Buluştuğumuz Yer Burası [2 ed.] 9789753425902

319 158 1MB

Turkish Pages 223 [224] Year 2008

Report DMCA / Copyright

DOWNLOAD FILE

Polecaj historie

Buluştuğumuz Yer Burası [2 ed.]
 9789753425902

Citation preview

JOHNBERGER

BULUŞTUĞUMUZ YER

BURASI

John Berger BULUŞTUĞUMUZ YER BURASI John Berger 1926'da Londra'da doğdu. İngilizce yazan en etkili sanat eleştirmenlerinden biri olan Berger, ayrıca senaryo yazarı, romancı ve belgesel yazarı olarak da tanınıyor. Metis Yayınları yazarın klasikleşmiş yapıtı Görme Biçimleri'nin (1986) yanı sıra, Picasso'nun Başarısı ve Başarısızlığı (1988), Düğüne (1997), Alain Tanner ile birlikte yazdığı 2000 Yılında 25 Yaşına Basacak Olan Yunus (1997), Görünüre Dair Küçük Bir Teoriye Doğru Adımlar ( 1 9 9 9 ) , Fotokopiler (1999) ve Kral (2001) adlı kitaplarıyla, özellikle görsellik üzerine denemelerini bir araya getiren O Ana Adanmış (1988) adlı seçkisini yayımlamıştır.

Metis Yayınları İpek S o k a k 5 , 3 4 4 3 3 Beyoğlu, İstanbul Tel: 2 1 2 2 4 5 4 6 9 6 F a k s : 212 2 4 5 4 5 1 9 e-posta: [email protected] www.metiskitap.com Metis Edebiyat B U L U Ş T U Ğ U M U Z YER BURASI John B e r g e r İngilizce Basımı: H e r e is Where We Meet, Bloomsbury, 2 0 0 5 © John Berger, 2005 © Metis Yayınları, 2 0 0 5 İlk Basım: K ı s ı m 2 0 0 6 İkinci Basım: Şubat 2008 Yayın Yönetmeni: Müge Gürsoy Sökmen Kitapta yer a l a n öykülerden "Lizbon", "Krakow" ve "81/2" Cevat Ç a p a n ; "Ölülerin Hatırladıkları Kadarıyla Bazı Meyveler" ve "Madrid" Gönül Ç a p a n ; " C e n e v re", "Islington", " L e Pont d ' A r c " ve " S z u m ve C h i n g " Müge Gürsoy Sökmen tarafından çevrilmiştir. Kapak Resmi: John Berger D i z g i ve Baskı Öncesi Hazırlık: Metis Yayıncılık Ltd. Baskı ve Cilt: Yaylacık Matbaacılık Ltd. Fatih Sanayi Sitesi N o : 12/197-203 Topkapı, İstanbul Tel: 212 5 6 7 8 0 0 3

ISBN-13: 978-975-342-590-2

John Berger

BULUŞTUĞUMUZ YER BURASI Çevirenler: CEVAT ÇAPAN GÖNÜL ÇAPAN MÜGE GÜRSOY SÖKMEN

Chloe Lucy Dimitri Melina Olek ve Maciek için

İçindekiler 1. Lizbon 07

2. Cenevre 60

3. Krakow 75

4. Ölülerin Hatırladıkları Kadarıyla Bazı Meyveler 100

5. Islington 106

6. Le Pont d'Arc 124

7. Madrid 136

8.Szum ve Ching 151

81/2 222

1

Lizbon

Lizbon'daki bir meydanın merkezinde Luzitanya (yani Portekiz) servisi denen bir ağaç var. Dalları göğe doğru değil de, dışa doğru, yatay olarak gelişecek şekilde yetiştirildiği için, çapı yirmi metre uzunluğunda, su geçirmez dev gibi bir şemsiye oluşturuyor. Y ü z kişi kolayca sığınabilir bu şemsiyenin altına. Ağacın boğum boğum kütlesel gövdesinin çevresinde daire biçiminde düzenlenmiş metal çubuklar taşıyor dalları; ağaç en az iki yüz yaşında. A ğ a cın yanında da üzerine geçenlerin okuması için bir şiir yazılmış, resmi bir ilan tahtası var. Durup çözmeye çalıştım şiirin bir-iki dizesini: ... Ben senin çapanın sapıyım, evinin kapısıyım, beşiğinin de, tabutunun da tahtasıyım... Meydanın başka bir yerinde tavuklar bakımsız otların arasındaki solucanları gagalıyorlardı.

Masaların başına

oturmuş adamlar da sueca oynuyorlar, seçtikleri kâğıtları bilgelik ve uysallık karışımı bir ifadeyle masaya bırakıyorlardı.

7

Burada kazanmak sessiz bir hazdı. Mayıs sonunda hava sıcaktı — belki de 28°C. Bir-iki hafta içinde, bir anlamda Tagus'un karşı kıyısında başlayan Afrika, uzaktan da olsa varlığını belli ölçüde duyuracaktı. Şemsiyeli yaşlı bir kadın parktaki banklardan birinde hiç kımıldamadan oturuyordu. Hareketsizliğinde dikkatleri üstüne çekmek isteyen bir hava vardı. Orada parktaki bankta otururken varlığını fark ettirmeye kararlı görünüyordu. Bavullu bir adam her gün verdiği bir randevuya gidercesine meydanı uçtan uca geçti. Daha sonra kucağında küçük bir köpekle, köpeği de kendisi gibi üzgün görünüşlü bir kadın, Avenida da Liberdade'ye doğru yürüdü. Banktaki yaşlı kadın gösterişçi hareketsizliğini hâlâ sürdürüyordu. Acaba kimin görmesini istiyordu bu hareketsizliği? Birden, ben kendime bu soruyu sorarken, kadın ayağa kalktı, dönüp şemsiyesini bir baston gibi kullanarak bana doğru gelmeye başladı. Yüzünü görmeden çok önce tanıdım bu yürüyüşü. Gideceği yere bir an önce varıp oturmayı düşünen birinin yürüyüşüydü bu. Gelen annemdi.

Bazen düşlerimde annemle babamın oturdukları eve telefon edip aktarma yapacağım aracı kaçırdığım için geç kalacağımı kendilerine bildirir ya da bu bilgiyi bir başkasına iletmelerini isterdim. O anda olmam gereken yerde olmadığım konusunda uyarırdım onları. Söylediklerimin ayrıntıları düşten düşe değişirdi, ama onlara söylemem gereken şeyin özü hep aynıydı. Aynı olan başka bir şey de adres def-

8

terimin yanımda olmayışı ve onların telefon numaralarını hatırlamak istememe ve birçok numarayı çevirmeyi denememe karşın doğru numarayı bir türlü bulamayışımdı. Bu da gerçek hayatımda onların yirmi yıl boyunca oturdukları ve benim bir zamanlar ezbere bildiğim numarayı unutmuş olmamla bağlantılıydı. Ne var ki, benim düşlerimde asıl unuttuğum şey onların ölmüş olduklarıydı. Babam yirmi beş yıl önce öldü, annem de ondan on yıl sonra.

Meydanda buluşunca annem koluma girdi, ikimiz de anlaşarak karşı sokağa geçtik ve yavaş yavaş Mâe d'Agua'nın başına doğru yürüdük. B a k John, unutmaman gereken bir şey var — çok unutkansın. Bilmen gereken şey şu: ölüler gömüldükleri yerde kalmazlar. Annem konuşmaya başladığında, bana doğru bakmadı. Büyük bir dikkatle birkaç metre önümüze bakıyor, ayağının bir şeye takılmasından korkuyordu. Cennetten söz etmiyorum. Cennete bir diyeceğim yok, ama ben başka bir şeyden söz ediyorum! Sustu, sanki ağzındaki kelimelerden birinin kıkırdağı varmış da, yutulmadan önce biraz daha çiğnenmesi gerekiyormuş gibi ağzındakini çiğnedi. Sonra devam etti: Ölüler öldükleri zaman Yeryüzü'nde nerede yaşamayı sürdürmek istediklerini seçebilirler, yeter ki Yeryüzü'nde kalmaya karar versinler. Yaşarken mutlu oldukları bir yere mi dönerler demek istiyorsun?

9

O anda merdivenin başına gelmiştik, annem sol eliyle merdivenin parmaklığına tutundu. Sen her şeyin yanıtını bildiğini sanıyorsun, her zaman öyleydin sen. Oysa babanı daha çok dinlesen iyi olurdu. Birçok şeyin yanıtını biliyordu o. Bugün bunu daha iyi anlıyorum. Merdivenden üç basamak indik. Sevgili babanın birçok konuda kuşkuları vardı, bu yüzden her zaman onun arkasında durmam gerekiyordu. Sırtını sıvazlamak için mi? Biraz da onun için, evet. Dört basamak daha indik. Annem elini tırabzandan çekti. Ölüler kalmak istedikleri yeri nasıl seçiyorlar? Annem karşılık vermedi, bunun yerine eteğini toplayıp merdivenin bir alt basamağına oturdu. Ben Lizbon'u seçtim! Sanki çok bilinen bir şeyi söylermiş gibi söyledi bunu. Buraya hiç gelmiş miydin −duraksadım, geçmişle şimdiki zaman arasındaki ayrımı daha çarpıcı göstermekten

çekiniyordum− daha ö n c e ? Gene sorumu duymazdan geldi. Sana daha önce söylemediğim bir şeyi öğrenmek istiyorsan, ya da unuttuğun bir şey varsa, bunları bana sormanın zamanı da, yeri de burası, dedi. Bana o kadar az şey anlattın ki, dedim. Herkes bir şey anlatabilir! Anlat! Anlat! Ben başka bir şey yaptım. İşaret edercesine uzaklara, Tagus'un karşı kıyısına, Afrika'ya doğru baktı. Hayır, daha önce buraya hiç gelmedim. Başka bir şey yaptım dedim ya sana.

10

Babam burada m ı ? Başını salladı. Nerede? Bilmiyorum, sormuyorum da. Belki de Roma'dadır. Papa yüzünden mi? İlk kez dönüp bana baktı, gözlerinde muzip bir pırıltı vardı. Yok canım; masa örtüleri yüzünden! Kolumu omuzuna doladım. Yavaşça elimi omuzundan kaldırdı ve bırakmadan kendi eliyle taş basamağın üstüne götürdü. Ne zamandan beri Lizbon'dasın? Bunun böyle olacağını sana söylemiştim, hatırlamıyor musun? Söylemiştim böyle olacağını. Günlerin, ayların, yüzlerce yılların, zamanın ötesinde. G e n e Afrika'ya doğru bakıyordu. Demek zaman değil, yer önemli? Bunu onu kızdırmak için söylemiştim. Yetişkinlik çağına geldiğimde onu kızdırmaktan hoşlanırdım, o da sesini çıkarmaz, ikimize de geçmiş bir hüznü yaşattığı için buna razı olurdu.

Çocukluğumda annemin kendine güveni (aramızdaki tartışmalar bir yana) beni çıldırtırdı. Bu −hiç değilse benim gözümde− bütün o kuru sıkı gözüpekliğin gerisinde onun kırılganlığını ve çekingenliğini gizleyen bir güvendi; oysa ben onun hiç yenilmez olmasını isterdim. Bu yüzden de, onun emin olduğu h e r konuda kendisine karşı çıkar, böylece paylaştığımız b i r güven duygusuyla sorgulayabilece-

11

ğimiz başka bir şey bulacağımızı umardım. Oysa, aslında, bu karşı çıkışlarım onu olduğundan daha incinebilir bir duruma sokar, ikimiz de çaresiz bozgun ve üzüntü burgacına sürüklenir, bir meleğin gelip bizi kurtarması için sessizce yakarırdık. Böyle bir melek hiçbir zaman gelmedi.

Annem on basamak aşağıda güneşlenen bir kedi sandığı şeye bakarak, Hiç değilse burada bize yardım edecek hayvanlar var, dedi. O kedi değil, dedim, kürk bir başlık, bir şapka. İşte bu yüzden etyemezin biriyim ben, dedi. Balık seversin ama! diye karşı çıktım. Balıklar soğukkanlıdır. Ne fark eder? İlke ilkedir sonunda. John, hayatta her şey bir sınır ç e k m e sorunudur; sınırı nerede çekeceğine de ancak kendin için karar verebilirsin. Başkaları için değil. Elbette bunu deneyebilirsin, ama bir işe yaramaz. İnsanların başkalarının koyduğu kurallara uymaları hayata saygı duymakla aynı şey değildir. Hayata saygı duymak istersen, bir sınır belirlemen gerekir. Demek zamanın önemi yok, ama yerin var? diye sordum yeniden. Bu herhangi bir yer değil, John, bir buluşma yeri. Artık tramvayları olan şehirler pek kalmadı, değil mi? Burada, gecenin birkaç saati dışında, tramvayların sesini hep duyabilirsin. Uyumakta bir sıkıntın var mı? Lizbon'un merkezinde tramvay sesi duyamayacağın

12

hemen hemen hiçbir sokak yok gibi. 194 numaralı tramvaydı, değil mi? Her çarşamba Doğu Croydon'dan Güney Croydon'a gider gelirdik. Önce Surrey Caddesi'ndeki çarşıda alışverişimizi yapar, sonra Davies Palas Sineması'na giderdik, hani adam çaldıkça renk değiştiren elektronik orgun olduğu yere. 194 numaralı tramvaydı o, değil mi? Org çalan o adamı tanıyordum, dedi annem, kereviz alırdım ona pazardan. Etyemezsin, ama böbrek de alırdın. Baban severdi kahvaltıda böbrek yemeyi. Leopold B l o o m gibi. Bilgiçlik taslama! Burada etkilenecek kimse yok. Sen her zaman tramvayın üst katında, önde oturmak isterdin. Evet 194 numaralı tramvaydı bindiğimiz. Ü s t kata çıkarken de hep sızlanırdın: Ah bacaklarım, zavallı bacacıklarım! Üst katta oturmayı severdin, çünkü orada tramvayı sen sürerdin, benim de seni sürerken seyretmemi isterdin. Köşelere bayılırdım! Lizbon'daki raylar da aynı, John. Kıvılcımları hatırlıyor musun? Evet, o nalet yağmurda. En güzeli de sinemadan sonraki dönüştü. Senin kadar ciddi birini de hiç görmedim, öyle koltuğunun ucuna oturmuş. Tramvayda mı? Hem tramvayda, hem de sinemada. S e n de çoğu zaman ağlardın sinemada, dedim ona. Elini gözlerine bir götürüşün vardı senin de.

13

Ama çok geçmeden senin tramvaydaki o hallerin yüzünden vazgeçtim o alışkanlıktan. Yok yok, sen gerçekten ağlıyordun, çoğu haftalar. Sana bir şey söyleyeyim mi? Sanıyorum, şu aşağıdaki Santa Justa kulesine dikkat etmemişsindir sen? Lizbon Tramvay Şirketi onun sahibi. İçinde bir asansör de var, ama asansörün kimseyi bir yere götürdüğü yok aslında. İnsanları alıp yukarı çıkarıyor bu asansör. Oradaki platformdan çevreye bakıyorlar, sonra aşağı iniyorlar. Tramvay şirketinin kulesi. Bak John, bir film de aynı şeyi yapar. Seni alır çıkarır, sonra da aynı yere geri getirir. İnsanların sinemada ağlamalarının bir nedeni de bu. Ben sanıyordum ki... Bırak sanmayı! Bilet alan ne kadar insan varsa, sinemada ağlamanın da o kadar nedeni vardır. Annem alt dudağını diliyle ıslattı, ruj kullandıktan sonra hep yapardı bunu. Mâe d'Agua merdivenlerinin üst tarafındaki çatı katlarından birinde kurutmak için çarşaflarını asan bir kadın şarkı söylüyordu. Kadının kederli bir sesi vardı, çarşaflar da bembeyazdı. Lizbon'a ilk geldiğimde, dedi annem, Santa Justa'daki o asansörle aşağı indim. Onunla hiç yukarıya çıkmadım − anlıyor musun? Aşağı indim. Hepimizin yaptığı gibi. Onun için yapılmış o. İçi birinci mevki tren vagonları gibi ahşap kaplama. Yüz kişi vardık içinde. Bizim için yapılmış o asansör. Yalnızca kırk kişi alıyor, dedim. Bizim hiç ağırlığımız yok. Biliyor musun ilk ne gördüm ayağımı asansörden dışarı atar atmaz? Dijital fotoğraf makinası satan bir dükkân!

14

Annem ayağa kalktı, yeniden merdivenden yukarı çıkmaya başladı. Nefes almakta biraz güçlük çektiği için, her adım atışta kendini rahatlatmak amacıyla dudakları arasından ıslık sesi çıkarır gibi bir soluk çıkarıyordu. Bana ıslık çalmayı öğreten de oydu. Sonunda merdivenin başına ulaştık. Şimdilik Lizbon'dan ayrılmıyorum, dedi. Şimdilik bekliyorum. Bunun üzerine dönüp daha önce oturduğu banka doğru gitti. Meydan da hissedilir derecede sessizliğe büründü, o kadar sessizleşti ki, sonunda annem de gözden kayboldu.

Ondan sonraki birkaç gün annem hiç ortaya çıkmadı. Ben de şehri dolaştım, etrafı izledim, desen çizdim, okudum, insanlarla konuştum. Onu aramıyordum. Ancak, zaman zaman yarım yamalak gördüğüm bir şey bana onu hatırlatıyordu. Lizbon'un görsel dünyayla başka hiçbir şehre benzemeyen bir ilişkisi vardır. Bir oyun oynar Lizbon. Meydanları ve caddeleri beyaz ve renkli taşlarla döşenmiş desenlerle süslüdür, öyle ki, bunları yol değil tavan sanırsınız. Nereden bakarsanız bakın, duvarları hem içerden, hem dışardan ünlü azulejos çinileriyle kaplanmıştır. Üstelik bu çiniler dünyada görülmeye değer, dillere destan şeyleri anlatır: kaval çalan bir maymun, üzüm toplayan bir kadın, dua eden azizler, denizlerdeki balinalar, gemilerine binmiş haçlılar, kilise bitkileri, kavga eden saksağanlar, sarmaş dolaş sevgililer, evcil bir aslan, leopar gibi benekleri olan bir müren balığı. Şehrin bu çinileri dikkatleri görünene,

15

görsel olana çekiyor. Duvarlardaki, yerlerdeki, pencerelerin ve merdivenlerin çevresindeki bu süsler aynı zamanda başka bir şeyi, görünenin tam tersini de söylüyorlar. Bu çinilerin ince çizgili beyaz seramik yüzeyleri, canlı renkleri, onları birleştiren harç çizgileri ve tekrarlanan desenleri, bütün bunlar arkalarında ya da altlarında sonsuza kadar ortaya çıkmayacak bir şeyi gizledikleri gerçeğini dile getirmiş oluyor! Dolaştıkça bu çiniler ne olduğunu açıklamaktan çok gizleyen bir kâğıt oyunu oynuyorlarmış gibi göründü bana. Her elden, her partiden sonra dolaşıp merdivenleri tırmanırken annemin pasyans açışı geldi aklıma. Şehrin üzerine kurulduğu tepelerin sayısı konusunda anlaşılan kimse fikir birliğine varamıyor. Kimileri yedi tepe, diyordu, Roma gibi. Başkaları buna karşı çıkıyordu. Bu tepelerin sayısı kaç olursa olsun, şehir merkezi her yüz metrede alçalıp yükselen sarp, kayalık bir arazi üzerine kurulmuştu. Yüzyıllar boyunca da bu inişli yokuşlu sokaklar baş dönmesini önlemek için merdivenler, sığınılacak özel boşluklar, sahanlıklar, çıkmaz sokaklar, perde gibi inen çamaşırlar, yere kadar inen pencereler, küçük avlular, parmaklıklar, pancurlar gibi akla gelebilecek her çareyi bulmuşlardı. Bunların hepsi sizi güneşe ve rüzgâra karşı koruyor, içerisiyle dışarısı arasındaki ayrımı anlamayı güçleştiriyordu. Hiçbir şey annemi bir uçuruma elli metreden fazla yaklaşmaya ikna edemezdi... Alfama mahallesindeki merdivenli yokuşlar, taraçalar ve kurutulmak için asılmış çamaşırlar arasında yolumu ç o k kaybettim.

16

B i r keresinde Londra'dan çıkmaya çalışırken yanlış yola sapmıştık. Babam arabayı durdurup bir harita açtı Çok, çok fazla batıya doğru gidiyoruz, dedi annem. Benim çok iyi yön duygum vardır; bir frenolojist kaç kere söylemişti bana. Buraya dokunup anlamıştı bunu. Annem başının arkasını gösteriyordu. Saçları çok inceydi, bundan da hiç memnun değildi. Benim yön duygumun burada olduğunu söylemişti. Hiç kimse artık frenolojiyi ciddiye almıyor, diye sert bir sesle karşı çıktım anneme arabanın arkasından. Bir avuç kriptofaşist onlar. Neden öyle söylüyorsun? B i r insanın yeteneklerini pergelle ölçemezsin ki. Hem sonra nerden almışlar o ölçüleri? Elbette Yunanlılardan. Onlar Avrupalı bile sayılmaz. Irkçı bunlar. Benim başımı inceleyen Çinli'ydi, diye mırıldandı annem. Bütün insanları sadece iki kategoriye ayırdı bunlar, dedim, safkan ve soysuz diye! A m a benim hakkımda söyledikleri doğruydu! Benim yön duygum iyi! Fazla gittik bence, ç o k daha önce, o zavallı topal adamı gördüğümüz yerde sola sapmamız gerekiyordu. Artık böyle devam edelim, geri dönmenin bir anlamı yok − çok geç artık. Bundan sonraki ilk dönemeçte sola saparız, sapabilirsek. Çok geç a r t ı k ! onun en çok kullandığı sözlerden biriydi. Bu sözü duyunca her zaman öfkelenirdim. Önemli önem-

17

siz herhangi bir olay yüzünden çıkıverirdi ağzından bu kelimeler. Oysa bu sözün o olayla bir ilgisi yoktu; daha ç o k zamanın katlanarak geçişiyle ilgiliydi. Buna da aşağı yukarı dört yaşındayken dikkat etmiştim. Zaman akıp giderken bazı şeyler korunuyor, bazıları da kaybolup gidiyordu. Annem bu üç kelimeyi yavaşça, duygusuzca, neredeyse bir şeyin fiyatını söylermişçesine telaffuz ederdi. Benim öfkem bir ölçüde de onun bu dinginliğinden kaynaklanırdı. Belki de onun bu dinginlik örneği davranışıyla benim öfkemin birleşmesi daha sonra benim tarih çalışmamın bir nedeni oldu. Bunu Alfama mahallesinde karavan büyüklüğünde bir barda bir acı kahve içerken düşündüm. Oradaki öbür adamlara baktım. Hepsi de ellisinin üstünde, aynı şekilde yıpranmış insanlardı. Lizbonlular sık sık saudade dedikleri bir duygudan, bir ruh halinden söz ederler. Genellikle nostalji diye çevrilir bu kavram, ama yanlıştır bu karşılık. Nostalji' de bir rahatlık, hatta Lizbon'un hiçbir zaman sefasını süremediği bir çeşit tembellik vardır. Viyana'dır nostaljinin başkenti. Bu şehirse hâlâ, her zaman olduğu gibi, nostaljik olamayacak kadar pek çok rüzgâra açık bir şehirdir. İkinci fincan kahvemi içerken ve orada hikâyesini bir deste zarfı düzenlermiş gibi eksiksiz olarak anlatan sarhoşu seyrederken saudade'nin çok geç sözünün fazla dingin bir şekilde söylenişini duymanın yarattığı bir öfke olduğuna karar verdim. Fado da bu duygunun unutulmaz müziğiydi. Belki de Lizbon ölüler için özel bir durak yeriydi, belki de ölüler burada kendilerini başka bir şehirde olduğundan daha çok gösterebiliyorlardı. Lizbon'u büyük bir tutkuyla seven İtalyan yazar Antonio Tabucchi de burada ölülerle koca bir gün geçirmişti.

18

Ertesi pazar o geniş Praça do Comércio'dan geçerek B a i x a mahallesine gittim. Baixa eski şehrin düz ve alçak olan tek bölgesi. Üç yanı ünlü tepelerle çevrili bu bölgenin dördüncü yüzü, suları belli bir ışıkta altın gibi parladığı için Hasır Denizi diye bilinen Tagus'un halicine bakıyor. On beşinci yüzyılda Lizbon'un denizcileri, tüccarları, köle tacirleri buradaki iskelelerden Afrika'ya, doğu ülkelerine, daha sonra da Brezilya'ya gitmek üzere yola çıkarlarmış. Lizbon Atlas Okyanusu'na meydan okuyarak altından Kongo' dan getirilen kölelere, ipekten elmas ve baharata kadar her türlü ticareti yapan Avrupa'nın en zengin başkentiymiş. Her elmaya iki karanfil sokuştur, derdi annem, sonra fırında onları e s m e r şekerle pişiririz. Onun bakmadığı bir anda ben elmayı daha lezzetli yapar diye üçüncü bir karanfili de sokuştururdum. Annem bu üçüncü karanfili görürse, hemen çıkarır, onu yeniden kavanoza koyardı. Bunlar Madagaskar'dan geliyor, diye bir açıklama yapardı. Sakla samanı, gelir zamanı! Bu da onun nakarat gibi kullandığı deyimlerinden bir başkasıydı. Ama "Sakla samanı, gelir zamanı!" "Çok geç artık" gibi bir hayıflanma değil, bir uyarıydı. Praça do Comércio'da yürürken bunun nasılsa burası için geçerli bir uyarı olduğunu düşündüm. Bu alanın boyutları ve yansıttığı geometrisi gerçekleştirilemeyecek bir düşle ilgiliydi. 1 7 5 5 Kasımı'nın ilk haftasında ölümcül bir deprem, onun ardından gelen büyük dalgalar ve ç ı k a n yangınlar Lizbon'un üçte birinin yanıp yıkılmasına, orada yaşayan on

19

binlerce insanın ölümüne yol açmış. Ardından kıtlık, hastalık ve yağmacılık baş göstermiş. Yangınlar sürüp giderken, insanlar yırtık pırtık giysiler içinde dolaşırken, birtakım çapulcular da küller ve yıkıntılar arasından yağmaladıkları elmasları alıp satmışlar. Lizbon'un üzerindeki mavi göğe ve Hasır Denizi'nin altın parıltısına karşın her yerde bu günahın cezasının çekildiğinden söz ediliyor. Ve ertesi yıl Marqués de Pombal yeni bir Sağduyu ve Simetri şehrinin düşünü kurmaya başlamış. Bütün Avrupa' daki filozofların iyimserliğini ve adalet duygusunu sarsan bir yıkımdan sonra yeniden kurulacak Lizbon şehri yalnızca oraya akan zenginliğin garantiye alacağı bir refah ve güvenlik vaat edecekmiş! B i r bankerin düşlediği caddelerin düzeni, saydamlığı, koşutluğu ve güvenilirliği, elifi elifine tutulan hesaplara denk düşecek, uçsuz bucaksız Praça do Comércio bu şehri bütün dünyanın ticaretine açık tutacakmış... Oysa on sekizinci yüzyılın ikinci yarısında Lizbon ne Manchester olabildi, ne de Birmingham. Sanayi Devrimi ise başka yerde başlamıştı. Portekiz'in Batı Avrupa'nın en yoksul ülkesi durumuna düşmesine yol açacak çöküş daha o dönemde kendini göstermişti. Praça do Comércio'da ne kadar çok insan olursa olsun, bu alan her zaman yarı boş görünüyor.

Annem cüzdanında az para bulundururdu. Kendisi para alıp verirken hareketleri yalın ve belirgindi. Belli amaçlar için ayırdığı bir parayı başka bir yere harcamamak için ya

20

değişik zarflara ya da şifoniyerindeki çekmecelerden birine koyardı. Bir keresinde çalışan bir kadının aylık ücretinin üçte biri sayılan bir on şilinlik banknot kaybetmişti. Gitti! diye inledi annem. Gitti! Sanki kâğıt para gitmeye karar vermiş, sanki annem ona iyi bir yuva sağlamışken, o nankör bir hayvanmış gibi kaçmıştı. Gitti! Annem ağladığı zaman, yüzünü benden başka bir yana çevirmeye çalışırdı. Belki beni korumak için yapıyordu bunu, ama gözyaşları aynı zamanda onu başka zamanlara, benim doğumumdan öncesine götürdüğü için de böyle yapardı. O ağlarken ben beklerdim, uzun bir trenin hemzemin bir geçitten geçip gitmesini beklediğin gibi. Bir süre sonra gözlerini kurutup, İdare ederiz, dedi. Yapmamız gereken tek şey elimizdekini çarçur etmemek. Artık Rua Augusta'ya, bankerin düşlediği o geniş caddelerden birine gelmiştim. Günlerden pazar olduğu için gözlükçüler, berberler, seyahat acenteleri, deniz sigorta büroları kapalıydı. İnsanlar aileleriyle, arkadaşlarıyla öğle yemeğine gidiyorlardı. Birçoklarının ellerinde gittikleri yerlere götürdükleri şekerleme paketleri, özenle sarılıp fiyonklu kurdelelerle bağlanmış pazar hediyeleri vardı. Rua da Conceiçâo'nun köşesinde toplanan bir kalabalık kaldırımda durmuş Madalena kilisesine bakıyordu. Ben de beklemeye karar verdim. Görünürde trafik yoktu. Tramvaylar bile durmuştu. Derken caddenin ötesinde bağrışan insanların sesini duydum. Sonra Madalena yönünden gelen 150 koşucu belirdi. Birbirlerini geçmeye çalışmadan, gürültüsüzce birbirlerini destekleyen bu insanlar bir arada düzenli olarak koşuyorlardı. Kadın, erkek, yeniyetmeler, yetmişlikler, hepsi-

21

nin başı dik, bazıları soluğu kesilen at gibi kişneyerek koşan bir kalabalık. Geniş adımlarla, tramvay rayları arasındaki kaldırım taşlarında yavaş ve düzenli bir ritimle koşuyorlardı. Koşanları daha iyi görmek isteyen bir çocuk beni arkamdan itti, ben de hafif yana çekildim. Koşuculardan bazılarının yumrukları sıkılmış, ötekilerininkiler ise açıktı. Kadınlar ellerini aşağı yukarı kalçaları düzeyinde tutuyorlar, erkeklerse daha çok göğüs hizasına kadar kaldırıyorlardı. Beni arkamdan iten çocuk bir de baktım annemmiş. Hemen elimden tuttu. Annemin elleri hayatı boyunca hep soğuktu. Kimse bu yarı maratonu tamamlayıp tamamlayamayacağını bilmiyor, diye fısıldadı annem. Bunu denemeye kalkmamaları da onların gizlerinin bir parçası! Sihirli sayı on yedi. Hepsinin şu anda kendi kendilerine söyledikleri şu: On yedinci tura kadar koş! K a ç tur yaptılar şimdiye kadar? On. Bu onuncu tur. On yediye varmak için daha yedi turları var. On yedinci turdan sonra dört tur daha var ki, işte o zaman midelerinin altına kramp girme tehlikesiyle karşılaşıyorlar. Son dört turda başlarının çaresine bakmaları gerekiyor! Sen onları düşünme, onlar seni aşmış durumdalar. Bak şu adamın yüzüne, bak harcadığı çaba yüzünden suratı nasıl gerilmiş. Gerginlik bir gülümseyişe dönüşmüş sanki. O gülümseyişi de adının bir göstergesi! Adı ne adamın? Costa. Bravo, Costa! Kadının adı ne?

22

Madalena! Hepsinin adlarını biliyor musun? B a k Madalena'nın yüzü de gergin. O da gülümsüyor! Bravo, Madalena! B i r adamın tişörtünün üzerinde Luiz yazıyordu. Altta kalmamak için ben de Luiz! diye bağırdım. J o s é , Dominique! diye bağırdı annem. Hepsi gülümsüyor! dedim. Burası kendi kendinin canına okuyan bir şehir değil, evlat. B e n onun için buradayım. Anneme baktım. O da gülümsüyordu, gözlerinin çevresinde o kadar çok kırışık vardı ki, yaşlı kadın yüzü buruşturulmuş bir kâğıt parçasına benziyordu. Sonra az önce söylediklerini yineledi: Kendi kendinin canına okuyan bir şehir değil, bunu bilir bunu söylerim. Sesi değişmişti. On yedi yaşında birinin sesi olmuştu sesi. O yaşta olmanın bedensel güveni ve arsızlığı vardı bu seste. Böyle bir arsızlık dille başlar. Bunun insanın ne söyleyip ne söylemediği, utangaç ya da pişkin olmasıyla bir ilgisi yoktur. Dilin küstahlığı kendi ucuyla, kendi beyaz dişleriyle hiçbir şey söylemeden de belirir. Ya da hiç beklenmedik bir anda olmadık bir önerinin arsızlığı bir başkasının ağzından, bir erkek ya da kız çocuğunun ağzından dökülüverir. Anneme baktım. Onun on yedi yaşından bu yana yüz yıl geçmişti. Chiado yönüne doğru yürüdük, birden o anda, "Cennet Pastırması" denen bademli ve kremalı bir tart olup olmadığını sormak için kendimi bir fırında buldum. Tatlı, badem ezmesine benzeyen ve pastırmayla ilgisi olmayan bir tart

23

bu. Toicino do Ceu. Annem dışarıda bekliyordu. İstediğim tart varmış. İki porsiyon aldım. Fırıncının karısı da Hasır Denizi renginde bir kurdeleyle bağlayarak hediyelik bir paket yaptı. Dışarı çıktım. En sevdiğim şey. Nerden bildin bunu? diye sordu annem on yedi yaş sesiyle. Her öğleden sonra bir tane Toicino do Ceu yerim, diye ekledi. Praça de Luiz de Camöes yakınlarında mavi ve beyaz azulejos'la

süslenmiş bir kahve bulduk.

Bu çinilerin üzerindeki mavi, Reckitt'in mavisiyle aynı, dedi annem. Her küçük paket bu mavi renk kâğıtla sarılmıştı. Çarşafların suyunu sıkmak için çamaşır mengenesini sıkarak sana yardım ettiğimi hatırladım şimdi. Çamaşırları sıktıktan sonra her yer sular içinde kalırdı. Ama yer bezleri vardı. Okula başlamadan önce bana epeyce yardımın olurdu. Okula daha başlamadığım yıllarda hiçbir şeyin sonu gelmezdi. Biliyor musun çocukluğumdaki en olağanüstü şey neydi? Özyaşamöyküsünü yazan biri gibi konuşuyorsun. Yapma bunu! Neyi yapmayayım? İster istemez yanlışlar yapacaksın. Çocukluğumdaki en olağanüstü şeyin ne olduğunu bilmek istemiyor musun? Söyle bakalım. Senin barometren! Babanın masasının yanındaki mi? Nereye taşınsak onu da yanımızda götürürdük. Baban alet kutusunu çıkarır, ba-

24

rometreyi duvara vidalardı. Kimbilir k a ç kere yaptı bunu. Unuttum şimdi. B i r evlilik hediyesiydi o. Öyle olduğunu yazan metal bir plaket var üzerinde. İzciler özel olarak yazdırmışlar. 6 Şubat 1926'da evlenmişsiniz, ben de aynı yılın 5 Kasımında doğmuşum! Plakette bu yazmıyor! Bunu nerden bilsinler? Ben senin ana rahmine düşüşünü saniyesi saniyesine biliyorum. Herhalde Paris'te nikâh gecenizde peydahlandım ben. Aradaki zaman tam dokuz ay oluyor! Bayılıyordum Paris'e. İlk gördüğümden beri Paris'i ç o k sevdim. Biliyorum. Yastık kılıfları, Moliere'in heykeli! Neden şimdi orada değilsin, öyleyse? Paris'i seçebilirdin. Bütün hayatın boyunca balayını yaşayamazsın ki! Haklısın, anne, ama bütün ölümün boyunca yaşayabilirsin belki! Bu sözüm onu yaşaran gözlerini kurutmak zorunda kalana kadar güldürdü. Gümüş bir kahkahaydı bu, Elhamra' daki süslü fıskiyeden yükselen su gibi. Barometre hâlâ çalışır durumda, dedim. İyi bir markaydı. Daha birkaç ö m ü r boyu dayanır. Her gün gider ona bakar, camına yumruğunla vurur, yeniden bakıp, Yükseliyor! ya da ertesi gün, Alçalıyor! diye bize haber verirdin. Hiç olduğu yerde duran bir barometre gördün mü? Evet, Afrika'da. Biz Afrika'ya gitmedik, değil mi?

25

Biliyor musun anne, ben neye inanıyordum? Annem alt dudağını burnuna doğru çıkararak yeniden güldü. Barometreyi silip parlatırken seyrederdim seni. Sonra vururdun barometreye, hem de bir kere değil, üç, dört, beş, altı kere. Sonra yüzündeki gülümsemeyi görürdüm. Bilirdim ki, havanın nasıl olacağı konusundaki bilgileri değiştirmişsin! Barometrenin ibresi kayacak, tahmin değişecekti. İbre AÇIK yazısına daha ç o k yaklaşacak,

DEĞİŞKEN'den

uzaklaşacaktı. Başka günlerde de, beklediğin mektup gelmemişse, ya da genel kütüphaneden alıp okuduğun kitap hoşuna gitmemişse, barometrenin camına hızla vurur, ibrenin FIRTINA yazısına yaklaşmasını sağlardın. Bu tahmin de hiç şaşmazdı. İbre FIRTINA'yı gösteriyorsa, hava da fırtınalı olurdu. Demek havanın denetimim altında olduğuna inanıyordun? Evet. Birçok şey denetimim altındaydı. Öyle davranmam gerekiyordu. Ben hiç değildim ama! Sende denemedim denetimimi. Öyle m i ? İnsan denetimden çıkma tehlikesi olan bir şeyi denetim altına almaya çalışır, diyeceğim önceden denetim altında olan bir şeyi. Seni işin başından yalnız bıraktım. Ben de yalnız hissettim kendimi. Beni ç o k şaşırtan bir şey ama, evlat, özgürdün sen. Ama hep beni korkutan şeyler oldu. Hâlâ da korkuyorum.

26

Elbette. B a ş k a nasıl olur? Ya korkusuz olursun, ya da özgür, ikisi birden olmaz. Ama anne, ikisi birden olmak elbette bütün felsefelerin amacı. Seni o yere getiren felsefe değil ki. Annem en sevdiği tartı azar azar kemirmeye başladı. Pek ender olarak sevgi getirebilir insanı oraya, diye ekledi. Sen sık sık ulaşabildin mi oraya? Bir-iki kere. Bunu söylediği zaman gülümsedi. Bu gülümseyişin yanı sıra söylenmemiş bir de parola vardı. Biliyorsun, değil mi? dedim. Senin cenazenden sonra hepimiz senin babamla karşılaşmadan çok önce evlenip boşandığını öğrenmiş, çok da şaşırmıştık. Temizlik işinde her şey açığa çıkar! dedi annem. Birbirimizi çok sevmiştik, ilk kocamla ben. Öyleyse neden boşandın? Çünkü ben çocuk sahibi olmak istiyordum! Kremalı parmağıyla beni gösterdi. İkinizin de nasıl bir şey olacağınızı bilmiyordum, ama çocuk istiyordum. O da istemiyordu? Onunla yıldızlara bakardık biz. Benim de acelem yoktu. Ancak on yedi yaşındaydım. Aslında on altı yaşındaydım ona rastladığımda − 1909'da, Maeterlinck'in Mavi Kuş'unu okuduğum yıl. Ona Tate Gallery'de rastladım. Her pazar oraya Turner'ın suluboya resimlerini görmeye gidiyordum. Beni birlikte çay içmeye davet etti −o günlerde pek kahve bulunmuyordu- sonra bana Turner'ın yaşlı bir adam olarak gizli hayatını anlattı. Ben onu da yaşlı biri sanıyordum −

27

oysa o şimdi senin olduğunun yarı yaşındaydı. Onun da gizli bir hayatı olup olmadığını merak ediyordum. Ertesi pazar bana Miriam'ın hikâyesini anlattı. Kutsal Kitap'taki hikâyeyi mi? Her ikisini de. Hem Kutsal Kitap'takini, hem de benim hikâyemi. Biliyor musun? Bana Miriam diyen ilk insan oydu! Evde bana hep Mim derlerdi. Babamın gözetimindeki ahırı ve ambarın atlarını bırakıp Mim olmuştum. Vauxhall Köprüsü nü geçtim, Thames'in öbür kıyısında beni karşıladığı yerde birden Miriam oldum. Onunla ne zaman evlendin? Hindistan'dan dönmüştü, onunla evlenirsem, bu onu tutmanın da yollarından biri olabilir diye düşündüm. Dokuz yıl da tuttum onu. Dokuz yıl boyunca çok mutluydu Miriam' ıyla. Çalışmıyor muydu? Her şeyi merak eden biriydi, sorular sorardı. Onunla konuşabilmek için okudum, öğrendim. Bazen bütün gece konuşurduk. Beni uyandırır, bahçeye çıkarırdı. Büyük bir bahçemiz vardı, bahçenin dibinde de Seneca'nın bir büstü. Bizi kimse göremezdi. Orada Adem'le Havva gibi durur, güneşin doğmasını seyrederdik. Adem'le Havva gibi? Çırılçıplak. Ev nerdeydi? Croydon'da Croydon'da mı! diye bağırdım şaşkınlıkla. Susss! Bağırma, herkes bize bakacak, insanlar bağırmaz bu şehirde. Hâlâ hatırlıyorum o heykelin altında oturup ezberlediğin o sözleri: "Jüpiter'e meydan okumak isti-

28

yorsan, onun hiçbir şey istemediği gibi, sen de hiçbir şey istememelisin!" Jüpiter hiçbir şey istemiyordu, ama sen artık çocuk istiyordun! Bayağılaşma. Alfred tapıyordu bana. Anlıyor musun? Benim kendimi ç o k güzel hissetmemi sağladı o. Baban daha erkeksi bir erkekti. Charles uzaktan tapardı bana. Babam karşılaştı mı onunla? Boşanmamızdan sonra Alfred evini terk etti ve serseri oldu. Senin için zor olmuş olmalı bu. O böyle istemişti. Onu görmeye devam ettin mi? Hâlâ görüyorum onu. Şimdi seni gördüğüm gibi. Burada, Lizbon'da mı o da? İnsanlar içinde doğruca cennete gidecek biri varsa, o Alfred'dir. Bir azizdi o. Azizlerle birlikte yaşamak kolay değildir. Ama o bir azizdi. Hayır, o Lizbon'da değil. Sanırım onu bir kere gördüm ben. Olamaz! Bir gün Croydon'da beni büyük bir mağazaya bırakmıştın. Kennards'a! Kennards'ın oyuncak bölümüne bırakmıştın beni. Trenleri seyretmeye bayılırdın. O yeni elektrikli trenleri, kurulanları değil. Beni oyuncak bölümüne götürmüş, John, demiştin, burada bekle, ben fazla uzaklaşmayacağım. Ben de beklemiştim. Trenler sanki gittikçe yavaşlıyorlardı. Fazla merak etmemiştim, ama e p e y c e vakit de geçmişti. İşaretlerin renkle-

29

ri belki de bin kere değişmişti. Sen döndüğünde, çok heyecanlı görünüyordun; sanki koşarak gelmiştin. Hemen asansöre binip alt kata indik. Dışarda, mağazanın arkasındaki sokakta, bir adam kaldırımda durmuş, yolumuzu kesmişti. Sen mendilini yüzüne götürmüştün. Adamın üstündeki elbiseler iplerle tutturulmuştu. Uzamış bir sakalı vardı. Ya o bakışları! Gözümü yüzünden bir türlü ayıramıyordum. Alfred! diye fısıldadı annem mavi, beyaz azulejo'lu kahvede. Senin iki katın kadar iri biriydi, dedim, o hırpani hali onu daha da iri gösteriyordu. Daha sonra ne oldu, hatırlıyor musun? Sana bir paket içinde bir şey verdi. Birtakım mektuplardı onlar. Artık sokakta yaşadığı için onları koruyabileceği bir yeri olmadığını söylemişti. Onları yok etmeye de gönlü razı değilmiş, bu yüzden bana geri verdi. Hâlâ duruyor mu o mektuplar? Annem başını salladı. Yaktım onları. Eve döner dönmez yaktım. Adam daha sonra kirli elini uzatıp saçımı okşadı ve sana, Bakılması gerek bu çocuğun, dedi. Annem azulejo'lu kahvede ağlamaya başladı. Bir şeyin gitmesi gerekiyorsa, diye hıçkırdı, hiç düşünmem. Hâlâ âşıktın ona, değil mi? İnsanı yakıp geçen gözleri vardı, diye mırıldandı annem. Onu gördüğüm an, o öğleden sonra nereye gitmiş olursan ol, onunla birlikte olduğunu anlamıştım. Bunu da kimseye söylemeyeceğime söz vermiştim kendi kendime.

30

Kısa bir süre sonra öldü. Yolda bir araba çarpmış. Sürücü arabayı durduramamış. Onu bir sokak serserisi sanmışlar. Annem yüzünü gizlemek için ellerini yüzüne götürdü. Yalnızca erdemle ya da Seneca'nın dediği gibi bilgelikle yaşamak tehlikeli bir şey, dedi kelimeleri yutarak, bu gerçek erdem olsa da, tehlikeli. İçki gibi bağımlılık yaratıyor insanda. Gördüm ben bunu. Neden bakılması gerek bu çocuğun dedi benim için? Annem ellerini yüzünden çekti. Sana bakıp anlamıştı seni. On yaşındaydın ve ağzın hep açık bakıyordun. Senin çocukların olduğunu biliyor muydu? Ondan hiçbir şey saklamazdım. Öyle acılı bir yüzdü ki, dedim. Bu konuşmamızın ardından uzun bir sessizlik oldu. O arada ikimiz de pencereden bakıp göğün maviliğine karşı evlerin göz alan beyazlığını seyrettik. Annem sonra şöyle dedi: Alfred bana, ben de sana öğrettim. Bir de şunu söyleyeyim sana, Alfred'in yüzünde gördüğün yalnızca acı değildi. Yalnızca acı değildi. Ben şimdi biraz dinlenmek istiyorum. Annem ayağa kalktı, yavaşça tuvaletlere doğru yürüdü.

Tabaklara patates püresi dağıtıyor. B a k ne güzel, yumuşacık, diyor, püreyi çatalla karıştırarak. Başına bir eşarp bağlamış. O yıllarda oturduğumuz çayhanenin mutfağında bütün gün çalışırdı. Sobaların sıcağından rahatsız olurdu, ama parmağına bulaşan ev yapımı şekerli k r e m a y ı e m m e k

31

için elini ağzına götürdüğü zaman gülümsemeden de edemezdi. Tatlılığı pastacılık gururuna yedirirdi, çünkü iyi bir ahçı olduğunu bilirdi. Onu şimdi günlüğünü yazarken görür gibi oluyorum. Her yıl kendine bu cep takvimlerinden bir tane alırdı annem; çoğu zaman da bu defterlerin daha ucuz satıldığı şubat ayını beklerdi. Seçtiği günlüklerin hepsinde sayfalarının yaldızlı ucunda, bir halkaya geçirilmiş bir de küçük, ince kurşunkalem olurdu. B i r sigaradan daha küçük ve daha ince bir kalem −annem o zaman Du Maurier marka sigara içiyordu− bir şey yazmak için arandığımızda genellikle bulabildiğimiz tek kalemdi. Bazen bu kalemle resim de çizerdim. Sakın kalemi geri vermeyi unutma. Kalem her zaman özenle günlükteki halkaya geçirilirdi. Ve annem o kalemle her gün günlük tutar, ender randevularını ve hava durumunu düzenli olarak yazardı. Sabah: yağmurlu. Öğleden sonra: yarı açık.

Annemi bir sonraki görüşümde güneşli bir sabah vaktiydi. Lizbon'un merkezindeki tramvaylar Croydon'daki iki katlı, kırmızı tramvaylara hiç benzemiyor; bunlar küçük balıkçı kayıkları kadar dar ve limon sarısı renginde. Bu tramvayların vatmanları tek yönlü dik yokuşları bir boğazdan geçermiş gibi aşarken ve kör virajları dönerken sanki manivela ya da fren çarkı değil de halat ve gemi dümeni kullanıyorlar. Ama tramvayların birden sarsıntıyla yokuş aşağı inişlerine, silkinişlerine karşın, çoğu yaşlı olan yolcular sanki bir komşularının oturma odasındaymışçasına istiflerini bozmuyor, düşünceli düşünceli oturdukları yerde

32

oturuyorlar. Bazı yerlerde de bu tramvaylar açık pencereleriyle bu oturma odalarının o kadar yakınından geçiyor ki, insan kolayca balkonların birinde asılı duran bir kafese dokunabilir ve küçük bir darbeyle o kafesi sallayabilir. O gün 28 numaralı tramvaya binmiş, Prazeres (Hazlar) yönüne doğru gidiyordum. Prazeres eski bir mezarlığın adı. Buradaki mozolelerin ön kapıları ve pencereleri var. Pencereden içeri, ölülerin yattıkları yere baktığınızda, çoğunda alçak bir masa, bir sandalye, üstü yatak örtülü ranzalar, halılar, fotoğraflar, Meryem Ana heykelcikleri ve yastıklar görebilirsiniz. Bunların birinde halı üzerinde bir çift bale pabucu var. Bir başkasında ise bir bisikletle duvara dayalı bir olta kamışı, onun karşısında da üzerinde küçük bir tabut olan bir ranza... Tramvaya mezarlığa giden hattın öbür ucunda bulunan Gracia mahallesindeki kilisenin önünden binmiştim, tam bir sonraki Bairro Alto mahallesinden geçiyorduk ki, gene annemi gördüm. Dar sokaktaki öbür yayalar gibi, ç a n çalan tramvayın geçebilmesi için bir mağazanın cephesine yaslanıyordu. Gene de beni gördü ve tramvayın durduğu bir sonraki köşede, tahta perde gibi katlanıp gürültüyle açılan kapıdan muzafferane bir havayla tramvaya bindi, çantasından bir bilet çıkardı, her zamanki şemsiyesini bir baston gibi kullanarak gelip yanımda durdu ve koluma girdi. Başka bir yaşlı kadının ayaklarının dibinde oturan bir köpek kuyruğunu sallıyor, sallanan kuyruk tramvayın döşemesine çarpıyordu. Tramvayın tahta kapıları kapandı. Tramvayın kalkıp hız kazanabilmesi için elektrik motoru inler gibi bir ses çıkardı. Annem sesini çıkarmadan durdu, yalnızca bana üzerinde "Colombo Shopping Centre" yazı-

33

lı bir naylon poşet verdi. Bir sonraki durakta, tramvayın tahta kapıları yeniden açıldığında, Sanırım çarşıya gidiyoruz, dedi. Evet, dedim, niyetim buydu. Benim evet dediğimi duyunca, on yedi yaşındaki gülüşüyle güldü. Bir dakika sonra iniyoruz, dedi, bundan sonra Mercado da Ribeira'ya kadar yokuş aşağı gideceğiz. İçerden bakılınca M e r c a d o da Ribeira bir pagodaya benziyor, oyma taş, cam ve metalden yapılmış bir pagodaya. Bu binanın yapımında çözülmesi gereken sorun içeriye hem ışık girmesi, hem de bu alanın yazın sıcağından korunması olmuş olmalı. Binayı yüksek yaparak, ışığın da yandan girmesini sağlayarak böyle bir çözüm bulunmuştu. Kasaplık etlerin çengele asılı olduğu yerde bile şaşılacak kadar az sinek var burada. Annem hafifçe sekerek, şemsiyesini neredeyse yere hiç değdirmeden, sebze ve meyve tezgâhlarının yanından geçip beni balıkçıların bölümüne götürdü. Lizbon'a Mercado da Ribeira yüzünden gelmeyi seçtiği geçiyor aklımdan. Büyük balık pazarları garip yerlerdir, çünkü bunlardan birine girdiğinizde kendinizi bambaşka bir âlemde bulursunuz. O üzeri taşlı denizkestaneleri, ıstakozlar, yılan balıkları, kalamarlar, morinolar, kalkanlar, burada, zaman ve mekânın, uzun ömürlülükle acının, aydınlıkla kararlığın, uyanıklıkla uykululuğun, bir şeyi tanımakla ona kayıtsız kalmanın ölçülerinin bambaşka olduğunu size durmadan hatırlatırlar. Sözgelimi balıkların büyümeleri hiç bitmez; ne kadar yaşlanırlarsa, o kadar irileşirler. İki metre boyun-

34

da altmış yaşında bir tırpana çoğu zaman bizim için tümüyle karanlık bir dünyada yaşar. Balıklar hormonları suyun içinde kokularından tanırlar. Ayrıca, fazladan bir altıncı duyguları vardır ki, bu da her türlü titreşime, sese ve a n i sarsıntıya duyarlı, yatay olarak solungaçlarından kuyruklarına kadar uzanan bir çeşit göz kapağının sağladığı b i r özelliktir. Kabuklu hayvan türlerinin sayısı 45 000, bunların hepsi birbirinin yiyeceği, hepsi de birer yiyici. Bu ö t e ki âlemin çağı, görece değişmezliği ve karmaşıklığı insana bir çeşit aşağılık duygusu veriyor. B e n i burada iyi tanırlar, diyor annem, en ufak bir alçakgönüllülük göstermeden. Alçakgönüllülüğe zaten inanmazdı annem. Ona g ö r e alçakgönüllülük sahte bir tavırdı, insanın gerçek niyetini gizlemek için karşısındakine karşı kullandığı bir yanıltma taktiğiydi. Belki de haklıydı. Annem şimdi de bir sepet yengecin önünde duruyor. Bunların koyu renkli kabukları kahverengi kadife gibi h a f i f tüylü. Dokunduğunuzda kıskaçları ne kadar keskinse, bu tüylü kabukları da o kadar yumuşak. Bacaklarında da s a n k i sıvı yağın içinden çıkıp gelmişler gibi mavi lekeler var. Yengeçlerin en iyisi bunlardır, diyor annem. B u r a d a bunlara naralheira felpuda diyorlar.

Felpuda

"kıllı" d e m e k .

B e l i n i doğrultuyor ve daha ö n c e görmediğim bir i f a deyle gözlerimin içine bakıyor. Öldükten sonra epeyce şey öğrendim. Buradayken yararlanabilirsin benden. Sözlüğe bakar gibi ölülere başvurabilirsin. Yüzünün ifadesinde mutlu bir yaramazlık var, ç ü n k ü artık kendisine ulaşılamayacağından emin.

35

Pagodadaki tezgâhların arasından pisilere, ton balıklarına, dülger balıklarına, uskumrulara, sardalyalara, hamsilere, kılıç balıklarına bakarak geçiyoruz Kılıç, diyor annem, gözlerini tavandaki uzak bir noktaya dikerek, küçük burnu havada, kılıç yalnız geceleri gökte dolunay olduğu zaman derinliklerden su yüzüne çıkar! Bütün balık satıcıları kadın. Geniş omuzları, güçlü kolları olan kadınlar. Ayaklarında lastik çizmeler, buz kalıplarını kızgın demir çubukları tutar gibi tutuyorlar. Boyunlarına bağladıkları eşarpları ve yarı alaycı bakışlarıyla çok kadınsı görünüyorlar. Sattıkları balıklara sanki biraz can sıkıcı, uzak akrabalarıymış gibi davranıyorlar. Bu can sıkıntısı biraz da eskisi kadar atik olmamalarından kaynaklanıyor! Annem gri bir karides alıp kokluyor. O sırada bir balığı temizleyen satıcı kadın anneme gülümsüyor. İki yüz elli gram al şundan, diyor annem. Andreas'a söyle tartsın, adı Andreas onun, kocası Küba'da, bir de kızı var uçaklarda hostes. Andreas temizlediği balığı bıçağının ucuyla yavaşça gösteriyor, balığın temizlenen karnında yumuşak bir balık yumurtası var. Parlak, pembe beyaz, kıvır kıvır − tıpkı açılmadan önceki bir yüksükotu. Merlanos, diyor annem. Bıçağın ucu özenle balığın karın boşluğuna doğru iniyor, orada turuncu, tanecikli bir torbaya dokunuyor. O da turuncu, kurumuş bir kayısı büyüklüğünde bir torba. Sert, dişi bir balık yumurtası. Hermafrodit! diye açıklıyor Andreas gülümseyerek. Sonra gene, iyice anlayalım diye yineliyor, Hermafrodit!

36

Parayı verip yolumuza devam ediyoruz, karidesleri yiyip başlarını ve kuyruklarını yere atarak. Başka tezgâhların arasından geçerken birden bir tezgâhta daha ö n c e görmediğim kırmızılıkta bir düzine balık görüyorum. Hiçbir çiçekte, tropikal çiçeklerde bile, rastlanmayan kızıllıkta ateş kırmızısı balıklar. Bunlar Atlas Okyanusu'nun balıkları, diye mırıldanıyor annem. Onların da garip çiftleşme yöntemleri var. Bir kere bunlar on yaşına kadar olgunlaşmıyorlar. Bu da epeyce geç sayılır. Sonra, erkekleri iki ay oruç tutuyor. Sonra çiftleşiyorlar, öbür hayvanlarda olduğu gibi, tohumlar dişi balığa giriyor. Dişi balık da sayıları otuz, elli ya da yüz bini bulan kendi yumurtaları hazır oluncaya kadar bu tohumları içinde tutuyor. Ondan sonra tohumların yumurtalarını döllemesini sağlıyor. Bir süre sonra yumurtalar balığın içinde küçük tırtıllara dönüşüyor. Çiftleşmeden dokuz ay sonra da balık bu tırtılları Atlas Okyanusu'nun dibine bırakıyor. Benim için yaşamak her zaman yazmaktan önce gelmiştir, diyorum. Övünme! Gerçekten. Öyleyse sus. Diyelim ki, şu anda not ettiğim şeyleri anlamıyorum. Anlayan çıkar. Somon balıkları olan bir tezgâhın önünde duruyoruz. Somon babamın en sevdiği yemekti, değil mi? Evet, diyor annem, ama öldükten sonra kılıç balığını daha çok sever oldu. Espadarte! Üst gagası ustura gibi keskin, uzun mu uzun, neredeyse kendi boyunun üçte biri kadar uzun kılıç balığı. Bu ustura gibi keskin ağzıyla da sağı

37

solu biçerek bir vuruşta ardına düştüğü avlarını öldürüyor. Hemingway'in hikâyesinde denize açılan yaşlı adamın boğuştuğu da bir kılıç balığıydı, değil mi? O kitap bana hep babanı ve Büyük Savaş'ta, cephedeki günlerini hatırlatmıştır. Ne ilgisi var? diyeceksin. Her şeyi de açıklayamam ki. Hikâye bana babanı ve savaşı hatırlattıydı. Nedenini açıklayamam işte. Korkusuzlukla ilgili bir şey mi? Onaylayarak başını sallıyor annem. Hiç baban kadar sık ağlayan bir adam görmedim, ama onun kadar korkusuz birine de rastlamadım. Annem gene başını sallıyor. Koluna giriyorum. İşin garibi, John, bu

espadarte'nin

eti −o öbür gümüş

renkli kılıçla karıştırmamak gerekir bunu− bu koca balığın eti zeytinyağlı salamurada yumuşatılıp pişirildi mi, çok yumuşak, çok lezzetli, dünyanın en beyaz eti oluyor. İnsanın ağzında eriyor −çiğnemiyorsun onu− sufle gibi bir şey. Her pişirişimden sonra bir öpücük gibi koyarım babanın tabağına. Onu yemeye buraya mı geliyor? Yok canım. Neredeyse, orada yiyor, beni düşünüyorsa eğer. Tıpkı benim bu yemeği hazırlarken onu düşündüğüm gibi. Şimdi bizim de bir espadarte bulmamız mı gerekecek, yoksa şimdi yaptığımız gibi onu sadece düşünecek miyiz? Sen ne diyorsun? Sana söyledim ya, önce limon suyu ve zeytinyağda yumuşatmamız gerekiyor! Onun için şimdi limon, yeşil biber, bir tane sarı biber, bir de kırmızı biber bulmak zorundayız. Biberleri doğrayıp tavaya atacağız, onlar suyunu koyverince hemen tavaya balığı ataca-

38

ğız. Yalnız bir dilim, 3 0 0 gram kadar bir dilim, fazla da ince olmasın, kılıç balığının yumuşak karnından yanlamasına kesilmiş suluca bir parça. Pişmesi çok kısa sürüyor. Hiçbir zaman fazla pişirmemeli. En iyisi tavaya bir de kapak koymalı. Bazıları kaperi de koyuyorlar yanına, ama ben koymuyorum. Balığı ben alırım, sen git limonla biberleri al.

Annem birkaç gün ortaya çıkmadı. B e n de vapurla Tagus'un karşı kıyısındaki Calilhas'a geçtim. Vapurdan dönüp Lizbon'a bakınca, her büyük bina tanınabiliyor, her mahalle haritada gösterildiği gibi kolayca seçilebiliyor ve adları hatırlanabiliyor, gerideki tepeler sanki şehri sulara, neredeyse denizin kıyısına iterek yakınlaştırmış gibi görünüyordu. En garibi de, bu uzaklıktan bakınca, sanki Lizbon bütün giysilerinden soyunmuş, çırılçıplak kalmıştı. Bunun bulutların gölgelerinden mi, Hasır Denizinden yansıyan güneş ışınlarından mı, yoksa benim de denizcilerin ve balıkçıların yüzyıllardır sevgili Lizbon'larına ya tekrar kavuştukları ya da son bir kez baktıkları bir bölgeye girmiş olmamdan mı kaynaklandığını bilmiyordum. Ertesi gün Atlas Okyanusu'ndan gelen soğuk dalgası yüzünden yağmurlu ve fırtınalı bir hava vardı. Başımı anorağımla örterek Campo dos Mártires da Pátria'dan geçiyordum. Yağmur aralıklı sağanak halinde yağıyor, yağdığında da yakalananları sırılsıklam ediyordu. Bu meydana adı verilen anavatan şehitleri ise burada 1817'de asılarak idam edilmişler. İdam sehpaları şimdiki yuvarlak kavşağın olduğu yere kurulmuş. Asılanların on ikisi de masonmuş. İdam

39

emrini ise Mareşal Beresford vermiş, çünkü o yıllarda, Wellington'un İber Yarımadası Savaşı'ndan sonra bu ülkeyi İngilizler yönetiyormuş. Asılan on iki kişinin suçu cumhuriyetçi ve suikastçı olmakmış. Asılmak üzere gözleri bağlandığında şehir için dua ediyorlarmış. Bu meydan, yuvarlak kavşağı, tramvayları ve ardı arası kesilmeyen trafiğiyle hâlâ garip dualarla dolu. B i r hayvan pazarında sığırlar arasından geçip kendinize nasıl yol açarsanız, burada da dualar arasından öyle yol açıp geçiyorsunuz. Şehitlerin duaları. Meydanın kuzeyinde, Adli Tıp Enstitüsü'nün yanındaki şehir morgunu ziyaret etme gereğini duyanların duaları, yuvarlak kavşağın orta yerine heykeli dikilen adamın, Dr. J o s é Thomas de Souza Martins'in hayırduasını almak için buraya gelenlerin duaları. Bu heykelin çevresinde küçük mezar taşlarını andıran taş tabletler var. Bunlardan bazıları heykelin kaidesine, bazıları da birbirlerine dayanıyor. Aslında bunlar mezar taşı değil, üzerlerinde bir ara birinin sirozunu, birinin bronşitini, birinin basurunu, birinin iktidarsızlığını, bir çocuğun astımını, bir kadının bunalımını, bir başkasının kolitini iyileştiren doktora şükran duaları yazılı... Bu tedavilerin bazıları doktorun sağlığında, bazıları ise ölümünden sonra gerçekleştirilmiş. Meydanda birtakım yaşlı kadınlar doktorun fotoğraflarını satıyorlar. Bu çerçeveli ya da çerçevesiz fotoğraflarda Dr. Martins biraz benim Edgar Amcama benziyor. Babamın ağabeyi olan Edgar Amcam, öğrenmeye hiç ara vermeyen bir bilgin, umutsuzluğa kapılmayan bir idealist, herkesin, bu arada annemin bile başarısız saydığı bir adamdı. Sağ elinin orta parmağında bir siğil vardı. Bu parmakla tut-

40

tuğu kalemiyle yazdığı yüzlerce sayfalık kitabı da ne kimse okumuş, ne de kimse yayımlamıştı. Bu iki adamın yüzlerindeki ortak özellik ağızlarının o garip kararsızlığı − bir z a a f değil de ısırmaktan çok öpme isteği belirten bir kararsızlık bu. Alınlarında da bir benzerlik var, belirgin bir zekânın değil de, sınırsız bir dinginliğin göstergesi olan alınlar. Bugün, ölümünden yüzyıl sonra, Lizbon'da Dr. Martins'i Göklerin ve Yeryüzünün Doktoru olarak anıyorlar. Edgar Amcam da benim için hâlâ gösterişsiz sevginin simgesi. Sert ve nemli bir rüzgâr esiyor, martılar damların üzerinde alçaktan uçuyorlardı. Sanki denizde kimse yokmuş gibi herkes sırtını denize dönmüştü. Yuvarlak kavşağın ortasında kadınlar koyu renk şemsiyelerin altına çömelmiş mum satıyorlardı. Fiyatları belirtilmemiş de olsa, boylarına göre fiyatları olan üç boy mum vardı. En büyükleri otuz santim uzunluğunda, tirşe renginde mumlardı. Doktorun heykelinin yakınındaki iki demir masanın üzerine yanan mumlar dikilmişti. Masaların üstü eriyen mumla kaplıydı ve yeni mumların dikilebilmesi için ucu sivri çubuklar, bunların gerisinde de rüzgârı kesmek için metal bir levha vardı. Durup alevleri seyrettim. Eriyen mumlar akıyor, alevler titreşiyor, bir ejderhanın ağzından çıkıyormuş gibi dalgalanıyor, ama hiçbiri yağmurun ve fırtınanın saldırısına boyun eğmiyordu. Yakında duran siyah şapkalı, çingene yüzlü bir adam koruyucu bir edayla mumlara bakıyordu. Belki rüzgâr yön değiştirdiğinde, alevleri korumak için masaların ya da metal levhanın yerini ona göre ayarlıyor, belki de kötü havalarda üstlendiği bu iş için mum satan kadınlardan küçük bir ücret istiyordu. Yoksa o

41

da benim gibi yalnızca alevlerin direnişi karşısında büyülenmiş, durmuş onlara mı bakıyordu? Az sonra ben de birkaç mum alıp yaksam diye düşündüm. Bunları kimin için yakacağımı biliyordum. Aklımda o an değişik nedenlerle denizde olan üç arkadaşım vardı. En uzun süre yanacakları için büyük mumlardan ald ı m masalardan birine gittim, en yakın çubukların üstüne mumları birer birer diktim. Ö n c e mumlardan birini yanan mumlardan yakıp elimdeki öbür iki mumu onunla yakabileceğim ancak sonra aklıma geldi. Şimdi bu rüzgârda diktiğim mumları bir kibrit çakıp yakmak zor olacaktı, üstelik kibritim de yoktu. Ben yaptığım yanlışın farkına varırken, arkamdan ufak tefek bir kadın bana yanan küçük bir mum uzattı. Arkama bakmadan ve kim olduğundan bir an bile kuşkuya düşmeden mumu aldım. Sonra orada titreşen üç yeni muma büyülenmiş gibi bakarak durdum. Sonunda arkama döndüğümde oradaki şemsiyeli, ufak tefek kadının annem olmadığını görünce büyük bir şaşkınlığa uğradım. Çok, çok özür dilerim, diye kekeledim, sizi annem sandım! Fransızca söylemiştim bu sözleri kadına. Kafam karışınca o dil çıkar ağzımdan. Sanırım sizin kızınız olacak yaştayım, dedi kadın yavaşça, Portekiz aksanıyla Fransızca konuşuyordu. Hâlâ yanmakta olan mumunu kendisine verdim ve başımı eğerek teşekkür ettim. B i r kere yakıldılar mı, ne işe yarıyorlarsa, biz olmadan da o işi yaparlar, dedi kadın. Elbette, elbette, diye fısıldadım.

42

Ne yapacağını bilmeyen bir haliniz vardı. Çok iyi Fransızca konuşuyorsunuz. Paris'te çalışıyordum. Temizlikçilik. Geçen yıl elli beşime gelince, Lizbon'a kesin dönüş zamanı geldi, dedim kendi kendime. Kocam da döndü. Size bir kahve ısmarlayabilir miyim, şu yağmurdan kurtulmak için? Hayır, mumumu dikip evime gideyim ben. Güçlü ama korunmasız yüzünde mavi gözleri vardı. Kocam için bu mum. Hasta mı? Hayır, hasta değil. Bir kaza geçirdi. Çalıştığı damdan düştü. Kötü mü yaralandı? Uzaktaki Hasır Denizi'ne bakarmış gibi göğsüme baktı. O zaman adamın ölmüş olduğunu anladım. Siz de benim gibi bir şemsiye alsaydınız yanınıza, dedi kadın. Sonra ekledi, Mumlarımız biz olmadan da yanacak, ne yapabileceklerse yapacaklar. Yuvarlak kavşaktan ayrılıp trafiğin arasından güçlükle geçerek bir kahve buldum. İçeri girip anorağımı çıkardım, tuvalette bir havluyla yüzümü kuruladım, kendime sıcak, sulu bir rom ısmarladım. K a h v e kalabalıktı, müşterilerin çoğu da kılık kıyafeti yerinde kimselerdi. Sıcak içkimi yudumlarken çevremde Almanca ve İngilizce konuşulduğunu duydum. Buradaki müşteriler oraya yakın elçiliklerde çalışan görevliler olmalıydı. Demek bu sabah Dr. Martins'i görmeye gittin. Bak işte o iyi bir adamdı! Bazılarımız hâlâ ona gidiyor sağlık sorunları için.

43

Onu duyuyorum, ama göremiyorum. Tek başıma oturuyorum masada. Nasıl ona gidiyorlar, arkadaşların? Doktorun muayene saatleri uyuduğu zaman. Ama Dr. Martins yüz yıl önce öldü. Ölülerin de uyuma hakları var, değil mi? Ne gibi sorunları oluyor, muayene için ona giden arkadaşlarının? Çoğunun sıkıntısı umutluluk. Bizde umutluluk, yaşayanlardaki bunalım kadar yaygın. Umutluluğu siz hastalık olarak mı görüyorsunuz? Son evrelerindeki belirtilerinden biri hayata yeniden katılma isteği, bu da bizim için ölümcül bir şey. Peki bir çaresi var mı bunun? Dr. Martins şehitlerle ilgili bir büyü öneriyor! Söylendiğine göre kendisi kadınlara düşkünmüş, diyorum anneme. Sana bir hikâye anlatayım, diyor annem. Bir gün zengin bir kadın kendisini görmesi için gösterişli evine çağırmış onu. Dr. Martins kadını muayene ettikten sonra hizmetçiden kendisine bir bardak su getirmesini istemiş, ama bu su özellikle kilerdeki musluktan doldurulmalıymış. Kendisi kilerin epeyce uzak olduğunu biliyormuş. Hizmetçinin yokluğunda gereken tedaviyi uygulamış. Hizmetçi bardakla suyu getirdiğinde de, suyu içmiş. Zengin kadın hasta yatağından, Doktor, beni görmeye gene ne zaman geleceksiniz? diye sorunca, Doktor Martins şöyle bir düşünmüş, sonra hastasına hemen göz kırpıp, Susadığın zaman, Senyora, demiş ve evden ayrılmış. Annem gülüyor. Çın çın çınlayan bir gülüş, sanki kahve-

44

dekilerin hepsi kadeh tokuşturuyorlar. Kimse bu sesi duymuş gibi davranmıyor. Doktorun Groucho Marx tarafından nasıl canlandırılacağını hayal edebiliyorum, diyor annem.

Davies Ördek

Palas sinemasında ikimiz Operada Bir Gece Çorbası

filmlerini

görmüştük.

Annem

ile

sinemada

dikkatleri üstüne çekmemek için gürültüsüzce gülmeye çalışırdı, çünkü sinemaya gidişimiz bile neredeyse gizlice yapılan bir işti. Gizli ve yasadışı, çünkü Davies Palas'a gittiğimizi ikimiz de kimseye söylemezdik. Bu yasadışı girişimin daha dolaysız bir yanı da annemin sinemaya bilet almadan girmeyi denemesi ve çoğu zaman da bunu başarmasıydı. Halısız dar merdivenlerden ve yangın merdiveni çıkışlarından yararlanarak yapardı bunu. Bütün kitaplarım senin hakkında, dedim birden. Saçmalama! Belki de ben orada olayım, sana eşlik edeyim diye yazdın onları. B e n de seni yalnız bırakmadım. Ama benden başka dünyadaki her şeyle ilgiliydi o kitaplar! Benim hakkımdaki bu küçücük hikâyeyi yazman için şu ana, senin Lizbon'da yaşlı bir adam olmana kadar beklemem gerekti. Kitaplar aynı zamanda dille de ilgilidir; dil ise benim için senin sesinden ayrı düşünemeyeceğim bir şey. Zeki görünmeye çalışıyorsun. Yapma. Sadece beni düşün. O zaman anlarsın dayanma gücünün ne olduğunu. Ancak bir kadından öğrenebilirsin bunu, asla bir erkekten değil.

45

Ya Güney Kutbu'ndaki Scott? Scott'un karısını düşün. Kathleen'di adı. "Kocamın çektiklerinden başka hiçbir şeye üzülmüyorum," demişti Kathleen. Neden benim kitaplarımdan hiçbirini okumadın? Beni başka hayatlara götüren kitaplardan hoşlanırdım ben. Okuduğum kitapları bu yüzden okudum. Ç o k okudum hem de. Her biri gerçek hayatla ilgiliydi o kitapların, ama kaldığım yerden okumaya başladığımda, benim başıma gelenleri anlatan kitaplar değil. Ben okurken, her türlü zaman duygusunu kaybederdim. Kadınlar hep başka hayatları merak ederler, erkekler bunu anlamayacak kadar iddialıdırlar. Başka hayatlar, daha önce senin yaşadığın, ya da yaşamış olabileceğin başka hayatlar. Senin kitaplarınınsa, benim yaşamak değil de, ancak düşlemek isteyeceğim, tek başıma, kendi kendime, hiç kelime olmadan düşleyeceğim başka bir hayat hakkında olmasını umuyordum. Onun için iyi ki okumamışım. Ama camekânlı kitaplıkta görebiliyordum onları. Bu bana yetiyordu. Bugünlerde saçma sapan şeyler yazmayı göze alıyorum. Bir şeyler yazarsın, ne olduğunu da hemen anlayamazsın. Bu hep böyle olmuştur, diyor annem. Bilmen gereken tek şey, yalan mı söylüyorsun yoksa doğruları söylemeye mi çalışıyorsun. Bu ikisi arasındaki ayrım konusunda yanılmayı göze alamazsın bundan böyle.

46

Annem bütün dişlerini çektirmek zorunda kaldığında on üç yaşındaydım. Onu eve taksiyle getirmişlerdi. Yatak odasının kapısında durup bekledim. Sırtüstü yatıyordu, çenesi öne doğru çıkmış, ağzında diş kalmadığı için yanakları çökmüştü. İki şey arasında bir seçim yapmam gerektiğini biliyordum, o anda yapabileceğim yalnız iki şey arasında. Ya bir çığlık atacaktım ya da gidip yanına uzanacaktım. Gidip yanına uzandım ben de. Bundan ne kadar hoşlandığını hemen göstermeyecek kadar kurnazdı. İkimizin de beklemesi gerekiyordu. Birkaç dakika sonra yorganın altından kolunu uzattı ve bileğimi soğuk elinin içine aldı. Gözlerini açmadan öyle durdu. İnsanların çoğu, dedi, gerçekle yüz yüze gelemez. Bu kötü bir şey, ama böyle; çoğu dayanamaz gerçeğe. Sense, John, sanırım gerçekle yüzleşmeyi beceriyorsun, göreceğiz. Zaman gösterecek. Karşılık vermedim. Orada yatağın üzerinde öylece kaldım. Çoğu zaman ne yapacağımı bilemiyorum, diyorum anneme, elçiliklerde çalışan görevlilerin gittikleri kahvede. Bu yüzden açık seçik görüyorsun. Çok az. Benden daha iyi! Gene gülüyor. Yatağından taşan bir akarsu gibi çağlayan bir gülüş. Dansa davet gibi geliyor kulağıma bu gülüş, yıkıntılar üzerinde dans etmeye bir davet, bu yüzden sandalyemden kalkıp dans salonlarındaki bir kavalye gibi kolumu uzatarak onun olduğunu sandığım yere doğru bir adım atıyorum. Elçilik görevlileri ağızları açık bakıyorlar. Yerime oturuyorum. Herkes yeniden konuşmaya başlayınca, ona fısıldıyorum: Peki seni nerede göreceğim bundan sonra?

47

Su kemerlerinin orada. Águas Livres su kemerlerinin. Kemerler ç o k uzun. On dört kilometre, yanılmıyorsam. Kemerlerin Alcántara vadisinden geçtiği yerde. O noktada yükseklikleri altmış metre. Oradan neredeyse Amerika'yı bile görebilirsin! Seni on altıncı kemerin üzerinde bekleyeceğim. Hangi noktadan sayarak on altıncı kemer? Hangi noktadan olacak? Mâe d'Agua'dan. Salı sabahı seni orada bekleyeceğim. Daha önce değil mi? Hepimizin haftada bir uğurlu günü var. Benimki hangisiydi? Salı. Herhalde sen de bir salı günü öleceksin. Seninki hangisiydi? Cuma. Anlamadın mı? Aşk olsun, senin gözünden kaçmaz sanmıştım. Sen her zaman orada olmuyordun ki. Senin sandığından çok daha sık oluyordum. Her zaman orada değildim, biliyorum sen bunu isterdin. Ama ben hep orada değildim. Belki de cumaları daha mutlu görünüyordun, diyorum. Bu daha mutlu olma sorunu değil, daha çok korunduğumu bilmek, bu yüzden de kendimi daha özgür hissetmek sorunuydu. Uğurlu gününün cuma olduğunu ne zaman keşfettin? On yaşındayken, cuma günleri şarkı söylediğim zaman hep istenilen perdede çıkıyordu sesim. Hiç şaşmadan. Cuma hâlâ uğurlu günün mü? Hayır. Artık uğurlu günüm salı, çünkü ben senin için buradayım.

48

Gene gülüyor. Sezgi dolu bir gülüş bu. İkimizin de bir şakanın tadını çıkarmaya yaklaştığımızın habercisi bir gülüş.

Lizbon bir sabır şehri, karşılıksız soruların ve takma adların şehri. Âguas Livres su kemerleri 1748'de tamamlanmış. Bundan yedi yıl sonra şehri yerle bir eden depremden hiç etkilenmeden ayakta kalmış. Acaba bu kemerleri tasarlayan askeri mühendisler tehlikeli fay hatlarından uzak durmaya çalışmışlar mıdır? Bu bilinmediği için kemerlerin zarar görmemiş olması açıklanamayan bir giz. Daha sonra Águas Livres kemerlerinden gelen suyu artırmak için ek kemerler yapılmış. Aslında şüpheci kimselerin ta işin başından beri uyardıkları gibi su hiçbir zaman şehre yetecek kadar bol olmamış. On dokuzuncu yüzyılda bu kemerlere Passeio dos Arcos, Kemerler Yolu, denirmiş, çünkü batıdan ürünlerini satmak ya da çalışmak için şehre yürüyerek gelen köylüler burayı kestirme yol olarak kullanırlarmış. Bu kemerler sayesinde artık Alcântara vadisine inip suyu geçmek, oradan yeniden yokuşu tırmanmak gereğini duymuyorlar, sadece kemerler üzerinden bir kilometre yürüyorlarmış. Söylendiğine göre Alcântara'nın otuz kadar kemerine bu yüzden sevimli adlar takmışlar. Lia, Adila, Carolina, Sandra, Iracena gibi adlar. Bugün de hâlâ dünyadaki en yüksek taş kemer olan ortadaki sivri kemere de Maira adını vermişler. Şehre kemerlerle su getirme konusunda ilk modern öneri −daha önce bunu Romalılar denemişlerdi− yöneticilerin sağlık kaygısıyla ya da buradaki nüfusun i ç m e suyuy-

49

la ilgilenmelerinden değil, yangın korkusundan kaynaklanmıştı. Çünkü her yıl birçok mahallede art arda çıkan yangınlar yüzünden mal mülk zarara uğruyordu. Kemerlerin yapımı tamamlanınca, Marquês'le bankerler bu büyük kemerlerden su çekmek için kendi özel kemerlerini yaptırmışlar. Bu arada yaşadıkları mahallelerde suları olmayan yoksullar da, ya kuraklık olduğunda suları kesilen halk çeşmelerinin suyuyla yetinmek, ya da ödeyemeyecekleri kadar çok para isteyen sakalardan su almak zorunda kalıyorlarmış. Sonunda Bedava Su demek olan Âguas Livres ola ola böyle bir kaynak olmuş. Sen her zaman her şeyi ister misin? Sesi, düşünmemi yarıda kesiyor. Onun pişmiş pancarları soyup dilimleyişini hatırlıyorum, bir elinde pancar, öbüründe küt bıçak, lekeli parmakları ve dilimlerin parlak mor kırmızısı, bu rengin yoğunluğu ile annemin o anda günü gününe yapılması gereken işi yapma konusundaki yoğun inadının tutarlılığı.

Su kemerlerine nasıl çıkabileceğimi araştırmaya başlar başlamaz, annemin neden kurnazca ertesi salı gününe randevu verdiğini anladım. Bu epey zaman isteyen bir işti. Bütün girişler kapalıydı, oraya gidebilmek için de Su İşleri'ne özel izin için başvurmak gerekiyordu. İzin istemenizin inandırıcı bir nedeni olsa bile, iznin verilmesinde bürokratik bir gecikme olacağı kesindi. Bunun üzerine Lizbon'la ilgili bir yazı yazdığımı ileri sürmeye karar verdim. Halkla İlişkiler sorumlusu bayan bana, Şehri iyi biliyor

50

musunuz? diye sordu. Kendisi öğretmen değildi, ama çok sayıda sınav kâğıdı düzeltmesi gereken bir öğretmen gibi kaygılıydı. K e ş k e ona biraz Toicino do Céu verseydim diye düşündüm. Bir yandan dalgın dalgın onları yerken, bir yandan da bilgisayarında işini yapardı. Hayır, dedim, şehri çok seviyorum, ama yeterince tanımıyorum. Bu yüzden sizden yardım istedim. Belki siz de biliyorsunuzdur, Âguas Livres birkaç yıl öncesine kadar şehrin suyunu sağlıyordu. Artık sağlamıyor. Ama biz gene de suyunu kesmedik −nasıl derler− bir çeşit saygı gösterisi. İsterseniz pazartesi sabahı Fernando'yla gidebilirsiniz. Kendisi su kanallarının bakım sorumlusu. Pazartesi saat 8:30'da burada! Salı olamaz mı? Olur, siz acil olduğunu söylemiştiniz de. Salı benim için daha iyi. Öyleyse salı günü gelin. Fernando altmışlı yaşlarında, emekliliği yaklaşmış biri çıktı. Hayatı boyunca Empresa Portuguesa das Âguas Livres'te çalışmıştı. Gözleri kısık, yaşına göre dik duran ve kalabalıklardan uzak, çoban ya da baca temizleyicisi gibi yalnız kalmaya alışkın havası olan bir adamdı. Beni görkemli bir tapınağı andıran ve 5 0 0 0 metreküp su alabilen depo binasının içinden aceleyle geçirdi. Fernando'nun bu tapınağı sevmediği belliydi − burası çok sayıda insan için yapılmıştı ve burada çok nutuklar atılmıştı. Fernando'nun özel tutkusu kaynağından çıkıp uzun, yapayalnız, alışılmadık, beklenmedik bir yolculuk yapan suydu. Yeraltından, yerüstünden, göğün içinden geçen bir yolculuktu bu. Yukarda, kanalların içindeki suyun kabar-

51

maması için serin tutulması, karışımının dengeli olması, durgun ve saydam akması, ölçülü oranda ışık alması gerekiyordu. Depodan su kemerine çıkmak için basamakları tırmanmaya başlar başlamaz, Fernando yavaşladı. Su kemerinin üstü beş metre genişliğindeydi, h e r iki yanında görünüşte sonu olmayan taş bir tünel, tünelin iki yanında da insanlar düşmesin diye korkuluk duvarları olan açık, düz bir yol vardı. Fernando su kemerindeki suyu, korunması, beslenmesi, temizlenmesi −neredeyse hayvanat bahçesindeki bir hayvan gibi− bakılması gereken canlı bir varlık olarak görüyordu. Belki de bir susamuru. Haftada bir, on dört kilometre yürüyüp suyun Cavenque'deki kaynağına gidiyor, her şeyi gözden geçiriyordu. Sanırım o yaklaştığında suyun da bir susamuru gibi onu tanıdığını hissediyordu. Emekliliğini düşünmek bile istemiyordu. Geçen zaman içinde epeyce yol almış, Alcântara vadisinin tepelerine çıkmıştık. Fernando eliyle korkuluktan aşağıları göstererek orada kalabalığın, ineklerin, o şamatanın arasında takılıp kalmaktan nasıl nefret ettiğini anlatmak istedi. İşin kötüsü kendisinin hâlâ zinde olmasıydı! B a n a yaşımı sordu. Söyledim. Siz anlarsınız! dedi. Você e n t e n d e ! Anlamıştım. Sonra bana tünelini göstermek istedi. Suyun içinde aktığı yarım daire şeklindeki iki kanalın nasıl bazalt taşından teker teker elle oyulduğunu, blokların birbirine zıvana delikleri ve geçme parçalarla nasıl tutturulduğunu, aradaki boşlukların da ince yanmamış kireç, kireçtaşı tozu ve işlenmemiş zeytinyağı karışımı bir harçla nasıl sıvandığını, bu sıva kurudu mu, bazalttan daha sert olduğunu uzun uzun anlattı. Fernando taş ustası olarak yetişmişti.

52

Randevum yüzünden ona daha fazla eşlik edemeyecektim. Ayrıca annemle buluştuğumda, onun orada olmasını da istemiyordum. Başka zamanlarda başkalarının varlığı beni fazla rahatsız etmiyordu. Belki burada, bulunduğumuz yerin yüksekte olmasının da bir etkisi vardı. Belki de bunun nedeni buluşacağımız yeri annemin ilk kez önceden kararlaştırmış olmasıydı. Fernando'ya manzarayı çizmek istediğimi, bunu yapabilmek için de sessizlik gerektiğini söyledim. Başını salladı ve tünele giden bir kapıyı açtı, o kapıyı açık bırakacağını, işim bitince, gidip onu orada bulabileceğimi söyledi. Güneş ışığından çekilip kemerli karanlığın içine adım atınca, yüzü gevşedi ve gözleri açıldı. Tünelin içi dardı. Kollarımı iki yanıma açtığımda duvarlara kolayca dokunabilirdim. İki yandaki yarım daire kanalların çapı iki karış kadardı. Kanallar yarı dolu bile değildi, ama suyun akışı düzenli ve kesintisizdi. Kilometrelerce aktıktan sonra yükselme ve alçalma değişiminde tam ölçüyü bulmuştu. Aşağıdaki merkezde, kemerlerin üstünde, göz alabildiğince uzanan, kaldırım taşı döşeli, dümdüz bir yol vardı. Bu da dar bir yoldu. İki kişiden birinin öbürünü yolun dışına itmeden geçemeyeceği bir yol. Fernando lambasını yaktı ve yoluna gitti. Biraz sonra, onun açık bıraktığı kapının karşısındaki korkuluk duvarına yaslanırken, konuştuğunu duyar gibi oldum. Birtakım açıklamalar yapar gibi kısa cümlelerle konuşuyordu. Oysa yanında kimse yoktu. Kemerin düz oluşundan yararlanarak dıştaki yolda hızla aşağı doğru yürümeye başladım. Vieira da Silva'nın bütün resimleri, bir bakıma, Lizbon ve Lizbon'un göğü ve gökte-

53

ki yollarla ilgilidir. Vadinin öbür yakasına ulaştığımda, dönüp on altıncıyı buluncaya kadar arkamdaki kemerleri saydım. On altıncı kemer Fernando'nun açık kapısından pek de uzak değildi. Çok aşağılarda bir-iki tamamlanmamış yol, içinde oturulan ama yapımı daha bitmemiş bazı evler vardı. B i r favela değil de, daha çok yoksul bir kenar mahalle. Baktığımda tekerlekleri olmayan bir otomobil, mutfak iskemlesi büyüklüğünde bir balkon, yalnızca bir ipi ağaca bağlanmış bir çocuk salıncağı, Atlantik rüzgârından uçmasınlar diye üzerine beton parçaları konmuş kırmızı kiremitler, içinden iki kişilik bir döşek sarkıtılan çerçevesiz bir pencere, güneşte havlayan zincire bağlı bir köpek görüyordum. Görüyor musun? dedi annem birdenbire. Her şey kırık dökük, bir fabrikanın yarı fiyata sattığı defolu mallar gibi şurası burası çarpılmış şeyler. Tam ıskarta değil de, iade mallar. Her şey; tepeler, Hasır Denizi, şuradaki çocuk salıncağı, otomobil, kale, her şey iade, ta başından beri de öyle. Annem benden birkaç metre ötede taşınabilir bir taburede oturuyordu. Açılır kapanır, üç ayaklı çok hafif bir tabureydi bu; herkese açık yerlerde oturabilmek için yanında taşırdı annem. Başında çan biçiminde bir şapka vardı. Başlangıçta her şey ekşi, sonra tatlılaşıyor, sonra da acılaşıyor. Babam kılıç balığını beğendi mi? diye sordum. Ben hayattan söz ediyorum, ayrıntılardan değil. Böyle konuşmasına karşın, gülümsüyordu, omuzları bile gülümsüyordu. Onun 1935'te bir plajda mayosuyla dururken de böyle gülümsediğini hatırlıyorum, çünkü mayo giydiği zaman çalışmak zorunda olmadığını düşünürdü.

54

Başlangıçta bir yanlışlık vardı, diye devam etti. Her şey bir ölümle başladı. Anlamadım. B i r gün, benim durumuma geldiğinde, anlarsın. Yaratılış bir ölümle başladı. Şapkasının üzerinde iki beyaz kelebek dönenip duruyordu. Belki onlar da annemle gelmişlerdi, çünkü kemerlerin üstünde, o yükseklikte bir yerde kelebekleri çekecek bir şey yoktu. Başlangıcın bir doğumla olması akla daha yakın değil mi? diye sordum. Herkesin yanıldığı nokta da bu işte, sen de düşündüğüm gibi bu tuzağa düştün! Demek her şey bir ölümle başladı diyorsun! Kesinlikle. Sonra bunu doğumlar izledi. Doğumlar oldu, çünkü başlangıçtaki ölümden sonra hasara uğrayan şeyleri onarma olanağı yarattı doğumlar − bu yüzden doğum var. Biz bu yüzden buradayız, John. Onarım için. A m a sen gerçekten burada değilsin, değil mi? Ne kadar aptalsın! B i z −hepimiz− hepimiz buradayız. Tıpkı senin ve yaşayan varlıkların burada olduğunuz gibi. Siz ve biz, kırılan bir şeyleri onarmak için buradayız. Bu yüzden var edildik biz. Nasıl var edildik? Ola geldik. Sanki kimsenin bir seçim yapma hakkı yokmuş gibi konuşuyorsun! Neyi istersen seç. Yapamayacağın şey her şeyi birden ummak. Hâlâ yüzü sevinç içindeydi.

55

Elbette. K o c a bir büyüteçtir umut − bu yüzden fazla ileriyi görmeni önler. Neden gülümsüyorsun? Yalnızca başarılabilecek şeyler için umut besleyelim! Birkaç şey onarılsın yeter. Birkaç şey az değildir. Onarılan bir şey binlerce başka şeyi değiştirir. Yaa? Şuradaki köpeğin zinciri çok kısa. Onu değiştir, uzat biraz. O zaman gölgeye kadar gidecek, orda yatıp havlamaya son verecek. Bu sessizlik de mutfaktaki anneye oraya kafeste bir kanarya istediğini hatırlatacak. Kanarya şakıdığı zaman anne daha çok ütü ütüleyecek. Yeni ütülenmiş bir gömlekle işe giden babanın omuzları daha az ağrıyacak. Böylece eve döndüğünde belki bazen, eskiden olduğu gibi, yeniyetme kızıyla şakalaşacak. Kız da fikrini değiştirip bir kere olsun bir akşam sevgilisini eve getirecek, baba da delikanlıya birlikte balığa çıkmayı önerecek... Şu k o c a dünyada bunu kim bilebilir? Sen sadece şu zinciri gevşet. Köpek hâlâ uluyordu. Öyle şeyler vardır ki, bunları onarmak için en azından bir devrim gerekir, diyecek oluyorum. Sana öyle geliyor, John. Bana öyle gelmiyor, koşullar böyle. Bana sorarsan sana öyle geliyor. Niçin? Çünkü öylesi daha az kaçamaklı. Koşullarmış! Her türlü özürü örter bu kelime. Söyledim ya, ben onarıma inanıyorum, sonra bir şey daha var.

56

Neymiş o? Arzunun kaçınılmaz oluşu. Arzuyu durduramazsın. O an taburesinden kalktı, korkuluk duvarına yaslandı. Arzu durdurulamaz. Geçen gün içimizden biri açıklıyordu bunun nedenini. Ama ben daha önceden de biliyordum. Dipsiz bir kuyu düşün, bir hiçlik düşün. Mutlak bir hiçlik. Orada daha o anda bir çağrı vardır − beni dinliyor musun? Bir şey için çağrıdır Hiçlik. B a ş k a türlü olamaz. Var olan da yalnızca o çağrıdır, yalın bir çağrı çığlığı. B i r özlem. Böylece hiçbir şeyden bir şey yaratma denen o sonsuz bilmeceye geliyoruz. Bana doğru bir adım yaklaştı. Mayosunu giydiği zamanki gülümseyişiyle fısıldayarak konuşuyordu, kahverengi gözlerini uzakta bir noktaya dikmişti. O yaratılan bir şey başka hiçbir şeye destek o l a m a z , yalnızca bir arzudur o. Hiçbir şeye sahip değildir, ona hiçbir şey verilmemiştir, onun için bir yer yoktur! Ama g e n e de vardır o! Vardır. Sanırım bir kunduracıydı bütün bunları söyleyen. Jacob Boehme'ü hatırlatıyor bu bana. Bilgiçlik taslama! On yedi yaşının arsız gülüşüyle güldü. Ünlülerin adlarıyla bilgiçlik taslama! diye yineleyip kıkırdadı. İnsanı öldürür senin bu yüksekten atışların, bu bilgiçliğin! Aşağıya, evdeki kırmızı kiremitlere ve penceredeki i k i kişilik döşeğe baktık. Köpek ulumayı kesmişti. Annem gülüşüne ara verince, onun soğuk elini elime aldım. Ne bulursan onu yaz yeter, dedi annem. Ne bulduğumu hiçbir zaman bilemeyeceğim.

57

Doğru, bilemeyeceksin. Cesaret istiyor yazmak, dedim. Cesaret gelir. Sen bulduğunu yaz, bizi gözden ırak tutmama cömertliğini de esirgeme bizden. Artık burada değilsin ki! İşte bu yüzden esirgeme cömertliğini, J o h n ! Bunu söyledikten sonra kalktı, taburesini bana verdi ve Fernando'nun kilidini açık bıraktığı kapıya yöneldi. Orada kapıyı iyice açtı ve sanki hayatı boyunca her sabah aynı şeyi yapıyormuş gibi suyun üzerindeki kaldırım taşı döşeli dar yola atladı. Tünelin içi daha serindi − sanki yukarıda, gökte değil de, yeraltındaydık. Işık da değişikti. Dışarıda, günışığı parlak ve saydamdı, tünelin içine girince değişiyor, altınsı bir renk alıyordu. Her elli metrede tonozlu tavan, günışığının girebilmesi için taştan bir fener gibi yapılan küçük bir kuleye açılıyordu. İleri doğru art arda gelen bu fenerlerin her birinden sızan ışık yaldızlı bir perde gibi iniyor ve uzaklaştıkça küçülüyordu. Ses de değişiyordu. Bu sessizlik içinde iki bazalt taşı kanaldan Mâe d'Agua'ya doğru akan suyun hafifçe dalgalanışı diliyle su içen bir kedinin çıkardığı ses kadar ölçülüydü. Orada yüz yüze ne kadar durup bakıştığımızdan emin değilim − belki de ölümünden beri on beş yıl. Annelerin ölümünden sonra, genellikle zaman iki kat hızlanır ya da hızını artırır. Sonunda döndü, alt dudağını ısırdı ve yürümeye başladı. Yürürken arkasına bakmadan, Cömertlik, John! diye yineledi. İlk taş fenerden taşan ışığa yaklaştı. İki yanından akan

58

suda, sanki yüzen mumların inip çıkan parıltıları yansıyordu. Yaldızın içine girdiğinde, o parıltı onu bir perde gibi gizledi. Daha ötede ışığın dışına çıkıncaya kadar onu yeniden göremedim. Uzaklaştığı için küçülmüştü. Gittikçe artan bir kolaylıkla yürüyor gibiydi, uzaklaştıkça daha da çevikleşti. Bir sonraki yaldızlı perdenin arkasında kayboldu, yeniden ortaya çıktığında neredeyse onu seçemiyordum. Eğildim, elimi onun ardı sıra akıp giden suya bıraktım.

59

2

Cenevre

Jorge Luis Borges'in büyük ihtimalle 1980'li yılların başında, Buenos Aires'ten ayrılıp Cenevre'de, "anayurtlarımdan biri" dediği bu şehirde ölmeye gelmesinden bir-iki yıl önce çekilmiş bir fotoğrafı var. Fotoğrafta neredeyse tümüyle körleşmiş olduğunu görebiliyorsunuz ve körlüğün nasıl bir hapishane olduğunu hissediyorsunuz − şiirlerinde de sık sık değindiği bir şey bu. Aynı zamanda fotoğraftaki yüzün birçok başka hayatın mesken tuttuğu b i r yüz olduğunu da görebiliyorsunuz. Eşle dostla dolu bir yüz bu, görme yetisini neredeyse tümüyle kaybetmiş gözlerinden nice kadınla adamın iştahı sesleniyor bize. S a y ı s ı z arzular barındıran bir yüz. Yüzyıllar, binyıllar boyunca "Anonim" diye sınıflandırılarak şairlere iletilebilecek bir yüz. Cenevre şehri canlı bir insan kadar çelişkili ve bilmecemsidir. Kimlik kartını dolduracak olursak, Milliyet: Tarafsız. Cinsiyet: Kadın. Yaş: (söylemek yakışık almaz) Yaşından genç gösterir.

Medeni durum:

Gözlemci. Ayırt edici fiziksel özellik:

B o ş a n m ı ş . Meslek:

Miyopluğa bağlı ha-

fif kamburluk. Genel gözlemler: Çekici ve gizemli.

60

Doğal güzelliği bu kadar nefes kesici olan tek diğer Avrupa kenti Toledo. (Bu özellik dışında iki kent birbirinden tümüyle farklı.) Ancak Toledo'yu düşünürken El G r e c o ' nun kenti resmediş tarzının etkisindeyim; oysa Cenevre'yi kimse etkili bir biçimde resmetmedi; tek simgesi de gölün üzerindeki, halojen lamba gibi açıp kapadığı şu oyuncak şelale. Cenevre'nin göğündeki bulutlar −rüzgâra bağlı olarak, ki en kötü şöhretli iki rüzgârı bise ve fön- İtalya'dan, Avusturya'dan, Fransa'dan ya da Ren vadisini geçerek Almanya'dan, Benelüks Ülkelerinden ve Baltık'tan geliyor. Bazen ta Kuzey Afrika ya da Polonya kadar uzaklardan geliyor bulutlar. Cenevre bir buluşma yeri, kendisi de bunun farkında. Yüzyıllar boyunca buradan geçen gezginler arkalarında mektuplar, talimatlar, haritalar, listeler, mesajlar bırakmış, Cenevre kendilerinden sonra gelen gezginlere iletsin diye. Bunların hepsini merakla gurur karışımı bir duyguyla okuyor. Bizim kantonumuzda doğacak kadar şanslı olmayanlar, diye karar veriyor sonunda, anlaşılan bütün tutkularını bir bir doyurmak zorunda hissediyorlar kendilerini; oysa tutku körleştirici bir bahtsızlıktır. Cenevre'nin merkez postanesi, katedrali kadar görkemli olacak şekilde tasarlanmıştı. Yirminci yüzyılın başında Cenevre Avrupalı devrimcilerle suikastçıların daimi buluşma noktasıydı − şimdi de yeni ekonomik dünya düzeninin buluşma merkezlerinden biri. Daha sürekli olarak da Uluslararası Kızılhaç, Birleşmiş Milletler, Uluslararası Çalışma Örgütü, Dünya Sağlık Örgütü, Ekümenik Kiliseler Birliği'ne evsahipliği yapıyor.

61

Nüfusunun yüzde kırkı yabancı. Yirmi beş bin kişi resmi evrakları olmaksızın orada yaşayıp çalışıyor. BM'de yaklaşık yirmi dört kişi sadece evraklarla mektupları bölümden bölüme taşımak üzere istihdam ediliyor. Cenevre devrimci suikastçılara, endişeli uluslararası pazarlıkçılara ve bugünün mali mafyözlerine sükûnet, fosilleşmiş deniz kabuğu tadında beyaz şarap, göl gezileri, kar, güzel armutlar, suya yansıyan günbatımları, yılda en az bir kere kırağıya bürünen ağaçlar, dünyanın en güvenli asansörleri, gölden avlanmış Kuzey balıkları, sütlü çikolata, bir de bitmez tükenmezliği, gizliliği ve tamamlanmışlığıyla zehirli hale gelen bir konfor sunmuştu ve sunmaya devam ediyor. 1914 yazında, Borges 15 yaşındayken, Arjantin'den gezmeye gelen ailesi savaşın patlamasıyla Cenevre'de sıkışıp kaldı. Borges Collège Calvin adlı okula devam etti. Kız kardeşi sanat okuluna gitti. Büyük bir ihtimalle oturdukları Rue Ferdinand-Hodler ile Collège Calvin arasında gidip gelirken yazdı ilk şiirlerini Borges. Cenevrelilerin kendileri de sık sık kentlerinden sıkılırlar; sevecen bir sıkılmadır bu, kurtulup tamamen terk etmeyi düşünmezler de uzaklara seyahat etmekte heyecan ararlar. Girişimci, genellikle sebatkâr gezginlerdir. Gezgin öyküleriyle dolu bir kent, kentin her zamanki kusursuz özeniyle kurup süslediği sofralarda anlatılan öyküler, tek bir yazım hatası olmaksızın, her bir y e m e k tam zamanında hazırlanmış, mesafeli bir gülümsemeyle sunuluyor... Cenevre doğrudan Kalvin'in torunu o l s a da, duyup tanık olduğu hiçbir şey onu şaşırtmıyor. Hiçbir şey de kışkırtmıyor, daha doğrusu bariz olan h i ç b i r ş e y . G i z l i tutku-

62

su (çünkü elbette gizli bir tutkusu var) iyice gizlenmiş, sadece birkaç kişinin malumu. Cenevre'nin güney yakasında, Rhöne'un gölden çıktığı yerin yakınlarında, üzerinde on dokuzuncu yüzyılda apartman olarak yapılmış dört katlı binalar bulunan bir dizi darca, kısaca, düz cadde var. Binaların bazıları zaman içinde büroya dönüştürülmüş, gerisi hâlâ ev olarak kullanılıyor. Bu sokaklar geniş bir kütüphanenin rafları arasındaki koridorlar gibi uzanıyor. Sokaktan bakınca, her kapalı pencere dizisi bir sonraki kitap rafının cam kapağı gibi. Cilalı ahşaptan kapalı cümle kapıları kütüphane kataloğunun çekmeceleri. Bu duvarların ardında her şey okunmayı bekliyor. Cenevre'nin arşiv sokakları diye adlandırıyorum onları. Bu arşivlerin komite raporları, unutulmuş notlar, alınmış kararlar, milyonlarca toplantının tutanakları, ne idüğü belirsiz araştırmacıların bulguları, umutsuz kamu başvuruları, kenarına kalpler çizilmiş konuşma taslakları, gömülmesi gerekecek kadar haklı çıkmış kehanetler, çevirmenlerden şikâyetler ve sonsuz yıllık bütçelerden oluşan resmi arşivlerle uzaktan yakından bir ilgisi yok − tüm bunlar Uluslararası Örgütlerin ofislerinde bir yerlerde depolanmış. Arşiv sokaklarının raflarında okunmayı bekleyen şey ise özel, emsalsiz ve neredeyse ağırlıksız. Arşivler kitap kütüphanelerinden farklıdır. Kütüphanelerde ciltlenmiş, her bir sayfası tekrar tekrar okunup düzeltilmiş metinler vardır. Arşivlerse genellikle terk edilmiş ya da bir yana bırakılmış kâğıtlardan oluşur. Cenevre'nin tutkusu da işte böyle bir kenara bırakılmış şeyleri keşfetmek, kataloglamak ve kontrol etmektir. Miyop olduğuna şaşmamalı. Kendisini −uyurken bile− acıma duygusuna karşı si-

63

lahlandırmasına şaşmamalı. Mesela, bir masa takviminden koparılmış, 1935 yılında 22 Eylül Pazar'la 5 Ekim Cumartesi arasındaki iki haftayı kapsayan küçük sayfayı nasıl kataloglamalı? İki haftanın kolonları arasına not almak için bırakılmış küçük alanda on sözcük yazılmış. Elyazısı yatık, hızlı ve özensiz. Belki bir kadının yazısı. İngilizce olarak yazılmış olan kelimeler şöyle: bütün g e c e , bütün gece ve bir kartpostalda

geriye ne kalıyor. Cenevre'nin tutkusu ona ne katıyor? Doymak bilmez merakını doyuruyor biraz. Burnunu sokmakla ya da dedikoduculukla pek alakası olmayan bir merak bu. Kapıcı ya da yargıç değil Cenevre. Bir gözlemci, tecellinin ve tesellinin çeşitliliğiyle büyülenen bir gözlemci. Ne kadar korkunç görünürse görünsün bir durumla yüz yüze kaldığında "Anlıyorum," diye mırıldanmayı başarıyor, sonra da nazikçe ekliyor: "Gel otur şöyle, bakalım sana ne getirebilirim." Getireceğinin kütüphane rafından mı, ilaç dolabından mı, mahzenden mi, elbise dolabından mı, başucundaki komodinin çekmecesinden mi çıkacağını bilmeye imkân yok. İşin tuhafı, onu çekici kılan tam da neyi nereden getireceğinin belirsizliği. On yedi yaşındayken Borges Cenevre'de kendisini derinden etkileyen bir deneyim yaşadı. Bundan, çok sonraları, sadece bir-iki arkadaşına bahsetti. Babası, oğlunun bakirliğini kaybetme zamanının gelip geçtiğini düşünüyormuş. Oğluna bir fahişeyle randevu ayarlamış. İkinci katta bir yatak odasında. Bahar sonlarında bir akşamüstü. Ailenin evinin yakınlarında. Belki Place du Bourg-de-Four,

64

belki Rue du Général-Dufour'da. Borges iki ismi karıştırmış olmalı. Ben R u e du Général-Dufour'u seçeceğim çünkü arşiv sokaklarımdan biri o. Fahişeyle yüz yüze kalan on yedi yaşındaki Borges ürkeklik, utanç ve belki babasının da aynı kadının müşterisi olduğu şüphesiyle felç olmuş. Ömrü boyunca Borges'in vücudu ona acı vermiştir. Sadece, aynı zamanda giysileri de olan şiirlerde soyunmuştur. Rue du Général-Dufour'daki o akşamüstü, kadın genç adamın rahatsızlığını hissedince beyaz omuzlarına bir şal atmış ve hafifçe kamburunu çıkartıp kapıya doğru yürümüş. Gel otur şöyle, demiş nazikçe. Bakalım sana ne getirebilirim. Getirdiği, arşivlerden birinde bulduğu bir şeymiş. Yıllar sonra, Borges Buenos Aires'teki Ulusal Kütüphane'nin yöneticisi olduğunda, imgelemi kenara atılmış nesnelerin, çok şey eleveren yırtık notların, kayıp fragmanların yorulmak bilmez koleksiyoncusu olmuş. Büyük şiirsel eseri böyle bir koleksiyondaki maddelerin kataloğu gibidir bir anlamda: kendisini otuz yıl önce terk eden kadının bir adamın zihnindeki anısı, bir anahtar destesi, bir paket iskambil kâğıdı, kitap yaprakları arasında kurutulmuş bir menekşe, kurutma kâğıdına tersten yansımış bir mektup, diğer ciltlerin gözden gizlediği düşmüş bir cilt, bir oğlanın kaleyideskopundaki simetrik gül, dar galeride ışıklar söndüğünde bir Turner resminin renkleri, tırnaklar, atlaslar, uçları kırlaşan bir bıyık, Argus'un kürekleri... Gel otur şöyle, bakalım sana ne getirebilirim.

65

Geçen yaz Bush ve ordusu, petrol şirketleri ve danışmanları Irak'ı mahvederken ben Cenevre'de kızım Katya ile buluştum. Kızıma Lizbon'da annemle olan karşılaşmamı anlatmıştım. Annem sağken Katya ile aralarında özel bir anlaşma vardı, sözünü etmeleri gerekmeyen hayli derin bir şey paylaşıyorlardı çünkü. Her ikisi de, hayatta bir anlam bulmak için insanların bakmaları söylenen yerlerde aranmanın beyhude olduğuna inanıyordu. Anlam sadece sırlarda bulunabilirdi. Lizbon'da olanları dinledikten sonra Katya şöyle dedi: Cömertliğin Borges'le başlayabilir! Neden olmasın? Ondan alıntı yapıyorsun, aramızda onu tartışıyoruz, sık sık mezarlığa ziyaretine gitmekten söz ettik ve hiç gitmedin, haydi birlikte gidelim! Cenevre Büyük Tiyatrosunda çalışıyordu Katya; motorumla onu almaya gittim. Kontağı kapatıp ayağımı yere basar basmaz sıcak beni boğdu. Eldivenlerimi ç ı k a r t ı m . Hemen hiç trafik yoktu. Yaz ortasında şehir merkezindeki herkes bir yerlere gitmiş oluyor. Etraftaki çoğu yaşlı birkaç yaya, uyurgezerlerin güvenli yavaş temposuyla ilerliyordu. Evde oturacaklarına dışarıya çıkmayı yeğlemişler, çünkü böylesi sıcaklar yalnızken daha da boğucu oluyor. Amaçsızca geziniyor, oturuyor, yelpazeleniyor, dondurma yalıyor, kayısı yiyorlar. (On yılın en güzel kayısıları bu y a z kiler.) Kaskımı çıkartıp eldivenlerimi içine koyuyorum. Motorcular en sıcak yaz günlerinde bile belli bir nedenle hafif deri eldivenler takarlar. Eldiven düştüğünüzde

66

koruma sağlamaya ve gidonun yapışkan kauçuğundan elleri korumaya yarar. Ancak esas olarak sıcakta çok hoşunuza gitse de temasın duyarlığını ortadan kaldıran serin hava akışından elleri koruma işlevi görür. Motorcular kesinlik kazanmak için eldiven takarlar yazın. Sahne kapısına gidip Katya'yı sordum. Resepsiyoncu teneke kutudan buzlu çay içiyordu (şeftali aromalı). Tiyatro bir aylığına kapalıydı, sadece günlük işleri yapan personel kalmıştı. Şöyle oturun, dedi nazikçe resepsiyoncu, bir bakayım onu bulabilecek miyim. Katya'nın görevi −Collège Calvin dahil− okullardaki öğrenciler için opera ve bale açıklamaları yapan program notları yazmak. Ofisinden koşarak aşağıya geldiğinde, kömür karası ve beyazdan basma bir yazlık elbise var üstünde. Borges olsa sadece isli gri bir bulanıklık görebilirdi. Bekletmedim ya? Asla. Sahneyi görmek istiyor musun? En tepeye kadar tırmanabiliriz, müthiş yüksek, sonra da oradan aşağıdaki boş tiyatroya bakabiliriz. Boş tiyatrolar, nasıl desem... Dolu oluyorlar, değil mi? Bina dışlarındaki yangın merdivenlerine benzeyen metal merdivenlerden yukarı çıkmaya başlıyoruz. Üstümüzde iki-üç sahne işçisi ışıkların mekanizmasını kontrol ediyor. Katya onlara el sallıyor. Beni davet ettiler, diyor, seni de getireceğimi söyledim. Gülerek el sallıyor işçiler de.

67

Daha sonra, biz de onların seviyesine geldiğimizde adamlardan biri Katya'ya, "Yükseğe iyi dayanıyorsun bakıyorum," diyor. Hayatımda kaç kere erkeklerin kadınlara yaptıkları işin özel küçük tehlikelerini gösterdikleri bu ritüelin parçası oldum acaba, diye düşünüyorum. (Tehlike büyük olduğunda göstermiyorlar.) Kadınları etkilemek, hayran etmek istiyorlar. Nereye basacaklarını nerede eğileceklerini göstermek üzere kadınlara dokunmak için bir bahane bu. Bir zevki daha var. Ritüel kadınlarla erkekler arasındaki farkı abartıyor ve bu genişleyen farkın içinde umutlar uçuşuyor. Ardından bir-iki saat için rutin hafifliyor. Ne kadar yüksekteyiz? Yaklaşık yüz metre, tatlım. Uzaktan uzağa, çalışma odalarından birinden sesini ısıtan bir sopranonun tiradını duyuyoruz. Kısılmış ışıkların ulaşamadığı her yer karanlık; ta aşağıda, sahnenin arkasında epi topu bir kulübe kapısı büyüklüğündeki açık kapı dışında. Kapıdan günışığı sızıyor. Biraz hava almak için açılmış olmalı kuşkusuz. Sahne işçileri şort ve fanilayla çalışıyor, biz de terliyoruz. Soprano bir arya söylemeye başladı. Sahne işçilerinden en genci, Bellini'nin I Puritani'si, diye bildiriyor. Geçen sezon seksen gösteri yapıldı!

O rendetemi la speme O lasciatemi morir... Ah izin ver yine umut edeyim Ya da bırak öleyim...

68

Sahne kuru havuz büyüklüğündeydi, Katya ile birlikte köprülerden birinin üzerinde yürüdük. Sezonun repertuarının boyanmış dekorları köprüye paralel asılmıştı ve sahne döşemesine kadar uzanıyordu. Sahne ışıklarından bir huzme döşemeye vuruyordu; ses, her nedense, şarkının ortasında durakladı; işte tam o anda ta altımızda bir kuşun açık kapıdan içeri uçtuğunu gördük. Birkaç dakika için karanlık alanda dönendi. Sonra şaşırmış bir halde bir kablonun üzerine kondu. Sığırcık kuşuydu. Günışığına kavuşacağını zannederek ışıklara doğru yöneldi. İçinden geçtiği kapıyı unutmuştu ya da bulamıyordu. Arkada asılı olan Deniz, Dağ, İspanyol Hanı, Alman Ormanı, Kraliyet Sarayı, Köylü Düğünü panolarının önünden uçtu. Uçarken sıkışıp kaldığını giderek daha kesin bir şekilde anladıkça daha keskin bir sesle Ciiiik! Ciiiik! diye bağırmaya başladı. Kısılıp kalan kuşların kurtulmaları için, çıkış yolları dışında her yerin kararması gerekir. Bu gerçekleşmediği için sığırcık duvarlara, perdelere ve panolara çarpmaya başladı. Ciiiiiik! Ciiiiiik! Ciiiiiik! Eski bir opera hurafesine göre, eğer sahnede bir kuş ölürse o bina yanacak demektir. Prova yapan soprano, pantolon ve tişörtle sahneye geldi. Belki birisi ona kuştan söz etmişti. Ciiiiik! Ciiiik! diye taklit etti Katya. Şarkıcı yukarıya baktı ve oyunu sürdürdü. O da kuşun çığlığını taklit etmeye başladı. Kuş yanıt verdi. Şarkıcı sesini ayarladı, kuşla kadının sesleri neredeyse ayırt edilemez oldu. Kuş ona doğru uçtu.

69

Katya'yla ben hızla metal merdivenlerden aşağı indik. Set işçilerinin yanından geçerken genç olanı Katya'ya, "Senin diva olduğunu bilmiyordum," dedi. Dışarıda, tiyatronun küçük kapının açıldığı köşesinde soprano ellerini önünde kavuşturmuş arka arkaya sesleniyordu: Ciiiiik! Ciiiiik! Yaşlılar, ellerinde dondurmaları ve kayısılarıyla şarkıcının etrafına toplanmışlardı, şaşkın bir halleri yoktu. Böyle bir sıcakta, terk edilmiş bir şehirde, her şey olabilirdi. Ö n c e bir espresso içelim, sonra mezarlığa gidelim, dedi Katya. Tamamen güneş alan bir yer buldu. Ben gölgeye oturdum. Uzaktan alkış sesleri duyduk. Herhalde kuş dışarı uçmuştu. Bu hikâyeyi anlatacak olsak, dedi Katya, kim inanır bize?

Mezarlıkta geniş çimenlikler ve yüksek ağaçlar vardı. Yeni biçilmiş otların üzerinde bir saka işgüzar bir tavırla sekiyordu. Bosnalı bahçıvana yol sorduk. Nihayet mezarı uzak bir köşede bulduk. Basit bir mezar taşı, üzerine içi toprak ve kalın, küçük yapraklı, kırmızı meyveli çok koyu yeşil çalıyla dolu bir hasır sepet konmuş dikdörtgen bir mezar. Bu çalının adını öğrenmeliyim, çünkü Borges kesinlik severdi; kesinlik sayesinde yazarken tam olarak seçtiği noktaya konma olanağı bulurdu. Yaşamı boyunca politika konusunda skandal yaratacak ya da acınacak ölçüde yolunu yitirdi; ama üzerine yazdığı sayfada asla kaybolmadı.

70

Debo justificar lo que me hiere No importa mi ventura o mi desventura Soy el poeta. Beni yaralayan şeyi açıklayabilmeliyim Bahtım bahtsızlığım değil önemli olan Şairim ben. Bosnalı bahçıvana sorarsanız bu çalının adı buxus sempervivens'miş. Doğru, hatırlamalıydım. Haute-Savoie köylerinde bu bitkinin bir dalını kutsal suya daldırıp son bir kutsama için yatağa uzatılmış sevgili ölünüzün üzerine serpersiniz. Kıtlıktan ötürü kutsal bir bitki sayılmaya başlamıştır. Paskalya'dan önceki pazar günü bölgede bulunan söğüt dalları yetmediğinden buralılar onun yerine bu çalıyı kullanmaya başlamıştır. Mezar taşının bildirdiğine göre 14 Haziran 1986'da ölmüş. İkimiz sessizce durduk mezarın başında. Katya'nın omzunda çantası asılıydı, ben de elimde, içine eldivenlerimi tıkıştırdığım siyah kaskımı tutuyordum. Mezar taşına bakmak üzere eğildik. Taşın üzerinde ortaçağ teknelerine benzer bir şeye binmiş adamları gösteren bir kabartma vardı. Yoksa karadaydılar da savaşçı disiplinleri nedeniyle mi böyle sıkı düzen bir arada duruyorlardı? Kadim görünüyorlardı. Mezar taşının arkasında da savaşçılar vardı, ellerindeki oklar ya da küreklerle karşılarına çıkan her kara ya da su parçasını geçmeye kararlı, güvenli görünüyorlardı. Borges ölmek üzere Cenevre'ye geldiğinde, yanında Ma-

71

ria Kodama vardı. Altmışlı yılların başında Kodama, Borges'in Anglosakson ve İskandinav edebiyatı okuyan öğrencilerinden biriydi. Yarı yaşındaydı. Borges'in ölümünden sekiz hafta önce evlendiklerinde, Rue de la Tour-Maîtresse adlı arşiv sokağındaki otel odalarından çıkıp kadının bulduğu bir daireye taşındılar. Bu kitap, diye yazmıştı bir ithaf sayfasında, senindir M a n a Kodama. Bu ithafta alacakaranlıklar, Nara geyikleri, yalnız geceler ve kalabalık sabahlar, paylaşılan adalar, denizler, çöller, bahçeler, unutmanın yitirdiği ve hafızanın dönüştürdüğü şeyler, müezzinin tiz sesi, Hawkwood'un ölümü, bazı kitaplar ve gravürler olduğunu söylememe gerek var mı?... Ancak bize verilmiş olanı verebiliriz. Sadece zaten ötekine ait olanı verebiliriz! Katya'yla ben kazınmış kitabenin hangi dilden olduğunu anlamak için mezar taşına eğilmiş bakarken oğlunu pusette gezdiren genç bir baba geçti yanımızdan. Oğlan sarsakça ilerleyen bir güvercini parmağıyla gösterip kahkahalar attı, kuşu hareket ettirenin kendisi olduğuna emindi. Kitabenin ön yüzündeki dört sözcüğün Anglosakson dilinde olduğunu keşfettik: And Ne Forhtedan Na. Korkmamalı. Mezarlıktaki patikanın ilersindeki boş banka bir çift yaklaştı. Biraz tereddütten sonra oturmaya karar verdiler. Kadın yüzü erkeğine dönük onun kucağına oturdu. Arka taraftaki sözcükler İskandinav dilindeydi. Hann

tekr sverthit Gram ok leggr i methal theira bert. Adam, kılıç Gram'ı alıyor ve kınından sıyırıp aralarına koyuyor. Bu cümle Borges ile Kodama'nın sevdikleri ve yıllar içinde oyunlarına konu ettikleri bir İskandinav destanından geliyor.

72

Kitabenin en altında, otların yakınında şöyle yazıyor: Ulrike'den Javier Otârola'ya. Ulrike Borges'in Kodama'ya taktığı addı, Javier de Kodamanın ona taktığı ad. Yazık, dedim kendi kendime, yanımızda çiçek getirmedik. Sonra aklıma bir şey geldi: çiçek yerine deri eldivenlerimden birini bırakacaktım. Çim biçme makinesini süren bahçıvan giderek yaklaşıyordu. Çift devirli motorun sesini duyuyor, yeni biçilmiş çimenin kokusunu alıyordum. Başka hiçbir koku çimen kokusu kadar başlangıçları çağrıştırmaz: sabah, çocukluk, bahar. Bir sabahın anısı. Vergilius ve Frost'tan dizeler. Macedonio Fernândez'in sesi. Tek tük birkaç kişinin sevgisi ya da sohbeti. Kuşkusuz tılsımdır hepsi de, ama yararsızdırlar adlandıramadığım karanlığın karşısında, adı söylenmez karanlığın karşısında. Sonra kuşkuya düştüm. Eldiven sanki yanlışlıkla düşürülmüş gibi duracaktı. Düşürülmüş buruşuk siyah bir eldiven! Manasız olacaktı. Boşver. En iyisi daha sonra bir demet çiçekle tekrar gelmek. Ne tür çiçek? Ah bitimsiz gül, mahrem, sınırsız, Sonunda Tanrı'nın ölü gözlerime göstereceği. Katya soru sorarcasına yüzüme baktı. Onaylayarak başımı salladım. Gitme zamanıydı. Kapıya doğru yavaş yavaş yürüdük, konuşmadan.

73

Bosnalı bahçıvan, Aradığınız mezarı buldunuz mu? diye sordu. Sayenizde, diye yanıtladı Katya. Ailenizden biri mi? Ailemizden, dedi Katya. Tiyatronun dışında her şey çok sakindi ve sığırcığın çıktığı kapı kapatılmıştı. Motorumu Katya'nın scooter'ının yanına park etmiştim. Katya kaskını almaya gitti. Kendiminkini takmak için içinden eldivenlerimi çektim. Tek bir eldiven vardı. Tekrar baktım. Sadece bir tane. Ne oldu? Eldivenlerimden biri yok. Düşürdün herhalde, gidip bakalım, bir dakika bile sürmez. Mezarın başındayken ona.

aklımdan geçenleri

söyledim

O n u hafife almışsın, dedi suçortağı tavrıyla, çok çok hafife almışsın. B i z gülerken, kalan eldiveni cebime tıkıştırdım, Katya da arkama oturdu. Trafik ışıklarının çoğu yeşildi, kısa süre sonra Rhône'u geçmiş, şehri arkamızda bırakmış geçide doğru tehlikeli virajlardan kıvrılarak gidiyorduk. Sıcak hava çıplak ellerime çarpıyordu, Katya dönüşlerde eğiliyordu. Geçenlerde bana yolladığı bir SMS mesajında Elealı Zenon'dan yaptığı alıntı geldi aklıma: Hareket halindeki şey ne bulunduğu mekândadır ne de bulunmadığı mekânda; benim için müziğin tanımlarından biridir bu. C o l de la Faucille'e varana kadar bir tür m ü z i k yaptık. Burada durup motordan indik, aşağıdaki g ö l e , Alplere ve n i c e ömür katmanıyla Cenevre'ye bakmak i ç i n .

74

3 Krakow

Orası bir otel değildi. En çok dört-beş müşterinin kaldığı bir çeşit pansiyondu. Sabahları ekmek, tereyağı, bal ve yörenin ünlü salamının birkaç diliminden oluşan kahvaltı, tepsi içinde koridordaki bir rafa bırakılırdı. Tepsinin yanında da neskafe ve elektrikli su ısıtıcısı olurdu. Orayı işleten ciddi ve sakin genç kadınlarla ilişki en az düzeyde sürdürülürdü. Yatak odalarındaki meşe ya da cevizden yapılmış bütün eşya eskiydi ve herhalde İkinci Dünya Savaşı öncesinden kalmaydı. O savaşta binaları ciddi zarar görmeden ayakta kalan tek Polonya şehriydi burası. Bu pansiyonda da her odada, tıpkı manastırlarda olduğu gibi, sokağa bakan iki pencereden birçok kuşak uzun uzun dışarıyı seyretmiş gibi bir hava vardı. Bina, Krakow'un eski Yahudi mahallesi Kazimierz'de, Miodowa Caddesi'ndeydi. Kahvaltıdan sonra resepsiyondaki genç kadına en yakın bankomatın nerede olduğunu sordum. Genç kadın elindeki keman kutusunu isteksizce yere bıraktı ve bana şehrin turist haritasını uzattı. Haritada gitmem gereken yeri kurşun kalemle işaret etti. Sanki beni

75

dünyanın öbür yarısına göndermek istermişçesine içini çekerek, uzak değil, dedi. Başımı hafifçe eğerek teşekkür ettim, ön kapıyı açıp çıktım, sağa döndükten sonra gene sağdaki ilk sokağa saptım ve kendimi açık bir pazar yeri olan Nowy Meydanı'nda buldum.

Daha önce buraya hiç gelmemiştim, ama burayı, daha doğrusu buradaki satıcıları ezbere biliyorum. Kimilerinin mallarını güneşten korumak için tenteli, sabit tezgâhları var. Hava şimdiden sıcak, Doğu Avrupa ovalarına ve ormanlarına özgü bulanık bir sivrisinek sıcağı bu. Yapraklardan yansıyan bir sıcak. Akdeniz sıcaklığının o kesinliğini taşımayan, çeşitli çağrışımlarla dolu bir sıcak. Burada hiçbir şey kesin değil. Burada kesinliğe en yakın şey bir büyükanne. Tezgâh sahibi satıcıların dışında hepsi kadın olan öbür satıcılar kendi yetiştirdikleri ürünleri sepetlere ya da kovalara koymuş, çevredeki köylerden gelmişler. Onların tezgâhları yok; kendi getirdikleri taburelerde oturuyorlar. Birikisi de ayakta. Ben de aralarında dolaşıyorum. Salatalar, turplar, yabanturpları, dantel gibi kesilmiş dereotu, bu sıcakta üç günde büyüyen küçük yumrulu salatalıklar, ince kabuklarındaki ince toprak küçük torunların dizlerinin rengini andıran yeni patatesler, diş fırçası kokulu kereviz sapları, votkacı erkeklerin erkekler kadar kadınlar için de etkili bir afrodizyak olduğuna yemin ettikleri selamotları, açık saçık şakalara konu olan körpe havuç demetleri, çoğu sarı, demet demet güller, bahçelerindeki askılara astıkları bezlerden kokusu hâlâ gitmeyen süzme pey-

76

nirler, çocuklara köy mezarlığı yakınından toplattıkları kuşkonmazlar. Meslekten satıcılar böyle bir fırsatın ele geçmeyeceği konusunda alışverişe gelenleri inandırmanın bütün inceliklerini doğal olarak edinmişlerdir. Taburelerinde oturan kadınlarınsa, tersine, söyleyecekleri bir şey yok. Onlar kımıldamadan, bir şey söylemeden öyle duruyorlar; kendi bahçelerinden satmak için getirdikleri malların niteliğinin garantisi yalnızca kendi varlıkları. Bir toprak parçasını çevreleyen tahta bir çit ve a ğ a ç kütüklerinden yapılmış iki odalı bir ev, o iki oda arasında da tek kat çinili bir soba. Bu kadınlar işte o türden çata'larda oturuyorlar. Aralarında dolaşıyorum. Değişik yaşta, değişik yapıda, gözlerinin rengi değişik kadınlar. Aynı renk başörtüsü olan iki kadın yok aralarında. Her birinin de demetinden soğan koparmak, alp lalesinin otunu çıkarmak ya da kırmızı turp toplamak için eğildiğinde, sırt ağrılarından korunmak için kendine göre bulduğu, benimsediği bir yol var; böylece arada bir çektikleri bu ağrıların kalıcı olmasını önlemiş oluyorlar. Gençliklerinde bu türden olayların yükünü k a l çalarıyla karşılarken, şimdi bu işi omuzları görüyor olmalı. Oturacak taburesi olmadığı için ayakta duran bir kadının sepetine göz atıyorum. Sepet soluk altın rengi küçük turtalarla dolu. Oyma satranç taşlarına benziyor bu turtalar, daha çok da şatolara, pencerelerinin pervazları hep yukarı doğru gelen, altının ya da üstünün yere gelmesi fark etmeyen şatolara. Her birinin boyu on santim. Bir tanesini elime alınca, yanıldığımı anlıyorum. Hamur işi için fazla ağır.

77

Başımı kaldırıp kadına bakıyorum. Altmışında, maviyeşil gözleri var. Gene bir şey unutmuş budala birine bakar gibi sert sert bana bakıyor. Oscypek, diyor yavaşça, dağ koyunlarının sütünden yapılmış ve iki oda arasındaki ocakta tütsülenmiş peynirin özel adını yineliyor. Üç tane alıyorum bu peynirden. Sonra, kadın hafifçe başını sallayarak yoluma gitmemi öneriyor. Meydanın ortasında küçük yuvarlak dükkânlara bölünmüş alçak bir bina var. Bunlardan biri de içine ancak bir sandalye sığacak kadar küçük bir berber dükkânı. Birkaç kasap, bir de içerdeki tek fıçıdan lahana turşusu satın alabileceğiniz bir bakkal. Dökme demir sobalı bir aşevi, önündeki kaldırım üzerinde de üç tahta masayla oturulacak sıralar var. Masaların birinde omuzları hafifçe çökük, uzun parmaklı, dökülen saçları yüzünden alnı giderek daha da genişlemiş bir adam oturuyor. Gözlüğünün camları kalın. Kendisi Polonyalı değil, ama bu sabah sanki burası eviymiş gibi bir hali var. Ken Yeni Zelanda'da doğmuş. Orada da öldü. Ben onun karşısındaki sırada oturuyorum. Bu adam altmış yıl önce, bildiği her şeyi bana öğretmişti, ama bildiklerini nasıl öğrendiğini hiç açıklamamıştı. Çocukluğundan ya da annesiyle babasından da hiç söz etmemişti. Sanırım gençken, yirmi yaşına gelmeden, Avrupa'ya gelmek için Yeni Zelanda'dan ayrılmış. Acaba anası babası varlıklı mı, yoksa yoksul muydu? Ona böyle bir soru sormak, şu anda bu pazardaki insanlara aynı soruyu sormak kadar anlamsız olmalı. Uzaklıklar hiç yıldırmazdı onu. Wellington, Yeni Zelanda, Paris, New York, Bayswater Caddesi, Londra, Norveç, İspanya, bir ara da sanırım Birmanya ya da Hindistan.

78

Gazetecilik, öğretmenlik, dans öğretmenliği, filmlerde figüranlık, jigololuk, sokaklarda kitap satıcılığı, kriket hakemliği gibi çeşitli işler yaparak kazanmıştı hayatını. Belki de söylediklerimin hepsi doğru değil, ama Nowy Meydanı'nda karşımda otururken kendime göre onun böyle bir portresini çiziyorum ben. Paris'te bir gazeteye karikatür çizmiş, bundan eminim. Ne türden diş fırçası sevdiğini çok iyi hatırlıyorum − uzun saplı diş fırçalarını, kaç numara ayakkabı giydiğini de, kırk dört numaraydı ayakkabıları. Önündeki borş kâsesini bana doğru itiyor. Sonra pantolonunun sağ cebinden bir mendil çıkarıyor, kaşığını silip bana veriyor. Bu siyah ekose mendili tanıyorum. Çorba koyu kırmızı renkli borş, pancarın doğal tatlılığını kırmak için Polonya usulü biraz da elma sirkesi konmuş bir sebze çorbası. Çorbadan biraz içip kâseyi ona itip kaşığı da geri veriyorum. T e k kelime geçmiyor aramızda. Dün Czartoryski

Müzesi'ndeki

Leonardo'nun Kürklü

Kadın tablosundan kopya ettiğim bir deseni ona göstermek için sırt çantamdan bir resim defteri çıkarıyorum. Burnunun ucuna doğru kayan kalın c a m l ı gözlüğü gözünde inceliyor resmi. Pas m a l ! A m a sence biraz fazla dik durmuyor m u ? Köşeye doğru daha çok eğilmesi gerekmiyor mu aslında? Onun böyle, bu tartışmasız kendine özgü konuşmasını duyunca ona olan sevgim canlanıyor: yolculuklarına, karşılığını aramaya çıktığı ve asla bastırmadığı isteklerine; bıkkınlığına, hüzünlü merakına. Biraz fazla dik, diye yineliyor. Boş ver, her kopya ister istemez bir şeyler değiştirir, değil mi? Kendini hayale kaptırmayışına duyduğum sevgi de ye-

79

niden canlanıyor. Kendini hayallere kaptırmadığı için hayal kırıklığına da uğramazdı. Onu ilk tanıdığımda ben on bir yaşındaydım, o da kırk. Ondan sonraki altı-yedi yıl içinde hayatımdaki en etkileyici insan oldu. Sınırları aşmayı ondan öğrendim. Fransızcada çoğu zaman kayıkçı ya da kaçakçı anlamında kullanılan passeur sözcüğü var. Bu sözcüğün dağlarla ilgili olarak bir çeşit kılavuz anlamı taşıdığı da söylenebilir. İşte o benim passeur'ümdü. Ken resim defterinin sayfalarını geriye doğru çeviriyor. Ken'in çok becerikli parmakları vardı ve iskambil kâğıtlarını da çok ustaca saklardı. Bana "Bul karoyu, al parayı" oyununu öğretmeye çalışmıştı; bu numarayla kolayca para kazanırsın, derdi. Şimdi parmağını defterin iki sayfası arasına sokup açıyor. Başka bir kopya? Messinalı Antonello m u ? Meleğin kucakladığı Ölü İsa, diyorum. Hiç görmedim o tabloyu, yalnız röprodüksiyonlarından biliyorum. Portremi yapmak için tarihten herhangi bir ressam seçebilecek olsaydım, onu, Antonello'yu seçerdim, diyor. Sözcük basar gibi resim yapıyordu o. Resimlerindeki her şeyde öyle bir tutarlılık ve etkileme gücü var. İlk matbaa makineleri de onun yaşadığı yıllarda bulunmuştu. Yeniden resim defterine bakıyor. Meleğin yüzünde ve ellerinde acımanın izi bile yok, diyor, yalnızca yumuşaklık var. O yumuşaklığı yakalamışsın, ama ağırbaşlılığı değil, matbaada ilk basılan sözcüklerin ciddiyeti yok burada. O büsbütün yok olmuş. Geçen yıl Prado'da yaptım bunu. Bekçiler beni dışarı atıncaya kadar!

80

Orada herkesin çizim yapma hakkı yok mu? Var, ama yerde oturarak değil. Öyleyse neden ayakta çizmedin! Ken Nowy Meydanı'nda bu sözleri söylerken onu bir uçurumun kenarında uzun boyuyla öne doğru eğilmiş denizi çizerken görürüyorum. Brighton yakınlarında, 1939 yazında. Cebinde her zaman Kara Prens dediği, yuvarlak değil de, bir marangozunki gibi dörtgen büyük siyah bir grafit kalem taşırdı. Artık uzun zaman ayakta durarak çizim yapamayacak kadar yaşlıyım, diyorum ona. Birden bana bakmadan resim defterini elinden bırakıyor. İnsanın kendine acımasından nefret ederdi. Birçok aydının zaafı bu, derdi. Sakın bundan! Benden uymamı istediği tek ahlak kuralı bu olmuştu. Aldığım peynirlerden birini eliyle yokluyor. Oscypek'i

bana satan kadını göstererek adı Jagusia, di-

yor, Podhale'deki dağlardan geliyor. İki oğlu Almanya'da çalışıyor. Kaçak işçi. Çalışma izni almaları zor, yasadışı çalışmak zorundalar. Néanmoins, bir ev yapıyorlar, Jagusia'nın hayal bile edemeyeceği kadar büyük bir ev, tek değil üç katlı, iki değil, yedi odalı bir ev! Néanmoins! Cümlelerinin arasında böyle Fransızca sözcüklerin çıkıvermesi züppelikten değil, Londra'ya, Bayswater Road'a gelmeden önce, Paris'te geçirdiği yıllar hayatının en mutlu dönemiymiş de ondan. Arada bir siyah bir bere giymesi de bundan. Gene de Jagusia bahçesinde peynir bezleri asılı çata' sından ayrılmayı reddedecektir, diye kehanette bulunuyor. Dünyanın hangi şehrinde olursa olsun birlikte müzik

81

bulabileceğimize beni inandıran bu adamdı işte. Bir biraya ne dersin? diyor şimdi Krakow'da, pazar binasının uzak ucunda, dükkânında, çevresindeki giysiler arasında bir koltuğa oturmuş sigara içen şişman kadının olduğu noktayı göstererek. Kalkıp ona doğru yürüyorum. Kadın sigarasını içerken Nowy Meydanı'na geldiğinde neler olduğunu anlatıyor; her sabah yapıyor bunu kadın, kurutulmuş mantar satan adam da her sabah anlamsız bir yüzle dinliyor kadını. Kadın sergilediği bütün giysileri katlayıp küçük dükkânındaki yerlerine yerleştirince, dükkânda kendisine yer kalmıyor. Kapının iç tarafında bir boy aynası var, müşteriler bazen burayı üstlerini değiştirme yeri olarak kullanıyorlar. Kadın her sabah dükkânını açtığında, kendisini bu aynada görüyor ve her sabah kendi iriliğine şaşıp kalıyor. Bir tezgâhın üzerinde bira kutuları, kuru fasulye, Leh hardalı, krikkraklar, ballı ekmek ve konserve etler gözüme ilişiyor. Bir de satranç tahtası ve devam eden bir satranç partisi. Tezgâhın arkasındaki bakkal siyah, yoldan geçen birine benzeyen adam da beyaz taşlarla oynuyor. Birçok piyon, bir at, bir de fil şimdiden alınmış. Bakkal satranç tahtasını uzaktan şöyle bir süzüp uzaklaşıyor ve karşısındaki oynayıncaya kadar işine bakıyor. Öteki gözlerini oyuna dikmiş, sanki kendisi de dev bir oyuncunun parmakları tarafından hafifçe kaldırılmış fillerden biriymiş ve oyuncu kaybetmeyeceğine emin olacağı bir hareket yapmak için düşünürken onu hafif hafif oynatıyormuş gibi ayakları üzerinde bir öne, bir arkaya sallanıyor. İki bira ısmarlıyorum. Beyaz vezirini diyagonal olarak sürüyor ve Ş a h ! diyor. Siyah verdiğim parayı alıyor ve bir

82

at sürüyor. Vezir geri çekiliyor. Bu arada bir kadın müşteri içinde portakal şekeri olan ballı ekmek istiyor. Siyah birk a ç dilim kesip tartıyor. Beyaz dikkatsiz bir taş sürüyor ve iş işten geçtikten sonra yanlışını anlıyor. Boğazında bir asit tadı olduğu için güçlükle yutkunuyor. Siyah rakibinin kalelerinden birini alıyor. Krakow'un Yahudi gettosu Vistül'ün öbür kıyısında, eski şehrin dışında, buradan Most Powstancôw köprüsü üzerinden yürüyerek on dakikadan daha az uzaklıkta. 6 0 0 m x 4 0 0 m ' l i k bir alanı kaplayan bu getto yüksek duvarlı yapılar, barikatlar ve tel örgülerle kapatılmıştı. 1941 yılının sonbaharında, dış dünyadan soyutlandıktan altı ay sonra, burada 1 8 0 0 0 kişi mahpus kaldı. Bunlardan binlercesi her ay hastalıktan ve açlıktan öldü. Ancak Almanların silah ve kum a ş fabrikalarında köle gibi çalışabilecek durumda olanlara kendilerine uygun görülen işleri yapmak için oradan ç ı k m a izni veriliyordu. Kurallara uymayarak getto dışına çıkan bütün Yahudiler ve onların Aryan Krakow'a geçmelerine yardım eden ya da onları gizleyen Polonyalılar kurşuna diziliyorlardı. Tyskie! diye alkışlıyor Ken masaya döndüğümde. En iyi birayı seçmişsin! Erken öğrendim! diyorum. Seyrettiğin satranç oynayan adamın adı Zedrek, diyor K e n . Kendisi Bakkal Abram'la oynamak için haftada en az bir kere buraya gelir. Votka içmeye bu kadar erken başlamasa, daha iyi oynayacak. Ama bundan vazgeçebileceğini sanmıyorum. Abram savaş yıllarında çocuktu, gizlenerek hayatta kalmayı başardı. Bildiğim oyunların çoğunu bana Ken öğretti: satranç,

83

dart, bilardo, poker, masa tenisi, tavla. Satrancı onun kaldığı kiralık odalarda, öbür oyunları ise publarda oynardık. Onunla tanışmadan önce öğrendiğim briçi ise annem ve babamla birlikte ya da ender olarak davet edildiğimiz birinin evinde oynardık. Ken'i 1937'de tanıdım. Ailemin beni postaladığı o çılgın yatılı okulda yedek öğretmendi. Okul toplantısına katılan, her biri kimsenin yardımı olmadan hayata bir anlam bulmaya çalışan elli dizleri çıplak çocuğun önünde inmeli okul müdürü Latince öğretmenine bir sandalye atmıştı da, o sırada aralarında olan Ken sandalyeyi tek eliyle havada tutmuştu. İlk öyle dikkatimi çekmişti. Sandalyeyi podyuma koymuş, ayaklarını da üstüne uzatmış, müdür de öfkeli tiradına devam etmişti. O dönemin son gününde Ken'i annemle babamın Sussex'te Selsea Bill kıyısındaki karavanına davet ettim. Neden olmasın? dedi. Bir haftalığına oraya geldi. Babam da, böylece dört kişi olduğumuz ve briç oynayabileceğimiz için memnundu. Parasına oynayalım mı? diye sordu Ken. Yoksa deklarasyonun anlamı olmaz. Tamam, ama konan para fazla olmasın, ne de olsa aramızda John da var. Yüze iki peni? Ben gidip cüzdanımı alayım, dedi annem. Ken kâğıtları karıştırmaya başladı ve birbirinden uzak tuttuğu iki eli arasında kâğıtlar bir çağlayan gibi akmaya başladı. Zaman zaman bu kâğıt çağlayanı bir merdiveni, yürüyen ya da kâğıttan bir merdiveni andırıyordu. Daha sonra bir ara, ona kolayca uykum gelmediğinden yakındığım-

84

da, bir deste iskambil kâğıdını karıştırdığını düşün! dedi. Ben hep öyle uyuyorum. Dağıtmak için kâğıtları kesiyoruz. Babam yalnızca iyi bir briç oyuncusu olduğu için değil, daha çok aklından bir türlü çıkaramadığı ölülerle geçirdiği mutlu anları ona hatırlattığı için bu oyundan çok zevk alıyordu. Selsea'de dördümüz oynadığımız zaman, babam için "konturlu altı karo" "kaybedilen beş havan topu"nun önüne geçiyordu hep. Bizimle oynuyordu, ama bir yandan da Vimy Ridge ve Ypres yakınlarındaki siperlerde dört yıl birlikte askerlik yaptığı ve içlerinden yalnız kendisinin kurtulduğu bir grup piyade subayıyla da oynuyordu. Annem Ken'in de kendince "Paris'i sevenler" dediği bir sınıftan olduğunu hemen anlamıştı. Üçümüzü kumsalda demir halka oyunu oynarken seyrettiğinde, bu kılavuzun beni epeyce ileri götüreceğini tahmin etmiş, eninde sonunda kendi başımın çaresine bakabileceğimden de şüphesi kalmamıştı. Bu yüzden çamaşır günü olan pazartesi günü Ken'e, yıkayıp ütülemek için çamaşırlarını getirmesini önerdi, o da anneme bir şişe Dubonnet aldı. Ben Ken'le publara da gidiyordum, yaşım tutmadığı halde kimsenin karşı çıktığı yoktu. Bunun nedeni, yaşımdan daha büyük göstermem değil, kendimden emin olmamdı. Sakın arkana bakma, derdi K e n ; bir an için bile kuşkuya kapılma, sadece onların kendilerine güvendiklerinden daha çok güven kendine. Bir keresinde, bulunduğumuz pubda içki içenlerden biri bana küfretmeye, çek şu nalet ağzını gözümün önünden, diye bağırmaya başladı; birdenbire gözyaşlarına boğul-

85

dum. Ken kolunu omzuma atıp hemen beni dışarı çıkardı. Sokakta hiç ışık yoktu. Bu dediğim savaş zamanı Londra' sında oluyordu. Ses çıkarmadan epeyce yürüdük. Eğer ağlamak zorunda kalırsan, dedi −çünkü bazen başka bir şey yapmak elinden gelmez− eğer ağlamak zorunda kalırsan, asla o anda değil, daha sonra ağla! Bunu unutma. Ancak yanında seni sevenler varsa, yalnız seni sevenlerin yanındaysan, işte o zaman talihli sayılırsın, çünkü hiçbir zaman fazla seveni yoktur insanın − eğer seni sevenlerin yanındaysan, o zaman o anda ağlayabilirsin. Yoksa hep daha sonra ağla. Bana öğrettiği bütün oyunları iyi oynardı Ken. Miyop oluşunun dışında (bu satırları yazarken birden düşündüm de, sevmiş olduğum ve halen sevdiğim bütün insanlar miyoptu) miyop oluşunun dışında bir atlet gibi hareket ederdi. Onlarınki gibi dengeli bir atiklik. Ben öyle değildim. Sarsak, aceleci, korkak, neredeyse eline koluna hâkim olamayan biriydim. Ama bir başka özelliğim de vardı. Bir çeşit kararlılık; yaşıma göre de oldukça şaşırtıcıydı bu. Gözümü budaktan sakınmazdım! İşte bu gözükara güç yüzünden gerisine aldırmazdı Ken. Ona vergi sevginin özelliği de bildiklerini, neredeyse bildiği her şeyi, benim ve kendi yaşına bakmadan, benimle paylaşabilmesiydi. Böyle bir paylaşımın olabilmesi için de verenle alanın eşit olmaları gerekir, biz de, o uyumsuz ve aykırı çift olan biz de, eşit olmuştuk. Herhalde ikimiz de bunun nasıl olduğunu anlayamamıştık. Ama şimdi anlıyoruz. Bu anı önceden görebiliyorduk; şimdi Nowy Meydanında nasıl eşitsek, o zaman da eşittik. Benim yaşlı bir adam, onun da öl-

86

müş olacağını önceden görmüştük, bu da eşit olmamızı sağlamıştı. Ken iri eliyle masanın üzerindeki bira kutusunu kavrıyor ve benimkine vuruyor. Fırsat buldukça, hareketlerle konuşmayı kelimelerle konuşmaya yeğlerdi Ken. Belki yazılı sessiz kelimelere duyduğu saygının bir sonucuydu bu. Daha çok kütüphanelerde çalışmış olmalıydı, ama onun için bir kitabın ilk akla gelen yeri yağmurluk cebiydi. Ne kitaplar çıkarmıştı o cepten! Gene de o kitapları doğrudan doğruya bana vermezdi. Ö n c e yazarın adını söyler, kitabın başlığını açıklar, sonra da kitabı yatak-oturma odasındaki şöminenin üst köşesine bırakırdı. Bazen üst üste birkaç kitap olurdu, içlerinden birini seçebilmem için. George Orwell. Paris ve Londra'da Beş Parasız. Marcel Proust.

Swann'ların

Semtinden. Kat-

herine Mansfield. Garden Parti. Laurence Steme. Tristram Shandy'nin Yaşamı ve Görüşleri. Henry Miller. Yengeç Dönencesi. İkimiz de, değişik nedenlerden, edebi açıklamalara inanmazdık. Ben ona bir kere bile anlamadığım bir şeyi sormadım. O da, yaşım ve deneyimime bakarak, bu kitaplarda kavramakta güçlük çekebileceğim konulardan bana hiç söz etmedi. Sir Frederick Treves. Fil Adam ve Diğer Hatıralar. James Joyce. Ulysses. (Paris'te yayımlanmış İngilizce bir baskı.) Yaşamayı bir ölçüde kitaplardan öğrenme −ya da öğrenmeye çalışma− konusunda aramızda gizli bir anlaşma vardı. Öğrenmek ilk resimli abece kitabımıza bakmamızla başlar, biz ölünceye kadar da sürüp gider. Oscar Wilde. De Profundis. San Juan de la Cruz. Ona bir kitabı geri verdiğim zaman, kendimi ona daha

87

yakınlaşmış hissederdim, çünkü uzun hayatı boyunca ne okuduğu konusunda biraz daha çok bilgi edinmiş olurdum. Kitaplar birbirimize yaklaştırırdı bizi. Çoğu zaman bir kitap bir başka kitaba götürürdü. George Orwell'in Paris ve

Londra'da Beş

Parasız'ından

sonra

Katalunya'ya

Selam'ı

okumak istiyordum. K e n İspanya İç Savaşı konusunu benimle ilk konuşan insandı. Kanayan yaralar, demişti. Hiçbir şey kapatamaz o yaraları. Kapatamaz sözcüğünün hiç bu kadar güçlü s ö y lendiğini duymamıştım. O sırada bir barda bilardo oynuyorduk. İstekanı tebeşirlemeyi uunutma, d i y e eklemişti sonra. B a n a dört yıl önce kurşuna dizilen Garcia Lorca'nın bir şiirini okumuştu İspanyolca, şiiri çevirdiği zaman da, on dört yaşındaki aklımla −birkaç ayrıntı dışında− hayatın neyle ilgili olduğunu, neleri göze almak gerektiğini anlamıştım! Belki bunu ona söylediğim için, belki de düşünmeden söylediğim başka bir söz üzerine, Ayrıntıları iyice incele! Önce onları incele, bu işi sonraya bırakma, dediğini hatırlıyorum. Bu sözleri söylerken sanki kendisi de ayrıntılar konusunda bir yerde, nasılsa pişmanlık duyduğu b i r yanlış yapmış gibi bir ton vardı sesinde. Hayır, yanılıyorum. O yaptığı hiçbir şeyden pişmanlık duymayan bir insandı. Yaptığı yanlışların bedelini ödemiş bir insan. Hayatı boyunca pişmanlık duymadığı birçok şeyin bedelini ödemiş bir insan. Dantel süslü, uzun beyaz giysileri içinde iki kız Nowy Meydanı'nın öbür ucundan geçiyorlar. On ya da on bir yaşlarında, ikisi de yaşlarına göre uzun boylu, ikisi de Onursal Kadın adayı, meydanın bir ucundan öbürüne doğru yü-

88

rürken ikisi de çocukluktan çıkmak üzere adım atıyorlar. La Semaine blanche, diyor Ken. Geçen pazar Polonya' daki bütün çocuklar ilk Aşai Rabbani ayinine katıldılar. Bu hafta boyunca da her gün ellerinden geldiğince kiliseye gidip özellikle kızlar, bir kez daha o ayine katılacaklar. Erkek çocuklar da, ama onlar daha az göze çarpıyorlar, sayıları da daha az. Özellikle kızlar, bu beyaz tören elbiseleriyle ortaya çıkmaya hevesliler. Meydandaki iki kız kendilerine yönelen bakışları biçmek için yan yana yürüyorlar. İçinde ince altın varaktan yapılmış ünlü bir Meryem Ana olan Corpus Christie Kilisesi'ne gidiyorlar, diyor Ken. Krakow'daki bütün kızlar, annelerinin bu tören için kendilerine oradan aldıkları giysiler en iyi biçilmiş, boyutları en düzgünü olduğu için, ilk Aşai Rabbani ayinine Corpus Christie Kilisesi'nde gitmek isterler. Üslubun nasıl değerlendirileceğini, eleştirinin ilkelerini ilk olarak Edgeware Yolu'nda, Old Met Müzikholü'nde, Ken'in yanında otururken öğrendim. Ruskin, Lukâcs, Berenson, Benjamin, Wolflin daha sonra geldiler. Ben ilk eğitimimi Old Met'te üst balkondan aşağı tuluatçı komikleri, telaşsız cambazları, şarkıcıları, vantrilokları acımasızca değerlendiren gürültücü seyircilerle çevrili üçgen sahneye bakarak edindim. Tessa O'Shea'nin alkıştan salonu nasıl yıktığını da, gene onun yuhalanarak ve saçları gözyaşlarıyla ıslanarak sahneyi nasıl terk ettiğini de orada görmüştük. Sahnedeki bir gösterinin üslubu olması gerekirdi. Seyircilerin bir gecede iki kere fethedilmesi gerekirdi. Bunu başarmak için de ardı arkası kesilmeyen esprilerin daha gizemli bir sonuca, hayatın kendisinin bir doğaçlama numa-

89

rası olduğu gibi fesat ve arsız bir öneriye dönüşmesi gerekirdi! Max Miller, yaldızlı giysili, patlak gözlü "Yüzsüz Herif", üçgen sahnede zaptedilemez bir denizaslanı gibi oynuyor, her kahkahayı birer balıkmış gibi yutuyordu. "Brighton'da bir stüdyom var, pazartesi sabahı oraya bir kadın geldi − 'Max,' dedi, 'dizime bir yılan resmi yapmanı istiyorum.' Birden betim benzim attı, namussuzum ki attı. Hayır, hayır, ben öyle fazla dayanıklı biri değilimdir. Hemen fırladım yataktan, durun canım, dinleyin bir dakika... başladım dizinin biraz üstünden bir yılan resmi yapmaya, tam oradan başladım. A m a işi yarıda bırakmam gerekti − kadın bir tokat indirmez mi suratıma − ben ne bileyim yılanların o kadar uzun olduklarını − hem söyler misiniz bana sıradan bir yılan ne kadar uzundur?" Her komedyen bir mağduru oynardı, bilet alıp oraya gelen ve kendileri de birer mağdur olan herkesin kalbini fethedecek bir mağduru. Harry Champion bir facianın eşiğindeymiş gibi avucunu açıp dilenerek çıkardı sahneye: "Hayat çok belalı bir şey − eninde sonunda canını çıkarıyor insanın!" Salonun dolu olduğu bir akşam bu sözleri söyledi mi, bütün seyircileri avucunun içine alırdı. Flanagan'la Allen sanki çok acele bir işleri varmış da geç kalmışlar gibi koşarak girerlerdi sahneye. Sonra büyük bir hızla, dünya işlerinin büyük bir yanlışlık yüzünden nasıl arapsaçına döndüğünü gösterirlerdi. İkisi de gençti. Flanagan'ın, duygulu, çocuksu gözleri vardı; ciddi olan Ches Allen ise şık ve normaldi. Ama ikili olunca dünyanın bütün rezilliğini ortaya koyuyorlardı!

90

"Taksimi satabilsem, Afrika'ya döner, eski işimi yapardım'' "Neydi eski işin?" "Çukur açıp çiftçilere satmak!" Mikrofon öldürecek bunların sanatını, diye kulağıma fısıldadı Ken üst balkonda. Ne demek istediğini sorunca, seslerini nasıl kullandıklarına kulak versene, dedi. Koca salona konuşuyorlar, ama biz sanki yanı başlarındaymışız gibi duyuyoruz onları. Mikrofon kullanırlarsa, bu sona erecek, seyirciler de onları yanlarında hissetmeyecek. Müzikhol sanatçılarının gizi savunmasız olmalarıdır, hepimiz gibi. Mikrofon kullanan bir oyuncu silahlanmış sayılır. O da başka bir oyundur. Ken haklıydı. Müzikhol sanatı ertesi on yıl içinde önemini kaybetti. Bir kadın elinde bir sepet kuzukulağı ile Nowy Meydanı'ndaki masanın önünden geçiyor. Kuzukulağı çorbası yapabilir misin bize? Yarın borş yerine onu içeriz. Yapabilirim herhalde. Yumurtalı? Onu hiç denemedim. Bak şimdi, gözlerini kapıyor, çorbayı hazırlarsın, masaya korsun, her kâseye de sıcak bir katı yumurta korsun. Her kâsenin yanına kaşıkla birlikte bir bıçak koymayı sakın unutma. Yumurtayı dilimler, sebze çorbasıyla yersin. Yeşil sebzenin ekşiliğiyle yumurtanın yumuşak rahatlatıcı tadı insana olağanüstü, uzak bir şey hatırlatır. Yurdunu mu? Hiç ilgisi yok, Lehler için bile söz konusu değildir bu.

91

Neyi peki? Belki de hayatta kalmayı. Ken sanki her zaman aynı tek kişilik odada yaşıyormuş gibi gelirdi bana. Aslında sık sık bir yerden başka bir yere taşınırdı, ama bu taşınmalar ben okulda, ondan uzaktayken olduğu için, dönüşlerimde onu görmeye gittiğimde, aynı eşyaların aynı karyolanın ayakucunda, sahanlığa açılan bir kapının arkasındaki aynı masada üst üste yığılı olarak bulurdum. Ev sahibi kadın da hep Ken'in ışıkları söndürmeyi unutmasından yakınırdı. Ken'in odasında bir havagazı ocağı ve büyük bir penceresi olurdu. Şöminenin üzerindeki rafa kitaplarımızı dizerdi. Pencerenin önündeki masada ise sık sık dinlediğimiz büyükçe taşınabilir telsiz dururdu (radyo sözcüğü o zamanlar nadiren kullanılırdı). 2 Eylül 1939: Wehrmacht'ın Panzer tümenleri bu sabah şafak sökerken aniden Polonya' yı istila ettiler. Daha sonraki beş yıl içinde, yarısı Yahudi olan altı milyon Polonyalı hayatlarını kaybedeceklerdi. Ken odasındaki dolaba yalnız giysilerini değil, yulaflı bisküvi, katı yumurta, ananas, kahve gibi yiyecekler de koyardı. Havagazı ocağında arada bir su ısıtacağı saplı tenceresi de pencere eşiğinde dururdu. Oda sigara, ananas ve çakmak benzini kokardı. Tuvalet ve lavabo ya üst kata çıkan ya da alt kata inen merdivenin sahanlığında olurdu. Ben nerede olduğunu unuttuğum için Ken, Aşağıda değil, Yukarıda! diye arkamdan bağırırdı. Yerde açık bıraktığı iki bavulunu hiç büsbütün boşaltmazdı. O dönemde hiçbir şey, insanların kafalarındakiler bile, boşaltılıp yerli yerine yerleştirilmezdi. Her şey geçici olarak hazır bekletilirdi. Düşler eşya dolaplarında, takım

92

çantalarında ve bavullarda saklanırdı. Ken'in yerde açık duran bavullarından birinde Bretanya'dan bir kavanoz bal, koyu renk bir balıkçı kazağı, Baudelaire'in Fransızca şiirlerinin bir cildi, bir de masa tenisi raketi vardı. Sana on beş sayı avans veriyorum, servis de sende! derdi K e n . Hazır mısın? B a ş l a ! On beş, sıfır. On beş, bir. On beş, iki. On beş, üç. 1940'ta beni hep öyle yenerdi. 1941'de üç oyundan ikisinde beni gene yeniyordu, ama artık avans vermiyordu. O yıl BBC'de ne olduğunu hiç açıklamadığı bir görevle yabancı bir serviste çalışıyordu. Çoğu zaman eve sabahın ilk saatlerinde dönüyordu. G ü l rengi bir yatak örtüsü vardı. Sabahları genellikle Gloucester Yolu yakınında sığınaklı bir kahvede kahvaltı ederdik. Yiyecek karneyleydi. Tatlı düşkünü olmayanlar ş e k e r karnelerini başkalarına verirlerdi. Ken'le ben kahve yerine kullanılan sıvıdan daha iyi olduğu için çay içerdik. Kahvaltı sırasında da gazete okurduk. Gazeteler o zaman dört, en fazla da altı sayfa olurdu. 9 Eylül 1 9 4 1 : Leningrad'ın bağlantıları Alman birlikleri tarafından kesildi. 12 Şubat 1 9 4 2 : Üç Alman kruvazörü hiçbir engelle karşılaşmadan D o v e r Boğazı'ndan geçti. 25 Mayıs 1942: Wehrmacht Harkov'da 2 5 0 0 0 0 Sovyet askerini esir aldı. Naziler de Napolyon'un yaptığı yanlışı yapıyorlar, diyordu K e n , General Kış'ın gücünü fazla küçümsüyorlar. Haklıydı. Kasım ayının sonunda General Paulus ve 6. Ordusu Stalingrad'da kuşatıldılar, şubatta da General Zhukov'a teslim oldular. 1943'te, nisan ayının ortasında bir sabah Ken bana Londra'dan sürgündeki Polonya Başbakanı General Sikorski' nin yaptığı bir radyo yayınından ve onun Polonya'daki Po-

93

lonyalıları Varşova gettosundaki ayaklanmaya destek vermeye çağırdığından söz etti. Varşova gettosu düzenli olarak yok edilmeye çalışılıyormuş. Ken ağır ağır konuşarak ekledi: Sikorski, "İnsanlık tarihinin en büyük cinayeti işleniyor," diyormuş. Olan bitenin korkunçluğu ancak unutkanlık anlarında, insanın hiçbir şey düşünmediği zamanlarda kendini hissettiriyordu. Bu korkunç durum o zaman havada, ilkbahar göğünün altında varlığını duyuruyor, hâlâ ad veremediğim yedinci bir duyguya sesleniyordu. 11 Temmuz 1943. Sekizinci İngiliz Ordusu ile Yedinci Amerikan Ordusu Sicilya'ya çıkıyor ve Siracusa'yı e l e geçiriyorlar. Ken Krakow'daki masaya eğilerek, Seni bir acemi olarak görüyorum, diye fısıldıyor, korkarım bugün seni okursam hayal kırıklığına uğrarım. Ustalaşmakta hüzün verici bir şey var, diye karşılık veriyorum, anlatılması güç bir hüzün. Ben seni bir acemi olarak görüyorum. Hâlâ mı? Her zamankinden daha çok! Öğretmenim sen olduğun halde mi? Ben öğretmedim. Sen öğrendin. Arada bir ayrım var. Öğrenmene olanak sağladım! Ben de senden bir-iki şey öğrendim! Ne

gibi? Çabuk giyinmeyi. Başka? Yüksek sesle okumayı. Sen yüksek sesle zaten iyi okuyordun, diyorum.

94

Sonunda senin bu işi nasıl becerdiğini öğrendim. Şu yüksek sesle okuma ustalığını. Sen cümlenin sonuna gelmeden son bölümü okumuyordun, senin sırrın buydu. Daha sonrasına bakmaya kalkışmıyordun. Yeterince gördüğünü ve konuştuğunu düşünerek gözlüğünü çıkardı. Beni iyi tanıyordu. Koyu pembe yatak örtüsünün altında hava akınlarını haber veren sirenlerin yırttığı gecelerde, bazen Ken'in dikilmiş kamışında bir yanma hissederdim. Kabarma istenmeden başlar, sancı gibi, dindirilmesi gereken bir sancı gibi uzun gövdesinin alt tarafında beklerdi. Az sonra, belsuyunun ve gözlüksüz gözlerinden akan yaşların ıslattığı yatağında, uyku ikimizi de hızla içine çekerdi. Gelgitte sular çekildiğindeki kum gibi, dalgalı bir uyku. Hadi gidip güvercinlere bakalım, diyor Ken, gözlüğünün kalın camlarını ekose mendiyle silerek. Pazarın kuzey ucuna doğru yürüyoruz. Güneş sıcak. Yüzyılın masasındaki yığına bir erken yaz sabahı daha ekleniyor. Şehrin ortasına sebzelerle gelen iki kelebeğin dönenerek uçuşunu seyrediyoruz. Katedralin saati 11'i çalıyor. Her gün yüzlerce Polonyalı katedralin çan kulesine çıkmak, Vistül'e bakmak ve 1520'de dökülmüş on bir ton ağırlığındaki Zygmunt çanına dokunmak için bu sarmal merdiveni tırmanıyor. Söylendiğine göre bu çana dokunm a k aşkta insana uğur getirirmiş. Saç kurutucusu satan bir adamın yanından geçiyoruz. Tanesi yüz elli zloti olduğuna göre bunlar çalıntı olmalı. Adam saç kurutucularından birini gösterip yoldan geçen bir kız çocuğuna sesleniyor: G e l güzelim, gel! Gel de serinleteyim seni! Kız gülerek yaklaşıyor, saçları dalgalana-

95

rak uçuşuyor. Slicznie, diye bağırıyor. Ben güzelim, diye çeviriyor Ken gülerek. Az ilerde birbirine sokulmuş bir insan kalabalığı görüyorum. İleri uzanmış başları ve havadaki sessizlik olmasa, müzik dinlediklerini sanacağım. Biraz daha yaklaştığımızda, yuvarlak bir masanın çevresine toplanmış, masanın üzerinde her birine beş-altısı konmuş tahta kafeslerdeki yüz kadar güvercine baktıklarını anlıyorum. Kuşların tüylerinin rengi ve büyüklükleri değişiyor, ama hepsinin tüylerinde maviye çalar bir kurşun rengi parıltısı var. Bu parıltı da Krakow üzerindeki gökten bir parça gibi. Masanın üzerindeki güvercinler yere indirilmiş gök parçalarına benziyor. Belki de bu yüzden oradaki adamların müzik dinlediklerini sandım. Posta güvercinlerinin yuvalarının yolunu nasıl bulduklarını kimse bilmiyor, diyor Ken. Açık havada uçarlarken, otuz kilometre ilerisini görebiliyorlar, ama bu da açıklamıyor yönlerini nasıl şaşırmadıklarını. 1870 Paris kuşatmasında, şehirde oturanlara bir milyon ileti ulaştırılmıştı elli güvercinle. Mikro-fotoğraf tekniği ilk kez bu ölçekte kullanılmıştı. Mektupların hepsi yüzlercesi bir ya da iki gram ağırlığında bir filme sığacak kadar küçültülmüştü. Güvercinler gidecekleri yere vardıklarında, filmler büyütülüyor, kopya edilip dağıtılıyordu. Tarihte değişik şeylerin bir araya gelmesi ne garip − kolodyum filmiyle posta güvercinleri! Kuşlardan bazıları kafeslerinden çıkarılıp güvercin meraklıları tarafından uzmanca inceleniyorlar. İki parmak arasına aldıkları gövdeleri hafifçe yoklanıyor, bacaklarının uzunluğu ölçülüyor, başlarının düzlüğü başparmakla usulca bastırılıyor, kanatları açılıyor, bütün bunlar yapılırken

96

de kuşlar değerli birer ganimetmiş gibi adamların göğüsler i n e yakın tutuluyor. Ken koluma girerek, Büyük bir felaket haberini posta güverciniyle iletmek ne kadar zor, değil mi sence, diyor. İleti bir yenilgi haberi olabilir, ya da bir yardım isteği, ama o güvercini yuvaya dönsün diye havaya fırlatma hareketinde ister istemez biraz umut da yok mu? Eski Mısır'da gemic i l e r açık denizdeyken dönmekte olduklarını ailelerine hab e r vermek için salıverirlermiş gemideki güvercinleri. Güvercinlerden birinin kırmızı gözbebekli boncuk gibi gözlerine bakıyorum. O birisi tarafından tutulduğunu ve uçamayacağını bildiği için hiçbir şeye takmıyor. Acaba satranç partisi ne durumda, diyorum. İkimiz de pazarın öbür ucuna yöneliyoruz. Satranç tahtasının üzerinde on altı taş kalmış. Zedrek'in şahı, fili ve beş piyonu var. Sanki ilham beklercesine göğe bakıyor. Abram saatine bakarak, Yirmi üç dakika! diyor. Satrançta acele olmaz, diyor bir müşteri. Doğru hamleyi yapabileceği bir taşı var, diye fısıldıyor K e n , ama eminim onu göremeyecek. Fili C5'e mi sürsün? Hayır, sersem, şahı F1'e. Söyle öyleyse. Ölüler satranç taşı süremez ki! Ken'in bu sözlerini duyunca, onun ölümünün acısını çekiyorum. Bu arada o, başını iki elinin arasına alıyor ve başını bir projektörmüş gibi bir sağa, b i r sola çeviriyor. Sonra da her zamanki gibi bu palyaçoluk gösterisine gülmemi bekliyor. Çektiğim acıyı görmüyor. Ben de gülüyorum.

97

Savaş bitip de askerden döndüğümde, Ken ortadan kaybolmuştu. Elimdeki son adresine bir mektup yazdım, yanıt gelmedi. B i r yıl sonra annemle babama bir kart gönderdi − kart İzlanda ya da Jersey gibi olmayacak bir yerden geliyor, Noel'i birlikte geçirip geçiremeyeceğimizi soruyordu. Noel'i birlikte kutladık. K e n savaş fotoğrafçısı, sanırım Çek bir kadınla geldi. Noel oyunları oynadık, epeyce güldük, anneme de bütün yiyecekleri karaborsadan aldığını söyleyerek onunla epeyce şakalaştı. İkimizin arasında aynı suç ortaklığı sürüyordu. Bu konuda ikimiz de geri adım atmıyor, bundan vazgeçmiyorduk. Birbirimize duyduğumuz sevgi aynıydı, yalnız koşullar değişmişti. Kılavuz emanetini yerine teslim etmiş, sınırlar geçilmişti. Yıllar geçti. Onu son gördüğümde, arkadaşım Anant'la birlikte bütün gece araba sürerek Londra'dan Cenevre'ye gitmiştik. Châtillon-sur-Seine yakınlarındaki ormandan geçerken radyodan Coltrane'in "My Favourite Things"ini dinlemiştik. Ken Yeni Zelanda'ya döneceğini bana bu yolculukta söyledi. O zaman altmış beş yaşındaydı. Nedenini sormadım, çünkü "Ölmeye" demesini duymak istemiyordum. Bunun yerine Avrupa'ya döneceğine inandığımı söyledim. O da buna karşılık olarak, Orada, Yeni Zelanda'daki en iyi şey, John, otlar! dedi. Oradaki otlar kadar yeşil ot dünyanın hiçbir yerinde yok. Bu sözleri kırk yıl önce söylemişti. Ne zaman, nasıl öldüğünü tam olarak hiç öğrenemedim. Nowy Meydanı'nda, çalıntı saç kurutucularının, portakal şekerli ballı ekmeklerin, durmadan sigara içen ve elbiseleri satmayı uman kadının, artık sepeti neredeyse bo-

98

şalmış Jagusia'nın, satılıp yenmezlerse çürüyecek olan vişnelerin, salamura ringa fıçısının, Ewa Demarczyk'in CD' den gelen ve isyankâr şarkılarından birini söyleyen sesinin yanından geçerken Ken'in ölümünün acısını ilk kez duyuyorum. Ken'in durduğu tarafa bakmıyorum bile, çünkü artık orada olmayacağını biliyorum. Tek başıma berberin, yoksullara yemek dağıtan aşevinin, taburelerinin üzerinde oturan kadınların yanından geçiyorum. B i r şey beni güvercinlere doğru çekiyor. Oraya vardığımda, bir adam, içimdeki acıyı hissetmiş gibi −dünyada bu duyguyla uzlaşmaya bu kadar alışmış başka bir ülke var mı ki?− bana dönüyor, gülümsemeden elindeki posta güvercinini bana uzatıyor. Güvercinin tüyleri hafif nemli − saten gibi. Göğsündeki kısa tüyler bir baykuşunki gibi ikiye ayrılmış. Büyüklüğüne göre hiç de ağır sayılmaz. Onu göğsüme yaslıyorum.

Nowy Meydanı'ndan ayrıldım, yoldan g e ç e n bir-iki kişiye sorduktan sonra da bankomatı buldum. Oradan Miodawa Caddesi'ndeki pansiyona döndüm ve yatağıma uzandım. Hava çok sıcaktı, doğu ovalarının o belirsiz sıcağı. Artık ağlayabilirdim. Daha sonra gözlerimi yumdum ve bir deste iskambil kâğıdını karıştırdığımı düşledim.

99

4 Ölülerin Hatırladıkları Kadarıyla Bazı Meyveler

Kavun Kavun hatırladığımız kadarıyla bizim için hep kuraklığın meyvesi olmuştur. Kuraklıktan yarılmış vadilerde yürüdüğümüzde, ya da tozlu ovaların çatlamış topraklarında yol alırken kavunlarla karşılaşır, onları bir vahada su çekip içermişçesine gövdeye indirirdik. İnanılmaz şeylerdi o kavunlar. Bizi rahatlatırlardı. Ama aslında susuzluğumuzu da gidermezlerdi. Kesmeden önce bile kavunun içinde tatlı bir suyun kokusunu duyarsınız. Ağır, her şeyi sarmalayan, köşeleri olmayan bir koku. Oysa susuzluğunuzu gidermek için daha keskin bir şeye gereksinmeniz vardır. Bunun için limon daha iyidir. Küçük ve yeşil renkte bir kavun gençliği hatırlatabilir bize. Ama kısa bir süre sonra meyve garip bir biçimde yaşsız görünmeye başlar − bir çocuğun gözünde annesi nasılsa öyle. Kabuktaki lekeler −bu lekeler her zaman vardır− bir tür doğum lekesine ya da benlere benzer. Öbür meyvelerdeki lekeler tazeliğin yitirilişini hatırlatsa da, k a v u n d a

100

bu böyle değildir. Bu lekeler kavunun her zaman, hem şimdi, hem de geçmişte yalnız kendisi olduğunu gösterir. Hiç kavun tatmamış biri için meyvenin dış görünüşü içinde ne olduğu hakkında en ufak bir fikir vermez. Kavunun kesildiği andan önce orada olduğunu bilmediğimiz yeşile çalan çarpıcı turuncu renk. Kavunun göbeğinde bol bol çekirdek görürüz. Bu uçuk alev renginde ıslak çekirdeklerin bulundukları yer ve öbeklenişleri her türlü düzen duygusundan uzaktır. Ve her yerde o parıltı. Kavunun tadı hem karanlığı, hem de gün ışığını içerirdi. Böylece başka türlü hiçbir zaman bir araya gelemeyecek karşıtlıkları mucizevi bir biçimde bir araya getirirdi.

Şeftali Şeftalilerimiz güneşte kararırlardı. Koyu kırmızıya çalan bir renkti bu elbet, ama kırmızıdan çok siyah içerirdi; ateşte kıpkırmızı oluncaya kadar kızdırılan, sonra da suya sokulan, ama soğurken de hâlâ koruduğu sıcaklığı belli etmeyen demir gibi. Nalların şeftalisi. Siyah renk pek ender şeftalinin bütün yüzeyini kaplardı. Bazı bölümler, meyve ağaçtayken gölgede kalır, bu bölümler de beyazımsı bir renk alırdı. Bu beyazlığın içinde, onları gölgede bırakan yapraklar sanki bir parmak dokunuşuyla kendi renklerinden bulaştırmış gibi biraz da yeşil olurdu. Bizim zamanımızda, varlıklı Avrupalı kadınlar yüzlerinin ve bedenlerinin işte o soluk rengi alması için olağanüs-

101

tü bir çaba gösterirlerdi. Oysa çingenelerin asla böyle bir kaygısı yoktu. Şeftalilerin büyüklüğü, avucunuzu dolduracak irilikte olanlardan bilardo topu kadar küçük olanlara kadar değişirdi. Küçük şeftaliler daha ince kabuklu olduklarından, meyve ezildiğinde, ya da aşırı olgunlaştığında, kabukları belli belirsiz kırışırdı. Bu kırışıklar çoğu zaman bize esmer bir kolun boğumundaki ılık deriyi hatırlatırdı. Meyvenin ortasında dokusu koyu renk ağaç kabuğunu andıran, göktaşı gibi kükürtlü bir çekirdek olurdu. Bu aşısız şeftaliler Tanrının hırsızlar için yarattığı meyvelerdi.

F r e n k Eriği Her yıl ağustos ayında frenk eriğinin peşine düşerdik. Çoğu zaman aradığımızı bulamazdık. Ya neredeyse kuru, etleri sert, ham, ya da gereğinden fazla yumuşak ve sulu olurlardı. Çoğu ısırılmaya bile değmezdi, çünkü parmağınızla dokunduğunuzda, doğru ısıda olmadıkları anlaşılırdı. Bu ısı ne Celsius ne de Fahrenheit olarak açıklanabilir, ancak günışığının sardığı belli bir serinliğin ısısı olarak tanımlanabilir. Küçük bir oğlan çocuğunun yumruğunun ısısı. Çocuk sekiz ile on buçuk yaşları arasında, özgürlük çağında, ilk gençliğin baskısından önceki yaştadır. Frenk eriğini eline alır, ağzına yaklaştırır, ısırır. Meyve dilini çocuğun boğazının arkasına fırlatır, o da meyvenin vaat ettiği şeyi yutar.

102

Peki o vaat edilen şey nedir? Henüz adı konmamış, ama çocuğun yakında adını koyacağı bir şey. Şeker tadıyla ilgisi olmayan, uzayıp giden ve sonu gelmeyen bir dalla ilgili başka bir tatlılık duyar çocuk. Bu dal ancak çocuğun gözlerini yumduğu zaman görebileceği bir gövdeye aittir. Bu gövdenin daha üç uzantısı, bir boynu ve ayak bilekleri vardır. Tıpkı kendisininki gibi, ama tersyüz edilmiş bir gövdedir bu. Sonsuza uzanan dalın içinde akıp giden bir özsuyu vardır − çocuk bunu dişlerinin arasında tadabilir. Bu özsuyun adsız, rengi soluk ağacına çocuk kız-ağacı adını takar. Yüz frenk eriği içinde bir tanesinin bize bunu hatırlatması yeterince bir mutluluktu.

Kiraz Kirazda başka hiçbir meyvede olmayan bir ekşime tadı vardı. Ağacın dalından koparıldığında, kirazlar güneşi emmiş enzim tadındaydılar. Bu tat da kabuklarının o özel parlaklığıyla uyum içindeydi. Kiraz yediğinizde −toplandıktan bir saat sonra bile− kirazın tadı kendi çürümüşlüğünün tadıyla iç içe geçmiştir. Kiraz ister sarı, ister kırmızı olsun, o renkte her zaman kahverengi bir ton vardır. Sonunda yumuşayıp çürüyecekleri renktir bu. Kiraz insana serinlik verir, ama bu elmanınki gibi saflığından değil, ekşimesinin köpürmesiyle dilimizi çok az, neredeyse hissedilmeyecek kadar hafif gıdıklamasındandır.

103

Kiraz küçük bir meyve olduğundan, etinin azlığı ve kabuğunun inceliğinden ötürü, çekirdeği insana hep aykırı gelmiştir. Kiraz yediğiniz zaman içinden öyle bir çekirdek çıkacağını beklemezdiniz. Çekirdeği tükürüp attığınızda, içinden çıktığı meyvenin etiyle çok az bir ilişkisi olduğunu düşünürdünüz. Bu daha çok gövdenizde birikmiş bir tortuyu, kiraz yemeniz sonucu anlaşılmaz bir biçimde oluşmuş bir tortuyu andırırdı. Her kiraz yedikten sonra, ağzınızdan kirazdan bir diş tükürüp atardınız. Dudaklar yüzün öbür bölümlerinden değişik olarak, kirazlarda gördüğümüz parlaklığa ve yumuşaklığa sahiptir. Her ikisinin de derileri bir sıvının yüzeyi gibidir. Yüzeylerinin dokusuyla ilgili bir özelliktir bu. Belleğimizin bizi yanıltıp yanıltmadığını, ya da ölülerin bu konuyu abartıp abartmadıklarını anlamak için bir deneme yapın. Ağzınıza bir kiraz alın, ama ısırmayın, şimdi bir saniye geçmeden, bakın bakalım kirazın yoğunluğu, yumuşaklığı ve esnekliği onu kavrayan dudaklarınızınkine tam tamına nasıl benziyor.

Mürdüm E r i ğ i Koyu renkli, küçük, insan gözünden daha uzun olmayan yassı bir erik. Eylülde olgunlaştıklarında, ağacın üstünde, yaprakların arasından size bakarlar. Mürdüm erikleri. Olgunlaştıklarında, siyaha bakan morumsu bir renkleri vardır. A m a üstündeki kabukta, e ğ e r siz onu tutarken silmemişseniz, bir buğu olur, mavi odun dumanı renginde bir buğu. Bu iki renk bize aynı anda h e m boğulmayı, hem de

104

uçmayı düşündürür. Bu eriklerin soluk sarımtırak-yeşil etlerinin tadı hem tatlı, hem de buruktur, ö y l e ki pürtüklü bir tattır bu − sanki küçük bir testereyi dilinizle yavaşça yalıyormuş gibi hissedersiniz kendinizi. Mürdüm eriği frenk eriği gibi baştan çıkarıcı değildir. Mürdüm eriği ağaçları her zaman eve yakın dikilirdi. Kışın, pencereden dışarı bakarken her gün minicik kuşların gelip yiyecek aradıklarını, toplanıp dallara tünediklerini görürdük. İspinozlar, nar bülbülleri, baştankaralar, serçeler, arada bir de avlanan bir saksağan. İlkbaharda, ağaçlar çiçek açmadan, aynı küçük kuşlar gelip mürdüm eriği ağacına konar, orada öterlerdi. Mürdüm eriğinin bu şarkıların meyvesi olmasının bir başka nedeni daha var. Mürdüm eriği dolu fıçılarda meyveler mayalandığında, gnôle, erik rakısı, slivovitz dediğimiz yasak içkiler damıtırdık. Bu içkileri içtiğimiz küçük kadehlerin parıltısı bizlere ister istemez aşk, yalnızlık ve çilekeşlik şarkıları söyletirdi.

105

5 Islington

Islington ilçesi, son yirmi beş yılda rağbet kazandı. Ellili ve altmışlı yıllarda, Islington adı Londra'nın merkezinde ya da kuzeybatıdaki banliyölerde telaffuz edildiğinde uzak ve hafifçe şaibeli bir bölge gelirdi akla. Yoksul ve bu yüzden huzursuz bölgelerin, coğrafi olarak kent merkezine yakın oldukları zaman bile, müreffehleşen kesimin zihninde olduklarından daha uzaklara itilmeleri ilginçtir. Bir diğer bariz örnek New York'taki Harlem'dir. Bugün Londralılar için Islington eskiden olduğundan çok daha yakın. Uzak olduğu zamanlarda, kırk yıl kadar önce, Hubert oradan taraçalı, kanala doğru eğimli dar bir arka bahçesi olan küçük bir ev aldı. O dönemde Hubert de karısı da sanat okullarında yarı zamanlı ders veriyorlardı ve kazançları onlara ancak yetiyordu. A m a ev ucuzdu, tam kelepir. Islington'a taşınmışlar! demişti o zaman bir arkadaşım. Bu haber, günlerin belirgin bir şekilde kısalmaya başladığı sonbahar sonu ikindilerini getiriyordu akla. B i r tür kapanma, dışlanma çağrıştırıyordu. Kısa süre sonra yurtdışına taşındım. Yıllar içinde Londra'yı ziyaret ettiğimde Hubert'e bir arkadaşın evinde rast-

106

ladığım oluyordu ama −üç gün öncesine kadar− Islington' daki evine hiç gitmemiştim. 1943'te Londra'da aynı sanat okuluna gitmiştik. O tekstil tasarımı okuyordu bense resim, ama ortak derslerimiz de vardı: Canlı Çizim, Mimari Tarihi, İnsan Anatomisi. Bende iz bırakmasının nedeni ısrarlı titizliğiydi. Hiç şaşmadan kravat takardı. On dokuzuncu yüzyıldan kalma bir mücellite benzerdi. Tekrarlanıp duran modern şapşallıklardan mutsuz bir hayret duyuyor gibiydi ve tırnakları her zaman temizdi. Bense uzun siyah Romantik bir palto giyiyordum ve arabacıya benziyordum − yine on dokuzuncu yüzyıldan kalma. Bulabildiğim en siyah kömürle yapıyordum resimlerimi, savaş zamanıysa kömür bulmak hiç kolay değildi − 41 ya da 42 yılında kimin kömür yakmaya gücü vardı? Bazen öğretmeninkilerden birini yürütüyordum; mubah olan iki tip hırsızlık vardır: açlar için Yemek, sanatçı için Temel Malzemeler. Elbette ikimiz de birbirimize kuşkuyla yaklaşıyorduk. Hubert herhalde benim aşırı gösterişçi ve teşhircilik seviyesinde boşboğaz olduğumu düşünüyordu; o ise bana dudaklarını büzmüş bir seçkinci gibi görünüyordu. Yine de birbirimizi dinliyorduk ve bazen birlikte bira içiyor ya da bir elmayı paylaşıyorduk. İkimiz de öğrencilerin büyük bölümü tarafından kaçık addedildiğimizin farkındaydık. Her dakikamızı çalışmaya adadığımız için kaçıktık. Hemen hiçbir şey dikkatimizi dağıtamıyordu. Hubert aletini akort eden bir kemancının dikkatli tutuk hareketleriyle canlı modele bakarak çiziyordu; bense fırına girecek pizzanın üzerine domatesle peyniri atıveren ahçı yamağı gibi çiziyordum. Yaklaşımlarımız çok farklıydı. Yine

107

de saat başı mola verildiğinde ve model dinlenmeye çekildiğinde sadece ikimiz stüdyoda kalıp çalışmaya devam ediyorduk. Hubert genellikle resmini mükemmelleştirip bir dengeye getiriyordu. Bense kendiminkini büsbütün bozuyordum sıklıkla. Üç gün önce Islington'daki evin kapısını çaldığımda, geniş bir gülümsemeyle geldi ön kapıya. Sol kolunu hoşgeldin, selam dercesine ya da süvari komutanının adamlarına ileri derken yapacağı bir jestle başının üzerine kaldırmıştı. Askerlikten Hubert kadar uzağı az bulunur. Yine de bir komutan o. Yüzü zayıf ve kemikliydi, adeta kazırcasına tıraş edildiğinden tahriş olmuştu. Üzerinde bollaşmış bir fitilli kadife pantolon vardı, kalın siyah deri kemeri gevşemiş, neredeyse ceplerine kadar sarkmıştı. Zamanlaman mükemmel, dedi, su şimdi kaynamıştı. Sonra durup bir yorum yapmamı bekledi. Uzun zaman oldu, dedim. Bu sırada ilk alçak sahanlığa varmıştık. Hangi çaydan istersin: Earl Grey, Darjeeling, Yeşil Çay? Yeşil Çay. En sağlıklısı o, dedi, her gün ondan içiyorum ben. Çalışma odası kilimler, yastıklar, nesneler, ayak destekleri, porselenler, kuru çiçekler, koleksiyonlar, gravürler, kristal sürahiler, resimlerle doluydu. Yeni herhangi bir şeyi, kartpostal boyutlarını aşan herhangi bir şeyi odaya koymayı düşünmek güçtü, hiç yer yoktu. Yer açmak için herhangi bir şeyi dışarı atma ihtimalini de hayal etmek güçtü, çünkü her şey yıllar içinde aynı sevgi ve ihtimamla bulunmuş, seçilmiş, yerleştirilmişti. Yerine yakışmayan ya da tu-

108

haf kaçan tek b i r deniz kabuğu, mumluk, saat, tabure y o k tu. Şöminenin başındaki Regency koltuğuna oturmamı işaret etti eliyle. Kapının yanında asılı olan soyut suluboyanın kimin resmi olduğunu sordum. Gwen'inkilerden, dedi. Bunu ç o k severim. Gwen, gravür hocası olan karısı, on iki yıl ö n c e ölmüştü. Çekingen, ufak tefek bir kadındı, spor ayakkabılar giyer, kelebekbilimciye benzerdi. Nerede olursa olsun −hatta savaş zamanı bir Londra otobüsünde bile− elini şöyle b i r havaya kaldırsa bir kelebeğin gelip üstüne konacağını düşünürdüm. Hubert kapının yanındaki bir masanın üzerinde duran Derbyshire fincanına gümüş bir çaydanlıktan çay koydu ve bana getirmek için odanın içindeki bir sürü mobilyanın arasından manevralar yaparak geçti. Acaba kafasının içinde evdeki her odanın seyrüsefer haritası var mı diye merak ellim. Giriş katında yemek odasının da aynı şekilde tıklım tıkış olduğu çekmişti dikkatimi. Salatalıklı sandviç yapmıştım, ister miydin? diye sordu. Çok teşekkür ederim. Bir teyzem vardı, dedi, çay davetlerinin iki altın kuralı olduğunu söylerdi. Birincisi mutlaka salatalıklı sandviç ve pandispanya ikram edilmeli, ikincisi konuklar mutlaka altıdan önce kalkmak konusunda ısrarlı davranmalı ve bunu başarmalıdır... Arkamdaki rafta bir sarkaçlı saatin tiktaklarını duydum. Odada en az dört saat bulunuyordu. Sana sanat okulu günlerimize dair bir şey sormak isti-

109

yorum, dedim. Tiyatro Kostümü okuyan, hani bizimle aynı dönemden o kızı hatırlıyor musun? Hep Colette'le dolaşırdı. Colette! dedi Hubert, acaba o ne oldu? Her hafta yeni bir elbise giyip gelirdi, hatırlıyor musun? Çoğu zaman daha iğneleri üstünde olurdu. Guilford Place'teki odasında Colette'le birlikte kalırdı bu kız, dedim. Odaları birinci kattaydı, Coram's Fields'e bakardı. Kısa boylu, kalkık burunlu, büyük gözlü bir kızdı, biraz tombuldu. Hiç konuşkan değildi. Coram's Fields, dedi Hubert, geçen gün bir sergide onların resmini gördüm. Arturo di Stefano diye genç bir ressam yapmış. Çok, ç o k sıcak bir gün bir havuzun yanında suyla oynayan çocuklar. Çocukluğun −nasıl desem− sonsuzluğuyla dolu! O zamanlar havuz falan yoktu, dedim. Sadece tahtadan çakılmış bir orkestra platformu, bir de sabahları pencereden baktığımızda tepeden bize bakan yüksek ağaçlar. Hatırladığım kadarıyla ben hiç Colette'in oraya gitmedim, dedi Hubert. Ama kimden bahsettiğimi anladın, değil mi? Çerçeveci Joe'yla ilişkisi olan Pauline'den mi bahsediyorsun? Hayır, hayır, koyu renk saçlı, kısa koyu saçlı. Dişleri bembeyazdı. Biraz havalıydı, burnu havada dolaşırdı hep. Hani o adı iki n ile yazılan Jeanne'ı mı diyorsun? Jeanne uzun boyluydu! Bu kısa boylu, topluca, ufak tefek. Hafta sonlarında Newbury falan gibi havalı bir y e r e eve çıkardı. Newbury miydi acaba? Neyse, atlara ç o k düşkündü.

110

Adını niye bilmen gerekiyor? Uzun süredir adını hatırlamaya çalışıyorum ama bir türlü gelmiyor aklıma. Priscilla mıydı? Ç o k yaygın bir isimdi, onun için hatırlayamamam tuhaf. Muhtemelen evlenmiştir, o zamanlar sanat öğrencilerinin ç o ğ u evlenirdi, o zaman da soyadı değişmiştir. B a n a sadece ilk adı lazım. İzini mi bulmaya çalışıyorsun? Haziran ayında pazartesileri kırdan çilek getirir, bütün sınıfa dağıtırdı. Unutma, ölmüş olabilir. Sorabileceğim çok az insan kaldı artık, onun için sana geldim. Ya, ne yazık ki öyle. Pek kimse kalmadı. İşi nasıldı? Donuk. Yine de odadan içeri girer girmez bir üslup duygusu olduğunu anlardın. Parlardı. Hiçbir şey demezdi, parlardı. Üslup bana hep bir dizi yeteneğin mirası gibi gelmiştir. Ne kadar büyük olursa olsun tek bir yetenek üslup duygusuna yol açmaz. İlaçlarımdan birini aldım mı ben? Fazla konuşuyorum. İlaç aldığını görmedim. Keşke kim olduğunu çıkartabilsem. Korkarım bulamayacağım. Çıkmış aklımdan. O günlerde kimse şapka takmazdı, o takardı. Sanki at yarışlarına gidecekmiş gibi şapka takardı! Başının gerisinde hafif yana yatık... Hubert bir şey demedi. Bıraktım düşünsün. Sessizlik

111

sürdü. Hubert hep sessizliğe yatkındı − sanki hayat bir pamuk ipliğiyle bağlıydı da boş konuşma kopartacaktı bu ipliği. Gwen'in ölümünden beri karısıyla birlikte burada kurup sürdürdükleri düzenin hiç değişmemiş olduğunu hissedebiliyordum. Bu odanın hoşlandığı şey hâlâ aynıydı. Hadi yukarı çıkalım, dedi sonunda, sana St. Pauls'u, odamın penceresinden görünen harika St. Pauls manzarasını göstereyim. Yavaş yavaş çıktık merdivenleri. Dimdik duruyordu. İlk sahanlıkta durup şöyle dedi: Bu taraça 1840'lı yıllarda yapılmış, belediyede çalışan memurlar için. Tam Kral George tarzı yoksul evi, görebileceğin gibi. Ama yürümemiş. Bir nesil içinde hepsi pansiyona dönüştürülmüş, her katta bir ya da bir çift kiracı yaşamaya başlamış. Y ü z yıl kadar böyle sürmüş. Kırk yıl önce biz geldiğimizde, sokağın öbür tarafındaki evlerde elektrik bile yoktu. Sadece gaz ve parafin lambaları. Tırmandığımız merdivenin yanındaki duvarlara kumaş deseni taslakları ve pahalı görünen, bazıları İran işi gibi duran kumaş örnekleri asılmıştı. Biz satın almadan önce ev kerhane olarak çalışıyormuş, kuzeyden Londra'ya mal getiren kamyon şoförlerine hizmet veriyormuş. Banyoya gel. Şu denizkızlı aynayı görüyor musun? Eski kiracılar alt kattaki banyoda bırakmışlardı çıkarken, Gwen de ille kalsın istedi. Bazen içinde Beatrice'i görüyorum, derdi Gwen gülerek, bana el sallayan Beatrice'i! Beatrice fahişelerden biriydi, adı oturma odasındaki pervazlardan birine kazınmıştı. Hubert banyo duvarındaki aynayı düzeltirken aynada bir an için yüzünün yansımasını gördüm ve gençliğini ha-

112

tırladım. Belki ayna beneklenip kararmış olduğundan, aynaya yansıyan gözlerindeki ifade daha pırıltılıydı. Taşındığımızda hiç paramız yoktu, bu yüzden kendimize evi yapmanın tıpkı bahçe yapar gibi uzun süreceğini söyledik. Oda oda restore ettik evi, yedi oda var, kat be kat, yıl b e yıl. Üst katta Hubert beni yatak odasındaki terasa açılan kapı yüksekliğindeki kanatlı pencereye götürdü. Sardunyalara dikkat et, dedi. Her sabah sulayabilmek için burada tutuyorum onları. Ne kadar keskin bir kokuları var! Kanlı sardunya, dedi, Latincesi: Geranium s a n g u i n e -

um. Yapraklardan birini kopartıp kokladım. Bana onun saçını hatırlattı. Savaş sırasında sabun bulmak zordu, karaborsadan almazsanız şampuan da yoktu. Bu yüzden yeni yıkanmış s a ç kendisi gibi kokardı. Sabah yataktan kalkıp saçını yıkayışını hatırlıyorum. Yazdı, hava sıcaktı, camlar açıktı. Emaye bir sürahiyle su koyduğu emaye bir lavaboda yıkamıştı saçlarını. Colette'in dairesinde sıcak su yoktu. Sonra geri gelmişti, üzerinde sadece başına sardığı havlu, yanıma uzanmış ve saçının kurumasını beklemişti. St. Pauls gibisi yok! dedi Hubert. Üstelik rekor sürede inşa edilmiş, sadece otuz beş yıl! Çalışmalar 1666'daki büyük Londra yangınından dokuz sene sonra başlamış, 1710' da tamamlanmış. Christopher Wren hâlâ hayattaymış, başyapıtının açılışını görebilmiş. Neredeyse kelimesi kelimesine Mimarlık Tarihi dersinde ezberlemek zorunda kaldığımız bilgileri tekrarlıyordu.

113

Gidip katedrali çizmemiz de beklenirdi bizden. Nice hava saldırısından hasar almadan kurtulmuş, büyük bir yurtseverlik anıtına dönüşmüştü. Churchill onun önünde konuşurken filme alınmıştı. Mimari detaylarını çizerken arkasındaki göğün üzerine savaşçı Spitfire uçakları kondurmuştum. İlk defasında kararı veren ne o ne ben olmuştuk. B i r akşam dersinden sonra Colette'i ziyarete gitmiştim. Çorba içtik. Üçümüz konuşmaya daldık, vakit geç oldu. Hava saldırısı alarmı verildi. Işıkları söndürüp Coram's Fields'in ağaçlarının üzerinden gözyüzünü tarayan ışıldakları izlemek için pencereleri açtık. Görünüşe göre saldırı pek yakınlarda değildi. Burada kal, diye önerdi Colette. Dışarı çıkmaktan iyidir. Hep birlikte bu yatakta yatabiliriz, dört kişi bile alır. Öyle yaptık. Colette duvar kenarında yattı, o ortada, ben dış tarafta. Üzerimizdekilerden bazılarını çıkardık ama hepsini değil. Uyandığımızda Colette ekmek kızartıyor, fincanlara çay koyuyordu; kızla bense kollarımız bacaklarımız birbirine dolanmış, sarılmış durumdaydık. Bu duruma şaşırmadık, çünkü ikimiz de bundan daha şaşırtıcı bir şeyin farkına varmıştık: gece boyunca birbirimizin cinselliğini yatıştırmıştık, doyurarak ya da inkâr ederek değil, bugün bile adlandırması zor olan başka bir arzunun peşine düşerek. Klinik tanımların hiçbiri bu arzuyu tarife yetmiyor. Belki de sadece 1943 baharında, Londra'da vuku bulması mümkündü. Birbirimizin kollarında birlikte yola çıkmak, başka bir yere sevkolmak için bir yol bulmuştuk. Vücutlarımızı sanki kızak ya da kaykay inşa ediyormuşçasına birbirine bitiş-

114

tirmiş, ayarlamıştık. ( A m a kaykaylar çıkmamıştı o zamanlar.) Hedefimizin bir önemi yoktu. Her hareket e r o j e n bir bölgeye doğru olacaktı. Önemli olan ardımızda bıraktığımız mesafeydi. Her dil darbesiyle birbirimizi mesafeyle besledik. Tenlerimiz her değdiğinde bir ufuk umudu doğdu. Terastan Hubert'in yatak odasına döndüm ve buranın evin kalanından değişik olduğunu fark ettim. K ö ş e d e iki kişilik bir yatak vardı a m a Gwen hiç burada uyumamıştı. İğreti bir odaydı burası, sanki son on yıldır Hubert burada kamp yapıyordu. Duvarlar tümüyle bitki ve çiçek resimleriyle kaplanmıştı −çerçevelenmemiş baskılar, çizimler, fotoğraflar, kitaplardan koparılmış sayfalar− ve o kadar sıkışık asılmışlardı ki duvar kâğıdı gibi görünüyorlardı. Çoğu resim çivisiyle asılmıştı, yerlerini sürekli değiştirdiği izlenimine kapıldım. Yatağın altındaki terlikler ve yatakucundaki ilaçlar bir yana, öğrenci odası gibiydi. İlgilendiğimi fark edip çizimlerden birine işaret etti. belki kendi resimlerinden biriydi: Tuhaf çiçek, değil mi? Deminin doruğundaki minik bir ardıçın göğsü gibi! Kökeni Brezilya. İngilizcede doğumotu deniyor. Latincesi: Aristolochia elegans.

B i r yerlerde Lévi-Strauss

bitkilerin La-

tince adlarıyla ilgili bir şey söylemiş. Latince adın bitkiyi kişiselleştirdiğini söylemiş. Doğumotu, topu topu bir tür adı. Aristolochia elegans ise bir kişi, tek ve biricik.

Bah-

çende bu ottan olsa da kurusa, eğer Latince ismini biliyorsan yasını tutarsın. O y s a doğumotu diye biliyorsan yasını falan tutmazsın. Terasa açılan kanatlı pencerelerin önünde duruyordum. Kapatayım mı? diye sordum. Evet, kapat.

115

Hep pencereler kapalı mı uyuyorsun? Bunu sorman tuhaf, çünkü bu yakınlarda mesele olmaya başladı. Eskiden basitti: bütün gece açık bırakıyordum. Şimdi, tam yatağa girerken, pencereleri açıyorum. Ev o kadar dar ki pencereler kapanır kapanmaz havasız oluyor. Geçen gece ev yeniyken burada yaşamış olan memurları düşündüm. Bizimle kıyaslandığında, hayatlarında çok az alan vardı. Tıklım tıkış bürolar, tıklım tıkış atlı-otobüsler, tıklım tıkış caddeler, tıklım tıkış odalar. Sonra, sabaha karşı, daha tan ağarmadan kalkıp pencerelere gidiyorum ve kapatıyorum ki sabah sokak uyandığında gürültü gelmesin. Geç mi kalkıyorsun? Erken kalkıyorum, çok erken. Sanırım pencereleri kapatmamın sebebi her yeni günün başlangıcında biraz korunmaya ihtiyaç duymam. Epey bir süredir günü karşılayabilmek için sabahları biraz sükûnete ihtiyaç duyuyorum. Her gün yeniden yenilmez olmaya karar vermen gerekiyor. Anlıyorum. Acaba, John. Ben yapayalnız bir adamım. Gel, sana bahçeyi göstereyim. Daha önce hiç böyle bahçe görmemiştim. Hepsi canlılığını koruyan çalılar, çiçekler, makilerle doluydu ama öyle yakın ekilmişlerdi ki bahçeyi bilmeyen birinin aralarından geçecek yol bulması imkânsızdı. Kanala doğru tek bir patika uzanıyordu ve öyle dardı ki ancak yanlamasına yürünebilirdi patikadan aşağıya. Ancak yaprakların yoğunluğu bir cengeli değil, kapalı bir kitabı hatırlatıyordu, sayfa sayfa okunması gerekiyordu. Saraypatı, kış yasemini, p o n ponlu hatmiler ve patikanın kenarlarında hanım danteli diye bilinen şerit otları gördüm; bir de dil biçimindeki yap-

116

rakları, büyürken aldıkları şekille birbirinin alanını işgal etmiş bir sivrisinek otu vardı. Yapraklardan her biri çevresindeki yaprakların yanında, altında, üstünde, arasında ya da çevresinde ışık alacak, rüzgârla eğilebilecek, doğal yönünü arayabilecek şekilde gelişmişti. İçine girmesi imkânsız hale gelmiş olan bahçenin tümü de bu haldeydi. B i z geldiğimizde burada hiçbir şey yoktu, dedi Hubert. ot bile. Uzun yıllar terasa açılan bütün dairelerin çöplüğü vazifesi görmüştü. Kerhanenin arkasındaki çöplük. Eski küvetler, bir gaz sobası, parçalanmış bebek arabaları, hurda tavşan kafesleri. Şu üzümlerden tatsana. Bahçeyi komşununkinden ayıran tuğla duvarın üzerindeki asmaya doğru çıktı. Her üzüm salkımının üzerine kuşların yemesini engellemek için naylon torba geçirmişti. Uzun elini bu torbalardan birinin içine soktu ve parmaklarıyla birkaç küçük beyaz üzüm koparttı, buğulu bal rengi üzümler, avcuma koydu. Colette'in Guilford Place'teki dairesine bir sonraki gidişimde, geceyi orada geçireceğim baştan belliydi. Colette öteki odadaki bir yatağa yattı. Ben üzerimdekilerin hepsini çıkardım, o işlemeli bol geceliğini giydi. Yine geçen seferki şeyi keşfettik. Bir araya geldiğimizde, yola çıkabiliyorduk. Kemikten kemiğe, kıtadan kıtaya seyahat ettik. Bazen konuşuyorduk. Cümlelerle, güzel sözlerle değil. Beden parçalarının ve yerlerin adlarını söyleyerek. Tibya ve Timbuktu, Labya ve Laponya, Kulak deliği ve Bitek arazi. Beden parçalarının isimleri sevgi sözcükleri oldu, ülkelerin isimleri parola. Hayal görmüyorduk. Bedenlerimizin Vasco de Gama'sı olmuştuk sadece. Birbirimizin uykusuyla son derece yakından ilgileniyor, birbirimizi asla unutmuyorduk.

117

Derin derin uyurken nefesi çatlayan dalgalar gibiydi. Beni ta en dibe götürdün, dedi bana bir sabah. Sevgili olmadık, arkadaş bile sayılmazdık, pek az ortak yönümüz vardı. Ben atlarla ilgilenmiyordum, o da özgürlükçü basınla. Sanat okulunda karşılaştığımızda birbirimize söyleyecek söz bulamazdık. Umursamıyorduk bunu. Birbirimize hafif öpücükler verir −omuz ya da enseden, asla dudaktan değil− ve kendi yolumuza devam ederdik, aynı okulda tesadüfen birlikte çalışan yaşlıca bir çift gibi. Hava kararır kararmaz, fırsat bulduğumuz her seferinde buluşup aynı şeyi yapardık: geceyi birbirimizin kollarında geçirir ve böylece yola çıkar, başka bir yere giderdik. Mütemadiyen. Hubert sarı çiçekli bir demet dalı rafya parçalarıyla bir kafese bağlıyordu, elleri hafifçe titriyordu. Hava soğuyor, dedi, gel içeri girelim. Kapıyı arkamızdan kapatıp kilitledi. Burası çalışma odam −önünde sandalye duran büyük bir ahşap tezgâhı gösterdi başıyla− bu hafta bahçeden aldığım tohumları her birinin üzerinde hem yaygın adları hem Latince adları yazılı küçük paketlere koyacağım. Ara ara bitkilerden birinin Latincesine bakmam gerekiyor, hafızam artık eskisi gibi değil, ama neyse ki pek de sık gerekmiyor. Bu paketler ne olacak? diye soruyorum. Yolluyorum. Her sonbahar yapıyorum bunu. B a k şunlara. Siste-aşk. Nigella damascena. İki düzine paket. Yani satıyor musun? Hediye ediyorum. Hepsini mi! Yüzlerce paket var!

118

Kendisine "Canlan" adını veren bir dernek var, ihtiyacı olan kişilere −huzurevlerine, yetimhanelere, bekleme odalarına, mülteci kamplarına− tohum dağıtıyorlar, normalde çiçeksiz kalacak yerlerde çiçek olsun diye. Pek bir şey değişmiyor elbette, bunun farkındayım, ama hiç yoktan iyidir. Üstelik benim için de bahçenin keyfini paylaşmanın bir yolu. Zevk alıyorum. Sabıkalı ereksiyonlarım önceleri dikkatimizi dağıtıyordu ama sonra onları adlandırdı −onlara Londra diyelim! dedi− böylece yerlerini buldular ve onun terinin ıslak maya kokusundan, yuvarlak dizlerinden, makatındaki kıvırcık siyah tüylerden daha acil olmaktan çıktılar. Battaniyenin altındaki her şey bizi başka bir yere götürdü. Ve o yerde, hayatın boyutlarını keşfettik. Gün ışığında hayat genellikle küçük görünüyordu. Mesela Antikite sınıfında Roma heykellerinin alçı kalıplarını çıkartırken hayat çok küçük görünüyordu. Battaniyenin altında kız tabanlarıma ayak parmaklarıyla dokunuyor ve "Şam" diye göğüs geçiriyordu. Ben dişlerimle onun saçlarını tarıyor ve "Kafaderisi" diye tıslıyordum dişlerimin arasından. Derken bunlar ve buna benzer diğer hareketlerimiz giderek uzayıp yavaşlar ve tek bir uykuya birlikte teslim olurken, bedenlerimiz birbirlerine sundukları akla hayale sığmaz mesafeleri fark ediyordu ve yola çıkıyorduk. Sabahları hiçbir şey demiyorduk. Cümle kuramıyorduk. Ya o gidip saçlarını yıkardı, ya da ben yatağın ayak ucundaki pencereye gidip Coram's Fields'e bakardım, o da bana pantolonumu atardı. Esas derdim, dedi Hubert, şuradaki çekmecelerin içinde. B i z e doğru sessizce açılan metal bir çekmeceyi çekti.

119

Ç i f t emperyal boyda, mimari planları saklamak üzere yapılmış. Ç e k m e c e küçük soyut eskizler ve suluboya resimlerle doluydu, sanki belli mekânlardan türetilmiş gibiydiler. Belki mikroskobik, belki galaktik mekânlardan. Yollar. Yerellikler. Açılımlar. Engeller. Hepsi de ıslak boya ve gezgin çizgilerle çizilmiş. Hubert çekmeceyi hafifçe itti, çekmece rayına oturarak kapandı. Bir çekmece daha açtı −bir düzine kadar çekmece vardı− bu kez içinden resimler çıktı. Sert kurşun kalemle, bulutlarda ya da akarsuda görülen hızlı uçucu hareketlerle çizilmiş ayrıntılı resimler. Ne yapacağım bunları? Gwen'in işleri mi? Başıyla onaylıyor. Burada bırakırsam, ben öldükten sonra atılır.

Eğer

ayıklayıp bence en iyi olanlarını saklarsam, kalanları ne yapacağım? Yakacak mıyım? Sanat okuluna ya da kütüphaneye mi vereceğim? İlgilenmezler ki. Hayattayken Gwen h i ç adını duyurmaya çalışmadı. Sadece tutkuyla çizmeye, kendi deyişiyle "yakalamaya" bağlıydı, o kadar. Hemen her gün çizerdi. Kendisi de epeyce attı. Bu çekmecedekiler saklamak istedikleri. Üçüncü bir çekmece açtı, biraz kararsız kaldı, sonra hafifçe titreyen eliyle bir guvaş seçip havaya kaldırdı. Güzel, dedim. Ne yapacağım? Sürekli erteleyip duruyorum. E ğ e r bir şey yapmazsam hepsi atılacak sonunda. Zarflara koymalısın, dedim. Zarflara mı? Evet. Onları bir düzene sok. İstediğin gibi düzenle. Yıla göre, renge göre, tercihe göre, boyutlarına göre, havalarına

120

göre... Her bir zarfın üzerine Gwen'in adını ve hangi kategori olduğunu yaz. Biraz uzun sürecek. Tek bir resim bile yanlış zarfa girmemeli. Resimleri zarflara sırasıyla yerleştir; her resmin arkasına çok hafifçe sıra numarasını yaz. Neye göre sıralayacağım? Bilmiyorum. Kendin bulursun nasılsa. Bazı resimlerin daha önce gelmesi gerekir, her zaman da en son gelecek bir resim vardır, öyle değil mi? Sıra oluşur, merak etme. Ne olacak böyle zarflara koyunca? Kimbilir? Her halükârda daha iyi durumda olacaklar. Çizimler mi? Evet. Daha iyi durumda olacaklar. Yukarıdaki oturma odasındaki saatler çalmaya başladı. Gitmem lazım, dedim. Beni ön kapıya kadar geçirdi. Kapıyı açtıktan sonra dönüp sorarcasına bana baktı. Audrey değil miydi adı? Audrey! Audrey'di ya! Küçük komik bir şeydi, dedi Hubert. Sanırım birkaç sömestr sonra ayrıldı, bu yüzden gelmedi hemen aklıma. Uzun kalmadı bizimle birlikte. Doğru, şapka takardı. Dalgın dalgın gülümsedi, sevindiğimi anlamıştı. Vedalaştık. Audrey ile paylaştığımız adsız arzu, başladığı kadar anlaşılmaz bir şekilde bitti: Anlaşılmaz, çünkü ikimiz de bir açıklama bulmaya çalışmamıştık. Son yattığımızda (adını unutmuş olsam da aylardan haziran olduğunu ve gün boyu sandalet giymekten ayaklarının tozlandığını gayet net hatırlıyorum) yatağa önce o girdi; ben de içeri biraz hava girsin diye pencereyi açmak üzere karartma perdesinin ahşap

121

çerçevesini sökmek için pervaza tırmandım. Dışarıda ay ışığı vardı, Coram's Fields'in etrafındaki ağaçlar açıkça seçiliyordu. Her bir ayrıntıyı içinde beklenti de barındıran bir hazla içime çektim, beklentimin nedeni birkaç dakika içinde gecenin yolculuğuna koyulmadan önce ikimizin de birbirimizin gövdesinin her ayrıntısına dokunacak olmamızdı. Yatakta yanına süzüldüm, tek kelime etmeden arkasını döndü. Yatakta arkanı dönmenin yüzlerce yolu vardır. Çoğu davet edicidir, bazılarıyla ruhsuz. B i r de yanılgıya pay bırakmayacak şekilde refüze etmeyi ifade eden bir sırt dönme vardır. Sırt kemikleri zırh gibiydi. Uykuya dalamayacak kadar özlemiyle dolmuştum, o ise, sanırım, uyuyormuş gibi yapıyordu. Onunla tartışabilir ya da ensesinden öpmeye başlayabilirdim, a m a bizim tarzım ı z böyle değildi. Yavaş yavaş şaşkınlığım geçti ve kendimi müteşekkir hissettim. Ben de sırtımı döndüm ve bozuk yaylı yatakta tüm olup bitenler için şükran duyarak yattım. O esnada bir bomba düştü. Yakınımıza düşmüştü, Fields'in öteki tarafında camların sarsıldığını, uzaktan bağrışmalar geldiğini duyuyorduk. İkimiz de konuşmadık. Sırtı gevşedi. Eli elimi aradı, ikimiz de şükran dolu yattık öylece. Ertesi sabah giderken kahve fincanından kafasını kaldırmadı bile. Birkaç dakika önce, yapması gerekenin bu olduğuna ve geleceğimizin tamamen buna bağlı olduğuna karar vermişçesine dikmişti gözlerini fincanın içine. Hubert kapının eşiğinde duruyor; sol kolunu başının üzerine kaldırmış, birliklere dağılma emri veriyordu. Yüzü kırılgan ve yenilmezdi. Hava kararıyordu. Zarflarla ilgili önerini dinleyeceğim, diye seslendi arkamdan.

122

Tek başıma taraçalı evlerin önünden yolun aşağısına doğru yürüdüm. Uykunda bana pek çok ad taktın, dedi Audrey koluma girerken, en sevdiğim Dakar'dı. Dakar! diye tekrarladım, Yukarı Cadde'ye doğru dönerken. Başını omzuma yaslayış şeklinden öldüğünü anladım. İlk Kar ile kafiye yapıyor derdin, dedi.

123

6

Le Pont d'Arc

Şubat ayı. Gece hafif don yapıyor. Öğlen 21°C. Ardèche'in doğu yakasındaki Vogué köyünün üstünde bulutsuz gökyüzü. Taşan, taşları cilalayan, kaydıran suyun sesi. Girdaplarla dolu, hızlı akan, güneşte metalik bir görünüm alan nehrin eni yirmi metreden az. İnsanın hayalgücünü bir köpek gibi çekiştiriyor, yürüyüşe çıkmaya çağırıyor. Üç saatten kısa bir sürede altı metre kadar yükselebilen, kötü şöhretli bir nehir. Söylediklerine göre içinde turnabalığı var a m a sandre bulunmuyor. Nehrin yukarısına doğru gümüş yüzey boyunca dalış yapan kuşları izliyorum. Sabah kireçtaşı kayalarının altındaki kilisede Anne için dua etmeye gittim. Anne, arkadaş ı m Simon'un annesi, Cambridge'de bahçeli evinde ölmekte. Elimden gelseydi ona Ardèche'in tereddütsüz ama muğlak bir vaatle dolu sesini gönderirdim. Ardèche'in suları Bas Vivarais platosunda birçok mağara oymuş, ezelden beri bu mağaralar nice yiğide sığınak olmuş. Buraya gelirken yoldan "hiç parası olmayan ama bol zamanı bulunan" bir adamı alıyorum. Sanırım işini kaybetmiş. Ocak ayından beri bölgede dolaşıyor, akşamla-

124

rı bulduğu bir mağarada yatıyormuş. Yarın akıntıya karşı otuz kilometre aşağıdaki Chauvet mağarasını ziyaret edeceğim, son buzul çağından sonra ilk kez 1994'te yeniden keşfedilmiş. Orada dünyanın bilinen en eski mağara resimlerine, Lascaux ve Altamira resimlerinden en az 1 5 0 0 0 yıl daha eski olan resimlere bakacağım.

S o n buzul çağında, nispeten sıcak bir dönemde burası şimdikinden 3 ila 5 derece soğukmuş. Ağaçlar huş, İskoç çamı ve ardıç ağacından ibaretmiş. Faunada şimdi nesli tükenm i ş olan çok sayıda tür yaşıyormuş: mamutlar, megaseros geyikleri, yelesiz mağara aslanları, yaban öküzleri ve üç metre boyunda ayılar, ayrıca ren geyiği, dağ keçisi, bizon, gergedan ve vahşi atlar. Göçebe avcı-toplayıcılardan oluşan insan nüfusu seyrekmiş ve yirmi-yirmi beş kişilik gruplar halinde yaşıyormuş. Paleontologlar bu insanlara CroMagnon diyorlar, mesafe yaratan bir ad bu, oysa aramızdaki fark muhtemelen sandığımızdan çok daha az. Ne tarım varmış ne metalürji. Müzik ve ziynet eşyası varmış ama. Ortalama

yaşam süresi yirmi beşmiş.

Hayattayken bir arada yaşama ihtiyacı şimdiki gibiym i ş . Ancak Cro-Magnonların insanın ilk ve ebedi sorusu olan "Neredeyiz biz?"e verdikleri yanıt bizimkinden farklıymış. Göçebeler hayvanların yanında hayli azınlıkta kalan bir tür olduklarının acı bir şekilde farkındaymış. Onlar bir gezegene değil, hayvan yaşamının içine doğmuşlar. Cro-Magnonlar hayvanlara sahip değilmiş: Hayvanlar dünyanın ve etraflarındaki hiç durmayan evrenin sahipleriy-

125

miş. Her ufkun ardında hayvanlar çıkıyormuş karşılarına. Bununla birlikte hayvanlardan farklıymışlar. Ateş yakabiliyorlarmış, karanlıkta ışıkları varmış. Uzaktan öldürebiliyorlarmış. Elleriyle birçok şey yapabiliyorlarmış. Mamut dişleriyle dik tuttukları çadırlar kuruyorlarmış. Konuşuyorlarmış. Sayabiliyorlarmış. Su taşıyabiliyorlarmış. Ölümleri farklıymış. Azınlıkta oldukları için kendilerini hayvanlardan ayrı tutabiliyorlarmış, hayvanlar da onların bu ayrı duruşunu bağışlayabiliyormuş.

Ardeche vadisinin başında Pont d'Arc var, nehir tarafından oyulmuş, neredeyse simetrik 34 metre yüksekliğinde bir köprü. Köprünün güney yakasında, yıpranmış silueti köprüyü geçmek için yaklaşan pelerinli bir devi anımsatan yüksek bir kireçtaşı katmanı var. Siluetin arkasında, kayanın yüzeyinde, yağmurun boyadığı sarı ve kırmızı l e k e l e r − aşıboyası ve demir oksit. Dev gerçekten köprüyü geçmeye kalksa, cüssesi sayesinde hemen hemen anında kendisini karşı yarda, tepesinde Chauvet mağarası olan yükseltide bulurdu. Cro-Magnonlar zamanında köprü de dev de buradaydı. Şu farkla ki 3 0 0 0 0 yıl önce, resimler henüz çizilmekteyken, Ardèche kıvrılarak uçurumun dibine kadar geliyor, benim şu anda tırmanmakta olduğum doğal patikadan i s e türlerine göre toplaşmış hayvanlar nehrin suyundan i ç m e k için aşağıya doğru iniyorlardı. Mağara çok stratejik ve sihirli bir konumdaydı. Cro-Magnonlar bir Varış kültüründe korku ve hayret

126

içinde yaşıyor, pek çok gizemle yüz yüze kalıyorlardı. Kültürleri 2 0 0 0 0 yıl kadar sürdü. Biz ise şimdilik iki-üç yüzyıl kadar sürmüş olan bir biteviye Ayrılış ve İlerleme kültüründe yaşıyoruz. Bugünün kültürü, gizemlerle yüzleşmek yerine sürekli onları yenmeye çalışıyor.

Sessizlik. Kask lambamı söndürüyorum. Karanlık. Karanlıkta sessizlik bir ansiklopedi niteliğine bürünüyor, o zamandan bu yana olmuş bitmiş her şeyi sıkıştırarak içine sığdırıyor. Önümdeki kayada bir küme karemsi kırmızı benek var. Kırmızının tazeliği şaşırtıcı. Bir koku kadar, ya da haziran gecesinde gün batarken çiçeklerin büründüğü renk kadar mevcut ve oracıkta. Bu lekeler avuç içine kırmızı oksit pigmenti sürüp kayaya bastırarak yapılmıştı. Küçük parmağındaki hafif çıkıklık sayesinde ellerden biri teşhis edilebilmiş, aynı elin izi mağaranın başka yerlerinde de bulunmuştu. Başka bir kayadaki benzer lekeler, bir bizonun yandan görünüşüne benzer bir şekil çiziyor. Elin izleri hayvanın gövdesini dolduruyor. Karanlık. Kadınlar, erkekler ve çocuklar gelmezden önce (mağarada on bir yaşlarında bir çocuğun ayak izleri var) ve onlar ayrılıp gittikten sonra mağarada ayılar kalıyormuş. Belki kurtlar ve başka hayvanlar da varmış, ama göçebelerin mağarayı paylaşmak zorunda oldukları evsahipleri ayılarmış. Duvardan duvara baktıkça ayı pençelerinin izleri gö-

127

rülüyor. Ayakizleri bir ayının yavrusuyla birlikte, karanlıkta yolunu bulmaya çalışarak ilerlediğini gösteriyor. Mağaradaki odacıkların yaklaşık on beş metre yüksekliğiyle en büyük ve merkezi olanında, ayıların kış uykusuna yattıkları toprağın balçığında çok sayıda çukur ya da çöküntü bulunuyor. Burada yüz elli ayı kafatası bulunmuş. Bunlardan biri muhtemelen bir Cro-Magnon tarafından törensi bir şekilde mağaranın en dibindeki taş bir kaidenin üzerine yerleştirilmiş. Sessizlik.

Sessizlikte mekânın boyutları ve genişliği giderek daha çok önem kazanmaya başlıyor. Mağara yarım kilometre uzunluğunda ve bazı yerlerinde genişliği elli metreye kadar varıyor. Ancak geometrik ölçümlerin pek bir anlamı yok çünkü gövdemsi bir şeyin içindesiniz. Jeolojik diyagenez sürecinde oluşmuş olan sarkıt ve dikitler, üstündeki yumrularıyla kapanan duvarlar, geçitler, boşluklar şaşırtıcı bir şekilde bir insan ya da hayvan gövdesinin organlarına ve boşluklarına benziyor. Hepsinin ortak özelliği akan suyun yarattığı şekillere benzemeleri. Mağaranın renkleri de anatomik. Karbonat kayalar kemik ve işkembe renginde, dikitler kızıl ve bembeyaz, kalkit (kalsiyum karbonat) sarkıt ve taşlar turuncu ve sümüksü. Yüzeyler sanki balgam kaplı gibi ıslak. Dev bir sarkıt bir tür bağırsağa benzeyecek şekilde büyümüş (sarkıtlar bir yüzyılda bir santimetre hızıyla büyür) ve bir noktada minik bir mamutun bacakları, kuyruğu ve

128

gövdesini çağrıştıran bir biçim almış. Bu benzerlik kolayca gözden kaçabilir, onun için bir Cro-Magnon ressamı dört kısa kırmızı çizgiyle minik mamutu daha görünür kılmış. Üzerine resim yapılmaya müsait birçok duvar dokunulmadan bırakılmış. Mağarada çizilmiş olan 4 0 0 küsur hayvan tıpkı doğadaki gibi göze batmayacak şekilde dağılmış. Lascaux ya da Altamira'daki gibi resim sergileri yok burada. Daha fazla boşluk, daha fazla gizlilik, belki karanlıkla daha fazla suç ortaklığı var. Yine de, daha sonrakilerden 1 5 0 0 0 yıl kadar eski olan bu resimlerin çoğu, onlar kadar hünerli, gözlemci ve zarif. Anlaşılan sanat hemen ayakları üzerine dikilebilen bir tay gibi doğuyor. Sanat yapma yeteneği sanat ihtiyacına eşlik ediyor ikisi birlikte gelişiyor.

Alçak, fincan şeklinde −dört metre kadar çapında− bir küçük mağaracığa emekleyerek giriyorum; ve mağaracığın düzensiz kıvrımlı kenarlarında kırmızıyla çizilmiş üç ayı buluyorum: erkek, dişi ve yavruları, binlerce yıl sonra anlatılacak masalda olduğu gibi. Çömelip seyretmeye koyuluyorum. Üç ayı, arkalarında da iki küçük dağ keçisi. Ressam kömür meşalesinin kıpırdayan ışığında kaya ile konuşmuş. Duvardaki bir çıkıntı, sallanarak yürüyen ayının ön pençesinin müthiş bir ağırlıkla dışarıya doğru savrulmasına yol açmış. B i r çatlak, dağ keçisinin sırtını mükemmelen izlemiş. Sanatçı bu hayvanları mutlak ve yakın bir bilgiyle tanıyormuş; elleri karanlıkta görebiliyormuş onları. Taşın sanatçıya söylediği, hayvanların −varolan her şey gibi− taşın içinde oldukları ve sanatçının, parmağındaki

129

kırmızı boyasıyla, hayvanları taşın yüzeyine, zarımsı yüzeyine çıkmaya, bu yüzeye sürünüp kokularıyla onu lekelemeye ikna edebileceğiymiş. Bugün, havadaki nem yüzünden resim yapılan yüzeylerin çoğu zar kadar hassas bir hale gelmiş, bir bezle kolayca silinebilirler. Hürmetin nedeni bu.

Mağaradan çık ve akan zamanın rüzgâr gibi acelesine katıl. Yeniden adlar takın. Mağaranın içinde her şey anlık ve adsız. Mağaranın içinde korku var, ama korku bir korunma duygusuyla mükemmelen dengelenmiş. Cro-Magnonlar mağaranın içinde yaşamıyorlardı. Hakkında pek az şey bildiğimiz bazı törenlere katılmak için giriyorlardı mağaraya. Bir şekilde şamanist oldukları varsayımı akla uygun geliyor. Her defasında mağarada bulunan insan sayısı muhtemelen otuzu geçmiyordu. Hangi sıklıkta geliyorlardı? Burada sanatçılar nesiller boyu çalışmış mıydı? Yanıtsız sorular. Belki de buraya tehlike ile kurtuluş, korku ile korunma duygusu arasında mükemmel bir dengeye vardıkları özel anlar yaşamak için, bu anları hafızalarına kaydedip gitmek için geldiklerini varsaymakla yetinmeliyiz. İnsan bundan fazlasını umabilir mi bir andan? Chauvet'de resmedilen hayvanların çoğu gerçek hayatta korkutucu

hayvanlardı; ancak resmediliş tarzlarında

korkudan hiç iz yok. Saygı var, evet, kardeşçe, yakın bir saygı. Bu yüzden de her hayvan imgesinde bir insan varlığı mevcut. Hazla kendini gösteren bir varlık. Buradaki her

130

varlık insanda kendini rahat hissediyor − tuhaf bir ifade bu, ama su götürmez.

En dipteki odada − siyah kömürle çizilmiş iki aslan. Neredeyse gerçek boyutlarda. Yan yana profilden görünüyorlar, erkek arkada, dişi olan erkeğe paralel, ona boylu boyunca dokunuyor ve bana daha yakın. Tek, tamamlanmamış (ön ayaklarıyla arka pençeleri eksik, sanırım hiç çizilmemiş) ama bütünlüklü bir varoluş olarak buradalar. Doğal olarak aslan renginde olan etraflarındaki taş yüzey, aslana dönüşmüş. Bu iki aslanı çizmeye çalışıyorum. Dişi aslan hem erkeğin yanında, ona sürtünüyor, hem de onun içinde. Bu ikililik son derece kurnazca bir eksiltme sonucu ortaya çıkmış, iki hayvan aynı dış hat çizgisini paylaşıyor. B e l i , karnı ve göğüs çizgisini gösteren hat iki hayvana birden ait − onlar da bu hattı hayvani bir zarafetle paylaşıyorlar. Vücutlarının kalan kısmında hatlar ayrılıyor. Kuyruklarını, sırtlarını, enselerini, alınlarını ve burunlarını belirten çizgiler ayrı çizilmiş, ara ara birbirlerine yaklaşıyor, ayrılıyor, birleşip sonra farklı noktalarda sonlanıyorlar, ne de olsa erkek aslan dişiden çok daha uzun. Ayakta duran iki hayvan, erkek ve dişi, karınlarından, en hassas oldukları ve tüylerinin en az olduğu noktadan tek bir hatla birleşmişler. Emici Japon kâğıdı üzerine çiziyorum; bu kâğıdı seçtim çünkü siyah mürekkeple üzerine çizim yapmanın zorluğunun, beni sert kaya yüzeyine kömürle (mağarada yakı-

131

lıp elde edilmiş olan kömürle) çizmenin zorluğuna biraz yaklaştıracağını umuyorum. Her iki durumda da çizgi söz dinlemiyor. Biraz zorlayıp boyun eğdirmeniz gerekiyor.

İki ren geyiği ters yönlere doğru adım atıyorlar − doğuya ve batıya doğru. Ortak bir hat paylaşmıyorlar, daha ziyade üst üste çizilmişler yukarıdakinin ön ayakları alttakinin gövdesi üzerinde iri kaburgalar gibi duruyor. Ve birbirlerinden ayrılmaları mümkün değil, iki gövde aynı sekizgende birbirine kilitlenmiş, yukarıdakinin küçük kuyruğu aşağıdakinin

boynuzlarıyla

kafiye

yapıyor,

yukarıdakinin

hakkâk kalemi profilli uzun başı alttakinin arka bacağındaki ayak tarağına ıslık çalıyor. Tek bir işaret oluşturuyorlar ve çember şeklinde dans ediyorlar. Resim tamamlanmak üzereyken sanatçı kömür parçasını bırakmış, parmağıyla alttaki hayvanın karnı ve gerdanı boyunca koyu bir siyahlık (yüzdükten sonra saçın aldığı renk gibi) boyayıp yaymış. Sonra üstteki hayvanı da aynı şekilde boyamış, boyayı kayadaki beyazımsı tortuyla birleştirip biraz yumuşatmış. Çizerken, kendi kendime, geyiğin dansının gözle görünür ritmine boyun eğen elim belki de bu hayvanları ilk çizen elle birlikte dans ediyordur, diyorum. Bir çizgi çekilirken kırılıp yere düşmüş bir kömür parçasına rastgelmek hâlâ mümkün burada.

132

Chauvet'yi benzersiz kılan mağaranın bir tarihte dış dünyaya kapanmış olması. Esas giriş odasının tepesi −ki burası genişmiş ve güneş ışığı alıyormuş− 2 0 0 0 0 yıl önce ç ö k müş. O günden 1994'e kadar sanatçıların, ulaşabilecekleri en uç noktada olduğu için seslendikleri karanlık, arkadan girip yaptıkları her şeyi gömmüş ve korumuş. Sarkıt ve dikitler büyümeyi sürdürmüş. Yer yer kalkit tabakaları bazı ayrıntıları katarakt gibi kapatmış. Ancak çizilenlerin olağandışı tazeliği büyük ölçüde korunmuş. Bu tazelik de her türlü çizgisel zaman anlayışını sabote ediyor.

Pankreas ucuna benzeyen küçük bir kaya sarkıtına rastgeliyorum; üzerinde iki kırmızı resim var, büyük ihtimalle iki kelebek. Aklıma Cambridge'de ölmekte olan Anne geliyor. Kocası, Simon'un babası arkeoloji profesörüydü. Çok eskiden her yaz arka arkaya paleolitik kazı alanlarının yanında kamp yapardı. O halde, eğer tarihleme doğruysa, baktığın çizimler Willendorf'un oyma kadınıyla aynı zamandan kalma? Evet. Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa kırmızımsı kireçtaşından oyulmuş. Yanıltmıyor. Morfin insanın kafasını bulandırıyor. Taş balta bulmuşlar mı çok? Tam bilmiyorum. Galiba on iki kadar.

133

Taş baltaları simetrik olarak yapmak sanatın başlangıcı sayılır. Ben de onu demeye çalışıyorum. Anne'in şu anda, tam şu anda, yatağından kırmızı kelebekleri görebilmesini istiyorum.

Batıya yönelmiş birkaç sürü. Aralarında, küçücük çizilmiş yakın hayvanlar, uzaktaki devasa hayvanlara değiyorlar. Kuru mevsimde iyi hazırlanmış bir ateş tutuşturulduğu anda o kadar hızlı yayılır ki seyredenler havanın süpürülüp alındığını hisseder. Cro-Magnon resimleri sınırlara önem vermiyordu. Nereye gitmesi gerekiyorsa o yana doğru akıyor, orada zaten bulunan resimleri dolduruyor, çakışıyor, içlerine giriyordu; taşıdığı şeyin boyutlarını sürekli değiştiriyordu. CroMagnonlar nasıl bir hayali uzamda yaşıyordu? Göçebeler için geçmiş ve gelecek mefhumu başka bir yer deneyimine bağlıdır. G e ç i p gitmiş ya da beklenen bir şey başka bir yerde gizlidir. Avcı için de av için de gizlenmek sağ kalmanın ön koşulu. Hayat gizlenecek yer bulmaya bağlı. Her şey saklanıyor. Ortadan kaybolan gizlenmiş demektir. Bir yokluk −ölülerin çekip gitmesinde olduğu gibi− kayıp olarak yaşanıyor ama terk olarak değil. Ölüler başka bir yerde gizleniyor.

134

Gövdesi uzunluğunda kıvrımlı boynuzları olan bir e r k e k dağ keçisi beyazımsı bir kayaya kömürle çizilmiş. Ç i z g i l e rinin siyahlığını nasıl tanımlamalı? Karanlığı güven v e r i c i kılan bir siyahlık bu, ezelden ebede hat çeken bir siyahlık. Hafif bir yokuş tırmanıyor, adımları nazik, gövdesi yuvarlak, yüzü düz. Her çizgi iyi atılmış bir halat kadar gergin, resmin mükemmelen paylaşılan çifte bir enerjisi var: mevcut olmuş bir hayvanın enerjisi ile koluyla gözü hayvanı meşale ışığında çizen insanın enerjisi.

Bu kaya resimlerinin burada yapılmalarının nedeni, karanlıkta varolsunlar diyeydi. Karanlık için yapılmışlardı. Karanlıkta gizlenmişlerdi ki içerdikleri şey görünür her şeyden uzun yaşasın, hatta sağ kalma vaadi taşısın.

Resmettikleri şey bir harita gibi, diyor Anne. Ne haritası? Karanlıktaki ahbaplık. Neredeler? Burada, başka bir yerden gelerek...

135

7 Madrid

Arkadaşım Juan'ı bekliyorum, ama sanırım gecikecek. Oysa yaptığı heykeller hiç geç kalmaz; her zaman anlaşılmaz bir biçimde çoktan sözleşilen yerde olurlar. Juan küçük bir garajda arabanın altına yatan oto tamircisi gibi sırtüstü yatarak çalışır. Ancak işine ara verip ayağa kalktığı zaman saatine bakar. Kendisiyle Madrid'deki Ritz Otelinin giriş salonunda buluşmak üzere randevulaştık. Bu salonda uzun palmiye ağaçları ve salonun dibinde Velásquez'in adını verdikleri bir bar var. (Adamın fazla içki içtiğini de sanmıyorum doğrusu.) Duvarlar, sütunlar, limonluğun tavanı, her şey beyazımsı bir sarıya boyanmış. Boya üreticilerinin fildişi dedikleri renk değil, fillerin dişlerinin gerçek rengi − daha çok yaşlıların dişlerini hatırlatan bir renk bu. Tavanın yüksekliği üst üste bindirilmiş üç fil kadar var. İnsan sokaktan otele girip ardından çift kanatlı cam kapılar kapanır kapanmaz, burada paranın sağırlığının farkına varıyor; bir okyanusun derinliği gibi boş bir sessizlik olarak değil de bir çeşit tenhalık gibi hissedilen bir sessizlik.

136

Geniş, halı döşeli merdiven, ve üst katta, görüntüyü birkaç kat büyütse de her zaman olduğundan güzel g ö s t e ren tıraş aynalarıyla −kimbilir hangi optik laboratuvar bu sonucu alabilmek için kaç ay çalıştırılmıştır− süitler ve yatak odaları elle tutulurcasına sessiz. Salonda birtakım insanlar kendi aralarında konuşuyor olsalar bile, sesleri susturulmuş, tıpkı tepsilerinde şıngırdayan şampanya dolu kadehleri taşıyan iki garsonun eldivenli elleri gibi. Garsonların ellerinde beyaz eldivenler var. Akşamki davetin ilk konukları gelmeye başladılar. Bu davetin amacı yeni Venezüella ekonomisini tanıtmak; anlaşıldığına göre bu yeniliğin dayanağı da İspanyol yatırımcılar olacak. Buranın bu gözlerden uzak havası bana nedense gecekondu mahallelerinin ve hapisanelerin bitmez tükenmez vızıltısını hatırlatıyor. Davete katılan konukların çoğu otuzlu yaşlarda, yükselen dalgayı yakalayanlara özgü gülümseyişleri ve kontrollü bakışları olan ve eskiden gemilerin pruvalarında rastlanan figürler gibi gövdeleri öne eğik duran kimseler. Kimsenin konuşmadığı bu kısılmış sessizlik içinde kameramanlar ve gazeteciler, ellerinde mikrofonları, gelmeye söz veren yıldızları bekliyorlar. Benden uzak olmayan bir noktada, otelde kalan ve besbelli davetle hiç ilgisi olmayan üç müşteri iki kanapeyle bir büyük koltuğa yayılmış, evlerindeymiş gibi oturuyorlar. Belki evlerinden hiç ayrılmıyor, salyangozlar gibi sırtlarında taşıyorlar: uzun yıllar yaşayan ve eski zamanlardan kalma adları olan salyangozlar gibi. Garsonlar da, kameramanlar da onların bu yayılışlarını

137

saygıyla karşılıyorlar. İki kanapenin arasında, yerde, büyük bir Çin halısı var. Üçlü grubun içindeki adam, yaşça da en genç olanı, bu Çin halısının çevresinde ağır adımlarla yürüyor ve bir Küba purosu içiyor. Yeni ekonomiyi tanıtmak için oraya çağrılanların hepsi, kadını erkeğiyle, promosyon uzmanları; belki böyle öne eğilmelerini gerektiren de promosyonun yaratıcı çabası. Belki de, uzun bir günün sonunda, içlerinden biri b i r an kendi görüntüsünü yakalayıverir bir aynada, işte o zaman bu öne eğiliş elini ayağına dolaştıran bir panik −yüzüstü öne düşeceği korkusu− yaşatabilir ona! (Benzer bir panik bazen Parkinson hastalarının yüzlerinde de görülür.) Ama bu akşam beyaz eldivenli garsonların kendilerine tepsi içinde sundukları şampanya kadehlerini almak için öne eğilirken kendilerinden eminler. Küba purosu içen adam için puro içmek işlerin sürekli olarak kötüye gitme sürecini −hiç değilse bu sürecin farkına varmasını− bir çeşit geciktirme yolu. Karşımda, arkası dik bir sandalyede oturan genç bir kadın, kitap okuyor. O da benim gibi g e ç kalmış birisini bekliyor, ama benden daha sık kapıya bakıyor. Sanırım sevdiği birisini bekliyor, ama bu akşam gelip gelmeyeceğinden de emin değil. Hayal kırıklığının gittikçe arttığı okuduğu kitaba gittikçe daha az göz atmasından anlaşılıyor. Birden kitabı çat diye kapatıyor, ayağa kalkıp yıldızlar için hazırlanmış kamera ışıklarının arasından çıkıp gidiyor. Elinde sallanan oda anahtarıyla geniş merdivenden indiğini görüyorum onun. Elinde anahtar değil de, bir kuş tutuyor sanki. Başında ekose bir kep, sırtında tüvit bir c e k e t , ayağında golf pantolon, yün çoraplar ve spor ayakkabılar

138

var. Adı Tyler. İlk adı aklıma gelmiyor − belki de çok anlamlı olduğunu hatırladığım için. İlk adı −her ne idiyse− kendisiyle ilgili gizi, özellikle de yaşadığı yenilginin gizini çağrıştırırdı. Ben ona hep Efendim, derdim. Tyler şu anda merdivenden indi, kepini çıkardı ve salona giriyor. Ben onu bakışlarımla izlerken, o da b a ş k a bir yöne bakıyor. Her zaman gözlerini başka yöne çevirip soruları cevapsız bırakmakta çok yetenekliydi. Artık sevgilisini beklememeye karar veren kadının boşalttığı sandalyeyi seçiyor. Orada içki ve sandviç menüsünü alıp alnına yaklaştırarak kalın camlı gözlüğünün arkasından inceliyor. Çoğu zaman küçük bir şeyi −yarılanmış bir kalemi, ya da bir silgiyi− yere düşürdüğünde, yere eğilip ben arardım, çünkü o yere iyice eğilmeden göremezdi. Bir keresinde gözlüğünün çerçevesi kırılmıştı −çok soğuk bir kıştı− çerçeveyi eczaneden aldığımız bir flasterle ben tamir etmiştim. 1932 ya da 1933 yılında. Ben altı yaşındayken. Tyler şimdi seçtiği sandalyeyi beni göremeyeceği bir yöne çeviriyor ve garsona bir şeyler ısmarlıyor. Üçlünün

oturduğu

kanapelerden

birinde, iskeletten

farksız bacaklarını üst üste atmış, kavisli ayağının birinde pabucu sallanan, platin saçlı, seksenini geçmiş bir kadın uzanmış oturuyor. Puro içen adamın annesi olabilir. O da sigara içiyor, sigarası uzun bir ağızlığa takılı − böylece işlerin sürekli kötüye gitmesini geciktirmeye çalışıyor. Bu arada genç adamdan daha yaşlı ve b e l k i de onun annesi olduğundan, daha beterini görecek kadar uzun yaşamayacağından da emin. Pek çok ameliyattan sonra yüzünün ve boynunun derisi krepdöşin kâğıdına dönüşmüş. Başının, sigarasının du-

139

manını üfürürken, bir yastığa dayalı olduğunu görüyoruz. S o l kolunu kanepenin arkası boyunca uzatmış, kolunun etleri de üç kol kemiğinden öylece sarkmış. Koluna yarım düzine altın bilezik, boynuna da bir inci kolye takmış. İncilerin sahici olup olmadıklarını anlamak, kadının bir sirkten mi, yoksa bir şatodan mı geldiğini anlamak kadar güç. Her iki yer de, onun hâlâ yitirmediği ve tatmin etmeye kararlı olduğu iştahının gurur ve küçümseme dolu küstahlığına uyar. Belki de Aeaea adasındaki Kirke, yüzyıllar sonra Rönesans dönemi tablolarında gösterildiği gibi değil de, daha ç o k bu kadın gibiydi. Bu üçlünün üçüncü üyesi, hiç değilse bu akşam için kimbilir, belki de ömür boyu, Kirke'nin sırdaşı. Belki de onun kız kardeşi Pasiphae'dir, hani şu Girit'teki Boğa'yla yaşadığı aşk sonucu Minotaurus'u doğuran. Yaşını tahmin etmek olanaksız. Kanepenin yanındaki koca koltuğa iriliği yüzünden taşarcasına oturmuş. Kocaman gövdesi sanki zamanın ta kendisi. Yedi parmağında da yüzük var. Boynu ince bir kadının beli kadar kalın. Arada bir Kirke'ye koruyucu bakışlar fırlatıyor. Çevredekiler onun üstüne o kadar düşmedikleri için bakışlarında kız kardeşininki kadar küçümseme yok. Yalnız kendisine yaklaşanların farkına varıyor, bu yüzden kalabalığın içine çıktığında kendisine ağzı açık bakanların merakından kurtulmuş oluyor. Kendisini korkutan soruya nasıl cevap vereceğini de artık öğrendi: Ben neredeyim? Artık bunun cevabını ezbere biliyor: Buradayım. Kendi kendimin merkezindeyim. Bu da onun dünyaya tepeden bakışı. Garson Tyler'a bir buz kovası içinde bir şişe beyaz şa-

140

rap ve üstlerine maydanoz serpilmiş sandviçler getiriyor. Üç adamın eşlik ettiği, sırtı açık elbiseli bir kadın oyuncu salona giriyor. G ö z alıcı derecede gebe. Oradaki gazetecilerden birisinin sorusuna, yumuşacık karnına parmağıyla yavaşça bastırıp bir gamze yaparak, Haziranın ortasında, diye karşılık veriyor. Seyirciler alkışlıyor bu sözü. Bir garson bana bir şey isteyip istemediğimi soruyor. Siparişimi veriyorum. Biraz sonra Tyler'ın sesini duyuyorum: Üzülerek görüyorum ki, telaffuzunu düzeltememişsin. Eskiden İngilizceyi doğru dürüst konuşamazdın, şimdi de İspanyolcan o kadar parlak değil. Elimden geleni yapıyorum, efendim. Başkalarının nasıl konuştuğunu dinlemiyorsun ki. Kendine hiç, bak, bu adam ne güzel konuşuyor, ben de onu dinleyeyim de, onun gibi güzel konuşmayı öğreneyim demiyorsun. B e n hep birilerini dinliyorum, efendim. Yeterince sabretmiyorsun dinlerken. Saatlerce dinleyebilirim ben. Öyleyse telaffuzun neden bu kadar kötü? Ben konuşulan sözcükleri dinlemiyorum, efendim. Ben de bunu söylüyorum işte. Bu konuşma süresince Tyler bardağındaki şarabı yudumluyor ve bir saniye bile benden yana bakmıyor. Kirke ise belli bir ilgiyle Tyler'ı süzüyor. Herhalde onun kendisinin yarı yaşında olduğunu, ama açıkça tam bir beyefendi olduğu için bu farkı göz ardı edeceğini düşünüyor. Yeşil Kulübe'de Tyler bize eğer bir topu yakalamak istersek, bunu havadayken tutmaya çalışarak değil, gelişini izleyerek ve elimizi ona göre uzatarak başarabileceğimizi

141

anlatmıştı. Kulübe, damı oluklu demir levhalardan yapılmış, sonra da yeşile boyanmış bir binaydı. Doğru dürüst açılmayan bir kapısı ve üç küçük penceresi vardı. Binayı ısıtacak bir sistem olmadığı gibi, akar suyu da yoktu. Suyu Tyler'la ben her gün onun arabasıyla getirirdik. Tuvalet sorununu nasıl hallettiğimizi hatırlamıyorum. Belki de dışarda bir yerde toprak bir hela vardı. Öyle bir yere bir kere kustuğumu hatırlar gibiyim. Bir tarlanın kenarındaki bu kulübe bizim okulumuzdu. Ama kimse buraya okul demezdi, çünkü Tyler kesinlikle bir okul öğretmeni değil, bir eğitmen olduğunu söylerdi. Yeşil kulübedeki eğitmen. Otelin salonuna genç bir bakan geldi. Salonda başka kimlerin olduğuna bakıyor. Bir dakikaya kadar, hemen içeri girsin mi, yoksa Velásquez barında biraz beklesin mi diye karar verecek. Korumaları da salondaki, otelin girişindeki ve resepsiyondaki herkesi tek tek inceliyorlar. Onlar için bir yüzü tanımak, bir kişinin kimliğini saptamak o an tehlikeli bir vakit kaybı olabilir, çünkü kurşun, darbe dünyanın herhangi bir yerinden, herhangi bir kimseden gelebilir. Ben yazı yazmayı ilk olarak işte şu anda Madrid'de, Ritz Oteli'nin salonunda maydanozlu sandviçlerini yemekte olan Tyler'dan Yeşil Kulübe'de öğrendim. Daha önce yuvada A'dan Z'ye bütün harflerin nasıl yazılacağını öğrenmiştim. Bu harfleri âşık olduğum şımarık, sevimli, tombul öğretmenim Lilles'in yüzündeki benlere ve lekelere benzetirdim. Ama Yeşil Kulübe'deki ilk günümde Tyler'ın açıkladığı gibi, harfleri yazmak yazı yazmakla aynı şey değildi. Yazı yazmak demek kelimelerin yazımını harf harf bilmek, düz çizgi üstünde yazmak, kelimeler arasında boşluk bırakmak, onlara doğru eğimi vermek, sayfa kenarında boş-

142

luk bırakmak, harflerin büyüklüğünü bilmek, okunaklı olmasını sağlamak, kalemin ucunu temiz tutmak, hiçbir zaman kâğıtta leke yapmamak ve alıştırma defterine terbiyeli bir çocuk olduğunu yansıtmak demekti. Çeşitli ailelerden gelen altı erkek çocuğuyduk. Wood. Henry. Blagdon. Bowes-Lyon. Bir de adını unuttuğum bir çocuk. Her derste aynı küçük masaya otururduk. Tyler omuzlarımızın üzerinden yaptıklarımıza bakmadığı zamanlar, haftada iki kere marangozluk dersi yaptığımız tezgâhın arkasında dururdu. Çoğu eğitim kurumları gizemli yerlerdir, bu belki de öğrenimle çılgınlığın ortak bir yanı olduğunu gösterir. Yeşil Kulübe de bu kuralın dışına çıkmazdı. Ben bugün bile oranın ne zaman başladığını, ben oraya gitmeye başlamadan önce ne zamandır var olduğunu, Tyler'ın oraya nereden geldiğini bilmiyorum. Çocukları iyi okul sayılan okullara girebilsinler diye hazırlardı Tyler. Annemle babamın öbür çocukların aileleri gibi oraya para verdiklerini sanmıyorum. Kendisinin annemin işlettiği kahvede bedava yemek yediğini, buna karşılık da İngilizcemi ilerletmeme yardım ettiğini ve küçük bir centilmen sayılmam için beni yetiştirmeye çalıştığını sanıyorum. İkimiz de bunun umutsuz bir tasarı olduğunu biliyorduk. İki buçuk yıl onunla ders yaptım, bu da bizim sırrımız oldu, bizi garip bir şekilde bir çeşit suç ortağı kılan bir sır. Hayatını berbat edeceksin. Niçin, efendim? Çünkü testereyle düz bir şey kesemiyorsun. Tutması zor da, efendim. Zor, çünkü sen testerenin dişlerinden korkuyorsun da

143

ondan. Başparmağını koparacağından mı bu korku? Hayır, efendim. Öyleyse dümdüz kes şunu. Marangozluk dışında aritmetik, geometri, Latince, resim, Kraliyet Ailesinin Tarihi, coğrafya, fizik ve bahçecilik dersleri alıyorduk. Sümbül nasıl yazılır? Z ile değil, S ile efendim. Evet ama S'den sonra ne geliyor? Çok acelecisin, çok. Önce soruyu iyice düşün. Ş ö y l e bir tart bakalım. Kış aylarında Yeşil Kulübe'de biz altı çocuk soğuktan donardık. Oradan oraya gezdireceğiniz bir gaz sobasından başka bir şey yoktu. Bazı günler gaz sobasının deposu boş olurdu. Parasız değil de dalgın olduğunu sanalım diye gaz almayı unutmuş gibi yapardı. Burunlarımız kızarır, parmaklarımız soğuktan morarır, şortlarımızın ceplerine ıslak mendillerimizi tıkıştırırdık. Ocak ve şubat aylarında Tyler çoğu zaman gevşek örülmüş, renkleri bizi şaşırtan bir atkıyla gelirdi: üzerinde küçük pembe lekeler olan, beyaz ve leylak rengi − burnunuzun kanaması durduktan sonra sümkürdüğünüzde, mendilinizde göreceğiniz renkler. Kulübede öğleden sonraki dersler bitince, onun arabasıyla evine gider, oradan da bizim eve gitmek için otobüse binerdim. Arabasında onun yanında otururken atkısının yarısını bana verirdi. Nereden aldınız bunu, efendim? Çok soru soruyorsun. Kendine dikkat ç e k m e k için yapıyorsun bunu. Merak ettim, efendim. Senin merakının da sonu gelmiyor. Başının beladan kur-

144

tulmaması da bu yüzden. Atkının şu ucuna sarın, çeneni kapa, eldivenlerini de giy. Kirke oturduğu yerde doğruluyor, başını şöyle bir sallayıp saçlarını arkaya doğru savuruyor. Senyor, burdaki sandviçler hoşunuza gitti m i ? diye soruyor Tyler'a. Ekmek dilimleri biraz fazla ince kesilmiş, onun dışında fena değil, Senyora. Kadın Tyler'a arsızca bakıyor; Tyler'ın cevabının inceliği ve acıklılığı ona bu hakkı veriyor. Tyler'ın Austin 7 model bir arabası vardı. Bu arabanın katranlı muşambadan üstü gerektiğinde açılıp kapanabiliyordu. Kış sabahlarında Tyler arabayı krank koluyla çalıştırmak zorunda kalırdı. Bunun için ben motor çalıştığında sağ ayağım gaz pedalına uzanabilsin diye şoför koltuğunun ucuna otururdum. Bazen bu iş on dakikamızı alırdı. Ben titrerken onun da bıyıkları buz tutmaya başlardı. Tyler büyük bir evin alt katında kiraladığı iki odada otururdu. Evin bir gül bahçesi vardı, ama Tyler'ın o bahçeye girme hakkı yoktu. Evin sahibi dul bir kadındı. Arada bir onu kürk mantosu ya da çiçekli yazlık elbisesiyle geçerken görürdüm. O da Tyler gibi Katolikti ve Tyler'a o iki küçük odayı bu nedenle kiralamıştı. Tyler'ın arabasını garaja koyma izni vardı, ama hep belirli bir yere, evin arkasındaki mutfak kapısının yanında duran çöp tenekelerinin önüne. Biz yarın gidiyoruz, diyor Kirke, Tyler'ın tvit ceketinin omuzuna dokunarak, Huesca'ya gidiyoruz. Bana öyle geliyor ki, Senyor, Aragon'a bayılacaksınız. Belki siz de bizimle gelirsiniz?

145

Puro içen adam −eğer gerçekten sarışın kadının oğluysa, Telegonus− şimdi Pasiphae'nın koltuktan sıyrılıp ayağa kalkmasına yardım ediyor. Çok zor bir iş bu. Kadının ayağa kalkabilmesi için iki koltuk değneğinin de dirsek altlarına yerleştirilmesi gerekiyor. Ayağa kalkınca Tyler'a dönüyor kadın. Atlarımızı görmek sizin de hoşunuza gidecektir sanıyorum, diyor. B i r kez daha bu insanlar acaba bir sirkten mi, yoksa bir şatodan mı geliyorlar diye merak ediyorum. Tyler'ın kiraladığı iki oda tıpkı Yeşil Kulübe gibi sigara kokardı. De Resque Minor marka sigara içerdi. İki odanın da pencere içlerinde tahta kutularda çiçek yetiştirirdi. Şöminenin üstünde çoğu zaman su bardaklarına konmuş, üzerlerine titiz el yazısıyla adları yazılı birer etiket iliştirilmiş bitki çubukları olurdu: Kızıl Karanfil. Tatlı Sultan. Phlox. Hezaren Çiçeği. Bu çiçeklerden birinin bile Latince adını bilseydim, herhalde çok sevinirdi. A m a evinde ders yapmak söz konusu değildi. Bu yüzden hezaren çiçeği hezaren ç i ç e ğ i olarak kaldı. Yeşil Kulübe'de Tyler çalışkan olmamızı ve söz dinlememizi beklerdi bizden. En küçük kaytarmada cetvellerle alıştırma defterlerimizi koyduğu dolabın yanında asılı duran bir porsukağacı dalıyla sıkılı yumruklarımıza vurarak bizi cezalandırırdı. İki odalık evinde kaytarmamıza göz yumardı, orada yalnızca sessiz durmamızı ve ona dostluk etmemizi isterdi. Evindeki havagazı ocağında kızarttığı bir dilim ekmeğe arıcılık yapan b i r arkadaşının kendisine verdiği baldan sürer, bunu elle boyanmış bir tabakta bana i k r a m ederdi.

146

Bu tabağı bir arkadaşım boyamıştı, demişti, bitkiyi tanıdın mı? Daha çıkartamadım, efendim. Çilek ağacı dedikleri bir ağacın çiçeği. Çilek ağaçta mı oluyor, efendim? Tyler bu soruma cevap verme gereği bile duymadı. Tyler'ın kendisi de resim yapardı. Her zaman HB sertlikte bir kalemle. Tudor dönemi kulübeleri, kiliseler, bahçe girişleri, söğüt ağaçları, koyunlar, hezaren çiçekleri çizerdi. Bunların bazılarını kartpostallar üzerine çizmişti. Bunları satıyor musunuz, efendim? Bunları dostlarım için yapıyorum, böylece onlara küçük bir armağan vermiş oluyorum. Gaz ocağının önünde, ateşin karşısında hasır sandalyeye oturmuş bir yandan donmuş bacaklarımı oğuşturur, bir yandan da kızarmış ballı ekmeğimi yerken, kimse bu adama yardım edemez, derdim kendi kendime. Çok yaşlıydı ve her yanından kıllar fışkırıyordu. Pasiphae iki koltuk değneğiyle resepsiyona doğru gidiyor. Herkes ona yol açıyor ve soluklanmak için durduğunda, bir doğa olayıymış gibi çevresinden dolaşıyorlar Onlara bu rahatlığı veren Pasiphae'nin dünyaya tepeden bakışı. Bu kadın öldü mü? Sen kimden söz ediyorsun? diye sordu Tyler. Başımla yatağının yanıbaşında duran fotoğrafı gösterdim. Hiç, ama hiçbir zaman bir kimsenin yatağının yanındaki masada gördüğün bir şey hakkında konuşma, dedi. İstersen, al incele −çerçeveli fotoğrafı alıp elime tutuşturdu− istersen hafızanda tut, ama sakın bir şey söyleme, çünkü

147

söylenecek bir şey yoktur zaten. Hiçbir şey. Sonunda TV yıldızı geliyor. Otelin dışındaki i n s a n l a r onun yüzünü bir an için bile olsa görebilmek uğruna bir saattir sokakta bekliyorlardı. Küçücük bir kadın bu, d ü ş ü n düklerinden de küçük, kusursuz, kabarık siyah s a ç l a r ı , gümüş payetli bir giysisi var. Fotoğrafçıların flaşları h e r yandan patlıyor. Hepimiz −bu hazırlıksız ve ekranda y a y ı n l a n mayan anda− yıldızın ününün ötesinde bizi onunla e ş i t kılan bir şey bulmayı umuyoruz. Örneğin onun da b i z i m gibi yellendiği gerçeğini. Bu arada, bunun tam karşıtı b i r şeyin olmasını da bekliyoruz: kendisi o kadar m ü k e m m e l ki, onda tek bir insana gerekenden o kadar fazla m ü k e m m e l lik var ki, birazını da bize savursun istiyoruz! Tyler cebinden bir bloknot çıkarıp otelin salonundaki palmiye ağaçlarından birinin desenini çizmeye b a ş l ı y o r . İşte tam bu deseni çizmeye başladığı anda, o n u n yalnızlığının yoğunluğunu hatırlıyorum. Belki de b e n i m l e olduğu zaman, yaşımı da düşünecek olursak, bunu g i z l e m e gereğini duymuyordu. Aslında gözlüğü, gözlerindeki yalnızlığı daha da büyütüyordu. Bana yazmayı öğreten adam aynı zamanda hayatta onulmaz kayıpların ne olduğunu da anlamamı sağlayan ilk kişiydi. Pasiphae koltuk değnekleriyle Velásquez barından dönüyor. A c a b a orada bir içki içmiş midir? Koltuğuna yaklaştığında, eğilip oturması büyük bir sorun oluyor. Telegonus orada hazır, ama her iki yanında da birer erkek olması daha iyi olacak, bu yüzden kadın Tyler'a bir bakış fırlatıyor. O da hemen kadının yanına gelip kocaman ellerinden biriyle kadının hatırı sayılır irilikteki dirseğini tutuyor. Ressam mısınız, Senyor?

148

Hayır, Senyora, oyalanmak için yapıyorum bunları. TV yıldızı bir gitarcı eşliğinde şarkı söylemeye başlıyor. Ezgisi hem çok yeni, hem çok eski bir şarkı bu. Yalın bir söyleyişi var, gözleri neredeyse kapalı, gümüş kalçaları neredeyse hareketsiz, dudakları neredeyse mikrofona değecek. Bir ağacın gövdesine sevinç içinde bir genç kız adını kazıdı sensin benim kabuğumu bıçağıyla çizen... Tyler elli yaşlarında, İkinci Dünya Savaşı'ndan az sonra öldü. Ölümüyle ilgili olarak evdeki gaz ocağından, evin yanıp kül olmasından, ya da kapıları kapalı bir garajda motoru çalışan bir arabadan söz edenler oldu. Ayrıntıları hatırlamıyorum. Çünkü ayrıntılar ne olursa olsun, dünyada her şeyden çok niteliğe önem veren bu düzenli, titiz, huysuz, utangaç adam umursamazlık ve dikkatsizlik yüzünden ölmüştü − ya da kendi hayatına son vermişti. En iyisi ayrıntıları unutmak. Biz birazdan yola çıkıyoruz diye fısıldıyor Kirke, Tyler'ın dirseği dibinde. Araba büyük, bagajınız için bol bol yerimiz var. Fazla bir bagajım yok, Senyora. Demek bizimle gelip atlarımızın resimlerini yapacaksınız? diye soruyor Pasiphae. Bir resmi gölgelerken, kargacık burgacık çizgiler çizme. Anlaşıldı mı? Resme gölge vermek özen ister. Çizgi-

149

ler birer birer yan yana getirilir. Sonra yukarıdan aşağıya çekersin çizgileri, böylece çizgiler deseni örerek tamamlar. Fiil: örmek. Di'li geçmişin hikâyesi? Ördüydü, efendim. Juan arkamdan yaklaşıp elleriyle gözlerimi kapatıyor ve soruyor: Bil bakalım kimim?

150

8

Szum ve Ching

Vardık − eğer yanımdaysan. Daha fazla ilerlemeyeceğiz. Küçük Polonya denen yerdeki girişi basamaksız eve ulaştık.

Yol işaretlerinin bir masal anlattığını düşünürdüm sık sık: Çifte Kavşak, Sıçrayan Geyik, Dörtyol Ağzı, Hemzemin Geçit, Döner Kavşak, Heyelan Tehlikesi, Dik Yokuş, Başıboş Sürü, Tehlikeli Dönüş. Hayatın rizikolarıyla karşılaştırıldığında, bu uyarılar güven verici bir basitlikte geliyor insana. Berlin'den sonra doğuya doğru yol alırken gökyüzünde değişenin ne olduğunu anlatmak kolay değil. Ovanın düzlüğü karşısında dikey duran her şeyi farklı bir açıdan görmeye başlıyorsunuz: tahta çitler, tarlada durmuş bir adam, ara sıra karşınıza çıkan bir at, ormandaki ağaçlar... Gökyüzünde gördüğünüz mesafe artık aynı şeyden dem vurmuyor; burada, birkaç bin kilometre sonra, ovanın stepe dö-

151

nüşeceğini bildiriyor − stepte mesafeler dağlardaki yükseklik kadar tehlikeli ve meydan okuyucudur. Stepte ağaçlar daha dirençli ve daha ufak olur, tıpkı dağ tepelerindeki −örneğin güneydeki Karpatlar'daki− kışa dayanıklı kimi ağaçlar gibi. Stepte bir köpekten daha yüksek olmayan huş ağaçları vardır. Dağlardaki korkunç soğuğun nedeni yüksekliktir; stepte ise mesafe, kıtanın yatay yayılmışlığı. Oder'i geçtikten sonra henüz başgöstermese de bu mesafe, bu yayılma kendini hissettirmeye başlıyor. Gökyüzü yeryüzüne yeni bir teklifte bulunuyor.

Varşova ile Moskova'yı bağlayan ana yol boyunca doğuya doğru motorumla ilerliyorum. İki yöne doğru da yoğun bir trafik var. Birkaç yıl içinde burası otoyol olacak. Yol çeşitli ormanların kıyısından ya da içinden geçiyor. İçinde yaz ışığı yeşil yeşil parlayan kuzey ormanları; ladinlerin gövdeleri uzadıkça giderek daha tüylü bir turuncu renk alıyor. Balıklar için mercan neyse, kırmızı ladinlerin tepesi de kuşlar için aynı şey olmalı.

152

Hayatımıza giren hayatların sayısı hesap edilemez.

153

Yolun dönemecinde iki dirhem bir çekirdek giyinmiş genç kadınlar duruyor, kalçalarını çıkartmış, batıdan gelen şoförlere el ediyorlar. Eski, harap bir Mercedes 123 kullanan bir adam durmuş. Polonyalılar bu arabalara beczka, fıçı diyorlar. Ukraynalı şoför de fıçıya benziyor. Kızların çoğu Romanyalı. Hizmetleri dolar banknotlarıyla ödeniyor. Pekâlâ, diyor kız, parayı almak için elini uzatarak. Sonra, diyor adam, baştan para vermeyi reddederek. Adın ne senin? Sırtı açık elbisesiyle, omuzlarını silkiyor kız. Adam başparmağıyla göğsüne vurarak kendisini işaret ediyor. Mickhail, diyor, benim adım Mickhail. Seninki? Kız başını sallayıp dikiz aynasında yüzünü inceliyor. Adın ne? En iyisi geri çekilmek diye düşündüğü her seferinde kullandığı İngilizce cümleyle yanıtlıyor kız: I dunno (bilmiyom). Usanan şoför kapıyı açıyor, kız mecburen çıkıyor. Adam hemen, hızla yola atılıyor, lastikleri patinaj yaparak toz kaldırıyor. Ağaçların arkasından bir başka kadın çıkıyor yürüyerek. Başında tüylü bir kadife şapka olan yaşlıca bir adamın elinden tutuyor. İki kız bu küçük orman parçasında birlikte çalışıyorlar. Hey, Lenuta, diye sesleniyor yaşlı adamın yanındaki kız, Ukraynalıyla şansı yaver gitmeyen arkadaşına. Pezevenkler ne yapmış, biliyor musun? Ne? Arabasını çalmışlar. Adamı ormana götürüyorum, geri getiriyorum, bir bakıyoruz araba gitmiş. Yepyeni BMW 525.

154

Seni mi suçluyor? Adam Alman, kalp krizi geçirecek diye k o r k u y o r u m . Paranı ödedi mi? diye soruyor Lenuta. Öteki başıyla evet diyor E bırak o zaman! Öteki suratını asıp o m u z silkiyor. Bana ver o zaman, diyor Lenuta, git Janey'i g ö r − belki Evgen arabaya ne oldu biliyordur. Adam makilerin üzerine oturuyor. Gözlerini çizmelerine dikip elini kalbine bastırıyor. Lenuta a d a m ı n üzerine t ü y takılı şapkasını çıkarıyor ve kenarından t u t u p adamı yelpazelemeye başlıyor. Hava sıcaklığı 4 0 ° C .

Ormandan yanında k ü ç ü k bir çocukla yaşlı b i r kadın çıkıyor. Parmakları olduğu gibi mora b o y a n m ı ş . n a y l o n torba taşıyor. Böğürtlen toplamışlar.

Oğlan bir

B i r a z sonra

o ğ l a n topladıkları siyah meyveleri doldurdukları dört tane litrelik kavanozla yolun kenarına oturacak.

E t o l o g bir arkadaşım var. Çok uzun olmayan b i r süre önce, buradan 2 0 0 kilometre kadar doğuda kalan B i e l o w i e z a ormanında uzun yıllar kurtlarla çalıştı. Aylar b o y u n c a , kurtların

merakı temkinliliklerine galebe çalıp da onu kabul

e d i n c e y e kadar, sabırla ve korkusuzca k u r t l a r a yanaşmak i ç i n uğraşırdı. Arkadaşımın adı Despina. B i r defasında, sab a h erken vakitte a r k a d a ş ı n ı n S i b e r adını v e r d i ğ i sürübaşı

155

yanına gelip kendisini takip etmesini istediğini belli etmiş. Despina peşinden gitmiş. Siber arkadaşımı a ğ ı r ağır, takip ettiğinden emin olmak için arkasına baka b a k a ormanın çalılığından geçirip yavrulayan eşinin bulunduğu ine götürmüş. Yavrular o sırada iki haftalık olmuşlar ve o sabah ana kurt yavrularını ilk kez sürünün geri kalanıyla, Despina'nın önünde bekleyen üç diğer kurtla tanıştırmak için inlerinden çıkarmaya hazırlanıyormuş. Siber ve dişisi yavruları dışarıya çağırmışlar: Auuuu... auu... uuu. Yavrular tek tek çıkmış, gözleriyle etrafı araştırıyorlarmış. Kurt yavruları üç haftalık olduktan sonra sürülerine dahil olmayan herkesten şüphelenmeye başlarlar, dolayısıyla tanışmak için en uygun zaman buymuş. Siber, Despina'nın da bu ana tanık olmasını istemiş.

Kızlara fazla yaklaşma, diye uyarıyor ninesi böğürtlen satan torununu. Romen kızlardan uzak dur, yoksa arabadaki kadınlar kocalarının durmasına izin vermez. Bu memleketteki herkes bir şey satıyor ya da satmaya çalışıyor, Altmışlı yaşlarını süren adamlar akşama doğru büyük kentlerdeki kaldırımlara çıkıp üzerine POKOJE yazdıkları bir kartonu kaldırıyorlar. Oradan g e ç e n bir yolcuya küçük dairelerindeki ya da evlerindeki misafir odasını bir geceliğine satmaya çalışıyorlar. Her bir böğürtlen kavanozu sekiz zloti. BMW bulunmuş. Yaşlı Alman birkaç yüz zloti çıkarıyor cebinden. Tüy takılı şapkasını yine geçirmiş başına, lastikleri inceliyor − büyük ihtimalle değiştirilip değiştirilmediklerini anlamak için.

156

Yollar dümdüz, kentler arasındaki mesafeler uzun. Gökyüzü yeryüzüne yeni bir teklifte bulunuyor. Yüz elli yıl önce Kalisz ile Kielce arasında tek başıma yolculuk yaptığımı hayal ediyorum. İki isim arasında mutlaka bir üçüncü isim olacaktır: atının ismi. Atının ismi geride bıraktığın kentle yaklaştığın kentin ismi arasındaki sabit. Güneye Tarnow'a işaret eden bir levha görüyorum. On dokuzuncu yüzyılın sonunda, ilk modern Rembrandt resimleri koleksiyoncusu Abraham Bredius buradaki bir kalede bir tablo keşfetmişti. "Otelimin önünden geçen harika dört atlı arabayı görüp kapıcıdan arabanın birkaç gün önce kendisine yüklü bir drahoma getiren güzeller güzeli Kontes Potocka'yla nişanlanan Kont Tarnowski'ye ait olduğunu öğrendiğimde, bu adamın aynı zamanda büyük ustamızın en üstün yapıtlarından birinin şanslı sahibi olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu." Bredius otelden ayrılıp kontun şatosuna kadar trenle uzun ve zahmetli bir yolculuk yapmış − trenin miller boyunca yürüyüş hızıyla ilerlediğinden şikâyet ediyormuş. Şatoda hemen Rembrandt'ın olduğunu tahmin ettiği bir atlı tablosu dikkatini çekmiş, bunun bir yüzyıldır unutulmuş bir başyapıt olduğunu düşünmüş. Tabloya Polonyalı Süvari adını vermişler. Bugün kimse resmin ressam için kimi ya da neyi temsil ettiğini tam olarak bilemiyor. Süvarinin ceketi tipik Polonya işi − bir kontusz. Başındaki şapka da öyle. Muhteme-

157

len bu nedenle resim Amsterdam'dan bir Polonyalı soylu tarafından alınıp on sekizinci yüzyılın sonunda Polonya'ya götürülmüştü. Resmi ilk kez sonunda götürüldüğü New York'taki Frick Koleksiyonunda gördüğümde, Rembrandt'ın sevgili oğlu Titus'un portresi olabileceğini düşünmüştüm. Resim bana, evden ayrılmayla ilgili gibi gelmişti − hâlâ da öyle gelir. D a h a akademik bir yorum, resme esin verenin, Rembrandt'ın zamanında Amsterdam'da muhalif çevrelerde bir tür asi kahraman sayılan Polonyalı Jonaz Szlichtyng olduğunu öne sürüyor. Szlichtyng on altıncı yüzyılda İsa'nın Tanrı'nın oğlu olduğunu reddeden −çünkü oğlu olsaydı din tektanrılı olmaktan çıkardı− Sienalı teolog L e b o Sozznisi' yi izleyen bir tarikata dahildi. Eğer resim Jonaz Szlichtyng' den esinlenmişse, İsavari bir figür gösteriyor; bir adam, sadece bir insan, atına binmiş, kaderiyle yüzleşmek üzere yola çıkıyor.

Benden kaçabilecek kadar hızlı gittiğini mi sanıyorsun, diye soruyor bana, arabasını Kielce'deki ilk trafik ışığında yanıma çekerek. Ayakkabılarını çıkarıp atmış, arabayı çıplak ayak kullandığını fark ediyorum. Senden uzaklaşmaya çalışmıyorum, diyorum, sırtımı dikleştirip iki ayağımı birden yere basarak. Bu hız niye öyleyse? Cevap vermiyorum, cevabı biliyor nasılsa.

158

Hızda unutulmuş bir sevecenlik vardır. Araba kullanırken, başını bir santimetre bile oynatmak zorunda kalmadan ekrandaki göstergeleri görebilmek için sağ elini direksiyondan belli bir tarzda kaldırırdı. Elinin bu küçük hareketi orkestra karşısındaki büyük bir şefin hareketleri kadar temiz ve kesin olurdu. Bu kendinden emin halini çok severdim. Hayattayken ona Liz derdim, o da bana Met. Ona taktığım ismi severdi, çünkü hayatının o anına kadar böyle kaba saba bir takma ada karşılık vermesi akla hayale sığmaz bir şeydi. "Liz" bir yasanın çiğnenmesi anlamına geliyordu ki yasa çiğnemeye bayılırdı. Met, Saint Exupéry'nin romanlarından birindeki havacıya verilen isimdir. Galiba Gece Uçuşun'nda. O benden çok daha fazla kitap okumuştu ama ben de daha hayat adamıydım; belki bu nedenle bana bir seyrüsefercinin adını takmıştı. Bana Met demek aklına bir defasında Calabria' dan arabayla geçerken gelmişti. Arabadan her çıktığımızda başına geniş kenarlı bir şapka takıyordu. Güneşte yanmaktan nefret ederdi. Cildi Velásquez"in zamanındaki İspanyol kraliyet ailesininki kadar beyazdı. Bizi bir araya getiren neydi? Yüzeysel bir bakışla, merak − yaşımız dahil her konuda birbirimizden apaçık bir şekilde farklıydık. Birlikte pek çok ilk yaşamıştık. Ama daha derinden bakıldığında, bizi bir araya getiren aynı hüznün sözsüz kabulüydü. Kendimize acımıyorduk. Bende en ufak bir kendine acıma sezmiş olsaydı bunu hemen kesip atardı. Bana gelince, söylediğim gibi, onun kendinden emin olu-

159

şunu severdim, kendine acımayla bir arada olmaz bu özellik. Bizimkisi dolunaydaki bir köpeğin çılgın uluması gibi bir hüzündü. İkimiz de farklı farklı nedenlerle, birazcık umutla yaşamak için mutlaka üslup gerektiğine inanıyorduk, ya umutlu yaşardın ya da umutsuzluk içinde. Arası yoktu. Üslup? Belli bir hafiflik. Belli hareketleri ya da tepkileri devre dışı bırakan bir utanç duygusu. B i r zarafet teşebbüsü. Her şeye rağmen bir melodinin aranabileceğine ve belki de bulunabileceğine dair inancını korumak. Ancak üslup belli belirsizdir. İnsanın içinden gelir. Gidip bir yerden alamazsınız. Üslup ile modanın ortak bir rüyası olabilir, ama farklı yaratılmışlardır. Üslup görünmez bir vaade dairdir. Bu yüzden de dayanıklılık ve zamanla uzlaşma yeteneği gerektirir ve bu yeteneği geliştirir. Üslup müziğe çok benzer. Gecelerimizi konuşmadan Bartók, Walton, Britten, Şostakoviç, Chopin, Beethoven dinleyerek geçiriyorduk. Yüzlerce gece. 33'lük plakların zamanıydı, arka yüzünü elle çevirmeniz gerekenlerin. Plağın arkasını çevirip elmas uçlu pikap iğnesini yavaşça üzerine indirdiğimiz anlar, şükran ve beklenti dolu, sanrılı bolluk anlarıydı; bu anları ancak birimiz diğerinin üzerinde, yine tek kelime etmeden seviştiğimiz anlarla karşılaştırabilirim. O halde neden uluyorduk? Üslup insanın içinden gelir ama güvenini başka bir zamandan alıp bugüne ödünç vermelidir, ödünç alan da o zamana bir rehin bırakmalıdır. Tutkulu bugün, üslup için hep çok kısadır. Aristokrat olan Liz geçmişten ödünç alıyordu, ben ise devrimci bir gelecekten. Üsluplarımız şaşırtıcı derecede benzerdi. Giyim ku-

160

şamdan ya da markalardan bahsetmiyorum. Yağmurda sırılsıklam bir ormanın içinden yürürken, ya da sabaha karşı Milano'nun merkezi tren istasyonuna varırken nasıl olduğumuzu hatırlıyorum. Çok yakın. Yine de birbirimizin gözlerinin derinliklerine, bunun içerdiği riskleri bal gibi bildiğimiz halde inkâr ederek baktığımızda, ödünç aldığımız zamanların kuruntudan ibaret olduğunu fark etmeye başlardık. Hüzün buydu. Köpeğin ulumasına yol açan buydu.

Trafik ışığı yeşile dönüyor. Onu geçiyorum, arkamdan geliyor. Kielce'yi geride bıraktığımızda, duracağımı belirten bir işaret veriyorum. Bir öncekinden daha karanlık bir ormanın kenarında araçlarımızı sağa çekiyoruz. Arabasının camını indirmiş bile. Kulağının arkasına doğru attığı şakaklarındaki incecik saçlar narin bir şekilde karışmış. Narin bir şekilde çünkü parmaklarımla bu saçları açmak için nazik davranmam gerekecek. Torpido gözünün etrafına farklı renklerde tüyler yapıştırmış. Met, diyor, hatırlıyor musun, günler boyunca Tarih'in bayağılığından azade kalırdık. Bir süre sonra, sen beni terk edip giderdin, tekrar tekrar. Müptelaydın. Neye? Müptelaydın -tüylerden bazılarına parmaklarıyla dokunuyor- tarih yapma müptelasıydın, tarihi yaptıklarına inananların ta başından iktidara el koyduklarını, ya da koyduklarını hayal ettiklerini göz ardı etmeyi seçiyordun, oysa bu iktidar, gün gibi açık ki Met, onların başını döndü-

161

recektir. Bir-iki yıl içinde ne yaptıklarını bilmez hale gelecekler. Elini bacağının üzerine bırakıyor. Tarihe tahammül etmek gerekir, diye devam ediyor, kendisi de −Tanrı bilir neden− yenilmez olan bir gururla, tuhaf bir gururla tahammül etmek gerekir. Avrupa'da Polonyalılar bu tahammülün yüzlerce yıllık uzmanıdırlar. Onları bunun için severim. Savaşta 303. Hava Filosu'ndan pilotlarla tanıştığımdan beri severim onları. Onları hiç sorgulamadım, sadece dinledim. Davet ettikleri zaman da dans ettim onlarla. Taze tomruk yüklenmiş bir yük arabası ormandan dışarı çıkıyor. Atlar köpük ve ter içinde, çünkü arabanın tekerlekleri orman yolundaki yumuşak toprağa saplanıyor. Buranın ruhunun atlarla çok alakası var, diyor gülerek. Ve sen, şu meşhur tarihsel yasalarınla sen, bir atla nasıl baş edeceğini Troçki'den daha iyi bilmiyordun! Belki bir gün −kimbilir?− belki bir gün şu ünlü tarihsel yasaların olmaksızın kollarıma dönersin. Tanımlayamayacağım bir el hareketi yapıyor. Sade bir tavırla başını yatırıyor, öyle ki saçını ve ensesini görebiliyorum. Kendine bir mezar kitabesi seçecek olsaydın? diye soruyor. Kitabemi seçecek olsaydım, Polonyalı Süvariyi isterdim. Kitaben için bir resim seçemezsin! Seçemez miyim?

162

İnsanın ayağından çizmelerini çıkartacak birinin olması harika bir şey. "Kadın adamın çizmelerini nasıl çıkartacağını iyi biliyor", atasözü haline gelmiş bir R u s iltifatıdır. Bu akşam çizmelerimi kendim çıkartıyorum. Çıktıklarında, motosiklet çizmeleri olduklarından, farklı duruyorlar. Farklı olmalarının nedeni korunma sağlamak için belli yerlerinde metal olması değil; gaz pedalına basarken oluşan yıpranmayı engellemek için burna doğru eklenmiş olan deri parçası ya da sürücü arkadaki araçtan far ışıkları vurduğunda rahat görünsün diye bilek hizasına konmuş fosforlu şerit de değil farklılığı yaratan; çıkardığımda birlikte kat ettiğimiz binlerce kilometrenin yanına adım attığımı hissettiğim için farklılar. Sanki çocukluğumda beni büyülemiş olan yedi arşın çizmeleri bunlar. Yanımda her yere götürmek isterdim o çizmeleri, çünkü daha o zamandan yolları düşlemeye başlamıştım, oysa ödümü patlatırdı yol.

Polonyalı Süvari tablosunu bir çocuğun seveceği gibi seviyorum, çünkü bu tablo pek çok şey görüp geçirmiş ve asla yatağa gitmek istemeyen yaşlı bir adamın anlattığı hikâyenin başlangıcı. Süvariyi bir kadının seveceği gibi seviyorum: cesareti, küstahlığı, kırılganlığı, bacaklarının gücüyle. Liz haklıydı. Burada düşlerden pek ç o k at geçiyor. 1939'da kılıç kuşanmış Polonyalı süvari birlikleri ülkelerini işgal eden panzerli birliklerin tanklarına saldırdı. On yedinci yüzyılda "Kanatlı Süvariler" doğu ovalarının intikamcı melekleri olarak korku salardı. Ancak atın askeri

163

güçten öte anlamları da vardır. Polonyalılar yüzyıllar boyunca seyahate ya da göçe zorlanmıştır. Doğal sınırları bulunmayan topraklarında yollar bitip tükenmeden uzar. Polonyalıların gövdelerinde ve giyiniş tarzlarında atçılıktan kalan alışkanlıklar hâlâ kendini belli ediyor bazen. Varşova'daki bir pizza tezgâhında oturup pepsi k o l a içen, ömürlerinde hiç ata binmemiş, hatta ata dokunmamış insanlara bakarken aklıma sağ ayağı üzengiye atıp solunu atın üzerinden aşırtma hareketi geliyor. Polonyalı Süvari'nin atını kendi atını kaybetmiş de yerine yenisi verilmiş bir atçının seveceği gibi seviyorum. Hediye atın dişleri biraz uzun −Polonyalılar bu aksaklığa szkapa der− ama sadakati kanıtlanmış bir hayvan. Ve son olarak, manzaranın çağrısını seviyorum −yolu nereye çıkarsa çıksın.

Yol, Ukrayna sınırının yirmi kilometre berisinde, Küçük Polonya denen bölgenin güneydoğusundaki Görecko köyüne çıkıyor. Köy yolu toz ve taştan oluşmuş. İki dükkân var,

orma-

nın içinde açılmış bir yolun sonunda da bir kilise. Köyün merkezine doğru, Meryem'e adanmış bir tapınağın yakınlarında, baharda yaban kuşkonmazlarının bittiği yerde yeşil suyla dolu küçük bir depo var. Köylüler 1960'lı yıllarda köye elektrik getirmek için yerel papazın yaptığı minyatür hidroelektrik planı uyarınca bu su deposunu kazıp açmışlar. Plan çalışmamış, ama Kilise'nin Sovyetler + Elektrik = Komünizm formülüne burnunu sokması yetkilileri, muhte-

164

melen normalde yapacaklarından çok daha hızlı bir şekilde köye ulusal şebekeden elektrik vermeye mecbur bırakmış. Şimdilerde, dolap beygirlerinden biri azdığında köylüler hayvanı su deposuna sokup sakinleşene kadar birkaç saat bekletiyorlar. Evlerin çoğu, bacası çatının ortasına dikilmiş, içinde tek bir soba yanan (kışın sıcaklık -20°C'lere kadar iniyor) iki odadan müteşekkil ahşap çata'lar. Dört küçük pencere çift camlı − genellikle iki camın arasına sevgiyle bir saksı bitkisi yerleştirilmiş oluyor. Bahçeler tahta çitlerle çevrelenmiş, içlerinde pancar, lahana, patates, pırasa yetiştiriliyor. Çata'lardan bazıları genişletilip yeniden yapılmış, içlerine kalorifer yerleştirilmiş, ahşap direkli revaklar eklenmiş. Paylarına düşen toprak miktarı değişmeden kalmış ama; dedelerinin ninelerinin evlerini iyileştirmek için gereken para ise Almanya'da ya da Şikago'da kazanılmış. Arkadaşım Mirek'in evi ana yolun öteki yanında, köyün biraz uzağında. Geçtiğimiz yedi yıl boyunca Mirek, kaçak göçmen olarak bulunduğu Paris'te inşaatlarda çalıştı. Orman mühendisliği eğitimi almış. Ormanda ondan çok şey öğrendim. Normalde hızlı yürür, tıpkı arabayı da hızlı sürdüğü gibi. Tehlikeli kullanmaz, zaten yeterince tehlike olduğunun farkındadır. Büyük elleri, geniş omuzlarıyla itip geçmeyi düşüneceğiniz biri değildir. Ama gözleri, sizi şaşırtır; içlerinde düşünceli, neredeyse mütereddit bir sorgulama vardır. Kadınlarla şansının bu kadar yaver gitmesini acaba bu sorgulamaya mı borçlu? Vaatlerde bulunmamız gerekir, demişti bana bir gün, vaatler olmazsa hayat hepimiz için ç o k zordur; ama inanmadığın bir vaatte bulunursan, sayıl-

165

maz. Belki de bu yüzden eylemi söze tercih ediyor. Dediğim gibi, normalde hızlı yürür. O sabah, adımlarını yavaşlatmıştı ve ara ara toprağa çömelip çam ağaçlarının arasındaki toprağı inceliyordu. Sana Karınca Aslanı'nı göstermek istiyorum, dedi, buralarda olmalı. Bir tür karınca mı? Hayır kurtçuk, larva. Tırnak kadardır. Kanatları çıktığında yusufçuğa benzer, saten gibi ipeksidir. Çamların arasında arandığı toprak kumlu ve güneşliydi. Bulamadı. Bir ağaç gövdesine yaklaşıp yapışkan, kesik yüzeye dokundu. Tam oprinka

miodowa'lık

bir yer. Derin ormanın

tadını taşıyan mantarlar bunlar, dedi. Pişirmesini bilselerdi yaban domuzları yerlerdi bu mantarları. Acı tadından kurtulmak için bir dakika kadar haşlayacaksın −saplarını katma, ince ama ipliksidirler− sonra taze kremayla servis et! Bunu söylerken gülümsüyordu. Mirek'i en çok gülümseten günlük hayatın rutinlerinden ve sıkıcı kurallarından kurtulmanın hazzıdır, gülümsemesi genişledikçe sonunda gülmeye başlar. Bir kaçak avcının gözüne ve hayal gücüne sahiptir. Yarım saat kadar sessizce ilerledik. Aniden durdu, diz çöküp kumda açılmış fincan tabağı çapındaki küçük krateri gösterdi. Giderek daralan bir huni şeklindeydi. Başıyla kıskaçlarını gördün mü? Kumlara gizlenmiş, tünelden kayıp ağzına düşecek karıncayı bekliyor! Karınca aslanı! Önce yerde bir daire çizer, diye açıkladı Mirek, geri geri giderek çizer daireyi, arka ayakları kazıcı olacak şekilde evrimleştiğinden öne doğru ilerleyemez. Çıkardığı kumu başının hızlı bir hareketiyle yana atar. Sonra daha küçük ve daha derin bir daire daha çizer. Bu şekilde gide-

166

rek daha dar ve derin daireler çize çize en dibe ulaşıp buraya sotalanır. B i r karınca bu kayan toprağa düştüğünde kurtulamaz. Eğer günler boyunca bir şey yiyememiş de çok acıkmışsa karınca aslanı aynı anda birçok karıncanın içeri düşmesini sağlayacak kadar geniş bir çember çizer. Çok aç değilse daha küçük bir çember. Menüsünü kuma yazar! Mirek'in gülümsemesi kahkahaya dönüşüyor, sonra sanki nasıl olup da her şeyin bu şekilde olup bittiğinin sırrını çözmek istermişçesine gökyüzüne bakıyor.

Mirek'inki gibi bir ev daha görmedim. Belki de yeterince yakından tanıdığınız her ev için aynı şeyi söyleyebilirsiniz. Neyse, neyle karşılaşacağımı biliyorum. Yolun yanındaki ot bürümüş patikayı izliyorum, çayın üzerindeki kalaslardan yapılmış köprüyü geçiyorum, kapının solundaki, üzerindeki elmalar kiraz boyutlarında ve renginde olan (son derece acılar) ağacı geçiyorum ve cebimde anahtar aranıyorum. Ön kapıya çıkmak için basamak yapılmamış − beton bir platformdan elli santim kadar yukarıya adım atmanız gerekiyor. Ahşap kapıda açmam gereken iki kilit var, anahtarı çeviriyorum. Kapı açılmıyor. Kapının kabartmasından tutup hafifçe yukarı kaldırıyorum. Kapı bel verip açılıyor. İçeri giriyorum. Ev toz, odun ateşi ve eğreltiotu kokuyor. Odadan odaya geziyorum − altı oda var. Her odada en az bir kelebek ya da güve var; kâh sakin sakin uçuyor kâh para sayma makinasının hafif ve seri sayma sesiyle bir pervaza çarparak kanatlarını çırpıyor. Ev inşa edileli bir yüzyıldan fazla olmuş. Sekiz yemek

167

sandalyesinden sadece üç tanesi üzerine oturduğunuzda çökmüyor. Her odada Meryem resmi var. Kimse evin tarihini tam olarak bilmiyor, belki de herkes bu tarihin farklı bir bölümünü unutmak istiyor. Besbelli çeşitli işler için kullanılmış. Telleri, prizleri, bağlantıları, sigortaları ve düğmeleriyle ortalıkta duran elektrik bağlantısı sanki kırk yıl kadar önce telaşla, acil bir işi halletmek için gelişigüzel çekilmiş gibi. Belki de köye ilk elektrik geldiğinde? Elektriği bağla! Önümüzdeki haftadan itibaren işleri buradan yürüteceğiz − gece gündüz, yaz kış, tamam mı? Her gün burada sadece birimiz olacak. Bağla hadi, pazartesiye kadar hallolsun. Belki de ev uzaklarda yaşayan yaşlı bir kadına aitti; köye elektrik geldiğinde burada oturan yeğenlerinden biri elektrikçi numarası yaparak kadından evine elektrik bağlama karşılığında bir mobilet alabilecek parayı kopartmak için bu fırsattan yararlandı? Elektriği açıyorum. Yanımda getirdiğim pastırmayla smietanie'yi

mutfak masasının üzerine bırakıyorum. Gel-

diklerinde çorbayı hazır edeceğime söz vermiştim. Bir buçuk saat içinde su da ısınmış olur. Aşağı yukarı elektrik tesisatı çekildiği sırada pencereler de değiştirilmiş. Ev ilk yapıldığında konanlardan çok daha fazla ve çok daha büyük pencereler yapılmış. Bu pencere merakının ardında yatan neydi acaba? Modernliğe doğru atılmış bir adım mı, yaşlı kadına yeğeninin kabul ettirdiği bir yenilik mi? Elektrik çekmenin tersine, pencereleri yapıp yerleştirmek aylarca süren bir iş olmuştur, adam da ikinci el bir araba alacak kadar para kazanmıştır.

168

Yoksa bu bir Komite Kararı mıydı? Eğer eve bol ışık girerse, daha az elektrik harcarız. Pencere pervazı bulmak sorun değil, doğrudan fabrikasından getirtiriz. Sen odadan odaya çalış, bu sırada biz diğerlerinde kalırız! Tamam mı? Şimdi çift camlı yirmi pencereden sadece üçü açılabiliyor. Bazılarının camları boyanmış, ışık geçirmiyor; birkaç tanesinin de camı kırılmış, üzerine naylon kaplanmış. Hiç perde yok. Mutfaktan bir kapıyla geçilen penceresiz bir hol olan kilerde (buzdolabı yok) bir şişe bira buluyorum. Buradan on iki kilometre uzaktaki Zwierzyniec köyünde yapılmış, "hayvanların yeri" anlamına geliyor köyün adı. Şişeyi alıp içinde koltuk olan ön odalardan birine gidiyorum. Duvarda bir çift geyik boynuzu asılı, karşısında da tüfekli ve köpekli bir avcının eski bir çerçeve içindeki fotoğrafı var. Fotoğrafın tarihini anlamak güç. Mirek adamın kim olduğunu bilmiyor. Belki de bir zamanlar bu evde yaşıyordu. Aslında boynuzlar bir şaka: boynuz etkisi yaratacak şekilde duvara yerleştirilmiş bir çift ladin dalı.

Liane Romanyalı bir ressam. Bana Berlin Doğal Tarih Müzesi'nde yaptığı bir resmi göndermiş. Resimde kocaman bir ağaç gövdesi var, iki yanından gerçek boynuzlar uzanıyor. Söylediğine göre bir zamanlar muhtemelen bir geyik, genç bir ağacın köklerinin yanında ölmüş, ağaç büyürken kafatasını da yükseltip korunmasını sağlamış. Berlin'e gi-

169

den arkadaşlara müzeye gidip bakmalarını söyledim, onlara resmi gösterdim. Hepsi de böyle bir şey göremediklerini bildirdiler dönüşlerinde. En sonunda Liane'a sordum. E tabii, dedi gülümseyerek, sadece ben bulabilirim onu. Müzeye birlikte gitmemiz lazım, belki de kaldırmışlardır.

Fotoğraftaki avcı bir kasket takmış. Bugün dünyanın her yerinde gençlerin siperliğini arkaya vererek giydikleri beyzbol kasketleri, perdahlanmış tepesi ve kendine has iddiasıyla geleneksel kasketin yerini aldı. Polonya kasketlerinin öne sürdüğü iddialar şunlardı: yenilmez bir vatanseverlik; kumanda etme hakkı; hizmet aşkı; doğayla ve onun tüm aşırılıklarıyla aşinalık; sır saklama ve pazarlık becerisi; çok uzun bir tarih deneyimi. Her isteyen böyle bir kasket alıp takabilirdi. Pasaport almaktan bin kere daha kolay bir şeydi. On dokuzuncu yüzyılda, işgal altındaki Polonya bir ulus olarak mevcut değilken, bu kasketi takmak tuhaf bir otorite sağlıyordu. Fotoğraftaki avcı, boynuzlu ağaç gizemini açıklayabilirdi belki de.

Evden birkaç dakikalık yürüyüş mesafesinde bir gizem daha çıkıyor karşınıza. Ormanda, üzeri otlarla kaplanmış, yolu olmayan bir bölgede bir mezar var − üzerinde yapma çiçeklerden bir buketle, iyi bakılmış bir mezar. Altmış yıl önce buraya Alman Wehrmacht'ından bir asker gömülmüş. Buket birkaç ayda bir tazeleniyor.

170

Asker 31 Aralık 1943'te bu evde vurulmuş. Belki de aslında elmaları kiraz büyüklüğünde olan ağacın altında vurulmuştur, ama vurma kararı bu evde alınmıştı. Eyleme yol açan itki bu odada başlamıştı − karar lafı belki fazla kesin kaçıyor. Alman on sekizinde var yoktu. On altısında askere alınmış, birkaç aylık eğitimden sonra bu bölgedeki işgal birliklerine yollanmıştı. Adı Hans'tı. Birkaç ay sonra gizlice buluştuğu bir ormancıya Alman ordusundan ayrılıp Polonyalı partizanlara katılmak istediğini söyledi. Bazıları askerin köyde, şimdi ikinci dükkânın olduğu yerin yanındaki evde yaşayan kıza âşık olduğunu söylüyor. Yaşlandığında kıza Hans'ı sorduklarında kafasını öyle bir biçimde sallıyormuş ki hikâyeyi doğruluyor mu yalanlıyor mu anlaşılmıyormuş. Hans ormancıyla konuştuktan sonra birçok hafta g e ç m i ş . Birkaç kere Ruslara değil de Londra'daki sürgün Polonya hükümetine bağlı gizli partizan İç Ordusu A.K.'nin iki subayı tarafından çapraz sorguya alınmış. Partizan komutanlar askerden şüphelenmişler. Sonunda üniformasını, silahını ve belgelerini teslim ederse ormandaki sahra hastanelerinde hademe olarak çalışabileceğini söylemişler. Hans kabul etmiş. Hastanedeki yaralılardan biri ona gündelik Leh dili öğretmeye başlamış. O gece Hans, 1944 yılbaşını kutlamak için köye, daha doğrusu bu eve gelen bir A . K . albayıyla birkaç bölük komutanının birlikte yılbaşı kutlama teklifini kabul etmiş. B i r k a ç votkadan sonra ne olduğu meçhul. Acaba Hans kendini kaybedip Almanca şarkılar mı mırıldanmaya başladı? Kızdan bir mesaj aldı da kimseye bir şey söylemeden mutfak kapısından sıvışmaya mı kalktı? Lehçesini epey geliştirmişti. Yoksa albay aniden bir ihanet kokusu mu almıştı?

171

O bizim hakkımızda, bizim onun hakkında bildiğimizden çok daha fazlasını biliyor. Ona güvenip güvenemeyeceğimizden bile emin değiliz. O zamanlar cinayetler birbirini kovalıyor, aynı anda binlerce ölüm gerçekleşiyordu. 1 Haziran'da buradan on iki kilometre ötedeki bir köydeki tüm nüfus, bebekler ve nineler dahil, Alman SS'i tarafından katledilmişti. B i r önceki yıl 4 0 0 0 0 0 Yahudi temerküz kamplarına gönderilmek üzere toplanmış ve Varşova gettosuna konmuştu. Şubat 1943'te İngiliz hükümeti "düşmanın sivil nüfusunun moralini bozmak için" düşman şehirlerine ateş bombası atmaya öncelik verme kararı almıştı. Öldürme belki anlık bir geri çekilme, bir saniyelik kafa karışıklığı yaratıyordu, ama kolay kolay pişmanlığa yol açmıyordu. Şimdi acı meyveli elma ağacının yetiştiği yerde ensesinden vurulduğu zaman Hans'ın başına ne geldiğini anladığından bile emin değilim. Mücadele olmamış. Dört adam onu ormana taşıyıp gömmüş. Düşman olmayabileceği ihtimalini göz önüne alıp ölüsünü gömmüşler. Ancak gizem, ölümüyle değil mezarıyla ilgili. 1950'lerin başında aniden mezara tahta bir haç konmuş. Ne isim, ne de tarih. Yıllar sonra haçı bir arada tutan paslı çivinin yerine paslanmaz çelik bir çivi takılmış. Ve mezarın üstüne her daim bir buket yapma çiçek konmuş oluyor; yirmi metre kadar uzakta, otların üzerinde, eskiyip atılmış buketlerin döküntüleri konfeti gibi yayılıyor. Köydeki herkes bunu kimin yaptığını biliyor. Başını sallayan yaşlı kadın ölmüş. Ama hâlâ mezarlıklardaki çoğu mezardan daha iyi bakılıyor bu mezara. Acaba bunun nedeni gösterilen ilginin hem sır olması hem de hatırlayan

172

herkes tarafından onaylanması mı? Bir keresinde yaşlı bir köylüye mezarı sordum. Kaçamak bir yanıt verdi. Orada bir adam ölmüştü, mezarını işaretlemekten doğal ne var? Paradoksal olarak, bir kafa karışıklığı ânının anısı çok net olabilir. Şakadan boynuzlarla kasketli avcının resmi arasındaki koltukta otururken aklıma böyle bir anı geliyor. Bana ait bir anı değil bu, altmış yıl önce bu odada Hans'ı öldürme itkisinin anısı. Kalkıp yapacağım çorba için kuzukulağı toplama zamanının geldiğine karar veriyorum.

Açık havada âlemler arasındaki ayrım −maden, sebze, hayvan− birbirine karışıyor. Köprünün ahşap korkuluklarının kuruluğunda kıvrılmış yapraklar kaplumbağaya benziyor. Ayçiçeğine konmuş bir eşek arısı, çekirdeklerden biri sanılabilir − tavanarasında bir eşek arısı kovanı var. Bacaklarımı suya sarkıtarak köprünün kalasları üzerine oturup nehri seyrediyorum. Su her zamankinden biraz daha sığ çünkü nehrin yukarısındaki değirmen çalışıyor. Akşam ya da öğle molasında değirmen durduğunda su yirmi santim kadar yükseliyor. Değirmen, çam ağaçlarından keresteler kesen eski bir hızarı çalıştırıyor. Önümüzdeki on yıl içinde, kuzeydeki ormanda, Despina'nın bir zamanlar kurtlar tarafından sahiplenildiği yerde, planlanan o ki bir buçuk milyon ağaç kesilip hızlı bir kâr uğruna satılacak. Suyun sadece yüksekliği değil rengi de değişebiliyor. Bu akşamüstü berrak. Başka zamanlar nehir kabarık ve karanlık oluyor, içine kuru mantarları bastırdığınız suyun rengi gi-

173

bi. Suyun içinden gördüğümüz kumlar niye o kadar cezbedicidir? Nehir iki kıyısında büyüyen ağaçların sayısını etkilemiş, ağaçlardan bazıları evden çok daha yaşlı. Nehrin yüzeyinde akıntının izleri ile, taş ya da düşmüş bir dalla su engellendiğinde oluşan girdaplar bana saç örgüsü motifini çağrıştırıyor: üç düz, üç ters... Aklıma şişler geliyor. Üç âlem arasındaki ayrımlar bulanıklaştığı gibi, geçmişle bugün arasındaki ayrım da bulanıklaşıyor. Burada nehre Szum deniyor, orada ise Ching denirdi.

Ching benim altı yaşına kadar yaşadığım, Liverpool Caddesi'nden trenle yirmi dakika mesafedeki yoksulca bir doğu Londra banliyösü olan Highams Park'taki küçük varoş evinin bahçesinin dibinde akardı. Bahçede uzun saplı sarı çiçekler ve püsküllü otlar vardı. Bir de bektaşi üzümüyle annemin en sevdiği çiçek oldukları için ektiği kadife çiçekleri. İspanyolcada kadife çiçeğine maravilla, yani mucize denir; Meksika'da büyük Ölüm karnavalının çiçeğidir. Tıpkı Szum gibi üç metre genişliğindeki Ching'in üzerinde, babamın benim için inşa ettiği bir açılır köprü vardı. Babamın işe gitmediği her cumartesi ikindisi birlikte bizim yakada dik olarak duran köprüye gider, makara ve ip düzeneğini kullanarak köprüyü karşı kıyıya değene kadar indirip yatay hale getirirdik. Böylece ayağımız ıslanmadan karşı kıyıya geçebilirdik. Şimdi üzerinde oturduğum köprü gibi Highams Park'taki köprü de kalaslardan yapılmıştı, aralarından suyu görebilirdiniz, ama o köprü çok daha dardı, beş yaşındayken açılmış iki kolumun olduğu kadar genişti

174

sadece. Köprü hiçbir yere varmıyordu. Karşı kıyıda sadece etrafına çit çekilmiş bir tevzi alanı vardı. Karşıya geçmemizin tek nedeni karşıda olmak ve geriye bakmaktı. Ching babamın nehriydi. Birkaç yıl boyunca bu nehir babamın hayatındaki en iyi şeydi, onu benimle paylaşmak istiyordu. Nehir hatırladığı, hiç iyileşmeyecek yaraları temizliyordu.

Hardal gazını dağıtıyordu. Szum'unki gibi

nemli dudaklarla isimler fısıldıyordu. (1918'de savaş sona erdiğinde, dört yıl boyunca piyade yüzbaşı olarak görev yapan babam iki yıl daha Hollanda'da Savaş Mezarları K o misyonu'nda çalışmıştı.) Ching sayısız ölüyü geri getiremezdi, ama babam asma köprüyü geçip karşı tarafta bir-iki dakika boyunca sanki 1913'teki, gelecekteki dört yıllık süper savaşının tek bir saatini bile hayal edemeyen yirmi beş yaşındaki hali gibi durabilirdi. Köprüyü indirdiğinde benim masumiyetimi ödünç alır, böylece −o cumartesi akşamüstüleri dışında− ebediyen kaybettiği masumiyetini hatırlayabilirdi. Dört buçuk-beş yaşlarında, yüzüstü yatıp Ching'in sularının bileklerimin etrafından akmasını izlerken, bütün bunları kanımın içinden bilirdim. Koyu kanımın içinden. O cumartesi haftasonları babam ölene kadar birlikte sürdürdüğümüz bir işin başlangıcıydı; şimdi de ben sürdürüyorum bu işi. On yaşıma bastığım zamandan o yetmiş yaşına gelene kadar, babamla hemen hemen sürekli çatıştık. Arada her ikimizin de geri çekildiği ateşkes dönemleri olurdu, ama ender ve kısaydı bunlar. Yaptığım her şey babamın geleceğim için endişelenmesine yol açardı. Ben de onun inandığı her şeyi yıkmak isterdim. B a b a m beni kurtarmaya çalı-

175

şıyordu, ıssızlığın ortasında bir siperden yüzüstü sürünerek çıkıp beni görece güvenli bir yere doğru çekmeye; ben ise, gençliğin kibri ve korkusuyla, babama özgürlük dediğim şeye ulaşmanın mümkün olduğunu ispatlamaya çalışıyordum. Kavgalar bazen sert ve acımasız olurdu, ikimiz de pervasızdık. O benden daha sık ağlardı, çünkü benim açtığım yaralar eski yaraları deşerdi; oysa onun bende açtığı yaralar gençlik isyanına çoklukla eşlik eden koruyucu öfkeyi kışkırtırdı. Bununla birlikte, Ching üzerindeki açılır köprüyle sözü edilmeden başlayan ve adı hiç konmayan ortak girişimimiz, bu uzun mücadele boyunca hiç gözden çıkarılmadı ve varlığını sürdürdü. (Bunları eskimiş bir kurşun kalemle yazıyorum, kalemin izi öyle silik ki yazdıklarımı gece ışığında yeniden okumam mümkün olmuyor; çünkü babamın ölümünden yirmi beş yıl sonra bile bu söylediklerim ancak fısıldanarak söylenebilir.) Peki neyden oluşuyordu girişimimiz? Dört yıllık siper savaşına dair, kimselerle paylaşamadığı o hayalet yaşamı benimle paylaşabileceği yolunda bir anlaşma; bunu yapabilmesinin nedeni benim bu yaşantıları zaten bilmem, onlara yakından aşina olmamdı... Geleceğim hakkında kendimizi hiç tutmadan ve hiçbir iletişim kurmaya çalışmadan tartışırdık, ama ikimiz de bu kavga sırasında bununla kıyaslanamaz başka bir savaşın gizlerini paylaştığımızı bir saniye bile aklımızdan çıkartmazdık. Kendisi olarak, babam bana dayanıklılık öğretirdi. Kendim olarak, ben ona yalnız olmadığını hatırlatırdım. Cumartesi ikindileri çok uzundu. Sanki zaman merhamet gösterip, duruyordu. Şimdi Szum'un üzerindeki geniş

176

köprünün kalasları üzerine uzanıp gözlerimi kapadığımda, iki nehrin sesi sineklerin, uzaktaki havlayan köpeğin, yüksek ağaçların yapraklarının sesiyle birlikte birbirine karışıyor. Her iki nehrin akışında aynı umursamazlık var. Köprüyle ilgilenmek için suya girdiğinde babam ayağına kalçaya kadar çıkan uzun çizmeler geçirirdi. Benim boyumu aşan su, babamın kalçalarına kadar çıkardı. Annem nehrin karşı kıyısına sadece bektaşiüzümleri olgunlaşınca, reçel yapmak istediğinde gelirdi. Bunun dışında tıpkı publar, bahis oynatan yerler ve bilardo salonları gibi, on metreye dört metrelik bu alan sadece erkeklere mahsustu. B i r cumartesi babamın çizmelerinden birinin içine iki ayağımla birden girdim, çizme başımın üstüne kadar çıkıp beni tümüyle gizledi; nehrin kıyısında gülerek hoplamaya başladım. Babam da gülüyordu. Tek çizmesinin içine tümüyle sığmıştım. Ve onun başka çizmelerle bir zamanlar nerede olduğunu biliyordum. Birlikte gülerken bunu bildiğimi babam da biliyordu. 18 Mart 1917'de babasına yazdığı bir mektupta şöyle demişti: Bir an durup otuz adamı böyle bir cehenneme sokmalı mıyım diye düşündüm; o sırada çavuşum siperden çıkıp tüfek sesleri ve bomba patlamaları arasında sesini duyurabilmek için kulağıma avaz avaz bağırarak şöyle dedi: "Kusura bakmayın, efendim, biz sizinle cehenneme bile gideriz, efendim, eğer bizim için tereddüt ediyorsanız." O zaman kararımı verdim. Gidecektim. Siperden çıkıp ilerlemeye başladık −başlangıçta şanslıydık− üzerimize makineli ateşi açtılar, bir sipere atladık −belimize kadar suya battık− tüm cephanelerimiz ıslandı −yine de bata çıka ilerlemeyi sürdürdük− tüfekler bir saniye bile durmadı.

177

Geri dönen artçılarla karşılaştık − kimi kayıp, kimi yaralıydı, çoğu ölmüş yatıyordu. Düşmanı yarıp geçebileceğimizden emin olmadığımdan, çavuşuma yetkiyi devralıp mümkün olduğunca hızla ileriye bastırmasını söyledim; ben de önden gidip önümüz açık mı diye bakacaktım. Emirerimle bir asker daha benimle birlikte geldi. Yolda aklını kaçırmış bir topçu subayıyla karşılaştım; anlaşılan piyadelerle temas kuramıyor ve attığı topların bizim siperlere mi Hunlarınkine* mi isabet ettiğini anlayamıyordu. Gözlerimizin önünde tabancasını çekip beynini dağıttı. Adamlarım killi balçığa saplandılar, çıkartmak bir buçuk saatimi aldı. Suyumun son damlasını on yerinden yaralanmış bir adama içirdim.

Beyaz başörtülü bir kadın, elinde topraktan taze çıkarılmış patates dolu iki kovayla Szum üzerindeki köprüye yaklaşıyor. Patatesler topraktan ilk alındıklarında parlar. Tavuk yumurtası gibi parlarlar. Kadın terliyor. Onu daha önceki gelişlerimden tanıyorum. Mirek'in bahçesine bakan, karşılığında da ihtiyacı olan sebzelerle çiçekleri alan Bogena bu. Nehir sayesinde toprak burada yolun karşısındaki köydekinden daha verimli. Bu yüzden Bogena kendi bahçesinde tavuk besleyip Mirek'inkini ekiyor. Uyuyacağım odada, hava henüz aydınlanmadan uzaktan Bogena'nın horozunun öttüğünü duyacağım. Ayağa kalkıp Bogena'ya, Beş-altı patates alabilir mi* İngilizlerin aşağılamak için Almanlara taktıkları ad. (ç.n.)

178

yim, diye soruyorum. Aklımda çorba var. Bogena kovalarını yere koyup ellerimi tutuyor, önüme getirip açıyor. Sonra ellerim dolana kadar bir bir patates koymaya başlıyor. Yaşım onunkinin yaklaşık iki katı, ama patatesleri koyuşu bir şekilde içimdeki çocuğa hitap ediyor.

Babama mutluluk veren Gordon Bulvarı'ndaki bahçenin dibindeki nehirse, benim mutluluğumu sağlayan da yandaki evdi. Sokaktaki diğer evler gibi bir ön kapısı yoktu bu evin; bunun yerine bizim evin dış duvarından iki metre uzaklıkta bir yan kapıdan giriliyordu içeri. Bu kapı pek kilitlenmezdi. Ön kapılar tanımı gereği kilitlenir. Her canım istediğinde gizlice yan eve girerdim. Kavisli ahşap tavanlı, ahşap kaplı küçük bir odaya açılırdı kapı; oda muhtemelen müştemilat olarak yapılmış, bir zamanlar çamaşır kurutmak için kullanılmıştı. Şimdiyse biçimi, ahşap oluşu, içinde alçak bir masayla bir sıradan başka bir şey bulunmayışı ters dönmüş bir kayığa benzemesine yol açıyordu. Duvarda −kıç tarafta− içinde bir armut ağacı bulunan bahçeye bakan bir pencere vardı. Kasım ayında, ters dönmüş kayıktaki alçak masa, evin erkeği tarafından teki bile ötekine değmeyecek şekilde özenle sıralanmış armutlarla dolu olurdu. Sıranın üzerinde yıllar içinde yavaş yavaş benim olan bir minder dururdu. Mutfakları hemen kayık odanın yanındaydı, aradaki kapı sıklıkla açık bırakıldığından oturup kendi dillerinde konuşmalarını dinlerdim. Bazen omzuma erişen teriye köpekleri yere uzanmış olurdu, onu okşardım.

179

Sert kılları vardı, bir tür tütün kokardı. Adını unuttum. Hatırlayabilsem, odaya tekrar girebilirdim. Bazı günler de sıraya bırakılmış gazetelerin ya da kitapların resimlerine bakardım. Çocuk kitapları da vardı ama evde çocuk yoktu. Uzun boylu, simsiyah saçlı kızları ergenlik çağındaydı ve okulunu bitirmek üzereydi. Evin annesi içeri girdiğimi fark eder, sesini çıkarmazdı. Bazen işsiz babanın gazete okuduğu oturma odasındaki çevirmeli gramofonda müzik çalınırdı. Sıvışabildiğim her defasında beni yan eve girmeye kışkırtan, bekleme hazzıydı. Sonunda unutulmayacağını bilinenin kesinliğiyle, çok, çok uzun bir süre boyunca beklemenin hazzı. Sonunda, başının tepesine bağladığı örtüsüyle evin annesi bana mutfaktan, eğer ikindiyse, tarçınlı kekle kakaolu süt getirirdi. Sabahsa, bir tas ev yapımı yoğurt. O zamanlar, otuzlu yılların başında, yoğurt −sağlıklı yiyecek meraklıları dışında− Londra'da hiç bilinmeyen bir yiyecekti. Beni hiç öpmezdi. Belli bir mesafeden sevecenlikle bakardı. Bana sanki hayatta onun bildiği ve gerçekleştirmem için dua ettiği bir görevim varmışçasına davranırdı. Belki de görevim büyüyüp adam olmaktan ibaretti. Sadece kızları Camellia İngilizceyi rahatça konuşabiliyordu. Beni Epping Ormanında keşif gezilerine çıkartırdı. Hayvanların nasıl öldüğünü gösterirdi bana: Düşmüş, artık hiç ayrılmayacak topraktan. İkimizin de kesmek için bıçağı vardı: asmaları, sarmaşıkları, otları... Bana gösterdikleri sırdı. Sorulunca nerede olduğumuzu açıklayabilirdik belki, ama ne gördüğümüzü asla söylemezdik. Bir baykuş resmi çizdim, birlikte yıldırımın yardığı bir meşe ağacının kovuğuna yerleştirdik. B i r hafta sonra dön-

180

düğümüzde resim gitmiş, kovuk tüylerle dolmuştu. Tüyleri topladık, Camellia yazmak için kullanabileceğimizi söyledi. Tüylerin alfabe olduğunu söylüyor zannettim. Belki de şu anda bu tüylerle yazıyorumdur. Camellia'nın ailesi Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun bir bölgesinden geliyordu, imparatorluk Birinci Dünya Savaşı'nın sonuna kadar Szum nehri üzerindeki köprüyü de kapsıyordu. Hangi felaket yüzünden göç etmek zorunda kaldıklarını hiç öğrenemedim. Tek fark ettiğim sıla hasretleri ve bununla mücadele etmek için buldukları yöntemlerdi − ıhlamur, kurutulmuş lavanta torbacıkları, Liszt plakları, peynirli turta, kurutulmuş mantarlar, çoraplarını belli bir tarzda çekişleri... Hikâyeleri her ne idiyse −bir Yahudi hikâyesi değildi− babanın bir şekilde gururu kırılmıştı, bunu hissedebiliyordum; bu yüzden uzaklara bakıyor ve nadiren konuşuyordu. Hatayı düzeltecek mesajın gelmesini bekliyordu. Mesaj, elbette, hiç gelmedi.

Yabani kuzukulaklarının yetiştiği tarlaya doğru yürüyorum. Bogena'nın patateslerini köprünün üzerine küçük bir yığın halinde bıraktım, orada yumurta gibi parlıyorlar. Kuzukulaklarını cep bıçağımla biçiyorum. Aşağı yukarı küç ü k hindibaların boyundalar, a m a yapraklarının yeşili, tıpkı tatları gibi hem daha tatlı hem daha ekşi. Demetler halinde yetişiyorlar, oturup mendilimi yere yayıyorum, kestiğim yaprakları üzerine yerleştiriyorum. Cinsel organları gizlemek için resimlerde hep incir yaprağı kullanılması çok saçma − incir yaprakları fazla parlak

181

ve fazla teşrifatlı. Yabani kuzukulağı ç o k daha uygun olurdu; ellediğinizde yaprakları yeşil ten gibi. Tıpkı yeşil ten gibi. Tıpkı. Yeterince topladım, oturup kalıyorum. Etrafta hiç kuş yok. Ara ara duyulan yüksek ötüşler etraftaki ağaç ve çalıların dalları arasından geliyor. Sanki öten yeşilliğin ta kendisi! Gordon Bulvarı'nda da bu izlenime kapıldığımı hatırlıyorum. Bu iki izlenim onyıllarla ayrılmıyor birbirinden; aynı mevsimin aynı saatine aitler. Bıçağımı silip kapatıyorum. Bir tür başdönmesine tutuluyorum. Kelimelerin bir anlamı yok artık. Her şey süreklilik içinde.

Juan, benden çakılar, çakılar ve oğlan çocukluğu üzerine bir şey yazmamı istedin. Sana çakıların yanına cep fenerlerini yakıştırdığımı söylemiştim. Bir cepte çakı, ötekinde cep feneri! Söz verdiğim yazıyı bir türlü yazamadım. Derken hiç beklemezken sen öldün. Alaycı alaycı bakıyorsun bana, tam umduğum gibi. Dinle, işte bir çakı hikâyesi! Bu çakıyı elime aldım, Josefow köyünde yapılmıştı. Çakıyı yapan adamın mezarını gördüm. Dediklerine göre çok gururlu bir adammış. Zanaatkârmış, belki koşumcu ya da saraç. Üç çocuğu varmış, iki oğlan, en küçükleri de kız. Muhtemelen en sonuncu çocuğu olacağını bildiğinden, ya da belki ateşli mavi gözleri ve koyu saçları nedeniyle, ya da sırf kendi bildiği bir nedenden en çok kızını severmiş. Yıllardan 1906'ymış, Polonya'da herkesin bir önceki

182

yılın ayaklanmalarından ve grevlerinden sonra bakalım ne olacak diye beklediği bir zaman. Tarihçiler daha sonra bu döneme devrim adını verecekler. Ülke çapındaki ayaklanmaların sebebi yoksulluk, açlık, çalışma koşulları ve en önemlisi de okullarda öğretilmesi ya da resmi amaçla kullanılması yasak olan Lehçeydi. Ülkeyi işgal eden Ruslar, Prusyalılar ve Avusturyalılar dili bastırmak istiyorlardı. Kendi kelimelerini kullanma hakkı için mücadele eden nice kadın ve adam kan gölleri içinde öldüler. Belli bir isim çekimi için ölmek. Bir isim çekimi ve belli isimler i ç i n ! Kızın adı Eva'ydı, mayısta doğmuştu. Uzun uzun düşündükten sonra, babası kızına doğum günü hediyesi olarak atölyesinde özel olarak yapacağı bir çakıyı vermeyi kararlaştırdı. Ağabeylerinden birinin ç a k ı sını almak için nasıl sürekli yalvardığını fark etmişti. Eva'nın ç a k ı s ı küçük olacaktı; kapalıyken sadece dokuz, açılınca on yedi santim. Sapı koç boynuzundan yapılacaktı, bal grisi, hafifçe şeffaf. Aleksandrow'da, Romek'in dükkânından bulabilirdi boynuzu; ikiye yarıp dört pirinç perçinle hafifçe eğimli, dibe doğru kalınlaşan çelik bıçak omurgasına raptedecekti sapı. Ç e l i k bıçak da kıvrılacak, en uçta bir nokta olana kadar daralacaktı. B a b a çakıyı yaptı. Ufak ve hanım hanımcık bir bıçak olmuştu − kabarık siyah saçlar için yapılmış bir bere gibi. Kapattığınızda, sağ elinizde tutarsanız bıçak kısmı son dördündeki hilal gibi parlıyor. K ü ç ü k bir çakı, ama onunla alabalık temizleyebilir, armut soyabilir, yabani kuzukulağı kesebilir, mektup açabilir, bir keçinin tabanına batmış bir taşı çıkartabilirsiniz − keçi sakin durursa tabii. A n c a k çakının bir özelliği var.

183

Kimbilir yapımının hangi aşamasında baba bu kararı verdi. Acaba ilk tasarladığında mı? Yoksa bitirmeye yakın, sapı yaptığı ama tek bir b a ğ l a m a vidasıyla tutturduğu bıçağı henüz takmadığı sırada m ı ? Çakının özelliği, bıçağın kesici kenarının da sırtı kadar küt ve yuvarlak olması. Mükemmelen kesmemek üzere yapılmış bir çakı bu. Bıçağı iptal edilmiş. Yirminci yüzyılın başlarında, orta ve doğu Avrupa'da devrimlerin ve halka ateş açan birliklerin vakayi adiye haline geldikleri 1906 yılında, adamın biri sevgili Eva'sı parmağını kesmesin diye böyle bir çakı üretmekle uğraşmıştı. Çakıyı açtığında, Juan, elindekinin bir Hamlet nesnesi olduğunu anlıyorsun. Hem ayırdına varılmış bir arzu, hem de buna koşut olarak arzunun doğurduğu korkuyu barındırıyor. Kararsızlık bıçağı. Açıkken de kapalıyken de bıçak hayıflanmaya dair. Ama bundan mı ibaret? Her şeye karşın yirminci yüzyılı çıkartabilmiş olan bu Hamlet nesnesi, başka bir şeyden daha dem vuruyor: sevdiğinizin her şeyi ama her şeyi elde edebilmesi dileğinden...

Sebze bahçesinden iki pırasa toplamaya karar veriyorum. Toprak sıcaktan sertleştiği için bel kullanmam gerekecek. Revakta, baltayla kazmanın yanında bir de bel olmalı. Buluyorum, pırasaları topraktan çıkarıp beyaz köklerindeki toprağı silkeliyorum. Pırasalar menekşe ve nikel kokuyor. Eve döndüğümde, avcıyla boynuzların bulunduğu odanın yanındaki odaya gidip oradaki saatleri ayarlayarak ku-

184

ruyorum. Odada buraya gelene kadar eşini benzerini hiç görmediğim bir mobilya var. Herhalde yaklaşık bir yüzyıldır yapılış amacına uygun olarak kullanılmamıştır. Belki ender bir sarhoşluk gecesinde, kadınlar erkekleri kızıştırmak için kullanmıştır. Belki bir keresinde çıplak bir kadın üstüne tırmanmış, gitgide daha yukarılara çıktıkça seyreden adamlar nefeslerini tutmuştur. Bunun dışında kullanılmadan, ellenmeden öylece yerinde durmuştur. Epeyce bir yer kapladığı halde −bir metreye üç metrelik bir alan kaplıyor, yüksekliği de iki metrenin üstünde− kimsenin aklına söküp atmak gelmemiş. Bir düzine kadar civatayı gevşeterek kolayca sökülürdü oysa. Bir tür hayret uyandırıyor; büyük bir özenle tasarlanıp ayrıntılı çizimler kullanılarak sabırla inşa edildiğini gösteren bir kesinliği ve hafifliği var. İnce, cilalı kayın plakalarından yapılmış, A şeklinde ama üç boyutlu − sallanma ritmini de sayarsanız dört boyutlu. Bir salıncak bu, ev içinde kullanmak üzere tasarlanmış bir salıncak. Cilalı oturma yeri (A harfinin yatay çizgisi) yerden epey yüksekte. Bir çocuk için değil, bir kadın için yapılmış, belki bebek beklediğini söylediği zaman. Bir taht, sallanan sandalye, emzirme koltuğu, salıncak, tünek. Bağlı ipleri çözüp salıncağı hafifçe sallıyorum. Gidiyor, geliyor, yine gidiyor... Saatin tik taklarını duyuyorum. Buraya ilk geldiğim seferi, Mirek'e salıncağı yemek yediğimiz odadan içinde yatak olan bu odaya taşımak için yardım edişimi hatırlıyorum. Salıncağı yeni yerine yerleştirdiğimizde Mirek'in ona nasıl baktığını hatırlıyorum. Kutsal bir emanetmiş gibi bakmıştı.

185

Mirek'te hem kaçak avcının hem de hancının yeteneklerini görmek mümkün (ince ve iyi beslenmiş adam); Paris'te kaçak işler bulup yürütmekte ç o k işime yarıyor bu özelliği: Parisliler için bacalar yapmak, karo döşemek, verandalar inşa etmek, çatı tamiri, merkezi ısıtma sistemi, dubleks daireler yapmak ya da bir yatak odasını özenle seçilmiş bir renge boyamak gibi... K e s k i n gözleri ve mühendislere özgü yöntemi zekâsıyla güçlü. Bir özelliği daha var, her bir işi ayrı ayrı planlıyor çünkü hiçbir iş bir diğerine benzemez.

Okula gittiği ve annesinin Zamość'taki küçük evinde kaldığı zamanlar dayısı Zanek de onlarla birlikte yaşıyordu. Zanek neredeyse tümüyle felçliydi. Konuşamazdı ama her şeyi fark ederdi! Her şeyi − onu sevmemin nedeni buydu. Okuldan sonra gidip onunla konuşurdum, aramızda başka hiçbir dile −ne Lehçeye, ne Rusçaya, ne Litvanya diline, ne Fransızcaya ne de Almancaya− benzemeyen bir dil icat etmiştik, başka kimsenin söylemediği şeyleri konuşabileceğimiz bir dildi bu; belki her sevgi bir sözlük dağarcığı icat eder, altına sığınılacak bir sığınak. Onunla birlikte hiç unutamadığım bir şey keşfettim. Kız kardeşi işe gittiğinden Zanek Zamość'taki evde yalnız kalıyordu. Gitmeden önce kardeşi günlük gazeteyi oku-

186

yabileceği şekilde önüne koyuyordu. Her şeyi okuyup bitirdikten sonra sayfayı çeviremiyordu Zanek. Aralık 1970'te Gdansk'taki Polonyalı askerlere, zamları ve kıtlığı protesto etmek için greve gitmiş olan Polonyalı işçilere ateş açma talimatı verildi; o sabah Zanek kız kardeşinden radyoyu açık bırakmasını istedi. Genelde günleri sessiz geçiyordu. Mirek okuldayken aklı bunlara takılıyordu. Bazı çizimler yapmaya başladı ve sonunda dayısının yatağında hareketsiz yatarken burnuyla çalıştırabileceği bir kumanda sistemi olan bir radyo geliştirdi. Hiçbir iş bir diğerine benzemez. Paris'te Mirek dikkat çekmeden çalışmayı öğrendi − yanlış bir anda bir boyacı merdivenini arabadan çıkartmak ya da sokak çöplüğüne moloz torbaları atmak sorulara ve hızla sınırdışı edilmeye yol açabilir. Malzemeleri nereden alması gerektiğini, her şeyi nakitle ödemeyi öğrendi. Karşılık vermeden yarım yamalak Fransızcasıyla ısrar etmeyi, dinlemeyi, beklemeyi ve vaat edilen parayı mutlaka almayı öğrendi. Kazanıp bir kenara sakladığı parasıyla memleketinde bir gün yapacağı evin hayalini kuruyordu. Paris'te geçen beş yıldan sonra, Varşova'da iki odalı bir daire satın aldı. Başka hayalleri de vardı. Daha yaşlı bir Polonyalı Süvari olmuştu. Bu arada iki bavula sığan eşyası ve birkaç düzine Polonya şarkısıyla yetindi, şarkılardan bazıları dayısının radyoda dinlemeyi sevdiklerindendi. Salıncağı bir kez daha ittiriyorum. Yükseliyor ve geri dönerken başımın üstüne kadar yükseliyor. Paris'te kadınlar âşık oluyordu Mirek'e − nice sıkıntılardan sonra bağımsız yaşamak için ya da kariyerlerini ilerletmek için yurtdışına yerleşmiş Polonyalı kadınlar.

187

Bazıları ikinci kez âşık oluyordu ona, çünkü öğrenciyken de tanımışlardı Mirek'i. Geceleri bu kadınları Marne'da balık avlamaya götürüyordu. Borş çorbası yapıyordu onlara. Bütün bir pazar gününü yatakta geçiriyorlardı. Uydudan Polonya televizyonunu izliyorlardı. Onunla birlikte olduklarında, Mirek sanki tehlikeleri uzaklaştırıyordu. Hepsi de sırasıyla Mirek'i kendileriyle birlikte Almanya'ya, İsviçre'ye, ABD Houston'a gelip temelli yerleşsin diye ikna etmek için ellerinden geleni yaptılar. Şikago'da, Varşova hariç dünyanın herhangi bir şehrindekinden fazla Polonyalı vardı. Bu kadınlar cesaretlerini tek başlarına sürdürmüşlerdi ve geriye bakmamaları gerektiğini biliyorlardı: yalnızca ileriye bakmalıydı! Hâlâ dondurma yemeye bayılıyorlardı. Ve her biri, kendi yordamınca, Mirek'in yanında olmasını deli gibi istiyordu. Ama hiçbiri, Mirek'le birlikte Polonya'ya dönüp orada okula gidip âşık olacak, sonra da zamanı geldiğinde vedalaşıp memleketten ayrılmak zorunda kalacak çocuklar doğurmaya yanaşmıyordu. Mirek, dedi her biri kendi sözcükleriyle, sen benim hayalimdeki adamsın, ama kadınları hiç anlamıyorsun! Böylece, iki yıl önce, Mirek salıncağa bir tür kutsal emanet gibi bakmaya başladı.

Kapı çalıyor. Araba sesi gelmedi. Kırık camlarına koyu muşambalar takılmış sundurmadan geçip sallanan kapıyı açıyorum. B o g e n a bir kâse yumurta uzatıyor. Kuzukulağı çorbası için, diyor. Bogena, bazı işleri halletmek için Zamosc'a gitmek ve arada bir Lublin'i ziyaret etmek dışında,

188

köyden hiç çıkmamış. Hayatı boyunca bildiği bu evin kapısında durup beni gözleyiş biçiminden anlaşılıyor bu. Boş ama ziyaret edilen ev. İlk basamağı olmayan ev. Teşekkür ediyorum, dönüp yıllardır değişmeyen bir hızla yürüyerek uzaklaşıyor. Patatesleri soyup dilimliyorum, pastırmayı küçük küçük doğruyor, pırasaları yıkıyorum. Dış yaprakları saten kolluklar gibi soyuluyor, içinden çıkan kısım parlıyor. Pırasaların baş kısmında toprak, hep olduğu gibi, derinin içine işlemiş; bu yüzden küçük yatay bir kesik atıyorum ve katmanları sayfa çevirir gibi çevirip rahatsız edici toprağı yıkıyorum. Pırasaları halkalar halinde doğrarken bıçak kastanyola sesi çıkarıyor, hatırladığım en eski seslerden biri bu.

Dört gün önce Mirek Danka ile evlendi. Bir saat içinde burada olacaklar.

Danka Galiçya'daki Nowy Targ'da doğmuş. Sosyalist rejim sırasında küçük kasabada üç bin işçi istihdam eden bir ayakkabı fabrikası varmış. Ülkenin en büyük ayakkabı fabrikasıymış, kasabada çok uzun bir zamandır yakınlarındaki Karpat dağlarındaki sığırların derisini işleme geleneği bulunduğundan buraya kurulmuş fabrika. Şimdi fabrika kapanmış, kasaba yoksullaşmış. Nowy Targ'da kimse Milano ya da Paris'te olduğu gibi açlık çekmiyor, ama artık

189

tartışacak proje kalmadığı için üzerine kasvetli bir sessizlik çökmüş. Kasaba, toz gibi, günden güne yaşıyor. Altıyedi taksi, ana meydanın hemen yakınlarında, sessizce çıkacak tek tük yolcuyu bekliyorlar, çoğu zaman bir yabancı oluyor müşterileri. Danka beş çocuğun en küçüğü. Babası fabrikada çalışıyordu. Halasının iki ineği var. Nowy Targ'dan dokuz yıl ö n c e , on sekiz yaşındayken, sonunda hizmetçi olarak iş bulduğu Paris'e gitmek üzere ayrılmış. Aslında temizlikçi maaşı aldığı halde, ona arabalarını koydukları garajın üzerinde küçük bir oda kiralayan ev sahiplerinin iki çocuğunu büyütmüş. Danka bu odada uyuyor, −yeteri kadar büyüdüklerinde− çocuklar masal dinlemek için bu odaya gelmeye başlamışlar gizlice. Birkaç yıl içinde Danka artık akıcı bir Fransızca konuşuyormuş. Mirek Danka'ya bir cuma akşamı, ortak bir Polonyalı arkadaşlarının Paris'teki doğumgünü partisinde rastlamış. Pırasaları, pastırmayı ve patatesleri bir tavada çeviriyorum, bir yandan da aşk hikâyelerini uyduruyorum kafamdan. Daha ilk geceden birbirlerini fark etmişler Mirek Danka'dan on beş yaş büyükmüş. Danca'nın ilgisini Mirek'in konuşma tarzı çekmiş. Uzak bir üniversitede eğitim görmüş bir süvari gibi konuşuyormuş, ama Danka'yı ürkütmemiş bu. Mirek kızın omuzlarını, boynunu ve ağzını fark etmiş; bir tür ısrarı paylaşıyorlarmış, uçan kazlarınki gibi bir ısrarı. Bir ara elini Danka'nın omzuna atmış, kız tek sözcük etmeden yanıtlamış. Danka az konuşuyor, düşüncelerinin okunmasını istiyormuş. Gecenin sonunda Mirek onu arabayla eve bırakmayı önermiş, yolda Danka baktığı çocukları anlatmış, Mirek de Varşova'daki dairesini. Araba-

190

nın diskçalarına Varşovalı Budka Suflera (Suflör Locası) grubunun bir CD'sini koymuş. İşvereninin evine geldiklerinde araba durmuş ama Danka arabadan çıkmamış; araba dönüp Paris'in öte yakasındaki Mirek'in odasına doğru yol almış. Kızıl gelincikler açmış Sevgili beden sızlamış Alnımıza koymalı Wieliczka'nın serin tuzunu Bir sonraki buluşmalarında birbirlerine fotoğraflarını göstermişler, Mirek kıza yemek yapmış. Bu kadar iyi yemek yapmayı nereden öğrendin? Yirmi yıldır kendi kendime öğreniyorum. Danka birlikte kendi odasında yatarlarsa daha iyi olacağını, o zaman sabah o kadar erken kalkmak zorunda kalmayacaklarını söylemiş. Ya p a t r o n n e ? diye sormuş Mirek. Oda için kira ödüyorum onlara, demiş Danka, istersen bütün gün yatabilirsin yatağımda.

Tavadaki her şeyi kaynayan tuzlu su dolu tencereye boşaltıyorum.

191

İki hafta sonra Danka ideal olarak en az iki çocuğu olmasını istediğini bildirmiş. İki mi? Arka arkaya iki tane, hemen, sen fazla yaşlanmadan! Ben yaşlı mıyım! Şimdi değil, a m a on sene sonra çocuklara balık avlamayı öğretirken ya da Trzy Korony dağına onlarla birlikte ilk kez tırmanırken... Sen tırmandın mı hiç o dağa? Çocukken, ağabeyimle birlikte. Muflon koyunları görmüştük. Ay! Erkekler de hiç kopça açamaz. Bırak, ben yapayım.

Çakımla kuzukulaklarını kesiyorum. İncecik ve daha az ince olacak şekilde. Yeşil konfetilere benzemeli.

Danka'nın bir buçuk aylık hamile olduğu anlaşıldığında, çocuk doğunca evlenmeye karar verdiler. Birkaç hafta içinde kız mı erkek mi olacak anlarız, dedi Mirek. Nowy Targ'da düğün yaparız! dedi Danka. Yoo, asla Paris'te evlenmeyi düşünmüyordu. Paris'ten gelinliği alırlardı.

192

Gelinlik seçmek başka bir kıyafet seçmeye benzemez. Gelin, üzerinde gelinliğiyle şimdiye kadar kimsenin gitmemiş olduğu bir yerden gelir gibi görünmelidir, kendi adının olduğu yerden. Evlenecek kadın, bir yabancıya dönüştüğü anda Gelin olur. Evleneceği adam sanki onu yeni tanımış gibi olsun diye, bir yabancıya dönüşmelidir; evlilik yeminlerini ettikleri anda evlendiği adam onu şaşırtsın diye. Gelinler neden hep törenden önce gizlenirler? Gelinin bir ufkun ötesinden geliyormuş gibi görüneceği dönüşüm daha kolay gerçekleşsin diye. Duvak, o mesafenin duvağıdır. Ömrü boyunca aynı köyde yaşamış olan bir kadın, köy kilisesinin koridorundan aşağı bir gelin olarak yürür; onu seyreden herkes için, bir anlığına, tanımadıkları biri olur kim olduğunu saklayan bir kıyafet giydiği için değil, vardığında selamlanan bir ziyaretçi olduğu için. Danka, epey bir tatlı kararsızlık çektikten sonra, varış kıyafetini seçti. Açık bir yakası vardı, çıplak omuzlarını dantelli bir süsleme sarıyordu; vücuduna sımsıkı oturan üst kısmı bin gümüş iplikle örülmüştü ve farbalalı saten eteğine bir düzine beyaz organze gül dikilmişti. Dört aylık maaşına denkti fiyatı. Hiç tereddüt etme, dedi Mirek. Paris'ten alınmış dantelli, satenli, yatak kadar geniş farbalalı bir elbise − Varşova'da bunu satmak bebek işi olacak! Olek bile becerebilir mi yani? diye sordu Danka. Artık doğacak çocuğun oğlan olacağını biliyorlardı. Planları Varşova'daki daireye taşınmaktı, daha sonra biraz daha büyük bir daireye geçeceklerdi. Mirek banyo, jakuzi, sauna vb. tesisatı yapan bir iş kuracaktı. Artık inşaatlarda katır gibi çalışmak istemiyordu; banyo tesisatı uzmanı olmuştu. Daha geniş bir daire bulup taşındıklarında

193

da Danka kendi bebeğinin yanı sıra başka bebeklere de bakacağı bir kreş çalıştıracaktı.

Yumurtaları haşlanmaya koyuyorum. Sığ mutfak lavabosunun üstünden mutfak sobasının arkasında dizilmiş kütüklerin üzerine doğru çamaşır kurutmak için bir ip gerilmiş. Ev aylardır boş kaldığı için ipte çamaşır yok; sadece çanak kısmı dökmek için bir boğaz ve dudak oluşturacak şekilde bitiştirilmiş bir kepçe asılı ipte; böylece hem çorba veya krema dağıtmaya, hem de yeni pişmiş kaynar reçeli kavanozlara dökmeye yarayacak tuhaf çok işlevli bir gereç haline gelmiş. Bu kadınsız evin benim bilmediğim hikâyelerinden birinde, evdeki erkekler de reçel yapmış olmalı.

Olek doğduğunda 4 , 2 kiloymuş. Paris on dokuzuncu bölgedeki bir hastanede dünyaya gelmiş. Danka'nın işverenleri yerini alacak güvenilir birini bulmadan onları bırakmasın diye, gerekli belgeleri ve iş iznini sağlamışlar. Danka' nın yeri doldurulmaz! demiş adam. Herkesin yeri doldurulabilir, demiş kadın. Danka garajın üstündeki odasına döndüğünde, yüzündeki bolluk ifadesi kaybolmamış. Kendini dinlemek yerine, gece gündüz oğlundan gelen sesleri dinliyormuş. Bir hafta içinde yeniden işe başlamış, Olek'i de her yere yanında götürüyormuş. Evin beş yaşındaki kızı, bir bebek istediğini bildirmiş. Olek gibi bir bebek. Danka'nın Olek'i emzir-

194

mesini seyrediyormuş. Bebek istediğini söyledikten sonra başını, anneliğin dertlerini paylaşırcasına Danka'nın omzuna yaslamış. Olek Paris'teki Polonyalı arkadaşları arasında kucaktan kucağa, elden ele dolaşıyormuş; erkeklerin çimentoyla sertleşmiş, çoğu zaman şiş ve bereli ellerinden, kadınların sürekli çamaşır yıkayıp ütü yapmaktan bazen aşırı yıpranmışçasına cırtlak pembe olan ellerine. Herkes bebeğin Mirek'e benzediği konusunda hemfikirmiş; aynı geniş eller, aynı gri-mavi gözler. Hem bakın! Bakın! Kulakları da aynı. Belki de Mirek, babalık gururuyla, oğlu gibi görünmeye çalışıyordu. Başka bir hayatta başka bir kıtada doğsaydım bile, belli tarz bir toplantıyı görür görmez hiç tereddütsüz bir araya gelenlerin Polonyalılar olduğunu anlardım, Polonya'nın nerede olduğunu bilmesem dahi. Küçük bir oda. İnsanlar sırtlarını duvara verip sandalyelere, bir tabureye, portatif bir yatağa oturmuşlar. Kalabalık küçük odanın ortasında, yerde, portatif bir karyolada bir bebek uyuyor. Odadakiler konuşuyor, örgü örüyor, hikâyeler anlatıyor, salam doğruyor, zamlardan bahsediyorlar ama hepsinin gözü sürekli beşiğe kaçıyor, sanki orada alevleri göz alan bir ateş yanıyormuş gibi. Sık sık içlerinden biri kalkıp bebeğe yakından bakıyor. Ateş ancak kameranın vizöründen, yakınlaşıp seyredebilecekleri, evde çekilmiş bir film adeta. Bebek uyanıksa, kucaklarına alıp göğüslerine bastırıyorlar. Erkekler de kadınlar kadar güvenli bir şekilde yapıyorlar bunu, koca nasırlı ellerinden biri bebeğin kundaklanmış üst bedenini olduğu gibi kaplıyor. İtalyan Meryemleri muhteşemdir, bambino'larına hay-

195

ran olunur. Buradaki kutlama farklı. Arkalarını duvara vermiş oturan yasadışı göçmenler halkası uzak bir zaferin hayranlığıyla dolu. Bebeğin doğuşunda şaşırtıcı bir yan yok elbette, bekleniyordu bu. Ama her defasında, hayat hayat olduğu için zaferi kazanana kadar ona kesin gözüyle bakamazsınız. Henüz içmemiş olanlar bu vesileyle içiyorlar, gözleri nemlenmiş. Hepsi de uzaklardan gelen zaferin haberiyle aynı şekilde şaşkınlaşmış.

Küçük elini Danka'nın göğsüne dayayan Olek, sütünü içtikçe kilo aldı. Annesiyle babası da kilo aldı. Beslenmek her nasılsa üçü için de bir vaat halini almıştı. Bir gün Mirek şöyle dedi: Seninle benim rejime girmemiz lazım! Neden? Gelinliğine sığabilesin diye! Danka kızardı, çünkü Mirek'in doğru söylediğini biliyordu. Üç ay zaman tanı bana, dedi.

Sebzeler pişti, mikserden geçiriyorum − el mikserinden. Mikseri yemek odasındaki dolapta, çorba kâselerinin arkasında buldum. Aygıtın ayak kısmını sol elimle sıkı sıkı mutfak masasına bastırıyorum, sağ elimle de sapını çeviriyorum. Bana bu tekniği ellerim henüz küçükken, işlem hayal ettiğimden çok daha zor çıktığında annem öğretmişti. Büyüyene kadar bekle, demişti.

196

Düğünlerde konuklar genellikle taşkındır, bu nedenle olduklarından daha kalabalık görünürler; cenazelerdeyse tam tersi olur. Sonuç olarak Nowy Targ'da yüz konuk vardı. Danka sakin ve huzurluydu. Sanki banyodan çıkıp elbisesini üzerine geçirmiş, dosdoğru kiliseye gelmişti. Tazelik yayılıyordu üstünden, elde etmesi günler almış olan aldatıcı bir tazelik. Saçları uzun yapraklarla örülmüş, örgülerin küçük sivri uçları otlar üzerindeki tarla kuşu yuvasına benzer bir taç oluşturacak şekilde bitiştirilmişti. Kiliseye girdiğinde hali tavrı çayırları hatırlatıyor − birkaç saat içinde değişecek bu durum. Mirek Hint stili dik yakalı ç o k açık renk bir takım giymiş, güneşin tadını çıkarmak için kumarhaneden çıkmış bir krupiyeye benziyor. Koridor boyunca yürürlerken, yüzyılı ve yeri ne olursa olsun acaba bu andan kaç düğün geçiyor diye düşündüm: kuyudan su çekilme anından... (İşsiz kent Nowy Targ'dan geçen iki nehirin adları Siyah ve Beyaz Dunajca.) Kuyudan su çekmiş olan gelin, testiyi omzunda taşıyor. Damat belki bunun farkında, ama kesinlikle bakmaması gerekiyor. Testi asla düğün resimlerinde çıkmıyor; çünkü sadece arkadan ve bir saniyenin beş yüzde birinde görünüyor. Sanırım bir an için Danka'nın omzundaki testiyi gördük. Papaz gençti. Kasabanın nüfusu 4 0 0 0 0 , on papazları var. Mecbur kalmadıkça çiftler Noel ya da Paskalya'dan önceki ay evlenmiyorlar; uğursuzluk getireceği söylendi-

197

ğinden kasım ayında evlenmekten de kaçınıyorlar. G e l e neksel olarak düğünler cumartesi günü yapılıyor ki kutlamalar geç saatlere kadar sürebilsin. Tahminime göre genç papaz yılda otuz otuz beş nikâh kıyıyor. Konuştuğunda sesi akıllı çıkıyor. Keskin bakışlı gözleri var, aynı şeyi tekrarlaya tekrarlaya gevşememiş. Kıydığı her nikâhın karmaşık bir hesap, arzu, korku, rüşvet ve sevgi ağıyla kararlaştırıldığını biliyor; evlilik kontratı böyle bir şeydir çünkü. Her defasında kendisine verdiği görev bu ağda neyin s a f olduğunu bulup çıkartmak. Ormana giren bir avcı gibi, saflığın ardına düşmek, ikna edip örtüsünün altından çıkartmak ve orada bulunan herkesin, özellikle de evlenen çiftin bu saflığın ayırdına varmasını sağlamak. Kolay bir iş değil bu, hele adamla kadının birbirlerine delice âşık oldukları, başka hemen hiçbir çıkarları olmadığı ender durumlarda hiç kolaylaşmıyor; çünkü böyle durumlarda papaz, karşılıklı ve tutku dolu olduğunda arzunun, çoğunlukla iki kişinin Tanrı'nın besbelli terk ettiği dünyanın zalimliğine karşı suç ortaklığı olduğunu görüyordu gözünün ucuyla. Aradığı saflık parçaları her zaman mevcut oluyordu elbette; ancak işini zorlaştıran, açığa çıkartılan saflığın mutlaka tekrar saklanmaya çalışmasıydı. Despina' nın kurtlarla yaptığı gibi saflığa yanaşmak zordur. Chopin bazı mazurkalarında becerir bunu, Sappho da birkaç dizesinde. Geçen cumartesi Nowy Targ'daki genç papaz görevini tamamladı; bir an için ışıl ışıldı. Belki saptadığı saflık, kaçıp saklanmayan saflık, on aylık Olek'ti. Annesiyle babası gibi beyazlar giymiş olan Olek, uzun tören boyunca Danka'nın kilisenin arkasında sunağa gülümseyerek bakarak

198

oturan ablasının kucağında, uyanık ve son derece sakin bir şekilde yatmıştı.

Soğuk su musluğundan haşlanmış yumurtaların üzerine su akıtıyorum ve kabukları kolay çıksın diye ellerimin arasında yuvarlıyorum.

Kortej hareket ediyor, anteninden ve kapı kollarından flamalar dalgalanan ilk arabada gelinle damat var. Arkada yanında Mirek, kucağında Olek'le oturan Danka, biraz hava almak için pencereyi açıyor. Arkadaki arabaların şoförleri bir an önce müzik ve dansa kavuşmak için sabırsız, korna çalıyorlar. Mirek'in arkadaşlarının çoğu evleneni yirmi yıl oldu, evlilik hayatının zorluklarına, sessizliklerine aşinalar. Kısa süre sonra müzik onlara evliliğin vaatlerini hatırlatacak. Tören önceden ayakkabı fabrikasının kantini olan bir salonda yapılacak. Bazı konuklar yürüyerek gelmek istedi, ne de olsa sadece bir-iki kilometre uzakta, hava güneşli, kimsenin acelesi de yok. Yürüyenler arasında siyah gözlü zayıf bir kadın var, adı Jagoda, yani Dağ Çileği, gençliğinden, on yıl öncesinden kalma bir şarkı mırıldanıyor. Arkadaşlarından biri bir dal kopartıp değnek gibi sallayarak Jagoda'ya eşlik ediyor. Kırmızı beyaz çizgileriyle gümrük noktasına benzeyen bir bariyerin önünde arabalar duruyor. Sınır nöbetçilerin-

199

den üçünün yaşlı alkoliklere özgü kuklamsı tavırları var; diğer üçü işsiz, nasıl kaçakçılık yapacaklarını öğrenen genç adamlar. Başlangıçta yol kesmeyle şakalaşma arasında fazla bir fark yok. Mirek arabadan çıkıp içinde seksen votka şişesi bulunan bagajı açıyor, adamlara iki şişe uzatıyor. Bir tane daha! Pekâlâ. İki taraf da sırıtıyor. Sırıtmaların ardında, herkesi yutabilecek bir uçurumun farkındalığı.

Doğradığım kuzukulaklarını çorbaya katıyorum, çorba yeşile dönüyor.

Yeni evli çiftle ilk konuklar geldiğinde müzisyenlerden ikisi çalmaya başlamıştı. Mekân bir ambar büyüklüğündeydi, salonun bir ucunda at nalı şeklinde on iki kadar masa sıralanmış, öbür ucunda dört müzisyen −piyano, bateri, gitar ve şarkıcı− yerlerini almışlardı. Aralarında harman yeri boyutlarında bir dans alanı vardı. Pantolon giymiş, omuzları açık şarkıcı, i harfi kadar kısa ve inceydi; sesinin ufuklar kadar geniş olmasıyla ünlüydü. Konuklardan bazıları salona girer girmez şarkıcıya bir bakış atıyor, sonra gece boyunca kendilerine eşlik edeceğini umdukları üflemeli bir çalgının kamışını gizlice dener gibi, ağızlarını açmadan dillerinin ucunu dudaklarının arasından şöyle bir çıkarıyorlardı. Şarkıcıya Nowy Targ'da taktıkları ad Klarnet'ti. Anc a k bütün konuklar geldikten sonra şarkı söylemeye başlayacaktı titreşen sesiyle, asla daha önce değil. Şu sırada Tat-

200

ra dağlarından gelen bateristle dans ediyordu. Baterist iri biriydi, dans ettikçe boyutlarını değiş tokuş ediyorlardı; Klarnet büyük harf İ kadar uzuyor, iri baterist inceliyordu. Onların bu halleri akşamın ilk dönüşümünün belirtisiydi.

İçki olarak şampanya vardı. Kırk beş derece çevrildiklerinde şarabın gürül gürül akmasını sağlayan tapalarıyla yan yatmış eyerler gibi duran polietilen torbalar vardı. Hayvanlar köyünde mayalanmış olan bira, garsonlara ısmarlanıyor ve büyük bardaklarda getiriliyordu. Her masada açılmış dört şişe votka duruyor, biri boşalacak olsa hemen yenisi konuyordu. Her şişenin içine az az atılmış olan koyu yeşil bizon otu, içkiye mine çiçeğimsi bir tat katıyordu. Mirek düğünde sunulacak votkayla bir haftadır uğraşıyordu. Şundan bundan biraz lafladıktan sonra gözlerimiz Danka'ya kayıyor; dikkat çekmeye çalıştığından değil kıyafetinin beyazlığı ve genişliği göz aldığından. Doğan bir ay gibi. Belki üst kısmı üzerine oturan gelinliğindeki gümüş iplikler sayesinde. Ama aynı zamanda masada otururken parlayan elleri ve soluk kolları nedeniyle. Elleri bu yakınlarda iki dizi hareket öğrendi; sevgilinin ve annenin hareketleri. Her ikisi de sevecenlikle dolu, ama birbirlerinin tam tersi. Anaç hareketleri güven verici ve sakinleştirici, sevgilininkiler kışkırtıcı, uyarıcı. Masa örtüsünün üzerinde gevşemiş duran elleri sanki daha bir önceki ikindi börek yapmaktaymış gibi görünüyor! Ama parmakları oyunu bozuyor. Parmakları ay-gümüşü ipliklerden de çok pırıldıyor, Danka'ya ışıltısını veren de parmakları zaten.

201

Çocuklar

dans etmeye başlıyor, sahip olmadıkları bir

masumiyet havası takınıyorlar. Müzik eşliğinde dans eden kimse masum değildir. Çocukları izleyen orta yaşlılardan bazıları gençken arzuladıklarının nasıl belli bir uzaklıkta olduğunu hatırlıyorlar; oysa şimdi, elde edilemez olduğunda bile arzulanan çok yakında. Bu mesafeyi değiştirmek için −müziğin ritminin bitmez tükenmez kışkırtması da bu yönde− bu mesafeyi değiştirmek için tek yapmanız gereken ayağa kalkıp dansa katılmak. Çiftlerden bazıları da böyle yapıyor. Yemek servisinin başladığı masalardaki konuşma, Polonya Krallığına yapacakları kısa bir ziyaret için eve dönmüş olan seyyahların konuşması. Bir-iki kadeh votkadan sonra, dışarıda, ormanın kıyısında yüz kadar süvarinin atlarını bağlanmış olduğu izlenimine kapılıyorum. İşlerinden, gönül kırıklıklarından, Şikago'daki kuzenlerden. Papa Karol Wojtyla'nın sağlığından, fiyatlardan, ağaçlardaki hastalıklardan, yaşlanmaktan, hiç unutmayacakları şarkılardan söz ediyorlar. Herhangi bir konu oyuna döndürülebiliyorsa, hemen döndürüp oynuyorlar. Yemekler iyi haberler gibi, birbiri ardına geliyor. Her tabaktan sonra içmek, dans etmek ve bu kadar çok iyi haberin nasıl ihtimal dışı olduğunu tartmak için bir ara veriliyor. Orada toplanmış herkes felaket haberinin nasıl aniden geldiğini biliyor. Klarnet şarkı söylüyor. Dünyadaki şarkıların çoğu hüzünlüdür. Hepsi bitmiş, sonlanmış hikâyelere dairdir. Yine de şarkı söylemek kadar huzurda ve başkaldırıcı hiçbir şey yoktur.

202

Son peçe, saç, her şeyin önünde, kıl kadar mesafe, hiçliğin önünde. Saç, elveda ışığın önünde sonsuz karanlık beyazın önünde Bul içimde bul kendin için parlaklığımı. Klarnet sustuğunda ilk konuşanlar, sessizliğe en az katlanabilenler oluyor.

Çorbayı tadıyorum, biraz tuz katıp yumurtaları soyuyorum. Kabuklar kahverengi palyaço burunları gibi çıkıyor.

Mirek'le Danka'nın baş başa dans etme zamanı gelmişti. Olek beşiğinde uyuyordu. Düğünü ancak fotoğraflardan hatırlayacaktı. Kimbilir? Anababası, baş başa harman yeri büyüklüğündeki dans pistine doğru yürüdüler. Herkes seyrediyordu. Danka'nın omuz askılarındaki saten güller omuzlarından kaymaya çalışıyordu; kabarık eteğindeki güller

203

dönüşlerindeki hava akımıyla uçuşuyordu. Herkes seyrediyordu. Dans eden çiftin görüntüsü pek çok anıyı canlandırıyor, genellikle aynı soruyu getiriyordu akla. Zamanın değiştirmiş olduğu şey bir yanılsama m ı y d ı ? Müzik kendi cevabını veriyordu. Gevezelik eden seslerse bir başka cevap. Gelin artık çayırları hatırlatmıyordu. Boynu dosdoğru dolgun göğüslerinden yükseliyor, açık kanatları yerleri süpürüyordu. Kar kazı olmuştu artık. Beyazlığı çoğalmıştı. Sonunda dans etmeyi bırakıp ter içinde parlayarak şölene devam etmek üzere masalarına döndüklerinde, konukların çoğu müzik yeniden başlasın da kendileri de dans edebilsin, böylece geveze seslerinkini değil de müziğin yanıtını duyabilsinler diye sabırsızlanmaya başlamışlardı.

Bir ara masadan kalkıp ambarın öbür ucuna doğru gittim. Müzisyenlerin önünden geçerken vurmalıların ritmini hissettim, dışarı çıkıp ormanın ucundaki ağaçların arasından yürüdüm. Bağlanmış atlar yoktu etrafta. Elinde saksofonla bir adam yanıma yaklaştı. İyi akşamlar yoldaş, dedi. Bu sözleri duyunca kim olduğunu çıkarttım

Felix

Berthier. Yaşadığım köydeki üflemeli çalgılar bandosunun bir üyesiydi. Serbest badanacı olarak çalışıyordu. Rastladığı herkese yoldaş derdi − papaza, belediye başkanına, faşistlere oy veren fırıncıya, müteahhite, okuluna giden bir çocuğa... Bu selama bir gülümseme eşlik ederdi, alaycı olmayan, karşılaştığı kimseyi adeta yerinden kaldırıp bu hi-

204

tabın yakışacağı başka bir zamana ve yere taşıyan bir gülümseme... Her mayıs ayında, İsa'nın göğe yükseldiği perşembe günü, üflemeli çalgılar bandosu köyün dışındaki ev kümelerinden birinin önünde çalmaya gider. Belli bir rota vardır, böylece her ev kümesine beş-altı yılda bir sıra gelir, evlerin sakinleri konser bittiğinde müzisyenlere sunmak için ikramlar hazırlar. Ağaçlar henüz tamamen yapraklanmadığı için müziğin sesi tarlaların üzerinden uzaklara kadar taşınır. Çalınan parçalar geleneksel, bilindik parçalar olur. Konser bittiğinde Felix iki bardak gnôle'u kafasına diker, müzisyen kepini daha oyuncu bir eğime ayarlar ve ambarlarla ahırlar arasında, ya da küçük bir kilisenin etrafında yürüyerek Duke Ellington tarzında çalmaya koyulurdu. Uyurgezer gibi ağır ağır ilerlerdi; insanlar mı ona yol açıyorlar, o mu çaldıkça açılan geçitlerden kendine yol buluyor anlaşılmazdı. Başka bir zamandaki o başka yerde yürür gibiydi. Bu yüzden gülümsüyordu gözleri. Hiç kuşkusuz, kendi tarzınca, oradakiler için çalıyordu. Bandodaki diğer üyeler kendilerini ondan ayırt etmeye gayret gösterirlerdi. B a n d o şefi çileden çıkarak gözlerini devirir, ama kutsal bir günde olduklarından müsamaha gösterirdi. Felix, diye sordum ona, arkadaşımın düğününde çalar mısın bu akşam? Yoldaş, niye geldim sanıyorsun? Saksofonunun üzerine eğilmeye başlamıştı bile. On beş yıl önce, bir cumartesi akşamı Felix eve giden yolda saksofonunu çalarak ilerlerken komşu köyün ana caddesinde bir araba ona çarpıp öldürmüştü. Yıllar içinde boyadığı bazı evlerle kâğıt kapladığı bazı

205

odaların yeniden elden geçmesi gerekmiş, onun eklediği katlar soyulmuştu. Böylece pek çok defasında, kâğıt kaplamaya ya da lambri döşemeye başlamadan önce duvarlara büyük badana fırçasıyla yazılar yazdığı çıkmıştı ortaya: KÂR BOKTUR. YOKSULLAR CENNETE GİDER. VIVE LA JUSTICE!* Geceyarısından sonra Felix'in alto saksofonunu duydum.

Müzik de, tıpkı birkaç saat önceki genç papaz gibi, saflık arayışındaydı. Aynı saflığı aramıyordu elbette. Müzik arzunun saflığını, özlemle vaat arasında geçenlerin saflığını arıyordu: yaşamanın ezasından daha uzun sürecek −ya da onunla baş edecek− bir teselli vaadinin. Seni vurmak için Önce beni Vurup geçmeleri gerek Klarnet'in sesi dış uzama dokunuyor, müzik yaraları dağlayan saflığa ulaşıyor. Şimdi ambardaki herkes yarasız bir hayatın nasıl yaşamaya değmeyeceğini hatırlıyor. Arzu kısadır − birkaç saatlik olsun, bir ömür boyu olsun, ikisi de kısadır. Arzu kısadır, çünkü daimi olanın inkârıyla oluşur. Ölümüne bir kavgada zamana meydan okur arzu. İşte dans etmek bu meydan okumaya dairdir. * Yaşasın adalet! (ç.n.)

206

Orada yalnızca bir gelinle bir damat vardı, ama hatırlanan birkaç yüz düğün vardı, gerçek, hayıflanılan ya da hayal edilen birkaç yüz düğün.

Sabahın erken saatlerinde düğünün sesleri değişti − gençleşti. Yaşlı konuklar daha da yaşlı görünmeye başladılar − keza ben de. Çocuklardan bazıları duvar diplerindeki sıralarda uykuya dalmışlardı. Olek beşiğinde kımıldamadan yatıyordu, parmakları çözüktü. Boş votka şişelerinin konduğu kasalar ağırlaşmıştı. Üstleri başları dağılmış müzisyenler gecenin hâkimiydiler artık. Mutfağa gitmekte olan bir garson oyalanıp dans etti biraz. Her yerde daha çok beyaz göze çarpıyordu. Erkekler ceketleriyle kravatlarını çıkarmışlardı. Kadınlardan bazıları ayakkabılarını atmış, çıplak ayak kalmışlardı. Lekesiz gömleği ve inci rengi takımıyla Mirek tertemiz görünüyordu. Danka ayaklığının üzerinde kendi boyuna ulaşan kremalı düğün pastasının önünde dikilmişti. Sonra, Paris'te her sabah işverenlerinin yatak odasındaki perdeleri açıp komodinlerine kahve koyarkenki becerikli tavrıyla kendi düğün pastasından ilk dilimi kesti. Konuklardan her biri önlerindeki dilimleri yerken, etraftaki beyazlar daha da parlaklaştı. İşte tam bu anda ellerini uzatmış on iki adam Danka'ya yaklaştı ve Mirek'i yakaladı. Tatra dağlarından tıknaz adamlar olan Guralilerdi bunlar. Kimbilir, belki de onlar yüzünden Danka işsizliğin hüküm sürdüğü Nowy Targ'da evlenmek istemişti ille de. Hep birlikte şarkı söylemeye başla-

207

dılar; aynı anda müzisyenler çalmayı kesti. Adamlar h e p birlikte, pes bir sesle şarkı söylüyorlardı. Ardında bırak üzüntüleri Şimdi kucaklaşma zamanı Şarkıyı söylerken Mirek ve Danka'nın ayaklarını y e r den kesip kollarına yatırdılar, sanki omuz yüksekliğinde bir rafa uzatır gibi. Şimdi zamanıdır... Bu sözlerle ve kollarının sert bir hareketiyle çifti yukarıya doğru fırlattılar. Boyunlarımızı arkaya atıp baktık. Gelinle damat yan yanaydı. Elleri birbirlerinin cinsel organlarına ulaşıp dokunabilirdi. Danka'nın eteği bir nimbostratus bulutu gibi kabarıp Mirek'in ayaklarını örttü. M i rek'in ellerinden biri başının gerisinde müziği kapatmak istercesine arandı. Nasıl olduğunu anlamadan çift Guralilerin kendilerini bekleyen kollarına indi, yumuşakça karşılanıp tekrar yukarı fırlatıldılar. Her fırlatılışlarında havada biraz daha uzun kalıyorlardı.

Birkaç saat sonra, sabah 11:00'de yeni evli çift ve otuz düğün konuğu ana meydanda buluştu. Çoğumuz Nowy Targ' ın ünlü dondurmasını yiyorduk. Sonra Denizin Gözü adı verilen göle bakmak üzere yola çıktık. Morskie Oko. Olanlar uydurulanlardan her zaman daha ilginçtir.

208

Nowy Targ'da seksenlerin başında iki arkadaş ayakkabı fabrikasında çalışıyorlardı. Adamlardan birinin soyadı Bieda'ydı, yani yoksul; diğerininkiyse Bocacz'dı, zengin. Bir gün, bir sendika toplantısından sonra −Solidarnosc yeni yeni başlıyordu− bir Zomo devriyesi tarafından alındılar. Zomo ayaklanma karşıtı polisin adıydı. İsimleri soruldu. Bieda kendisininkini söylediğinde küstahlık ettiği sanılıp kafasına bir yumruk yedi. Sıra Bocacz'a geldi. Adım mı? Benim adım yok. Adın yok demek, öyle mi? Onun da kafasına küstahlık ettiği için bir darbe geldi. Adını söyle bana! Bocacz. Yaa, demek bu işte birliktesiniz ikiniz, pekâlâ, dedi Zomo komiseri. Zenginle yoksul! Ve gerçeği söyleyene kadar hücreye atıldılar.

Göle kadar orman içinden yürüyüş üç saat tuttu. Yaz olduğu için, her yaştan birçok insan aynı yolda yürüyordu. Göle varınca, gölün kenarındaki kayalara oturup kıpırtısız suyun üzerinden tepelere doğru seyre koyulduk. Baktığımız yönde insan eliyle yapılmış hiçbir şey yoktu. Etraftaki bin kadar insan son derece sessizdi − sanki bir gösteri seyreder gibiydiler. Sandviçlerimizi yedik. Danka Olek'i emzirdi. Mirek alabalık avlanabileceğini düşündüğü bir bölgeyi işaret etti. Şu kayaların ardında, dedi o kaçak avcı fısıltısıyla. Herkesin üstünde görmeye geldikleri şeyin verdiği mutluluk havası vardı. Peki ne görmeye gelmişlerdi tam

209

olarak? Jura çağından kalma dağ silsilesiyle göle vuran yansımasını mı? Yoksa kıyılarda asla titremeyen dudaklarıyla suyun durgunluğunu mu? Mutfakta smietanie'yi, yani ekşi kremayı bir kâseye boşaltırken kendi kendime bunu soruyorum. Ekşiliğinden ötürü smietanie süt tadından ziyade cinsellik tadı taşıyor. Sanırım hepimiz Morskie Oko'ya zamanın bizsiz neler yaptığını görmek için gitmiştik.

Ertesi gün Beyaz Dunajca'nın otluk kıyılarında bir ateş yakıp, pişirmek için patatesleri toprağa gömdük, tıpkı yüzyıllarca dayanan toprak kapların pişirildiği gibi. Patatesleri sıcak sıcak, Wieliczka'dan gelen tuz ve Danka'nın annesinin bahçesinden gelen karaturpla yedik.

Hava kararıyor. Gecikmelerinin bir nedeni olmalı. Mirek'i cep telefonundan arayabilirim ama aramıyorum. Beklemeyi tercih ederim, tıpkı bu basamaksız evin yaptığı gibi. İçinde salıncak ve koltuk olan odaya geçiyorum. Odanın uzak köşesindeki okuma lambası küçük bir pssst! sesi çıkararak sönüyor, muhtemelen ampulü yandı, değiştirmem mümkün değil. Masanın üstünde bazıları 1970' lerden kalma eski gazeteler, Mirek'in herhalde orman mühendisi olarak çalıştığı sırada kullandığı el pusulası, bir de içinde çiviler olan teneke bir kahve kavanozu var. Masanın çekmecesini, okuma lambasının yanan ampulünün yerine

210

takabileceğim bir ampul bulma boş umuduyla açıyorum. Çekmecede sadece kitaplar, Lehçe romanlar var. Altlarında, çekmecenin dibinde kapağında bir kadının resmi bulunan ince bir kitapçık buluyorum. Kadını hemen tanıyorum, şeffaf olmayan bir duvara ardında ne yattığını anlamak istercesine bakan gözleri, hayrete düşmüş bir acı ve inatçı bir kararlılıkla dolu gözleri... Yürüyüşündeki hafif aksamayı görüyor, Lehçe, Almanca, Rusça konuşan sesini duyuyorum; Çarın polisi tarafından gözaltına alınmamak için Varşova'dan kaçan on sekiz yaşındaki kadının sesi, sözcükleri saygıdeğer bir peygamberinki gibi algılandığında bile değişmeyen, hiç yitirmediği genç sesi. Rosa Luxemburg. İlk kez on altı yaşındayken, ölümünün üstünden yirmi yıldan fazla zaman geçtiğinde tanışmıştım onunla. Bogena'nın babasının emekliliği için yetkililerle (boşu boşuna) tartışmaya gittiği Zamość yakınlarında doğmuştu. Merkeziyetçilik ve Demokrasi başlıklı

bu

broşür bura-

ya kimbilir nasıl gelmiş? Üstelik Fransızca oluşu işin tuhaflığını artırıyor. Ama Rosa, Rosa'nın yazıları ve hayal gücü gizliliğe, gizli yolculuklara alışıktı. Gizli çekmecelerde saklanmaları beklenirdi. 1904'te yazılan bildirinin son paragrafı şöyle bir sav ileri sürüyor: Rusya'daki işçi hareketi tarihte ilk kez gerçekten halkın iradesine aracılık etme fırsatını ele geçiriyor. Ama hale bakın! Rus devrimcileri egoları yüzünden akıllarını kaybediyor, bir kez daha yüce katlarda oturan her şeye kadir tarihsel önderlikten, Merkez Komite'den dem vurmaya başlıyorlar. Her şeyi tepetaklak ediyor ve bugün herhangi bir devrimci önderlik için meşru tek öznelliğin, kendi hatalarını yapma ve tarihin diyalektiğini kendi başlarına

211

öğrenme hakkı isteyen işçi sınıfının egosu olduğunu fark etmiyorlar. Bu konuda net olalım. Bir devrimci işçi hareketinin y a p a c a ğ ı hatalar, Merkez Komite denilen herhangi bir organın yanılmazlığından bin kat daha değerli ve verimlidir tarihsel açıdan. Dışarısı kapkaranlık, uzaktan bir çobanaldatanın ötüşünü duyuyorum. Salıncağa oturmuş, ayağında ince deriden, belki k e ç i derisinden, düz topuklu olmayan yüksek bağcıklı siyah ayakkabılar −bazı Alman yoldaşlar ayakkabı seçimini yadırgıyorlar− Rosa salıncağı bir duvar saati sarkacının düzenli vuruşları gibi sallıyor, ileri geri aynı yirmi santimlik asgari salınımı yapıyor, ne eksik ne fazla. Ölümünün şartlarını hatırlamak, tekrar tekrar hatırlamak... Aralık 1918'in son günlerinde Karl Liebknecht'le birlikte Alman Komünist Partisi'ni kurmuşlardı. İki hafta sonra Berlin'de tutuklandılar ve Hotel Eden'e götürülüp sorgulandılar, dövüldüler ve atlı nöbetçi subayları tarafından sözde Moabit hapishanesine sevk edilmek üzere bir arabaya sokuldular. Aslında Berlin Hayvanat Bahçesi'ne götürülüp katledildiler. Darbelerle kafatası kırıldı, gövdesi Landwehr kanalına atıldı. Salıncağa ve gür kalın saçlarına bir göz atıyorum. Berlin Hayvanat Bahçesi, Botanik Bahçesinden fazla uzak değildir. Ölümünden yedi ay önce Rosa, Wroclaw'daki bir hapishane hücresinden Sophie Liebknecht'e mektup yazmıştı. Sonitçka, mektubun beni çok sevindirdi, hemen yanıtlıyorum. Botanik Bahçesi'ne gitmenin verdiği mutluluğu ve keyfi biliyorsun artık! Daha sık yapmalısın bunu! İzlenimlerini böylesine canlı anlattığın için aldığın keyfi paylaşıyo-

212

rum. Evet, çamların çiçeklenme mevsiminde yakut kırmızısına dönen o muhteşem çiçeklerini biliyorum. Kırmızı çiçekler kozalakların içinden doğduğu dişi çiçeklerdir, dalları aşağıya indirecek kadar ağırlaşan o kozalakların... Yanlarında uçuk sarı renkli, daha az dikkat çekici erkek çiçekler olur, buradan da altın renkli polenler gelir. Ne yazık ki buradaki penceremden sadece bazı uzak ağaçların yapraklarını görebiliyor, duvarın öte yanındakilerin tepelerini seçebiliyorum. Renklerinden ve azıcık görebildiğim kadarıyla biçimlerinden her birinin cinsini tahmin etmeye çalışıyorum ve sanırım, genel olarak, pek yanılmıyorum tahminlerimde. Şu anda salıncak tamamen durmuş durumda, gevşek oturma yeri sanki hiç hareket etmemiş, üstüne hiç oturulmamış gibi yere belli bir açı yaparak öylece duruyor. Yarın evin arkasındaki armut ağacına tırmanan yaban asmasının resmini yapacağım. Ağacın armutları olgunlaştıklarında kırmızımsı bir renk alıyor, etli kısmının tadı uzaktan uzağa kara ardıç yemişini, kabuğu ise yağmurda kalmış arduvazı çağrıştırıyor. Rosa kuşları çok severdi − özellikle de kentlerde sokakların ve damların üzerinde sürü halinde uçan sığırcıkları. Rosa'nın kendisi de bir ketenkuşuydu. Almancada Haenfling. Akla sevecenlik ve keskinlik getiren bir ad. Yaban asmasını birkaç saat önce, nemli yorganı arkadaki çamaşır ipine asmaya çıktığımda fark ettim. Asmanın çiçekleri hayli kocaman, siyaha yakın bir mavi, hafifçe mora çalıyor. Çizimi siyah mürekkep, tükürük ve mürekkebi kızıllaştıran tuzla yapacağım. Eğer resim bir şeye benzerse, biraz önce çekmeceye, romanların altına geri koyduğum broşürün sayfaları arasına yerleştireceğim onu.

213

B i r ışık huzmesi yolun öteki yanındaki bahçeyi aydınlatıyor, önce fasulye sırıklarının oradan, yukarıdan başlayıp pancarlara kadar iniyor. Sonra azalıp sönüyor. Karanlık daha da koyulaşıyor. Derken ışık huzmesi, daha parlak bir şekilde yeniden beliriyor: araba farı. Geldiler!

Üçü eve girdiklerinde, ev derhal genişledi. Çatı kanatlarını açtı. Evler içlerinde yalnız yaşandığında küçülürler, kimse yoksa iyice küçülürler. Danka Olek'i kucağında taşıyordu; gıcırdayan revaktan yemek odasına açılan eşiği geçerken her ikisi de sorulsa ne olduğunu söyleyemeyecekleri ortak bir duyguyu ifade edercesine birlikte gülümsediler. Mirek'le ben arabayı boşaltmaya başladık. Karton kutular, alışveriş torbaları, katlanmış bir bebek arabası, bir bebek yatağı, bavullar, bir termos, bir kasa kayısı, ve en nihayet naylon torbası içinde askıyla asılmış gelinlik vardı. Arabanın tepesine bir kayak taşıma kutusu tutturulmuştu, tabutla kayık arası bir şekli vardı. Paris'te sokağa atılmış, Mirek de bulup almıştı. Hadi ona da çıkartalım, dedi Mirek, boşaltmayacağım ama, Varşova'ya götüreceğimiz ıvır zıvırla dolu içi. Basamaksız evde uzun bir hafta sonu geçirdikten sonra Lublin üzerinden araba sürerek planladıkları gibi yeni evli hayatlarına başlayacakları Varşova'ya gitmek niyetindeydiler.

214

Danka kucağında oğluyla evin içinde dolaştı. Ev ona hiç yabancı gelmiyor gibiydi. Ağırdan alıyordu. Pencerelerden birini açmaya çalıştı, beceremedi. En nihayet avcının fotoğrafı bulunan odaya döndüğünde görüş bildirdi: Kocamanmış! Olek yere bırakılmak istiyordu. Yere iner inmez annesinin elinden tutup birkaç adım attı, her sarsak adımı bir varış noktasıymış gibi keyifle kıkırdıyordu. Bir güve kelebeği gördüler. Olek tökezledi, annesi tutmasaydı düşüyordu. Yavaş yavaş, diye mırıldandı Danka, yavaş, bir adım, yavaş, bir adım daha... Olek yere oturduğunda Danka güveyi avcuna alıp ön kapıdan dışarı salmadan önce oğluna gösterdi: Cma! dedi,

Cma! Düğünden beri Danka farklı bir zaman duygusu edinmişti. Birkaç gün öncesine kadar imkânsızca uzak gibi görünen bir gelecekten, nasıl geri dönüp bugüne bakacağını hayal edebiliyordu artık. Olek'in baba olduğunu, kendisiyle Mirek'in dede ve nine olduğunu hayal edebiliyordu. Kendisine gelecekteki bir noktadan dönüp geri bakabiliyor ve bir soru soruyordu. Kime, emin değilim. Unutmadın, değil mi? Hatırlıyor musun? Mirek'le düğünümüzden beş gün sonraydı. Taa Nowy Targ'dan arabayla geldik, daha önce hiç görmediğim bir eve vardık. Mirek bu evden, sanki benim doğumumdan önceki başka bir hayata aitmiş gibi söz ederdi, vardığımızda ev karanlıktı, John çorba yapmıştı, Mirek hasır bir sepette devekuşu yumurtası bulunan odada büyük yatağımızı hazırlıyordu, Mirek'le ben on gündür ilk defa baş başa kalacaktık. Önümde yaşanacak ne kadar çok şeyin uzandığını fark ettim, ç o k mut-

215

luydum, çifte bir mutluluktu bu, gelinliği giyerken tek bir kadındım, gelinliği çıkartırken iki kadın olmuştum −hatırlıyor musun, saçım kestane rengi, kıvırcıktı− Mirek'i hak ettiği gibi sevecektim, nasıl da hak ettiğini çok iyi biliyordum, o zamanlar ta içimden bildiğim birkaç şeyden biriydi bu, Olek de sağlıklı ve çok güçlüydü, onunla gurur duyuyordum, bir sabah onu giydirirken yanlışlıkla bana bir yumruk attı, gözüm morardı, daha on aylıkken böyle gürbüzdü işte, göğsüm kabarıyordu, hayatımda ilk kez gördüğüm bu evde dolaşırken kendi kendime umurumda değil, ne kadar uzun süreceği ya da ne kadar çok çalışmak zorunda kalacağım umurumda değil, dedim, yıllar boyunca odadan odaya taşınmak zorunda kalsak da, ev en sonunda bitene kadar oda oda çalışmak zorunda kalsak da, hiç fark etmez −bir ev biter mi hiç?− bildiğim tek şey derhal ve her zaman bu evde yaşamak istediğim. Hatırlıyor musun? O gece kendimi böylesine güvenli hissetmemi sağlayan neydi, bilemiyorum, belki sen bana her şeyin yoluna gireceğini söyledin, belki bana güven veren o oldu. Altını değiştireyim, dedi yüksek sesle ve Olek'i kucakladı. Ben sofrayı kurayım, dedim. Masa çok uzundu, yemek değil de komite toplantıları için uygundu. Masanın üçte ikisi ev terk edilirken rasgele bırakılmış ya da eve girince hızla konuvermiş nesnelerle kaplıydı: kıyafetler, el aletleri, bir bobin ip, leğenler, kesekâğıtları, bir kasket. Mutfağa yakın olan kısım daha boştu ve tozla kaplıydı. Üstünü sildim, Mirek'in getirdiği sarmısaklı ekmeği, çiğ ringayı ve mantar turşusunu sofraya yerleştirdim. Mutfaktan kepçeyle dumanı tutan tencereyi al-

216

dım, bir de yumurtaları. Sonra kepçeyle kâselere çorba koydum, her kâseye iki yarım yumurta ekledim. Polonyalılar

Ken'in

çorbasına

szczawiowa diyorlar.

Dünyanın en basit çorbalarından biri, belki de bu yüzden besleyici olduğu kadar hayal gücünü de çalıştırıyor. Mesela üşüdüyseniz içinizi ısıtıyor ve tazelenmenizi sağlıyor. Asitli kuzukulağı sebzelerin tadının uçucu ve keskin olmasına yol açıyor. Çorbalara genelde konan malzemelerden daha kocaman olan yumurtaların yuvarlak, katı bir tadı var. Son dakikada eklenen ekşi krema ikisine de sızıyor. On yedinci yüzyılda Varşova'nın biraz batısında yaşayan, yünlü eldivenler satan ayakkabı imalatçısı Jacob Boehme, dünyanın sürekli yedi aşamadan geçerek varolduğunu öne sürmüş. İlk aşama Ekşilik, ikincisi Tatlılık, üçüncüsü Acılık, dördüncüsü Sıcaklık'mış; Sıcaklık'tan sonra, Boehme'ye göre Sevgi gelirmiş, ardından da Ses ve Dil. Zupa szczawiowa'yı Sıcaklık ile Sevgi arasında bir yere koyardım, bana kalsa. Çorbayı yudumladığınızda, bir yeri yuttuğunuz duygusuna kapılıyorsunuz. Yumurtaların tadı bu yerin toprağı gibi, kuzukulağı bitki örtüsü, krema da bulutları... Bir dakika için sessizce yiyoruz. Danka bakalım sevecek mi diye Olek'e tattırmadan önce soğusun diye kaşığına üflüyor. Olek çorbayı seviyor. Her kaşıktan sonra birazını geri çıkartıyor, annesi ağzını siliyor. Sonra Mirek şöyle diyor: Nicedir neyin hayalini kuruyorum, biliyor musun? Paris'te kurmaya başladım bu hayali, genellikle bir inşaattan ötekine giderken trafikte takılıp kaldığımda. Bazen bir tavanı boyarken gelirdi aklıma. Hayalim küçük bir lokanta işletmekti. Öyle büyük bir şey değil, bir düzine masa, Zamość'ta kemerlerin altında, geleneksel yemekler

217

bulunacak, bir de benim icat ettiğim yemekler, bu bahçede yetiştirilmiş sebze meyveyi kullanacağız, bahçeyi büyütüp tavuk ve tavşan da yetiştireceğiz. Trafik sıkışıklığında kafamdan menüler hazırlardım. Ne çılgınlık! Danka kaşığını bırakıp tüm o kar kazı otoritesiyle M i rek'e doğru döndü: Eğer o hayali derhal gerçekleştirmeye başlamazsan, dedi ağır ağır konuşarak, koyu yeşil gözlerini kısarak, asla gerçekleştiremezsin! Mirek yanıtlamadı. Çorbayı bitirip sağdan soldan konuştuk. Sustuğumuzda öteki odadaki saatin sesini duyabiliyordum. Olek mama sandalyesinden kalkmak istedi, Danka onu kucağına alıp kayısı parçaları verdi ağzına. Mirek mama sandalyesini masadan çıkartıp salıncağın bulunduğu odaya götürdü, kapıyı açık bırakmıştı. Olek'in sandalyesini oradaki iplere, kayın plakalardan daha yüksek bir yere tutturdu. Eliyle denedi, düğümleri biraz sıkıştırdı, oğlanı almak için döndü. Salıncağa oturtulunca Olek minik elleriyle iki yandaki iplere yapıştı, Mirek kendi koca eliyle hafifçe itti salıncağı. Sallanıyordu. Salıncak daha daha yükseklere çıktıkça Olek'in de neşesi çoğaldı. Masadan kalkıp seyretmeye gelen Danka'nın duruşu, ileri geri sallanan oğlunu seyredişi, bana iki-üç ay içinde yine hamile kalacağını fısıldadı. Salıncak ona doğru her geldiğinde Mirek bir an için eliyle tutuyor, biraz daha yükseltiyor ve bırakıyordu. Ev, Mirek'in ömrü boyunca hiç görmediği şekilde değişmişti.

218

Tuvalete gitmek için dışarı çıkıyorum, çobanaldatan kuşunun ötüşünü duyuyorum. Kutak-kutak-kutak. Sadece gece kuşları hiç durmadan bu kadar uzun öter. Kuşun sesi şimdi çok daha yakından geliyor, belki de köprünün oradaki ağaçlardan birinden. Oraya doğru yürüyorum, çünkü hayatımda hiç çobanaldatan görmedim, sadece sesini duydum. İlk duyduğumda Camellia ile Epping Ormanı'ndaydım. Bütün gece böcek yer demişti bana Camellia, gagasını öyle kocaman açar ki tren tüneline benzer! Pençesindeki parmaklardan biri testere dişlidir, kimbilir neden. G e c e olsun, gündüz olsun Camellia'yla her dışarı çıktığımda bir sürü şeyin adını öğrenirdim. Şu tüylü şey ne? Beyaz Amiral larvası. Şu yosun? İpek ağacı. Şu düğüm? Kazık bağı. Ya şu ne? Pekâlâ biliyorsun ne olduğunu − göbek deliğin! Adlandırılamayan çok şey vardı. Ters dönmüş kayığa benzeyen odada, kendime cilalı duvarların ahşap lekelerinin adsız şeylerin haritası olduğunu söyler, bir gün işime yarar inancıyla bu haritayı ezberlemeye çalışırdım. Adsızlar diyarı şekilsiz değildi. İçinde yolumu bulmam gerekirdi − kapkaranlık bir odada mobilyalarla sivri kenarlı nesneler arasından bulur gibi. Her halükârda, bildiklerimin çoğu, sezdiklerimin çoğu adsızdı, ya da adları henüz okumadığım kalın kitaplar kadar uzundu. Kutak-kutak-kutak... Çobanaldatanın üzerinde bulunduğu ağacın altında o kadar sessiz duruyorum ki tekrar ötmeye başlıyor. Ağacın altında böyle sessiz dururken, sezgilerimden bazılarını hatırlamaya başlıyorum.

219

Her yerde acı var. Acıdan daha ısrarlı ve keskin olanı ise, her yerde beklenti dolu bir bekleyiş olması. Ağaçtaki çobanaldatan susuyor, nehrin aşağısından bir diğeri yanıt veriyor. Saymak, saydığınızdan başka bir şeye gizlice yaklaşmanın bir yoludur. Szum'un sesi Ching'inkiyle aynı. Özgürlük merhametli değildir. Hiçbir şey tamamlanmış, hiçbir şey bitmiş değildir. Kimse söylemedi bana bunu, ama Gordon Bulvarı'ndayken biliyordum. Başımın üzerindeki çobanaldatan arkadaşıyla buluşmak için ağaçtan havalanıyor, süzülerek gelen ayışığında kuyruk tüylerinin beyaz şeridini bir an için görüyorum. Gülümsemeler mutluluğa davet eder, ama ne tür bir mutluluk olduğunu açık etmezler. İnsan hasletleri içinde kırılganlık −ki hiç eksik olmaz− en değerli olanıdır. Gökyüzünde, çobanaldatanın uçmuş olduğu yöne doğru uzatıyorum parmağımı. Ya şu? diye soruyorum. Andromeda o, diye yanıtlıyor Camellia, k a ç kere söyledim sana!

Yavaşça yürüyerek eve döndüm. Paniğe kapılmış değilseniz, karanlık telaşı azaltıyor. Zaman çoğalıyor. Pencerede hiç ışık yoktu. Beton platforma çıkıp gıcırdayan revaklı girişte yolumu buldum. Işığı açmadım.

220

Yatak odasının kapısı aralıktı. Pencereden sızan hafif ışık yatağın üzerine gri bir balık ağı gibi yayılmıştı. Üçü de uyuyordu. Olek babasının göğsünde yatıyordu, eli ağzındaydı; Danka da arkadan Mirek'e sarılmıştı. Karanlıkta bir güve elime dokundu. Cma! Yalnızca insan bedeni çıplak olabilir, yalnızca insanlar bütün gece tenleri birbirlerine değerek birlikte uyumayı arzular, gereksinirler. Cma!

Bir hafta içinde Olek, tüm o azmiyle burada yürümeyi öğrenecek, Danka da Mirek'ten kapıya bir basamak yapmasını isteyecek.

221

81/2

Neden benim kitaplarımdan hiçbirini okumadın? Beni başka hayatlara götüren kitaplardan hoşlanırdım ben. Okuduğum kitapları bu yüzden okudum. Ç o k okudum hem de. Her biri gerçek hayatla ilgiliydi o kitapların; ama kaldığım yerden okumaya başladığımda, benim başıma gelenleri anlatan kitaplar değil. Ben okurken, her türlü zaman duygusunu kaybederdim. Kadınlar hep başka hayatları merak ederler, erkekler bunu anlamayacak kadar iddialıdırlar. Başka hayatlar, daha önce senin yaşadığın, ya da yaşamış olabileceğin başka hayatlar... Senin kitaplarınınsa, benim yaşamak değil de, ancak düşlemek isteyeceğim, tek başıma, kendi kendime, hiç kelime olmadan düşleyeceğim başka bir hayat hakkında olmasını umuyordum. Onun için iyi ki okumamışım. Bugünlerde saçma sapan şeyler yazmayı göze alıyorum. Ne bulursan onu yaz, yeter. Ne bulduğumu hiçbir zaman bilemeyeceğim. Doğru, bilemeyeceksin. Bilmen gereken tek şey, yalan mı söylüyorsun yoksa doğruları söylemeye mi çalışıyorsun. Bu ikisi arasındaki ayrım konusunda yanılmayı göze alamazsın bundan böyle...

222

Teşekkür

"Sadece zaten ötekine ait olanı verebiliriz!" Jorge Luis Borges. Bu kitap için şu kişilere yürekten teşekkür ederim: Alexandra, Andres, Anne, Arturo, Beverly, Bill, Bogena, Colum, Dan, Gareth, Geoff, Gianni, Hans, Iona, Irene, Jean, Jitka, John, Katya, Leticia, Liane, Libby, Lilo, Lisa, Lucia, Maggi, Manuel, Maria, Marisa, Michael, Mike, Nella, Paul, Pierre-Oscar, Pilar, Piotr, Ramon, Robert, Sandra, Simon, Stephan, Tonio, Victoria, Witek, Wolfram ve Yves. Kitapta Borges'in şiirlerinden yapılan alıntılar, J. L. Borges, Selected Poems'den (yay. haz. Alexander Coleman, Allen Lane, The Penguin Press, 1999) alınmış ve Penguin Books Ltd.'nin izniyle yayımlanmıştır. s. 76: "Debo justificar lo que me hiere...", "El cómplice"den üç dize (s. 448), © Maria Kodama, 1999. s. 77: "Bu kitap senindir, Maria Kodama...", "Inscription"dan (s. 461), © Maria Kodama, 1999. s. 78: "Bir sabahın anısı...", "Talismans"dan altı dize ( s . 365), © Maria Kodama, 1999. s. 78: "Ah bitimsiz gül...", "The Unending Rose"dan iki dize (s. 367), © Maria Kodama, 1999. Türkçe çeviriler ilgili bölümün çevirmeni tarafından yapılmıştır.

223

JOHNBERGER BULUŞTUĞUMUZ YER BURASI John Berger'dan, geçen yüzyıla, göçüp gidenlere, tüm ıaaflanyla sevilenlere, y�anmışfıkl anyla şehirlere duru, ışıfhfı bir ziyaret... Lizbon, Krakow, Madrid, Cenovre, lslington ve Küçük Polonya'da. art ı k hayatta olmayan yakınlanyla, annesi. babası, eski sevgilileri, öğretmenleri, ustaları, akademiden art