılmasını amaçlamıyordur elbette. Olsa olsa ge­ nişletilmiş bir Darwin'dir bu - ya da en azından bir tür Darwin'dir diyebiliriz. Kendi bağlılıkları -ki bunlar kısmen önceki eserine yö-

M O D E R N B İ R KU LLAN I M : SOSYO B İ YOLOJ İ

1 69

neltilen güçlü olumsuz eleştirilere karşı oluşmuştur- muhafazakar­ dır; yoksa Newt Gingrich'in teşekkür kısmında ne işi olurdu ki?* Wilson'ın siyasi naifliğinin bir başka işareti midir bu? Belki , ama bu bağlantının kesinlikle olumsal olduğunu da söylememiz gerek. Gelgelelim, Degler'ın da işaret ettiği üzere, tıpkı siyasete ve top­ lumsal eyleme el atan Darvinci fikirlerin neredeyse bütün yorumla­ rı gibi, sosyobiyolojinin de muhafazakardan ziyade ilerici olarak görülmüş olduğu pek fazla bilinmez. Claude Levi-Strauss'un 1 983 tarihli gözlemini alıntılayarak şöyle der Degler: "S iyasi sol, 'insanı doğayla bütünleştirmeye dönük yeni-Rousseaucu bir ilham'la sos­ yobiyolojiyi desteklemiştir" , öte yandan AB D' de "liberaller bu tür araştırmaları 'neredeyse yasaklamıştır' - ki Levi-Strauss buna epey hayıflanmıştır. " 1 9 Sosyobiyolojinin önemine Wilson'dan çok daha fazla itimat eden bir kitabın yazarı olan John Alcock, sosyobiyoloji­ nin gericilikle bağdaştırılmasını tamamen reddeder. "En azından kendi deneyimimde," der, "sosyobiyologlar kendilerini statükoyu sa­ vunmaya ve kitlelere zulmetmeye adamış siyasi Neandertaller de­ ğildir. "20 Alcock, sosyobiyolojiyi pratiğe dökenlerin, " siyasi terazi­ nin sol tarafına meyleden" akademik havuzdan çıktığına işaret eder (s. 2 1 8). Her halükarda, sosyobiyolojinin ya da onun herhangi bir versi­ yonunun bir süre daha var olacağı açıktır. Taraftarları insan davra­ nışının ince özelliklerine genetik ve doğal seçilime dayalı katı ve bire bir açıklamalar getiren aşırı indirgemelerde bulunmaktan sa­ kındığı müddetçe, sosyobiyoloji ırkçılık ve öjeniden başka şeyleri amaçlayabilecek bir proje olabilir aslında. Darvinci etki ve kulla­ nımların uzun tarihinde olduğu gibi burada da mesele biyolojikleş­ tirmenin üzücü tarihine teslim olmak değil, bilimsel betimlemeden ahlaki emre geçmenin yarattığı derin tehlikeleri ve (Darwin bizleri biyolojinin ahlakı belirlediği görüşüne doğru ne kadar itelerse itele* Newt Gingrich: 1 995-99 arasında ABD Temsilciler Senatosu'nun sözcülü­ ğünü yapmış, kamuoyunda cumhuriyetçiliğiyle tanınan tarih profesörü. -ç.n. 1 9. Cari Degler, in Search of Human Nature: The Decline and Revival of Hu­ man Nature in American Social Thought, New York: Oxford University Press, 1 99 1 , s. 3 1 8-9. 20. John Alcock, The Triumph of Sociobiology, New York: Oxford University Press, 200 1 , s. 2 1 8 .

1 70

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

sin) biyolojinin kültürel güçleri ehlileştiremeyeceğini yeniden fark etmektir. "Serbest oyun" insan hayatının bir koşuludur hala. Geri dönüp bu bölüme göz gezdirdiğimizde, Wilson'a getirdiğim eleştirinin kısmen onun projesinin bazı parçaları ile benimki arasın­ daki benzerliğin bir yansıması olduğu açık hale gelmiş olmalıdır. Bir başka deyişle, Wilson'ın doğal olanı romantikleştirmesi, (argü­ manlarının verdiği hisse karşıt olarak) nesrinin doğal olanın indirge­ nebilir olmasına rağmen büyüyle dolu olduğunu hissettirmesi , Dar­ win'in yazılarında bulduğum şeylerle birçok açıdan benzerdir. Wil­ son'ın tutkulu sekülarizmi beni çekiyor, tıpkı (tam olarak farkında olmadan taklit ettiği) Darwin ve diğer büyük Viktoryen yazarların sekülarizmi gibi. Onda beni en çok rahatsız eden şey, indirgemecili­ ğini düşünsel bir emperyalizme dönüştürmesi ve bilim tarihi yazar­ ken bile konusunu garip bir şekilde tarihsel olarak ele almamasıdır. Görmüş olduğumuz gibi , Darwin'in indirgemeci argümanları çoğu zaman öjeniyi, Sosyal Darvinizmi ve pek çoğumuzun onaylamaya­ cağı şeyleri savunmak için kullanılmıştır. B undan böyle dikkatimi doğrudan doğruya Darwin'e ve onun yazılarına yöneltip, bu ilk bölümlerde yüzleşmenin gerekli olduğu­ nu hissettiğim tartı şmalı ve siyasi açıdan da çoğu zaman korkutucu olabilen argümanları arkamda bırakacağım. Ama Darwin'in gerek yazılarına gerekse hayatının fevkalade yaratıcı ve etik açıdan önem­ li yönlerine odaklanırken, okurların Darwin'in şimdiye kadar ortaya koyduğumuz gibi çeşitli şekillerde yorumlanabildiğini akıllarında tutmalarında son derece fayda var. Wilson'ın hatalarına ve naifliği­ ne ya da dünyanın ne kadar güzel görünebileceğine dair tuzu kuru bir duygusallığa düşmek sanıldığından daha kolaydır. Darwin'in eserinde bulduğum "büyülenme" , umuyorum ki daha sağlam ve da­ ha bilinçli bir büyülenmedir. Darwin'in indirgemeciliği Oylan Thomas'ın şu meşhur mısrası­ na götürebilirdi onu : "Taze dalından geçerek çiçeğe yön veren güç benim taze çağıma da yön veriyor. " Bu mısra, hayatın doğasına da­ ir olağanüstü ve dokunaklı bir tahayyül olarak da okunabilir, doğa­ nın tam anlamıyla indirgemeci bir şekilde anlaşılması olarak da. Darwin'de bunların her ikisini de buluruz. Defterlerinde şöyle yaz­ mıştı Darwin: "İnsanlar, düşünen İnsan'ın nasıl da hayret verici bir şekilde ortaya çıktığından bahsediyor çoğu zaman - halbuki böcek-

M O D E R N B İ R KULLAN I M : S O SYO B İYOLOJ İ

171

lerin başka duyularla birlikte ortaya çıkması çok daha hayret verici­ dir ve onların zihni çok daha farklıdır" (Notebooks, s. 222) . İnsanın uzun bir süreç sonucunda daha aşağı hayvanlardan evrilmiş oldu­ ğunu fark etmenin yüceltici olduğuna inanıyor ve böyle bir "türe­ yiş"ten hiç korkmuyordu. Darwin'i okuduğumuzda, en azından bir tür indirgemeciliğin Romantik bir doğa görüşü ve derin bir hayret hissiyle bağdaştığını görmek gerekir. Wilson bu romansın bir kıs­ mını paylaşır paylaşmasına, ama her şeyi bilimsel yasanın düzeni­ ne indirgemek için yapar bunu . Emelleri ne olursa olsun, yöntemi ne kadar " indirgemeci" olursa olsun, doğayla kurduğu ilişkiyle ha­ yatı bir kez daha büyüyle dolduran Darwin, Eiseley'nin bahsettiği Romantik Darwin önümüzde durmaktadır hala.

5 Darwin ve ACI B i l i m S h a kes pea re ' i Neden M i d e B u l a n d ı rı c ı Kı l m ı şt ı ?

Bu kitabın ilk yarısında Darwin'in eserinin dünyayı yeniden büyüy­ le doldurma gücünden ziyade büyüleyici olmayan yönlerine odak­ landım. Olumlu bir argüman öne sürebilmek için, fikirlerinin cesa­ ret kırıcı potansiyeliyle yüzleşmek ve bu potansiyeli küçümseme­ mek gerekiyordu. Buna ilaveten, Darwin'in fikirlerinin gayet makul bir şekilde " Sosyal Darvinizm" diye adlandırılabilecek çeşitli teori­ leri desteklemek üzere kullanılmış olan yönlerini uzun uzadıya ele aldım. Şimdi ise Darwin'le farkl ı ilişkiler kurma, yani büyüleyici Darwin'e dönme zamanı ve bunun için onun yazıları ile hayatına bakmak istiyorum (gerçi hayatını büyük ölçüde yazıları sayesinde biliyoruz) . 7 . Bölüm'de ise, onun yazılarının yeniden büyülenmeyi sağlayan özelliklerini en kapsamlı şekilde kullanmaya çalışacağım. Öne sürülecek iddialar için biyografik bir anlatı kurmak nazik bir iştir. Başta söylediğim gibi, Darwin'den bir azizmiş gibi bahset­ me eğilimini eleştiren son zamanların bilim tarihçilerine tamamen katılıyorum. Dünya-tarihsel önemi olan bir şahsiyete göre Darwin alışılmadık ölçüde ince bir adamdı, fakat kusursuz da değildi . J anet Browne, Darwin'in neredeyse herkesle kurduğu ilişkiye damgasını vuran kibar ve samimi tavırlarının altında yatan "çelik" iradeyi tas­ vir eder. B aşka pek çok özelliğinin yanı sıra, "en çok şey borçlu olduğu kişilerle bağlarını koparmada acımasız olabildiğine" işaret eder (Power of Place, s . 4 1 8). Bu bölümde biyografik öğelere dö­ nüp teorisinin nasıl geliştiğine ve yaşadığı büyük bir krizi nasıl ida-

DARW I N VE A C I

1 73

re ettiğine bakmak istiyorum. Ama bunun sebebi Darwin' i sev­ memden ziyade (gerçi onu seviyorum elbette) , bunların tam anla­ mıyla doğalcı bir vizyon ile değerle dolu ve heyecan verici bir dün­ ya anlayışının birbiriyle bağdaşabileceğini gösteren örnekler oldu­ ğunu düşünmem. Darwin'in hayatını bir azizin hayatı gibi değil, "tanrıcı olmayan bir büyülenme" imkanının bir kanıtı olarak düşün­ mek istiyorum. Onun dünyayla ilgilenme tarzı, yalnızca aşkınsal bir teselli olmaksızın yaşayabilmenin değil, aynı zamanda "salt" doğal olanda olumlu bir değer bulup onu sevme imkanının bir örneği ola­ rak görülebilir. Dahası, benim genel argümanım açısından, önemli bilimsel keşiflerin kültüre bağlı bir bilinçten doğabildiğine ve hatta bilimcinin (ya da bir sanatçının, herhangi bir düşünürün) hayatının yerel ve tikel olumsallıkları sayesinde ortaya çıkabildiğine dair bir örnek sunmak önemli olacak. Darwin bir aziz filan değildi. Viktor­ ya döneminde yaşamış bir beyefendiydi. Ve o haliyle, Batı kültürü tarihindeki en önemli fikirlerden birini üretebilmişti. Dürüstçe kabul etmem gerekir ki, bütünüyle doğalcı düşünürle­ rin son derece vicdani bir şekilde davranıp dünyaya neredeyse din­ sel bir saygı besleyebileceğini onaylamaktan mutluluk duyan pek çok on dokuzuncu yüzyıl entelektüeli, argümanımın stratejisini ken­ di zamanlarında sezmişti. Arthur Balfour, bilimin etik ve din alan­ larındaki otoritesine güçlü ve sonradan popülerlik kazanmış bir eleştiri yönelttiği The Foundations of Beliefte (İnancın Temelleri), "büyülenme"nin (gerçi kendisi bu sözcüğü kullanmaz) etik önemi­ ne dair ilk iddialardan birini ortaya atar. İki önermede bulunur: ( 1 ) insanların nasıl olduğu düşünülürse, ahlaki bir kaide, ona riayet et­ mesi istenen kişilerde hürmet duygusu uyandırmıyorsa uygulamada asla etkili olamaz; ve (2) herhangi bir kaidenin bu ya da başka bir yüce duygu uyandırma kapasitesi, uygulamada, o kaideyi benimseyenlerin onun çıktı­ ğını zannettiği kökenden bütünüyle bağımsız olamaz. 1

Balfour'un form üll e şt irmesin dek i "köken" sorununun arkasında Dar­ win'in dünyaya ilişkin tahayyülünün yattığı açıktır. Balfour'un The Foundations of Beliefi yazmasının esas sebebi, ahlakın Darwin ve dünyanın tamamıyla doğalcı bir şekilde anlaşılması gerektiğini sa1 . Arthur Balfour, The Foundations of Belief ( 1 894 ) , New York: Longman s , Green, and Co. , 1 895, s. 1 5 .

1 74

DARWI N S İ Z İ SEViYOR

vunan bilimcilerce ortaya konulan kökenlerden daha fazlasını ge­ rektirdiğini kanıtlamaktı. Ona göre insanın, "hatta eğitimli insan­ lar"ın, duygularının "sadece karmaşık düzenler; birçoğu iğrenç olan ve seçilim ile eleme tarafından biçimlendirilen mekanizmalar" dan ibaret olduğuna ilişkin Darvinci bilgi yüzünden, "etkilenmeye en açık oldukları yıllarda edindikleri incinmiş hisleri muhafaza etme­ si" mümkündür; fakat "uzun vadede bu 'hisler' imha edilecek ve etik his ile doğalcı teori arasındaki çelişki kafa karıştırmaya devam ede­ cektir" (s. 1 8-9). Bu argüman Weber'inkiyle uyumludur: Dünyaya huşuyla bakılmıyorsa, dünya büyüden yoksun ya da pek yakında öyle olacak demektir. Dolayısıyla, ben ne kadar Darwin'in kendi ha­ yatı boyunca bu "incinmiş hisleri" muhafaza edebilmiş olduğunu ileri sürsem de, Balfour'un izahına göre bu, "tanrıcı olmayan bir bü­ yülenme" imkanına dair gerçek bir argüman değildir. Keza W. H . Mallock, Viktorya dönemindeki doğalcıların (Mal­ lock onların hepsini "pozitivist" diye adlandırır) tipik savını, yani doğalcıların çoğu zaman güçlü bir vicdanları olan iyi insanlar oldu­ ğu argümanını gayet doğrudan ele alır. "Vicdanları vardır - analiz edilmiş ama imha edilmemiş olan, kendilerine uyguladıkları doğa­ üstü bir ahlaki yargı." Mallock, doğalcıların vicdanın "batıl itikat temeli " yerine "olgu " temeli üzerinde kurulu olduğunu iddia ettik­ lerini söyler (s. 1 45). 2 Mallock, tıpkı kendisinden sonraki Balfour gibi , vicdanın hiç eksilmeden varl'ı ğını sürdürebileceğini kabul eder, "ama tek başına bunun meseleyle ilgisi yoktur" . Ardından son dere­ ce çarpıcı ve nükteli bir örnek sunar:

2. Hem Mallock hem de Balfour biyografik argümanı biraz değişik şekillerle de olsa reddeder. Aralarındaki farklar ne olursa olsun, her ikisi de ateistlerin kişi­ sel iyiliklerinin temelinin (ki hiçbiri bunu inkar etmez), farkında olmasalar da, doğalcı görüşlerinden ziyade din olduğunda hemfikirdir. Mallock, ateistlerin ah­ laklarını dinsel geleneklerden ödünç aldıkları sürece iyi olabileceklerine inanır. B ir bakıma, bilimin büyü bozucu etkilerine dair güçlü bir iddiada bulunmuş ve aslında tam anlamıyla doğal bir dünyada anlamın ya da değerin olamayacağını öne sürmüş olur. Balfour'un bu konudaki görüşlerini Mallock'unkiyle karşılaştı­ ralım. Pek çok doğalcı düşünür ahlaki olarak örnek insanlardır aslında, fakat "ma­ nevi hayatları asalak gibidir; kendilerine değil, hiç iştirak etmedikleri topluma ait olan kanaatler korur hayatlarını. Ve bu kanaatler parçalanıp o süreçler sona erdi­ ğinde, sürmüş oldukları yabancı hayatın geride belirgin bir iz bırakması pek bek­ lenemez" (s. 83).

DARWI N VE AC I

1 75

Bir hizmetçi, defne ağaçlarına uluyan bir hayaletin musallat olduğunu sanarak sevgilisiyle bahçede buluşmaktan cayabilir; ama kendisini telaşa düşüren seslerin ıstırap çeken bir ruha değil de aşk peşindeki bir kediye ait olduğunu fark ettiği zaman alelacele sevgilisine koşacaktır. İşte vicdanın durumu tam da buna benzer. (s. 1 9)

Vicdanın telkinlerine göre hareket etmeye devam eden, ya da aşağı­ da göstereceğim gibi, dünya büyüyle dolu bir yermiş gibi yaşayan biri, doğalcı vizyonun etik bir vizyonla uyuşabileceğine dair bir ka­ nıt değildir o halde. Gerek B alfour gerekse Mallock'a göre, doğal dünyanın dinin "büyülü" dünyalarının uyandırdığı yoğunlukta bir "huşu" uyandıra­ bileceği fikri tasavvur dahi edilemez. Bu olanağı reddeden Balfour, o yüce "yıldızlı gökler" in, "doğalcı hipotez açısından " , "kınkanatlı böceğin sırtındaki koruyucu kabartılar"a benzeyeceğini ileri sürer (s. 1 8) . Darvinci perspektiften bakıldığında bu kesinlikle doğrudur. Ve bu kitabın amaçlarından biri de okurların "kınkanatlı böceklerin sırtındaki koruyucu kabartılar" da bulunan yüceliği fark etmelerine, onu tıpkı Darwin gibi fark edip hissetmelerine yardımcı olmaktır. Burada bir insan olarak Darwin'den (daha doğrusu, hayatının kimi yönlerinden) yola çıkmak istiyorum. Çünkü bunun böyle bir sekü­ larizm, yani kınkanatlı böceğin, solucanın, karıncanın, mide astarı­ nı kemiren asalağın, yarasanın, otların ve güçlü tohumlar yayan kuş dışkılarının hürmeti hak ettiği bir sekülarizm argümanı için hayati bir önemi olduğunu düşünüyorum. Bunların hepsi böyle bir hürmet uyandırabilir. Tabii onlara bakarsanız. Teorileri çeşitli ideoloj ik amaçlar uğrunda kullanılan Darwin, genelde büyü bozan Darwin'dir. Onun "tehlikeli fikri "nin kaçınıl­ maz olduğundan ötürü tehdit edici ve cesaret kıncı olduğu düşünül­ müştür: Doğal seçilimin pervasız, algoritmik süreçleri hepimizin etrafında, dünyanın her tarafında devam eder ve bizi, düşmanları­ mızı ve bütün o organik dünyayı yaratır. Fakat bu süreçlerin yay­ gınlığı ve karmaşıklığında bir yücelik niteliği, açıklanabilir gibi gö­ rünen maddi doğayı neredeyse kelimelerle anlatılamaz bir zengin­ lik ve güzellikle dolduran bir "ihtişam" da vardır. Darvinci büyüsüzleşmenin alternatifi ise onun teorisi ve vizyo­ nundan kaçmak değil, onun algıları ile dilinin ifade edebileceği se­ ktiler bir büyülenmeyi daha kapsamlı ve daha ayrıntılı şekilde keş-

1 76

DARWI N S İ Z İ SEViYOR

fetmektir. Darwin tarafından manevi bir anlam ve tasarımdan kesin olarak arındırılmış gibi görünen dünyaya yeniden bağlanmaya doğ­ ru atılacak ilk adım, Darwin'in gerek eserlerinde gerekse hayatında şeylere l)e kadar değer verdiğini ve maddi dünyayla nasıl derin ve duygusal bir bağlantı kurduğunu fark etmektir. Darwin'e göre, ömrü­ nü incelemeye vakfettiği organik dünya, asalak ve yıkıcı bir hal aldı­ ğında bile karşı konulmaz ölçüde göz alıcı ve güzeldi; eşi Emma' nın geleneksel dinde bulmaya devam ettiği manevi dayanağı sağlıyordu ona. Bu dünya Darwin'i büyülüyordu. Darwin'in dünyası, tıpkı yü­ celiğin kendisi gibi, insanı hem büyüler hem de tehdit eder. Darwin'in hayatı ve eserlerinde, teoriyi üretmiş gibi görünen sa­ fi düşünsel faaliyet kadar merkezi bir önem taşıyan büyülenme du­ rumuna bakmak için, doğal seçilim savaşlarından ve doğal seçilimi kendine isnat etmiş olan ideolojilerden uzaklaşmak istiyorum. B u her ne kadar Darwin'in sürekli keşfetmekte olduğu doğanın hep bir veçhesi olduğunu bildiği dehşetli şeylerden bazılarıyla yüzleşmeyi gerektirmeye devam edecekse de, hissettiği kayıpların gerçekten hissedildiğini, Darwin'in hiç de duygusuz olmadığını, bilakis za­ man zaman ürpertici bir tarafsızlıkla gözlerimizin önüne serdiği dünyaya (ihtiyatla olsa bile) tutkulu bir şekilde yaklaştığını fark et­ memizi de sağlayacaktır. Darwin'de akıl ve duygu et ve tırnak gibidir. Darwin'in yazıları dünyayı duygu ve akla ayırmak yerine (ki büyüsüzleşmenin koşu­ ludur bu), tıpkı hayatında olduğu gibi, eserlerine dair modem yo­ rumların büyü bozucu haşinliğinden uzak bir düşünüş ve hissediş tarzını yansıtır. Darwin Beagle yolculuğunun başlarında, Brezilya' da "doğayla bütünleşeceği uzun bir yürüyüşe" çıktığında bir aydın­ lanma yaşamış gibidir: "Doğayla kucaklaşmanın görevimi yerine getirmek olduğunun, bu görevi ihmal edersem bana bunca sene bo­ yunca keyif veren şeyi de ihmal etmiş olacağımın farkında olmak­ benim için yeni ve hoş bir şey. "3 Darwin'i okumak, bütün hayatını post-Darvinci bir perspektifle geçiren, (köktenciler ve "akıllı tasarım " taraftarlarınca hala redde3 . Charles Darwin, Diary of the Voyage of the H. M. S. Beagle, Nora Barlow (haz.), The Works of Charles Darwin içinde , Paul H. Barrett ve R. B . Freeman (haz.), Londra: William Pickering, 1 986, s. 42.

DARWI N VE AC I

1 77

dilse de) evrimi neredeyse olağan bir fikir olarak gören biz modern­ ler için bile dünyaya bakma tarzını değiştirir. Evrim bir fikirdir, ama ıssız olduğu bir yerde doğayı (ya da şehir içindeki doğal ortam­ ları) yeterince gözlemleyecek olursanız, çevreye nasıl da karmaşık, ince, birbirine bağımlı ve çoğu zaman güzel bir şekilde uyum sağ­ lanıldığını, değişimlerin nasıl da açıkça belirgin cinslerden çok kü­ çük bireysel farklılıklara kadar uzandığını giderek daha da net gö­ rürsünüz. Kuş gözlemeye yeni başlayanlar, farklılaşmış bir tür ol­ duğunu düşündükleri bir kuşun sonraki kuş kılavuzunda birdenbire salt bir varyanta dönüştüğünü göı dükleri zaman çok şaşırırlar. Ki bunun aynısı benim başıma da gelmişti. Serçegiller ailesinden se­ vimli kış kuşları olan, B arudi Junko ile Oregon Junkosu, Karagöz­ lü Junko diye tanımlanan türün altında bir anda gözden kaybolmuş­ tu mesela. Bunlar küçük şeyler gibi görünebilir, fakat Darwin'in asıl meselesi türleşmedir ve doğanın karmaşıklıklarını hep konu etmiş­ tir. Zengin bir gri ve beyazın dışında herhangi bir rengi olmayan B arudi J unko, içinde yaşadığı alanın sınırında, tüylerinde açık ve koyu kahverengi renkler olan Oregon J unkosu ile çiftleşir. Darwin' in nesrinin bizi yapmaya sürekli davet ettiği gibi, böyle çok ufak ay­ rıntılara dikkat etmek, neredeyse mucizevi bir şekilde farklı ve de­ ğişen bir dünyayı gözler önüne serer. Biliyoruz ki bu tür ince fark­ lılıklar doğal-teolojik argümanlarca "tasarım"ın kanıtlarına dönüş­ türülür çoğu zaman, fakat Darwin'in açıklamaları tasarımın hiç de "maksatlı" olmak zorunda olmadığını ve bunun yüce incelik ve kar­ maşıklıkları hiç de azaltmadığını gösterir. Başka türlü bir mucizedir söz konusu olan: İnsanın aklını başından alan böyle renkler, biçim­ ler ve yapılar doğal süreçler sonucunda ortaya çıkmaktadır. Darwin'in otobiyografisinde çarpıcı , tipik ve fevkalade naif bir kısım vardır: "White'ın Selborne'unu okuyarak, kuşların alışkanlık­ larını seyretmekten ve hatta konu hakkında not tutmaktan hayli ke­ yif aldım . Gayet saf bir şekilde, neden bütün beyefendiler kuş bilim­ ci olmuyor diye merak ettiğimi hatırlıyorum" (A utobiography, s. 45) . Darwin, daha sonra yapışıkçaların, solucanların ve asmaların alışkanlıklarını izleyeceği gibi, "kuşların alışkanlıkları "nı izlemiş 4. Bkz. Donald Fleming, "Charles Darwin, the Anaesthetic Man", Victorian Studies 4 ( 1 96 1 ) : s. 2 1 9-36.

1 78

DARWI N S İ Z İ S EVİYOR

ve bu varlıkların başkalarının ilgisini neden çok çekmediğini, onla­ rı kendilerine niye hayran bırakmadığını da merak etmişti. Kuşbi­ limci olma, kuş gözlemlemenin verdiği keyfi bir bilime tercüme et­ me arzusu, Darwin'in doğa hakkındaki duyguları ile ona dair keşfe­ debileceği her şeyi keşfetme kararlılığı arasındaki sürekliliği belli eder. Darwin'in zamanındaki siyasal iktisatçılarca hep çile veren bir şey olarak tasavvur edilen emek ile keyifli uğraş arasındaki gele­ neksel ayrım Darwin'in çalışmasında ve dünya vizyonunda ortadan kalkar. Darwin'in hayatının son yıllarında yazdığı bu yorumda kendini gösteren naif heves, otobiyografisindeki başka ve daha üzücü bir alıntıyla ilişkilidir. Meşhurdur, Darwin bu kitabın ve hayatının son­ larına doğru sanatı ya da şiiri artık hissedemiyor oluşunu acıyla dile getirir: ''Birçok yıldan beri bir şiir mısrası okumaya bile katlanamı­ yorum : Son zamanlarda Shakespeare'i okumaya çalıştım ve onu o kadar tahammül edilmez derecede sıkıcı buldum ki midem bulandı" (s. 1 38). Darwin, teorisinin ürettiği büyüsüzleşme baskısını kendi üzerinde hissetmiştir sanki . Fakat aslında, Darwin'in bu his kaybın­ dan duyduğu üzüntüyü ifade etmesi, onu artık tiksindiren şiire dair derin bir duyguyu (şiirin bir zamanlar kendisine verdiği keyfi kuv­ vetle hatırladığını) ima eder: Okurlar genelde buradaki his kaybının altını çizmiştir; ama bu kaybın, şiiri bir zamanlar çok önemseyen ve hissedememe sorununa içgüdüsel olarak, düşünsel bir yansızlıktan ziyade "mide bulandıracak" kadar yoğun bir tiksintiyle tepki veren bir insan tarafından ifade edildiğini de vurgulamak gerekir. Buradaki sorun sadece kişisel değildir: Daha genel ve kültürün her köşesine yayılan bir büyüsüzleşme sorununu ortaya çıkarır yine. Darwin'in hayatına, keşiflerine verdiği kişisel karşılıklara dönmeme sebep olan da bu sorundur. Dünyayı tamamıyla doğalcı bir şekilde kavramak, ilahi ya da başka herhangi bir varlığın dünyayı gözetle­ mediğini, burada sadece insan ruhunun olduğunu düşünmek, dün­ yanın değerden yoksun, büyüleme gücünden mahrum edilmiş oldu­ ğu anlamına mı gelir? Mallock ve Balfour'un huşunun önemi lehin­ de ileri sürdükleri argümanda ima ettikleri gibi, etik bağlılık nihaye­ tinde büyülenmenin bir koşuluysa, sektiler bir büyülenme imkanı Bennett, Connolly ve benim gibi sekülarizm yanlıları için elzem ha­ le geliyor demektir.

DARWI N VE AC I

1 79

Pek çok eleştirmen, özellikle de pek çok edebiyat eleştirmeni, Darwin'in hayatının sonlarında yaşadığı duyuyitimi üzerine kafa yormuştur.4 Yüksek sanattan uzaklaşmış olması, hayatı ve çalışma­ sının diğer pek çok yönüyle alakalı gibi görünüyordu. Gelgelelim bu kitap boyunca öne sürdüğüm gibi, Darwin'in mekanikleştirilmiş, duyarsız, acımasız bir rekabet formülüne indirgenebilir bir dünya tasarladığı fikri üzerinde düşünmek lazım. Darwin, doğaya (kuşları amatörce gözleyenler gibi olsa bile) yakından bakmaya meraklı in­ sanlar için nasıl yepyeni bir dünyayı gözler önüne serebiliyorsa, üzerinde çalıştığı malzemeleri düşünme ve hissetme tarzı da, doğa­ ya ve insan olmaya ilişkin daha insancıl ve daha az mekanik bir an­ layış geliştirilmesini sağlayabilir. Dolayısıyla burada, Darwin'in hayatındaki iki aşamaya bakarak, bu his kaybının sebebinin ne ol­ duğunu anlamak ve dünyayı yorumlayış tarzının, her ne kadar katı ve zor bir yapısı olsa da, doğa ve insanlarla kurulan insani ve şef­ katli bir ilişkiden türediğini, böyle bir ilişkiye işaret ettiğini göster­ mek istiyorum. Hayatının eli kötü anı -sevgili kızı Annie'nin ölü­ mü- o şiirsel perişanlığının önemli bir kaynağıydı hiç kuşkusuz. Ama bu tepkiyi tam olarak anlamak için, hayatının meşhur dönem­ lerinden birini , yani Beagle gemisiyle doğal dünyayı gezmek üzere hevesle (ve zihninde şairlerle) çıktığı yolculuğu göz önünde bulun­ durmak gerekir. 1

Darwin hakkındaki en büyük kültürel sorunlardan biri besbelli ki dinle ve gerek Darwin'in gerekse içinde yaşadığı kültürün, evrim teorisindeki genel argümanların dünyayı görünüşte anlamdan arın­ dırmasını ne gibi yollarla telafi etmeye çalıştığıyla ilgilidir. Doğal seçilimle, çevre ile kalıtımın birbirine tesadüfen uygun düşmesiyle yönetilen dünya, anlamın ve tesellinin yok olduğu bir dünya gibi görünür. Stokastik bir sistem, önceden kestirilemeyen şansa bağlı değişikliklerden sonraki gelişmeler ne kadar düzenli ve hatta for­ mülleştirilebilir olsa da, ancak asgari bir teselli sağlar.5 Geriye çok 5 . Stokastik süreçler ve bunların doğayı yeni şekillerde düşünme ve ona fark­ lı şekillerde bağlanmaya dair sunduğu imkanlar hakkında tatminkar bir tartışma

1 80

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

az manevi destek kalınca, Shakespeare'in büyük bir yardım sağla­ ması beklenirdi, değil mi? Kuşları, Darwin'in araştırmak, sevmek ve kutsallığından arın­ dırmak için ömrünü harcadığı doğa ve Shakespeare'i de hayatının sonlarında elinden bıraktığı edebiyat olarak düşünürsek, bilim ile şiir arasında hala devam eden B atılı gerilimin bir başka tezahürünü görebiliriz. B öyle bir ayrımın var olduğunu hesaba kattığımızda, Darwin'in on dokuzuncu yüzyılın sonlarında dünyayı acımasız bir şekilde ve kahramanca anlamından arındırmaya girişen ve rasyonel olarak elde edilmiş bir hakikat uğruna bütün düşünen insanların en kötü şeylere -hiçbir teselli sunmayan ve insanların isteklerine ta­ mamen kayıtsız kalan bir dünyaya- iyice bakmasını talep eden duy­ gusuz harekete katıldığı zannedilebilir. Robert Richards'ın yaptığı gibi , Darwin'in nihayetinde doğal dünyanın ilerlediğini düşündüğü­ nü iddia etmek akla yatsa da, bu iddia Türlerin Kökeni'ne dair ha­ kim anlayış olmamıştır; 6 kaldı ki Darwin'in kendisi, gitgide daha iyiye doğru ilerleyen şeylerin genel akışının derin kişisel kayıpların acısını hafifletebileceğini asla düşünemezdi . Kendisine en acı ve­ ren durumlarda, en kötü şeylere iyice bakmıştı, ama belirtmiş oldu­ ğum gibi, kendisini tamamıyla maddi doğanın yasalarıyla yönetilen için, bkz. Gregory Bateson, Mind and Nature : A Necessary Unity, New York: E. P. Dutton, 1 979. 6. Birçok yorumcunun belirttiği gibi, Darwin bu konu üzerinde bütünüyle tu­ tarlı değildir. Türlerin Kökeni nde evrimsel değişimin yeni çevresel koşullara ce­ vap verdiğine ve bu değişimlerin daima ilerleme doğrultusunda olması için hiçbir neden olmadığına işaret etmek için genelde dikkatli davranır. "Kusursuzluk" , pek çok modem yorumcunun Darwin'in konumunu anladığı kadarıyla, yalnızca belir­ li bir çevresel bağlam içindeki kusursuzluktur; bağlamda vuku bulan herhangi bir değişim, kusursuz organ.izmayı kırılgan ve kusurlu hale getirir. Darwin, insanla­ rın gelişimini ele aldığı insanın Türeyiş i nde, en aşağıdan en üste doğru bir ilerle­ me olduğunu ve bu ilerlemenin, gerek etik gerekse estetik bir kavrayışı olan uy­ gar insanlarda doruk noktasına çıktığını ima eder. Richards, The Romantic Con­ ception ofLife adlı kitabında, Darwin'in ilerlemeyi savunduğuna dair güçlü bir id­ dia ortaya atıp, en azından ilk aşamalardaki çalışmalarının ilerlemeci bir düşünü­ şü yansıttığını kanıtlamaya çalışır. Nora Barlow'un elden geçirdiği biyografide, Darwin'in bu konudaki müphemliğini bir kez daha belli eden şaşırtıcı bir cümle vardır: " İ nsanın çok ileride şimdikinden çok daha kusursuz bir varlık haline gele­ ceğine inansam da, onun ve hissetme yeteneği olan diğer bütün varlıkların, bun­ ca zaman boyunca devam eden yavaş ilerlemeden sonra büsbütün yok olmaya mahkum olması katlanılmaz bir düşünce" (s. 92). '

,

'

DARWI N VE AC I

1 81

bir dünya tahayyül etmeye götüren çalışmasından keyif almıştı. B ir doğa alimi olarak yaptığı çalışmalardan içgüdüsel bir keyif alıyordu Darwin. Dünya onu tam anlamıyla kendine hayran bırakı­ yordu. Ve dinin sunabileceği biçimlerin hiçbirini kabul etmeden dünyaya olan hayranlığını ve ondan duyduğu mutluluğu sürdürebi­ liyordu. Darwin İnsanın Türeyişi'nin sonunda teori sinin dinsel ima­ ları hakkındaki argümanını sunarken ("Varolma Mücadelesi "nin so­ nuç kısmında büyük ihtimalle olduğu gibi) samimiyetten uzak de­ ğildir: Bu eserde varılan sonuçların, bazıları tarafından dine son derece aykı­ rı olmakla itham edileceğinin farkındayım; ama bu sonuçlan ihtam edecek kişi, bireyin doğumunu sıradan üreme yasalarıyla açıklamakla karşılaştırıl­ dığında, insanın kökenini aşağı bir biçimden değişim ve doğal seçilim ya­ saları sayesinde türeyen farklı bir tür olarak açıklamanın dine neden daha aykırı düştüğünü açıklamak zorundadır. Gerek türün gerekse bireyin doğu­ mu, büyük bir tesadüfün eseri olduğunu kabul etmeyi reddetiğimiz o muh­ teşem olaylar dizisinin eşit ölçüde parçasıdır. Yapıdaki küçük değişimlerin �şlerin evlenerek birleşmesi, her dölün yayı lması ve benzeri olayların­ hepsinin özel bir amaç uğruna mukadder kılındığına ister inanalım ister inanmayalım, insan aklı böyle bir sonuca isyan eder. (2: 396)

Maksat ya da tasarıma dair bir iddia ortaya atmasa da, Darwin'in "tesadüf' eseri olduğuna inanamadığı şey bu "muhteşem dizi "dir. Ama saçma ve -kızının ölümü sonucunda hissedeceği gibi- gerçek­ ten ahlaksız bulduğu şey, hayatın (ve ölümün) bütün o küçük ayrın­ tılarının öyle ya da böyle "özel bir amaç uğruna mukadder kılındı­ ğı" fikridir, zira dünya kendini anbean, günbegün silkelemektedir. 7 7 . Darwin, The Variation ofAnimals and Plants under Domestication'ın son­ larına doğru, teori kabul edilmeden önce evrimsel ilerlemenin tüm ayrıntılarının tam olarak açıklanması gerektiği fikrine karşı güçlü bir iddiayı ayrıntılarıyla orta­ ya koyar. Rasgele seçilen taşlardan inşa edilen bir bina benzetmesini kullanır ve inşaatçının farklı şekillerdeki taşları farklı amaçlar için dikkatlice seçmesinden yola çıkarak şöyle bir iddiada bulunur: "İnşaat sanatından tamamen bihaber olan bir vahşiye, bu binanın taş üstüne taş konarak nasıl yükseltildiği, neden kemerler için kama biçimli, çatı kısmı içinse düz taşların kullanılmış olduğu anlatılsaydı, her bir parçanın şeklinin tam nedeni belirtilmediğinden ötürü kendisine hiçbir şe­ yin açıklanmadığını söylemesi mantıksız olurdu. Ama bu durum, bütün varlıkla­ rın yapısındaki bütün bireysel farklılıkların nedenini bilmediğimizden ötürü seçi­ limin hiçbir şey açıklamadığı yolundaki itiraza benzer" (2:4 14). Darwin, (uzun, ayrıntılı bir tarihsel araştırmayla her bir kayanın şeklini nasıl aldığı açıklanabilir

1 82

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

On yaşındaki o küçük kızının ölümünün maksatlı, her şeyi bilen bir Ta�n'nın eseri olduğunu düşünmek ne kadar da korkunçtur. B ize miras kalan katı Darwin, gerek evinde gerekse iş başında yumuşak, belki de çok yumuşak bir adamdı. Ve onun eseri hakkın­ daki hakim görüşler, tasvir ettiği hayatı kötü, kaba ve kısa bulduk­ ları ve insanı manevi açıdan yücelten iman ile manevi açıdan boş bir tanrısızlık arasında keskin bir ayrımın kurulmasına sebep olduk­ ları ölçüde bana yanlış görünüyorlar. Darwin'e göre bilim-edebiyat ayrımı işe yaramaz; bu bölümün başlığında belki fazla kışkırtıcı bir şekilde ima edilmiş olabileceği gibi, ayn ve birbirine karşıt şeyler değildir bunlar. Darwin'in Shakespeare okurken hissettiği bulantı onu mahcup ediyordu aslında, zira bu başarısızlığın Shakespeare'in değil kendisinin olduğundan emindi . Darwin'in bilimsel destanının ilk yıllarını belirleyen şey şiirdi. Şiir, onun tahayyülü ile bilimsel vizyonunun şekillenmesine apaçık katkıda bulunmuştu. Gillian Beer Darwin 's Plots (Darwin'in Entri­ kaları) ve daha yakın zamanlarda ise Robert Richards The Roman­ tic Conception of Life (Hayatın Romantik Tasavvuru) adlı kitapla­ rında, Kayıp Cennet'in onun teorilerini etkilemiş olabileceği hak­ kında uzun uzadıya yazdılar. Şiir Beagle'da yol arkadaşlığı ediyor­ du ona ve bir yazar olarak elde ettiği ilk büyük başarı ancak kısmen "bilimsel " sayılabilirdi. The Voyage of the Beagle (Beagle Yolculu­ ğu) gayet insani, heyecan verici, müthiş bir dille yazılmış, Roman­ tik bir hassasiyetin her satırına işlediği bir seyahat kitabı olarak dik­ kat çekmişti. Edebiyat ve sanat Darwin'e göre insan uygarlığının gelişiminin kayda değer göstergeleriydi . B undan dolayı, çağdaşla­ rının Batı kültürünü doğal ve insani gelişimin zirvesi olarak görme eğilimine katılıyordu . Darwin'in mektuplarını okuyup onun hakkında yazılmış bir sü­ rü biyografi ve biyografik anlatıyla zaman geçirdikten sonra, pek olsa da) "sözcüklerin olağan anlamıyla, Yaratıcı'nın inşaatçı binasını kurabilsin diye belirli kaya parçalarının belirli şekillere bürünmesini maksatlı bir şekilde bu­ yurduğu" fikrine meydan okur. Keza, "doğaları itibariyle benzeşen ve aynı genel yasaların sonucu olan değişimlerin; doğal seçilim aracılığıyla dünyadaki -insan da dahil olmak üzere- en kusursuz şekilde uyum sağlamış hayvanların oluşumu­ na temel teşkil etmiş değişimlerin maksatlı ve özel olarak yönlendirildiği inancı­ na hiçbir akıl zerresi atfedilemez" (2:4 1 5).

DARWI N VE AC I

1 83

çok büyük tarihsel şahsiyet ve sanatçı için hissetmeyi zor bulduğum duygusal bir muhabbeti bu adama karşı hissetmekten alamadım kendimi . Neredeyse bilinçsiz bir şekilde olsa da hiç şüphesiz elitle­ rin bir üyesi olan Darwin çalışmalarında ve hayatında bu mirastan faydalanıyordu. Sınıf konumu hemen hemen bütün Viktoryenler için olduğu kadar Darwin için de önemliydi . Kusurları ve önyargı­ ları olmayan bir adam değildi tabii ki, ama eldeki bütün kanıtlar bü­ yük ölçüde iyi bir adam olduğunu gösteriyor. Cazibesine ve tevazu­ suna ilişkin övgüler, fazla kolay kazanılmış övgüler olarak eleştiril­ di son yıllarda ve bugün Darwin'in cazibesi çoğu zaman kendini ko­ rumak ve kendi konumunu yükseltmek için giriştiği gayrisamimi çabaların ürünü olarak görülüyor. Keza, hastalığı da kendini savun­ maya dönük tipik bir Viktoryen hamlesi olarak anlaşılmıştır. Bu hastalığın yaklaşık olarak eşi Emma'nın ilk hamileliğinde başladı­ ğını ve "bir cinayeti itiraf etmek"s diye tanımladığı evrim teorisi üzerinde çalışmalarını yürüttüğü dönemin önemli bir kısmında de­ vam ettiğini belirtmeliyiz . Fakat sinik olmak çok kolaydır. Darwin elbette ki hem mütevazı hem de merhametliydi. Ailede ev işlerin? ki­ min yapması gerektiği konusundaki Viktoryen varsayımları sorgu­ suz sualsiz kabul etmiş olsa bile, yine de sevecen bir babaydı. İ çin­ de bulunduğu konum ona, örneğin Alfred Russel Wallace'ın asla sa­ hip olmadığı avantajlar ve onu hem bilgilendirip hem de saldırılar­ dan koruyan bir müttefikler ağı kazandırmıştı kazandırmasına, ama o da kendisine yardımı dokunan kimseyi kendisinden uzaklaştırma­ mış , etrafındaki insanlara duyarlı bir şekilde davranmış ve açıkçası hem çok iyi bir arkadaş hem de (ataerkil olsa da) eşine kalpten bağ­ lı bir koca olmuştu. Janet Browne'ın belirttiği gibi, Darwin'in "tüm çocukları onun kendisine ilişkin çizdiği uyuşmuş, hissiz adam portresini reddet­ mişti" (Power of Place, s . 429). Fakat Darwin tuhaf bir şekilde "kendisini başkalarının onu gördüğü gibi göremese de" (s. 43 1 ) "duyu yitimi "ni tasvir edişi karakterinin önemli bir göstergesidir. Estetik hassasiyetini yitirmesine içli bir şekilde kederlenişi, edebi­ yat ve şiire uzun zaman duyduğu tutkunun bir sonucudur. Gençli­ ğinde edebiyatı çok iyi okumuş olduğunu ve dünyada gördüğü, keş,

8. Joseph Hooker'a mektup, 1 1 Aralık 1 844, Correspondence, 3:2.

1 84

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

fettiği şeylere edebiyatın terbiye ettiği ve pek az kimsede rastlanan (özellikle de çağdaş kültürümüzün çoğu zaman karikatürleştirdiği haliyle bilimcilerde nadiren görülen) duygusal ve ahlaki bir yoğun­ lukla karşılık veren bir adam olduğunu belli eder. Darwin'in Beagle'daki meşhur yolculuğu, Romantik bir heves ve masumiyetle başlamıştı . Kaptanın ancak ikinci dereceden refa­ katçisi olacağı gemideki yer darlığından ötürü geminin doğa bilgi­ niy le biraz sıkıntı yaşadıktan sonra bazı kitapları yanına almayı ba­ şarmıştı. Bunların bir tanesinin Charles Lyell'ın o zamanlar henüz yayımlanmış Principles of Geology'si (Jeolojinin İ lkeleri) olduğu bilinir. Lyell, Beagle'dan dünyaya tekbiçimci bir jeoloğun gözleriy­ le bakan Darwin için bir eğitim kaynağıydı, fakat onun için asıl kaynak, Alexander von Humboldt'un, Beagle'la yola çıkmadan he­ men önce kendisine armağan olarak verilen Personal Narrative of

the Travels to the Equinoctical Regions of the New Continent, du­ ring the Years 1 799-1 804 ( 1 799 ile 1 804 yılları arasında Yeni Kıta' nın Ekinoks Bölgelerine Yapılan Seyahatlerin Kişisel Anlatısı) adlı eseriydi . Darwin Humboldt'u epeydir önemsiyordu ve özellikle de bu kitap, yolculuk sırasında tuttuğu notların büyük bir kısmı ve son derece popüler olan Voyage of the Beagle için model haline gelmiş­ ti . Robert Richards'ın belirttiği gibi , "Darwin'in doğanın özünü şiir­ sel bir şekilde kavrayan nesrinin [Humboldt'unkiyle] benzer bir amacı vardı : okurlara, bilimsel olarak ifade edilebilir olanın ötesin­ de yatan estetik bir değerlendirme sunmak" (s. 52 1 ). Ama Darwin bu seçkin, kültürlü ve estetik olarak duyarlı bilim­ cilerin yanı sıra, birkaç şiir kitabı da almıştı yanına. Ta Beagle yol­ culuğunda tuttuğu seyir defterinin başlarında, bilimsel araştırmala­ rının yanı sıra, "birazcık da klasikleri " , bilhassa da Kitabı Mukad­ des'in Yunancasını inceleme niyetinde olduğunu söylemişti (Diary, s. 1 3 ), fakat zihniyle, ruhuyla ve bedeniyle kendisini tropik kuşak­ lara adayan Darwin düzenli olarak Milton da okuyordu. Şöyle yaz­ mıştı: " 'Beagle' yolculuğundaki gezintilerimde, yanıma tek bir kita­ p alabiliyorsam daima Milton'ı seçiyorum. " Gillian Beer, özellikle de Milton'dan aldığı desteğin Darwin'in "fikirlerinin oluşumu"nu ciddi biçimde etkilediğini öne sürer ( "Darwin's Reading" , s. 550) . Hayatının sonlarında "duyu yitimi "ne uğramış olmakla ve Milton'a son derece ters düşen, şiirsellikten büsbütün uzak gibi görünen bir

DARW I N VE AC I

1 85

dünya vizyonuyla ünlü bir bilimcinin, gittiği her yere bu şiir kitabı­ nı da götürmüş olması insanı ilk başta şaşırtıyor. Milton, Darwin'i kendisinden geçtiği tropik seyahatlere çıkmaya teşvik eden, tahayyülünü besleyen, güzellik ve düzene duyduğu ih­ tiyacı tatmin eden ve aynı zamanda, Gilliaq. Beer'in belirttiği gibi, onun çeşitlilik, bolluk ve bereket hissini cesaretlendiren hevesin bir parçasıydı hiç kuşkusuz (s. 554 ). Soykırıma varan saldırıların yapıl­ dığı Güney Amerika'nın ıssız bölgelerinde; Arjantin'in (uzun dönem­ ler boyunca sadece kırmızı et yemek zorunda kaldığı) geniş ve ağaç­ sız otlaklarında; Ümit Bumu'nda; Tazmanya ve Yeni Zelanda'da yani gittiği her yerde, Milton'ın imgelemiyle vahşiliğin birbirine uy­ duğunu ve söz konusu imgelemin tüm bunları farklı şekillerde düşü­ nüp hissetmek için ufuk açıcı olduğunu düşünüyordu. Rio Plata'ya doğru yapılan gezi sırasında, Arjantin sahillerinin uzağında fosfor gibi ışıldayan denizi güçlü bir şekilde tasvir ettikten sonra, günce­ sinde Milton'ı doğrudan andığı cümleyi sarf eder: " Ateşle yanıp tu­ tuşan bu sahraya bakıp da Milton'ın Kaos ve Anarşi bölgelerine dair tasvirini hatırlamamak imkansızdı" (s. 1 07). Şurası açık ki Milton, Darwin'in dünyaya ilişkin tahayyülünü epey meşgul ediyordu. Darwin'in bir doğa bilgini olarak neticede geldiği noktayı düşü­ nürsek, Kitabı Mukaddes dışında kökenlere dair en meşhur Batı mi­ tinin onu kendine hayran bırakmış olması ilginçtir. Kayıp Cennet' teki bir pasajı zikreden Richards bir adım daha ileri gider ve Mil­ ton'ın düşüş vizyonunun, "ölüm ve yıkımın ardından yaşamın daha bereketlendiği, dönüştüğü" fikrinin, "Darwin'in ilahileştirerek ye­ niden kurduğu anlatısında doğanın sunduğu çözümün aynısı" oldu­ ğunu ileri sürer (s. 538). Bu açıklamada, Darwin'in bilimsel argü­ manı tam anlamıyla bir yaradılış mitine dönüşür ve mitin hissi yü­ künü beraberinde taşır. Kayıp Cennet, yolculuktan döndükten üç yıl sonra artık formüle etmeye hazır olduğu teorisinin kurulmasında Darwin'i etkilemiş olsun ya da olmasın, Darwin'in şiiri önemsediği ortadadır. Wordsworth'ün Excursion'ını (Gezinti) iki kez okuduğu­ nu bile söylemiştir, ki edebiyatla ilgilenen bazı kimseler bunun, Be­ agle'la beş yıl boyunca dünyayı dolaşmaktan daha çok cesaret iste­ yen bir iş olduğunu söyleyebilir. Darwin Romantik bir insandı . Kaptan Fitzroy, Darwin'in Cam­ bridge'deki öğretmeni ve arkadaşı olan John Henslow'un tavsiyesi

1 86

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

üzerine kendisini Beagle'a davet etmeden çok önce, tropik kuşakla­ rı hayal etmekteydi . Humboldt'un kişisel anlatısı ona derin ve çok da bilimsel olmayan bir arzu aşılamıştı. 1 8 3 1 'de, Beagle yolculuğu­ na çıkabileceğini bilmeden önce, kız kardeşi Caroline'e şunları yaz­ mıştı : "Teneriffe zirvesini ve o büyük Dragon ağacını görmeden as­ la rahata ermeyeceğim; kumlu ve göz kamaştırıcı sahraları ve ar­ dından kasvetli , içinde çıt çıkmayan ormanları tasavvur ediyorum sürekli . . . Kendimi Tropikal bir ateşe kaptırmış durumdayım " (Cor­ respondence, 1 : 1 22) . Bu ateş Darwin'in karada, sürekli deniz tutmasından mustarip olduğu denizde harcadığından çok daha fazla zaman harcadığı ve bugün tahayyül bile edemeyeceğimiz tehlike ve güçlüklerle yüz yü­ ze geldiği o zorlu ve muazzam beş sene boyunca sürmüştü. Deniz tutmaları yüzünden, büyük ve başarılı bir doktor olan babası Robert Darwin'in ikamet ettiği ve buradan oğluna ara sıra para yolladığı Shrewsbury'deki v arlıklı evinin sakin, yemyeşil ve insanın içini ra­ hatlatan arazisi bumunda tütmeye başladıktan sonra bile yanıyordu bu ateş. Dünyanın çevresinde dolaşmaya başlayıp, nihayetinde te­ orisini oluşturacağı malzemeleri topladıktan altı ay sonra, günlüğü­ ne şu notları düşüyordu : " [Humboldt'un] Kişisel Anlatısı'nı oku­ maktan aldığım keyfi pek az şeyden alıyorum; aklımızdan geçen bir düşüncenin kelimeler halinde cisimleştiği zaman neden daha ger­ çek ve sahici bir havaya büründüğünü bilmiyorum. Hayatın içinde bildiğimiz bir karakter sanatsal yazılarda nasıl karşımıza çıkıyorsa, bu da insana hep öyle keyif veriyor" (s. 63). " Her şey gözlemleyip hiç yazmamaktan ibaret olsaydı" , diye yazmıştı bir zamanlar, "Doğal Tarih ne de güzel bir uğraş olurdu. "9 Gelgelelim, Darwin'i sözcükleri sayesinde biliyoruz - ki kendisi de gelecek kuşakların onu böyle tanıyacağını biliyordu. Doğayı göz­ lemlemekten aldığı keyfe karşıt olarak, onu hakkıyla ifade etmek için çektiği çileler, sözcüklerin onun için taşıdığı önemi, onların iş­ leyişlerine ve içinden çıktıkları geleneklere gösterdiği hassaslığı ortaya koyar. Mektuplarının nispeten kendiliğinden akan dili onu hemen romantiklere bağlar ve Beagle 'daki ve bizatihi Beagle hak9. Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, 3 cilt, Londra: John Murray 1 887, 3 :75.

DARWI N VE AC I

1 87

kındaki yazılarının çoğu Wordsworth'ün kaleminden dökülmüştür sanki. Dile hayranlık duyulduğu bu yazıların her satırında belli olur ve hafızanın şimdiki anın yerini alıp onu dönüştürebileceğini düşü­ nen Wordsworth'ün vizyonunu yansıtır bu yazılar. Darwin gerçek bir Wordsworthçü gibi, doğa hakkındaki düşüncelerini çok sevdiği edebiyattan gelen düşüncelerle ve hafızasıyla harmanlar. Güncesi­ nin bir yerinde şöyle demiştir: "Şu anda kendimi sadece Humboldt' u okuyabilecek durumda hissediyorum: İ kinci bir Güneş gibi , bak­ tığım her şeyi aydınlatıyor" (s. 39). Tropik bir adaya ayak basması hakkında da şunları söylemiştir: " İ nsanın böyle zamanlarda hisset­ tiği sevinç, zihni allak bullak ediyor" ; "ne var ki sevinç, insanın ke­ yifle kendinden geçtiği bu tür anları tasvir etmek için zayıf bir söz­ cük" (s. 39). Hatırlama sorunu Wordsworth'ü olduğu gibi yolculuğun başlan­ gıcından beri Darwin'i de meşgul ediyordu. Yolculuğa dair özgün güncesinde şöyle yazmıştı : Tropikal bir manzara karşısında olduğum zamanlar haricinde duydu­ ğum en büyük keyif, ileride geriye dönüp geçmişteki olaylara bakacağımı düşünmek: Bu olayın henüz çok uzakta olduğunu bilmek bana daima acı veriyor. Tropik kuşaktaki asude, hoş akşamların tadını çıkarmak, Oryon ta­ kımyıldızından Güneyhaçı'na kadar uzanan parlak yıldızlara bakmak ve bu hazlardan tek başına, sessiz sessiz keyif almak, birkaç yılın ortadan kaldı­ ramayacağı bir izlenim bırakıyor insanın üzerinde. (s. 3 8)

Tropik kuşakta bizzat bulunmaktan çok neşe duyarken bile, Words­ worth'ün çoğu zaman yaptığı gibi , daha tatmin edici bir deneyimi, yaşadıklarına dönüp bakma deneyimini düşünüyordu. Darwin'in Wordsworth ve Miltonvari heveslerinin bilimsel ol­ madığı söylenemez ama. James Paradis'in çözümlemesi kesinlikle doğrudur: Doğal olana esas itibariyle şiirsel bir karşılık vermek bi­ limsel bir karşılığın önünü açar - hatta bence "doğurur" . Humboldt' un anlatısındaki olgular, kitabın verdiği o genel Romantik havanın, bir keşif sürecinde olunduğunu hissettiren havanın daima bir parça­ sıdır. Darwin, estetik bir idealizmi anlatılarına yerleştirmekten zi­ yade, Humboldt'un bütün ayrıntılara daha kapsamlı bir şekilde bak­ ma savunusunu geliştirmeye çalışır aslında. Journal of Researches

into the Geology and Natura/ History of the Various Countries Vi­ sited by H. M. S Beagle (H. M. S Beagle'ın Ziyaret Ettiği Çeşitli Ül-

188

DARW I N S İ Z İ SEVİYOR

kelerin Jeolojisi ve Doğal Tarihine Dair Araştırmaların Seyir Defte­ ri), Darwin'in görüp tecrübe ettiği şeyler karşısında hissettiklerini ortaya koyan göz alıcı ve hisli bir yazım tarzını, olguların daha katı bir şekilde "bilimsel" olarak kaydedilmesiyle kaynaştırır. Darwin'in meslek hayatı boyunca kaleme almış olduğu yazılar, Beagle yolculuğu sırasında gözlemlediği yerler, insanlar ve orga­ nizmalar hakkındaki olguları bir yandan tam ve nesnel olarak kay­ da geçirirken bir yandan da bu gözlemlerin bizzat hissedilerek ka­ ğıda döküldüğünü göstermek için harcadığı çabaları yansıtır. Türle­ rin Kökeni'nde bile, daha sonra ayrıntılarıyla göstereceğim gibi , ti­ kel olgular ele alınmaya başlamadan önce, onların ne kadar şaşırtı­ cı ya da güzel olduğu teslim edilir. Darwin'in bazen okurlara zorluk çıkaracak şekilde edilgen yapıda kurduğu cümleler, anlamaya çalış­ tığı fenomenleri başkalarının da gözlemleyebileceğini ve "genel yasalar" ın tezahürleri olarak sistemli bir şekilde idrak edebileceği­ ni ima eder. Journal of Researches, Darwin'in günlüğünden tamamen farklı bir kitaptır; burada eldeki malzeme dönüştürülür, defterlerindeki malzemeler ve toplanılmış olan bilgilerle genişletilir, ardından bü­ tün bu malzeme yeniden düşünülür ve ona yeni düşünce ve araştır­ maların perspektifinden bakılır. Zaten Darwin, yolculuğunun ta ba­ şından beri, "olguların bol bol biriktirilmesi ''nin (ki otobiyografisi­ ne göre olgular zihninde devamlı öğütülüyordu) ötesine geçmeyi ta­ sarlıyordu . Aklında Philip Sloan'ın "sentetik arzular" ıo diye adlan­ dırdığı şey vardı; ama günce, kamusal versiyonunun izin verdiğin­ den çok daha kişisel, duygularını çok daha fazla gözler önüne serdi­ ği bir metindir elbette. Darwin'in çoğu zaman dümdüz ve heyecan­ sız bir dille yazdığı düşünülse de, aslında Journal of Researches de ancak şiirsel addedilebilecek bir hassasiyetle doludur. Gözlemlerin­ deki keskinlik neredeyse her zaman bir his taşır beraberinde. Örne­ ğin, gemi bordasındaki örümceklerin davranışlarını tartıştığı ve bu hayvanların uzun mesafeleri kat etme yeteneğini açıklamaya çalış­ tığı kısa bir pasaj ı alıntılayalım:

1 0. Philip Sloan, "The Making of a Philosophical Naturalist", Hodge ve Ra­ dick içinde, s. 30.

DARWI N VE AC I

1 89

B ir inçin onda üçü (0,76 cm) büyüklüğünde olan ve genel görünümü itibariyle bir Citigradae'yi andıran (dolayısıyla örümcek ağından epey farklı görünen) örümcek, bir direğin tepesinde durup eğiricilerinden dört­ beş iplik attı. Güneş ışığında parıldayan bu iplikler güneş ışınlarına benze­ tilebilir; ama düz değil, rüzgarın savurduğu bir ipek şeridi gibi dalgalar ha­ lindeydi. Boylan bir yardadan (0, 9 1 4 m) uzundu ve yukarı doğru gittikçe birbirlerinden uzaklaşıyorlardı. Derken örümcek birden kendisini salıverdi ve çabucak gözden kayboldu. Gün sıcak ve gayet sakindi; gelgelelim, bu tür koşullardaki atmosfer bir örümcek ağı kadar hassas bir fırıldağı etkile­ meyecek kadar durgun olamaz asla. Ilıman bir gün boyunca herhangi bir nesnenin kıyıya düşen gölgesine ya da uzak bir noktadaki düz bir sahaya bakarsak, yükselen ısınmış hava akımının etkisi kendisini neredeyse her zaman belli eder. Ve bu etki , ağını ören küçük bir örümcek kadar hafif bir nesneyi beraberinde taşımaya muhtemelen yeter. (Journal, 8. Bölüm)

Fevkalade dikkatle ve edebi bir şekilde yazılmış bu pasajı okurken, B alfour'un kınkanatlı böceğin sırtı ile yıldızlı göklerin bir tutulma­ sından duyduğu dehşeti düşünmek ilginç olur. Elbette ki böyle bir pasajda, bu kadar küçük ve ince bir dünyanın ve Darwin'in yoru­ mundaki gözlem keskinliğinin insana huşu vermemesi imkansızdır. Darwin'in kendisinden beklediği türden bilimsel bir titizliği olan bir pasajdır bu, fakat önemli işlevleri yerine getirmesi için benzet­ me ve mecazlara eğilen bir hassasiyetle de doludur. Darwin burada hayranlık ve huşu içinde olduğunu belirtmekten kendini alıkoysa da, görmeye duyulan tutku ve doğaya olan derin bağlılık apaçık or­ tadadır. Darwin Beagle anlatılarında "Romantik sanatın estetik idealiz­ mi "nden "jeoloji ve doğa bilimlerinin sistem kurucu gelenekleri "ne doğru adım atmamıştır demek ki. 1 1 Darwin yolculuktan, "son dere­ ce yetenekli ve yaratıcı bir araştırmacı" olarak dönmüştü , ama bana kalırsa "Romantik sanatın estetik idealizmi"nden vazgeçmemişti . Humboldt kendisini nasıl çekmişse, anlatısında temsil ettiği dünya da Viktorya döneminin başlarındaki okurları kendine öyle çekiyor1 1 . James Paradis, "Darwin and Landscape" , Victorian Science and Victorian Values: Literary Perspectives, James Paradis ve Thomas Postlethwaite (haz.), New York: New York Academy of Sciences, 1 98 1 , s. 85. Paradis şöyle der: "Dar­ win, M dönüşüm defterinde, tarihsel olarak şiirsel bir mahiyetten bilimsel bir ma­ hiyete doğru yol izlemiştir" (s. 1 O 1 ). Ben sadece, bu yolun basitçe bir noktadan bir diğerine gitmediğini, şiir ile bilimin iç içe geçmiş olduğunu belirtmek istiyorum.

1 90

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

du. Tropik kuşakta bulunmuş olmanın verdiği heyecan, keşfetme­ nin coşkunluğu, doğal dünyanın insana verdiği hayret hissi, Darwin' in teorisini güvenle kurmasını sağlayan araştırma ve benzetim yo­ luyla düşünme yeteneklerini geliştirdiği sırada yürüttüğü gözlemle­ rinden ayrılmıyordu. Darwin, Beagle'dan sonraki hayatı boyunca, kılı kırk yaran bir yoğunlukla doğal dünyanın tekil hususlarına odaklandı . Amacı ise, güncesinde daima belli olduğu gibi , kişisel olanı aşmaktı. Ama Darwin'in hayret deneyimi, doğal teoloj inin temelindeki hayret hissiyle uyumludur ve bu deneyim hayret verici olan şeylerin solucanvari bir faaliyetin ürünü olduğunu keşfetmesine ve ardından kanıtlamaya çalışmasına yol açmıştır. 1 2 Darwin, hayreti ya da hay­ retin önemini inkar etmek değil, hayretten yola çıkılarak aşkınsal olana varılmasını kısa devreye uğratmak istemektedir. Mektupla­ rında Carlyle'dan bahsetmesi, doğal fenomenlerle arasındaki ikili ilişkiyi akla getirir. 1 83 9 yılının ocak ayında, Emma'ya şunları yaz­ mıştı : "Bana göre Cariyle, bildiğim insanlar arasında sözü dinlen­ meye en çok değecek kişi" (Correspondence, 2: 1 55). Fakat dokuz ay sonra, kendisindeki " sıradan İngiliz" zihniyle kıyasladığı " [Car­ lyle'ın] gizemciliği, kasıtlı muğlaklığı ve yapmacıklığı [Darwin'i] hayli tiksindirir" olmuştur (2 :236). Cariyle, dünyanın nihayetinde insan rasyonelliği tarafından anlaşılamayacağı hissini teşvik etmek için hayreti kullanır; oysa sıradan İngiliz, doğal dünyadaki net ay­ rıntıların bulanıklaştırılmasına tahammül edemeyen iyi , sağlam bir ampiristtir. Darwin'e göre hayret edilecek şeyler bu doğal dünyanın içinde ve ona ilişkin deneyimlerdedir. Dünyanın kendi terimleri çerçevesinde anlaşılır olduğunda ısrar eder ama aynı zamanda onun 1 2. Christoph lrmscher, birkaç sene önce yazdığı harika bir makalede, Dar­ win'in bitki toprağı ve solucanlar hakkındaki son kitabının onun kendi hayatı ve dünyadaki hayat hakkındaki kasvetli görüşünün bir tür özeti olduğunu ileri sürer. Toprağı mekanik bir şekilde yiyip dışkılayan, estetik olana (Darwin'in onlara din­ lettiği müziğe) karşılık verme gücünden yoksun olan solucanlar, olguları midesi­ ne indirip dışkılayan Darwin'e benzer. Güçlü bir argümandır bu, fakat Darwin hakkında söz söyleyen pek çok yorumcu gibi, Darvinci vizyonun kasvetli tarafını vurgular; halbuki Vegetable Mould, Darwin'in solucanların karşılık verdiğini gös­ terdiği, şaşılacak derecede neşeli bir kitaptır. Bu çalışma, en alt canlılara gösterdi­ ği titiz dikkatle dünyadaki yaratıcılığa dair derin bir hayret hissini gözler önüne serer. Bkz. Christoph Irmscher, " Darwin's Beard", LIT içinde, 2004, s. 87- 1 05 .

1 91

DARWI N VE AC I

hala hayret verici şeylerle dolu olduğunu düşünür. İ rrasyonalist Ro­ mantizmden kopar Darwin, ama esasen Romantik olmaya devam eder. Biz onu en iyi o büyük sentetik eserlerinden, yani tıka basa ay­ rıntıyla dolu olan Türlerin Kökeni ve insanın Türey işi nden tanıyo­ ruz (gerçi bu eserlerde daha fazla ayrıntı sunamadığı için özür diler; örneğin Türlerin Kökeni'nin sadece bir "özet" olduğunu söyler) . Fa­ kat çalışmalarının büyük bir kısmı, küçük şeylere dair, sentetik ar­ gümanları desteklemeye yarayacak ayrıntılı incelemelere hasredil­ miştir: orkidelerin incelenmesi ( 1 862), asmalar ( 1 868), duyguların ifade edilmesi ( 1 872), böcekçil bitkiler ( 1 875), aynı türe mensup bitkilerdeki farklı çiçek biçimleri ( 1 877), bitkilerdeki hareket gücü ( 1 880) ve solucanlar ( 1 88 1 ) . Bu kitapların tümü, aklındaki geniş te­ ori tarafından şekillendirilmiş ve bu teoriye kanıt sağlamak üzere tasarlanmıştır. Yaratıcı hayatının büyük mucizesinin bir parçası da, kendi mi­ zacındaki içgüdüsel bir ihtiyacı, daha geniş resmi görme, ayrıntıla­ rın daha geniş sistemlerin birer parçası olduğunu fark etme ihtiya­ cını, Lyell'ın kendisine öğrettiği gibi , onu ölene dek hayrete düşür­ meye devam eden tikele yönelik bir içgüdü ve hatta tutkuyla birleş­ tirmiş olmasıdır. Otobiyografisinde hissetme gücünü kaybettiğini söylese de, en "kuru " ve en tikel şeyler üzerinde kılı kırk yararcası­ na uğraştığı çalışmalarında bile bu dünyaya Romantik bir tutkuyla bağlanmayı sürdürür. Son derece keskin bir analitik enerjiyle göz­ lediği detayların, savunduğu fikrin altını oymadığına kani olana ka­ dar büyük resmi ortaya koymayı şiddetle reddederdi (ya da reddet­ meye çalışırdı, ta ki Wallace ortaya çıkana kadar). Çalıştığı sırada en çok, büyük argümanları tasavvur ederken de­ ğil de Beagle'daki ufak örümcekler gibi küçücük şeyleri seyreder­ ken mutluluk duyardı. 1 846 yılında geminin eski deniz kaptanı Fit­ zroy'a şöyle yazmıştı : "Son on beş gündür sürekli olarak, Chonos Kemeri kökenli, topluiğne büyüklüğündeki küçük bir hayvanı teş­ rih etmekle uğraştığıma herhalde zor inanırdın. Bu hayvan üzerin­ de inceleme yapmak için bir ayımı daha verirdim; böylece günden güne daha güzel bir yapıya şahit olmuş olurdum" (Correspondence, 4: 359). Teşrihle birlikte Darwin'in hayreti artıyordu. Çalışmaya ko­ yulduğunda, sıradan olan ile harika olan aynılaşıyordu. Ayrıntılı ve '

1 92

DARWI N Sİ Z İ SEVİYOR

yoğun gözlemlerinin ise Wordsworthvari bir görünümü vardı - teş­ rih edilen yapışıkçalar hayret edilecek nesneler halini alıyordu; do­ ğanın olağan gerçeklikleri en küçük ayrıntılarında bile hayret veri­ ci hale geliyordu . Howard Gruber'in bundan seneler evvel belirttiği gibi, Darwin'in hakim düşünce biçimlerinden biri "pek çok kez yi­ nelenen uygulamaların büyük ve çoğu zaman şaşırtıcı sonuçlar üretmek üzere toplanarak özetlenmesidir"dir. 1 3 Darwin'in yapışık­ çalardan solucanlara ve insanlara kadar uzanan araştırmaları hay­ retle başlayıp hayretle bitiyordu. Yani Darwin, Beagle yolculuğunun o harika geçen ilk günlerin­ de denizden rasgele balıklar, istiridyeler ve çeşitli bitkiler çıkartır­ ken bile, dünyayı bir kum tanesinde görmeyi başarmıştır. Ayrıntılar kendi başlarına daima ilgi çekicidir, Darwin'in içgüdüleri onları ni­ hayetinde daha geniş bir şeyi ifade eden ilişkilerin içine yerleştirdi­ ğinde bile. B ir şairin ve büyük bir bilimcinin tahayyülüdür bu. Re­ becca Stott, Darwin'in dünyada bilinen bütün yapışıkçaları adlandı­ rıp sınıflandırarak nasıl anlamaya çalıştığını fevkalade ayrıntılı bir şekilde ortaya koymuştur: Bu çalışmanın yedi ayda bitirilecek bir iş olduğunu zannediyordu Darwin, yapışıkçalar hakkındaki en güve­ nilir incelemeler haline gelen üç monografiyi yazması sekiz yılını al­ mıştı 14 - bütün bunları mümkün kılan şey ise, yayımlamaktan kork­ tuğu ya da yayımlamaya hazır olmadığı bir teori çerçevesinde çalı­ şıyor olmasıydı . Şairane ve analitik zihin, teorik ve teşrihçi zihin: Darwin bunla­ rın her birini tek tek ve topluca temsil ediyordu . Pek çok sıradan okur Türlerin Kökeni nin çok fazla ayrıntıyla dolu olduğunu düşün­ se de, Darwin bu eserin tek ve uzun bir argümandan oluştuğu kanı­ sındaydı . Daha geniş tasavvur ile tek tek hususlar birbirlerinin fark­ lı yönlerini meydana getirir. Otobiyografisinde değindiği "duyu yi­ timi "nden de çıkarsanan, Romantik tutkunun analitik dikkatle bağ­ daşmadığı yolundaki genel varsayımın tamamen yanlış olduğunu '

1 3 . Howard Gruber, "Going the Limit: Toward the Construction of Darwin's Theory ( 1 832- 1 839)", Kohn içinde, s. 32. 14. Rebecca Stott, Darrvin and the Barnacle : The Story of One Tiny Creature and History 's Most Spectacular Scientific Breakthrough, Londra: Faber and Fa­ ber, 2003 .

DARWIN VE A C I

1 93

en sağlam şekilde teyit etmek için Darwin'e bakmak yeter de artar bile. Humboldt'un modeline dayanılarak tıka basa olguyla doldu­ rulmuş olan Journal of Researches, doğa ile hafızaya dair Words­ worthvari düşünce ve tepkilerle doludur. Bu kitap şu soruyu yönelt­ meye başlar: Bilinç , hafıza ve arzuyu , ya da en azından bizim bilinç­ lerimizi, hafızalarımızı ve arzularımızı umursamıyor gibi görünen doğanın o kaba ve zalim ortamıyla şiirin ne alakası vardır? Darwin'in dünyası birçoklarına ne kadar kasvetli görünmüş olur­ sa olsun, Shakespeare okumanın midesini bulandırdığı, hastalığının geçmek bilmediği ve uluslararası üne kavuştuğu dönemlerden tutun da solucanları kılı kırk yararcasına dikkatle incelediği son kitabı­ na kadar, insanı çoğu zaman tiksindiren özellikleri olan doğaya duy­ duğu Romantik heves asla azalmadı. The Formation of Vegetable Mould through the Action of Worms (Solucanların Hareketleri Yo­ luyla B itkisel Küfün Oluşumu), zekaları , kabiliyetleri ve sindirim sistemleri sayesinde nihayetinde insanlığa bağlanan ve imparator­ luklar kurup yutan solucanlara düzülmüş bir methiye olarak da oku­ nabilir. Gelgelelim, Darwin solucanları idealleştirmez. Darwin'in onlar­ la bu denli ciddi bir şekilde ilgilenmesine yol açan tahayyül üzerin­ de de durup düşünmeliyiz. Tennyson, zekice bir hamleyle bir yap­ rağı ince ucu önden girecek şekilde yuvalarına sürükleyen solucan­ lara dair kurduğu bir imge için Darwin'den yararlanmış gibidir. Ama Darwin gözlemlerinden hiç de Tennyson gibi bahsetmez: İnce ve uzun üçgenler, geceleri yağmura ya da çiye maruz kaldıkların­ da aşırı bir şekilde yumuşamalarını önlemek için her iki tarafı da katkısız yağ ile ovulan, hafif koyu yazı kağıdından kesilerek oluşturuldu . . . . B iraz­ dan sunulacak gözlemleri kontrol etmek için, nemli haldeki benzer üçgen­ ler, çok dar bir kıskaçla farklı noktalardan ve kenarların eğim açılarına gö­ re kavrandı ve ardından bir solucan yuvası çapındaki küçük bir borunun içine çekildi . ı s

Bu deneyin ayrıntıları, son derece gayri şahsi ve edilgen yapılardan oluşan cümlelerle anlatılır. Deneyi yapanlar kimdi? Hiç şüphesiz bunların hepsi Darwin'in çalışma odasında ya da bahçesinde, artık 1 5 . Charles Darwin, The Formation ofVegetab/e Mould through the Action of Worms with Observations on Their Habits, Londra: John Murray, 1 883, s . 85.

1 94

DARWI N s i zi SEVİYOR

büyümüş olan çocuklarının yardımıyla vuku bulmuştu. Eğleniyor­ lar mıydı peki? Bence evet. Ufak üçgenlerle uğraşan solucanları gözleyen Darwin, gözlem­ lerini bir o kadar titiz ve şahsilikten arınmış bir dille yazıya döker. Ortaya çıkan sonuçlar ise tesadüflere meydan vermez: " 303 kağıdın yüzde 62'si tepe noktasından tutularak taşındı. . . . Yani tepe nokta­ sından tutularak taşınanların sayısı, tabandan tutularak taşınanların sayısının yaklaşık olarak üç katıydı . . . . Dolayısıyla, üçgenlerin yu­ vaların içine tesadüfi şekillerde çekilmediği sonucuna varabiliriz" (s. 89) . Darwin'in bu ve diğer deneylerden elde ettiği tüm malzeme­ leri dikkatle çözümlerken solucanın zihnine ulaşmaya çalıştığı açıktır. Solucan olmak ile insan olmak arasında bir süreklilik oldu­ ğundan emindir (gerçi bu durum yüzeye asla hemen çıkmaz); solu­ canlara gerçek bir bilinç ve seçimde bulunma yeteneği atfetmeye çalıştığı ve bunu deneylere dayandırdığı ortadadır. Eserlerinde yay­ gın bir şekilde kullandığı ifadeyle şöyle der: "Solucanların bir mik­ tar zeka emaresi gösterdiği sonucuna varmaktan pek kaçamayız" (s. 93). "Solucan gibi ölçeğin en altlarında yer alan bir hayvanın böyle hareket edebilmesi şaşırtıcıdır" (s. 95) . Bu tabii ki tam olarak bir şi­ ir değildir, ama pasaj ın bütününde şiirsel bir ifşaat vardır. Zaten bu son kitabının çok fazla satmış olması da iddiamızı destekler gibidir. Ve burada nihai bir ironi vardır; zira Darwin otobiyografisinde sanattan artık zevk alamadığını yazdıktan bir süre sonra, solucanla­ rın sanata nasıl tepki verdiklerini sınamaya girişir. Kitabının ilk bö­ lümünde "solucanların alışkanlıkları "na eğilir ve onların "duyma hislerinin olmadığı" sonucuna varır (s. 26) . Gelgelelim, piyano üze­ rinde olmadıkları zaman , ne kadar sesli bir şekilde çalınırsa çalın­ sın ona tepki vermiyor oldukları halde, piyanonun üstüne çıktıkla­ rında ve "fa anahtarındaki do notasına basıldığında hemen yuvala­ rına çekiliyorlar"dı (s. 27). "Sol anahtarındaki sol notasına basıldı­ ğında" yine yuvalarına çekiliyorlardı. Demek ki Darwin solucanla­ rın da duyarsız olup olmadığını anlamaya çalışmaktadır ve anlaşı­ lan o ki solucanların duyarlıkları yerli yerindedir. Darwin'in solucanların yeteneklerine duyduğu olağanüstü me­ rakın, onun o müzmin insanbiçimciliğiyle yakından ilgisi vardır. Bu insanbiçimcilik -cinsel seçilim teorisi hakkındaki tartışmamda daha kapsamlı olarak göstermeye çalışacağım gibi- bütün organiz-

DARWI N VE AC I

1 95

malar arasında hayatın tam bir sürekliliği olduğunu ifşa etmeye ça­ lışan Darwin'in büyük teorik projesinin merkezi bir öğesidir. Bura­ daki bilim şiirdir; zira bir şiir yazarmış gibi ilhama gelen hayal gü­ cü, ne kadar kısık ve gayrişahsi bir dilde ifade bulursa bulsun, hak­ kında konuştuğu şeyleri canlandırıp kişileştirir. Darwin canlı var­ lıkların sonsuz ayrıntıları arasında, ancak küçük ayrıntılara dikkat eden ve bunların en genel imalarının farkında olan kimselerin keş­ fedebileceği harikulade imkanlar bulur. Darwin'in ölü, duyarsız ve salt mekanik bir dünyası yoktur. Bu dünyanın taşıdığı imkanlar ba­ kımından karşı konulmaz bir canlılığı, bereketi, çeşitliliği ve zen­ ginliği vardır ve duyarlık dünyanın her tarafına, solucanların dün­ yasına bile yayılmıştır. Darwin Mont Blanc* üzerine yazdığı şiirdeki Shelley gibi , yüce olanın dehşetine kendini kaptırmaz. Nihayetinde, o çok sevdiği do­ ğada yeterince dehşet vardır ona göre. Bu yüzden ona bir de şiirde ihtiyaç duymaz. Ama yaradılmışların yüceliklerini yücelikten arın­ dırma çabalarının ta kendisi, başka bir yücenin yaratılmasına sebep olur. Voyage of the Beagle'da, Porto Praya hakkında şunları yazmış­ tı : " [Bu ada] hiç ilgi çekmeyen bir yer olar.ak görülür genelde; fakat yalnızca İngiltere'deki doğaya alışık birine göre, çorak mı çorak bir diyarın sıradışılığında, daha fazla bitkinin bozabileceği bir ihtişam yatar. " 16 Dünyaya bildiklerinden ve okuduklarından hareketle bilinç­ li bir şekilde bakmak, onu yabancı şeylere özlem duymaya çekmiş­ ti: "çorak" yerler onun için bir anda yüce yerler haline gelmişti . Darwin'in evrim teorisiyle insanı merkezden düşürdüğü gayet iyi bilinir. Hatta bu yüzden kötü �ir nam salmıştır. Evrim insanlar "için" gerçekleşmez; bilakis gayrişahsi bir şekilde, zalimce, kasıt­ sızca ve bir "tasarım" olmaksızın işler. Bunu herkes bilir. Fakat insa­ nı merkezinden etmesi -ki bu onun alçakgönüllüğünün bir başka veçhesidir- kendisi ve kendi kültürü dışındaki sesleri duyabilmesi­ ni, kendisi ve kendi türü hakkında mağrur iddialarda bulunmayı red­ detmesini sağlamıştı. Bu durum, hayatı ve çalışmalarının neredeyse her parçasının bir özelliğiydi . Eğer bu özellik haşin gibi görünüyor* "Beyaz Dağ", Alplerin en yüksek dağı. -ç.n. 1 6. Charles Darwin, Voyage of the Beagle, Janet Browne ve Michael Neve (haz.), 1 839; Londra: Penguin Books, 1 989, s. 4 1 .

1 96

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

sa, bütün dünyanın canlılık kazanmasını sağlayan bu geniş vizyon çerçevesinde ve Darwin'in, süreç ne kadar kıyıcı olursa olsun, doğal seçilimin kötünün içinden iyiyi çıkardığı ve bizleri , en sonunda terk edeceği Hıri stiyan inancına be.n zer bir yol üzerinde götürdüğü dü­ şüncesi -ona göre Tanrı 'nın idaresinde olmadan, doğanın içinde ger­ çekleşen talihli bir düşüş söz konusudur- hesaba katılarak anlaşıl­ malıdır. Şiiri halen çok önemsediği zamanlarda kaleme aldığı The Voy­ age of the Beagle'ın başlarında, şiire ilk itirazlarından birini ileri sü­ rer. O zamanlar bile olguların titizce gözlemlenmesine duyduğu bağlılık, ufacık, iğrenç ve nahoş şeyleri, üstelik şevkle fark etmesi­ ni sağlamıştır. "St. Paul Kayaları'nın bir sürü deniz kuşunun dışkı­ larından" meydana geldiğini söylediği "pasparlak beyaz rengi "ne dikkat çeker örneğin (s. 47-8). Daha sonraları insanların ahlaki ve estetik anlayışlarının kaynağında toplumsal hayvanların cinsel ve sürü içgüdülerinin olduğunu söylediği gibi , burada da estetik olanı en azından ilk başta bir o kadar büyü bozan bir şeye dönüştürür. Hayat, burada, bu yerde nasıl başlamı ştı, diye soruyordu Dar­ win kendisine. B itkiler ve hayvanlar, nispeten yeni olan volkanik St. Paul adasına nasıl ulaşmıştı? Orada, yani karada yaşayan tek tük hayvanı sıralar ve şöyle der: Bubinin (booby) üzerinde yaşayan bir sinek (Olfersia) ve buraya muh­ temelen kuşların üzerinde bir asalak olarak gelmiş olan kene; tüylerden beslenen bir cinsin mensubu olan küçük kahverengi bir güve ; bir kınkanat­ lı böcek (Quedius) ve dışkının altından çıkan tespihböceği; ve son olarak, su kuşlarına eşlik edip onların leşlerini yiyen bu küçük canlılardan beslen­ diğini tahmin ettiğim sayısız örümcek.

Doğa dışında herhangi bir gücün adanın bu boş levhasında hayatı yaratmış olabileceğine dair herhangi bir ima yoktur burada. Ve Dar­ win anlatısını , çok sevdiği tropik kuşak hakkındaki hikayeyi yeni­ den yazarak bitirir, öyle ki bu yeni versiyon Darwin'in burası hak­ kındaki hevesini . biraz söndürmüş gibidir: Mercanadaları Pasifik Okyanusu'nda oluşur oluşmaz onlara önce aza­ metli palmiyeler ve diğer asil tropik bitkileİ"in, ardından kuşların ve sonun­ da da insanın el koyduğuna ilişkin bildik tasvir muhtemelen tam olarak doğru değil; yeni oluşmuş bu okyanus adasının ilk sakinleri , tüyler, dışkı

DARWI N VE AC I

1 97

yiyen canlılar, parazit böcek ve örümceklerden ibaretti , ki bu da korkarım hikayenin şiirselliğini yok ediyor. (Voyage, 1 . Bölüm)

Ama buradaki şiir karşıtlığının kendi şiiri de vardır ve Darwin, bey­ lik " şiir" deki anlatıların yanlışlığına karşıt olarak, aslında içindeki hevesi azaltmayan başka bir anlatı sunar. Beylik şiirsel tasvirleri nazikçe reddeder ("tam olarak doğru değil") ve onun yerine (insan­ biçimciden ziyade) insanmerkezci olan birinin gözünde insan� açı­ dan en az tatmin edici anlatıyı koyar Darwin, gurur ve hiyerarşi gi­ bi temeller üzerinde yükselen doğal teoloji gibi teorilere daima sert­ çe yaklaşır. Meslek hayatının hiçbir döneminde -ki bu pasaj bunu açıkça ortaya koyar- insanın başka, daha az "uygar" organizmalar­ la ilişkisi olduğunu ya da çoğu zaman " aşağı biçimler" diye anılan şeylerin geleneksel hiyerarşiye meydan okuyabileceğini keşfet­ mekten ötürü telaşa düşmemişti . Tropik adalara insani bir efsun da­ yatan insanmerkezci şiir tamamen yanlıştır. Fakat St. Paul Kayala­ rı gibi çorak bir yer bile insana heyecan verir, zira beylik anlatıyı tersine çevirip pek çok kişinin kabul etmeye yanaşmadığı hakikati ortaya serer: Darwin'in çok sevdiği tropik ormanlar bile hayatlarını bitlere, asalaklara, örümceklere, sineklere, güvelere ve dışkılara borçludur. Önceki "bilimsel" açıklamalar " şiir" e indirgenir, çünkü insanın estetik açıdan keyif alabilmesi için çarpıtılmışlardır. Dar­ win'in kökenler hakkındaki karşı miti ise şaşırtıcı derecede yücedir; zira "Önce asalak gibi yaşayan böcek vardı" cümlesi , Kitab�ı Mu­ kaddes'teki "Önce Tanrı vardı " ya da Yuhanna İncili'ndeki "Önce Söz vardı " cümlesi kadar ideal olmasa da, tropik kuşağın bütün o harikalar dünyasının böceklerden zuhur etmiş olması gerçekten mu­ cizevidir. Aslında Darwin'in ömrü boyunca yaptığı şey, böyle bir hikaye­ yi uzun uzun anlatmaktan ibarettir: Bize hem insanı merkezden et­ meyi hem de böyle yapmakla bir şey kaybettiğimizi ya da alçaldı­ ğımızı hissetmemeyi öğretir. Tespihböceğinin bizden önce yaşamış olmasında utanılacak bir şey yoktur. Ve kendisine bu açıdan bakılan dünya, asalak gibi yaşayan örümceklerin faaliyetlerinde bile insan değerleriyle canlanır. Darwin'in çabucak geliştirdiği merkezden etme stratejisinin bir örneği olarak, Türlerin Kökeni nde göz tartışmasını ele alalım. Dar'

1 98

DARWI N S İ Z İ S EVİYOR

win, göz düzeneğinin akıl tarafından çekip çevrilmeden rasgele vu­ ku bulan ve doğal seçilimin denetiminde oluşan bir dizi gelişmenin sonucu olduğunu açıklayarak doğal teolojinin insanmerkezciliğine direnen bir anlatı kurar. William Paley'nin teleskop benzetmesini tersine çevirir. Paley teleskobun tasarlayan bir zihin tarafından bile bile yaratılmış olduğundan nasıl şüphe edilemezse, gözün de tasar­ layan bir zihin, yani Tanrı tarafından geliştirilmiş olduğundan şüp­ he edilemeyeceğini iddia etmişti . Darwin ise biyolojik olanağı bi­ linçle işletilen kaba bir düzeneğe indirgemenin dinsizlik olduğunu vurgulayarak Paley'nin argümanını tersine çevirir. Papaz takımıdır asıl hürmetsiz olan. Şöyle sorar Darwin: "Nasıl ki Yaradan'ın eser­ leri insanın eserlerine üstünse, canlı bir görme aracının da böylece büyüteçten üstün bir şey olarak oluşmuş olabileceğine inanamaz mıyız? " Darwin'in Yaradan'ı bir yandan zımnen reddederken diğer yandan ona başvuruyor olmasındaki samimiyetsizliği bir kenara koyup, insanın nelerin mümkün olabileceğini sezmesini sınırlayan şeyin akıl değil , hayal gücü olduğunu söylemesine dikkat edelim. Doğal seçilimin fevkalade bir "düzen" üretmiş olabileceğine inanmanın önüne geçen şey, en serbest yaratımlarında bile insan­ merkezciliğinden bir an olsun ayrılmayan hayal gücüdür. Doğal se­ çilimden şüphe duyan kişi hayal gücünden mahrum değildir, aklını kullanmamaktadır. " Akıl, " der Darwin, "hayal gücünü idaresine al­ malıdır" (s. 1 8 8 ) . Demek ki aklın hayal gücünden daha fazla hayal etme gücü vardır. Ş iirsel hayal gücü, şiirin dünyasından çok daha yabancı dünyaları tasavvur edebilen iyi bilime mani olur. Darwin hayal gücünün gerek doğa, gerekse sırlarını, hatta irrasyonellikleri­ ni artık daha fazla ifşa etmekte olan akıl karşısındaki sefaletini meydana çıkarmaktaydı. Dolayısıyla, Darwin'in düşünme tarzında, en rasyonel anlayışın huşuyla en fazla dolu olan anlayış olduğu so­ nucuna varabiliriz. Bununla birlikte, bir bilimci olarak kurduğu perspektifin şiirden türemiş olduğu gayet açıktır. Çünkü Darwin her şeyi farklı bir göz­ le görmeye çalışıyordu . Blake'i dünyayı bir kum tanesinde görme­ ye götüren Romantik saiklerle aynı türden saikleri olan Darwin'in gözünden bakıldığında, solucan gibi sıradan şeyler tuhaf bir şekilde aşina olmaktan çıkar: Durağan dünya devinmeye başlar ve her şey -kayalar, karıncalar, yapışıkçalar, mercanlar, asmalar, güvercinler-

DARWI N VE AC I

1 99

muhteşem tarihlerini bir bir ortaya serer. Tropik kuşağın balta gir­ memiş bölgelerinde saklı duran şeyleri görmeyi öğrenen Darwin doğanın tümünü -evde yetiştirilen solucanları bile- egzotik ve yü­ ce buluyordu. Beagle'dayken, bildiği ve sevdiği şiirin içerisinden ilerleyip onun ötesine geçmeyi öğreniyor ve böylece, ileride dünya­ yı bilimsel bir dönüşüme tabi tutmasını sağlayacağını henüz bilme­ diği şeylere hazırlanıyordu . Beagle'da seyahat eden bir doğa bilgini olarak Darwin'in en bü­ yük meziyetlerinden birisi, gözlemlediği her şeyi -ki her şeyi göz­ lemlemişti sanki- birer soru olarak da ele almasıydı. Bu yaklaşımı , modelini en küçük ayrıntısına kadar örnek aldığı Humboldt'tan öğ­ renmişti esas olarak. Ama böyle bir eğitimle bile olsa, hangi sorula­ rı sormak gerektiğini bilmek, rasgele seçilen bir olguyu daha üst bir genellemeye işaret edebilecek ilginç bir fenomene dönüştürmek zordur. Bu nereden geldi acaba? Nasıl geldi peki? Onu meydana ge­ tiren öğeler nedir? Ne ile karşılaştırılabilir? Bu sorular asla kozmik ya da aşkınsal değildir ve cevaplar da daima maddidir. Mucizevi şe­ kilde ortaya çıkan sonuç ise, Beagle üzerinde büyük teorisine doğ­ ru ilerlerken içinden geçtiği yerler kadar zengin, çeşitli ve güzel bir dünyanın gelişmesiydi . İ şin püf noktası her şeyi not etmek ve üze­ rine kafa yorulacak malzemeleri toplamaktı. Darwin'in edebiyat deneyimi , başka bir gezegen olabileceğini söylediği bu nefes kesici yeni dünya vizyonunu ancak kısmen ehli­ leştirmişti . Wordsworth doğada bilincin olduğu ve zihin ile hafıza­ nın maddeyi insana anlam ifade eden bir hayata dönüştürdüğü kanı­ sındaydı. Her ne kadar Darwin insan bilincini doğanın işleyişinden çıkarıp atmış gibi görünse ve cansız hatta canlı doğanın ne kadar nahoş olabileceği konusunda hiçbir yanılsamaya kapılmamış olsa da, çalışmasının asıl amacı, solucanlar üzerinde yaptığı gibi , bilin­ cin mevcudiyetini keşfetmekti; projesini hiç de bilimsel olmayan bir ifadeyle tasvir edersek, bunun insanlaştırmaya, kişileştirmeye yönelik esaslı bir Wordsworthçü çabayı andırdığını söyleyebiliriz. Solucanlar en ilkel biyolojik zorunlulukların baskısı altındayken bile zekice krallıklar inşa eder. Arılar depolama sorunları için en el­ verişli çözümü bulur. Canlılar dünyasının hiçbir parçası, içinde ya­ şayan en küçük, en az zeki sakinleri bile bilinçten, arzudan ve niyet­ ten yoksun değildir. Ve insan bilinci dünyanın her köşesinde, Porto

200

DARWI N SİZİ S EVİYOR

Praya'nın o çorak topraklarında bile dünyaya değer ve anlam yükle­ yen çağrışımları bulur. Tıpkı Wordsworth gibi Darwin de dünyayı dolaşarak geçirdiği o beş sene boyunca bir şey üzerine düşünme imkanı üzerine düşün­ müştü. Bizzat içinde olduğu harikalar diyarında sükuna kavuşma­ nın, dünyayı nihayetinde anlama gark eden çağrışımların uyanma­ masının imkansız olduğunun farkındayken bile, kendisine aşina şeylerle dolu bir dünyanın vereceği bambaşka mutlulukları tasav­ vur etmişti . Yeni olan şeylerin yoğunluğundan bahsederken, Word­ sworth'ün çağrışımlar dünyasının ötesindeki bir yücen i n kenarına sokulur; aynı zamanda başka bir güzellik üzerine ve bu yeni dene­ yim geçmişte kaldıktan sonra onun hakkında farklı bir şekilde dü­ şünme imkanı üzerine de düşünür: Manzaraların çoğu olağanüstü derecede güzeldi; ama tropikal bir man­ zarada insanın baktığı her şeyin ona yepyeni görünmesi ve dolayısıyla ken­ disinde hiçbir çağrışımın uyanmaması -ki benim durumumda (ve başkala­ rında da böyle olduğunu sanıyorum) farkında olmasam da bunlar düşündü­ ğümden çok daha sık gerçekleşiyor- zihnin yüksek bir algı mertebesine çı­ karılmasını gerektirir. İ şte en büyük mutluluğa o zaman ulaşılır; aksi tak­ dirde aklınız size gördüklerinizin güzel olduğunu söyler fakat duygular bu­ na karşılık vermez. Çoğu zaman neden sakin sakin bunun keyfini çıkara­ mıyorum diye soruyorum kendime ; şu soruyla kendimi cevaplayabilirim : Kır sükuneti ve inzivası gibi hoş fikirleri uyandırabilen, tatsız olan her şe­ yin unutulduğu .çocukluğu ve eski zamanları tekrar hatırlatabilen ne var ki orada? Yarattığı etkiler açısından bunlara benzeyen fikirler oluşturulana kadar, neredeyse yeni olan bu dünyanın ihtişamları arasında boşu boşuna sessizce tefekkür edebileceğimiz şeyleri arar dururuz.

Daha da yoğun Wordsworthvari bir hassasiyeti olan John Ruskin, insanda çağrışımlar uyandırmayan böyle bir dünyanın, deneyimi soğuk bir manasızlık örtüsüyle kaplayacağını hissetmişti. 1 857'de kaleme aldığı "Akademi Notları"nda şöyle demişti : "Ressamlar için iyi bir konu teşkil edecek her şeyde, ya işlenmişlik, oturulan bir mesken veya bir harabe aracılığıyla insan varlığı hissettirilmeli, ya da doğanın güzelliğinin yanı sıra kederine de işaret eden bazı yüce nitelikler olmalıdır. " 1 7 Modern Painters'ta (Modem Ressamlar) ise 1 7 . The Works of John Ruskin: Library Edition, E. T. Cook ve Alexander Wedderburn (haz.), Londra: Penguin Books, 1 989, s. 4 1 .

DARWI N VE AC I

201

daha da ileri giderek şunları söyler: " İnsanlığın şimdi ya da geçmiş­ te var olmadığı yerde, en doğal güzellik nafileden de ötedir: Dehşet vericidir; vücuttan çekip çıkarılmış bir elbise değil, iskeleti sakla­ yan işlemeli bir kefenden ibarettir" (7 :258). Güzelliğin farkında olan, ama ona karşılık veremeyen Darwin, romantik bir şekilde Ruskin gibi davranmaktadır ve Ruskin de elbette, yine romantik bir şekilde, Wordsworth gibi davranmaktaydı. (Ruskin'in Darwin'in teorilerin­ den sezgisel bir şekilde uzaklaşmış olması şaşırtıcıdır. Ama bu du­ rum onların arkadaş kalmasını engellememişti : Lake Country'nin tepelerine doğru beraber yürürlerdi ve başka meselelerde apayrı fi kirleri savunsalar da oradaki manzaraya her ikisi de hayranlık duyardı.) İ çinde pek anlam veremediği bir huzursuzluk hissetmesi Dar­ win'in Wordsworthçü dünya tahayyülünün bir parçasıdır, ama Dar­ win bununla başka türlü başa çıkar. Sükunet içinde hatırlama tasav­ vurunu anlar ve derin insani çağrışımlardan mahrum bir dünyanın çetin zorluğunu hisseder. Fakat Darwin sükundan ve geçmişteki fi­ kirlerden mahrum olan böyle bir dünyadan haz alır, zira sadece Word­ sworthçü bir geçmişe-bakış açısından bir mahrumiyettir bu. Demek ki Darwin'in yeni dünyası şiirin insana verdiği sevinçlerden yoksun değildir; bu dünya ancak onun (ve Ruskin'in) kısmen Wordsworth' ten öğrenmiş olduğu şiirsel deneyimlerle birlikte anlaşılır hale gelir. Miltonvari bir yücelik, sükunet içinde anımsanan duygunun ötesine sürükler onu tehlikeli bir şekilde, ama aynı zamanda bu duygu cez­ bedici olmaya devam eder ve Darwin onu, tadına doyamadığı tropik yerlerle bilinçli bir şekilde karşılaştırır. Tropik doğayı, Wordsworth şiirinin kendisine doğayı deneyimlemeyi öğretmiş olduğu gibi de­ neyimleyemez hale gelmiş olsa bile, "yüksek bir algı mertebesine çıkarılan" zihni Darwin'e, şiirin sunamayacağı ve ancak bir yücelik deneyimi olarak düşünülebilecek bir keyif vermişti : Sükunet içinde anımsanan, geçmişe-bakış ile tefekkür edilen bir duygu değildi bu ; fakat endişenin, tehlikenin ve kıyas kabul etmez bir sevincin orta­ sında amansızca, izah edilemez bir şekilde duruyordu işte. Ama Darwin gözlemlemekten zevk aldığı dünyanın pervasızlı­ ğından ve insanlara olan kayıtsızlığından asla bütünüyle memnun olmamıştı. Robert Richards, Darwin'in Naturphilosophie'de (Doğa Felsefesi) yatan derin Romantik köklerinin, ona kendisinden sonra,

202

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

ki kültürde kabul görenden bambaşka bir doğa sunduğunu ileri sür­ müştür. "Darwin'in deneyimlemiş olduğu doğa, " der Richards, "bir makine, birbirine bağlı parçalarıyla tarafsız bir şekilde ürün oluştu­ ran bir mekanizma değildir" (s. 525). Darwin'in doğası capcanlıydı. Deniz yolculuğundaki o riskli ve muazzam yücelik anlarını bir da­ ha asla yaşamayacaktı. Ve incelemelerinde doğanın öyle vahşi stra­ tejileriyle karşılaşacaktı ki, bunlar ya insanlar için model olarak dü­ şünülemeyeceğinden rasyonel bir şekilde reddedilecek, ya da in­ sanların işlediği suçları aklamak için başvurulan incelikli bir maze­ ret olarak kullanılacaktı. Fakat romantik gelenekteki dünya, bir me­ kanizma değil, insanı cezbeden canlı bir organizma olmaya devam etmişti. Canlı ve çetin, güzel ve tehlikeliydi ve Darwin'in kapsamlı anlatısında vurgulandığı gibi, '1hlak ve sanatın kaynağıydı da. Doğanın insan değerleri ve duygularına olan apaçık kayıtsızlığı karşısında Darwin'in sunduğu teselli , yani doğa savaşının bazen ya­ vaşlamasının, pek çok organizmanın acı hissetmeden ya da ölüm­ den korkmadan can vermesinin ve "kuvvetli, sağlıklı ve mutlu olan­ ların hayatta kalıp çoğalacağı" inancının verdiği teselli gerçekten de zayıf görünür - akraba ev !iliğinin meyvesi olan kendi çocukla­ rından bazıları gibi güçsüz olanlar için bu teselli daha da zayıftır. ı s The Variation of Animals and Plants (Bitki v e Hayvanların De­ ğişimi) adlı eserinin bir bölümünün başlığında adlandırıldığı haliy­ le, "Yakın Akrabalar Arasında Birleşmenin Kötü Etkileri" hakkında uzun uzun yazmıştır Darwin. 1 85 7'de yazılan bu kitabın bir pasajın­ da şu durum açıkça ortaya konur: "Yakın akrabalar arasında çok uzun zaman sürdürülen birleşmenin sonuçlan, genel olarak düşünüldüğü gibi, hacim, bünyevi güç ve doğurganlık kaybı ve zaman zaman

1 8 . Desmond ve Moore'a göre "aile içi birleşme onu [Darwin'i] epeydir tasa­ landırıyordu" (Char/es Darwin, s. 447). Darwin'in "büyük kitabı" (ki "doğal seçi­ lim" teorisini Wallace da keşfetmemiş olsa Türlerin Kökeni de öyle olabilirdi) üzerinde çalışmakta olduğu 1 857 yılına gelindiğinde, on çocuğundan ikisi doğal nedenlerden ötürü ölmüştü ve diğerleri için de "meşum" alametler vardı. "Char­ les esas sorunun irsi olduğuna, yani kendi bünyevi zayıflığının çocuklarına geçti­ ğine ve Emma'nın Wedgwood kanının da bu zayıflığı artırdığına inanıyordu. Var­ olma mücadelesi çoktan başlamıştı" (s. 447) . Desmond ve Moore'a göre Darwin, "Doğa'nın acımasız tırpanından kaçılamayacağı ve buna kalkışmanın hiçbir fay­ dası olmadığı" kanısındaydı (s. 448).

DARWI N VE AC I

203

bunlara eşlik eden sakatlık eğilimidir" (2:90) . Kendi hayatında do­ ğanın böyle bir birleşmeye olan husumetinin yarattığı katı gerçek­ likle karşı karşıya gelen Darwin'in doğal seçilimin "kuvvetli, sağlık­ lı ve mutlu olanların ayakta kalıp çoğalacağına" olan inancı, kendi yaşadığı derin kaybı, acılı hayatları, ölümü teselli etmeye yarama­ mıştı. Fakat Darwin'in doğa adına sunduğu özür ne kadar zayıf gö­ rünürse görünsün ciddi bir özürdür. Doğaüstü teselliler yoktur yani. Doğal tarihin on� verdiği sevinç, incelemelerinden aldığı derin keyif, büsbütün acı verici olan bazı şeyleri de ortaya seriyordu as­ lında. Ama Darwin'i yaşadığı bu derin zorluklar süresince ayakta tutan şey, belki de ironik bir şekilde, çalışmanın verdiği keyif ve tek tek insanların arzularına acımasızca kayıtsız bir doğa bulabilmek olmuştu . Beagle yolculuğunun en başından beri, o kolaylıkla kuru­ lan " şiirsel" dünya vizyonunu reddetmiş ve titiz bir dikkatin gerek­ tirdiği gibi, dünyaya onu gizeminden arındırarak ama onun karşı­ sında duyduğu huşu hissini de kaybetmeden bakmıştı. Fakat şiiri artık hissedemiyor oluşuna üzülmekten de kendini alamıyordu . Kav­ ramaya çalıştığı doğal süreçlerin "doğa savaşı"nı onaylar gibi gö­ ründüğü ve sevgili güzel kızını kendisinden anlamsızca alıp götü­ ren bir dünya karşısında hissizleşmemişti. John Bowlby Darwin'in başkalarının acılarına katlanmada çektiği zorluklardan, "zulüm kar­ şısında duyduğu dehşet ve kendi öfkesinden duyduğu korku"dan uzun uzadıya bahseder. "Onu akrabalarına, arkadaşlarına ve mes­ lektaşlarına sevdiren" bu özelliklerin "çok erken zamanlarda ve çok fazla geliştiğini" söyler. ı 9

il

James Moore Darwin'in kızının ölümü hakkında yazdıktan bu yana, dikkatlerin çoğu Darwin'in hayatındaki bu en korkunç olaya çevril­ miştir.20 Darwin'in Cambridge tarafından harikulade bir şekilde ha-

1 9. John Bowlby, Charles Darwin : A New Life, New York: W. W. Norton, 1 990, s. 23. 20. James Moore, "Of Love and Death : Why Darwin 'Gave Up Christianity"', History, Humanity, and Evolution : Essaysfor John C. Greene, James Moore (haz.),

204

DARW I N S İ Z İ SEVİYOR

zırlanarak yayımlanan (şu anda on üçüncü cildine ulaşan ve hazır­ lanmaya devam eden) mektuplarının beşinci cildini okurken rastla­ mıştım bu hikayeye ve gözyaşlarımı cidden tutamamış, bazı pasaj ­ ları eşime okumak zorunda hissetmiştim kendimi. Moore b u feci olayı hiç de hisli bir dille anlatmaz, ama bunun Darwin için çok önemli olduğunu söylemekte haklıdır, ki bence Darwin'in geniş kültürel meselelerle olan ilişkisini anlamamız için de çok önemlidir bu . Kızıyla olan ilişkisinin hikayesi, tıpkı Beagle yolculuğunda tut­ tuğu günlükteki pek çok pasaj gibi, bugün insanların çoğunun kafa­ sındaki mekanik, büyü bozucu Darwin imgesinden bambaşka bir Darwin sunuyor bizlere. Emma Darwin'in hamileliği öyle ilerlemişti ki, Annie'yi Charles' la beraber götürmeye karar verdikleri (ve zamanında Darwin'in kaplıca tedavisi gördüğü) sanatoryuma gidemeyecek hale gelmişti . Darwin Annie'yle birlikte Malvem'e vardığında, bizim bugün tele­ fonla ya da belki de e-maille yapmaya çalışacağımız gibi , Emma'ya mektup yazmaya, onu bütün olan bitenlerden haberdar etmeye ça­ lışmış ve hatta bazen günde birkaç mektup yolladığı bile olmuştu. En küçük ayrıntılara bile dikkat kesilecek kadar keskin bir gözlem yeteneği olan bilimci, eğitimli gözlerini sevgili kızıyla ilgilenmek için kullanacaktı artık. Nitekim mektuplarda Annie'nin kendini to­ parlaması ya da kötüleşmesi -kusması, nabız oranı, her yarım saat­ te bir içtiği un çorbası ve konyak- anbean anlatılır. Bu "tahmin etti­ ğimden çok daha acı ve zor . . . Yazdıkların beni çok ağlattı. . . Ama

New York: Cambridge University Press, 1 989. Randal Keynes'in Darwin, His Da­ ughter and Evolution (New York: Riverhead Books, 2002) adlı kitabında, An­ nie'nin hastalığına, girişilen tedavinin ayrıntılarına ve Darwin'in bilhassa da din konusundaki düşüncelerine ayrılmış iki kapsamlı bölüm vardır: özellikle bkz. 9., 1 O. ve 1 1 . bölümler. Rebecca Stott bu olaydan hassasiyetle bahseder ve Darwin'in Annie'nin ölümü sırasında üzerinde çalıştığı yapışıkçalan incelemesindeki nesir ile Annie için tuttuğu hatıralardaki dili karşılaştırır ( s. 1 68 vd. ) . Etty'nin kız karde­ şinin ölümü hakkındaki dinsel endişelerini uzun uzun tartışır ve Darwin'in bu en­ dişelere verdiği tepki hakk ında akıl yürütür: " [Darwin] belki de ona son zamanlar­ da hissetmeye başladıklarını söylemek istemişti: yani bütün bunların 'mağara mefhumları' olduğunu ve ölümden sonra hiçbir şeyin olmadığını - cennete mi yoksa cehenneme mi göndereceğine karar vermek için Annie'nin sevap günah def­ terini taramıyordu Tanrı. Yaşamak için sadece güçlü olması gerekirdi Annie'nin ve yeterince güçlü değildi" (s. 1 7 1 ).

DARW I N V E AC I

205

kendimi koyuvermemeliyim, ki bunu da ancak onu düşünmeyerek becerebilirim. Durumu artık şu andan itibaren dakika dakika bir ölüm-kalım mücadelesi haline geldi" (Correspondence, 5 : 1 4). Ya­ pışıkçaları incelediği birkaç sene içinde geliştirdiği alışkanlıklara sadık kalan Darwin, kızının kötüleşmesinin tüm ayrıntılarını acı­ masızca (ve şefkatle) kayda geçirir: "B ugün dört kez çok fena kus­ tu - zavallı kızım benim" ; "Onu o biçare, acılı halleri içinde tanıya­ mazsın bile. Ona ancak eski sevgili Annie'mizi unuttuğumda baka­ biliyorum. İ kisi arasında benzer hiçbir şey yok gibi " (5 : 1 6); " Saat 3 : Doktor hiçbir ilerleme göstermediğini söylüyor. . . Saat 4 : Bir iğne vermeye çalışıyoruz, ama başaramıyoruz . . . Saat 5 : Her şey aynı . Son postadan evvel sana yine yazacağım" (5 : 1 7). Emma'ya şöyle söyler: "Her saatin nasıl geçtiğini bilmek senin için en iyisi. Sana bunları anlatmak beni ferahlatıyor: Zira sana ya­ zarken sükunetle ağlayabiliyorum" (5 : 1 8). Kafamızda büyü bozucu haberlerin müjdecisi olarak canlanan Darwin imgesini gözden ge­ çirmemizi sağlayacak olan şey, o her zamanki dakikliğiyle eşine mektup yazan ve yazma deneyiminin, kendisini katlanılmaz duygu­ lardan kurtardığını fark eden Darwin imgesi olmalıdır. "Olgular" , sadece burada olmamakla birlikte en açık şekilde burada, (g�nelde pek dile dökülmeyen) hislerle doludur. B undandır ki Emma'ya An­ nie'nin kusmalarından, zar zor yemeye çalışmasından, baldızıyla birlikte onu sirke ve suyla yıkamalarından" (5 : 1 9) ve kusmuk ko­ kusunun azalmasından bahseder - "kalsiyum klorid sayesinde onun güzel kokmasını sağlıyoruz" (5 : 20) . Nisan ayının 23'ünde, yani Sha­ kespeare'in doğduğu gündeyse şu satırları yazmak zorunda kalır: "Bugün saat 1 2'de gayet sessiz, gayet tatlı bir şekilde son uykusuna yattı . Zavallı sevgili kızımızın çok kısa bir hayatı oldu, ama talihli olduğumuza inanıyorum. Onu belki de ne gibi ıstırapların bekledi­ ğini bir Tanrı bilir" (5 : 24 ). Darwin ailesi o noktada Shakespeare'i düşünmüyordu elbette; burada onun yerine, "Varolma Mücadelesi " nin o pek de ikna edici olmayan tesellisini buluruz yine. Darwin'in düşünebileceği tek teselli budur ve bu teselli öbür dünyaya değil bu dünyaya dairdir. Annie'yi nasıl özlediğini ve diğer çocukları o an hiç umursamadığını anlatan Emma, Charles'a şunları söyler: "Benim esas hazinem olduğunu (geçmişte de şu anda da hep öyle olduğunu) hatırlamalısın. Tek teselli umudum eve sağ salim gelmen ve beraber -

206

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

ağlayabilmemiz" (5 : 24) . Emma, Darwin'in halinden endişelenmekte haklıydı. Zira Dar­ win avuntusuzca gözyaşlarına boğulmuş ve kendini hemen hasta etmişti. Hal böyle olunca da, detaylarını bütün o korkunç günler bo­ yunca kendisine eşlik eden baldızı Fanny'nin hallettiği cenazeye katılamamıştı. İ ki gün sonraysa erkek kardeşi Erasmus'a bir mektup yazmış ve ondan gazetelere şu ilanı vermesini istemişti : "Down Kent sakinlerinden Charles Darwin Beyefendi'nin on yaşındaki en büyük kızı Anne Elisabeth Darwin, 23 Nisan'da Malvem'de vefat etmiştir" (5 : 27) . Mayıs ayının başına gelindiğindeyse, dünyanın dört bir yanındaki bilimcilerle, esas olarak sirripedler ve yapışıkça­ lar hakkındaki çalışmalarıyla ilgili olarak sürdürdüğü mektuplaş­ malara ayrıntılarıyla yeniden başlamıştı.2 1 O korkunç hafta esnasında yazılmış mektuplar, Darwin'i Darwin yapan özellikleri ortaya koyar. Hatırlarsanız Emma'ya şunları söy­ lemişti: "kendimi koyuvermemeliyim, ki bunu da ancak onu [An­ nie'yi] düşünmeyerek becerebilirim. " Fakat Annie hakkında düşün­ mekten ve onun nabzının her atışına bakmaktan bir an için bile vaz­ geçmemiştir sanki. Darwin'e ve eşine o hafta boyunca teselli sağla­ yan tek şey, kızının semptomlarındaki dalgalanmaları hiç durmadan gözlemleyerek kağıda dökmüş olmasıydı. Şöyle demişti Emma'ya: " [Sana] her saatin nasıl geçtiğini . . . anlatmak beni rahatlatıyor. " Emma da şu cevabı vermişti : "Anlattığın her saat benim için çok kıymetli" (5 :2 1 ) . Ve kızının artık öldüğünü bilen Emma, kocasının o gün yazıp da kendisine yollamadığı iyimser bir mektup varsa yır­ tıp atmamasını rica eder. "Belki bir gün görmek isterim" (5 :24). Kızının acısı onun için katlanılmazdı, ama kendini zorlayarak

2 1 . Darwin'in Annie'nin hastalığı ve ölümüyle olan ilişkisine dair daha ayrın­ tılı ve çok daha dokunaklı bir tasvir için, bkz. Stott, s. 1 54-7 1 . Stott, Darwin'in ön­ ceki zamanlarda bebeklerinin davranışları hakkında günlük tutma alışkanlığı ol­ duğuna ve altı yıl aradan sonra, Annie'nin durumunu izlerken bu sefer bir sağlık günlüğü tutmaya başladığına değinir. Darwin'in o süre zarfında agnostik ve özgür düşünceli yazıları okumaya devam ettiğini belirten Stott, yapışıkçalar üzerine olan ve Annie'yi sanatoryuma götürmek için ara verdiği çalışmalarının bağlamını da açıklamaya çalışır. Darwin'in bu organizmalarla olan bilimsel ilişkisi ile An­ nie'nin durumunu son derece hassas bir şekilde kayda geçirmesi arasında çarpıcı bir süreklilik vardır.

DARWI N V E AC I

207

ve sevgiyle yüzleşmeye çalışıyordu bu acıyla. Bu mektuplarda bir babanın, bir eşin ve gördüklerini kayda geçiren bir bilimcinin has­ saslığı vardır. Fakat kızının ölümüne izah getirip teselli verebilecek hiçbir şey yoktu. Darwin, kızının ağır ağır ölmesini dikkatlice kay­ dettikten sonra kabre gidememiş ve sevgili eşinin· yanına dönmek zorunda kalmıştı. Bundan üç hafta sonra Emma dokuzuncu ve so­ nuncu çocukları olacak Horace'ı doğurana kadar onun yanındaydı. Ama hiçbir şey ölümü anlamlı kılamamıştı . Ve Darwin de Emma da bunu acıyla kabul etmişlerdi. Darwin, deneyimlerini günlüklere, defterlerine kaydetmeye alışmış bir bilimci olmanın da dürtüsüyle, kızının ölümünden iki gün sonra Annie hakkında şu etkileyici satır­ ları yazmıştı : "Bu birkaç sayfayı yazıyorum; çünkü bundan sonraki senelerde -eğer sağ kalacak olursak- şimdi kağıda dökülecek izle­ nimler onun esas özelliklerini bize çok daha canlı bir şekilde hatır­ latacak" (5 : 540). Annie'yi yad ettiği bu sayfalarda kızının tipik özelliklerini son derece dikkatle kaydetmeye çalışır -ki bu tür dikkatli kayıtlara za­ ten alışıktı- ve neşeye, Annie'nin o dinmek bilmeyen coşkunluğu­ na, " şen şakraklığı"na ve "her hareketiyle esneklik, hayat ve dinçlik kazanan simasından ışıyan . . . capcanlı ruh hali"ne bir nevi övgü dü­ zer. Bu belgenin gayet kişisel izler taşıyan doğası, onu Darwin'in daha bilimsel yazıları için birçok açıdan kötü bir model haline geti­ rir; ama bu hatıratın çarpıcı yanı, bilimsel olan ile hissi olanın farkı­ na varılmadan kaynaştırılmış olmasıdır. Burada çok daha yoğun bir kaynaşma vardır elbette, fakat bu hatırat tasvir edilen dünyanın Darwin'in gözünde asla cansız, ruhsuz olmadığını ve bilimsel çalış­ malarının doğal dünyaya olan tutkusundan asla kopmadığını bir kez daha ortaya koyar. Anlatmakta olduğu şeyler (tıpkı kit.aplarında beliren doğal dünyanın büyük bir kısmı gibi) muazzam bir acı ver­ se de insana, aynı zamanda fazlasıyla da önem arz eder. Darwin do­ ğaya özen gösterir, ama doğanın hallerinden bahsederken bu özenin kendisini etkilemesine izin vermez. Darwin, kızının daha küçücükken belli ettiği "hassaslığı"nın na­ sıl geliştiğini dikkatlice anlatır; onun "güçlü şefkati "nin köklerini de annesine dokunmadan duramadığı bebeklik döneminde bulur. Darwin arşivlerinde bundan daha kişisel ve dokunaklı bir belge ol­ mamasına rağmen bu hatırat da boydan boya bilimsel alışkanlık ve

208

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

ilgilerle dokunmuştur. Mesela şöyle der Darwin: "Karakteri enda­ mını ve dış görünüşünü açıkça etkilemişti" (5 :54 1 ). Beagle'daki do­ ğa bilgini gibi, hatırlayabildiği her şeyi not eder: Annie'nin ayakla­ rı üzerinde doğrulmasını, kaç yaşında boyunun ne kadar uzunlukta olduğunu, "hafif kahverengi" cildini, "koyu yeşil " gözlerini, büyük beyaz dişlerini, uzun kahverengi saçlarını , dagerreyotipi fotoğrafla­ rındaki haliyle canlı hali arasındaki farkı. Elimizde negatifler yok elbette, ama Darwin'in gözleri güvenilir görünüyor. En azından bu belgede, gözlemi harekete geçiren duygular saklanmaya çalışılmaz. Hatıratın son satırı şöyledir: " İ nayetler senin üstüne olsun . " Peki bu inayetler nereden gelebilirdi? Darwin o sırada dine ör­ tük olarak başvurmasındaki muhtemel ironiyi dert etmiyordu. Fa­ kat J ames Moore'un konu hakkındaki makalesinde belirttiği gibi, Annie'nin ölümünün kendi sine yaşattığı acı tecrübenin dine yönelik tavrında geniş etkileri olmuştu. Otobiyografisinde, Emma ile aile­ nin diğer fertlerinin ilk basımdan çıkarmaya karar verdiği önemli bir pasaj vardır: Dünyada pek çok acı çekildiğinden kimsenin şüphesi yok. Bazıları bu­ nu, dünyada çok acı çekiliyor olmasının insanın ahlaken düzelmesine ya­ radığını düşünerek açıklamaya girişti . Gelgelelim, dünyadaki insanların sayısı ile hissetme yetisi olan diğer bütün varlıkların sayısı karşılaştırıla­ maz bile ve bu varlıklar da herhangi bir ahlaki düzelme yaşamadan çoğu zaman çokça acı çeker. Evreni yaratabilmiş Tanrı kadar kudretli ve bilgi dolu bir varlık sınırlı zihinlerim izde her şeye kadir ve alim-i mutlak olarak görünür. Ve onun yardımseverliğinin sınırlı olduğunu düşünmeyi havsala­ mız almaz. Zira neredeyse bitmek bilmeyen bu zaman içinde , daha aşağı türden milyonlarca hayvanın acı çekmesinde ne gibi bir fayda olabilir ki? Acının varlığından hareketle, akıllı bir ilk nedenin varlığına karşı ortaya konmuş bu çok eski argüman bana güç l ü bir argüman gibi geliyor; halbu­

ki, biraz önce değinildiği gibi, dünyada çok acı çekiliyor olması, bütün or­ ganik varlıkların değişim ve doğal seçilim yoluyla gelişmiş olduğu görü­ şüyle uyuşur. (90)

Doğal seçilim pis bir hikaye anlatır. Kaldı ki bu pis işleri doğal se­ çilim yapmıyorsa Tanrı yapıyor demektir ve kimin böyle bir Tan­ rı 'ya inanabileceğine hayret eder Darwin. Annie'nin o sıkıntı içinde süzülmüş çehresini hatırladığında, bu düşüncenin aklına gelmesi bile onu tiksindirir.

DARW I N VE AC I

209

Darwin'in ahlaki ve düşünsel açıdan en çok tepki duyduğu şey tasarım argümanıydı. Kızının ölümü bu argümanı düşünsel olarak imkansız kılmakla kalmamış, onu ahlaken tiksindirmeye de başla­ mıştı. William Paley'nin Natura/ Theology'si dünyanın kusurlarıyla yüzleşir, fakat Darwin'in "Varolma Mücadelesi "nde yaptığı gibi, yani gayrişahsi ve hatta istatistiksel bir teselli sunar. Paley'ye göre dünya "katışıksız bir mutluluk" ya da "tasarlanmış bir sefaletten ibaret değildir. " Daha ziyade, "geleceğin hali göz önünde bulundu­ rularak, ahlaki niteliklerin üretilmesi, uygulanması ve iyileştirilme­ si için hesaplanmış bir durumdur. " 22 Paley, dünyanın bir tasarım ürünü olduğu kanıtlanabilir olsa da, şansın burada büyük bir rol oy­ nadığını kabul eder. Geniş tasarım içinde gelişen " şans " la başa çık­ mak için de genel bir teselliye ve daha geniş , aşkınsal bir bağlantı­ ya başvurur. Darwin'e göreyse, bu tür doğadışı ve genelleştirilmiş teselliler hiçbir şeyi telafi etmiyor ve hatta her şeyi bilen Tanrı'nın tamamen zalim olduğunu ortaya koyuyordu. Başkalarının acılarına dayanamıyordu Darwin ve acı çekilmesine göz yumabilecek bir Tanrı'yı aklı almıyordu . Belki de ironiktir, ama rasyonel ve büyüsü­ nü kaybetmiş bir dünyayı asıl teolog sunar; tek tek varlıkların acısı­ nı hisseden ve kızının ölümünün mazur gösterilmesine izin verme­ yen, bizlere büyülü bir dünya sunan kişi " şeytanın papazı" , yani Tann'ya inanmayan doğa tarihçisidir. Sonsuz şefkatli bir Tann'ya ilişkin hiçbir anlayış kızının ölümü­ nü, ya da o şekilde ölmesini haklı çıkaramazdı. Darwin'in doğayla olan derin Romantik ilişkisi, doğayı canlılıktan arındırıp onu bir mekanizmaya dönüştürmemişti ; kendini daha iyi hissetmeye ve an­ lam bulmaya çalışmıştı Darwin. Fakat eğer Annie'nin ölümü ahlaki önemi olan geniş bir tasarımın parçasıysa, bu tasarım yardımsever ve müşfik bir tanrının aleminin dışında demekti . Tıpkı Einstein gi­ bi Darwin de şansın doğanın işleyişinde önemli bir rol oynayabile­ ceğine inanmıyor ve doğaüstü olanın tamamıyla ortadan kaldırıldı­ ğı bir dünyanın büyü bozucu etkilerine bilinçli bir şekilde direni­ yordu. Eserinin kendine has gücü, bireyi "gözeten" amansız bir sü22. William Paley, Natura/ Theo/ogy: or, Evidences of the Existence and Att­ ributes of the Deity, Collected from the Appearances of Nature, Boston: Gould and Lincoln, 1 860, s. 287.

21 0

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

reç olan doğal seçilimin hayvanların mütemadiyen acı çekmesini (ve kızının ölümünü) de beraberinde getirdiğini dosdoğru kabul et­ mesiydi. Acımasız doğal olguların içinden nasıl çıkacağını tasavvur ede­ miyordu Darwin. Bu konuda "kafasının karışık" olduğunu zaman zaman itiraf da etmişti. Ama Türlerin Kökeni'nin tasanın argüma­ nıyla bağdaştığını düşünse de bu kitabı destekleyen Amerikalı Asa Gray'e 1 860 yılında yazdığı mektubunda şunları söylemişti : Yemek istediğim bir kuş görüyorum ve silahımı alıp onu öldürüyorum; bunu tasarlayarak, bile bile yapıyorum. Diyelim, masum, iyi bir adam ağa­ cın altında duruyor ve bir şimşek çakması sonucunda ölüyor. Tann'nın bu adamı bile bile öldürdüğüne inanabilir misin? (Buna vereceğin cevabı ger­ çekten duymak isterim.) Pek çok insan ya da insanların çoğu buna inanıyor. Ben inanamıyorum , inanmıyorum. Eğer buna inanıyorsan, bir kırlangıç bir sivrisineği yakaladığında, kırlangıcın sivrisineği o anda yakalamasını da Tanrı'nın tasarladığına inanıyor musun? Ben adamın ve sivrisineğin aynı zor durum içinde olduğunu düşünüyorum. Ne adamın ne de sivrisineğin ölümü tasarlanmışsa, ilk doğumlarının ya da ilk ortaya çıkışlarının illaki ta­ sarlanmış olduğuna inanmamı sağlayacak hiçbir sebep göremiyorum. (Cor­ respondence, 8 : 275)

B urada, Kral Lear'daki Gloucester'ın şu sözlerini hatırlamadan ede­ miyorum: " Sinekler neyse yaramaz oğlanlara, biz de oyuz tanrılara/ Ö ldürüyorlar bizi keyifleri uğruna. "* Annie'nin Shakespeare'in doğum gününde ölmüş olması bir rast­ lantıdır ( " akıllı tasarım" gibi bir alternatif var mıdır?). Bu rastlantı­ yı, Darwin'in Shakespeare okumayı neden mide bulandırıcı buldu­ ğunu tartışmaya vesile etmek istiyorum. Bunun sebebi eminim ki Anna'nın nisanın 23 'ünde ölmesi değildi. Darwin'in hayatının ileri­ ki yıllarında şiirden uzaklaşmasının nedenlerine dair birbirine po­ tansiyel olarak zıt iki argüman öne sürdüm. B ir taraftan, Beagle yol­ culuğu sırasındaki tefekkürlerinin -St. Paul Kayaları hakkında bu­ lunduğu yorumlarda görüldüğü gibi- şiirin insani olan için fazla tatmin edici olduğunu düşünerek onu reddetmesine yol açtığını * Bu ve bir sonraki Kral Lear alıntısının kaynağı için bkz. Shakespeare, Kral Lear, çev. Ö zdem ir Nutku, İ stanbul : Remzi , 1 986 (çeviride küçük değişiklikler yapılmıştır) . -ç. n .

DARWI N VE AC I

21 1

göstermeye çalıştım. Wordsworth şiirinin doğanın tümünü insani çağrışımlarla doldurma eğilimine nihayetinde direniyordu . Bu ba­ kımdan şiir, gözlemleri ve düşünceleri sonucunda yöneldiği mater­ yalist doğa anlayışını tamamen bozuyor ve ona ters düşüyordu. Tıpkı doğal teoloj i gibi şiir de doğal dünyayı kavrarken insanı mer­ keze yerleştiriyordu. Diğer taraftan, Darwin'ih çekilen acıları ve özellikle de ona anlamsız ve haksız gelen acıları görünce dehşete düştüğünü ileri sürdüm. Peki hal böyleyken, doğanın maddi işleyiş­ lerindeki vahşi kayıtsızlığa karşı bir kaynak olarak neden şiire çe­ virmemişti yüzünü? ..Artık okumak i stemediği türdeki şiirler (örneğin Shakespeare şiiri) doğal teolojide reddettiği, insanı tatmin eden anlatıları illaki sunmuyordu da ondan. (Shakespeare yaşamış olsa, Darwin'in asa­ lak böceklerin çorak tropik adalardaki hayatın başlangıcını oluştur­ duğu keşfinde bir şiirsellik bulurdu diye düşünüyorum.) Türlerin Kökeni nde sik sık belirttiği gibi, bu tür anlatılar teorisini "mahve­ decek" nitelikteydi. �akat Darwin, diyelim, Kral Lear'ın sonunda, Lear'ın ölmüş Cordelia'yı kollarında tuttuğu ve onu Darwinvari bir dikkatle seyrettiği pasajı okumaya zorlasa kendini, bu okumanın, teorisi ve kızı hakkındaki düşünceleri üzerinde ne gibi etkileri olur­ du acaba? Bunu yaparken hayal edemiyorum onu ve bu pasajı sıkı­ cı bulacak olması da değil bunun sebebi. '

Ağlayın, inleyin, uluyun, haykırın ! S izler taştan yapılmış insanlarsınız. Sizin dilleriniz, sizin gözleriniz bende olsaydı Öyle haykırır, öyle ağlardım ki, Şu gökkubbe çatlar, darmadağın olurdu . Ah, sonsuza dek yitirdim onu ! Ben çok iyi anlarım bir insanın yaşayıp yaşamadığını. Toprak kadar c ansız diyorum size. Çabuk bir ayna getirin bana.

Yaşıyor demektir soluğu aynayı buğularsa. B akın, tüy kımıldıyor; demek yaşıyor ! Bu gerçekse eğer, çektiğim bütün acılara değer.

Ama Annie ve Cordelia ölmüştür artık ve çekilen bütün acılar çekil­ diğiyle kalıyordur.

21 2

DARW I N S İ Z İ SEVİYOR

Başkalarının o katlanılmaz acıları Darwin'in keşfedip tasvir et­ tiği doğada o kadar yaygındı ki bu acılarla bir de şiirde ya da asla bı­ rakamadığı çalışmalarının dışında karşılaşmak istemiyordu. Ş iir ya doğaya, Darwin'in araştırmaları sırasında bulamadığı bir sempati yetisi atfederek ya da manasız ve teselli edilemez kayıpları telafi et­ me vaadiyle insanları avutarak yalan söylüyordu. Ve böyle kayıpla­ rı kendine konu ettiğinde, tıpkı Annie'nin ölümü gibi katlanılmaz oluyordu. Darwin şiire ya da Shakespeare'e katlanamayacak kadar şair ruhluydu. Dünyaya kendisinin ya da kendi türünün duygusal ihti­ yaçlarını dayatarak anlam verebileceğine inanamayacak kadar da bilimciydi . Türlerin Kökeni 'nde doğal seçilimi insanlıktan çok da­ ha kavrayışlı ve "gözettiği " varlıklara ihtimam gösteren zeki bir varlık olarak kişileştirir. Fakat "doğal seçilimi" fiilen değişimlere yol açan, canlı bir varlık olarak kişileştirilen etkin bir güç gibi gö­ ren eleştirmenler yüzünden, bu kitabın sonraki basımlarında teba­ asına göz kulak olan Romantik, sevecen şahsiyeti silmeye ve doğal seçilimi mümkün olan en kuru dille ifade etmeye çalışmıştır: "Do­ ğay la, pek çok doğa yasasının toplam işleyiş ve ürününü, yasayla ise olayların bizim tarafımızdan ortaya çıkarılan dizilimini kastedi­ yorum. "23 Richards, Darwin'in doğanın işleyişine ilişkin bilimsel anlayışı­ nın altında, onu nihai bir anlamlılık ve lütfun var olduğu hissine gö­ türen güçlü bir Romantik itkinin yattığına dair ikna edici kanıtlar ortaya koymuştur. Bazen kimi yerleşik mecazların yerine başkala­ rını koymaya çalışması, bilimindeki bu canlandırıcı havanın kanıtı­ dır. Ama hayatının bu gergin döneminde ve meslek hayatının son­ larına doğru ilerlerken, Dennett'ın doğal seçilim sürecini tanımladı­ ğı gibi, bir "algoritma"dan bahsedercesine yazmaya başlar. Doğayı kendisinin kurduğu o harika mecazlardan arındıran Darwin, Annie' nin ölümünün anlamsızlığı ve haksızlığıyla yüzleşmek zorunda ka­ lır. Ancak "doğal seçilimi "-teorinin ilk versiyonlarında ikamet etti­ ği- o mecazlar dünyasından ayırarak vazgeçmiştir şiirden ve onun­ la ancak bundan sonra yaşayabilmiştir. Dünyanın büyük hareketle23. Bu değişiklik Türlerin Kökeni'nin üçüncü basımında yapılmış ve sonraki basımların tümünde öyle kalmıştır.

DARWIN VE AC I

21 3

rinde nihai teselliler vardı belki, fakat gerçek teselli, acıların kefa­ reti, Annie'nin yeniden canlanması onun için mümkün değildi ve çektiği acı kendisini sahte bir avuntuya kaptıramayacağı kadar yo­ ğundu. Yani Darwin'in Shakespeare okumayı kaldıramamasının sebebi tabii ki bilim değildi. B ilim ile edebiyatın yan yana gelemeyeceği­ ni asla düşünemezdi ve zaten kendi meslek hayatı bu güçlerin bir­ birlerini karşılıklı olarak biçimlendirdiğini ortaya serer. Edebiyatı katlanılmaz kılıyordu bilim çünkü edebiyatın ahlaki imaları ve duy­ gusal yoğunlukları bilime zaten derinlemesine işlemişti. Gelgelelim, J ames Moore ile Adrian Desmond'ın altını çizdikle­ ri gibi, Darwin Westminster Manastırı'na gömülmüştü ve "özgür düşünceli bir insanı Manastır'a sokmak kolay değildi" (Charles Darwin, s. 666) .24 Darwin'in dinden uzaklaşması da -ki bu uzaklaş­ manın şiirden duyduğu rahatsızlıkla el ele gittiğini öne sürüyorum­ aynı şeyden kaynaklanıyordu : Olgular şiirle de dinle de uyumlu de­ ğildi ve estetik ya da manevi keyif uğruna hayatın acısından kaç­ mak ya da onu inkar etmek için yalanlara bel bağlamak son derece ahlaksızcaydı. Darwin bir dine ait olmak istediği gibi şiiri de sev­ mek istiyordu ve görünüşteki kamusal h ayatında hep sofu ve kon­ formi st olmuştu : Down'daki kilisenin gerçek bir dostuydu . Ama duygularına olan dürüst bağlılığı, daima insani, yaratıcı ve (Darwin' in olgu arayışına uymasa da kendince) hakikati dile getiren bir tür olan şiirden zevk alabilmesini ya da gerek dünyanın gerekse kendi­ sinin vahşice ve manasızca ıstırap çekmesi karşısJnda imana kavu­ şabilmesini imkansız kılıyordu . Belki de Manastır'da yatıyor olma­ sının sebebi , hem dine hem de ş i ire ahlaki temellerde, hakikat adı­ na ve her ikisinden de fazla değer verdiği insani hassasiyetleri sa­ vunmak için karşı çıkmış olmasıdır. Demek ki Darwin'in gözünde sanat, ancak kendi biliminin olası etkilerinden uzaklaşmak istediğinde faydalı hale geliyordu - ki bi­ limin, kızını elinden alarak ona şahsen saldırmış olan doğa alemiy­ le son derece özenli ve sevgi dolu bir ilişki sürdürmesini sağlama24. Darwin'in Manastır'a defnedilmesini anlatan "Manastırdaki Agnostik" başlıklı 44. bölümün tümüne ve James Moore'un şu makalesine bakınız: "Charles Darwin Lies in Westminster Abbey", BJLS 17 ( 1 982): s. 97- 1 1 3 .

214

DARWI N s ı z ı S EVİYOR

sı da işin ironik tarafıdır. Otobiyografisinde Shakespeare'in ona bu­ lantı verdiğini itiraf ettiği pasajda, bazı edebi eserlerden, yani ciddi­ ye almak zorunda olmadığı kitaplardan hoşlandığını söyler. Çok üstün bir seviyenin altındaki bir hayal gücünün eseri olan roman­ lar yıllar boyunca beni fevkalade rahatlatıp bana keyif verdi ve bütün ro­ mancılara minnet duyuyorum. Pek çok roman bana sesli bir şekilde okun­ muştur; az çok iyilerse ve mutsuz bitmiyorlarsa -ki buna karşı bir yasa ge­ çirilmelidir- hepsinden hoşlanırım. Benim zevkime göre, bir roman tüm kalbinizle sevebileceğiniz bir kişiyi -bu kişi hele ki güzel bir kadınsa, ne ala- içermiyorsa birinci sınıf bir roman olamaz. (s. 1 3 8)

Cordelia'nın ölümü üzerine kara kara düşünen ve hiçbir kaçış yolu sunmayan Shakespeare'e karşı ne yazık ki kimse herhangi bir yasa geçirmemiştir. Bir bakıma şu söylenebilir: Darwin şiir okumayı ha­ kikatten kaçmasını sağladığı için değil, fazlasıyla hakikatle dolu ol­ duğu için bırakmıştı. B ilimin kendisi, ziyadesiyle karmaşık, "dolaşık" ve insanın ak­ lının alamayacağı kadar hayret verici olan dünyanın temaşası -o inanamadığı romanların yanı sıra- Darwin'in dünyasındaki tek ger­ çek teselli haline gelmişti . Hayata böyle bakmakta bir ihtişam var­ dı. Tek tek ayrıntıların kendisinde uyandırdığı hayret hissi, onu en çok bir saksıdaki tohumları saydığında, solucanlar için piyano çal­ dığında ve tuzlu suya doymuş kuş dışkılarında bulabildiği şeylerin filizlenmesini sağlamaya çalıştığında mutlu ediyordu. Pis, hatta iğ­ renç de olabilen bu tür maddelerin içinden bir yücelik, yeni bir ha­ yat doğuyordu. 1 3 Mayıs'ta, Annie'nin ölümünden yirmi gün geç­ tikten sonra, Darwin'in son çocuğu olan Horace Darwin dünyaya gelmişti. Ölümün içinden hayat çıkmıştı. Darwin'in kökenler hak­ kındaki, Milton'ı hatırlatan ama kurtarıcı bir Tanrısı da olmayan ye-

25 . "Charles her günkü işlerine, Down'ın o hareketli hayatına şükranla geri dönmüş ve Annie'nin bıraktığı boşluğu kendini meşgul ederek doldurmaya çalış­ mıştı. Kasabada dolaştığı zaman, ona ait olan çayırda kriket oynayan yerel Arka­ daşlar Kulübü'nden oyuncular, zamanında evinde çalışmış olan marangozlar, nal­ bantlar ve aynca kasaba esnafı ona başsağlığı diliyordu. Evde ise yeni bir hayat vardı - iki küçük oğlan, Francis ve Lenny. Onların gözünde Annie, sürekli peşle­ rinden koşan, eskiden olduğu gibi bahçede oynayan, kelebek ve uğurböceği ya­ kalamaya çalışan dadılardan artık daha önemli olmayan geçip gitmiş bir gölgey-

DARWI N VE AC I

21 5

ni miti budur. Annie geri dönmeyecektir. Yapışıkçaların dünyasına gömülen Darwin, telafi ya da kefaret değil yeni bir hayat bulmuş­ tu. 25 O zalim kayıtsızlığın, kızının ölümünün ardında, muazzam de­ recede karmaşık, çeşit çeşit canlıyla dolu ve her şeye rağmen büyü­ lü bir dünya uzanıyordu .

di. Charles büyük ağaçların altında uzanıyor, güneşin sıcaklığını yüzünde hisse­ diyor, küçük oğlanlar ise bir dağ ayısıymış gibi onun üzerine tınnanıyor, göğsün­ deki ve kollarındaki sık kıllarını sıvazlıyorlardı. İ ncelemesine koyulduğunda on­ ların bağırış çağırışlarını ve gülüşlerini işitiyordu. Çalışma odasının penceresinin çerçevesi göz kamaştırıcı yeşilliklerle, ıhlamur ağaçlarının taze yapraklarıyla kaplıydı. Masanın üzerinde cevap verilecek mektuplar ve bitirilmeyi bekleyen bir kitap vardı" (Stott, s. 1 73).

6 "Bu Kişi Hele ki Güzel Bir Kadınsa, Ne

Aıa"

D a rwi n ve C i n se l Seç i l i m

Bu kitabın uzun argümanını geliştirmekteki asıl amacım Darwin'i ve onun yazılarını örnek alarak, etik bir angajmanı teşvik edebile­ cek türden bir büyülenme ile dünyaya doğalcı gözlerle bakmanın birbiriyle bağdaşabileceğini göstermek. Darwin'i model alarak son bölümde bunu göstermeye başladım ve özellikle de Darwin'in ge­ rek biliminde gerekse hayatında küçük ayrıntılara olağanüstü bir dikkatle baktığından bahsettim. Bilimi bilinçli bir şekilde sıradan hayattan koparmaya, onu saflaştırıp nesnelleştirmeye yönelik güç­ lü bir geleneğin varlığına rağmen, Darwin'in bilimi ile hayatı iç içe geçmiştir - ki bilimciler arasında gayet yaygın bir durumdur bu . İ şin bu yönü elbette ki Darwin'i Darwin yapan özelliklerden biridir ve bu bölümde, argümanım için hayli önemi olan bilim ile hayatın bütünleşmesi konusuna başka bir açıdan bakmak istiyorum. Dar­ win'in hayatının biliminin ayrılmaz bir parçası olduğunu göstermek için hayatındaki kimi ayrıntılara odaklandıktan sonra, bu bölümde, en önemli teorilerinden biri olan cinsel seçilim teorisini nasıl for­ mülleştirdiğine bakmak ve böylece hayatı ve kültüründeki koşulla­ rın bu teorinin kurulmasının ayrılmaz bir parçası olduğunu ileri sür­ mek istiyorum. B ir başka deyişle, bir bilimcinin kültürel varsayım­ larının çalışmasına hiçbir şekilde karıştırılmaması gerektiğini kabul eden ve bu varsayımların bilimsel düşünme içindeki varlığına dair kanıtlar görmeyi bilimden şüphe etmek için yeterli bir sebep olarak gören önyargıya karşı durmak istiyorum. Hisler ve değer yargıları,

" B U K İ Ş İ H E LE Kİ G Ü Z E L B İ R KAD I NSA, N E ALA11

217

nesnel ve tarafsız bir bilimden asla uzakta değildir ve bilimcinin öyle ya da böyle içinde olduğu kültüre kaçınılmaz olarak yakından bağlıdır. Darwin'in bilim dışındaki hayatı ile bilimi arasındaki mesafe el­ bette çok kısaydı. Hayatının bu iki veçhesi bütün kritik anlarda çakı­ şıyordu aslında. Annie'nin ölümünün kendisine yaşattığı kabusla başa çıkmaya çalışırken, onun ölümünü ve ardından hayatını (ken­ disine bir tür denetim yanılsaması veren) ayrıntılarla kaydettiğini görmüştük. Annie'nin ölümü , çalışmalarında çoğu zaman ilgilendi­ ği aile içi birleşme sorunlarını da hatırlatmıştı. Teorisini geliştirdiği sırada, doğanın bilimsel ve duygulardan uzak bir şekilde gözlem­ lenmesi ile, insani şeylere karşı sorumluluk duyarak onlarla doğru­ dan ilişkiye girmenin arasındaki sınırları ister istemez aşıyordu: Ev­ rim teorisi, yapışıkçalar ve bitkiler hakkında kaygılandığında bile neredeyse kaçınılmaz bir şekilde kendi üzerine düşünür. İ nsanlar ile diğer organizmalar arasındaki yakınlık Darwin'in bütün projesinin merkezinde duruyordu ve dolayısıyla onun insan­ biçimciliği -ki bu özelliği günümüzde bu tür retorik stratejileri bi­ limsel bulmayıp reddetme eğilimini paylaşan modem okurlara çok şaşırtıcı gelebiliyor- biliminin çok önemli bir yönüydü aslında. Tür­ lerin Kökeni 'nin sonlarına doğru, "Yaşayan bütün şeylerin birçok ortak yönü vardır, " demişti (s. 484) . Yaşayan tüm varlıkların ortak özellikleri olduğunu düşünmek Darwin'in gözlemlerini besliyor ve araştırmalarını yönlendirip yeni fikirlerin oluşmasını sağlayabilen gayet özgün tahminlerde bulunmasına (bir bakşa deyişle, hipotezler kurmasına) yardımcı oluyordu. Darwin'in teorisinin temelinde, in­ sanlarla daha aşağı hayvanlar arasında pek çok önemli bağın oldu­ ğuna dair esaslı bir varsayım vardır (daha bilimsel görünmesini sağ­ lamak için buna hipotez de diyebiliriz) . Bu varlıkları anlamak için, insanların onların koşullarına verdikleri tepkileri göz önünde bulun­ durmak yararlı olabilir. Bu durum bir yandan teorinin büyü bozucu bir görünüm almasına yol açabilir: Tin dünyadan kapı dışarı edilir; rasyonellik zafer kazanır ve böylece bizleri bir tanrının yaratmadığı­ nı, bilakis "kıllı bir dört ayaklı hayvandan" evrildiğimizi ifşa eder. Diğer" yandan -Darwin'de olduğu gibi- her şeyin insan bilincine benzeyen görünür bir tinle dolduğu büyüleyici bir dünya vizyonunu da oluşturabilir. Her şey her şey le bağlantılıdır.

21 8

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

İnsanbiçimci halleri içindeki Darwin'i takip ettiğimizde, tanrıcı olmayan bir büyülenme fikri anlam ifade etmeye başlar. Dünyaya anlam veren şey tanrı değil, insanların bütün canlı varlıklarla farklı derecelerde paylaştığı akıldır: yaprakları yuvalarına ince uçların­ dan sokmaya çalışan ya da belirli müzik notalarına tepki veren so­ lucanlar; kovanlarını verimlilik ve depolama için geometrik olarak en mükemmel biçimde yaratabilen arılar; kolonileri neredeyse bir beyin gibi işleyen karıncalar. Darwin insanlarla "daha aşağı hay­ vanlar" arasındaki bağın kendisini asla rahatsız etmediğini, insana verdiği değeri asla azaltmadığını defalarca söylemişti. Aslında, bu bağı kabul ederek doğanın kutsal doğası diye adlandırmak istedi­ ğim şeyi, yani doğanın da insan hayatına atfetmek istediğimiz an­ lamda bir kutsiyeti olduğunu derin bir şekilde anlayabilmişti . Bütün bunlara rağmen, Darwin'in yapıp ettiklerine aşın duygu­ sal bir gözle bakma ve ziyadesiyle aklanıp paklanmış bir doğa anla­ yışına yönelme tuzağına düşmemek için, Darwin'in insanbiçimcili­ ğinin daha az cezbedici sonuçları olduğunu da kendimize hatırlat­ mamız gerekir. İ nsanbiçimcilik genel değil, sıkı sıkıya belirli bir za­ man ve mekan içinde bulunan bir durumdur. Organizmaları insan­ lar gibi düşünüp hisseden canlılar olarak görmek ne anlama gelir? Bu sorunun cevabı insan olmaktan ne anladığınıza bağlı olarak de­ · ğişir ve insanlığın şu an ve içinde yaşadığımız mekanda nasıl tahay­ yül edildiği, cevabı büyük ölçüde belirler. Darwin'e göre insanbiçim­ cilik diğer organizmaları Viktoryen bir beyefendi gibi görmek de­ mekti ve bu da insanbiçimci görme şeklini, özellikle de Viktoryen beyefendileri ve onların kültürel önyargılarını aştığını düşünen biz­ ler gibi insanların gözünde çok daha tehlikeli kılar. Burada Darwin' in cinsel seçilim teorisine varan düşüncesinin izlerini sürmek, in­ sanbiçimciliğinin fikirlerini ne ölçüde sınırlayıp çarpıttığını ve bu teorinin ne ölçüde karmaşık biyolojik meselelere dair zengin ve öz­ gün bir düşünme aracı haline geldiğini saptamak istiyorum. Kültürel olarak en çok tartışmaya yol açan Darvinci teoriler ara­ sında cinsel seçilim teorisi ideolojik açıdan o kadar yüklüdür ki onu çoğu zaman dayattığına inanılan toplumsal buyruklardan ayrı ola­ rak ele almak neredeyse imkansızdır. Birçokları Darwin'in cinsler arasındaki ilişkiler hakkındaki görüşlerini gerici bulur ve gerek ki­ şisel yazılarında gerekse "bilim" inde olsun, modem kültür eleştir-

" B U KİŞİ H E LE Kİ G Ü Z E L B İ R KAD I NSA, N E ALA"

21 9

menlerinin verili olarak gördüğü ve elbette reddettiği Viktoryen cinsiyetçiliğine dair güçlü kanıtlar bulmak mümkündür. Kurduğu teori, erkeklerin kadınlardan fiziksel ve zihinsel açıdan üstün oldu­ ğunu tasdik etmesini sağlayan bir manevra yapar gibidir. On doku­ zuncu yüzyıl feministlerinin kendilerini Darvinci olarak görmüş ol­ malarına rağmen, feministler bugün Darwin'i tehlikeli ve etkili bir şovenist, Viktorya dönemindeki toplumsal adetleri doğallaştıran ve böylece kültürünün kadınlar hakkındaki önyargılarına bilimsel onay veren biri olarak görme eğilimindeler. Böceklerin, kuşların ve memelilerin fiziksel özelliklerini tasvir etmek için kullandığı basit dille, örneğin, " [kadınların kafatasının oluşumunun] çocuğunki ile erkeğinki arasına tekabül ettiği söyle­ nir, " diye yazar Darwin (Descent, 2 : 3 1 7) . Kadınlarla erkeklerin eşit derecede zeki olduğu görüşünü ihtiyatla reddeder ve daha aşağı hay­ vanlarla kurulacak bir benzetmenin aradaki farkı olası kıldığını söy­ ler: "Mizaçları bakımından boğanın inekten, yabandomuzunun dişi domuzdan, aygırın kısraktan ve hayvanat bahçesindeki bakıcıların pekala bildiği gibi, büyük maymunların erkeklerinin dişilerden fark­ lı olduğunu kimse tartışmayacaktır" (2: 326) . Ardından Viktorya dö­ neminde kadınlara atfedilen " annelik içgüdüleri"den doğan "şefkat­ lilik ve daha az bencil olma", "sezme, hızlı algılama ve belki de tak­ lit etme yetenekleri " gibi sıfatları sıralar. B unlar, Darwin'in "derin düşünce, akıl veya hayal gücü, ya da salt duyuların ve ellerin kulla­ nımı " bakımından erkeklerden altta gördüğü kadınlara Viktorya dö­ neminde verilen sus paylarıdır. Darwin böylece John Galton'ın şu ar­ gümanını da nihayet kabul eder: "Erkeklerdeki zihinsel güç standar­ dı kadınlardakinden yüksek olmalıdır" (2: 327) . Darwin'in teorisinin zamanın kültürel önyargılarının tüm i şaretlerini taşıdığı suçlaması­ nın haklı olup olmadığına dair kanıt bulmak için Darwin ve Darvi­ nizm hakkındaki devasa külliyatı çokça didiklemeye gerek yok. Bu suçlama haklıdır, ama yetersizdir. Darwin'in, evrim teorisini çağdaşlarının gözünde çekici kılabilmek için o dönemin insanları­ nın kültürel önyargılarını bazen hiç düşünmeden paylaşmış olduğu­ na hiç şüphe yok. Darwin ateşli bir devrimci değildi elbette. Hiç de­ ğildi. Daha önce gördüğümüz üzere, Desmond ve Moore yakınlar­ da yayımladıkları biyografide ve Janet Browne da o çok daha ayrın­ tılı incelemesinde, ruhban takımını eleştirmek için Darwin'i kulla-

220

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

ndıkları halde hiyerarşiye son derece bağlı, kadınların toplumdaki yerlerinin neresi olduğundan fazlasıyla emin, tavırlarının siyasi ve toplumsal sonuçlarının neler olabileceğinin de farkında olan bir sa­ vunucular ağıyla kuşatılmış olmasından dolayı Darwin'in memnu­ niyet duyduğunu ortaya koymuştu. Ama Darwin'in cinsel seçilim teorisini geliştirirken dişi böcekler, kuşlar ve memeliler hakkında neler dediğine yakından baksak iyi olur. Bu konu hakkındaki yazı­ ları hiç de tekanlamlı değildir ve kültürel varsayımların gerek teori­ sine nasıl etkide bulunduğuna gerekse toplumsal görenekler üzeri­ ne düşünmesi açısından nasıl faydalı olduğuna dair çarpıcı birer ör­ nek sunar. Darwin'in argümanlarının siyasi imalarının neler olması gerektiğini göstermeye çalışmayacağım, fakat bunlar hakkındaki genel kanıların en azından bir yönünü sarsmak istiyorum. Ve bunu elinizdeki kitabın geniş argümanı içinde yapmak, böylece Darwin'in küçük ayrıntılara yönelttiği amansız dikkatin ve organizmalara duyduğu şefkatin, hem bilimsel olarak anlaşılabilir hem de büyülü bir dünyayı nasıl gözlerimizin önüne serdiğini başka bir açıdan gös­ termek istiyorum. B eylik görüşe göre, Darwin'in kadınlar hakkındaki fikirleri ne­ vinden beylik görüşler, bağımsız ve ciddi bilimsel araştırmalara za­ rar verir; ya da bilimin içine öyle nüfuz ederler ki bilim ile kültürün birbirinden kesin olarak ayrı ve ayrılabilir olduğunu düşünmek saç­ ma hale gelir. Darwin'in fiilen neler başarmış olduğuna bakarak, onun göreneklere olan bağlılığının, en başında kendilerini teşvik et­ miş olan görenekleri en sonunda altüst edebilen konumlar ortaya koymasını sağladığını iddia etmek istiyorum. Toplumsal ve kültü­ rel konumu Darwin'in bilimini büyük ölçüde etkilemişti , ama bu durum ne onun bilimini geçersiz kılar, ne de bu kültürel sınırların yapıp ettiklerini hep kısıtladığını ima eder. İ lgi çekici pek çok ede­ bi ve bilimsel metin gibi, Darwin'in eseri de üretilmesine olanak ta­ nıyan kültürel sınırları aşar. Eğer hepimiz ancak kültürümüzün da­ ha önce söylemiş olduklarını söyleyebilseydik, ne yeni bir fikir ne de yeni bir bilgi olurdu . Bu bölümün önceki versiyonu hakkında görüşünü ifade eden bir yorumcunun belirttiği gibi, "Darwin'in top­ lumsal cinsiyet hakkındaki ideolojik varsayımları . . . temel vurgula­ rı açısından doğru ve . . . üzerinde yükseldiği varsayımları bir dere­ ceye kadar yıkan bir teorinin oluşmasını sağlamıştır. " 1

" B U KİŞİ H E LE Kİ G Ü Z E L B İ R KAD I NSA, N E A LA"

221

Darwin, gayet iyi bilindiği gibi, insanın Türeyişi'nde ve bu ki­ taptan sonraki çalışmalarında, evrim hakkındaki fikirlerinin insana ne ölçüde uyduğu konusunda çok ihtiyatlıydı. Uzun vadede, teori­ sinin geçeceği en büyük sınavlardan birinin, belki de en büyük sı­ navın, fikirlerinin insanlar için ne kadar geçerli olduğunun anlaşıl­ ması olacağına inanıyordu. Şu argümanında epey iddialıydı : " İnsa­ nın ortaya çıkışıyla birlikte düşünsel yetilerin doğal seçilim yoluyla aşama aşama kusursuz hale gelmiş olması kuvvetle muhtemeldir" (Descent, 1 : 1 6 1 ). Ona göre -gözün doğal seçilim yoluyla gelişmesi argümanındakinden daha da büyük olan- zorluk, insan hayatının en kendine has gibi görünen unsurlarının, insan hayatını daha aşağı hayvanlarınkinden en çok ayıran öğelerin, salt doğal nedenlerin so­ nuçları olduğunu ve bu nedenlerin maymunların ve kaplanların ge­ _ lişmesine de etkide bulunduğunu ileri sürmek olurdu. Darwin , etik ve estetik güçler de dahil olmak üzere insan doğasının bütün veçhe­ lerinin doğal seçilim süreçleriyle açıklanabileceğini (mazur gösteri­ lebileceğini değil ! ) iddia etmek istiyordu. Hayatta kalmaya ve üre­ meye yardım eden içgüdülerden, içimizdeki iyilik hissi, Matthew Amold'ın Darwin'in insan türünün kökenleri hakkındaki tasvirinde maalesef olmadığından yakındığı güzellik hissi ortaya çıkar. Viktorya dönemindeki en büyük bilimciler bile etik ve estetiğin doğallaştırılması ihtimalinden endişe etmişlerdi. Darwin'in araştır­ masına koyülurken başvurduğu Wallace, bu ihtimal karşısında geri adım atmış ve doğal seçilim bedensel gelişimin her yönünde işliyor olsa da, insan zekasından ve yüksek medeniyetin erdemlerinden so­ rumlu olamayacağını ileri sürmüştü. Martin Fichman, Wallace'ın konumunu şöyle özetler: "Fayda ilkesine göre, doğal seçilimin vah­ şilere maymunlannkinden azıcık daha üstün bir akıl sağlaması ge­ rekirdi . Wallace ise, bunun vahşinin beynindeki karmaşıklığı açık­ layamayacağını vurguluyordu" (s. 1 92). Varılan bu ve buna benzer sonuçlar, Wallace'ın insanın tam olarak gelişmesi için "daha üstün bir aklın " müdahale etmiş olması gerektiğine inanmasına yol aç­ mıştı . Buna ilaveten, bu fikirlerin siyasi ve toplumsal etkilerini tar1 . Jonathan Smith'in okumakta olduğunuz bu bölümün 2000 yılının aralık ayında düzenlenen MLA Konferansı'nda sunulan versiyonu hakkında yaptığı yo­ rum .

222

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

tıştığımız şu bağlamda Wallace'ın bu tür konuların neredeyse hep­ sinde, ılımlı bir Whig ve varlıklı bir şahsiyet olan Darwin'in çok da­ ha solunda yer aldığına da dikkat çekmemiz gerek. Dolayısıyla bu­ rada, daha yeni sosyalist olmuş olan Wallace'ın, Balfour, Argyll ya da Mallock'ın siyasi muhafazakarlığına daha çok uyacak bir konum aldığını görüyoruz. Her halükarda, Wallace)n düşüncesindeki bu dönüş Darwin'i derin bir hayal kırıklığına uğratmıştı. Fakat Darwin'in anlattığı sü­ reçlerin katı pervasızlığı neredeyse herkesi rahatsız ediyordu ve La­ marckçı maksat kavramı, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında, özel­ likle de Fabianlar arasında çok popüler bir Darvinizm çeşitlemesi haline gelmişti. Evrende anlama ve tasarıma duyulan ihtiyaç, o za­ manlar sağ ile sol ya da gelenek ile modernlik gibi ikiliklere indir­ genemezdi . Darwin'in kendi doğal seçilim teorisine sıkı sıkıya ve inatla bağ­ lanmış olması (teorisinde esneme vardı, ama bir kopuş yoktu), dü­ şünsel hayatının olağanüstü olgularından biridir. Ve doğal seçilim teorisini nasıl savunduysa, Viktorya döneminde pek az insanın onay­ ladığı cinsel seçilim teorisini de öyle savunmuştu : Wallace'ın bu fikre yönelttiği güçlü itirazlara direnmiş ve İnsanın Türeyişi'nin bü­ yük bir kısmını bu argümanı ayrıntılarıyla ortaya koymaya ayırmış­ tı . Fakat cinsel seçilim teorisine yöneltilen itirazlar, çok farklı bi­ çimlerde olsa da yirminci yüzyılın tümü boyunca sürmü�tür. Walla­ ce en başından beri , birazdan tartışacağım sebeplerden ötürü teori­ yi yetersiz bulmuş, açıklanması gereken şeyin erkeklerin parlak renklere bürünmesi değil , dişilerin tekdüzeliği olduğunu ve bunun asıl olarak yavrulayan ya da kuluçkaya yatan dişiyi koruyan doğal seçilimin eseri olduğunu düşünmüştü. Öte yandan, daha önce be­ lirttiğim gibi, bugünkü eleştirmenlerin çoğu haklı olarak bu teoriyi cinsiyetçi buluyor. Ama eleştiri ne olursa olsun kabul edilmesi ge­ reken ilk önemli şey şudur herhalde : Darwin sadece insana has gibi görünen nitelikleri her zamanki gibi doğalcı ifadelerle açıklamaya çalışmış ve bunu yaparken, Wallace'ın yapmaya ihtiyaç duyduğu gibi, doğanın dışından akıllı bir müdahalenin olması gerektiğini öne sürmemişti . Gillian Beer'in öne sürdüğü gibi, Darwin'in cinsel seçilim teori­ sinin belki de en çarpıcı özelliği, Türlerin Kökeni'ndeki ilk formül-

223

" B U K İ Ş İ H E LE Ki G Ü Z E L B İ R KAD I NSA, N E ALA"

leştirmede yokluklarıyla okurları dehşete düşüren maksat ve kültü­ rel istikameti ( direction) evrim teorisine yeniden yerleştirmesidir. Evrimsel yönelimde aklın yokluğu kültürel bir krize yol açıyordu; fakat Darwin'in cinsel seçilim sayesinde sürece yeniden yerleştirdi­ ği akıl, Wallace'ın sonrasında yüzünü çevirdiği türden doğadışı bir zihnin yeniden ileri sürülmesini beraberinde getirmiyordu. Cinsel seçilimin dayalı olduğu maksat, her şeyi takip eden amir bir akıldan değil, gelişen organizmaların faaliyetlerinden kaynaklanıyordu. Bu adeta olumsal bir akıldır, ama nihayetinde doğal seçilimin katı de­ netimi altında bir istikamet de sağlar. Darwin böylelikle söz konu­ su sürecin doğallığını bütünüyle korumuş ve bir yandan da pek çok insanın gerek kendi varlıklarına gerekse insanlığın anlamına ilişkin o maksat hissini bir bakıma açıklamış olur. Darwin'e göre maksat, doğal bir süreç içinde akan yaşama mücadelesinin, üreme mücade­ lesinin bir parçasıdır sadece. Bu da Darwin'in teorisinin kökenler ve doğa hakkındaki önceki metafizik açıklamaları bir bakıma yeniden ürettiğini gösterir, ama bir Tanrı'ya başvurmadan. Bu çabaya şimdi ne gözle bakılırsa bakılsın, zamanında cüretkar bir hamle olduğu aşikardır. Daha önce belirttiğimiz gibi, Darwin Türlerin Kökeni nde (ister istemez kullandığı mecazlar dışında) insan türünü ya da kültürel açıdan zor meseleleri tartışmaktan çekinmiş olsa da, Insanın Türe­ yişi'nde insanlığı, ahlakı ve kültürü doğrudan ele almıştı. Çünkü bunları hem doğalcı bir şekilde açıklamak istiyor hem de biyolojik gelişmelerin içine kültürel açıdan belirleyici etkenleri (ve tam tersi­ ni) katmak istiyordu. Etkisi doğal seçilim teorisinin ke�1disinden çok daha şüpheli ve tartışmalı olan çarpıcı ve zor bir hamleydi bu. Doğal teolojinin ana motifi olan maksat Türlerin Kökeni 'nde orta­ dan kalkmış, İnsanın Türeyişi 'nde ise tekrar ortaya çıkmıştı. "Mak­ sat"ın ortadan kalkması Darwin'in teorilerinin belki de en çarpıcı ve en büyü bozan özelliğidir, fakat insanın Tü reyişi nde insanın gelişi­ minde gözden kaybolan maksat, cinsel farklı lığın gelişimi içinde ve esas olarak "dişilerin tercihi " kavramı sayesinde geri döner. Dar­ win'in bütün hamleleri arasında en cüretkar ve en az kıymet veril­ miş olanı buydu . Ş imdi şunu cesaretle kabul etmenin zamanıdır: Darwin kadınla­ rın toplumdaki yerine yönelik tavırları bakımından ne kadar zama'

'

224

DARW I N S İ Z İ SEVİYO R

nının insanı olursa olsun, hayatın ortaya koyduğu o ilk istikamet ve maksat hissini açıklamak için Tanrı'ya değil dişilere dönmüştü. Ev­ lensem mi evlenmesem mi diye düşünürken, bir eşin "daimi bir yol arkadaşı . . . sevilecek ve oynanacak bir nesne . . . her ihtimalde kö­ pekten iyi bir şey " olacağını söylemiş bir adamdır Darwin.2 Ama bütün o bilim ve kültür düzenine karşı , dişi tercihi kavramını doğa­ ya katan da odur. Darwin'in evrim ve onun düzenekleri hakkındaki ana argümanını ortaya koyarken hakkında konuşmamak için çok fazla çabaladığı ya da askıda tuttuğu bütün o kültürel meseleleri gündeme getirmeden cinsel seçilimden bahsetmek mümkün değil­ dir. Fakat Darwin'in etkisine dair makul bir tartışma, çarpıcı bir şe­ kilde ortaya konulan bu dişi tercihi ve dolayısıyla Darwin'in kadın­ ların, erkeklerin ve ırksal farklılığın gelişimi açısından temel bir önemi olduğunu düşündüğü dişi zekası kavramıyla hesaplaşmadan yapamaz. B u fikir Darwin'in kendi bağlılıklarının özüne zıt bile dü­ şebilirdi ve biraz zorlasanız, kadınların evrimsel gelişmenin doğ­ rultusunu etkileyebilecek bir konumda olduğunu muhtemelen red­ dederdi. Ama dişiler, insanın Türeyişi'nde gayet belli olduğu gibi, tercihlerini yapar. Demek ki cinsel seçilim sadece bilimciler için değil kültür eleş­ tirmenleri için de bir mayın tarlasıdır. Doğal seçilimin tek yaptığı­ nın kapitalizmi doğallaştırmak olduğu iddia edildiği gibi, Darwin'in cinsel seçilim teorisinin tek yaptığının da kadınlar hakkındaki kül­ türel önyargıları doğallaştırmak olduğunu söylemek kadar kolay bir şey yoktur. Fakat doğal seçilime dair ortaya atılan bu tür iddialar saç­ ma olmaktan öteye gitmezken, Viktorya döneminde kadınlar hak­ kında beslendiğini herkesin bildiği önyargılarla olan bariz ilişkisi cinsel seçilim teorisini tartışmalı halde bırakır ve bu ilişki, ciddi bir biyolojik açıklama olarak onun ölüm çanı gibi görülebilir (ya da gö­ rülmüştür) . Fakat bu ideolojik eleştirinin teorinin kendisi üzerinde her iki durumda da bir etkisi yoktur. Teorinin tarihsel gelişimini anlama­ mıza yardımcı olabilir gerçekten, ama onu geçerli kılmak ya da çü­ rütmek için pek bir şey yapamaz. insanın Türeyişi sorgulanmamış kültürel varsayımların içinden doğmuş olsa da, cinsel seçilim teori2. "Darwin's Notes on Marriage" , Temmuz 1 838 (Correspondence, 2:444-5).

" B U K İ Ş İ H E LE Kİ G Ü Z E L B İ R KAD I NSA, N E ALA"

225

si, kültürel varsayımların , yoğun gözlemlerin ve dikkatli düşünme­ nin harmanlanmasından oluşmuş, şaşılacak derecede parlak bir fi­ kirdir. Bunlar birbirinden ayrılamaz ve bu iç içe geçmişlik (gayet Darvinci bir kavram) yüzünden ideolojik eleştiri, teoriden hoşlan­ mak ya da hoşlanmamak için iyi sebepler sağlayabilecek olsa da, teoriyi tek başına çürütemez. İ yi bir kültürel teori, cinsel seçilimi sadece kültürel önyargıların basit bir yansıması olarak değil, bu ön­ yargılara dair ilginç bir yorum olarak da görmelidir. Ama bu tür bir hattı izleyen Gillian Beer'in Darwin'e yaklaşımı kendisinden sonra Darwin hakkında yapılan neredeyse tüm kültürel araştırmaları ve onun edebiyatla, dille olan ilişkisini çok şükür dö­ nüştürmüş olsa da, cinsel seçilim sorununun ele alınması ne yazık ki onun bu yaklaşımından pek nasibini almamıştır.3 Darwin'i ya da teorilerini şimdiki ideolojik konumlanışlarımızdan hareketle yargı­ lamak zorunda hissetmeden, kültürel güçlerin (bunlara "bilimsel ol­ mayan" güçler diyebilir miyiz?) düşüncesini nasıl etkilediği konu­ sunda yeni şeyler söylemesi, Beer'in Darwin ile kültür arasındaki ilişki hakkındaki fevkalade yorumunun en ayırıcı ve en tatmin edi­ ci yönlerinden biridir. Beer, hükümde bulunmaya dayalı böyle bir eleştiriyi, geçmişten ders alma olasılığının önünü kapatan düşünsel bir mağrurluğun belirtisi olarak görür. Darwin okura zahmet veren bir yazardır ve bu durum belki de en çok, onu eleştirel bir şekilde okuyup kullanan Beer'in çalışmalarında görülür. B eer, Darwin'in düşüncesinin salt bilimsel tartışmalarda genellikle gözardı edilen edebi ve kültürel güçlerle nasıl yakın bir ilişki içinde geliştiğini ve kültürün içinden nasıl süzüldüğünü anlatır bize. Ama her durumda dilindeki değişkenliği ve zenginliği hesaba katar ve sadece o za­ manların zengin bir erkek yurttaşı, ideolojik bir gericiliğin temsilci-

3. Angelique Richardson, yazdığı bir dizi makalede, Hardy ve on dokuzuncu yüzyılın son dönemlerindeki romancılar ile cinsel seçilim teorisi arasındaki ilişki hakkında son derece değerli işler yapmıştır. Örneğin şu makalesine bakabilirsi­ niz: "Some Science Underlies All Art: The Dramatization of Sexual Selection and Racial Biology in Thomas Hardy's A Pair of Blue Eyes and The We/1-Beloved", Journal of Victorian Culture 3/2 ( 1 998): s. 302-28 . Richardson makalelerinin tü­ münde toplumsal cinsiyet ve ırk meselelerine gayet hassas yaklaşır. Darwin ve onun söz konusu yazarlarca uyarlanması konusundaki yorumlarında da Darwin'in argümanlarının karmaşıklığını teslim eder.

226

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

si olarak görülürse Darwin'in asla yeterince anlaşılamayacağını be­ lirtir. Beer, Darwin'in kendi kültürünün değer ve ideallerinden payı­ nı almış olmasının, eserinin bu kültürün sınırlarını aşıp sahici keşif­ ler yaparak onu eleştirebilmesini öyle ya da böyle engellediği şek­ lindeki yaygın varsayımı kabul etmez. Kendi deyişiyle, Darwin' in "yazıları uzun zamandır kullanılan temaları yoğunlaştırıp altüst et­ miş ve onları yeni sorunlara dönüştürmüştür. "4 Ö yleyse Darwin'in teorisinin izlerini, kültürel suç ortaklığının tam kalbine, yani doğa ile kültürün, kültür ile bilimin çaresizce iç içe geçtiği ve bu teorinin özgünlüğü ile zorluğunu daha iyi bir şekil­ de anlamaya başlayabileceğimiz yere kadar izlemeye değer. Her za­ manki gibi, çatışan bağlılıkların baskısını burada da üzerimde his­ sediyorum. Şu ana kadar yaptığım Darwin incelemelerinde, açılış bölümlerinde tartıştığım türden eleştiriler, yani Darwin'in teorisi ile onun özellikle de siyaset ve toplumsal cinsiyet hakkındaki ideolo­ jik varsayımları arasındaki bağlantıları gösteren eleştiriler beni çok etkiledi ve onlardan çok şey öğrendim. Fakat Darwin'i çok yakın­ dan okuyan, kullanıp geliştirdiği fikirlerin tarihsel çizgilerini takip eden ve hem teorisini geliştirme tarzını hem de argümanlarının do­ ğasını ve özgünlüğünü vurgulayan yaklaşımı da faydalı ve önemli buldum . İ lk yaklaşım esas olarak Darw in'in ideolojik suç ortaklığı­ nın altını çizer, böylece onun eseri adeta Viktorya dönemindeki ba­ zı berbat alışkanlıklar için ortaya sürülmüş incelikli bir özür olarak görülmeye başlanabilir - Darwin'den yola çıktınız mı dosdoğru öje­ niye ve liberterliğe varırs ınız ! Diğer yaklaşım ise Darwin'den bir azizmiş gibi bahsetmeye, özgün dehasını başka şeylerden soyutla­ yarak kutlamaya meyleder - ki bunu savunanların yaptığı bazı şey­ leri yapıyor olsam da, bu yaklaşıma burada meydan vermemeye ça­ lışıyorum. İ yi bir kültür eleştirisi bilimi ideolojiye indirgemezken, iyi bir düşünce tarihi de fikirleri ve dehayı bağlamından kopartıp soyut bir şekilde ele almaz. Desmond ve Moore'un Darwin'in dilini çok ya-

4. Gillian Beer, Da1win 's Plot.r Evolutionary Narrative in Darwin , George Eliot and Nineteenth-Century Fiction, Londra: Routledge, Kegan Paul, 1 983, s. 2 1 3 . Bu metnin gözden geçirilmiş baskısı Cambridge University Press tarafından 2000 yılında yayımlandı. ·

227

" B U K İ Ş i H E LE Kİ G Ü Z E L B İ R KAD I NSA, N E ALA"

kından inceleyip ideolojik olarak geniş bir bağlama oturttukları ola­ ğanüstü tarihsel eserleri, ideolojik saikleri olan ama Darwin'e hak­ kını da veren ve onun nasıl düşündüğünü gerçekten anlamaya çalı­ şan bir eserdir. Bu çalışma Darwin'in hem kimi fikirlerini biçimlen­ diren kültürel süreçleri hem de eşsiz düşünsel ve kişisel nitelikleri­ ni (o nitelikler ki, kendini içinde son derece rahat hissettiği fakat ni­ hayetinde temellerini sarsacağı toplumsal koşullarda teorisini üret­ mesini sağlamıştır) göz önünde bulunduran tarihsel ve kültürel eleş­ tirinin en iyi örneğidir belki de. Desmond ve Moore, Darwin'in doğal seçilim teorisine "bırakı­ nız yapsınlar" iktisadıyla uyumlu bir biçim bulduğu için bu teorinin yerine oturduğunu iddia eder ve onlarınki gibi güçlü bir tarihsel in­ celeme, bu teorinin "bırakınız yapsınlar" iktisadıyla yakın bağları olduğunu ve bunun kanıtlanabileceğini inandırıcı bir şekilde göste­ riyor bana.s Desmond daha önce, The Politics of Evolution (Evrim Siyaseti) adlı eserinde, on dokuzuncu yüzyılın başlarındaki evrim­ ciliğin gayet radikal ve hatta devrimci kökleri olduğunu ortaya koy­ muştu. Ve hiç kuşkusuz Darwin, teorinin kendi versiyonunu siyasi açıdan lekelenmiş olarak göreceği versiyonlardan ayırmak için epey uğraşmak durumunda kalmıştı. Ama daha önce de belirttiğim gibi, doğal seçilimin siyasi olarak en etkili yanı, türlerin gelişimin­ den aklı ve istikameti çıkarmış olmasıydı . Darwin için bu yokluğu duyurmak asla gerekli olmamıştı. Ge­ rekli olan tek şey, ( "niteliklerin farklılaşması "ndan bahsettiği) do­ ğal seçilim hakkındaki bölüme yerleştirdiği ve Türlerin Kökeni nde daha incelikli şekilde birkaç kez yeniden bahsettiği fevkalade basit ve son derece karmaşık · çizelgenin imalarını takip etmekti. Rid­ ley'nin Bali'deki pirinç yetiştirme pratikleri hakkındaki düşüncele­ rinden bahsederek (gerçi onun bu düşünceleri açıkça siyasi bir programa bağlıydı) , bu tür bir argümanın kullanıldığı modem bir örneği göstermiştim. Bununla beraber, Ridley'nin yakındığı "Levi­ athan " , tam da Darwin'in dışladığı akıllı tanrıdır. Doğa, başkasının müdahalesini talep etmeden kendi işini yapar. Gelgelelim, Darwin' '

5 . Darwin'in düşüncesi ile çağdaş siyasal iktisat arasındaki ilişkiye dair ilk dikkatli analizlerden biri için, bkz. Schweber, "Darwin and the Political Econo­ mists " .

228

DARWI N SİZİ SEVİYO R

in şemasında gözle görülür bir rasgelelik vardır ve bu rasgeleliğin kendisi, doğaya şekil veren bir aklın olmadığını hatırlatır. Darwin' in şemasına göre, şeyler sadece silkelenir ve böylece yeni türlerin oluşmasının önünü açar. Öte yandan, şemanın kendisi bilinçli bir müdahaledir, zira parlak bir düşünce deneyini temsil eder; bu dü­ şünce deneyinde türler bir tasarıya göre gelişmez, bilakis birbirleri­ nin içinden çıkar ya da geometrik bir şekilden çok ağacı andıran bir simetrisi olan bir diyagramda önünü yararak güçlükle ilerlemeye çalışır. Akıl ve istikamet türleşmenin işleyişinde değil sadece de­ neycinin kendisinde bulunur. Aklı ya da siyaseti cinsel seçilimden çıkarmanın mümkünatı ise yoktu. Çağdaş eleştirmenler burada dosdoğru kültürün peşine dü­ şerler, dolayısıyla kültür ile teori arasındaki ilişkiyi ve teorinin ken­ di siyasetinden daha büyük olan gücünü anlamak için, konu hak­ kında yazılmış birkaç önemli makaleye bakmak yararlı olabilir. Rosemary Jann'in cinsel seçilim hakkındaki argümanlarını sıkı­ ca dokuyarak ortaya koyduğu güçlü makalesi, konuya dair bütün tartı şmalar için hala bir kalkış noktası olarak duruyor ve meseleleri biraz daha karıştırmaya çalışırken ben de bu makaleyi kalkış nokta­ sı olarak alacağım. 6 Ayrıca bundan yirmi beş yıl kadar önce, " Vik­ torya döneminin cinsiyetçi ideolojisi Darwin'in insan evrimine iliş­ kin (yeniden) inşasının her zerresine yayılmıştır" şeklinde, o za­ manlar için çığır açıcı bir iddiada bulunmuş olan Eveleen Richards' ın bir makalesini de göz önünde bulunduracağım.7 Bu makaleler Darwin'in kadınların toplumdaki yerine dair bi­ limsel olmayan varsayımlarının İnsanın Türeyişi'ndeki cinsel seçi­ lim teorisinin gelişiminde rol oynadığını göstermeleri bakımından önemli olmuştur. Söz konusu makalelerdeki güçlü argümanların ayrıntılarını izlemeye lüzüm yok, fakat bugün İnsanın Türeyişi'ni elinize alıp onun kültürel varsayımlarla ne kadar dolu olduğunu fark etmemek gerçekten çok zordur. Darwin'in insanbiçimci tarzı

6. Rosemary Jann, "Darwin and the Anthropologists: Sexual Selection and Its Discontents", Victorian Studies 37 ( 1 994): s. 286-306. 7. Eveleen Richards, "Darwin and the Descent of Woman", The Wider Doma­ in of Evolutionary Thought, David Oldroyd ve lan Langham (haz.), Reidel : Dord­ recht, 1 983, s. 6 1 .

" B U K İ Ş İ H E L E Kİ G Ü Z E L B İ R KAD I NSA, N E ALA"

229

eserinin ana özelliğidir ve hayvanlarının ve böceklerinin neredeyse hepsi Viktorya dönemindeki insanlar gibi davranır. İnsanın Türeyi­ şi'nin önemli bir kısmı anekdotlar şeklinde yazılmıştır. Darwin kita­ bının daha en başında, "Bu eser insanla ilgili pek de özgün olgular içermemektedir, " (Descent, 1 : 3) itirafında bulunur ve bu olgusal meselelerde özgünlüğün olmaması çarpıcıdır. Darwin genel olarak önceki notlarını ve başkalarının görüşlerini özetler ve bunu yapar­ ken Türlerin Kökeni'ndeki argümanlarına damgasını vuran olağa­ nüstü dikkat ve titizliği çoğu zaman elden bırakır. Ama dikkat ve ti­ tizlik, kitabın en geniş parçalarındaki , yani çoğunlukla bitkiler ve hayvanların cinsel seçiliminin ele alındığı kesimlerdeki argümanla­ ra yine damgasını vurur. Darwin insanlar hakkında konuşmaya baş­ ladığında, neredeyse savunmacı bir şekilde başkalarının görüşleri­ ne döner (ilk sayfada, Türlerin Kökeni'nde insanlardan bahsetmedi­ ğini , çünkü öyle yapsa, "kendi görüşlerine olan önyargıların artaca­ ğından" çekindiğini söyler [s. l ] ) . insanın Türeyişi bazı kısımların­ da okuru, hatta benim gibi ateşli Darwin taraftarlarını bile çoğu za­ man hayal kırıklığına uğratır; zira insan davranışı hakkındaki tartış­ masının büyük bir kısmı, Darwin'in önceki birinci sınıf eseri hak­ kında yorumda bulunan ikinci sınıf yazarların görüşlerine dayanır. Bu kitabın yine önemli bir kısmı, yeni sosyal bilimlerin doğmakta olduğu bir zamanda ideolojik saiklerle çalışan etnolog ve antropo­ logların sağladığı malzemelere bel bağlar. insanın Türeyişi'nde bile Darwin'in insanlar hakkındaki en ilginç fikirleri ancak dolaylı yol­ dan ortaya çıkmış gibidir. Bitki ve hayvanlar hakkındaki, yoğun gözlem ve dikkatle biriktirilmiş çalışmalara dayanan tartışması, on­ daki insan hissiyle doludur ve sonuçta olağanüstü bir zihinsel göv­ de gösterisi çıkar ortaya. Bunu öne sürmekle, kişiliği bu kitabın dilinde ifade bulan Dar­ win'in saygın bir orta sınıf beyefendisi olmadığını söylemiyorum (zira Janet Browne'ın "B ütün Gece Ö ğürebilirdim" başl ı klı makale­ sinde belirttiği gibi, kendisinin çalışırken resmedilmesine asla izin vermeyen bir beyefendiydi Darwin) . Richards ve Jann'ın kültürel eleştirileri gerekli ve büyük ölçüde de haklıydı . Saygın orta sınıf beyefendisi neredeyse elinizi attığınız her taşın altından çıkar. B ah­ çesinde ufak tefek işlerle oyalanan, fikirlerine yöneltilen olası tüm itirazları tevazuyla hesaba katan, tartışma yaratırken bile tartışma-

230

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

lardan uzak duran, kendisine yardım eden ve kendisiyle aynı fikir­ de olmayan herkese saygıyla yaklaşan biri vardır ortada. Peki Richards ve Jann'in argümanları, cinsel seçilim teorisinin geçerliliği hakkında ne anlam ifade ediyor? Makalesinin sonlarına doğru şu satırları yazan Jann ne demek istemişti acaba: "Olayların üzerine bir düzen dayatılmasının, verileri yorumlayıp onlardan hi­ kayeler oluşturan gözlemcinin ideoloj ik konumuna zorunlu olarak bir yere kadar dayalı olduğunu kabul etmek, geçmişe ilişkin kurgu­ larımızda kanıtlama ve mantık gibi bilimsel ölçütleri yerine getirme imkanını ortadan kaldırmaz" (s. 304) . Richards'ın makalesindeki bir cümle de benzer bir soruyu gündeme getiriyor: "Darwin'in kadınla­ rın biyolojik ve toplumsal evrimleri konusunda vardığı sonuçlar, kadınların yaradılışları itibariyle aşağı ve evcimen olduğu şeklinde­ ki toplumsal varsayım tarafından olduğu kadar, insanların zihinsel ve ahlaki niteliklerinin doğalcı ya da bilimsel açıklamasına olan bağlılığı tarafından da kısıtlanıyordu " (s. 6 1 ) . Bu cümle bayağı ga­ rip bir şekilde kurulmuş gibi görünüyor. B ir yandan, bilimsel açık­ lamanın Darwin'in bilimsel teorisindeki herhangi bir şeyi izah ede­ bileceğine şaşkınlıkla bakıldığını ima ediyor. Diğer yandan ise, Ri­ chards'ın argümanlarının "bilimsel kısıtlamalar"ın gösterilmesine yöneleceğini ima ediyor (ki Richards bunu yapmıyor) . Bununla bir­ likte, kültürel açıklamanın önceliğini ima eden bu iki mükemmel makalede her iki yazarın da bilimsel kısıtlamaların zorunluluğunu vurgulamış olması son derece ilginç ve önemlidir. B u vurgu sonu­ cunda ortaya çıkan soru ise, bu tür kısıtlamalarla neyin kastedilmiş olabileceği ve hatta bu tür kısıtların nasıl tasavvur edilebileceğidir. Acaba yazarlar, kültürel güçlerin kısıtlamasına karşıt olarak, elle­ rindeki malzemelerin bünyevi mahiyeti tarafından kısıtlanan bazı konular olduğunu mu söylemeye çalışmaktadır? Son zamanların o içler acısı "bilim savaşları "nda bilimi şiddetle savunanların temel argümanı elbette ki budur. Bakış açılarımızdan bağımsız olarak "orada" duran, hangi kültürel kısıtlamalar iş başında olursa olsun her ciddi araştırmada ortaya çıkan (ve bilimcilerin keşfetme eğili­ minde olduğu) bazı olgular vardır. Gelgelelim, bilimsel ve kültürel kısıtlamalar arasındaki bu aşırı bölünmenin ötesinde şu soru pekala sorulabilir herhalde: Ya bazı kültür tarihçilerinin iddia ettiği gibi, her şey öyle ya da böyle kültürel olarak kısıtlanıyorsa? Belirli bi-

11 8 U Ki Ş İ H ELE Ki G Ü Z E L B i R KAD I N SA, N E ALA"

23 1

limsel argümanların incelenmesinde bu varsayımın ne gibi sonuçla­ rı olabilir? Ö zellikle de cinsel seçilim teorisi için bu ne anlama ge­ lebilir? Şöyle de diyebiliriz: Eldeki kanıtların hepsi Darwin'in argüman­ larını şekillendiren kültürel güçlere işaret ediyor olabilir ama neti­ cede Darwin'in bizatihi cinsel seçilim konusunda haklı olup olma­ dığı sorusu ortada duruyor. "Cinsel seçilim," der Fiona Erskine, "iç­ kin olarak antifeministtir. " s Böyle bir iddia hakkında ortaya atılabi­ lecek iki soru vardır: Teorinin geçerliliği hakkında bir iddiada da bulunulmakta mıdır? Ve böyle bir ideolojik "ima" , bütün karmaşık­ lığıyla cinsel seçilimi kapsayabilmekte midir? Hiç şüphesiz, Dar­ win insanlar hakkında yazmaya başladığında, Erskine'in belirttiği gibi, kadınların erkeklerden aşağı olduğuna dair derin kökleri olan ve yaygın bir şekilde paylaşılan görüşlerini fazlasıyla pekiştirmişti (gerçi kadınların eğitim almasını uzun zaman boyunca desteklemiş olduğunu da söylemeden geçmeyelim) . Fakat Jann'inki gibi ince­ likli bir eleştirel çözümleme, soruyu deşifre etmeyi zorunlu kılıyor, zira makalesinde, Darwin'in argümanlarının bütünüyle haklı olma­ sını neredeyse imkansız kılan çelişkilere odaklanıyor (ki bugün bu argümanların bütünüyle haklı olmadığı yaygın bir şekilde kabul edilir). Ama Darwin'in hayvanlar arasındaki cinsel seçilim hakkın­ daki temel fikirlerinin doğru olduğuna dair bir ihtimal bugüne dek varlığını sürdürmüştür ve sırf Darwin insanlardan bahsettiğinde cinsiyetçiliği apaçık kendini belli ediyor diye teoriyi gözden çıkar­ mak çok kötü bir hata olur. Böyle bir yola girildiğinde belki de sa­ dece Darwin'in değil aynı zamanda doğanın da yapısı itibariyle cin­ siyetçi olması ihtimaline kapılar açılmış olur aslında. İ ster kültürel çalışmalarda ister bilimde olsun, Darwin'i yekpare bir şahsiyet ola­ rak ele alma aşamasını çoktan geçtik. B ir konumun ideolojik olarak inşa edildiği kanıtlanır kanıtlanmaz tartışmanın bittiğini düşünme aşamasını da geçmiş olmalıyız. Eğer evrensel olarak her şey ideolo­ jikse (ki böyle bir meselede "evrensel" sözcüğüne başvurmaya du­ yulan ihtiyaç "Her şey siyasidir" argümanının beyhudeliğine dair 8. Fiona Erskine, " The Origin of Species and the Science of Female Inferi­ ority " , Charles Darwin 's Origin of Species: New Interdisciplinary Essays, David Amigoni (haz.), New York: St. Martin's Press, 1 995 , s. 95- 1 2 1 .

232

DARWI N SİZİ S EVİYOR

ironik bir yorumdur), önemli işler olan çözümleme ve anlama ide­ olojik işleyiş fark edildikten sonra başlamak zorundadır. B ir şeyin "ideolojik" olduğu kanıtlanmakla hiçbir şey kanıtlanmış olmaz . B ir yandan bilimsel kanıtlama ve mantık ölçütlerini benimser­ ken diğer yandan da yerel kültürel perspektiflerin kendimizinki de dahil olmak üzere her söyleme damgasını vurmak zorunda olduğu­ na inanmamızın ne anlama gelebileceğini tartışmanın yeri burası değil . Zaten bunu tartışmaya yetecek zaman da yok. Kültürel güç­ lerin baskılarına direnen meşru kanıtlama ölçütleri olduğuna inan­ sam da -gerçi bu ölçütler bazen iddia edildiği gibi belki o kadar da sistematik bir şekilde düzenlenip kabul edilmiş değildir- Darwin'in kendine has dehası hakkındaki argümanım, cinsel seç ilime (ve hat­ ta doğal seçilime) dair fikirlerinin kendi kültürel varsayımlarından önemli ölçüde etkilendiği yolundaki genel görüşün en azından ge­ çici olarak kabul edilmesine dayanıyor. Kültürel perspektiflerin her tarafa yayıldi.g.r düşünüldüğünde, kanıtlama ve mantık gibi bilimsel ölçütleri nelerin oluşturduğu sorusuna verilecek cevabın da ister is­ temez o perspektiflerce belirleneceği açıktır. B u tür görüşler nasıl yorumlanırsa yorumlansın, yorumun sınır­ ları olduğunu Darwin yorumcularının kabul etmesi gerekir. Kaldı ki bizzat Darwin durumun kendisi için de geçerli olduğunu düşünü­ yordu. İdeolojik varsayımlarının yanı sıra başka şeyler de Darwin'i sınırlıyordu elbette. Kültürel eleştirmenlerin kendisine yöneltebile­ ceği türden eleştirilere karşı tetikte duruyordu . Örneğin insanın Tü­ reyişi'nin sonlarına doğru açıkça şöyle demiştir: "Cinsel seçilimin insan tarihinde oynadığı rol hakkında burada öne sürülen görüşler bilimsel kesinlikten yoksundur" (2 : 3 83). Bilimsel geçerliliğe dair genel kuralları ciddiye alıyordu Darwin. Doğal ve cinsel seçilime dair zengin argümanlarını sağlam bir şekilde oluşturmadan, özel­ likle de bu seçilimlerin insanların gelişimindeki rollerini anlama­ dan önce bu argümanları çok daha fazla temellendirmesi gerektiği­ ni biliyordu . Gayet meşru bir şekilde ve hiç de ideolojik körlüğe düşmeden, yeterince kanıt sağlayıp sağlayamayacağından endişe ediyordu. "Şöyle ya da şöyle olursa" , ortaya çıkacak sonucun teori­ sini mahvedeceğine dair retorik kabuller bütün eserine damgasını vuruyordu. İ nsanlar hakkındaki tartışmasının eserinin diğer bütün kısımlarından daha spekülatif olduğunu tabii ki biliyordu . Fakat

" B U K İ Ş İ H E L E Kİ G Ü Z E L B İ R KAD I NSA, N E ALA11

233

Darwin'in eserlerini, mektuplarını ve defterlerini okuyan en sert eleştirmen bile onun en büyük önceliğinin cinsiyetçi varsayımları­ nı ya da yeğlediği iktisadi teorileri dayatmak değil, gerçekten anla­ mak olduğunu kabul ederdi herhalde. Dünyaya ve onu incelemeye duyduğu tutku, cinsel seçilime dair argümanındaki her adıma dam­ gasını vuran küçük ayrıntılara yönelttiği dikkatte kendini yine gös­ terir. Zihninde tarttığı ve öne sürdüğü fikirlere inanıyor, ama kendi konumunun kırılgan olduğunu da gözden kaçırmıyordu. Cinsel seçilim konusunda ne kadar küçük bif azınlık içinde kal­ dığının farkındaydı Darwin. Fakat teorisinde ısrar etmekle ideolo­ jik bir suç ortaklığına karışıyorsa, onunla aynı fikirde olmayanların suç ortaklıklarına ne demeli peki? B ir tarafta, siyasi olarak Darwin' in daha solunda yer alsa da, Darwin,den de Darvinci olan A. R. Wal­ lace duruyordu. Diğer tarafta ise, katı bir Katolik bilimci olan, din­ sel ve siyasal fikirleri itibariyle açıkça Darwin'in sağında yer alan, "dişilerin huysuz kaprisi"nden dem vuran ve dolayısıyla, kalıcı ev­ rimsel değişimlerin gerçekleşmesini sağlayan dişi tercihi fikrini saçma bulan St. George Mivart duruyordu .9 Darwin'i reddedenlerin en azından bir konuda uzlaştığını, yani içinde yaşadıkları kültürün toplumsal cinsiyet konusundaki varsayımlarının tuzağına düştükle­ rini ileri sürerek aralarındaki ideolojik farklılıkları görmezden gele­ biliriz, ama böyle yaparsak önemli ayrım hatlarını çizemeyiz ve o zamanlar kimsenin aynı günahı işlemeksizin Darwin'in teorisine karşı çıkamayacağını ya da destek veremeyeceğini ima etmiş olu­ ruz. Bu da düşünsel açıdan hiç de yararlı bir argüman olmaz. O halde, bilimin kültürel açıdan incelenmesi açısından ilginç so­ rulardan birisi, Darwin'in teorisinin reddedilmesinin, şimdilerde bu teoriye atfedilen kültürel olarak yaygın ideolojik varsayımların da reddedilmesi anlamına mı geldiğidir (ki biraz tuhaf bir fikirdir bu) . Ama kastedilen şey bu değilse, Darwin'in teorisi ile herhangi bir ti­ kel ideolojik varsayım arasındaki dolaysız ilişki hakkında ne ifade edecektir bu sonuç? Darwin'e karşı çıkanların aldığı çeşitli konum­ ların tartışılması için tikelliklere başvurmak gereklidir; peki bu çe9. Bu iki yazarın cinsel seçilime nasıl baktığının ele alındığı ilginç bir tartış­ ma için, bkz. Helena Cronin, The Ant and the Peacock, Cambridge: Cambridge University Press, 1 99 1 , özellikle de s. 1 72.

234

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

şitli konumların hepsinin aynı kültürel varsayımları ima ediyor ol­ ması neyi gösterecektir? Muhtemel bir olay değil ama o zamanlar Darwin'e kadınların erkeklerden aşağı olmadığına dair kanıtlar su­ nulsa, bence bunların "teorisini mahvedeceğini" kabul ederdi - bu­ nu söylemekle büsbütün naif olmuyorum umarım. Darwin'in (el­ bette kendi kültürel sınırlarının dayattığı imkanlar dahilinde) kendi bilimine ve dünyaya aşkla bağlı olmasının bir anlamı da, doğanın ona söylediklerine kulak verip anlan işitebilmesinde yatar. Doğayı tam bir duygudaşlıkla tahayyül etmeye çalışıyor ve böylece doğa­ nın, kendi kültürünün ona anlattığından farklı şeyler söylediği yer­ leri bulabiliyordu. Böyle bir kabul , cinsel seçilim keşiflerinin ken­ disine dayattığı kabulden, yani evrimsel gelişimi yönlendiren bir akıl olduğu düşüncesinden daha büyük olamazdı. Darwin'in teorisi­ nin organizmaların doğalcı-teolojik bir şekilde anlaşılmasını dumu­ ra uğratması, organizmaların bilinçli bir şekilde tasarlandığı ve dünyadaki konumlarına doğrudan uyum sağladığı görüşünün de reddedilmesini gerektiriyordu tabii ki. Darwin'in dişi tercihinin ev­ rimsel gelişim üzerindeki etkisine ilişkin iddialarını ortaya attığı ki­ tapta, aynı zamanda önceki eserinde "işlevini kaybederek gelişme­ miş organlar haricinde yapıdaki tüm ayrıntıların fark edilmiyor ol­ sa da bir şeye hizmet ediyor olduğu "nu ( 1 : 1 5 3) düşünmekle hata et­ tiğini itiraf ettiğini hatırlayalım. insanın Türeyişi, her şeyin bir amacı olduğu, "yapıdaki tüm ayrıntılar"ın bir faydası olduğu fikri­ ne bile bile karşı duran bir evrimsel değişim teorisi sunar. Cinsel se­ çilim ise, ırksal ve cinsel farklılığı, ancak ikibiçimli ayrıntıların "bir şeye hizmet ettiği "ni kabul edersek anlayabileceğimiz varsayımına dayanan bir teoridir. Wallace'ın çalışmaları Darwin'inkinden farklı siyasi ve toplum­ sal fikirlerle gayet belirgin bir şekilde iç içe geçtiği için, onun te­ oriyle kurduğu ilişkiyi düşünmek çok ilginç olabilir. Wallace hem Darwin'in cinsel seçilim teorisine karşı çıkıyor hem de uyum sağla­ mayı Darwin'den çok daha katı bir şekilde savunuyordu. İ nsan zih­ nini bir kenara koyarsak, organizmaların yapılarındaki hemen he­ men bütün ayrıntıların bir "işlev "i olduğuna, bu işlevlerin doğal se­ çilim yoluyla uyum sağlayabildiğine inanıyordu . (Biraz konu dışın­ da olsa da, bu meseleler hakkındaki tartışmaların tutarlı siyasi ko­ numlanışlardan ne kadar saptığına işaret etmek ilginç olur. Son za-

11 B U K İ Ş İ H ELE K İ G Ü ZEL B İ R KAD I NSA, N E ALA11

235

manlardaki çarpışmalarda sosyobiyoloji teorisine ve buradan do­ ğan siyasete karşı durduğunu sık sık ifade eden Stephen J ay Gould, uyum sağlama (adaptasyon) karşıtı olmuş ve organizmaların pek çok niteliğinin doğal seçilimin işleyişiyle açıklanamayacağını ya da bu niteliklerin doğal seçilim süreçlerinde vuku bular. tesadüfler­ den ibaret olduğunu öne sürmüştür. Oysa Wallace, Gvuld'a, uyum sağlama karşıtı Darwin'den siyaseten daha yakındı. Uzun bir paran­ tez açarak böyle bir karşılaştırmayı yapıyorum çünkü bu teorilerin tümünün siyasi yelpaze içinde öyle ya da böyle zorunlu bir yere oturduğu fikrine itiraz etmek istiyorum.) Martin Fichman'ın belirt­ tiği gibi , Wallace'ın Darwinism (Darvinizm) adlı eserinde niyet et­ tiği şeylerden biri de, "cinsel ikibiçimliliğin türlü fenomenlerinin doğal seçilimin işleyişine çel_cilebileceğini göstermek"ti (s. 267). Wallace, hayvanlardaki ya da insanlardaki estetik hissin doğal ev­ rimsel güçlere dayalı olduğuna inanamıyordu. Darwin'in amansız doğalcılığı, parlak ve siyaseten enerjik olan Wallace'ı çok rahatsız etmişti - gerçi hayvanlarda ve (zekası ile manevi yetenekleri dışın­ da) insanlarda işlediği kadarıyla doğal seçilime olan bağlılığı Dar­ win'inkinden çok daha kuvvetliydi. Tarih önceliği Darwin'e değil de Wallace'a vermiş olsaydı, evrim teorisinin kültürel ve siyasal açıdan nasıl bir akıbeti olurdu diye merak ediyorum. (Ve yine uzun bir parantez açıp şunu söyleyebiliriz: Wallace insan zekası gibi ha­ yati bir konuda, sorundan gizeme yönelerek adeta geri bir adım at­ mıştı . Yani "sorun" için bulduğu tek çözümü, bugün "akıllı tasarım" diye adlandırılabilecek olan şey oluşturuyordu . B urada büyülenme­ nin yenilenmesi için bir olanak yatıyor. Ama bunun tamamıyla do­ ğal seçilim sayesinde işleyen fiziksel evrim çerçevesine nasıl otura­ cağını tasavvur etmek zor.) Darwin'in tasarım konusundaki görüşleri ne olursa olsun, cinsel seçilim teorisinin ideolojik imaları hakkında yapılacak herhangi bir t artış mad a bu teorinin belki de en çarpıcı yanı hesaba katılmalıdır: Bu teoriye bırakın Wallace'ı neredeyse kimse inanmıyordu . Mesela tam bir Darvinci olan Grant Allen'ın Physiological A esthetics (Fiz­ yoloj ik Estetik) adlı kitabında estetiğin cinsel arzudan doğduğu yo­ lundaki Darvinci görüşü takip ettiğini biliyoruz . B unun yanı sıra Hardy'nin İnsanın Türeyişi'ni okuyup ondan hayli etkilendiğine da­ ir güçlü kanıtlar da var. Fakat cinsel seçilim fikrinin kültürel etkile-

236

DARWI N S İ Zİ SEVİYOR

rine dair herhangi bir tartışmada, cinsel seçilimin biyoloji bilimi içinde uzun zaman boyunca ciddiye alınmadığı ve ancak yakın za­ manlarda önemsenmeye başladığı göz önünde bulundurulmalıdır. Helena Cronin'in Darwin'in teorileri üzerine yaptığı kapsamlı ince� lemede belirttiği gibi , "cinsel seçilim teorisi yıllar boyunca pek az tartışılmıştır ve ciddi tarihsel ve bilimsel tartışmalara ancak bugün­ lerde dahil edilmektedir" (s. 1 1 5) . Ama Darwin'in taşıdığı önem, te­ orinin cinsel ilişkilerin evrimsel gelişimdeki muhtemel rolü hak­ kında bir tartışma yaratmasını sağlamıştı. Yirminci yüzyıla kadar kendisi de bilimsel olarak kabul edilmeyen doğal seçilimin aksine, cinsel seçilim kültüre derinden derine sızmış gibi görünmüyor gerçi bilimsel ya da başka türlerden cinsiyetçilik gayet yaygındı. Yakın zamanlara kadar teoriye Gertrude Himmelfarb gibi yaklaş­ mak, yani onu hem Darwin'in doğal seçilim teorisinin başarısızlığa uğramış olduğunu kabul etmesinin hem de Darwin'in düşünsel sığ­ lığının açık kanıtı olarak görmek mümkündü . ı o Jann v e Richards'ın işaret ettiği ideolojik işleyişten şüphe etmi­ yorum. Fakat Darwin'in cinsel seçilim teorisinin Viktorya dönemi kültürünü çokça etkilemiş olması pek mümkün değil . Cynthia Rus­ sett, erkeklerin değişime dişilerden daha açık olduğu görüşü ideolo­ jik açıdan kötü emellere alet edilmiş olsa da, bu fikrin destek almak için Darwin'in teorisine hiç de muhtaç olmadığını iddia eder. Şöyle der: "Dişilerin muhafazakarlığı ile erkeklerin ilericiliğini, dişilerin vasatlığı ile erkeklerin dehasını barındıran ve değişkenlik temelle­ rinde inşa edilen binanın harcı, doğrudan doğruya insanın Türeyi­ şi'nden gelmez. " 1 1 Şöyle ya da böyle etkili olmadığını söylemekle Darwin'in argümanı savunulmuş olmaz elbette, ama bu argümanın doğrudan çok az etki yaratmış olmasının altında, dişilerin evrimsel gelişimde önemli bir rolü olduğu fikrine bilim cemaatinin itimat et­ memiş olmasının yattığını söylemek gerek. Bu bölümün ve genel olarak kitabın anafikirlerinden birini biraz daha açmak için, belirli bilimsel teorilerin belirli ideolojik imaları

1 O. Gertrude Himmelfarb, Da1win and the Dmwinian Revolution, Londra: Chatto and Windus, 1 959. 1 1 . Cynthia Russett, Sexual Science: The Victorian Construction of Woman­ hood, Cambridge, MA : Harvard University Press, 1 989, s. 92.

" B U K İ Ş İ H E LE Kİ G Ü Z EL B İ R KAD I NSA, N E ALA"

237

olduğu görüşünü " ideolojik özcülük" diye adlandıran Oscar Kens­ hur'un argümanlarından kısaca bahsetmek istiyorum. Şöyle der Kenshur: " İ deolojik özcü, ilk bakışta azametli ve tarafsız gibi görü­ nen soyut teorilerde içkin bir siyasi anlam bulabilmeyi ister. " 1 2 Bu görüşe karşı ortaya konulmasını benim de ısrarla teşvik ettiğim fik­ ri ise " ideolojik bağlamcılık" diye adlandırır - ki bunun "özcülüğe" verilecek uygun karşılık olduğunu düşünüyorum. İ kinci Bölüm'de "Darwin kullanımları "ndan bazılarını gözler önüne sererek, hem Darwin'in geliştirdiği teorinin hem de sonradan bu teoriyi kullanan­ ların teorilerinin Darwin'in düşüncesinin şekilden şekle sokularak çokanlamlı hale geldiği olumsal koşullarda gelişmiş olduğunu gös­ termeye çalışmıştım. B ir başka deyişle bu teori, kendi olumsal dün­ yasında çalışan Darwin'in tahmin edebilecekleriyle pek de alakası olmayacak şekillerde kullanılabiliyordu (ve kullanılmaya devam ediyor). 1 3 Bütün kullanımların ve yanlış kullanımların ardından ge­ riye yine teori kalır ve insanlar onu kendilerine mal etmeye ya da yanlış bir şekilde mal etmeye devam eder. Dahası, Wallace'ın cinsel seçilim hakkındaki görüşlerinden kısaca bahsederken anlatmaya çalıştığım gibi, kaçınılmaz olarak siyasi sonuçlara götüren fikri tam olarak belirlemek için bile argümanı oluşturan yumağı çözmek çok zordur. Doğal seçilim diye adlandırılan temel teori , yüz elli yıl boyunca ideolojik teşhirlere maruz kaldıktan sonra tanınması güç hale gel­ miş olsa da, hala ufuk açıcı ve yıkıcı bir nitelik taşır. Bu teorinin Darwin'in dilinde de kendisini gösteren ihtişamı ve özgünlüğü kül­ türel kaynaklarıyla yakından bağlantılıdır. Darwin'in cinsel seçilim 1 2. Oscar Kenshur, Dilemmas of Enlightenment: Studies in the Rhetoric and Logic of /deo/ogy, Berkeley: University of Califomia Press, 1 993, 1 . Bölüm "Ide­ ological Essentialism". 1 3 . Richard Rorty, Philosophy and Social Hope (Londra: Penguin , 1 999) ad­ lı eserinde, benzer bir şekilde büyük felsefi teorilerin belirli siyasi konumlara bağlı olmadığını ileri sürer. "Gerek ortodokslar gerekse postmodemistler insanla­ rın siyasetleri ile büyük teorik (teolojik, metafizik, epistemolojik, metafelsefi) me­ seleler hakkındaki görüşleri arasında sıkı bir bağ olması gerektiğini düşünür" ( s. 1 8). " Solda yer alan insanlar, sağcılar tarafından kullanılamayacak, ancak iyi da­ valara yarayabilecek felsefi bir görüş bulmayı ümit etmeye devam ediyorlar. Ama asla böyle bir görüş olmayacaktır; bütün felsefi görüşler, pek çok farklı kişi tara­ fından kullanılabilecek birer alettir" (s. 23).

238

DARWI N S İ Z İ S EVİYOR

tahayyülüne etkide bulunan (toplumsal cinsiyete dair) kültürel ön­ yargılar saptandıktan sonra, teorinin kendisinin ona katkıda bulu­ nan önyargılardan koptuğu görülecektir ve Darwin'in argümanını hayvanlardan insanlara doğru çevirmesi, düşüncelerinin oluşma­ sında payı olan kültürü yine bu düşüncelerle aşmış olduğunun iyi bir göstergesidir. (Wallace da insanlar düzey1ndeki dişi tercihi me­ selesinde fikrini değiştirmiş ve insanlar arasında cinsel seçilim ol­ duğunu sonunda kabul etmişti . Bu fikir değişikliği, kadınların kül­ tür içindeki yerine dair kendi siyasi görüşlerini yansıtıyordu niha­ yetinde. Keza, Darwin'in insanlar konusundaki fikir değişikliği de kendi görüşlerini yansıtıyordu.) Fakat Darwin nasıl olmuştu da estetik hissin kaynağında hayvan cinselliğinin bulunduğu fikrine ulaşmıştı? B u tasavvurun Darwin'in dişi tercihinin her şeyin kaynağı olduğunu -Wallace ve Russett'ın belirttiği gibi, neredeyse kimse bu fikri benimsememişti- kabul et­ mesini gerektirdiğini fark ettiğimizde, bunu anlamak daha da zorla­ şıyor. Cronin, Darwin'in karşıtlarından biri olan St. George Mivart' ın temsil ettiği bir konumdan bahseder; buna göre dişi kuşların süs­ lü erkeklerin estetik çağrılarına karşılık verme hassasiyetine sahip olması mümkün değildir. Mivart şöyle demişti : "Dişiler seçmez; gel­ gelelim, erkeğin arz-ı endamı, onların sinir sistemlerini yeterince uyarmak için yararlı olabilir" (s. 1 57). Ne de olsa dişiler çok mah­ cuptur. Bu fikrin bütünü, Darwin'in konu hakkındaki sezgilerine aykırı düşüyordu . Frederick B urkhardt, Darwin'in ölmeden kısa bir süre önce yazdığı bir pasajı alıntılar: "Pek çok doğa bilgini, dişi hayvanların belirli erkekleri seçerek tercihte bulunabildiğinden şüp­ he ediyor. Dişilerin erkekleri bilinçli bir şekilde seçtiğini söylemek yerine belirli erkeklerin görünüşlerinin, seslerinin vs. onları heye­ canlandırdığını, cezbettiğini söylemek daha doğru olur. " 1 4 Demek ki Mivart'ın Darwin'in argümanlarına karşı beslediği kültürel önyargıları muhtemelen Darwin'in kendisi de paylaşıyor­ du. Ama Darwin'in dişi tercihi fikrinin de insanlar arasında asıl ter­ cihte bulunanların erkekler olduğunu söylemesinin de doğrudan açık seçik ifade edilmemiş kültürel varsayımlarından kaynaklandı1 4. Frederick Buckhardt, " Darwin on Animal Behavior and Evolution", Kohn içinde, s . 357.

" B U Kİ Şİ H E LE Kİ G Ü Z EL B İ R KAD I NSA, N E ALA"

239

ğını vurgulamak istiyorum. Darwin'in kendi teorisine ilişkin çalış­ malara baktığımızda şunu görürüz: Kültürel varsayımların bilimsel argümanları etkilediği anlaşıldığında, bu argümanların altı oyulmuş olmaz. En azından Darwin'de, kültürel varsayımlar iyi ve yenilikçi bir bilimin oluşmasını sağlamış , öyle ki bu bilim Darwin'in farkın­ da olmadan dayandığı varsayımlara ters düşen imalarda bulunabil­ miştir. Darwin'in kullandığını iddia ettiği "Baconcı ilkeler" doğrultu­ sunda çalışmadığı dillere düşmüştür. Darwin'in Michael Ghiselin gibi ilginç yorumcular tarafından hayranlıkla "hipotetik-tümdenge­ limli" 1 5 diye adlandırılan yöntemi tahmine benzer bir şeyle başlar. Türlerin Kökeni'nde türler arasında doğrudan ailevi benzerlikler ol­ duğu yolundaki "tahmin" kültürel varsayımlarla doluydu. Darwin' in bilimi, kültür eleştirmenleri ve bilimcilerin, farklı nedenlerden ötürü ve farklı şekillerde, kötü bilimin kanıtları olarak gördüğü ide­ olojik varsayımları gerektiriyordu . Cinsel seçilimin altında yatan hipotez ya da tahmin sadece Darwin'in fikirlerinin kültürün varsa­ yımlarını paylaştığına değil, aynı zamanda kültürel varsayımların mutlak nesnellik ve evrenselliğin o muhayyel "olmayan dünyası "n­ da yaşamayan herkes için kaçınılmaz olduğuna işaret eder. B ir baş­ ka deyişle, Weber'in dünyanın büyüsünü bozduğunu söylediği bi­ limsel fikirler -özellikle insanı kapsamlarına aldıklarında- dünyay­ la ve beraberinde getirdiği duygu ve değerlerle dopdoludur. Görünüşte birbirlerine zıt düşen bu iki yaklaşıma olan istida­ dım, en azından Darwin örneğinde, kültürel önyargı ve varsayımla­ rın cinsiyetçilik, emperyalizm ya da başka türlü suç ortaklıklarını nasıl teşhir ettiğinden ziyade, bunların nasıl olup da aynı zamanda yaratıcı bir mahiyet kazanarak cinsel seçilim gibi bir teoriyi ürete­ bildiğini anlamaya çalışmaya götürdü beni . İ sterseniz şimdi Dar­ win'in cinsiyetçiliğine kısaca bir göz atalım. Darwin'in birinci sınıf olduğunu düşündüğü romanlar, yani "tüm kalbinizle sevebileceğiniz bir kişiyi -hele ki bu kişi güzel bir kadın­ sa ne ala- " (A utobiography, s. 1 3 8-9) içeren romanlar, kültür ile bi­ limin Darwin'in çalışmasındaki etkileşimine dair değerli ipuçları 1 5 . The Triumph of Darwinian Method, yeni bir önsözle birl ikte, 1 969; Chi­ cago: University of Chicago Press, 1 984.

240

DARWI N S İ Z İ S EVİYOR

sunabilir. Artık duyusal bir zevk alamadığından yakınarak başladı­ ğı bu pasajda, insanın Türeyişi'nde saptamış olduğu estetiğin kay­ nağına, yani "güzel kadın"a sığınır. İnsanın Türeyişi'nde "güzellik hissi"nin "insana özgü " olmadığını öne sürmüştü zaten ( 1 : 63 ) . Tek bir güzellik hissi olmadığına özellikle işaret eden Darwin, "yüksek zevkler" dediği şeylerin "kültür ve karmaşık çağrışımlar"a dayalı olduğunu bildiğini gösterir ( 1 : 64). Ama "aşağı zevkler" demediği şeyler de karmaşık hayvanların esasını oluşturur ve bu zevkler "gü­ zel "e verilen önemden doğar. Viktorya dönemi kültürünün varsa­ yımları burada besbelli ki iş başındadır ve Darwin insanın Türeyi­ şi 'ndeki argümanında, estetik zevklerinin çoğu zaman kuşlarınkin­ den daha aşağı olduğunu düşündüğü "vahşiler"in aşağı konumları hakkında tatsız sözler eder. "Pek çok vahşinin hayranlık duyduğu o çirkin süslere ve yine bir o kadar çirkin müziklere bakıldığında, es­ tetik yetilerinin bazı hayvanlarda, örneğin kuşlarda olduğu kadar gelişmediği ileri sürülebilir" ( 1 : 64) . Hayatı hakkında yorumlarda bulunup kendisiyle alay edercesine mutlu sonlar ve güzel kadın kahramanlardan hoşlandığını söylediğinde ise, ilkel bir güzellik hissine sığındığını ima ediyordur aslında - ki insanın Türeyişi'nde, bu hissin dişi tercihinin hala norm olduğu "barbar kabileler" de yay­ gın olduğunu göstermiştir. Kendisi de büyük ölçüde dişil bir biçim olarak görülen romandan alınan haz, şüphesiz ki yüksek kültürden ilkel duygulara doğru atılan adımın bir işaretidir ve "güzel " kadın­ ların cazibesi , esas itibariyle ilkel arzulara yönelindiğini gösterir. Yüksek kültür ve yüksek bir evrimsel gelişim seviyesi , tercih gücü­ nü erkeklere kaydırmıştır, ama Darwin otobiyografisinde o yüksek kültürden koptuğunu üzüntüyle kabul eder. "Güzellik" kuşları cezbettiği gibi kendisini de cezbeder ve Dar­ win bunu açıklamaya uğraşmaz. İnsanın Türeyişi'nde şunları söy­ ler: "Uyum içinde olduğunda belirli parlak renklerin ve belirli ses­ lerin neden keyif uyandırdığı sorusu, belirli tat ve kokuların niçin hoş bulunduğu sorusundan daha açıklanabilir değildir; ama hiç kuş­ kusuz, bizler ve aşağı hayvanların birçoğu aynı renklere ve aynı seslere hayranlık duyarız" ( 1 : 64) . Beer, Darwin'in kadınları tartışır­ ken önceliği sürekli olarak akıldan çok "güzelliğe " verdiğine işaret eder. Güzellik, onu devamlı ayartan ve açıkça Viktoryen beklenti� lerce belirlenmiş olan anahtar kavramdır.

" B U KİŞİ H E LE Kİ G Ü Z E L B İ R KAD I NSA, N E ALA"

24 1

Darwin'in romanlardaki güzel kadınlara duymaya devam ettiği hayranlık, cinsel seçilim teorisine nasıl ulaştığını hatırlatır. Darwin' in üzerinde düşünmediği o alt düzey zevklerinin "nesne"si olan gü­ zel kadınlar teorisinin bir koşuludur. Türlerin Kökeni 'nde özlüce belirttiği gibi, "Herhangi bir hayvan türünün erkek ve dişi üyeleri genel hayat alışkanlıkları açısından benzerlik gösterip, bünye, renk ya da süslenme açısından farklılık gösterdiklerinde, böyle farklılık­ ların altında esas olarak cinsel seçilim yatar" (s. 89) . Bu içgörüyü mümkün kılan şey, Darwin'in görünüşteki bu farklılıkların karşı cinsin dikkatini çekip onu cezbettiği varsayımıdır. İ ş sadece bunun­ la da kalmaz; bu farklılıklar görülür görülmez karşı cins onlar ara­ sında bir tercihte bulunabilir - tıpkı Viktorya dönemindeki beye­ fendilerin (ve belki de zaman zaman taşralı bir kızın) yaptığı gibi. Kültürel önyargılara böyle alenen bel bağlamasına bakarak, te­ orinin bütününde bir yanlışlık olması gerektiği sonucuna varabili­ riz. Ben ise şöyle bir çıkarımda bulunmak istiyorum: Darwin'in bu Viktorya dönemi zevklerini paylaşmış olması ortada bir sorun oldu­ ğunu anlamasını ve gerçekten de hem insanbiçimci hem de neredey­ se tamamen doğru bir çözüm bulmasını sağlamıştı . Teorisinin geli­ şiminde insanbiçimci bir i şlev gören mecazlar seli, insan kültürü hakkındaki varsayımlarının bilimsel argümanlarını ne ölçüde şekil­ lendirmeye yaradığını ortaya koyar. Fakat daha önce değindiğim gi­ bi , Darwin'in eserlerindeki insanbiçimcilik, bütün organizmaların birbirleriyle gayet ilişkili olduğu yolundaki görüşünün de bir sonu­ cudur. Darwin'in güzellik hakkında Viktorya dönemine özgü varsa­ yımlarının olması, bu varsayımlardan hareketle oluşturduğu cinsel seçilim teorisinde kaçınılmaz hiçbir şey olmadığı gerçeğini gözler­ den saklayabilir. Bugüne kadar Darwin'in teorisine en yakın olanlar bile cinsel seçilimin etkileri ile doğal seçi limin etkilerini birbirinden ayırmada güçlük çekmişlerdir. Cinsel seçilimle gelişen niteliklerin doğal seçilimde yarattığı herhangi bir sonuç yoktur; bu nitelikler, organizmaların hayatta kalması için şart değildir. Aslına bakacak olursak, cinsel seçilim teorisi doğruysa, cinsel seçilim için gerekli olan belirli nitelikler doğal seçilim dünyasında tehlikeli demektir bunların en barizi ise üremeye çalışan erkeklerde sıkça görülen çar­ pıcı renkler ve erkeklerin dişileri ayartmak amacıyla bu göz alıcı renkler aracılığıyla kendilerini sergilemeleridir. ( Öte yandan, sivri

242

DARW I N S İ Z İ SEVİYOR

boynuz ya da vurdu mu karşısındakini öldürebilen türden pençe gibi silahvari nitelikler, Wallace'ın yapmaya yanaştığı gibi, doğal seçili­ min işleyişindeki öğeler olarak rahatlıkla yorumlanabilir.) Bu teori zaman zaman genel kanıya doğal seçilimden de daha terstir. Darwin'in dediği gibi, cinsel seçilimde elde edilecek zafer, erkeğin "genel fiziksel ve zihinsel gücüne" değil, "bazı özel silahla­ rı olup olmamasına" bağlıdır (Türlerin Kökeni, s. 88). B u silahlar olmazsa olmaz değildir, ama dişileri elde etmek ve azami ölçüde üremek için aynı türün erkekleriyle girilen mücadelede gereklidir. Dişilerin çoğu erkeklerin çoğu kadar süslü olmadığı fakat yine de erkekler gibi doğada ayakta kaldığına göre bu süslenmenin bir baş­ ka amacı daha var demektir ve Darwin bu amacın dişiyi elde etmek olduğunu düşünmüştür. Yoksa neden olsundu onca süs püs? Darwin insanın Türeyişi'nde, Türlerin Kökeni'nde de başarıyla kullandığı bir yöntem olan bir düşünce deneyine girişir hiç çekin­ meden ve bu deney ister istemez "güzel kız" etrafında gelişir: Dişi kuşların bazı erkekleri yeğlemesiyle ilgili olarak, ancak kendimi­ zi aynı konumda tahayyül edersek seçme hakkında bir yargıda bulunabile­ ceğimizi aklımızdan çıkarmayalım. Başka gezegenden gelen biri , tıpkı bir köşeye toplaşmış kuşların yaptığı gibi bir fuarda güzel bir kızı ayartmak için birbirleriyle çekişip münakaşa eden kasabalı genç erkekleri görseydi, sırf kur yapan erkeklerin di şiyi memnun etmek ve süslerini sergilemek için gösterdikleri hevese bakarak seçme gücünün dişiye ait olduğu sonucuna varabilirdi .

B urada bilimsel girişim, organizmayla kurulan duygusal bağa, George Eliot'ın yazdığı romanlarda gerekli olduğunu ortaya koydu­ ğu muhayyel bir duygudaşlığa dayanır (ki bir sonraki bölümde bu­ nu daha derinlemesine ele alacağım) . Darwin'in dişi kuşların "zih­ ni"ne süzüldüğü sırada algıladığı dünya duygu ve değerle doludur. Bu dünya Weber'in bize bilimsel açıklamanın sonucu olduğunu söy­ lediği o ölü, çorak mekana hiç mi hiç benzemez. insanın Türeyişi' nin çoğu kısmını okurken, kendimizi başka varlıkların yerine koy­ mamız gerekir. Böyle yaptığımızda, başka bir varlık olmayı hayal etmeye çalıştığımızda bile o başkası "biz"e, yani Viktorya dönemi insanına benzemeye başlar. Viktorya dönemindeki bir kuş gözlem­ cisi birbirine kur yapan kuşlara nasıl bakıyorsa, başka bir gezegen­ den gelen ziyaretçi de " güzel kız"ı cezbetmeye çalışan erkeklere öy-

" B U KİŞİ H ELE Kİ G Ü ZEL B İ R KAD I NSA, N E ALA"

243

le bakar. Bu durum kendisine kur yapan bir dolu erkek olduğundan aralarından birini seçme gücüne sahip olan dişiyi elde etmek için gi­ rişilen bir rekabet olarak yorumlanabilir. Dişi kuş farklardan birini seçer, (doğal seçilimin işleyişinde nitelik farklılaşması artarken) farklar birikir; dolayısıyla dişi tercihi olmasaydı kuşlarda hiçbir iki­ biçimlilik olmazdı. Bu tahmin besbelli ki Viktorya döneminin izle­ rini taşır taşımasına, ama tam da bu bariz izlerden ötürü gayet iyi bir tahmindir. Darwin tıpkı iyi bir romancı gibi hayali bir sıçrama saye­ sinde ideolojik donanımından zengin ve yaratıcı bir şey oluşturma­ yı başarır. Zihninde kendisini bir kuş olarak canlandırır. Fakat şu noktayı da gözden çıkarmamak gerek: Düşünce dene­ yine koyulup bir kasaba güzeli ile onu ayartmak için birbirleriyle çekişen erkekleri tasavvur ederken Darwin insan çiftleşmesi bah­ sinde dişi tercihi kavramını ortaya atar aslında, fakat insanlar için bu kavramı daha sonra inkar edecektir. Düşünce deneyi biçiminde­ ki tahayyül genel teoriyi onaylar. Fakat aynı zamanda, her ne kadar Darwin kadınların türün gelişiminde önemli bir rolleri olduğuna inanmadığı için söz konusu modeli insanlar çerçevesinde tersine çevirse de, dişi tercihinin insanlar arasında bile hüküm sürdüğünü tasdik eder. Darwin doğal seçilim yoluyla açıklanamayan doğadaki aşırılığı ya da fazlalığı karşı cinsin gözüyle "güzel" diye tanımlar. Örneğin tavuskuşları ve sülünlerin insana hayret veren süsleri böyle anlaşı­ labilir. Bu argüman, Darwin'in bizden bağımsız olarak "güzel" şey­ ler olduğu tespiti üzerinde temellenir (güzel olduklarını biliriz çün­ kü biz insanlar onları güzel kabul etmekteyizdir) . Eğer insanlar on­ ları güzel buluyorsa (sunduğu kanıtlardan biri de kadınların kendi­ lerini kuş tüyleriyle donatmalarıdır ! ) , kuşlar, yani Viktoryen kuşlar da öyle buluyordur. Darwin her ne kadar bazı hayvanlara hoş gelen şeylerin insan­ lara öy le g elmediğin i sıkça teslim etse de insanın Türeyişi'nde gü­ zelliği hiç sakınmadan insani ölçütlere başvurarak değerlendirir. B u değerlendirme sürecinde ortaya koyduğu kanıtlar, onun kavra­ dığı şekliyle insan değerlerine dayanır. Kuşların kendini sergileme­ sini ele aldığı kısımda, kuş tüylerinin inanılmaz güzelliklerini ve kuşların birbirlerine kur yapma alışkanlıklarını tasvir etmek için sanatçılara atıfta bulunur. Mesela Argus sülününün kuyruğundaki

244

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

desenleri betimledikten sonra şöyle der: "Bazı sanatçılar bu tüyleri görmüş ve bunlardaki kusursuz görünüme hayranlık duyduklarını ifade etmişlerdir" (2: 9 1 ). Dişi tercihi iddiasını savunurken de şun­ ları söyler: Pek çok kişi dişi bir kuşun zarif bir görünümü ve mükemmel desenleri takdir edebilmesini tasavvur bile edemeyeceğini söyler. Dişi kuş tek tek ayrıntılardan ziyade genel etkiye hayranlık duysa da, insanlarınkine yakla­ şan böyle bir beğenisi olması hiç şüphesiz harikulade bir şeydir. Alt sevi­ yedeki hayvanların ayrım yeteneği ve beğenisini kolaylıkla saptayabilece­ ğini düşünen kişi, dişi Argus sülününün böyle ince bir güzelliği ayırt ede­ bileceğini reddedebilir; fakat bu durumda, kur yapma ritüeli sıra::;ında er­ keğin takındığı olağanüstü tavırların -ki bu sırada tüylerinin o şahane gü­ zelliği büsbütün ortaya serilir- bir amaca yönelik olmadığını kabul etmeye mecbur kalır. Ben ise bu çıkarımı asla kabul edemem. (2:93 )

B urada insanbiçimcilik yine işbaşındadır, fakat insanbiçimcilik Dar­ win için hissi bir zaaftan ibaret değildir. Daha ziyade, insanlar ile di­ ğer hayvanlar arasında mutlak bir sürekliliğin olduğu bir dünyayı ciddiyetle tahayyül etme şeklidir. İnsanbiçimcilikten çok hayvanbi­ çimciliktir bu : B ir başka deyişle, insanlar hayvandır ve dolayısıyla -bir hayvan olarak- insan, insan olmayanların davranışını kendini bir hayvanın yerine koyarak anlayabilir. Bu pasaj Darwin'in insanın ufkunu daraltan önyargılar aracılı­ ğıyla düşünerek bu önyargılardan kurtulmada gösterdiği sıradışı gücü ortaya koyan pasajlardan sadece biridir. Bunu başarabilmesi­ nin bir sebebi , teorinin ötesinde ve tahayyülünün derinliklerinde in­ sanlardaki duygu ve düşüncenin hayvan bilincinden (hatta daha ön­ ce gördüğümüz gibi solucan bilincinden) geldiğine tamamıyla kani olmasıdır. Viktorya döneminde yaşayanların kültürel önyargıları solucanların da kültürel önyargıları olabilirdi, ama bu önyargıları i şe koşmak, onl arla ve onlar aracılığıyla düşünmek Darwin'e onla­ rın ötesinde düşünme imkanı sağlamıştı . Dişi tercihi bu imkanın ci­ simleştiği bir meseledir. Gelgelelim, Darwin'i bir yandan kendi döneminin ideolojisinin içine daha da çekip diğer yandan da yeni olasılıkların kapısını ara­ layan bu akıl yürütmenin çarpıcı bir yönü vardır. B ana kalırsa bu sı­ radışı pasajın en sıradışı özelliği , Darwin'in araştırmalarının büyük bir kısmında çürütmeye çalıştığı doğal teoloj inin kullandığı retorik

" B U K İ Ş İ H E LE Kİ G Ü Z E L B İ R KAD I NSA, N E ALA"

245

yöntemlerin aynısına başvurmasıdır. Dov Ospovat bundan birkaç yıl önce, Darwin'in teorisindeki gelişmenin, nihayetinde reddetmiş olduğu doğal teolojinin etkisine büyük ölçüde dayandığını öne sür­ müştü. Darwin "kusursuz" uyum sağlama diye bir şey olmadığı ve dünyanın her yerde ahenk içinde olmak yerine "uyumsuzluk"larla dolu olduğu görüşüne ancak Malthus'u okuduktan sonra varabil­ mişti. 1 6 Fakat bütün bu hareket süresince "uyum sağlama" olgusu önemli bir rol oynamaya devam etmişti ve uyum sağlama doğal te­ olojinin o eski rasyonel gücüne sahipti . Ö yle görünüyor ki dişilerin maksadı / yönelimi, bütünüyle maksatlı / yönelimli bir dünyanın, Robert Richards'ın sözleriyle "derin Romantik izler" taşıyan (Ro­ mantic Conception, s. 552) bir dünyanın formlarını zaten bünyesin­ de barındıran bir doğayı sadece takviye eder. Darwin insanın Türeyiş i 'nin başka bir yerinde kur yapma sıra­ sında hayvanların kendilerini sergilemelerinin "faydasız olduğuna inanamayacağımızı" söyler. 1 7 Ve biraz önce alıntıl adığım pasajda Argus sülünlerinin kur yapma alışkanlıkları ve tarzlarının faydasız olduğunu asla kabul etmeyeceğini ısrarla belirtir. Ya da isterseniz maymunlar hakkındaki şu pasaja bir göz atalım : "Maymunun kafa­ sındaki tüylerin, kürk ve deri sindeki birbirine son derece zıt renkle­ rin, seçilimin yardımı olmaksızın yalnızca deği şkenliğin bir sonucu olduğunu tasavvur etmek çok zor; bu özelliklerin maymunlara pra­ tik bir fayda sağlayabileceği de düşünülemez. Ö yleyse, söz konusu özellikler cinsel seçilim yoluyla edinilmiş, fakat sonradan her iki cinse de eşit ya da neredeyse eşit bir şekilde aktarılmış olmalıdır"

(2 :308) . İkna olmuş bir Darvinci olarak, cinsel seçilime dair pasajları bü­ tünüyle temsil eden bu argümanın aklımı başımdan aldığını söyle­ yebilirim. Paley Natura/ Theology adlı eserinde, doğadaki olağa­ nüstü i şleyişlerle karşı karşıya geldiğinde bunları görebilen herke­ sin, söz konusu işleyişlerdeki tasarımı fark edeceğini ve zorunlu olarak Tasarımcı'nın ispatını da göreceğini belirtmişti. Paley'nin ta­ sarımcısı Tanrı'dır tabii ki. Darwin de cinsel seçilimi tartışırken, bu 1 6. Ö zellikle bkz. Ospovat, s. 60- 1 . 1 7 . Bu ifade İnsanın Türeyişi'nin Desmond ve Moore tarafından yayıma ha­ zırlanan ikinci basımında geçer (s. 26 1 ).

246

DARWI N S İ Z İ S EVİYOR

sürecin içinde yer alan hayvanlarda var olan maksadı /yönelimi kim­ senin inkar edemeyeceğini ileri sürer. Aradaki farksa şudur: Dar­ win'in tasarımcısı Tanrı değil dişi hayvanlardır. Türlerin Kökeni bü­ yük ölçüde, kendiliğinden işleyen doğal bir sürece maksat ya da ta­ sarı atfetmenin yanlışlığını ispat etmeye hasredilmiş olmasına rağ­ men Darwin yine de böyle bir iddiada bulunur. Viktorya dönemin­ de düzen ve anlama duyulan derin ihtiyaç (ki bu ihtiyaç on doku­ zuncu yüzyılın sonlarında Darwin'in doğal seçilim teorisini hedef alan saldırılarda da tezahür etmişti) insanın Türeyişi'nde de vardır ve faydalıdır. Darwin burada Paley'nin yöntemlerini bilinçli bir şe­ kilde taklit etsin ya da etmesin, doğal teolojinin stratej isini kullanır. "Şu veya bu özellik ne içindir? " sorusu evrimci biyolojide kaçı­ nılmazdır. Günümüzdeki tartışmalarda nihai olarak genlerin mi, or­ ganizmanın mı yoksa grubun mu (yani türün mü) fayda gördüğü bahis konusu olmaktadır genelde. Fakat nasıl bir cevap verilirse ve­ rilsin, verilen her bir cevap bir hedefi, ereği ya da en azından ereğe benzer bir şeyi ima eder. Özellik bu birimlerden biri "için" olabilir belki, ama bir şey "için"dir ve böyle olması değerli, ya da daha zi­ yade zorunlu olarak görülür. Yeterli bir cevap bulunamayabilir; söz konusu özellik, Darwin'in pek çok yerde belirttiği gibi, organizma­ nın uyum sağlayan bir başka parçasındaki büyümenin bir sonucu olabilir. Ama hangi görüş savunulursa savunulsun, bütünüyle sağ­ duyuya dayanan ve dolayısıyla kültürel açıdan yüklü olan ilk adım gereklidir. B ir şey gözümüze çarpar. Onun hakkında sorular sorarız. Ancak kültürel olarak gelişen varsayımlarımıza denk düşerse (ya da bu varsayımlara meydan okursa) o şey gözümüze ilişir. Darwin cinsel seçilim teorisiyle, estetik beğeni ve dişi yöneliminin evrim sürecinin motor güçleri olduğunu ortaya koyar ve bunu yapabilme­ sinin altında yatan tek nedense, burada anlatmakta olduğum türden kültürel tavır ve varsayımları olmasıdır. Elbette bu, hikayenin tümün� tekabül etmiyor. Esas yapmak is­ tediğim, cinsel seçilim teorisinde ve Darwin'in bu teoriyle olan iliş­ kisinde paradoks gibi görünen bazı şeylere işaret ederek Darwin'in bu teorisinin kültürel değer ve duygularla yüklü olduğunu, ama ge­ nelde onu saptırdığı zannedilen kültürün ona yardımcı olduğunu göstermekti. Pek çok iyi eleştirmene göre, içinde yaşadığı kültürün Darwin'e yardım ettiğinin ortaya konulması Darwin'in Viktoryen

" B U KiŞİ H E LE Kİ G Ü Z E L B i R KAD I NSA, N E ALA"

247

cinsiyetçiliği ile olan ideolojik suç ortaklığını gösterir ve "bilimsel" argümanlarını zayıflatır; halbuki böyle bir okuma Darwin'in pek çok açıdan yıktığı doğa-kültür ikiliğini baştan varsayar. Suç ortaklığının teşhiri hikayenin yarısını bile anlatmaz. Hika­ yenin geri kalan kısmı, o ideolojik varsayımların kötücül ideolojile­ ri hiçbir ahlaki temele dayanmadan aktaran şeyler değil, Darwin'in kotardığı gerçekten kıymetli ve özgün çalışmanın koşulu olduğu­ nu gösterir. Kültür eleştirmenleri ve tarihçileri olarak mevcut kültü­ rümüzü en nesnel ve en ciddi görünen düşünsel çalışmalarımızdan ayrı tutamayacağımızı kabul ediyor, bazı şeyleri sahiden değiştiren düşünsel çalışmaların olduğuna inanıyorsak -ki bence buna inan­ malıyız- basmakalıp kültürel görüşlerin, tarihsel olarak içinde dü­ şünmeye hapsedildiğimiz teamülleri yıkıp geçecek yeni düşünme türleri oluşturmada, keskin, gözlemci ve düşünceli bir zihne yara­ yabileceğinin önemli bir örneği olarak görebiliriz Darwin'i. B ugün pek çoğumuz Darwin'in teori lerinin Viktoryen kültürün ideoloj ik olarak bizi tiksindiren yönlerinden devşirildiğini düşünebilir; fa-­ kat kendi bağımsız hayatlarına kavuştuktan sonra bu teorilerin ne o ne de herhangi bir ideolojik konumla zorunlu bir bağlantısı olma­ mıştır. Viktorya döneminin diğer yazarları, bilhassa da Hardy ya da George Eliot gibi romancılar, Darwin'in cinsel seçilime dair fikirle­ rini çeşitli şekillerde kullandıklarında kendi ideolojik donanımla­ rıyla başka yorumlar üretirler ve bunlar da gayet rahat başka ideolo­ jik konumlar doğurabilir. Cinsel seçilim son derece yaratıcı ve üretken bir fikirdir. Dar­ win'in akıl yürütme tarzı takip edildiğinde , dünyanın duygu ve de­ ğerden yoksun olduğunu düşünmek (ya da hissetmek) pek zordur. B iyolojik dünya güzelliklerle donanmıştır ve seçimler aracılığıyla işlemektedir - her ne kadar bunu sağlayan cinsellik olsa da. Dar­ win'in cinsel seçilim teorisini kurmasına yarayan muhayyel duygu­ daşlık heyecan vericidir; hem tarihsel açıdan (zira içinde soluk alıp verdiği kültürün dişi tercihi fikrine duyduğu derin husumete karşı koyar), hem de estetik açıdan (zira olan biteni tam da güzel mefuu­ muyla açıklar) . Daha sonraki düşünürler dünyayı pervasız bir cebir modeliyle anlamaya çalışmış olsa da burada maksat ya da yönelim geri döner ve bu maksat ya da yönelimin ardında "güzel "e duyulan kuvvetli bir his yatar.

248

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

Neyin "güzel " ve neyin çarpıc ı olduğuna dair gayet Viktoryen bir bakış açısından yola çıkan Darwin'in teorisi evrimsel gelişime dair bilimsel açıdan ilginç ve muhtemelen doğru bir anlayışa varıl­ masını sağlar. Bu teorinin gücüne işaret ederek, cinsiyetçi Darwin' in -kendisine rağmen- ideolojik bir kahraman olduğu öne sürülebi­ lir. Darwin kadınların gerçekten de düşünsel açıdan erkeklerden aşağıda olduğuna inanıyordu . Ama dişi tercihi kavramı doğal seçi­ lim kadar devrimci bir kavramdır ve bu kavram ancak yakın za­ manlarda biraz biraz rağbet görmeye başlamıştır. Cinsel seçilim te­ orisinin Viktorya dönemi kültürünün bir ürünü olması hem şaşırtı­ cıdır hem de kayda değerdir; çünkü cinsel seçilim kapsamında Dar­ win'in saptadığı ama takip etmediği yollar sonuna kadar takip edi­ lirse, bu teori kadınların düşünsel açıdan üstün olduğunu da pekala gösterebilir.

7 •

Daha ince, Daha Nazik Bir Darwin

Darvinizm, ilahi amacı zorunlu olmayan , tercihe bağ­ lı bir amaca indirgeyerek dünyadan anlam ı söküp at­ m akla suçlanır. Aslında Darviniz m , birçok uygula­ m asına bakılırsa, dünyanın dört bir y an ı nda m üm kü n olduğunca fazla sayıda hayat parıltısı bularak dünya­ y a anlam katma projesidir.

- Marak Kahn, A Reason for Everything

Darwin'in nazik, şefkatli bir insan (ve orta sınıftan bir soylu) oldu­ ğunu , ailesine derinden sevgi beslediğini, zengin bir hayal gücü ol­ duğunu ve bilimsel uğraşının altında romantik kökler yattığını bili­ yoruz. Ama düşüncesinin tahripkar bir gücü olduğunu, dünyayı ma­ nadan arındırabildiğini, vahşi kapitalizmle yakınlıkları olduğunu ve bilimsel ırkçılık ile öjeniyi teşvik etmek için kullanılmış olduğu­ nu teslim etmezsek, en hafif ifadeyle samimiyetsizlik etmiş oluruz. Bu kitapta doğrudan ilgilendiğim "büyüsüzleşme" konusunda bile, Darwin'in o tesadüflere bağlı, pervasız, kalpsiz evreninin, ilahi ola­ rak anlamlı bir dünya, en kötü unsurları düşüş fikrine dayalı bir tan­ rısal öğreti içinde özümsenebilecek bir dünya kadar teşv ik edici olabileceğini söylemek abes olur. Darwin'in eserleri ve hayatının bu yönlerini önceki bölümlerde ele almaya çalıştım. Dennett'ın de­ yişiyle, "Darwin'in fikri , gördüğümüz her şeyin özüne temas eden evrensel bir çözücüdür. Soru ise şudur: Peki geriye ne kalır? " (s.

52 1 ) . B ana sorarsanız geriye çok şey kalır. Dennett da şöyle der zaten : " B azı şeylerin yitip gitmesine üzülebiliriz, ama diğerleri için üzüle­ cek bir şey yok, hatta onlardan kurtulduğumuza sevinebiliriz. Bir temel arıyorsak, bu arta kalanlar bize yeter de artar bile " (s. 52 1 )

250

DARWI N s i z i S EViYOR

Dennett'a göre bu temel üzerinde inşa edilecek olan şey, iyi bir bi­ lim sayesinde geçmişin sahte inançları silinip giderken, muhteme­ len asimptotik bir şekilde gitgide hakikate yaklaşan fikirlerdir. Fa­ kat Dennett'ın akla duyduğu Darvinci tutku Darwin'deki mühim bir unsuru, yani William James'in Viktorya dönemindeki pozitivistler­ de olmadığını düşündüğü , doğaya baktığında ondan etkilenme, ona korkuyla karışık bir saygı duyabilme özelliğini gözden kaçırıyor. Weber de James gibi düşünmüş ve neticede o meşhur büyüsüzleş­ me teorisini geliştirmişti . Uzun vadede bakıldığında, Viktorya dö­ neminde yaşayanlar tıpkı Dennett gibi tutkuyla hakikat peşinde koşsalar da, radikal bilimsel sekülarizm çabalarının işe yaramadığı­ nı görürüz. Daha önce de belirttiğim gibi, Pozitivizm bu uğurda ça­ balamış ama pek az sayıda insanda bir özlem uyandırabilmişti. B ertrand Russell'ın deyişiyle, özgür insanın ibadeti sadece, (şayet bir şeye taptıkları söylenebilirse) akılla ulaşılan bir hakikate tapan rasyonel sekülaristlerde işe yarıyordu. Sekülarist bir doğalcılığın dokunmadan bıraktığı, Darwin'in teorisinin o tahripkar etkisinin izin verdiği tek şey bu olabilir belki ; fakat ben bu kitap boyunca Dar­ win'in sadece soyut haldeki teorisinin değil, aynı zamanda düşün­ celerini ifade ettiği dilin daha geniş bir çerçevede uyandırdığı çağ­ rışımların da açıklayıcı bir işlevi olduğunu iddia ediyorum. Gillian Beer, Darwin 's Plots (Darwin'in Olay Örgüleri) adlı ese­ rinin ikinci baskısına yazdığı önsözde, neden Darwin'in retoriği üzerine o kadar yoğunlaşmış olduğunu açıklar ve kitabın ilk okur­ larının, retorik üzerinde durulmasını "Darwin'in eserinin bir 'kur­ gu"' olduğu yolunda bir ima sayarak " şaşkınlığa düştüğünü" söyler. Fakat Beer'in asıl meramı şuydu: "Darwin'in söylemek istediği şey­ leri nasıl söylediği düşünme uğraşının hayati parçasıydı, bir şey kaybetmeksizin gözardı edebileceğimiz bir veçhesi değil" (xxv ) . Darwin hakkındaki yorumlarına büyük ölçüde katıldığım Dennett bu merama riayet etmez aslında. Gayet makul bir şekilde Darwin'in argümanının dolaysız anlamlarına odaklanır odaklanmasına, ama bu argümanın ifade edildiği dilin doğasını incelemek için pek vakit ayırmaz. Beer ve Robert Richards'a göre, Darwin'in metinlerine yöneldiği­ mizde onu romantizmin bir çocuğu olarak yorumlamak hayli önem taşır. Beer onu romantik bir materyalist diye tanımlar. Richards ise

DAHA i N C E , DAHA NAZ İ K B İ R DARW I N

251

"Darwin en başından beri doğada ahlaki ve estetik değerler bulmuş­ tu," der (Romantic Conception, s. 55 1 ) . Richards'ın Darwin'in dili­ ni tarihsel ve retorik açıdan bağlama yerleştirmesi özümsendikten ve Darwin'in argümanları tahripkar işlevini gördükten sonra "arta kalan" şey, benim büyüyle dolu diye adlandırmak istediğim, ro­ mantik bir ruhu olan dünyadır. Cariyle öyle olmadığını düşünmüştü elbette ve Darwin'den önce, Herr Teufelsdröckh* aracılığıyla, yeni bilimlerin dünyayı bir mekanizmaya, devinim halinde olan ölü bir maddeye indirgemiş olmasından şikayet ediyordu. Fakat Richards şöyle der: Doğanın büyük bir makineden ibaret olduğu ve doğal seçilimin bir Manchester dokuma makinesinin ilkelerine göre işlediği inancı, Türlerin Kökeni'ni kaleme almış olan kişiye son derece yabancıydı. Darwin doğal seçilimin mekanik bir şekilde işlediğini asla söylememiş ve doğal seçilimi asla böyle kavramamıştı; seçilimin meydana getirdiği doğayı, gerek parça­ ları kapsamında gerekse bütünsel açıdan, kendini ereksel olarak örgütleyen bir yapı olarak algılamıştı (s. 5 34 ) .

Richards ve Beer'in yaptığı gibi dile dikkat ettiğinizde başka bir Darwin'in ortaya çıktığını görürsünüz. Richards özellikle Türlerin Kökeni nden önceki dili ele alır (gerçi Türlerin Kökeni 'nde de rik­ katli bir dil vardır) . Ben de Darwin'in edebi yönünü "gözardı etme­ den " , kitaplarında ve tuttuğu defterlerde dünyayı anlamdan arındır­ mak bir yana, dünyanın zerresinin bile bir anlamı olduğunu düşü­ nen, dünyanın inanılmaz güzellikler ve inanılmaz bollukta çeşitlen­ meler, adaptasyonlar, kuraldı şılıklar ve davranışlarla dolu olduğu­ nu kavradığından dolayı ona temas edebilen Darwin'i tartışmak is­ tiyorum. Yani eserleriyle, oğlumun bana birkaç hafta önce verdiği " Darwin sizi seviyor" yazılı çıkartmayı en azından kısmen haklı çı­ karan bir Darwin sunmak istiyorum. B aşka tür bir kitapta tartışılması gereken dinsel inanç meselele­ rini bir kenara koyarsak, sofu kesimin Darwin'e duyduğu husume­ tin altında, tasvir ettiği dünyanın bir yaratıcıdan, akıllı bir tasarım­ cıdan yoksun, dolayısıyla anlamsız olduğu ve bu yüzden harap edi­ ci etkileri karşısında hiçbir teselli sunmadığı şeklinde bir anlayış '

* Carlyle'ın Viktorya dönemine dair eleştirilerine eserlerinde sözcülük ettir­ diği kurgusal profesör. -ç . n .

2 52

DARWI N S İ Z İ S EVİYOR

yattığını söyleyebiliriz. Sanki Thomas Hardy'nin anlatısında, D'Ur­ berville'lerden Tess'in haksız ölümünden sorumlu olan o acımasız " Ö lümsüzler Başkanı"dır bu dünya. Bense bu bölümde, ilk bölüm­ de açmaya başladığım "büyülenme" argümanını doğrudan ele ala­ rak böyle bir vizyona karşı çıkacağım. B ulunabilecek farklı Darwin yorumları ve kullanımları arasın­ da, Richards'ın eksiksiz bir şekilde tasvir ettiği Romantik Darwin'e ; Beer'in gösterdiği gibi , bizi Hardyvari bir kayıtsızlık ve acımasızlı­ ğın ya da günümüzdeki pek çok Darwin yorumunun merkezine yer­ leşmiş gibi görünen biyolojik belirlenimciliğin ötesine taşıyabile­ cek his ve manalarla dolu bir dile sahip olan Darwin'e yeterince dik­ kat gösterilmemiştir. 1 Darwin'in biliminin hiç de "büyüden arındırı­ cı" ya da estetikten yoksun, insanlıktan çıkarıcı, ahlakdışı bir yanı yoktu. Bu bilim en başından beri doğadaki karmaşıklıkların, çeşit­ liliklerin, güzelliklerin ve tehlikelerin farkında olan ve onlara hu­ şuyla bakan bir bilimdi ve bunu sağlayan şey de doğaya ve doğada­ ki organizmalara derin bir romantik hisle yaklaşılmasıydı. Darwin'inki ancak kendinizi başka varlıkların yerine koymak gibi aslında muazzam bir çaba isteyen bir uğraşla mümkün olan bir bilimdi ve bu bilim onun argümanlarını hem bilmeyip hem de eleş­ tirenlerin pek çoğunun sadece dinde bulunabileceğini zannettiği türden duygularla tamamen uyumluydu. Eğer Darwin sekülarizmin bir havarisi, doğal dünyayı aşkınsal bir şekilde değil de bütünüyle

1 . "Genetik belirlenimcilik " , sosyobiyoloji ve evrimci psikoloji tartışmala­ rında tehlike alameti olarak sallanan bir kırmızı bayraktır. B ir anlamda, Philip Kitcher'ın Vaulting Amhition (Cambridge, MA: MIT Press, 1 985) adlı kitabında belirttiği gibi, insanların dikkatini asıl konudan başka tarafa çekmek için ortaya atılan bir kavramdır, zira tartışmanın her iki tarafı da mutlak bir genetik belirle­ nimcil iğe inanmaz : "Pop sosyobiyologlar ve onların karşıtları, fenotipi genlerin ve çevrenin belirlediği ve meselenin böylece kapandığı hususunda mutabıktır. . . . Kimse genlerin her şeyi demirden bir kafes içinde tuttuğuna v e zihnin bomboş ol­ duğuna inanmaz" (s. 24). Fakat Kitcher, "genetik belirlenimcilik" suçlamasının ötesindeki ciddi tartışmanın, yani çevresel etkenlerin nereye kadar belirlenebile­ ceği ve "çevresel deği şkenlere ilişkin belirli bir indirgeme"nin, çevresel etkenler ile davranış arasındaki "karmaşık harita"yı ne kadar etkili bir şekilde ortaya koya­ bileceği (s. 26) tartışmasının doğasını çok daha incelikli bir şekilde ele alır. Sos­ yobiyologların çevresel etkenleri belirleme sürecinde izledikleri indirgemeci yol nedeniyle burada "biyolojik belirlenimcilik" tabirini kullanıyorum .

DAHA İ NC E , DAHA NAZ İK B İ R DARWI N

253

doğanın kendisi çerçevesinde açıklamaya çalışan biri olarak görü­ lecekse -ki bu yorum gayet meşrudur- onu burada doğanın acıma­ sızlığını hafifsemeyi reddeden, ama doğanın insanda yarattığı hay­ ret hissini de asla yitirmeyen, doğada şaşkınlık ve saygıyla bakıla­ cak nesneler bulmaktan vazgeçmeyen, (Jane Bennett'ın bütünüyle doğalcı bir hayat yönelimi imkanları hakkındaki argümanlarını ha­ tırlayacak olursak) bir sürü acının ve kaybın yaşandığı bir ortamda, "büyülü bir hayat tarzı" olmasa bile "büyülenme anlan " (s. 1 0) ara­ maya devam eden örnek bir şahsiyet olarak resmetmek istiyorum. Hiç şüphesiz, Darwin'in gözündeki dünyaya can veren akıllı bir tasarımcı yoktur. Onun dünyası, şefkatli bir tinden ziyade doğanın "yasa"larına tabidir, fakat bu "yasalar" şefkati andıran pek çok şey de barındırır ve kültürle temasa geçtiklerinde değişime de uğrarlar. Söz konusu yasalar, belirgin bir şekilde insana ait olduğu düşünülen öğelerle, yani zihinle, ruhla, "kalp"le etkileşime geçen maddi bir gerçeklik oluşturmak üzere işler. Teufelsdröckh'ün ölü maddesinin değil, toprağın ve organizmaların dünyasıdır bu ; karşı konulmaz bir güzellik ve inanılmaz güçlüklerle dolu olan dehşet verici, sevilesi, capcanlı bir dünyadır. Darvinizm on dokuzuncu yüzyıldaki "yeni sentez" sayesinde kurtarıldığı ve böylece Darwin bir bilimci ve dünya-tarihsel önemi haiz bir şahsiyet olarak itibar kazandığında, onun argümanlarını ev ­ rimci düşüncenin mevcut biyolojinin en yüksek düzeyiyle bağdaş­ mayan ya da ideolojik olarak sakıncalı görülebilecek yönlerinden -Darwin'i örneğin modem ırkçılık biçimleri ve öjeniyle bağlantı­ landıran fikirlerden- ayırmak çok cazip hale gelmişti . Richards'ın deyişiyle, "yirminci yüzyılın sonlarında bilimsel konularda savun­ mak istediğiniz görüşü desteklemek üzere Darwin'den icazet almak davanıza katkıda bulunurdu elbet" (Meaning of Evolution, s. 1 76) . Darwin'e ve yazdıklarına büyük bir hayranlık duyduğum için ben de onu " S osyal Darvinizm " gibi kavramlardan muaf tutmaya ve iç inde yaşadığı zaman ve yerde, elinde malzeme olan hemen hemen her konuda haklı olduğunu varsaymaya meyilli oldum. Fakat bu­ nun ötesinde, Darwin (alçakgönüllü bir dille kaleme aldığı hayat hi­ kayesinde kendisinin bile teslim ettiği gibi) öyle iyi bir "gözlem­ ci "ydi ki halihazırdaki kanıtların izin verebi leceğinden öteye mu­ hayyel sıçramalar yapabiliyordu. Bu yeteneği kısmen organizma-

2 54

DARWI N S İ Zİ S EVİYOR

larla duygusal bir bağ kurmasının, kısmen kati bir gözlem yapma azminin, kısmen de hayal gücünün bir sonucuydu. Genler ya da Mendel'in parça kalıtımı kavramı hakkında hiçbir şey bilmeden ka­ lıtım konusunda nasıl bu kadar haklı olabildiğini hep merak ettim. Gelgelelim Richards, Darwin'in böyle göklere çıkarılarak okun­ masına, özellikle de çağdaş evrimci biyolojinin en üst düzeydeki birikimini önceden sezdiği yorumlarına pek itimat etmez. Böyle yorumların tarihsel açıdan yanıltıcı olduğunu düşünür. Yeni-Dar­ vinciler, der, "eski üç önermenin ıskartaya çıkarılması gerektiği hu­ susunda genel bir fikir birliğine varmış gibidir. B u önermeler şun­ lardır: Tür evrimi bireysel evrim üzerinde modellenmelidir; bir canlı türünün embriyosunun gelişimindeki adımlar o türün evrim­ sel gelişiminde de aynı şekilde gözlenip takip edilir; ve evrim iler­ lemeye dayanır" (s. 1 79-80). Şimdilerde, Darwin'in bu görüşleri sa­ vunduğunu inkar etmenin bilimsel ve bulgusal bir değeri vardır, ama Richards Darwin'in metinlerinin mevcut ortodoks kanaatle çe­ liştiğini iddia eder. Fakat ben burada Darwin'in kendi zamanında her şeyi (bugün kavradığımız şekliyle) doğru anladığını öne sürmek istemiyorum. Daha ziyade, romantik tahayyülünün düşüncesini nasıl teşvik edip şekillendirdiğini ve doğaya, yüzeysel bir okumanın gözden kaçırdı­ ğı bir anlam kattığını ortaya koymayı amaçlıyorum. Richards'ın dert edindiği o karmaşık tarihsel /bilimsel sorunlar çerçevesinde, Darwin'in ereksel evrimci düşünce geleneğinin ne ölçüde yer aldı­ ğını tartışmak da i stemiy'1rum. Bu ilginç ve zor bir sorudur ve bu minvalde Stephen Jay Gould, Ernst Mayr ve Peter Bowler gibi kişi­ lerin kuvvetli bir şekilde ifade ettikleri görüşleri takip ettiğimi tes­ lim edebilirim. Richards, Haeckel'in ileriye taşıdığı geleneğin, yani ontogenezin filogenezi tekrar ettiği önermesinin ışığında Darwin'i yakın bir okumaya tabi tutarak bu yaygın görüşleri reddeder.2 Ri2. Emst Haeckel, evrim fikrinin gelişme tarihini (kendi bakış açısından) Die Weltriihsel ( 1 899) adlı eserinde düzgün bir şekilde özetler. Kendisini, Darwin'in çalışmasının ima ettiği, zoolojik ve botanik "sistem"i yeniden oluşturma sorum­ luluğunu ilk üstlenen kişi olarak tanımlar. "Evrim "in yalnızca tek tek organizma­ lar için geçerli olduğu yolundaki geleneksel görüşe karşıt olarak, "embriyonun bu tarihinin (ontogeni), ikinci, bir o kadar değerli ve ilkiyle yakından ilişkili bir dü­ şünce dalıyla, yani ırk tarihiyle (filogeni) tamamlanması gerektiği"ni öne sürmüş-

DAHA i N C E , DAHA NAZi K B i R DARWI N

255

chards'ın Darwin'in bu gelenekle olan bağlantısına dair anlayışı, Darwin'in bilimsel pratik ve teori macerasının altında yatan roman­ tik kökleri öne çıkarmasını ve böylece Darwin'in çalışmasındaki, kendi güçlü ideolojik eğilimimle benim de savunmaya çalıştığım öğenin farkına varmasını sağlar. Darwin'in erekçi ve ilerlemeci bir düşünür olduğunu iddia etmi­ yorum (gerçi Richards Darwin'e dair hala pek az benimsenmekte olan böyle bir görüş lehine kuvvetli deliller ortaya sürer) . Fakat Richards Darwin'in romantik kökleri olduğu konusunda tabii ki haklıdır ve bu köklerin farkında olmak, Darwin'i sekülarizm ile do­ ğalcılığın dünyayı açıklarken insanın ruhunu kemirip manayı düm­ düz eden yaklaşımlar olduğunu söyleyenlerin elinden kurtarmak için kayda değer gerekçeler sağlamalıdır. Darwin dünyayı bir maki­ ne olarak hayal etmez, ne de onun o inceden inceye işlediği bilimi tabiattan tin ve değeri söküp atar. Bu yadsınamaz olgu ile Darwin'i dünyayı bütünüyle dünyevi bir şekilde kavrama, ama aynı zamanda duyguları bir kenara bırakmadan, estetik ve ahlaki açıdan da tatmin edici bir şekilde anlamaya çalışma modeli olarak resmetmeye çalış­ mam arasında bir mesafe olabilir; ama bu kitapta esas yapmaya ça­ lıştığım şey de bu mesafeyi aşarak böyle bir model oluşturmak . Darwin'in, yetersiz alternatiflere -dünyayı esasen aşkınsal bir şekil­ de anlayıp açıklamayı öneren dinsel görüşe ya da biyolojiyi salt bir mekanizmaya indirgeyen bilimsel görüşe- karşıt olarak, dünyanın nasıl işlediği ve insanların bugüne nasıl geldiği konusunda tama­ mıyla materyalist bir anlayışı olduğunu, ama maddeyi, kalıptan çık­ ma süreçler tarafından his ve değerden bütünüyle arındırılan bir mekanizmaya indirgemediğini ileri sürüyorum . İ deolojiyi tarihsel temsillerden ayırmanın neredeyse imkansız olduğu, ama Darwin'in gerçekten ne demeye çalıştığına ve bunları hangi düşünsel bağlamda söylediğine dair yeterli , " Rankeci" bir temsile az çok yaklaşılabileceği konusunda Richards'a katılıyo­ rum.3 O halde bir yanda, Aydınlanma projesine cuk diye oturan; on

tür. The Riddle of the Universe ( 1 899), çev. Joseph McCabe, New York: Harper Brothers, 1 900, s. 80. 3. Richards bir tarihsel temsili ideoloj ik yapan şey in şunlar olduğunu söyler: "Birincisi, tarihsel açıklama, açıklama süresince örtük ve ne gerekçelendirilen ne

256

DARW I N S İ Z İ SEVİYOR

dokuzuncu yüzyıl pozitivizminin, insanı bilimsel bir şekilde incele­ meye yönelik amacını diğer yazar ve düşünürlerden çok daha fazla mümkün kılan bir Darwin durur. Bu pozitivist Darwin, Matthew Amold'ın onu alaycı bir şekilde alıntıladığı gibi, "kuyruklu, sivri kul aklı, muhtemelen ağaçlarda yaşamış kıllı bir dört ayaklıdan tü­ remiş olduğumuz" gibi inkar edilemez bir haber vermiştir dünyaya (insanın Türeyişi, 2: 389). Bu Darwin'e göre, tüm organik değişim küçük doğal nedenlerin dizilimine bakarak açıklanabilir ve insan davranışının bile evrimsel gelişimin o kalpsiz süreçlerinde kökleri vardır. Öte yanda ise, Birinci Bölüm'de karşılaştığımız, kısmen tropik doğadaki harikalara romantik bir tutkuyla bağlı olduğu için Beagle seyahatine çıkan ve Beagle günlüğünün ta ilk sayfasında, geminin Porto Praya'daki ilk molasında sahile çıkıp yürüdüğünde olağanüs­ tü bir mutluluk duyduğunu anlatan Darwin durur. O dillere düşmüş, yorgun, bitkin, dünyada bir büyü göremeyen, uzun sakallı Darwin imgesi canlanmasın kafanızda; yok etmekle itham edildiği büyü­ lenmeyi hisseden coşkulu ve genç bir doğa aşığıdır bu. İ şte hu Dar­ win, yaşamının son anına kadar varlığını sürdürmüş ve tohumlar­ dan, karıncalardan, solucanlardan ve kendi bahçesindeki mucize­ lerden tat almıştır. Bu daha mutlu, daha ince ve daha nazik Darwin imgesi genel bir kabul görür: Hemen hemen bütün biyografilerde Darwin mütevazı, kibar ve sevecen bir adam olarak anlatılır ve karakterinin niteliği bu kitaptaki esas konum olmasa da işin bu yönü yine de önemlidir.4 Ki-

de tartışılan yorumsal bir çerçeveye ya da bir dizi varsayıma başvurur; ikincisi, söz konusu çerçeve ya da varsayımlar, tarihçinin kendine özgü görüşünden çok belirli bir topluluğun ortak değerlerini ve konumunu ifade eder; üçüncüsü , çerçe­ venin ya da varsayımların asıl işlevi, geçmişi geri kazanmak gibi esaslı bir değe­ ri elde etmek yerine bu ortak değerleri ve konumu mazur göstermektir; son ola­ rak da, tarihçinin yorum ve iddiaları aslen bu çerçeveyi ve dolayısıyla söz konu­ su değerleri meşrulaştırmaya hizmet eder" (s. 1 75). 4. Frances Cobbe, Darwin'in dünya görüşüne duyduğu husumeti hem bilim­ sel amaçlar için hayvanlar üzerinde deney yapma hakkındaki o meşhur tartışma­ larında, hem de Darwin'in çalışmasının ahlaki uzantılarına olan muhalefetiyle or­ taya koymuştu. Darwin ism in Morals ( 1 872) başlıklı kitabında, Darwin' in doğal­ cı argümanla�ındaki sorunları uzun bir makalede ele alır. Adrian Desmond ve Ja­ mes Moore, insanın Türeyiş i nin yakın zamanlarda çıkan basımına yazdıkları gi'

DAHA İ NC E , DAHA NAZ İ K B İ R DARWI N

257

şiliğindeki bu incelik, kendisinin farkında olmadığı burjuva duyar­ lılığının bir belirtisi olarak görülmüştür bazen ve gayet anlaşılır bir şekilde, kurduğu teori ile serbest kapitalizm arasındaki akrabalığa işaret eden ve önceki bölümde gördüğümüz gibi, insanın Türeyişi' nin bazı kısımlarındaki cinsiyetçiliği vurgulayan eleştirilerin doğ­ masına sebep olmuştur. Fakat Romantik Darwin sahiden de zama­ nının insanıydı ve teorideki insanın farkına varmak, burada canlan­ dırmaya çalıştığım daha ince, daha nazik Darwin portresini algıla­ manın önemli bir parçasıdır. Ne var ki benim burada söylemeye çalıştığım asıl şey şu : Dar­ win'in yazdıkları, yalnızca (karmaşık bir hal de alabilen) düz an­ lamlarıyla değil, dokusuyla ve edebi niteliğiyle de tabiata huşuyla bakıldığını ortaya serer, doğaya at gözlüklerini takmadan da bakıla­ bileceğini gösterir. İ nsanların pek çoğu doğaya böyle baksa hem doğanın hem de dünyanın dört bir köşesindeki insanların koşulları­ nın kökten iyileşeceğine inanıyorum. Pek tabii kimse bugün kalkıp da Darwin'in söylediği her şeye inanmamız gerektiğini söyleyemez. Fakat Darwin'in neyi nasıl söylediği önemlidir. Doğrudur, Darwin bugün birçoğumuzu tiksindiren şekillerde yorumlanmış, kullanıl­ mıştır; fakat Hıri stiyan köktenciliğinden tuhaf maneviyatçılıklara kadar uzanan dünyev i olmayan alternatifler de işe yaramayacaktır. Oysa Darwin'in kendisi , farklı okunduğu takdirde, Batı biliminin o hüküm süren büyük rasyonelleştirme geleneğindeki Darwin kulla­ nımlarına en iyi panzehiri pekala sunabilir. Bilimsel yazılar romantik bir esin aramak için bakılabilecek en iyi yer değildir; nitekim Darwin de meslek hayatının neredeyse tü­ mü boyunca yazılarının olgusal, genelleştirilebilir ve kuşağının de­ ğer vereceği biçimde bilimsel olması için elinden geleni yapmıştır. Söylemek istediklerini bazen tuhaf bir şekilde gayrişahsi bir dille anlatır ve etkin bir cümleyle çok daha etkili bir şekilde anlaşılabile­ cek şeyleri edilgen cümlelerle ifade etmek için taklalar atar. Kendi-

riş yazısında, Cobbe'un Darwin'i şöyle tanımladığını söylerler: "farkında olma­ dan, kendisinin o anormal derecede cömert ve hoşgörülü doğasını türün geri ka­ lan kısmına atfeden ve ardından dünya Darwin'lerden oluşmuş gibi bir teori ku­ ran bir adam" (lvii). Böylece mülayim Darwin teoriden koparılır; bense bunları en azından kısmen yeniden bağlamaya çalışıyorum.

258

DARWI N S İ Z İ S EVİYOR

sini anlatının dışında bırakmak istediği kesindir, ama bunu ancak bazen başarır. (On dokuzuncu yüzyıl nesnellik akımı öğrencilerinin gösterdiği gibi, bu stratej inin kendisi, in s anın kendinden feragat et­ mesi şeklindeki, yaygın ve gayet ahlaki bir renge bürünmüş bir ge­ leneğin parçasıydı; dolayısıyla bilimsel olmak demek en yüksek ahlakı uygulamaya dökmek demekti.) Gelgelelim onun en meşhur eserlerini okuyan neredeyse herkes, ne kadar kişisel bir sesin var ol­ duğunu ve bu sesin ne kadar sıklıkla hayranlık ve hatta huşu ifade ettiğini görünce şaşkınlığa uğrar - günümüzde akademik-mesleki bir yazınızı yayımlatmak isteseniz muhtemelen böyle bir sese izin ver( e )mezsiniz. Ama bir tek ses de değil: Ortada bir de hayal gücü ve bize çok yakından benzeyen canlılarla dolu, capcanlı, kıpır kıpır bir dünyaya ilişkin bir his de vardır. Kabaca çizmeye çalıştığım bu ikili Darwin tablosu, öncelikle Darwin'in "nesnellik" uğruna verdiği mücadeleyi, öne sürdüğü ar­ gümanların temelinde olabildiğince çok kanıt olduğunun anlaşıl­ ması ve söz konusu olgularda yatan hakikatin o olgulara bakan her­ kesin derhal "gözüne çarpması " için verdiği çabayı mercek altına almamı gerektiriyor. Bu strateji, mesafe almayı ve tarafsızlığı ön plana çıkaran modern bilimsel geleneğin stratejisini andırır. Dünya nasılsa öyledir işte; kısmen algılanıp kısmen yaratıl an ve gözlemci­ nin çıkarlarına, arzularına hizmet eden bir varlık değildir. (Okurlar olarak bizler, Darwin'in bir dereceye kadar pek çok düşünce deneyi temelinde yaratıcı bir şekilde tahayyül ettiği dünyanın neticede kıs­ men algılanmış ve kısmen yaratılmış olduğunu hissedebiliriz peka­ la; ama bir yandan da bilinç yoluyla "yaratılmış " olan şeyin, algıla­ nan doğanın neredeyse en zengin tasavvuru olduğunu düşünmeye devam edebiliriz.) Ö yleyse bu durumda "tarafsızlık" meselesinden kaçılamaz. s. Fakat ikinci olar.ak, cinsel seçilim tartışmasından sonra, Evelyn Fox Keller'ın "organizmayla duygusal bağ kurmak" diye adlandır­ dığı ve Barbara McClintock'ın hayatına ve çalışmasına damgasını vurduğunu düşündüğü vizyon, tahayyül ve öğrenme niteliklerini ele alacağım. Keller, McClintock'ın "genetiğin sırlarına meslektaş5 . Dying to Know adlı kitabımın dördüncü bölümünde bu konuyla paralel bir tartışma yürütüyorum.

DAHA İ N C E , DAHA NAZ İ K B İ R DARWI N

259

lanndan çok daha fazla yaklaşabilmesini" sağlayan şeyin ne olduğu üzerinde dururken cevabı McClintock'ın sözleriyle verir: " 'Malze­ menin size söyleyeceklerini dinlemek' için sabrınızın olması, yani 'sesin size ulaşmasına' açık olmanız gerekir. "6 McClintock hakkın­ da bunları okuduktan sonra, en üstün meziyetlerinden biri doğayı tam da bu şekilde dinleyebilmek ve kendini doğanın farklılıklarına, tuhaflıklarına açabilmek olan Darwin'i düşündüm hemen. Darwin, bundan önceki bölümde Argus sülünü hakkındaki tartışmada gör­ düğümüz üzere, kafa yorduğu organizmalar gibi yaşamanın nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışıyordu . Ve örneğin tam sekiz yıl boyunca yapışıkçaların doğasını araştırmasında açıkça görüldüğü gibi, gerekli olan sabır, yapışıkçaların nasıl oluştuğunu anlayabil­ mek için gerekli olan hayal gücü vardı Darwin'de. Yani organizma­ ları hissedebiliyor ve böylece hayatını onlara adayabiliyordu. Zih­ ninin bir ürünü olan doğal seçilim konusuna gelecek olursak, Dar­ win onun işleyişindeki tüm ayrıntıları dikkatle izleyebiliyordu . Darwin'in, tıpkı McClintock gibi , doğal dünyayla olan ilişkisiy­ le bu dünyaya yönelik bariz heyecan ve sevgisiyle neredeyse istis­ nai bir örnek teşkil ettiği doğrudur. Sıradan okurun böyle bir sabrın ve yaratıcı atılımın ayrıntılarıyla ilgilenebi leceğini tasavvur etmek hayli zor olsa da, Darwin'in ihtiyaç duyduğu türden manevi gıdayı bizatihi doğada, doğanın karmaşıklığı ve çeşitliliğinde yatan o mu­ cizede, tezahürlerinin ezici güzelliğinde ve şaşkınlık verici kesinli­ ğinde bulduğu aşikardır. Darwin'in işaret ettiği gibi, arılar "çetin bir sorunu pratik olarak çözmüş ve mümkün olan en az miktarda bal­ mumunu tüketerek, mümkün olan en çok miktarda balı taşıyacak biçimde oluşturmuşlardır. " Darwin konuya girdiği sırada şöyle der heyecanla: "Peteğin zarif yapısını inceleyebilip de ona coşkuyla hayranlık duymayan kimse ruhsuz biri olmalıdır" ( Origin, s. 224 ) . Darwin ilk bakışta kalpsiz görünebilen doğayı, edilgen yapıdaki cümlelerde bile coşkulu bir hayranlıkla tahayyül edip tasvir eder. İçinde aşkınsal bir varlık olmasa da Darwin'in dünyası değerden mahrum değildir. En ufak hücreleri ve en küçük larvalarında bile değerle doludur. 6. Evelyn Fox Keller, A Feeling for the Organism : The Life and Work of Bar­ bara McClintock, New York: W. H. Freeman, 1 983, s. 1 98.

260

DARWI N S İ Z İ SEVİYO R

1

O halde ilk ol arak (kısmen Darwin'in, incelediği şeylerle ve bilim­ le olan ilişkisini fazlaca duygusal bir çerçevede ele almaktan kaçın­ mak için) Darwin'in "kendinden feragat etme " arzusunu tartışmak istiyorum. Dinin benliği aşma, benliği daha büyük bir varlık içinde özümseme gücüyle, Darwin'in biliminin benliği doğal dünya içinde özümseme gücü arasında en azından teorik olarak bir benzerlik var­ dır. İ kincisindeki his elbette ki kökten farklıdır ve bilimsel çalışma­ da insanın kendini geride tutma sürecine eşlik eden herhangi bir ayin de olmaz. Fakat bilimsel çalışmada gözlemcinin kişisel arzula­ rını bastırması, kendi isteklerini azaltması gerektiğini göz önünde bulundurduğumuzda, bilimin bile muazzam bir büyüleyici güce ulaşabildiği tasavvur edilebilir. Bilimsel çalışmanın gözlemciden talep ettiği bu gibi tutumları düşünerek, doğal dünyanın Darwin için ne kadar kıymetli, hatta ne kadar "kutsal" olduğunu daha iyi an­ layabiliriz. B ilimsel tarafsızlığa bugün pek az insan inanıyor. Bu anlayışın on dokuzuncu yüzyılda olduğu gibi hararetle benimsenmediğini söyleyebiliriz en azından. Temelci pozitivizm, yirminci yüzyılın ikinci yarısında gözden tamamen düştü . Her ne kadar bilim eskiden olduğu gibi hayli ilerlemiş olsa da, tarafsız yaklaşım geleneği kül­ tür eleştirisi ve tarihsel bilim incelemelerinde öyle zayıfladı ki, ken­ dini geride tutma izlenimi veren her jeste derin bir şüpheyle yakla­ şılır oldu ve tarihsel, eleştirel araştırmalarla, böyle bir tevazunun al­ tında aslında bencillik yattığı gösterilmeye çalışıldı . Sosyobiyoloji ve evrimci psikoloji biçimindeki Darv inci teorinin kendisi, insanın kendini yok sayarak hareket edebileceğine inanmayı son derece zorlaştırdı. Yapabileceğimiz en iyi şey "karşılıklı özgecilik" oluyor çoğu zaman. Darwin'in zamanında ona pek çok arkadaş kazandıran mütevazılığı, bizim zamanımızda ona güvenilmemesine sebep oldu ve söz konusu tevazu on dokuzuncu yüzyıl biliminde bir hayli güç­ lü olan tarafsızlık ve nesnellik gelenekleriyle ilişkilendirildi; bu ge­ lenekler giderek meslekleşen bu bilimin kendine ilişkin resmi tanı­ · mını oluşturuyordu bir bakıma. Darwin'in hayat hikayesini anlattı­ ğı kitabında kendini mütevazı bir şekilde tasvir ediş inde bu tavır .

DAHA İ N C E , DAHA NAZ İ K B İ R DARWI N

261

çarpıcı bir şekilde somutlaşır ve Darwin'in teorisinin gayrişahsi bir şekilde ilerleyen süreçleri vurguladığı açıktır. En bariz örneği ver­ mek gerekirse, doğal seçilim teorisinin, on dokuzuncu yüzyıldaki (tüm " idoller" in kapı dışarı edildiği bir algılama biçimi olan) orto­ doks Baconcı ampirizmin tipik özelliklerinden pek çoğunu taşıdığı­ nı fark etmek için Darwin'in teorisine derinden vakıf olmak gerek­ mez.7 Darwin'in en sevdiği kitaplardan birinde iddia edi ldiği gibi , iyi bir ampirist, "deneyim"i kaydederken anlam ve kanaate yasla­ nan tüm önyargıları bertaraf etmeye çalışır. Anlam temelli önyargı­ lar kaçınılmazdır; fakat deneyime, sağlam bir şekilde terbiye edil­ miş gayretlerle yansızca yaklaşılabilirse bu durum telafi edilebilir (Herschel, s. 67-84 ). On dokuzuncu yüzyıldaki gözlemciler, Darwin'in çalışmaların­ da buna benzer bir şeyin olduğunu sezmişlerdi . Örneğin John Tyn­ dall o meşhur "Belfast Konuşması"nda Darwin'den örnek bir bilim­ ci diye bahseder. Tyndall'a göre, Darwin'in başarısının koşulların­ dan bir tanesi de kendi duygularını işine dahil etmemesidir: Bay Darwin, der Tyndall, ne pahasına olursa olsun olayları doğru anla­ maya azmetmiş ve bu yolda "hiçbir güçlükten çekinmiyor" ; peşin­ de olduğu şey salt diyalektik bir zafer de değil. Daha ziyade, "ebe­ di olmasını istediği bir hakikat kurmayı amaçlıyor" . Tyndall'a göre, sürekli ve rahatsız edici saldırılar Darwin'i hiç de rahatsız etmez: Kendi sine yöneltilen her itiraza Piskopos Butler'ın bile gururla öykü­ nebileceği bir ciddiyet ve dikkatle yaklaşıyor. Her olguyu uygun ayrıntıla­ rıyla donatıp kendine mahsus ilişkileri içine yerleştiriyor ve söz konusu ol­ gu diğerlerinden yalıtık tutulduğunda bir anlamdan yoksun olduğu için onu bir bütünlük içine sokarak anlam kazanmasını sağlıyor çoğu zaman. Ve bütün bunları gayet dingin bir şekilde yapıyor. Bir buzul denizin üzerin­ de nasıl sakin bir güçle gezinirse o da ele aldığı konunun üzerinde öyle ge­ ziniyor ve itirazcıyı, kayaların öğütülüp toza dönüştürülmesini andıran bir biçimde hezimete uğratıyor. Fakat böyle devasa bir konu üzerinde çalışılır­ ken tüm tutkular bastırılmış olsa da, aklın da bir duygusu vardır ki bu duy­ gu yeni bir hakikatin keşfedilmesiyle boy gösterip Bay Darwin'in yazdık­ larına sık sık renk ve sıcaklık katıyor. s 7. Buna karşıt bir görüş için bkz. Jonathan Smith, Fact and Feeling : Baconian Science and the Nineteenth-Century lmagination, Madison : University of Wis­ consin Press, 1 994. 8. John Ty ndall "The Belfast Address " , The Victorian Web, dijital ortama ge,

262

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

Tyndall hem bir gazete yazarı hem de bilimciydi. B urada ideal bir Darwin portresi çiziyor çizmesine, ama bunu yaparken onun "öğüt­ me" sürecinde zaman zaman nasıl da keyiflenip heyecan duyduğu­ nu veya elinde yeterince kanıt olmadığını ya da alternatif bir görü­ şün teorisini mahvedebileceğini düşünerek endişelendiğini dikkate almıyor. Fakat açıktır ki Tyndall Darwin'in bütün eserlerinin en te­ mel özelliğinin farkındadır: yani hakikatin peşinde koşarken duy­ duğu, "yazdıklarına renk ve sıcaklık katan" heyecanın. Tyndall Darwin'in çalışmalarında kendini geride tutma çabasını abartır. Ama Darwin kendi çabasını daha da abartır. Bu özelliğinden bahsettiği bir yerde, duygu ve pişmanlık yüklü bir ifadesinde "öğüt­ me" sözcüğüne başvurur o da: "Zihnim, büyük olgu demetlerinden genel yasalar öğüten bir makineye dönüştü sanki " (Autobiography, s . 1 3 8). Romantik gençliğinden o güne epey değişmiş gibidir, ama otobiyografisinde söylediği pek çok şey, hatta sırf ailesinin ilgisini çekebilecek anekdot ve olgulardan bahsetme niyeti bile kendisine ilişkin tanımını yalancı çıkartır. Güzel kadın kahramanların olduğu ve mutlu sonla biten romanlardan hoşlandığını itiraf ettiği kısım ve "başka bir dünyadan geçmişine bakan ölü bir adam" mış gibi (s. 2 1 ) yazdığını iddia ettiği o meşhur giriş bu tanımı yalancı çıkaran yer­ lerden sadece ikisidir. Gelgelelim, Darwin'in dünyayla kendini yok sayarcasına ilişki kurma tarzının mesleki faydalarını da es geçmemek gerekir. "Kendi­ ni yok sayması ", başkalarınca sevilmesinin bir nedeniydi elbette. Oğlu William okula gitmeye başladığında ona bir mektup yazmış ve şöyle demişti : " Hayattaki en büyük keyfin sevilmek olduğunu göre­ ceksin; sevilmek, ciddi ve sert tavırlarla nazik olmaktan çok cana ya­ kın tavırlara bakar. Cana yakın olmanın tek yolu ise yanına yaklaştı­ ğın herkesi, okul arkadaşlarını, müstahdemleri, hepsini hoşnut et­ meye çalışmaktır, bunu aklndan çıkarma" (Correspondence, 5 : 63). Sempatiklik ile bilim Darwin'in hayatında buluşmuştu : Kendini olduğundan az gösterip kibar yollarla cömertlik sergileyerek, dün­ yanın dört bir köşesindeki bilimcileri ve doğa bilginlerini kendi yazdıkları hakkında düşünüp kendisi için çalışmaya teşvik edebilçiren John van Wyhe, s. 44-5, www.victorianweb.org/science/science_texts/bel­ fast.html.

DAHA İ NC E , DAHA NAZ İ K B İ R DARW I N

263

mişti. Başkalarından edinebileceği kanıt ve numunelerin, eserlerine atıfta bulunulmasının sağlayabileceği bilimsel avantajları düşün­ müyor değildi elbette. İ nsanlardan bilgi edinmeye çalışırken onları rahatsız etmekten üzüntü duyduğunu ifade etse de, sorsam mı sor­ masam mı diye bir an için bile tereddüt etmiyordu. Darwin'in ken­ dini yok sayışı, geliştirmiş olduğu kişisel otoritenin ve başarılı bi­ limsel pratiğinin bir koşuluydu aynı zamanda.9 Ö te yandan, Darwin'in gerek kendi zihninde gerekse kendisini sevdirmeye çalıştığı insanlarla olan ilişkisinde kendisini insiyaki olarak önemsiz gösterme ölçüsünü de abartmamak gerekir. Otobi­ yografisinin kapanış cümlesi de bir bakıma buna işaret eder zaten: " Benim gibi alelade yetenekleri olan birisinin, bilim adamlarının bazı önemli konulardaki düşüncelerini büyük ölçüde etkilemiş ol­ ması gerçekten şaşırtıcı" (s. 1 45). Donald Fleming , Darwin'in yaşa­ dığı "duygu bunalımı "na dair ilginç fikirlerle dolu tartışmasında ondan "duyularını yitirmiş bir adam" olarak bahseder. 1 0 Duyu yiti­ mi Darwin için ahlaki, estetik ve siyasi bir koşuldu ve bu durumun bilimsel "öğütme" faaliyetinden kaynaklandığı yolundaki değer­ lendirmesinin ciddi bir temeli olsa gerekti . Daha önce de belirttiğim gibi Darwin hiç de "ölü " biri değildir, ama yıllar boyunca bir yan­ dan bilimsel işlerle meşgul olup diğer yandan sevgili kızını kaybet­ mesi ve Huxley ile arkadaşlarının onun adına verdiği savaşları ses­ sizce uzandığı hasta yatağından izlemesi edebiyattan, pek sevdiği Wordsworth ve Milton'dan, Shakespeare'den ve neredeyse tüm şiir-

9. Desmond ve Moore Darwin'in, elindeki Ascidae numunelerinden bazıları­ nı inceleme fırsatını sunacağını söyleyerek Huxley'yi yapışıkçalar hakkındaki ilk kitabına dair olumlu bir yazı yazmak için "ayarttığından" bahseder. " [Numunele­ ri] hazır hale getirmek beni biraz uğraştıracaktır, ama onları incelemek istersen bunu sağlamak beni gerçekten memnun eder," der Darwin. Gerçi Desmond ve Moore, Huxley'nin Darwin'e kitabı hakkında yazmaktan memnuniyet duyacağını zaten söylemiş olduğuna da işaret eder. Öneri sinin nasıl görülebileceğinin fark ın­ da olan Darwin, "uzunca" ve "egoistçe" yazmış olmasından ötürü özür diler. Ja­ net Browne ise aynı mektubu farklı bir açıdan ele alır, ama neticede Darwin'in başkalarından yardım sağlamak için kendi nezaketinden istifade ettiğini pekala söyleyebiliriz. Bkz. Desmond ve Moore, Charles Darwin, s. 406; Corresponden­ ce, 5 : 1 30, Voyaging, s. 507 . 1 0. Donald Fleming, "Charles Darwin, the Anaesthetic Man", Victorian Stu­ dies 4 ( 1 96 1 ) , s. 2 1 9-36.

264

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

lerden soğumasında muhakkak bir rol oynamıştır. Humboldt'un ka­ pısını araladığı dünyaya bir zamanlar duyduğu tutku sürmüş fakat Beagle gezisinden sonra evine ve bahçesine neredeyse hapsolmuş olması bu tutkuyu dilsizleştirmiştir sanki. Tropiklerin kendisinde yarattığı hayret hissi organizma numunelerinin verdiği heyecana dönüşmüştü. B aşkalarının kendisine yolladığı numuneler sayesinde doğanın işleyişlerine şaşmaz bir tarafsızlıkla ve olabildiğince me­ safeyle bakma alışkanlığını edinmişti . Capcanlı , aktif, gözüpek ve enerji dolu bir adamın daha otuz yaşlarında hastalıklı bir adama dö­ nüşmesi ile düşüncesinin gelişimi arasında belirli bir benzerlik var­ dır. Doğanın harikalarına şaşarak yola koyulan Darwin, sonradan en büyük keyfi bu harikaları açıklamaya çalışmaktan alır olmuştu. Darwin genellikle, kendinden bahsettiği durumlarda bundan do­ layı özür dileme ihtiyacı duymuştur. Adolf von Marlot'a yolladığı mektuba bir bakalım: "Mektuplarımdaki pasajlara gelince, bunlar­ da yeni bir şey bulunmadığına ve yayıml anmaya değer olmadıkla­ rına neredeyse eminim; özensizce yazılmışlardı ve içlerinde ken­ dimden bahsettiğim yerler vardı, sadece mektuptaki muhatabın oku­ masının münasip olacağı şeyler" (Correspondence, 3 : 88). Darwin' in güçlü kişisel görüşleri ve hisleri vardı ve arkadaşlarına gönderdi­ ği mektuplarda ve kendi si için aldığı notlarda bunları ara ara ifade ederdi . Fakat daha önce de belirttiğim gibi , iş kamuya seslenmeye geldiğinde, kendini metinden ayrı tutmak için elinden geleni yapı­ yordu. Beagle günlüğünde az çok açıklıkla ifade edilen keyiflerden giderek bahsedilmez olur sonradan yazdığı metinlerde. Gelgelelim, Darwin kendine ne kadar mesafe almaya çalışırsa çalışsın, "duyularını yitirmiş adam"ın doğadan aldığı estetik hazzın heyecanıyla dolu olduğunu görmemek imkansız gibidir. Estetik açı­ dan Shakespeare ile şairlerin yerini alan doğanın kendisiydi. " İ çinde yaşadığımız bu dünya harika bir dünya, " diye yazmıştı bir arkadaşı­ na, "ve ona hayretle bakmaktan asla geri durmayacağım" (Corres­ pondence, 2: 1 25). Darwin'in evrilen dünyas ında bir şey hiç değiş­ meden kalıyorsa eğer, o da bu hayret hissinin ta kendisidir: solucan­ ların yapıp ettiklerine hayranlıkla kafa yorduğu son kitabının son paragrafında bile devam eder bu hayret hissi. Darwin'in ufacık şeylere duyduğu tutku , dünyanın yavaş ve kü­ çük değişimler sonucunda aşamalı olarak dönüşüyor olduğunu dü-

DAHA İ NC E , DAHA NAZ İ K B İ R DARWI N

265

şünme eğilimi hep bu hayret hissine bağlıdır. Başka bir yerde de be­ lirtmiş olduğum gibi, Darwin'deki bu hayret hissi , meşakkatli ve mesafeli çalışmalarından, ilk bakışta önemsiz gibi görünen şeyleri usanmadan ve sakince incelemesinden ve ufacık şeylerin birike bi­ rike ne gibi sonuçlar doğurduğunu gördüğünde duyduğu şaşkınlık­ tan kaynaklanır. Darwin'in çalışmasının başında da sonunda da hay­ ret vardır; öyle ki dikkatle, ihtiyatla ve tarafsızca yürüttüğü araştır­ maları sonucunda ortaya çıkan şeyler onu hep gafil avlar.

il

James Paradis, Beagle gezısı hakkındaki yazılarında Darwin'in, "Romantik sanatın estetik idealizmi "nden "jeolojik ve doğal bilim­ lerin sistem kurucu gelenekleri "ne geçtiğini iddia ederek şöyle de­ mişti : "Darwin 1 838'de tuttuğu M başlıklı defterinde şiirsel doğa­ dan bilimsel doğaya doğru tarihsel bir seyir izlemişti " (85 , 1 00) . Doğal olana esas itibariyle şi irsel bir şekilde tepkide bulunmak bi­ limsel bir sonuç doğurur - önce şiir, ardından bilim (gerçi genç Darwin'de bunların her ikisi de yan yana bulunuyordu); fakat ikin­ ci aşamada, bu makalede de ortaya koymaya çalışıldığı gibi, şiir ile bilim birbirinden bağımsız bir şekilde değil yeni bir denge içinde duruyordu. Beagle malzemeleri üzerindeki çalışma, Darwin'in tro­ piklerle ve dünyanın diğer yerleriyle ilk karşılaşmasındaki kişisel yoğunluğun ötesine geçip "genel yasalar" oluşturmaya doğru ciddi şeki lde çabaladığını gösterir. Defterler, hayretin ötesine geçme, mucizevi görüneni sıradan bir şeye dönüştürme çabasını açıkça belli eden kayıtlarla doludur. Lyellcı tekbiçimcilik ve edimselciliğe olan bağlılığının pratik bir sonucu olan bu çaba doğal teolojinin argümanlarını alt etme strate­ jisi olarak işlev görür: Her şey şu an işler haldeki nedenlerle açıkla­ nabilir. Ne devasa felaketlere ne de Tanrı'nın müdahalesine ihtiya­ cımız vardır. O halde mucizevi olan tam da, dünyadaki harikaların sıradan olan şeylerin birer ürünü olmasıdır. Hiçbir vizyon esasta bundan daha romantik değildir. Wordsworth Darwin'in aşamacı materyalizminin dokusuna sinmiştir aslında. Rebecca Stott, Darwin'in yapışıkçalar üzerine yazdığı kitabın-

266

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

dan (aşağıda bir kısmını alıntılayacağım) bir pasajdan bahsederken onun bu özelliğini kısmen yakalar. Darwin, der Stott, çeşitli yapı­ şıkça ailelerinin "cinsel hususiyetleri" hakkında keşfettiği şeyleri anlatmaya çalışırken, "olguları rasyonel olarak tartıp biçmek ve hi­ potezler öne sürmek için gereken eleştirel mesafeyi korumayı im­ kansız buluyordu " . Yapışıkça kitapları , Stott'un işaret ettiği gibi, "Darwin'in yazdığı metinlerin içinde en inceden inceye düşünül­ müş ve en kuru olanlarıdır" . Fakat Darwin tek bir yapışıkçanın ke­ sesinde yaşadığını öğrendiği mikroskobik canlı topluluklarını dü­ şündüğünde hayret etmekten alamıyordu kendini (s. 1 4 1 -2) . 1 1 Stott' un alıntıladığı pasaj burada tartışmakta olduğumuz özelliklere ör­ nek teşkil ediyor. Dahası bu pasaj , gerek doğanın yakından incelen­ mesinde benliğin kaybolmasını dramatize etmesi, gerekse (Darwin' in yazılarında neredeyse kaçınılmaz olan ünlemin de gösterdiği gi­ bi) gözlemlerin kağıda geçirilişine nüfuz eden coşkunluk ve heye­ can bakımından temel olarak Darwin'e has bir nitelik taşır: Burada sunulan fenomenlerin fevkaladeliğini kısaca özetlediğim şu noktada, şahsım tarafından bir lbla quadrivalvisin kesesinde görülen hari­ kulade canlı topluluklarından bahsedeceğim: öncelikle, yaşlı bir erkekle genç bir erkek, iki sinin de çok küçük, solucanvari gövdeleri, büyük birer ağızlan , güdük kalmış birer toraksları var, birbirlerine ve hennafrodite bağlılar, bu hennafrodit görünüm ve yapı açısından tamamen farklı ; ikinci olarak, kavrama ve tutma kabiliyeti olan pek tuhaf antenleri , iki kocaman bileşik gözü, yüzerken kullandığı altı ayağı olan, ağzı olmayan, birbirinden bağımsız, kayığımsı dört-beş larva; son olarak, gelişimlerinin ilk aşama­ sında bulunan, küre şeklini almış, kabuğunda boynuz gibi çıkıntılar yer alan, küçücük tek bir gözü, iplik gibi bir anteni, hortum biçiminde bir ağzı ve yüzerken kullandığı sadece üç çift bacağı olan yüzlerce larva. Ne kadar da farklı canlılar bunlar. . . Aralarında neredeyse ortak hiçbir özellik yok, ama hepsi de aynı türe ait !

B uradaki tasvir Balfour'u kıvrandıracak gibidir, ama kullanılan tek­ nik dildeki yoğunluk, kesinlik ve heyecan, dünyanın en ufak canlı­ larında hayret edilecek şeyler bulan bir bilimciye tanıklık eder. Bu­ rada yine, Darwin'i okuma tecrübesinin merkezinde duran o tersin-

1 1 . Stott burada alıntılanan pasajı Darwin'in şu kitabından alıyor: A Monog­ raph of the Sub-Class Cirripedia, Londra: Ray Society, 1 85 1 , s. 292-3.

DAHA İ N C E , DAHA NAZ İ K B İ R DARW I N

267

den yücelikle karşılaşırız. Mikroskobik bir organizmanın minicik kesesinin içinde, "harikulade canlı toplulukları" vardır. Ve bu hay­ ret hissini ifade edebilmenin tek yolu, olabildiğince kesin ve özgül bir tasv ir çizmeniz ve mümkün olduğunca bilimsel olmanızdır. To­ parlayacak olursak, Darwin bütün o ayrıntıları bir hayret hissiyle ortaya koymaktan çekinmez; ama söz konusu ayrıntıları , kendisin­ den ve hayret hissinden bir adım uzaklaşmasını gerekli kılan olağa­ nüstü bir özenle kümeler. Hayretin ortaya çıkabilmesi benliğin or­ tadan kaybolmasına bağlıdır. A başlıklı defterinde, Türlerin Kökeni'nde daha kapsamlı olarak geliştireceği bir şey öne sürer: "Bir türün yok olması , bireyin yok olmasından daha hayret verici değildir" (Notehooks, s . 63) . B baş­ lıklı defterindeki daha karmaşık bir kayıt ise, uzun mesafeler ara­ sında tohum ya da yumurtaların n asıl taşınacağıyla alakalıdır. Dar­ win "kolaylıkla nakledilemeyecek, sıradan cinsler üzerinde düşü­ nürken, " İ ki Amerikan devekuşu farklı kıtalarda yaşasaydı çok şa­ şırtıcı olurdu. Bitkilerde böyle olacağını sanmıyorum," der (Note­ hooks, s. 1 96). B uradaki asıl nokta şudur aslında: İnsan açıklaya­ mayacağını düşündüğü bir şeyle karşılaştığında düşer hayrete. Dar­ win kıtadan kıtaya tohumların taşınmasını açıklayabilirdi ama sayı­ sız devekuşu yumurtasının taşınmasını açıklayamazdı . Her iki ka­ yıtta da, hayret hissinin sektiler olmayan bir mekanizmayı akla ge­ tirmesi ihtimaline karşılık bilimsel bir yaklaşım sunulur. Darwin aşkınsal değil, Teufelsdröckh'ün türeyimsel diye adlandıracağı şeye -romantik bir dille tasvir edilemeyen, ama görünüşteki önemsizlik­ lerine rağmen insanı hayrete de düşüren ufak ve pek de güzel olma­ yan organizmalara- başvurarak yanıt verir. Eğer bir kişinin ölmesi­ nin "doğal" olduğunu düşünüyorsak, bir türün ölmesinin de doğal olduğunu düşünmeliyiz. Amerikan devekuşlarının iki farklı kıtada yaşamıyor olmasında şaşılacak bir taraf yoktur. Keza, aynı türden bir bitkinin iki ayrı kıtada bulunmasında da şaşılacak bir yan yoktur - elbette deneyler yoluy la tohumların ne şekillerde nakledilebilece­ ği çözüldükten sonra. Darwin'in oluşturmuş olduğu evrim teorisi içine insanların da dahil olduğunu öne sürmesinin ardında, insanın ahlaki ve düşünsel doğasına duyulan hayreti azaltma çabası da yatar. Bir başka deyiş­ le, insan türüne has olduğu düşünülen özelliklerin tümünün aslında

268

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

pek de göklere çıkarılmayan türlerde de mevcut olduğunu göster­ meye ihtiyaç duyuyordur. Paradis'in şiirden sistematik ve gayrişah­ si bil ime en kapsamlı geçişi temsil ettiğini söylediği M başlıklı def­ ter, insana dair olanla insana dair olmayanı yan yana getirir. Hatta köpeklerin özgür iradesinin olabileceği bile belirtilir burada ve eğer köpeklerin özgür iradesi varsa, "bir istiridye ve bir polipin de olabi­ lir (hatta bir bakıma bitkilerin - ama onlar acı ve keyif duymadığın­ dan hareketleri kaçınılmaz ve sadece alışkanlıklarına bağlı olarak değişebiliyor) " . " İ stiridyelerin özgür iradesi "nden bahsedilmesi ne­ redeyse "komik yüce" mertebesine varıyor, ama bu bahis Darwin'i özgür irade ve değişimin ne ölçüye kadar biyolojik "bünye" ile iliş­ kili olduğu üzerine düşünmeye teşvik etmişti (Notebooks, s. 5 36). Darwin'in insanın ahlaki ve düşünsel doğasına duyulan hayreti azaltma stratejisi, nihayetinde, daha geleneksel bir yüceyi başka bir yüceye dayanarak yerinden etme stratejisidir. Çalışmasının her nok­ tasında, ta en başından itibaren, ilk bakışta çarpıcı görünen fenomen­ leri doğallaştıran, insanların onları anlayabilmesini sağlayan açıkla­ malar bulmaya çalışır. Ama işin ironik yanı , ki Darwin'in çalışması­ nın estetik ve ahlaki karmaşıklığının anahtarlarından biridir bu , böy­ le bir indirgeme olanağının ta kendisi yücedir; zira büyük sonuçların büyük nedenleri olduğu , yüce duyguların aşkınsal bir maneviyattan doğması gerektiği yolundaki genel kanıyı sarsar. Bütün bunlar Dar­ win'in kendini yok sayma stratejisiyle uyum içindedir. Darwin yüce­ ye bir yandan direnirken diğer yandan da onu yeniden yaratır; en sarp kayalıkların binlerce yıl boyunca yavaş yavaş biriken yüksel­ meler sonucunda ortaya çıktığı, izole adaların hayatının bir "emir" ile değil küçük pis böceklerle başladığı, insanın ahlaki duyarlılığının (tavuskuşlarında da gördüğümüz) cinsel faaliyetten ileri geldiği keş­ finin yaratacağı şoka bel bağlar. Darwin'e göre fenomenlerin, ampirist doksolojide olduğu gibi, "hissedilir" hallere indirgenmesi gerekir, tabii bunun için uzman bir "hassasiyet" gereklidir, diyelim aynı bitkinin iki kıtada birden var olmasının arkasında geniş bir tarihsel zamanın yattığını görebilen ve tohumların okyanusların bir köşesinden diğer köşesine nasıl ta­ şınabildiğini ya da bir istiridyenin duyusal donanımının bizimkiler­ le akraba olduğunu anlayabi len bir hassasiyet. Deneyime aşkın olan her şey en azından görünüşte dışlanır. Fakat sıradanlığın bizim gö-

DAHA İ NC E , DAHA NAZ İ K B İ R DARWI N

269

zümüzde aşkınsal olan şeyler yaratma gücü kendi içinde bir tür yü­ celiğe ulaşır. Darwin'in bilimsel çalışma sürecinde kendi varlığını minimuma indirgemesi, açıkça dile getirmekten uzak durduğu bir his ve ide­ olojinin kılıfı değil, nefsinden feragat etmeyi insanın kendi benliği­ nin dışındaki o muazzam dünyaya erişebilmesini sağlayan ulvi bir ahlaki değer olarak gören karmaşık bir romantik stratej inin parçası­ dır. Darwin'in tüm yaşamı boyunca bilime duyduğu tutku derin ki­ şisel ve romantik arzularla besleniyor ve başka bir biçimde olsa da onları besliyordu . Yüceden yüceye: Bu süreçte benlik kendini mini­ muma indirgemeli ve algıladığı nesnelerin onu minimuma indirge­ mesine izin vermelidir. Ama Shakespeare okumayı içi kaldırmayan Darwin dünyanın salt gayrişahsi bir mekanizmadan ibaret olduğu­ nu düşünmüyor, bulunduğu mesafeli konumdan hayatı insanın ka­ derinden bağımsız, vahşi ve gaddar bir süreç olarak görmüyordu. B u bağlamda, Darwin'in içinde yaşadığı kültürü paylaşan pek çok kişi insanların diğer primatlarla akraba olduğu fikrinden dehşete düşse de, doğaya duyduğu tutkunun bir sonucu olarak ona derin bir tevazuyla yaklaşan Darwin'in söz konusu fikirden hiç de rahatsızlık duymamış olduğunu belirtsek yeridir. İ nsan zekasının istiridyenin duyarlıklarına benzer duyarlıklardan doğmuş olması, onun gözün­ de doğal bir yasanın içinden zuhur etmiş başka tür bir mucizeydi . Zaten okyanusun ötesindeki Whitman da şöyle dememiş miydi : "B ir fare trilyonlarca kafiri sersemletebilecek bir mucizedir. " Kafir Darwin o farenin nelere kadir olduğunu hissetmişti ve kafir olarak kalması da farenin bu gücüne dayanıyordu. Hakim kültürel bakışa göre Darwin, dünyanın büyüsünü kay­ betmesine sebep olanların başında geliyor; Darwin'in romantizmini üstüne basa basa vurgulamamın sebebi de işte bu bakışa karşı çık­ mak. Richards, Darwin hakkındaki o kısa ama şahane bölümde, Darwin'i Alman romantizmine, yazdıklarıyla Voyage of the Beagle'a apaçık esin kaynağı olan Humboldt'a ve doğanın ereksel olarak vü­ cut bulduğu fikrine dayanan Naturphilosophie'ye bağlar. Richards'a göre Darwin Britanya'nın doğal teolojisinin tanrısını doğadan defe­ derek, Tanrı'nın yaratıcı güçlerinin doğaya atfedildiği, Naturphilo­ sophie 'ninkine benzer bir doğa modeli kurmuştur ve Richards'ın tartıştığı üzere bu doğanın "yaratıcı gücü " , "ereğin kendini evrimsel

270

DARWI N S İ Z İ S EVİYOR

olarak peyderpey ortaya koyuşuyla işler" (s. 5 1 8) . Richards Dar­ win'in argümanının evrim sürecinden "ereğin" arındırılmasına da­ yandığının gayet farkındadır; gelgelelim erekselliğin reddi üzerin­ deki mevcut bilimsel vurgu, Richards 'a göre Darwin'in ideolojik olarak tahrif edilmesinin bir parçasıdır. Fakat Richards, savunduğu teori Darwin'i ya da takipçilerini nihayetinde nereye götürmüş olur­ sa olsun, Darwin'in fikirlerinin öncelikli olarak ereksel olan bir sis­ temin içinde ya da üstünde filizlendiğini ve Darwin'in düşünceleri­ ne son şeklini verdiği yazılarında bile bunun yansımalarını görme­ nin mümkün olduğunu iddia eder. Erek vardır ya da yoktur ama ke­ sin olan şudur ki, Darwin'in doğası o duymaya alıştığımız türden mekanik doğa modeline benzemez. Richards şöyle der: "Hiçbir ifa­ de çağdaş biyologların dudaklarından 'doğal seçilim mekanizması' tabiri kadar kolayca dökülmez. " Ama bu mekanik yaklaşım Darwin' in yaklaşımı değildir. "Makine" sözcüğünün Türlerin Kökeni'nde yalnızca bir kez geç­ tiğine işaret eder Richards ve Darwin'in teorisini kurarken başvur­ duğu mecazlara yakından bakılırsa doğayı bir buharlı vapur değil capcanlı bir şey olarak tasavvur ettiği açıkça görülebilir. "Hayat ağacı "nın bayağı bir tabir olduğu düşünülebilir, fakat Türlerin Kö­ keni'nin dördüncü bölümünün sonunda Darwin'in kullandığı bu ana­ loji oldukça kritik ve yerindedir. Darwin'den sonra gelen düşünürle­ rin onun teorisinden "mekanik" çıkarımlar yapması her ne kadar an­ laşılır olsa da, Darwin'in kendisi, dünyayı yaratıcı enerjiden arındır­ mak suretiyle kurmamıştır teorisini. Onun dünyası, Richards'ın da üzerinde sıklıkla durduğu gibi, hayat ve yeniliklerle doludur. Dar­ win'i devamlı hayrete düşüren şey ruhsuz bir otomat değil, doğanın, içinde barındırdığı en küçük varlıklardan karmaşık ve ahlaki açıdan duyarlı varlıklar yaratmakta ve Ibla yapışıkçasının kesesini doldur­ duğu gibi, kendisini de fevkalade çeşitli ve yaratıcı varlıklarla do­ natmakta sergilediği parmak ısırtan gücüdür. Darwin'i "mekanikleştirme" eğilimi, Darwin'in titiz argümanla­ rındaki katı ve tahripkar mantığı vurgulayan Daniel Dennett'ta ba­ rizdir; Türlerin Kökeni'ndeki her detay bu argümanlara uyacak bi­ çimde sunulmuştur. Dennett'ın bu kitabın başka yerlerinde tartışma imkanı bulduğumuz yorumu üzerinde biraz daha durmak gerek. Dennett'ın Darwin okuması gayet kuvvetli, ikna edici ve hatta can-

DAHA İ N C E , DAHA NAZİ K B İ R DARWI N

27 1

landırıcıdır; ayrıca Darwin'i günümüzdeki çeşitli durumlara ilişkin tartışmalara tercüme ederken büyük ölçüde isabetlidir de. Gelgele­ lim Dennett, doğal dünyanın katı gerçeklikleriyle yüzleşmek için "hayali destekler"e ihtiyacı olanların düşünsel ve ahlaki zayıflıkla­ rına karşı ortaya koyduğu ahlaki tavırla -ki bu tavrın Viktorya dö­ neminde 1 870'ten itibaren hüküm süren "özgür düşünce" hareketi­ ni aksettirdiğinden bahsetmiştim- Darwin sonrası düşüncenin belli bir damarına sadık kalmaktadır. Fakat Dennett'ın argümanları her ne kadar doğru, kavrayışlı ve sağlam olsa da, ben burada onun ar­ gümanını manevi olarak Darwin'den koparan dili üzerinde durmak istiyorum. Dennett'ın Darwin'i, Carolyn Merchant'ın dile getirdiği argüm_a­ na, modem Batı biliminin doğayı, Carlyle'ın Darwin'in zamanında öfkeyle karşı çıktığı türden bir mekanizmaya indirgediği iddiasına uyar. 1 2 Merchant, doğaya bu gözle bakmanın onu kendine tabi kılıp sömürmeyi de daima beraberinde getirdiğini ileri sürer. Dennett'ın Darwin tercümesi -ki ben bu tercümenin, Darwin hakkındaki yay­ gın kanının sadece daha radikal bir biçimi olduğunu düşünüyorum­ doğadaki süreçleri mekanikleştirir ve doğayı her türlü çıkar için kullanılabilecek ölü bir nesne olarak tasvir eder. Richards'ın Dar­ win'in romantizmini tartışırken tasvir ettiği doğa ise bunun tam ter­ sidir. Darwin'in dili bize faal ve bütünüyle canlı bir doğa sunar ve onun İ ngiliz romantizminin doğrudan varisi olduğunu belli eder. Darwin bilimin her şeyi akla bağlayan o katı işleyişine kuşkuyla ba­ kan ve B lake'in, çıplak bir şekilde pergeline doğru eğilmiş kaslı bir Newton'ı aşırı geometrik bir dünya taslağı çizerken resmettiği o şa­ şırtıcı ve paradoksal tablosunu doğuran Carlylevari bir dünyada so­ luk alıp vermektedir. O da bir kum tanesinde görür dünyayı . Ya da kınkanatlı bir böceğin sırtında, yahut bir yapışıkçanın kesesinde. Darwin ' in dilinin mecazi dokusu gözardı edilemez. B u doku do­ ğayı bağımsız ve organik açıdan karmaşık bir yaşamla doldurur, benzetimler yoluyla bağlantılar kurar, çeşitlilik ve gelişim mucize­ sinin önünde saygıyla eğilir ve yaşayan dünyayı eski mitik dünya1 2. Carolyn Merchant, The Death ofNature: Women, Ecology, and the Scien­ tific Revolution, New York: Harper Collins, 1 989. Ö zellikle bkz. s. 227:-35.

27 2

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

lara bağlar. Darwin doğaya aldanmamış ama ona olan aşkından da asla vazgeçmemiştir; bu sevgi gerek zihninin gerekse Milton'dan Worthsworth'e kadar doğaya mitik bir enerji bahşeden ve onu şaşır­ tıcı bir kesinlikle kayda geçiren dilin en derin kaynaklarından bes­ lenmiştir. Darwin'in argümanını "algoritma" gibi mekanik bir mecaza çe­ viren Dennett, "gözardı etme"de en ısrarlı olanlardan biridir. Dar­ win'in "ikincil nedenler"in dışında (s. 48 8) herhangi bir açıklamaya girişmeyi kesinkes reddettiği düşünülecek olursa böyle bir gözardı ediş haklı görülebilirdi; ama Darwin bize bir "algoritma"dan değil, onunla ilişkili olsa da aslında bambaşka bir şey olan "doğal seçi­ lim" den bahseder. Darwin hakkında yazılan neredeyse tüm yarı po­ püler makaleler Türlerin Köke ni 'nin o meşhur son satırlarını zikre­ derek sona erer: "hayata böyle bakmakta bir ihtişam vardır. " Doğa­ daki süreçler dört yüz sayfa boyunca amansızca dünyevi bir şekilde açıklandıktan sonra tek bu satır günümü zdeki katı Darvincilere ih­ mal edilebilir görünebilir; fakat bu söz mühimdir, zira Darwin'in bü­ tünsel argümanının o hayati veçhesini, tartışmakta olduğum o ter­ sinden yüce vizyonu tamamlayan kaçınılmaz hissi ete kemiğe bü­ ründürür. Dennett'ın formülasyonu ile Darwin'inki arasındaki fark şudur ki, Dennett "algoritma"yı bir yandan Darwin'in argümanının meca­ zi gelişimini bertaraf etme işine koşarken, diğer yandan da onu ma­ nasız, mekanik bir faaliyet mecazı olarak ortaya koyar. Dennett'ın doğal süreçlerde var olduğunu düşünerek vurgulamak istediği ma­ nasızlık, Darwin'in evrende herhangi bir aşkın tasarımcı olmadığı fikrinden türer tabii ki ve teoriye çürütülemez bir otorite katma, onu normal düşünceye damgasını vuran değişkenlik, şans, şüphe ve his­ si tereddütten tamamen ayırma amacı bakımından çok önemlidir. B u fikir Darwin'in -daima karmaşık şahsi bağlılıklarla iç içe geçti­ ğini göstermeye çalıştığım- kendinden feragat etme mücadelesinin bir muadili olarak görülebilir. Dennett bir algoritmanın şu özelliklere sahip olduğunu söyler: substrat nötürlük (maddi tecessümü ne olursa olsun algoritma man­ tıksal olarak işler), temel denetimsizlik (algoritmada adımlar basit bir şekilde birbirini izler, yani akıllı bir tasarımcıya gerek yoktur) ve garantili sonuçlar (algoritma her zaman ve her yerde şaşmaz bir

DAHA İ NC E , DAHA NAZ İ K B İ R DARWI N

273

şekilde işler, yani "hataya mahal vermez bir reçete"dir) (s. 5 1 ) . Böyle bir bakış evrimci psikoloji için faydalı olsa bile , doğal se­ çilime daima şefkatli, hassas ve canlı bir kişilik veren Darwin'in di­ li söz konusu olduğunda yetersizdir. Fakat dikkati sırf duygulara çekmemek gerekir. Dennett'ın Darwin'in yazdıklarını indirgemeye tabi tutmasını kabul edilebilir kılan düşünsel gereçler vardır ve Dar­ win'in modern B atı biliminin emperyal vizyonuna ilişkin bir anlatı­ ya ne kadar kolay yerleştirilebildiğini de dikkate almalıyız. Dennett muhtemelen bu anlatıyı hor görürdü, ama hiç şüphesiz algoritmik Darwin'in öteki yüzüdür bu, kişisellikten kaçınma kisvesi altındaki ideolojik güçleri ifşa eden öteki yüzü. Darwin'in evrim mefhumunu evcilleştirdiği (ya da burjuvalaştırdığı), teoriyi onu desteklemeye meyilli radikallerin elinden çekip aldığı ve Engels'in deyişiyle, ken­ di sınıfının serbest iktisadını yansıtır hale getirdiği yolunda çok şey söylendi son yıllarda. Mary Louise Pratt bilimsel araştırmanın, bil­ hassa da doğa tarihi araştırmalarının imparatorluğun işleyişiyle suç ortaklığı içinde bulunduğundan, Aydınlanma döneminde "doğayı sistematikleştirmeye" dönük bir ilgi olduğundan ve bu ilginin "ge­ milerle dünyayı keşfe çıkıp kıyı boylarını saptamayı" beraberinde getiren bir " Avrupa projesi" olduğundan bahseder (s. 30) . 1 3 Dolayı­ sıyla Darwin'in Beagle'la çıktığı yolculuğun bu haritalama çalışma­ sının bir parçası olması tesadüf değildir ve onun doğa tarihini Pratt'ın bahsettiği imparatorluk etkisinden koparmaya çalışmak hiç de samimi olmaz. Hiç şüphesiz, hakimiyet iddialarını tarafsızlık kisvesi altında gizleyen ve tam da gayrişahsi olarak tanımlanan algoritmalara ka­ yan bir bi lim, hakimiyet için kusursuz bir kılıftır. Fakat Dennett'ın Darwin'in yazıları ve düşünme tarzı hakkındaki doğru ama yetersiz yorumlarına ilişkin tartışmamda yaptığım gibi, Darwin'in iddiaları­ nı ortaya koyarken kullandığı dile ve bu dilin bazen mecazi olarak bazen de tikelliklere dikkatle yaklaşma becerisi sayesinde Darwin'i kendi fikir ve arzularını doğaya dayatmaktan nasıl alıkoyabildiği konusuna dönmek istiyorum. Darwin'in tutkusu doğaya hükmet­ mek ya da onu sömürmek değil, doğaya kulak vermek, onun tuhaf1 3 . Mary Louise Pratt, Imperial Eyes: Studies in Travel Writing and Trans­ culturation, New York: Routledge, 1 992, s. 30.

274

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

lıklarına ve farklılığına açık fikirlilikle yaklaşmak, yüceliğiyle başa çıkmak için yollar aramaktı.

111

Darwin doğanın kendi adına konuşmasını sağlamaya çalışır çalış­ masına (ki bunu yapıyor olması benliğini bir kenara koyuyor oldu­ ğunu ima eder), ama yine de Türlerin Kökeni nin çarpıcı yönlerin­ den biri şudur ki, bu kitapta, bir yığın yalın ayrıntı karşısında hem gayet rahatmış hissi veren hem de kolayca heyecana kapılabilen bir ses işitirsiniz. Hiçbir bilimsel metin Türlerin Kökeni kadar ünlem işaretleriyle dolu değildir. "Varolma Mücadelesi" başlıklı bölümün çeşitli yerlerinde doğanın olağanüstü zenginliği ve insanların bunu anlayamaması karşısında duyulan hayretin ifade edildiği nidalar vardır. "Dünyayı harap eden felaketlerden bahseder ya da canlı tür­ lerinin yaşam sürelerine ilişkin yasalar icat ederiz ! " der Darwin hay­ retle, halbuki türlerin neslinin tükenmesi çoğu zaman yalın, sıradan sebeplerle açıklanabilmektedir ona göre. Fakat bu ünlem işaretlerinin dışında bir de Darwin'in bütünsel argümanı vardır, ki "aynı sınıfın tüm varlıkları arasındaki akraba­ lıkları" tasvir etmek için büyük bir katiyet ve titizlikle geliştirdiği o ağaç mecazı da bunun bir parçasıdır. Bu mecaz aracılığıyla koca­ man bir ağacın dallanışını, yapraklanışını resmeden Darwin şu meş­ hur sözleri eder: "Tomurcuklar nasıl büyüyerek taze tomurcukları doğuruyor ve bu tomurcuklar da güçlü çıktıkları takdirde dallanıp daha zayıf dalları geçiyorsa, büyük Hayat Ağacı'ndaki nesillerde de aynı şeyin olduğuna inanıyorum, öyle bir ağaç ki yerkabuğunu ölü ve kırılmış dallarıyla doldurup yeryüzünü her daim dallanıp budak­ lanan o güzel kollarıyla kaplıyor" (s . 1 72) . Şiir okumayı midesi kal­ dırmayan Darwin teorisini kurma yolunda kendi şiirini yaratmıştı. "Dallanıp budaklanan o güzel kollar" imgesinde, ancak şiir tarafın­ dan sunulabilecek etimolojik bir incelik ve hayata yönelik bir hür­ met vardır. Kaldı ki bu imge , doğanın son derece pervasız addedi­ len süreçleri tasvir edildiği sırada dillendirilir. Darwin'in daha önce de tartıştığımız insanbiçimciliği onun bü­ yüleyici nesrinin bir diğer veçhesidir. Cinsel seçilim teorisini geliş'

DAHA i N C E , DAHA NAZ İ K B İ R DARWIN

275

tirdiği esnada insanbiçimciliğin nasıl kıymetli bir katkısı olduğunu, teorinin vazgeçilmez bir unsuru olduğunu görmüştük. İ nsanbiçim­ cilik salt mecazi bir süs değildir. Darwin organizmaya karşı öyle yoğun bir duygu besliyordu ki insan özelliklerini solucanlardan kö­ peklere varıncaya kadar karşısına çıkan her şeye hemen yansıtıyor ve insanlığı diğer tüm hayvanlarla biyoloj ik bir süreklilik içinde ta­ hayyül edebiliyordu. Ü stelik bu insanbiçimcilik biyolojik süreklilik iddiasını bir kayıp hissiyle değil, heyecanla ve keyifle dile getirme­ sini sağlıyordu. John Durant bunu özlü bir şekilde ortaya koyar: "Darwin kendi ait olduğu türü dünyadaki diğer yaşam biçimlerini anlamak için bir kaynak olarak kullanmakta hiç tereddüt etmemiş­ ti . Bu anlamda, insanın başka hayvanlar gibi incelenebilecek ve hakkında bilgi edinilebilecek bir hayvan olduğu fikri, tuttuğu def­ terlerde giriştiği teorik çabaların bir sonucu olmaktan ziyade bu ça­ baların önkoşuluydu. " 1 4 O halde Darwin'den başka kim düşünebilirdi solucanlar için pi­ yano çalmayı ya da üstlerine duman üflemeyi? Evde yaptığı küçük deneylerden birini anlatırken kullandığı dile bir bakalım isterseniz: Karıncaların yaprakbitlerine "eşlik etmesine mani olmuş" , sonra "ka­ rıncalar antenleriyle nasıl yapıyorsa" yaprakbitlerini "öyle gıdıkla­ yıp okşamış" ve ardından "bir karıncanın onları ziyaret etmesine izin vermiş "tir mesela (s. 2 1 1 ) . Darwin'in en "büyü bozucu " hamlesini -yani insanların (ya da herhangi bir başka türün) Tanrı 'nın özel bir eseri olmadığı fikrini- büyük ölçüde mümkün kılan şey, pekala bir "yeniden büyüleme" edimi olarak da görülebilecek bu insanbiçimci­ liktir. Darwin'in doğasında, davranışları insan modeline dayanan çı­ karımlarla anlaşılabilecek varlıklar yaşar; onun insanbiçimciliği , cinsel seçilim teorisini tartışırken bahsettiğim gibi, duygudaş bir ta­ hayyül kurmanın fevkalade bir örneği haline gelir. Darwin yaşamının sonlarında solucanlar üzerinde çalışıyordu . Anlaşılan kimsenin ilgisini çekmeyeceğini zannettiği bitkisel küf ve solucanlar hakkındaki kitabı diğer kitaplarından çok daha hızlı satılmıştı. Meslek hayatının başında Lyell'dan öğrendiği indirge­ meci yöntemin nihayetinde bunca geniş bir okur kitlesinde merak 1 4. John Durant, "The Ascent of Nature in Darwin's Descent of Man " , Kohn içinde, s. 287-8.

276

DARWI N S İ Z İ SEVİYOR

uyandırması meslek hayatına yakışır bir sonuçtu. Janet Browne' dan alıntılarsak, Darwin'in iyi arkadaşı Hooker heyecanla şunları yazmıştı: "Kabul etmeliyim ki solucanlara mevcut yaratıkların en çaresizi ve en akıl yoksunu gözüyle bakıyordum; şimdiyse bir ev yaşamları ve umumi vazifeleri olduğunu öğrenmekten şaşkınlığa düşmüş durumdayım ! " (Power of Place, s. 490) . Hooker solucanla­ rın, tıpkı Darwin'in arıları gibi, Viktorya döneminin mükemmel va­ tandaşları olduğunu fark etmişti. Darwin'in bilimi sadece yaşamıyla ve şiire duyduğu aşkla değil bilimsel emelleriyle de tamamen iç içe geçmişti ve bütün bunlar onu bir bakıma farklı yönlere çekiyor gibiydi . Hayvanları ve insanları bir süreklilik içinde görüyordu görmesine ama bir bilimci olarak hayvanların herhangi bir eğitim, üretim ve bilim sürecinde kullanıl­ masına itiraz eden harekete de son derece karşıydı. O halde bir yan­ dan o yoğun duygudaş tahayyülüyle Darwin'in, solucanlarla, pek çok insanın ormanlar dolusu hayvanla kuracağından daha derin bir duygusal bağ kurduğu söylenebilir. Janet Browne'ın belirtti ği gibi , zayıfların sömürülmesi karşısında dehşete düşerdi ve hayvanlara yönelik insanlıkdışı muameleyi kölelikle bağlantılandırıyor gibiydi. Darwin' in eserleri ve yaşamını damgasına vuran şey, genelde birbi­ riyle bağdaşmaz olarak görülen bu tavırların kendine özgü bileşi­ miydi . Öte yandansa, Browne'ın ifadesiyle "herhangi bir hayvana yapılan zulmü içi kaldırmayan ve dolayısıyla, hayvanlara kötü mu­ amele edenlere karşı verdiği yargılarda katı bir tutum takınan [Dar­ win] , . . . aynı zamanda kendini tamamen 'saf araştırma idealleri' adı­ nı verdiği şeye adamış" (s. 420) ve fizyoloji laboratuvarlarının kont­ rolünü öngören, dirikesim (vivisection) karşıtı kanun tasarısına kuv­ vetle itiraz etmeye de devam etmişti. Eserleri zaman zaman mecazi ve şiirsel bir görünüm alsa da Dar­ win onları salt coşkuyla dolu romantik bir dille yazmaz. Dennett'ın tasvir ettiği projenin Darwin'in yazılarının esaslı bir niteliği olduğu­ nu kabul etmek gerekir; ama ele aldığı kon uy la ilgili şaşkınlığını ifa­ de etmekten ziyade olgulara bağlı kalmaya ve o meşhur ünlemlere neden olan hayret hissinden bile uzaklaşarak mesafe almaya çalıştı­ ğı pasaj lara bakmak faydalı olabilir. İ nsan onuru ve maneviyatıyla ilgili şişirilmi ş fikirleri söndürmek bakımından ve sunuluşundaki "nesnelliği " açısından hiçbir kitap 1 872'de yazılmış The Expression

DAHA İ NC E , DAHA NAZ İK B İ R DARWI N

277

of the Emotions in Man and Animals'ın eline su dökemez. Dünyanın dört bir tarafındaki varlıkların aynı jestleri yaptığını, yüzlerini aynı şekilde buruşturduğunu ve duygularını aynı şekiller­ de ifade ettiğini söylesek, tahripkar bir iddiada mı bulunmuş olu­ ruz? Darwin'e göre beden ile "ruh" arasında bir bağlantı , yani hepi­ mizin vücuda gelmesini sağlayan bir duygu ve düşünce bütünlüğü vardır. Bu minvalde Claude Bemard'a atıfta bulunarak, zihnin edim­ lerinin doğrudan kalbe etki ettiğini ve kalpteki hareketlerin de zih­ ni etkilediğini, yani fiziksel olanla zihinsel olanın mutlak biçimde bağlantılı olduğunu söyler. Dennett'ın horgörüyle bahsettiği " hayali destekler"i arayanlara dünyayı büyüsünden arındırma tehlikesi arz eder gibi görünen şey, Darvinci düşüncenin evrimci psikoloji tarafından bugünlerde en çok başvurulan ve en ince şekillerde geliştirilmeye çalışılan bu yö­ nüdür. Darwin insanın Türeyişi nde, ahlaki ve estetik eğilimlerimi­ zin esasen doğal seçilimin işi olduğunu, cinsel dürtüler ve sürü dav­ ranışından kaynaklandığını söylerken düşüncesinin bu yönünü gös­ terir. Aslında Darwin, tek bir insan doğası olduğunu savunur, ki bu görüş evrimci psikoloji için merkezi bir önem taşır. Ama bir de be­ densel olanın "manevi" olanla bütünüyle iç içe geçtiği ve onun kay­ nağı olduğu tek bir canlı doğa vardır. Böyle bir iç içe geçişin varlı­ ğı ve hatta bedensel olanın önceliği -bunların sekülarizmin en mü­ him özelliklerinden bazıları olduğunu söylemiştim- Darwin'e göre hiç de alçaltıcı değildir. Önemli olan, bedensel olanı takdir edebil­ meniz, onu bir araç değil bir amaç olarak görebilmeniz ve duygu ile zekaya hayat verme gücündeki mucizeviliği hissedebilmenizdir. Darwin The Expression of the Emotions in Man and Animals'da ördeklerin nasıl davrandığını anlattıktan sonra rahatlıkla, insanların nasıl davrandığını anlatmaya geçer. Ve bunu yaparken de ima ettiği ortaklıkta aşağılayıcı hiçbir şey bulunmamasına özen gösterir. Ki­ tapta, nasıl ki insanlarla insanlar arasında bir süreklilik varsa hay­ vanlarla insanlar arasında da bir süreklilik olduğu iddia edilir. Hay­ van ve insanların aynı seviyeye koyulmasında Darwin'in bir bağlı­ lığının payı var gibidir, zira Darwin, Wedgwood'un madalyonunda "Ben de bir insan ve kardeşiniz değil miyim?" şeklinde ifade edilen görüşe bağlıdır, ki Desmond ve Moore'un iddiasına göre bunu en çok İnsanın Türeyişi'nde (The Expression of the Emotions in Man '

278

DARWI N sızı S EVİYOR

and Animals en başta bu kitabın bir parçası olarak tasarlanmıştı) belli eder. Desmond ve Moore "insan ırkları arasındaki birliğin [Dar­ win'in] bilimi için esaslı bir önem teşkil etmeye devam ettiği"ni söy­ ler (insanın Türeyişi, s. xviii) . Tüm ırklar insan türüyle ortaklık içindedir. Viktorya dönemine has bir temayülle bazı ırkların diğer­ lerinden daha aşağıda olduğunu ve tabii ki , kadınların zeka ve be­ den açısından erkeklerden daha alt düzeyde olduğunu düşünse de, Darwin ırkçılığa devamlı olarak ve kuvvetle karşı çıkıyordu. The Expression of the Emotions in Man and Animals'da bu fikirlerle uğ­ raşılmaz. Bu kitapta üzerinde durulan tek şey, hayvanların ve tüm insanların duygularını ifade etmesini sağlayan evrensel özelliklerin ortaya çıkarılmasıdır. Fakat Darwin bu çalışmanın kendisi gibi kö­ lelik karşıtları ve diğer Whig'ler için özgürleştirici bir açılımı ola­ caksa da, yerleşik Anglikan otoriteleri gözünde "tahripkar" bir etki uyandıracağını biliyordu. Her ne kadar tutkudan arınmış ve ampirik açıdan ikna edici bir dille yazılmış olsa da, Darwin'in her cümlesi belirgin bir hisle yük­ lüdür, bastırması gerektiğini düşündüğü bir hisle. Fakat The Exp­ ression of the Emotions in Man and Animals büyük ölçüde anekdot biçimindeki kanıtlara dayalı olduğundan, gözardı edilemeyecek ka­ dar büyük bir insani merakla doludur. Bu kitapta Darwin'in güzel sanatlara olan aşinalığına da şahit olursunuz. Ama buradaki amaç­ larım açısından belki de hepsinden daha önemlisi , insan ve hayvan­ ların duygularına son derece incelikli bir şekilde, bilimin gündelik yaşamın gailesi içinde dışavurulan duygularla ne kadar iç içe geçti­ ğini bir kez daha gösteren, etkileyici bir dikkatle yaklaşılıyor olma­ sıdır. Annie'nin ölümünden kısa süre sonra inatla sirripedler üzerin­ deki çalışmalarına geri dönmüş olan Darwin, kederin tezahürlerine ilişkin tıbbi tartışmasında şöyle yazmıştır: B ir anne çocuğunu birdenbire kaybettiğinde bazen kederden çılgına döner ve böyle durumlarda aşırı uyarılma hali içinde bulunduğu düşünül­ melidir; aklını yitirmişçesine bir oraya bir buraya doğru yürür, saçlarını, kı­ yafetlerini çekiştirir ve ellerini kuvvetlice sıkar durur. Bu son hareket belki de antitez ilkesinden kaynaklanmaktadır; içte duyulan bir çaresizlik hissi, hiçbir şeyin yapılamayacağı hissi ele veriliyordur böylece. Diğer hiddetli ve şiddetli hareketler ise kısmen kas yorgunluğu yoluyla tecrübe edilen fe-

DAHA İ N C E , DAHA NAZ İ K B İ R DARWI N

279

rahlama isteği ile kısmen de uyarılmış duyu merkezinden boşalan yönlen­ dirilmemiş sinir gücü ile açıklanabilir. Fakat sevilen biri aniden yitip gitti­ ğinde, akla ilk gelen en yaygın düşüncelerden biri , kaybedilen kişiyi kur­ tarmak için bir şeyler daha yapılabileceği düşüncesidir. . . . Acı çeken kişi hiçbir şeyin yapılamayacak olduğunu idrak eder etmez, çılgın kederin yerini çaresizlik ya da derin bir üzüntü alır. Acı çeken kişi bir yerde hiç hareket etmeden oturur ya da aheste aheste volta atar; kan dola­ şımı ağırlaşır; solunum neredeyse unutulur ve derin derin iç geçirilir. Bü­ tün bunlar beyne etki eder, güçten düşen kaslar ve donuk gözlerin peşi sıra takatsizlik çöker. Birbiriyle bağlantılı alışkanlıklar acı çeken kişiyi artık harekete geçirmediğinden, arkadaşları onu hareket etmeye, sessiz, durgun kederden kaçınmaya teşvik eder. Harcanan güç kalbi uyarır, bu da beyne etki eder ve aklın bu ağır yükü boşaltmasına yardımcı olur. (The Expressi­ on of the Emotions in Man and Animals, s. 84-5)

Darwin burada yine, konusunu ele alırken kendini konunun içinde hayal ederek kurar bilimini : İnsanın Türeyişi'nde kendini Ar­ gus sülününün yerine koyar, burada ise bir otobiyografi pasajında Darwin'in yerine geçebilecek bir insanın. Fakat aynı zamanda bah­ settiği koşulların dışında durarak gerek acı çeken kişinin ifadeleri­ ni, gerekse bu ifadelerin görünür olmayan nedenlerini olağanüstü bir dikkat ve incelikle tasvir eder. Demek ki burada da hem bir ka­ tılımcıdır, hem de tarafsız bir gözlemc i ve kendi deneyimlerinden faydalanıp zihin ile ruhun durumunu bedene bağlamakla bu ikisinin değerini azaltmış olmaz. Darwin köpeklerin muhtemel bir kavga öncesinde sırtını kabartmasından, yavru kedilerin annelerinin me­ me bezlerini yoğurmasına; atların okşandıklarında, kendilerini ka­ şırken yaptıklarına benzer ısırma hareketleri yapmasından, şaşkın­ lık karşısında kaşların kalkmasına; öfke duyulduğunda dudakların büzülmesinden, somurtulduğunda dudakların şişirilmesine kadar hiçbir şeyi gözden kaçırmıyordu. Darwin insan duygularının çeşitli veçhelerinden ve bu duygula­ rın ifadesinin (çoğu zaman hayatta kalma ve dolayısıyla doğal seçi­ lim stratejilerine bağlanan) beden hareketleriyle olan ilintisinden bahseder. Ve bütün bunları yaparken, yani geleneksel tasavvuruyla maneviyat aleminin köklerinin bedende yattığını gösteren kanıtlar ortaya koyarken tarafsız gözlemci konumunu muhafaza eder. Görü­ nürde dilinin putkıncı bir yanı yoktur, tabii ruh hallerine, üzüntü­ nün yarattığı durumlara yönelik neredeyse romansı bir dikkat ile fi-

280

DARWI N S İ Z İ S EVİYOR

ziksel koşullara yönelik bilimsel bir dikkati aynı potada eritmesini saymazsak. Örneğin aşağıdaki pasajı ele alalım: Darwin burada, iğrenme hissi karşısında takınıldığı sıklıkla görülen ifadeleri açıklamak için bir anekdottan bahseder: Tiksinti hissine en yalın şekilde, beş aylık çocuğumun ağzına ilk kez bi­ raz soğuk su ve bir ay sonra da olgun bir kirazdan küçük bir parça verdiği­ mizde yüzünün aldığı halde rastlamıştım. Tiksintiyi belli eden şey dudak­ lar ve içeri sokulanların çabucak dışarı çıkmasını sağlayan bir şekil alan bütün bir ağızdı ; keza dil de dışarı çıkarılmıştı . Ufak bir ürperti bütün bu hareketlere eşlik etmişti. Komik bir sahneydi, zira çocuğun gerçekten de tiksinti duyup duymadığından emin değildim - gözler ve alın, epey bir şaş­ kınlık ve düşünceyi açık ediyordu. Hoşlanılmayan bir nesnenin ağızdan atılmasında dilin dışarı çıkarılıyor olması, dil çıkarmanın evrensel olarak iğrenme ve nefrete işaret etmesini açıklayabilir. (s. 1 59)

Darwin'in bizleri çocuğun gerçekten tiksinti duymadığı konusunda temin etmeye ihtiyaç duymasında (babanın kendini aklamak için öne sürdüğü bir mazeret olabilir mi bu?), bebeğe yönelik duygudaş­ lığına ilişkin ancak belli belirsiz bir kanıt var ortada. Ama gösteri­ len dikkatin kendisi başlı başına bir duyguya işaret etmez mi? Ağ­ zın hareketlerini kaydetmek için gösterdiği özen, gözlerin ve alnın "şaşkınlık ve düşünce "yi açığa vurmasını fark edişi ve çocuğun "gerçekten de tiksinti duyup duymadığı"na kafa yoruşu . . . Duygu­ nun bedensel içgüdüyle ilişkili olduğuna dair farkındalık Darwin'de neredeyse daima şaşırtıcı, yüreklendirici ve hatta eğlencelidir. Duy­ guların kaynağının devam eden doğal seçilim mücadelelerinde yat­ tığı söylenildiğinde değerler silinip gitmiş olmaz dünyadan. Dar­ win'in duygu hallerine ilişkin bahislerine verilen en tipik tepkiler­ den biri, okurun "evet, gerçekten de öyle oluyor" diyerek Darwin'in haklı olduğunu aklından geçirirken duyabileceği keyifli bir şaşkın­ lıktır. (Bir sürü pasaj içinden bunu seçtim, çünkü geçenlerde toru­ numa ilk kez beyaz peynir verildiğinde aynı şaşkınlığı yaşadı. O za­ man kendimi Darwin'in yerinde hissettim. Torunumun halini anla­ maya çalışıyor ama verdiği tepkiye gülüyordum da;· yüzü hiç şüp­ hesiz bir şok ve iğrenme hissini dışa vuruyor, "dışarı sarkıtılan dil " ise ağzına konulan o pis şeyi dışarı çıkarmaya çalışıyordu.) Duygu ifadelerinin büyü bozucu bir tarzda yeniden düşünülmesi, bir bebe-

DAHA İ NC E , DAHA NAZ İK B İ R DARWI N

281

ği, kediyi, köpeği, atı, ördeği, hayvanat bahçesindeki primatları ya da sahnedeki aktörleri izleyen herhangi birine büyülenme anları da sunar. Darwin'in eserlerinin her yerinde bir hayret hissi vardır, her ne kadar kendisi de bu hayretin farkında olsa ve ilk amacı bu olmasa da. Onun "hayret" i gayet bilinçli bir şekilde dünyevileştirme, tartış­ tığı meseleler karşısında herkesin öyle hissedebileceğini anlatma çabasına dikkat kesilmemek samimiyetsizlik olur. Darwin bir me­ seleyi kayda geçirdikten sonra, onu kendi bilimsel bakış açı sıyla dikkatli bir gözleme tabi tutarak gizeminden arındırmaya çalışır. Bu bakımdan, Weber'in büyüsüzleşmeyi açıklamak için geliştirdiği formülü izler. Dünyanın büyüsünü kaybetmesinin nedeni tam da bi­ limin -ilke olarak- her şeyi açıklayabilme iddiasıdır. Evet, Darwin de her şeyi açıklamak ister, ama şurası da açıktır ki sırf ele aldığı şe­ yi açıklayabildiği için, dünyanın büyüsünü yitirdiğini hissetmez. Darwin'in şeyleri ustalıklı bir şekilde ayrıntılarıyla ortaya koyabil­ mesini ve benzetim kurabilmesini sağlayan, mecazlar açısından zengin bir tahayyülü vardır: Kirazı tükürüp atan bebek, "sevmediği­ miz ya da tiksindiğimiz gerçek bir nesnenin reddedilmesini temsil eden" tüm iğrenme mimik ve hareketlerini çağrıştırır ona (s . 260) . Darwin'in açıklama çabası hayret hissine her halükarda yer bıra­ kır. Gizem karşısında huşuya gark olup dilini yutan bir hayret değil­ dir bu ama yine de bir hayrettir. Dahası, çoğu zaman da "açıklama" sürecinde, bizatihi "harikulade" olan türden argümanlar üretir; zira gizemi açıklayan mekanizmanın kendisi, işleyişi bakımından adeta yücedir. Ne de olsa jeolojik zaman, her ne kadar Darwin'in türlerin gelişme tarzı hakkındaki argümanına inanmamıza cevaz verse de, insan bilincinin tahayyülünün o kadar ötesindedir ki açıklama ola­ rak öne sürüldüğünde bile bir yücelik hissi uyandırması neredeyse kaçınılmazdır. Beer'in belirttiği gibi , Darwin müthiş bir karmaşık­ lık ve zenginlik içeren mecazlar kullanır çoğu zaman. Bu mecazlar bir anlamda argümanı mümkün kılar ve Darwin'in ulaşmayı istedi­ ği yere varmasını sağlayan düşüncenin gözardı edilemeyecek bir parçasıdır. Mecaz, Darwin'in çoğu kez hakikaten yüce bir niteliği olan süreçleri kavrayabilmesini sağlar. Darwin'in hayret hissini kendine has bir şekilde dünyevileştir­ mesi, 1 868 yılında yazdığı Variation ofAnimals and P lants under Do-

282

DARWI N sızı SEVİYO R

mestication'da, tüm ırkların, cinslerin ve türlerin "tek bir ortak ata" dan türeyerek "basit bir değişim" temelinde geliştiği yolundaki id­ diasını takip eden uzun ve mecaz yüklü pasajda görülebilir mesela: Meseleye bu zaviyeden bakmak, insanın şaşkınlıktan dilini yutmasına yeter de artar bile. Gelgelelim, sayıca neredeyse sonsuz olan varlıkların, neredeyse sonsuz bir zaman dilimi içinde, bir dereceye kadar uyum sağla­ yabilen bünyelere kavuşmuş olduğunu, son derece karmaşık hayat koşulla­ rında herhangi bir şekilde fayda sağlamış olan ufak bir yapısal değişimin muhafaza edildiğini ve herhangi bir şekilde zararlı olmuş değişimlerin de amansızca yok edildiğini göz önünde bulundurduğumuzda, yaşadığımız şaşkınlığın azalması gerekir. Ve hiç şüphesiz, uzun zaman boyunca devam ederek biriken bu faydalı değişimler, etrafımızdaki bitki ve hayvanlarda gördüğümüz gibi, muhtelif amaçlar için güzel bir biçimde uyum sağlayıp muhteşem bir şekilde eşgüdüm kurmuş çeşitli yapıların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bundan dolayı, gerek insanlar tarafından evcil hayvan yetiş­ tirme sürecinde, gerekse doğada türlerin oluşumunda etkili olan doğal se­ çilimin en üstün güç olduğunu söyledim . Önceki bir bölümde kullandığım bir mecaza burada tekrar başvurabilirim : Bir mimar, yontma taş kullanma­ dan, kemerleri için uçurumun dibindeki taş parçalarından kama şekilli taş­ ları , lentosu için uzun taşları ve çatısı için de düz taşları seçerek büyük, heybetli bir bina inşa etse, yeteneklerine hayranlık duyar ve onun olağa­ nüstü bir güce sahip olduğunu düşünürüz. O halde, mimar için elzem olan bu taş parçaları ile mimarca inşa edilen bina arasında nasıl bir ilişki varsa, organik varlıkların kararsız değişimleri ile, onların değişime uğramış to­ runlarının nihayetinde edinmiş olduğu çeşit çeşit hayranlık duyulası yapı­ lar arasında da öyle bir ilişki vardır. (Variation , 2:4 1 3-4)

Demek ki bu paragraf, Türlerin Kökeni nden sonraki tüm çalışma­ larının en ihtilaflı, rahatsız edici ve merkezi iddiasıyla başlamakta­ dır: Tüm organik varlıklar, "tek bir ortak atadan türemiştir. " Darwin yine kendine has bir şekilde, okurlarının hissedeceği ve kendisinin de hissettiğini rahatlıkla tahmin edebileceğimiz şaşkınlıktan bahse­ der: "insanın şaşkınlıktan dilini yutmasına yeter de artar bile." Vari­ ation ofAnimals and Plants under Domestication'da evcilleş(tir)me sürecindeki değişimlerin incelenmesiyle yapılmaya çalışılan şey, bunun böyle olduğunu göstermek, kültürel açıdan yıkıcı sonuçlara yol açabilecek bir iddiayı "evcilleştirmek "tir. Olgunun bizlerin na­ sıl da şaşkınlıktan dilimizi yutmamıza sebep olabileceğine işaret ederek başlar pasaj , ama Darwin sakinleşmemizi ister. Büyük so­ nuç -ki bu onun en başından beri sürdürdüğü aşamacı argümanının '

DAHA İ NC E , DAHA NAZ İ K B İ R DARWI N

283

ana biçimidir- herkesin fark edebileceği, uzun dönemlere yayılmış basit olayların ürünüdür. Bu açıklama bizleri şaşkınlığa gark eder çünkü birincisi, böyle­ sine önemli ve muazzam bir sonuç "basit" bir nedenin ürünüdür, ama daha önemlisi, Darwin'in açıklaması bir dizi başka şaşırtıcı ol­ guyu (ki bunların en çarpıcı olanı jeolojik zamandır) beraberinde getirir. B u süreç "üzerine düşündüğümüzde" , şaşkınlığımızın "azal­ ması gerekir" der Darwin . Ama bu şaşkınlığın, her biri hayatın do­ ğasına da�r kültürel açıdan uzun zamandır hakim olan varsayımları ihlal eden (gerçi Darwin başta Hutton ve Lyell gibi kişilerce gelişti­ rilen bir gelenek içinde çalışıyordu, o ayrı) bir dizi "sonsuzluk" ara­ cılığıyla azalması gerekir. Mevcut hayat şartlarına ulaşılması süre­ cinde, " sayıca neredeyse sonsuz olan varlıklar" , "neredeyse sonsuz bir zaman dilimi" ve " son derece karmaşık hayat koşulları" gibi ifa­ delere başvurur Darwin. Şaşkınlığımızı azaltacak olan manzara, karmaşası, çeşitliliği ve zamansal boyutu açısından yücedir. Darwin, son bir paragrafa sıkıştırılan bu nefes kesici görünü­ mün, bir mecaz yoluyla evcilleştirilmesi gerektiğini anlamış gibi­ dir. Fakat mecazı okuru anlatmak istediğiniz şeye aşina kılmak için kullanıyor olsanız bile, mecazın kendisi , konuyu serinkanlı bir ol­ gusal söylemden değer ve duyguyla yüklü deneyimlere kaydırır is­ ter istemez. Darwin'in doğal seçilimin ana kanıtı olarak, hayvanla­ rın belirli özellikleri geliştirmek amacıyla. üretilmesini kullanarak " seçilim" mecazını kurduğu anlatısı, seçilim sürecinin doğada Pa­ leyvari olmayan bir şekilde, yani akıllı bir tasarımcı ya da Tanrı ol­ madan, "uzun zaman boyunca devam ederek biriken değişimler" sayesinde gerçekleşebileceğini kanıtlamasını gerektirmektedir. Ama Darwin' in saldırıya maruz kalma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu­ nu fark ettiği seçilim biçimi tam da budur. "Etrafımızdaki bitki ve hayvanlarda gördüğümüz gibi , muhtelif amaçlar için güzel bir bi­ ç i mde uyum sağlayıp muhteşem bir şekilde eşgüdüm kuran yapı­ lar" a yol açan şey nasıl olur da sadece zaman ve değişimlerin biri­ kimi olabilir? Burada, tıpkı Türlerin Kökeni'nde olduğu gibi , varlı­ ğı Darwin'in böyle karmaşık bir retorik tutturmasını gerektiren en önemli "hayvan" açık bir şekilde belirtilmez . "Mimar" , taşları planının gerekleri doğrultusunda kestirmek ye­ rine, mevcut taşlarla yetinmek durumundadır, tıpkı doğanın da mev-

284

DARW I N S İ Z İ SEVİYOR

cut değişimlerle işlediği gibi. Bu açıdan bakıldığında, "tasarım" , şansa, binyıllar boyunca hava şartlarının, erozyonun, depremlerin ve diğer doğal felaketlerin sebebiyet verdiği taşlara dayanır. Darwin bir sonraki paragrafında mecazı biraz daha geliştirerek meseleyi tar­ tışmaya devam eder; burada, taşların yapıda nasıl kullanıldığı hak­ kındaki açıklamalar temelinde, evvela kendine has şekiller almış taşlara neyin yol açtığını anlamayacak olan, "inşaat sanatından bi­ haber bir vahşi" den bahseder. Kurulan benzerliğe bakılırsa, bizler de organik varlıkların gelişimindeki değişimler ve farklılıklardan bihaberizdir. Onların nasıl işlediğini biliriz. " Her bir varlığın yapı­ sındaki her bir farklılığın nedenini" ise bilemeyiz (s. 4 1 4) . Darwin yine karmaşık bir argümanın ortasındadır, tıpkı Türlerin Kökeni'nin "tek ve uzun argümanı" gibi. Fakat bu argüman, feno­ menleri izleyen insanların mutlaka hissedeceği güçlü duyguları, en başta da o muazzam şaşkınlığı asla sarsamaz . Darwin'in amacı duy­ guyu ortadan kaldırmak değil, duygunun zeminini kaydırmaktır. Paley insanlardan Tanrı'nın şaşkınlık verici mevcudiyetine hayran­ lık duymalarını bekler; Darwin ise, kurduğu mecazlarla, asıl doğa­ nın şaşkınlık verici mevcudiyetine hayranlık duyulması gerektiğini ima eder. Tesadüfen meydana gelmiş taşları "büyük, heybetli bir bi­ na" inşa etmek için kullanan mimarın "yeteneklerine ancak hayran­ lık duyabiliriz " . Mecazı canlı kılan bir şey vardır, o da Darwin'in, doğanın mimarın şahsında göstermeye çalıştığı seçme gücünü biz­ lere anlaşılır kılmaya çalışmasıdır. Bilhassa "vahşi "nin mimarın işiyle olan ilişkisinde yaşadığı yetersizliğin anlatıldığı paragrafta, Darwin'in bütün bu deneyimin değer ve duyguyla yüklü olduğunu anladığını görürüz. Bu paragrafın ironik tarafı -Darwin'in cinsel seçilimi ele alışın­ da gördüğümüz gibi- William Paley'nin Natura/ Theology 'deki me­ caz stratejisini, yani heybetli binaların ve hayranlık duyulası yapı­ ların ancak ve ancak tasarlanarak ortaya çıkabileceği ve haliyle, bu tasarımların da bir tasarımcısının olması gerektiği yolundaki iddi­ asını yankılaniasıdır. Darwin'in esas ulaşmak istediği şey tasarımcı fikrini ortadan kaldırmaktır; gel gelelim , "doğal seçilim" sürecinde tasarımcının mecazi varlığı başından beri kaçınılmazdır. Darwin ne yardan ne serden vazgeçmek ister: Evet, taşların şekli "kazai ''