Bellek [1 ed.]
 9786258411607

Table of contents :
B - 0001
B - 0002
B - 0003
B - 0004
B - 0005
B - 0006
B - 0007
B - 0008
B - 0009
B - 0010
B - 0011
B - 0012
B - 0013
B - 0014
B - 0015
B - 0016
B - 0017
B - 0018
B - 0019
B - 0020
B - 0021
B - 0022
B - 0023
B - 0024
B - 0025
B - 0026
B - 0027
B - 0028
B - 0029
B - 0030
B - 0031
B - 0032
B - 0033
B - 0034
B - 0035
B - 0036
B - 0037
B - 0038
B - 0039
B - 0040
B - 0041
B - 0042
B - 0043
B - 0044
B - 0045
B - 0046
B - 0047
B - 0048
B - 0049
B - 0050
B - 0051
B - 0052
B - 0053
B - 0054
B - 0055
B - 0056
B - 0057
B - 0058
B - 0059
B - 0060
B - 0061
B - 0062
B - 0063
B - 0064
B - 0065
B - 0066
B - 0067
B - 0068
B - 0069
B - 0070
B - 0071
B - 0072
B - 0073
B - 0074
B - 0075
B - 0076
B - 0077
B - 0078
B - 0079
B - 0080
B - 0081
B - 0082
B - 0083
B - 0084
B - 0085
B - 0086
B - 0087
B - 0088
B - 0089
B - 0090
B - 0091
B - 0092
B - 0093
B - 0094
B - 0095
B - 0096
B - 0097
B - 0098
B - 0099
B - 0100
B - 0101
B - 0102
B - 0103
B - 0104
B - 0105
B - 0106
B - 0107
B - 0108
B - 0109
B - 0110
B - 0111
B - 0112
B - 0113
B - 0114
B - 0115
B - 0116
B - 0117
B - 0118
B - 0119
B - 0120
B - 0121
B - 0122
B - 0123
B - 0124
B - 0125
B - 0126
B - 0127
B - 0128
B - 0129
B - 0130
B - 0131
B - 0132
B - 0133
B - 0134
B - 0135
B - 0136
B - 0137
B - 0138
B - 0139
B - 0140
B - 0141
B - 0142
B - 0143
B - 0144
B - 0145
B - 0146
B - 0147
B - 0148
B - 0149
B - 0150
B - 0151
B - 0152
B - 0153
B - 0154
B - 0155
B - 0156
B - 0157
B - 0158
B - 0159
B - 0160
B - 0161
B - 0162
B - 0163
B - 0164
B - 0165
B - 0166
B - 0167
B - 0168
B - 0169
B - 0170
B - 0171
B - 0172
B - 0173
B - 0174
B - 0175
B - 0176
B - 0177
B - 0178
B - 0179
B - 0180
B - 0181
B - 0182
B - 0183
B - 0184
B - 0185
B - 0186
B - 0187
B - 0188
B - 0189
B - 0190
B - 0191
B - 0192
B - 0193
B - 0194
B - 0195
B - 0196
B - 0197
B - 0198
B - 0199
B - 0200
B - 0201
B - 0202
B - 0203
B - 0204
B - 0205
B - 0206
B - 0207
B - 0208
B - 0209
B - 0210
B - 0211
B - 0212
B - 0213
B - 0214
B - 0215
B - 0216
B - 0217
B - 0218
B - 0219
B - 0220
B - 0221
B - 0222
B - 0223
B - 0224
B - 0225
B - 0226
B - 0227
B - 0228
B - 0229
B - 0230
B - 0231
B - 0232
B - 0233
B - 0234
B - 0235
B - 0236
B - 0237
B - 0238
B - 0239
B - 0240
B - 0241
B - 0242
B - 0243
B - 0244
B - 0245
B - 0246
B - 0247
B - 0248
B - 0249
B - 0250
B - 0251
B - 0252
B - 0253
B - 0254

Citation preview

�İSİ

''

bellek; sonsuz genişlikte bir mabet...

,,

BELLEK

z < � w :ı:

u o ""

z

w

""

>w

V

F@L

BELLEK

F(§)ı.:188 © MAK GRUP MEDYA PRo. REK. YAY. A.Ş. SERTİFiKA No: 44396 FELSEFE I 59 CoRPUS 04 BELLEK

EDiTÖR: ALEXANDRE ABENSOUR ÇEVİREN: GÜLÇİN KAYA ROCHEMAN ÖZGÜN Aoı: LA MEMOIRE EDİSYON: fLAMMARION, PARİS 2014 EDİTÖR: EBUBEKiR DEMİR YAYINA HAZIRLAYAN: EMRE ŞAN REDAKSİYON: KADİR GüLEN GöRSEL YöNETMEN: NURULLAH ÔZBAY GRAFİK TASARIM VE UYGULAMA: TAVOOS

BASK!: AYRINTI BASIM YAY. vE MAT. Hız. SAN. Tİc. A.Ş. MATBAA SERTİFiKA No: 49599 ı. BASK!: MAYIS 2022

iLETiŞİM ADRESLERİ CİNNAH CD. KıRKPINAR SK. 5/4 06420 ÇANKAYA ANKARA TEL.: 0312. 439 Ol 69

www.folkitap.com [email protected] [email protected] www.twitter.com/folkitap

BELLEK

EDİTÖR

ALEXANDRE ABENSOUR

ÇEVİREN GÜLÇİN KAYA ROCHEMAN

ALEXANDRE ABENSOUR

1967 doğumlu Fransız felsefe profesörü. Saint Jean de Douai Lisesi'nde iktisat hazırlık sınıflarına felsefe dersleri vermektedir. Bilim felsefesi, sanat felsefesi ve din felsefesi alanlarında çalışmaktadır. Çok sayıda felsefi eserin yayımlanmasına ve �zmanlaşmış tıp eğitimine katkılarda bulunmuştur. Başlıca eserleri: La Parole (2017); Histoire de la Philosophie en Fiches (2018); L'animal (2020); La Memoire (2019).

GüLÇIN KAYA RocHEMAN

1981 Almanya doğumludur. GSÜ Hukuk Fakültesi mezunu olup sözlü ve yazılı çeviri ile yabancı dil olarak Türkçe öğretimi konusunda uzmanlaşmıştır. Halen Fransız iltica Mahkemesinde yeminli tercümanlık ve INALCO'da (Doğu Medeniyetleri ve Dilleri Üniversitesi) Türkçe öğretmenliği yapmaktadır. Balıca eserleri: Simone de Beauvoir, Müphemlik Ahlakı Üzerine/ Pirus ve Sineas (2022); Christophe Andre, Mutluluk Sanatı (Yayımlanacak).

İÇİNDEKİLER

13 1 GİRiŞ BİRİNCİ BôLÜM BELLEK, y AŞAM, ZİHİN 47

ı. PLATON ANIMSAMA GERÇEK ARAYIŞINA ANLAM KATAR

53

2. PLOTINOS RUH HATIRLADIGI ŞEYE DÖNÜŞÜR

58

3. Aziz AUGUSTINUS BELLEK ZEKAYA VE İRADEYE BAGLIDIR

63

4. HEGEL 'ANI DERLEME'

68

5. KIERKEGAARD YAD ETME VE TEKERRÜR

74

6.

NIETZSCHE BELLEK TÜRETİR VE SEÇER

80

7.BERGSON ALIŞKANLIK BELLEGİ VE İMGE BELLEK

86

8. FREUD BELLEGİN KORUNMASI

92

9. SQUIRE VE KANDEL ENAGRAMIN DİNAMİK NİTELİGİ İKİNCİ BöLÜM BELLEK VE İMGE

96

IO. PLATON BELLEGİN EPİSTEMOLOJİSİ

102

1 I. ARİSTOTELES İMGELEM VE BELLEK

108

12. PLOTINOS BELLEK VE DİKKAT

113

13. TAINE BELLEK VE DENEYİM

120

14. jAMES BİLİNÇ VE GEÇMİŞİN İMGESİ

125

15.SARTRE GERÇEKDIŞI VE MEVCUDİYET

ÜÇÜNCÜ BöLÜM BELLEliN Gücü VE SINIRI 129

ı 6. PswDo-CicERO DOlAL BELLEK VE YAPAY BELLEK

137

17. Aziz AUGUSTİNUS BELLElİN GÜCÜ

142

18. 5PINOZA BELLEliN SÜRESİ VE NEDENLERİ

147

19. 5CHOPENHAUER DELİLİK BİR BELLEK HASTALilIDIR

154

20. RIBOT BELLEliN ZAYIFLAMASI

159

21. FREUD BELLEKTE BİLİNÇALTI SÜRECİ

165

22. PROUST DUYUSAL BELLEK

172

23. 80RGES HİPER BELLEK

DöRDÜNCÜ BöLÜM BELLEK, ZAMAN, BiLiNÇ 176

24. LOCKE KİMLİK VE BELLEK

182

25. LEIBNIZ KİMLİK VE BİLİNÇ

188

26. NIETZSCHE ETKİN TUTULMA OLARAK UNUTMA

192

27. HUSSERL ZAMAN BİLİNCİNİN KATMANLARI

197

28. HALBWACHS KOLEKTİF BİLİNÇ

203

29. BENJAMIN ŞİİR VE BiLİNÇ

208

30. RosENFIELD BELLE(;İN KATEGORİLERİ

212

3 ı. RıcoEUR BELLE(;İN SADAKATİ iLE TARiHiN HAKİKATİ

218

SÖZLÜKÇE

240

KAYNAKÇA

247

DizİN

GiRİŞ

.. Biraz mürekkep yalamış adamsam da, aklında bir şey nıtabilen bir adam değilim." Montaigne, Denemeler, il, 10

1. Be/legin Biçimleri

B

ellek günümüzde felsefi çözümlemenin çok çeşidi alan­ larında yer alır. Skolastik felsefeden miras olan psiko­ lojide, belleğin akıl ve iradeyle birlikte ruhun 'üç büyük melekesi'nden biri olarak tanımlandığı zamanlar çok ge­ rilerde kaldı. Fenomenoloji, nörobilim, hermenötik ya da sosyoloji gibi daha pek çok disiplinin gelişiyle bu melekeler psikolojisi sarsılmıştır. Ancak halen o zamandan gelen bariz bir devamlılık tes­ pit etmek mümkün. Bellek kapasitesinin iyileştirilmesine ilişkin eserler çoğu zaman çok eski bir geleneğin (genelde bilinçsiz) mirasçılarıdırlar. Bu teknik MÖ. 6. yüzyılda Eski Yunan'da doğmuş 'mnemoteknik'tir. Tekniğin yarı efsane­ vi doğuş öyküsü, şair Simonides'e atfedilir. Tarihyazımının doğuşu kadar eski olan bir şey de önemli olayları, üzerine kafa yorsunlar, hana hayran kalsınlar diye gelecek nesillere aktarma kaygısıdır. Sanılanın aksine, belleği tarihin dehşetli anlarına yoğunlaştırmak bizim çağımıza özgü değildir. Eski şairler yahut tarihçiler, yalnızca kahramanların dorukta ol­ dukları anları değil, nefretin kardeşi kardeşe kırdırttığı sa­ vaş trajedilerini de aktarırlar. Sonuçta belki de en önemlisi belleğin, kendi benliği­ mizle olan ilişkimize hiç tartışmasız bağladığımız bir iş­ lev olmasıdır. Öğretim öncelikle 'iyi' bir bellek kaygısını

BELLEK

ön plana çıkarsa da, herkes belleğin kimlikten ayrılamaz olduğunu kavrar. Bunu, ilk olarak pek tabii ki anılarla, ardından da kimliğinin devamı olarak bizzat belleğe kay­ detme işleviyle yapar. Bellek hastalıklarıyla -bugün en ünlüsü alzaymır hastalığıdır- amnezinin değişik biçimle­ rini böylesine gizemli ve ürkütücü kılan, bizi bu kişilik ayrışmasıyla sert bir biçimde karşı karşıya bırakmasıdır. Belleğim yoksa ben kimim? Başlarda şiir biçiminde ifade edilmişse de asıl soru işte bu kadim sorudur. Odysseia'da­ ki lotus meyvesi, yolculuğun sonuna kadar adını yaşat­ mayı takıntı edinmiş olan Odisseus için bu kimlik kaybı tehdidini simgeler. Demek ki kadim 'melekeler psikolojisi' gerçeklikten tamamen uzak da değilmiş. Evet, bellek ruhun temel bir 'parçası'dır; evet belleği -kendisinden beslenen- zeka ve iradeye bağlayan dayanışma iyice görülür, zira bir edim ancak geçmişe dayanıyorsa geleceğe yazılabilir. Fakat kimlik sorusu ana meseleyse de böyle bir melekenin ne su­ rette düşünülebileceğine de bakmak gerekir. Öyle ki bellek sadece anı -hatırlanan şeyin belirgin bir niteliği- olmadığı gibi anımsama da -geçmişin aniden şimdiye gelmesi- de­ ğildir. Peki, bellek bu farklı işlevleri nasıl ortaya koyar? Bellek 'izler'in kaydedilmesi ya da gayrimaddi bir hare­ ketlilik olarak düşünülebilir mi? Bellek 'duyusal' mıdır, 'akli' mi? Ya da başka bir deyişle hayvanlar dünyasına, doğaya aidiyetimizin delili midir yoksa aksine tinsel bo­ yutumuzun büyük işaretleri arasında mıdır? Öncelikle bu karşıtlığı incelemek gerekir, çünkü bu bellek tarafından sorulan zaman, kimlik ve ahlak sorularını şekillendiren eski ve daimi bir tartışma konusudur. (Yeni Platoncularla Stoacılar arasındaki karşıtlıktan başlayıp Bergson ve psi­ kofizyolojiden geçerek örneğin Deleuze'e ve Changeux'ye kadar varır.)

Gtıılş

2. ikincil Bir Felsefe Kavramı: Duyusal Bellek "Herkes hafızasından şikayet eder ama kimse muhakeme­ sinden şikayet etmez." Descartes'ın "Sağduyu, dünyada en iyi paylaştırılmış şeydir." sözüne atıftan daha fazlası olan, La Rochefoucauld'a ait bu söz her şeyden önce kendini be­ ğenmişliğe bir dokundurmadır. Muhakememizin zayıflığını kabul etmenin bize böylesine zor gelmesi zekamızın tüm de­ ğerini onda görmemizden kaynaklanır. Yargıgücü, anlama yetisi, akıl... Bunlarla karşılaştırıldığında bellek nedir? Me­ lekeler sıralamasında bellek ikinci sırada gelir. Genel kanıya göre bellek, beyindeki yeri tespit edilebi­ len büyük bir arşiv merkezi olarak düşünülür. Algılarımızı toplayıp bunları sayısız raf ve çekmeceden oluşan devasa bir kütüphanede sınıflandırarak zihnimize kaydeder. Do­ layısıyla bu yetiden temel olarak anladığımız bilgi depola­ ma kapasitesidir. Bu görece materyalist tanımlama her şeyi açıklamasa da öyle çekicidir ki hala oldukça yaygındır. Ço­ ğunlukla da bu tanımın eleştirisi yoluyla bellek tasarımımı­ zı daha 'spritüalist' bir yöne götürerek belleği iyi anlamayı sağlayacak başka modeller geliştirilebilmektedir. Bilişsel psikoloji soruyu ele almış, ezberlenen bilgi türleri ve bellekte tutma süresiyle nitelendirilen değişik bellek türleri tespit etmeyi başarmıştır. Duyusal bellek (birkaç milisaniye boyunca görsel olarak tutulan büyük miktarda bilgi), kısa sü­ reli bellek (birkaç saniye boyunca sözel olarak tutulan kısıtlı miktarda bilgi), uzun süreli bellek, örtük bellek ile açık bel­ lek, işlemsel bellek (motor beceriler, uzmanlık bilgileri, nere­ deyse otomatik alışılmış hareketler), anısal bellek (zamansal, uzamsal ve duygusal bağlamlarıyla yaşanmış olaylar), ileriye dönük bellek (önceden planlanmış bir eylemi yakın bir ge­ lecekte gerçekleştirmeyi hatırlamayı unutmamak), semantik bellek (sözcükler, kavramlar, genel bilgiler)... Her ne kadar bu ayrımlar ilginçse de bu yaklaşım sorunu çözmeyi beceremez. Böylece felsefe kendi akıl yürütme yön­ temleriyle incelemek üzere bu konuya el atar. Göreceğimiz üzere zaten bilim ve felsefe de karşılıklı olarak birbirlerini

BELllX

zenginleştirmekten geri kalmazlar. ilkinin bulguları ikinciyi besler, karşılığında da felsefe bilimin 'nesnelliği'nin arkasın­ da gizlenen önvarsayımları ortaya döker. Örneğin rekabetin arkasındaki işlevsel ve yapısal açıklamaları. Demek ki filo­ zoflar esas olarak bu yetinin bilme sürecindeki, yani bizim gerçek ve doğru ile ilişkimizdeki yerini sorgulamakla uğ­ raşacaklardır. Bellek üzerine derinlemesine düşünmemizde birbirine sıkı sıkıya bağlı iki soru belirleyici olacaktır: bel­ leğin içeriğinin ne olduğu sorusu ve zamanla ilişkisi sorusu. Aristoteles, zihnin yaşanmış bir olaya gönderme [referans] yapma gereksinimi üzerinde özenle durmuştur. Belleğin 'gön­ dermesel' [referentien bir işleyişi vardır. Şu olayın şu gün ol­ duğunu, şu kişiyle şu yerde tanıştığımı ya da en azından onun­ la daha önce tanışmış olduğumu hatırlarım. Yakındığımız işte tam da bu gönderme bağlantılarının oynaklığıdır: Evet bu o kişidir ama tam ne gün tanıştığımızı ya da adını, ya da bana ne dediğini hatırlamıyorumdur. Böylesi bir gönderme anla­ yışını 'nokta atışçı' veya 'atomistik' olarak nitelendirebiliriz. Her zaman tek bir durum hatırlanır. O halde niteliği ba­ kımından bellek bir kap gibi görünür. İyi ya da kötü, belirsiz sayıda 'referans noktası'na sahiptir. Hatırlamak tanımaktır. Tanımak zihindeki bir görüntüyü dünyadaki bir nesneyle ilişkilendirmektir. Bu tasarıma bağlı kalırsak bellek basit bir şeyden ibaret kalır, engin ve cansız bir algılar koleksiyonundan başka bir şey olmaz. lmgelem, gücünü özgürlüğünden, kurgusal bir dünya kurmak için kısıtlamalar getiren gerçeğe kafa tutma kapasitesinden alırken böylesi bir özgürleşme belleğe yasak­ tır. Zira görünen o ki bellek değerini sadece zamanla olan edilgen ilişkisinden, algılanan gerçeğe, 'yaşanmışlık'a sadaka­ tinden alır. Ancak belki de bellek ve imgelem arasındaki bu karşıtlığı çok da kutuplaştırmamak gerekir. Geçmiş duyum­ ları zihinde saklayan üretici [reproductive] imgelem ile yeni imge yaratmadan zihinde kayıtlı olanları özgün bir biçimde birleştiren yaratıcı imgelem arasında ayrım yapmak uygun olur. Belleğin bu iki formdan ilkiyle bağı da yok değildir. Melekeler teorisini ilk defa ortaya atan Aristoteles belleğe 16

GtRlş

ve imgeleme, duyu ile akıl arasında ara bir yer vermiştir. Bu melekeler aklın nitelikleri arasında olmaktan uzaklarsa da, 'logosa sahip' yegane varlık olan insandan başka canlılarda bulunmaları, bilinçlenme sürecindeki aracı rollerini ortaya koymaktadır. "Belleğe gelince, akılla kavrayabilenlerinki de dahil, bellek imgesiz var olamaz ve imge de genel duyum­ lamanın [sensation] yarattığı bir duygulanımdır [affection]. Öyleyse ilineksel 1 olarak akla [intellectJ ait olmalıdır ancak özü itibarıyla birincil duyu yetisine bağlıdır. Bu sebepten­ dir ki sadece insanla düşünce ya da akla sahip hayvanlarda değil, başka hayvanlarda da bulunur" (Aristoteles, Doğal Tarih Yazıları, s. 107). Sonuç olarak oldukça basit hayvan­ larda -hayvan tanımlaması gereği- hissedebilen ve üstüne bu duyumları zamanın belli bir noktasına bağlayan imgeler halinde düzenleyebilenlerde bulunur. O halde insan neden, aklı hesaba katmaksızın, kendisini hayvanlar dünyasından kesin biçimde ayırmayan bir yetiyle övünmelidir? Yavaş yavaş anlamaya başladığımız nedenlerden ötürü, bellek pek de felsefenin 'büyük kavramları' arasında yer almaz ve büyük zihin melekesi mertebesine nadiren yükseltil­ miştir. Peki, bellek sadece ruhun insanla 'bazı hayvanlar'da ortak olan mekanizmalarından biri diye düşünülebilir mi? İn­ sanı hayvandan ayırmakta hiçbir işe yaramaz mı?

3. idealizm ile Natüralizm Arasında: Anımsama, Ruhsal Bellek Felsefe geleneğinde, belleği ikincil tutmak şöyle dursun ona birincil önem atfeden bir doktrin vardır: Platon doktrinin­ deki 'anımsama'dan (anamnesis) söz ediyoruz. Nasıl bir bağlamda ortaya çıktığını inceleyelim: 1

Bir şeyin özü değil, bağlı bir niteliği olan şey. Rastlantısal olarak o şeyin niteliği olan, yokluğu şeyin özünü değiştirmeyecek nitelik. (Çev.)

17

BELLEK

Yunan kültürü en başta felsefe kültürü değil, şiir kül­ türüdür. Başlangıçta yazılı değil, sözlüdür. Orada bellek logostan üstündür. Odisseus dil sanatını bolca kullansa da bu henüz logos değildir; metisinin, 'ince zeka'sının görü­ nümlerinden biridir ve her şey kahramanın büyük görevi­ nin emrindedir: ölümsüz bir şöhrete kavuşmak. llyada ve Odysseia'da art arda sıralanan bolca cenaze töreninin ama­ cı ölenin ruhunu huzura erdirmek değildir. Yaşayanlar için de bir anıt dikilmelidir: Klasik Yunancada 'anıt' anlamına gelen mnema diye de adlandırılan mezarı, semayı dikmeli­ dir. Odisseus'nin arkadaşı olup Kirke'nin evinde kaza sonu­ cu ölen ve ceseti unutulan Elpenor'un ruhu şöyle diyordu: "Şimdi sana yalvarırım. Burada olmayan yakınlarının başı için, karının, çocukluğunda seni koruyan babanın ve sara­ yında yalnız bıraktığın oğlunun başı için yalvarırım. Çünkü biliyorum ki Hades'in mekanından ayrılınca Kirke'den ge­ mini geri alacaksın. İşte o zaman, efendim, yalvarırım sana, beni unutma! [Metinde tam olarak söylenen şu: "Senden beni hatırlamanı istiyorum.") Beni kabirsiz ve gözyaşından mahrum bırakıp giderek tanrıların öfkesini üstüne çekme! Bütün silahlarımla yak beni, gri denizin kıyısında bana bir kabir dik ki gelecekteki insanlara bu bahtsızı hatırlatsın" (Odysseia, XI, v. 66-76). Destan'ın başında Telemakhos'u yiyip bitiren düşünce, babasının bir mezarı bile olmadan ölmüş olmasıdır: "En azından Truva'da insanların arasın­ da ya da savaş bittiğinde yakınlarının yanında ölseydi! Pa­ nakhaylar ona bir höyük yaparlardı da oğluna yine şanı­ nı miras bırakırdı" (Age., I, mısra 237-239). Kahramanın şanıyla ölümsüzlüğe ulaşması için ona gereken bir cenaze töreni ile halk ozanının şarkısı yoluyla yaşayanların belle­ ğinin yardımıdır. Platon, anımsamayı ilk kez ele alan diyaloğu Menon'u yazarken, dinsel ve şiirsel bir formülle felsefeyi ruhun ölümsüzlüğü fikrine alıştırmaya çalışır. Daha iyi alaşağı edebilmek için Eski Yunan'ın kültürel kökenlerine saygı r8

GIRlj

duruşunda bulunan Platon'un hatırlatmayı sevdiği üzere Mnemosyne yani bellek, esin perileri Muselerin annesidir. Mezarla öne çıkan Homeros'taki şanın ölümsüzlüğünün aksine onda ölümsüzlük çok daha etkilidir. Ruh ölmez, hatırlar: "Oysa ruh ölümsüz olduğundan ve birçok defa yeniden doğduğundan hem bu dünyadaki hem Hades'teki şeyleri, yani tüm gerçekleri görmüştür, yeni öğrendiği hiç­ bir şey yoktur. Öyle ki erdem hakkında olduğu gibi başka şeyler hakkında da bilgisine -en azından evvelden- sahip olduğu şeyleri hatırlayabiliyor olması şaşırtıcı değildir." Homeros'a gönderme yapılması burada kilit noktadır, zira Platon anımsama 'teorisini' kurarak 'geleneksel' belleğe karşı olduğu kadar Sofistlerin 'modernite'sine karşı da po­ lemiğe girer. Burada tırnak işaretleri koymak elzemdir, çünkü karşı­ mızda en az akıl yürütmeye dayandığı kadar efsanelere de dayanan bir bellek tasarımı var. Platon oldukça teknik bir problemi çözmeye girişmiştir: Nasıl biliriz? Ya da daha doğ­ rusu: Bilgisizlikten bilmeye nasıl geçmeli? Öğrenmeyi, bile­ nin ruhundan bilmeyenin ruhuna bir aktarım olarak temsil eden Sofistlere karşı cevap olarak gerçek bilginin etkin oldu­ ğunu gösterir: Bilmeyenin ruhu, bilmediği şeye erişmeye ça­ balar. Bilginin etkili olması için, tam anlamıyla bilgiye sahip olunması için, Sokrates kadar parlak bir hoca tarafından bile olsa, bir hoca tarafından edilgen bir biçimde verilme­ mesi gerekir. Arayanın bizzat ruhunda bilgiye rastlanması gerekir. Bu yüzdendir ki Platon'un bu teknik görünümlü zorluğa getirdiği çözüm efsaneye dönüşür. Bilgi ancak ye­ niden bilinerek bilinebilir. Terimin en güçlü anlamıyla bu, bizzat ruhun içinde kaybolmuş bir anıymışçasına bilginin geri bulunmasıdır. Dolayısıyla anımsama, ölümsüzlüğün hakiki anlamı üzerine kurulmuş olan bellektir ve metampsikozu -ruhun, bedenin ölümünden sonra başka bir bedene geçmesini­ varsayar. Platoncu 'çözüm' bu katı haliyle, Plotinos'tan 19

RELLEJ:.

Augustinus'a Platoncuların kendilerinin de gösterdikleri pek çok zorluk çıkarır. Fakat bizim için esas hus'us baş­ ka bir yerde: Platon bize Muselerin annesinin ihtişamının felsefede de korunmuş bulunduğunu öğretir. Belleğin işi logosladır. Bellek, kahramanların bıraktıkları izlerden zi­ yade bilgilerin bizde bıraktığı izlerdir. Platon hiçbir surette belleğin 'öznel', kişisel bir boyutundan bahsetmez. Gelge­ lelim anımsamayla 'ben', rasyonel ruh olarak 'kendime' iade edilirim. Burada söz konusu olan psikolojiden ziyade gerçek olana dönüştür, idealar dünyasını yöneten kuralın yeniden keşfidir. Bilgilerimiz uyumsuz bir toplam değil, işin başıfıa geçersek yeniden oluşturabileceğimiz mantıklı bir bütündür. "Hakikaten de doğanın her yanı birbirine bağlı olduğundan insan bir tek şeyi anımsadığında, -ki insanların 'öğrenmek' dediği tam da budur- bütün öteki şeyleri de bulmasına engel olacak hiçbir şey yoktur. Tabii cesur olup yorulmaktan korkmadan aramak şartıyla. De­ mek ki aramak ve öğrenmek sonuç olarak anımsamaktır" (Platon, Menon, 81d, p.153-154). Şunu da belirtmek elzemdir ki anımsama bazen sanıl­ dığı gibi anlık bir edim değildir. Menon'daki ünlü örnek yanıltıcı olabilir. Sokrates'in yönlendirmesiyle karelerin çoğaltılması problemini çözen genç köle her ne kadar anlık bir gerçeği keşfediyorsa da metin gerçeklerin dayanışması­ nın ne denli önemli olduğunu gösterir: Anımsamaya başvu­ ran insanın bakış açısı ancak bütüncül olabilir. Bu da bizi logosun düzenli yapısının yoluna doğru sürükler. Bu düzen Platon'un son diyaloglarında titizlikle incelediği, akılcılığın temel düzenidir. Rasyonel ve ebedi düzen: Yani artık bel­ lek, gönderimsel bir modelde olduğu gibi 'zaman'la olan bağlantısıyla tanımlanmaz. Tam aksine zamanı aşmasıyla tanımlanır. Demek ki bu teori-efsane metafiziğin kendi­ sinden ayrılamaz haldedir. Anımsamaya 'inanmak' ruhun ölümsüzlüğünü ve dünyanın rasyonel düzenini kabul et­ mektir. Aristoteles'le anımsama oldukça farklı bir anlam 20

kazanır, öyle ki Bellek ve Anımsama Üzerine adlı yazısı Platon'un idealar doktrinine bir yanıt mıdır diye sorulabi­ lir. Stagiralı Aristoteles'e göre bir nesnenin farkına vardı­ ğımızda zihnimizde imgesi oluşur ve oraya kazınır. Anı, bu imgenin zihnimizdeki kalıcı izi, onun kopyasıdır. Bazen anılarımızın tam olduğu, her şeyi ayrıntılarıyla ha­ tırladığımız olur. Epeydir görmediğimiz birinin adını ken­ diliğimizden hatırladığımızda görece edilgen duran belleği­ mize başvururuz. Fakat anılarımızda boşluklar da olabilir: Bazı şeyler zihnimizde yeniden oluşurken bazıları oluşmaya­ bilir. O zaman zihnin, aranan nesnenin ilk imgesine kadar götürecek çağrışımlar kurmak için bir parçadan yola çıka­ rak bütünü oluşturması gerekir. Bunu yapmak için benzer, yakın veya zıt bir imgeden yola çıkarak tüm zinciri tamam­ layabilir. Kişinin adı aklımıza gelmiyorsa, Aristoteles'in 'ha­ reketler' dediği bellekte kalan duyusal izlenimlerin alışıldık sırasını izleyerek bulmayı denememiz gerekir: "Alışkan­ lıktan ötürü hareketler birbirini takip eder; şu hareketten sonra bu hareket gelir biçiminde. Dolayısıyla bir şey anım­ samak istediğimiz her defasında şu yolu izleyeceğizdir: Son­ rasına hareketin gerçekleşeceği bir çıkış noktası yakalamaya çalışacağızdır" (Aristoreles, Bellek ve Anımsama Üzerine, § 2, 451b28-31). Zihnimizin bu etkin çabası Arisrotelesçi ammsamadır. İster anımsama ister bellek söz konusu olsun, Aristo­ teles'in teorisi her zaman duyarlık ve imgeleme gönderme içerir. Yani her tür 'idealist' tasarıma prensip olarak karşı çıkar. Burada epistemolojik bir çatışma belirir. Bellek duyu­ sal nesnelerce mi oluşturulur, yoksa gerçeğin 'dejavu'suna bir erişim midir? Bir üretici imgelem bir de yaratıcı imgelem olduğu gibi, edilgen bir bellekle -bir nesnenin algısının ba­ sitçe saklanması- etkin bir bellek -bastırılmış bir gerçeğin geri bulunması şeklindeki anımsama- mı vardır? Öyle gö­ rünüyor ki akıl yürütmemiz bizi temel bir karşıtlığa götürü­ yor: natüralizme karşı idealizm. 2I

BELLEK

4. Edilgen Bellek: lz Bırakma Metaforunun Eleştirisi Anımsama konusunda Aristoteles ve Platon arasındaki kar­ şıtlığı bir süreliğine kenara bırakalım. Aslında ruhun alım­ layıcı [receptive] boyutunu tanımlarken ikisi hemfikirdir. Nasıl oluyor da algılanan nesne -ister duyulur ister akledilir olsun- belleğe giriyor? Burada ikisi de oldukça yaygın bir imgeye başvuruyorlar: balmumu üzerine izini bırakan mü­ hür imgesine. Aristoteles algılamada "meydana gelen hare­ ketin, bir mühürle damgasını basar gibi duyusal bir parmak izi bastığı" düşüncesinden bahseder. "Bu yüzden bellek ek­ sikliği, birtakım duygulanımlar yüzünden ya da yaşları gere­ ği pek çok hareketle çalkalananlarda görülür. Sanki hareket ve mühür, akan bir suyla karşılaşmıştır" (Aristoteles, Bellek ve Anımsama Üzerine, 450a30-450bl-3). Dolayısıyla, du­ yusal bir izlenimin edilgen olarak alımı, izin etkin biçimde yeniden edinilmesinden önce gelecektir. Platon'un modelinin tutarlılığını sorgulayan Plotinos, balmumuna izini bırakan mühür imgesinin belleği etkililiği içinde, yani etkin oluşu kapsamında düşünmemizi engelle­ yip engellemediğini sorgular: "Mademki duyumlar ne dam­ gadır ne de ruha kazınmış işaretlerdir diyoruz, o halde anı­ ların bilgiyi ve duyumları ruhtaki damgalarının -ki bunlar en başta orada olmayan damgalardır- süreğenliği sayesinde saklamak olduğunu söylemekten de kaçınmalıyız. Zira bu iki husus aynı sava aittir: Ya damga ruha gelip hatırlamamız için orada kalıyordur yahut bu iki husustan ne birini ne öte­ kini kabul ederiz, ki hangisini reddettiğimiz de önemli değil­ dir. Bize gelince biz ikisini de kesinlikle kabul etmediğimize göre, bu iki etkinlikten her birinin ne şekilde işlediğini araş­ tırmamız gerekir. Zira anıyı damga izinin kalıcılığıyla açık­ lamadığımız gibi duyusal olan gelip ruha damgasının izini bırakır da demiyoruz" (Plotinos, Enneadlar 38-41'de [IV, 6], 1, 1-10 Yazı 41, 'Duyum ve Bellek Hakkında', s. 383). Belleğin edilgen alırlığı fikrini inkar etmek öncelikle ma22

GiRiŞ

teryalist bir modeli aşmaktır. Plotinos'a göre bellek esasen güçtür, dunamistir. Alıştırmalar yoluyla belleğin gelişebil­ mesi ya da bazı bellek edimlerinin ruhta 'kayıtlı' bir dizi izin üzerinden geçmeden 'birdenbire' meydana gelmesi bununla açıklanır. Kuşkusuz çoğu zaman mecazi kullanılan bir söy­ lemi Plotinos sözcük anlamıyla almaktadır: Aristoteles ruh­ ta gerçekten de damga izleri olduğunu söylemez... Fakat bu mecazın sınırlarını göstermek suretiyle ruhu kendi dışındaki bir verililiğe fazlaca bağlılıktan kurtarmayı hedefler. Böylece Plotinos, Platon'un anımsama doktrinine gerçek bir tutarlılık kazandırır. Duyusal algılamalar sadece ger­ çeklikten devşirildiği için basit bellek ancak ruhun bedene inmesiyle doğabilir. Tersine, akledilir olanlar zamandan kaçtıklarından anımsanmalarının temaşa hali de ancak za­ manın dışında olabilir. Sadece 'düşüş' gerçekleştiği içindir ki belleğin bir anlamı vardır. Artık gerçekten 'olmadığımız' için hatırlarız. Bu anlamda, Plotinos belleği etkin bir yeti olarak kabul etse de her zaman anımsamanın idrakına göre eksik kaldığını varsayar. Yani bir mecazın belirsizliğini eleş­ tirmekle yetinmez, gerçeği ve ebediyi tanımlayan bir ontolo­ ji kapsamında belleğe uygun bir yer atfetmeyi hedefler. Platon'un anımsama teorisi tam anlamıyla bir bellek doktrini değildir, özlerin ezeliyetine sonradan erişim teori­ sidir. Eğer bu teoriyle insan ebedi gerçeklere ulaşıyorsa, ba­ sit belleğin bana sağladığı bilgi nedir? Plotinos'a göre hiçbir şey! Pratik gereklilikler için sadece basit 'tanımalar' birebir­ dir. Bu bellek tasarımı, çağrışım düzeneğine indirgendiğinde kendini gerçek fikirler felsefesi kapsamında bulur. Öyle ki Spinoza da "Bellek aslında insan bedeninin dışındaki şeyle­ rin doğasını içeren fikirlerin, o bedenin duygulanımlarının sırasını ve zincirleme akışını izleyerek art arda dizilmesin­ den başka bir şey değildir." der. Onun için de bellek hiçbir şekilde şeylerin gerçekliğini ifade etmez. Benim bedenimin diğer bedenlere göre basit ve göreceli bir durumunu ifade eder. Bellek göreci ve çağrışımcıdır, zira 'fikirleri' ne ka23

BEU.U

dar sıralarsa sıralasın bunların 'gerçek' hiçbir yanı yoktur. Bana, belli bir sosyal sınıfa, mesleğe özel ilgileri ifade eder­ ler: "Örneğin bir asker kumda nal izleri gördüğünde hemen at fikrinden süvari fikrine, oradan da savaş fikrine vb. geçer. Aksine, köylü ise at fikrinden saban, tarla vs. fikrine geçer" (Spinoza, Etika, II, 'Önerme 18 Scolie', s. 97). Bellek hiçbir şey öğrenmez demek belki biraz ileri gitmek olur. Bellek kul­ lanışlı bir rehberdir ve dıştan bir gözlemciye duygu türleri hakkında çok şey öğretir. Fakat bizatihi gerçek fikre erişim sağlamadığı da kesindir. Burada belleği başka bir surette nispeten değersizleştiren, ikinci plana atan bir tasarım buluyoruz. Yanılgıya düşme­ yelim: Plotinos etkin yönünü vurgulayarak bellek yetisine değer katmış gibi görünse de bunu, hemen ardından belleği, anımsamadaki akledilir olan şeyleri temaşa edebilecek tek yeti olan zekanın emrine vermek için yapmıştır. Öyleyse alt derecede bir role sıkışıp kalmayan bir bellek tasarlamak mümkün mü?

5. Zamanla Başlıca 1/işki: Kurucu Bellek Bunun için zaman ile bellek arasındaki ilişkiyi düşünme şeklimizi değiştirmemiz gerekecektir. Şimdiye dek sadece, 'nokta atışçı' veya 'atomistik' de denen göndermese! türde bir ilişki olduğunu kabul ettik. Bellek her zaman ikili bir ba­ ğımlılık içindedir: belleğe 'izini' bırakan belirli bir nesneye bağımlılık ile (imgelemin aksine) gönderme yapmak zorun­ da olduğu belirli bir ana bağımlılık. Tasarımdaki esaslı bir değişikliğin, sorunu daha zengin bir bakışla anlamamızda ciddi yardımı olacaktır. Bir diğer şey de zamanın kurucu belleği olacaktır. Buradan anlaşılması gereken şudur ki geleneksel olarak imge diye tarif edilen algılama, algılanan nesnenin zihinde oluşabilmesi için bir miktar zamansallık da içerir. lmge, zaman dışı sabitliğiyle 24

GtRlj

kendi kendine yeterliymiş gibi görünse de aslında algılamak için bize gereken anbean zihinde tutmak ve bu anları belli bir devamlılık içinde korumaktır. Böylece belleğimiz dünyayla kurduğumuz ilişkinin oluşumuna eksiksiz biçimde müdahil olacaktır. Bu tasarım, illaki ebedi özlerin bilgisi fikrinden, 'sonsuzluk' fikrinden vazgeçmeyi gerektirmez. Hakikaten de ruhun süreğenlik içindeki varlığına dikkatli bir bakış yeterli olur. Bu, Augustinus'tan Bergson ya da Husserl'e oldukça farklı düşünürlerin yüzyıllar boyunca nesnenin oluşumunda belleğin ezeli rolü üstüne düşünmelerini açıklar. Bunun için, mikrobellek denebilecek şeye eğilmek gerek: Zamanın anlarının böyle bilinçsizce akılda tutuluşu algıya tutarlılık kazandırır. Augustinus sadece Plotinos'un öğren­ cisi değil, aynı zamanda retorik öğretmeniydi. Bu yüzden seslerin oluşumunda belleğin rolüne ilgi duymuştur (O za­ manlar 'müzik' retorik öğretmeninin eğitimini tamamlayan serbest disiplinler arasında yer alırdı.): "Çünkü eğer bellek yardımımıza yetişmezse zaman aralıklarından oluşan bir sayıyı bizim muhakememiz kesinlikle alamaz. Bir hece ne kadar kısa olursa olsun başlıyor ve bitiyorsa bir yerde başı ve bir yerde de sonu vardır. Yani kendisi de belli bir zaman dilimi içinde yayılmıştır (tenditur); ne kadar küçük olursa olsun başından, ortasına, oradan da sonuna doğru uzanmış­ tır (tendit). En kısa heceyi dahi duymak için belleğin yardı­ mına ihtiyaç duyarız. Artık en baştaki ses duyulmaz olup sondaki duyulurken başlangıçta ortaya çıkan hareket ruhta halen sürmektedir" (Aziz Augustinus, Müzik, VI). ltiraflar'dan çok daha önce, Augustinus ruhun bir 'uzanı­ mı' olduğu, geçmişin şimdiden geçerek geleceğe doğru uzan­ dığı fikrini geliştirir. Husserl'deki gibi her algılama geçmişe yönelimi [retention] ve geleceğe yönelimi [protention] yani demin akıp gitmiş anın bilinçte saklanması ile sırası gelince algılanacak olan gelecek anın öngörülmesini gerektirir. An­ cak şunu söyleyebiliriz ki Husserl'de matematik idealliklerin ele alınışı zaman dışı boyutlarıyla oluşturulmalarını kapsar.

BELUK

Augustinus'taki zaman ilahi sonsuzluğa karşıttır, belleğin zamansal boyutu ona göre insan varoluşunun mükemmel ol­ madığını ortaya koyar. Fakat biz zamanın içinde yaşıyoruz. Tanrıya doğru giden yol zamanın içinden geçerek oluşuyor. Tanrıya övgü -ltiraf/ar'daki metinler baştan sona bunlardan oluşur- zamanın içinde yapılır. Bu anlamda bellek yalnızca bir mükemmeliyet eksikliğinin işareti değil, özel bir güç işa­ retidir. Öyle ki 'ezbere' öğrenmem imkansız olsaydı Tanrı'ya methiyeler düzemezdim. Bir metni ezberden okuduğumda bellek iki seviyede rol oynar: ezberlediğim metnin tamamının yanısıra metnin anlamlı bir biçimde kullanılmak üzere akılda tutulan her bölümü, her sözcüğü, her harfi ile. Bu bakış açı­ sıyla bellek yaşamın oldukça ayrılmaz bir parçasıdır. Ancak yine de bu terim müphem kalıyor. Belleğin hem bedensel ruhun yaşamından -bedenin yaşayan bir formu olarak ruh- hem de -anımsama aracılığıyla- tinsel ruhun yaşamından kaynaklandığını Aristoteles'ten okumamış mıy­ dık? Belleğe kendi gücünü vermek için yaşam konusundaki ve bu vesileyle de zaman konusundaki bakışımızı da değiş­ tirmek gerekir. Bu, Augustinus'unkinden ziyade Bergson'un izlediği yoldur. [Bergson'un] Madde ve Be/Jek eserinin önemi öncelik­ le başlığında yatar. tık defa büyük bir felsefe metni belleği kendine konu olarak seçmiştir. Bu sorun bitmekte olan 19. yüzyılın kafa yorduğu konuların başında gelmektedir. Em­ pirik ve deneysel psikoloji tarafından incelenerek yükselişe geçmiştir. Darwinciliğin yaşam konusunu derinlemesine dü­ şünüp önemli bir boyuta ulaştırması belleğin biyolojik ba­ kımdan da yorumlanmasını sağlamaktadır: kalıtım-bellek. Bergson ise şu iki yaklaşımın sebep olduğu yanlış anlamaları göstermek ister: Şüphesiz bellek yaşamdır, ancak psikolog ile Darwincinin ondan çıkardığı anlam çok farklıdır. Burada yine zaman ve yaşam düşüncesi çerçevesinde te­ mel soru olan etkinlik ve edilgenlik sorusu karşımıza çıkı­ yor. Bergson'a göre empirik psikologların belleği edilgen26

GiRiŞ

dir. Bundan dolayıdır ki Taine'e göre bellek, beyne gelen izlerin zihinde bıraktığı bir etkidir: Hatırlamak zihinsel bir sahneyi az ya da çok detaylı surette yeniden kurmaktır. Yine 'iz', mühür metaforuyla karşılaşıyoruz. Burada da bellek ile imgelem zar zor ayırt edilmektedir. Çünkü belleğin 'tinsel' boyutu tanınıp kabul edilmemektedir. Empirik psikolog her şeyden önce belleği yanılsama ve halüsinasyondan ayırt et­ meye bakar. Zihindeki imgenin, gerçekten mevcut bir nes­ nenin sureti olduğu inancını ortadan kaldırabilecek 'indirge­ yici' mekanizmayı varsayar. Bergson'a has zaman tasarımı bu engele takılmamasını sağlar. Zeka tarafından incelenen, ölçülebilen 'nesnel' za­ manın aslında sadece 'uzay' olduğunu kanıtlayarak -ki saa­ tin yelkovanı düzenli anlara bölünmüş bir kadranı arşınlar­ filozof, artık görüyle kavranan, yaşanan, içsel ve yoğunluğu değişen başka bir zaman yaklaşımı ortaya koymayı başar­ mıştır. Bu keşiften güç alarak Antikçağdan beri pek çok bel­ lek teorisinin altında yatanın ne olduğunu açıklaması artık mümkündür. Ona göre belleğin birbirinden kökten surette farklı iki biçimi vardır: Biri maddidir ve alışkanlığa benzer; beyinde iz veya imgelerin değil hareketlerin kaydedilmesi­ dir. Öteki tamamen ruhsal olup yaşanmışlıkları akılda tutar ama onlara özellikle zamanın içinde bir yer verir. Kesinlik­ le maddi olmadığı için izlerden oluşmuş olamaz, böylece Plotinos'un ortaya koyduğu sorunu da çözmüştür. Bergson bu iki belleğin dayanışmasını göstermeyi de ba­ şarır. Bu dayanışma olmasaydı insanın düşüncesi ile eylemi birbirinden kopardı: "Bu temel ayrımı sonuna dek götür­ düğümüzde gözümüzde teorik olarak bağımsız iki ayrı bel­ lek canlandırabiliriz. Ilki günlük hayatımızın tüm olaylarını meydana geldikleri sürece imge-anılar şeklinde kaydeder. Hiçbir detayı göz ardı etmez. Her olanın, her hareketin ye­ rini ve tarihini üstüne yazar. Ardında kullanışlı veya faydalı olması gibi bir düşünce olmaksızın sırf doğal bir gereksinim diye geçmişi depolar. Onun sayesinde daha önce deneyim-

lenmiş bir algının zekayla yahut daha ziyade zihinle tanın­ ması mümkün hale gelir. Belli bir imgeyi aramak için geçmiş yaşamımızın yokuşu­ nu her çıktığımızda bu belleğe sığınırız. Fakat her algı doğan eylemin içinde sürüp gider. imgeler bir kere algılandığında sabitlenir ve bu bellekte sıralanır, onları sürdüren hareket­ ler organizmada değişiklikler yaparak bedende yeni eyleme geçme eğilimleri yaratır. Böylece çok farklı türde bir dene­ yim oluşur ve bu deneyim, dışarıdan gelen uyaranlara gide­ rek daha çok ve daha çeşitli tepkilerle, sayısı hiç durmadan artan olası sorgulamalar için hazır replikler içeren· bir dizi kurulmuş düzeneği bedene yerleştirir." (Bergson, Madde ve Bellek, s. 123-1242 ) Bellek artık yalnızca zamanın içinde bir nesneyi kuran şey değildir. Bir bakıma belleğin kendisi zamandır. Ancak gördük ki, o genel zaman -Bergson'un uzayın anlara ayrıl­ masından ibaret dediği bilimin zamanı örneğin- değildir; görüyle algılanan zamandır, içsel zamandır. O halde bellek bizi hangi içselliğe eriştirir? Belleğin 'ben'i hangisidir? 'Ben' gibi temel olarak 'ben'in belleği' miyim?

6. Benlik Belleği ve Kimlik Anılarımız olmasa ne olurduk? Salt düşünen bir ruh mu olurduk yoksa basit bir hiçlik mi? Çoğu zaman bellek birey­ selliğin kurucusudur denir. Bundan ne anlamalı? Anılarımı­ zı öyle bir kaybetmişiz ki 'salt' şimdide yaşıyoruz diye hayal etmeye çalışalım. Kesin bize düşen şimdinin doygunluğu de­ ğil, daimi kayıptan doğan kaygı olurdu. 19. yüzyılın sonunda Theodule Ribot, gözlemlerin uzun süredir kabul ettiğini genel bir yasa şeklinde ifade etti: Yaş­ lanma öncelikle yeni anıları ortadan kaldırıp eskileri korur. 1 Türkçesi: Madde ve Bellek, çev. Işık Ergüden, FOL Kitap, Ankara 2021. (Çev.)

Glıt.1ş

Anterograde [ileriye dönük] amnezi, retrograde [geriye dö­ nük] amneziden önce gelir. Geçmişi hatırlayabilmek her za­ man kendine dönmektir. Her çeşit belleğe yavaş yavaş hasar veren alzaymır hastalığı gibi demans durumlarının korkunç­ luğu buradan gelir. Bellek şu an halihazırda olmayan ben ile bağlantıyı kuran şeydir. Sadece geçmişe gitmeyi sağla­ maz, farklılık ve devamlılık bağı kurmayı da sağlar. Yal­ nızca "Şu deneyimi yaşadım." demiyoruz. "Geçmiş ben'den şimdiki ben'e neyin değiştiğini ölçüp biçiyorum." da diyo­ ruz. Hemen ardından da kendimize şu soruyu soruyoruz: "Şu manzaranın, şu filmin, şu kişinin üstünde iz bıraktığı ben kimdi?" Mutlak bilginin bakış açısından ikinci planda tutulan ve zorunsuz sayılan bu empirik belleğin tam tersi­ ne kimlik üzerine derinlemesine düşünmenin temel taşını oluşturabileceğini anlıyoruz. Böylece bu yeti Locke empiriz­ minin Descartes'taki tözsel ruha karşı yürüttüğü polemiğin merkezinde bulunur. insanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme'nin can alıcı bir bölümünde Locke öznenin kendini aynı görmesini sağla­ yanın ne olduğunu sorgular. Dekartçıların dediği gibi tözsel ve her zaman düşünen bir ruha sahip olmak mıdır? Hep aynı olduğumu bilmemi sağlayan, daha ziyade geçmiş edimlerimi şimdiki edimlerimle bağlantılandırarak edindiğim bilinç değil midir: "Zira bilinç her zaman düşünceye eşlik eder, herkesin kendim dediği şey orada bilincin içindedir ve onu diğer tüm düşünen şeylerden ayıran şey de bilinçtir. Ayrıca kişisel özdeş­ lik ya da makul bir insanın her zaman aynı olmasını sağlayan şey de sadece bundan ibarettir. Bu bilinç geçmiş eylemler ve düşüncelere ne kadar uzanabiliyorsa, o kişinin özdeşliği de o kadar uzağa uzanıyor demektir. Benlik şu an, önceden oldu­ ğuyla aynı şeydir. Geçmişteki o eylem de bugün onu zihnine koyanla aynı benlik tarafından yapılmıştır" (Locke, insanın Anlama Yetisi Üzerine Felsefi Bir Deneme, il, 27, § 9-10). Locke savını güçlendirmek için onu absürtlüğün sınırına kadar götürür: Dekartçılara bakılırsa amnezi kişinin özdeş29

BELLEK

!iğini bozmaz. Halbuki empirik bir bakımdan bana geçmişe ilişkin tüm anılarımı kaybettiren bir hastalıktan uyandığım­ da artık aynı kişi olmayacağım kesindir. Kurgusunu daha da ileriye götürür: Sokrates tarafından gerçekleştirilen bütün edimleri bugün ben hatırlıyor olsaydım, bedensel tözlerimiz arasındaki yadsınamaz farka rağmen, mecburen Sokrates'le aynı kişi olurdum. Kişiyi oluşturan bedensel töz değil, anıdır. Bu metin her ne kadar ilginçse de iyi kötü yeniden hatırlanan bir dizi olaya indirgenmiş oldukça basit bir bellek tasarımına dayanması yazık olmuştur. Bellek benim kurucu ögem ise bir anlamda çok daha derin değil midir? Locke bize şahit olduğu Tames nehri taşkınını hatırladığını anlatır. Burada yine kar­ şımıza çıkan, iz ve zamana dair o eski 'nokta atışçı' ve 'ato­ mistik' tasarım değil midir? Descartes'taki tözsel düşünceyi illaki empirik bilinçle yer değiştirmeye uğraşan Locke bu ilk bilincin gözden kaçırdığı şeyi ihmal etmiş olmaz mı? Leibniz'in insanın Anlama Yetisi Üzerine Yeni Dene­ meler'de eleştirdiği budur: Şüphesiz Descartes yanılıyordu, ancak ruhu töz olarak tasarladığı için değil, bizatihi töz tasarı­ mı fazla basit olduğu için. Bilincimizin kendisi bile, her zaman net olarak hatırlanamayacak kadar fazla, sonsuz deneyimlerin ürününden başka bir şey değildir. Ruha doluşmuş sonsuz sa­ yıda küçük algı, özdeşliğin oluşumuna şüphesiz katkı sağlar, ancak özdeşliği birkaç çarpıcı anıyla özetlemek imkansızdır. O, tüm geçmiş ve tüm gelecekten daha büyüktür. Bu eleştiri bir bakıma belleğin boyutunu 'derinleştirir'. Ancak böyle yaparak oldukça eski ve kuşkusuz en ünlü te­ rim olan Augustinus'un 'depo' bellek tasarımını yeniden kul­ lanmış olur ve bu kez depo sınırsızdır. ltiraflar'ın muhteşem bir pasajında Augustinus kendi içinde hangi 'yer'de Tan­ rıyı bulmak gerektiğini ararken o tuhaf ve devasa mekana ulaşır: "Ve düzlüklere varıyorum. Her türden algının taşı­ dığı sayısız imgeden oluşan hazinelerin bulunduğu belleğin büyük saraylarına. Orada duyularımızın edinimlerini ar­ tırarak, azaltarak, herhangi bir biçimde değiştirerek oluş30

GiRiŞ

turduğwnuz tüm düşünceler ile, eğer unutma henüz onları yutmadıysa, gömmediyse depo ya da rezervde bulundurmak için oraya koyabildiklerimiz saklıdır" (Aziz Augustinus, iti­ raflar, X, 8, s. 209-210). Bu görkemli tarif Antik geleneğin ·bellek yerleri' tarifine, yani çoğunlukla çok uzun metinlerin ezberlenmesini kolay­ laştırmak için konuşmacının zihninde görsel ve sözel 'yerler' oluşturmasını içeren tekniğe giriyor. Retorik eğitimi alan Augustinus bu konuyu güçlü bir değişime tabii tutar; Zira teknik ezberleme işine uygun olan içerideki yerler fikri, zih­ nin, zihnin içeriğinin ve güçlerinin araştırılması anıyla ilahi sonsuz arayış anı haline geliyor: "Şu belleğin gücü öyle büyük ki! Öyle müthiş derecede büyük ki! Aman Tanrım! Sonsuz genişlikte bir tapınak. Kim dibine dokunabilmiş ki? Halbuki sadece benim zihnimin gücü bu ve benim fıtratıma dayanıyor: Fakat ne olduğumu bütünüyle anlayamam." Augustinus'a göre bellek devasadır ancak sonsuz değildir, -sadece Tanrı sonsuzdur. Belleğin sonsuz görünmesi, bizi O'ndan ayıran şe­ yin ne olduğunu daha iyi kavramamıza yardım eder. Otobiyografik olmasına rağmen itiraflar 'ben'in özdeş­ liğini, belleğinin içerdikleriyle ve kişisel anılarıyla tanım­ lamakla pek uğraşmaz; daha ziyade belleğin yanılgıları, şaşırmaları ve günahlarıyla tanımlamaya çalışır. insan ilk haline Tanrı'nın lütfuyla yeniden ulaşır. 'Retensiyon' [tutul­ ma, akılda tutma] işi zamanın devamlılığını sağladığı gibi, 'ruhun bu genişlemesi' de hem güç, hem zayıflık emaresi olarak görülür. Regio dissimilitudinis3 [Benzemezlik Diyarı] içinde kaybolan günahkar insan kendi kimliğini kendiliğin­ den kavrayamadığı gibi sonsuzluğu da hemen kavrayamaz. Oysa bellek 'kendi kendine' gerçek bir kimlik oluşturamı' Başta 'Tanrı'nın sureti' olan Adem ve Havva cennetten kovulunca bu sıfatı kaybederler ve insanlar Tanrı'ya artık benzemedikleri bir hale gelirler. Ruhları Tanrı'dan uzaklaşır, onunla olan ahenklerini kaybeder. Suçun, insanın kötülüklerinin, günahlarının ortaya çıktığı bu hale 'benzemezlik diyarı' diye çevrilebilecek regio dissimilitudinis deniyor. (Çev.)

BELL.U

yor, ancak kendi yozlaşmasının bozulmuş bir imgesini insa­ na sunabiliyorsa da, şükretmeyi hatırlamasını da sağlamak­ tadır. Böylece bellek temel bir müphemliğe düşer: insanın gücünün ve sonluluğunun etkin ve edilgen bir emaresi iken aşmayı hedeflediği zamana çaresizce çakılı kalır... O halde rahmet midir, lanet mi? Bu 'lanet'in aksi yönde başka bir emaresi de Borges'in 'Funes ya da Bellek' başlıklı öyküsü­ nün harika surette gösterdiği gibi, belleğin mutlak gücünün var olmayı dahi imkansız kılmasıdır.

7. lstemsiz Belleğin Derinliği Sorgulamamızı biraz daha ileri götürelim. "Ben kimim?" sorusunu bir kenara koyup bellek sayesinde erişmeyi dü­ şündüğüm şu 'ben'in ne menem bir şey olduğunu kendimize soralım. Benliğe dair olup belleği derinlemesine inceleyen metinle­ rin çoğu felsefe alanına tam anlamıyla girmezler. Gördük ki ltiraflar her şeyden önce Tanrı'ya bir yakarıştır. Aynı biçim­ de, Kayıp Zamanın lzinde'deki azıcık çaya batırılan madlen kekinin, kayıp bütün bir geçmişi geri getirmesini anlatan 'ilkel sahne'yi edebiyata borçluyuz. Halbuki bu metnin asıl konusu iki büyük bellek biçimini 'istemli' bellek ve 'istem­ siz' belleği karşılaştırmak değil midir? Proust'un metninin ortaya serdiği şeyin ne olduğuna dikkatle bakalım. Önce şu önemli hususun altını çizelim ki, kitap istemsiz bellekten bir anıyla başlamıyor. Aksine sabit bir sahneyle, anlatıcıyı durmadan çocukluğuna götüren istemli bellekten 'Combray'da gün batımı' sahnesiyle başlıyor. Madlen keki­ nin bir şeyleri açığa çıkaran hatta gizemli olan boyutu, bel­ leğin bilinçsizce içinde tuttuklarını serbest bırakmasından gelir. lki ayrı çocukluk olduğu gibi -annesiz yatmanın üzün­ tüsü ile duyuların, gezintilerin, ilk duyguların zevkleri- bir bakıma biri ölü, öteki canlı iki ayrı bellek de vardır. 32

GiRiŞ

Genelde Proust ile çağdaşı Bergson arasında kurulan ben­ zerlik pek de şaşırtıcı değildir. Hakikaten de romancı Proust, Bergson'daki iki belleğin anlamını tersine çevirmiştir. Filozof alışkanlığa denk düşen, istemsiz ve refleks kısımda yer alan beden belleği ile anıların ve duyguların birikimi olup istekli bir edimi varsayan süre belleğini -yani Bergson'un ikinci bel­ lek adını verdiği- gerçek belleği birbirinden ayırmıştır: "ikinci bellek sayesinde daha önce deneyimlenmiş bir algının zekayla ya da daha ziyade zihnen tanınması mümkün hale gelir. Belli bir imgeyi aramak için geçmiş yaşamımızın yokuşunu her çık­ tığımızda bu belleğe sığınırız." Demek ki zaman, zihnin 'çıka­ bileceği' düzenli bir derinlik olarak hayal ediliyor. Bu derinlik 'mekansal' [spatian değilse de, salt zamandan oluşuyorsa da ciddi bir art arda dizilme fikrini kapsar. Bizim de zamanın bu yokuşunu 'çıkmak' için yeterli kapasiteye sahip olduğumuzu varsaymak gerekir. istemek ve yapabilmek lazımdır. Örneğin zihnin, içeriği belleğe sokacak gücü olduğunu anlamak için belleği bir güç olarak düşünmek yeterli olacaktır. Augusti­ nus bu içe dalış hareketini, zihnin kendinde mevcut olmasının veçhelerinden biri olarak tarif etmiştir. Yalnız bir de 'istemek' gerekir. Halbuki bu istekli olmak gerekmesi bize oldukça doğal görünür. Sonuçta istek -özel­ likle zihnin üç büyük yetisinde (zeka, bellek, istenç) Kutsal Üçlemenin bir imgesini gören Augustinus'tan beri- zihnin başat yetilerinden biri olarak kendini dayatmıyor muydu? Hatırlamak istiyorum, çünkü bir ismi, bir olayı, bir bilgi­ nin içeriğini yeniden bulmaya ihtiyacım var. Belleğin kulla­ nışlı bir yönü var. Bir sınavı geçmek için, yolumu bulmak için, belki de delirmemek için hatırlamaya ihtiyacım var. Bu pratik yönünün apaçık olması bizi neredeyse zihnin kendi üzerine dönen sarmal hareketiyle geri bulunan şeyin değeri­ ni göz ardı etmeye dek götürür. Peki ya paradoksal olarak 'istemli' bellek en 'yüzeysel' olans ise? Proust'un becerisi bu soruyu sorabilmektedir. 'Madlen keki' deneyimi bir şok halidir, zihnin kendi de33

BELLEK

rinliklerine yönelen bilinçli bir hareketi değildir. Proust'taki istemsiz bilinç neden bana 'gerçek' bir ben versin ki? Neden çocukluk gerçeklerin kaynağı olsun? Anlatıcı için önemli olan çocukluğun kendisinden ziyade, bugün halen canlı olarak tut­ tuğu şeydir, yani anlam arayışında olması, işaretleri deşifre etmesidir. Aynı şekilde anımsamanın değeri de bizatihi kendi­ sinde değil, anlatıcının o anlam arayışını, yani yaratılacak eser arayışını bıraktığı ölü bir bugünle ilişkisindedir. Proust'taki bellek psikolojik değil, yaratıcıdır. Yaratımın şartlarını sunar. Dolayısıyla bize sunulan evrensel bir bellek teorisi değil, ede­ biyat, resim ve müzik yaratımlarının kaynakları üzerine bir düşünümdür. Yoksa bu sahnenin gücü nasıl anlaşılır? 'Mad­ len keki' çocukluğa uygulanmış Platoncu bir anımsama gibi işler. Sanki içinde 'fikirlerin' [idees] ama rasyonel fikirlerin değil, sanatsal yaratım fikirlerinin tohumları varmış gibi. Demek ki Proust gerçekten de özleri aramaktadır. Peki, böyle bir arayış onları 'gerçek' geçmişte, psikolojik bellek­ te bulabilir mi? Empirik psikolojik bir yöntemle özcü bir yöntem arasında seçim yapmak zorunda kalmaya mahkum muyuz?

8. Parçalı Bellek ve Kimliğin Yeniden inşası Aslında karşı karşıya kaldığımız alternatifleri farklı biçimde formülleştirmek uygun olacaktır. Karşımıza dikilen, emp­ rizm ve özcülük arasındaki karşıtlıktan da öte, iki ayrı ben­ lik tasarımıdır. Biri son derece birleşik olan 'birim bellek' -Bergson ve Proust'taki gerçek benlik- diğeriyse içeriklerin 'derlemesi' olan 'ögeler belleği'dir. Her şey psikolojiden ne anladığımıza bağlıdır. Bu bakış açısıyla bakılınca Freud psikolog mudur? Eserinde sürekli bir bellek sorusu dönse de kurtulmaya çalıştığımız çerçeveye onu tam olarak yerleştirmek oldukça zordur. Her ne kadar Freud belleğin yaşam boyu gerçekleştirilen tüm deneyimleri 34

GiRiŞ

depolama kapasitesi hakkında felsefi görünümlü hipotezler oluşturmuşsa da; her ne kadar psikolojik çözümlemenin so­ nucunu hastanın tüm geçmişinin hakiki bir yeniden inşası -bir nevi 'bütün' bellek- olarak kabul ediyorsa da en derin katkısı bu değildir. Freud bizi belleği başka türlü düşün­ meye zorluyorsa bu bilinçaltı yüzünden, 'bastırılmış' olan­ lar yüzünden değildir. Gelgelelim psikanalizle nörobiyoloji arasındaki olası geçiş noktaları o alanda bulunuyor gibi gö­ rünüyor olabilir. Hakikaten de beyin biyolojisi bilinçaltını yalnızca en mekanik şekliyle anlayabilir: Onu ancak bilinç ve motrisiteye uzanan devrelere girmek için duygusal yükü fazla gelen rnnezik 4 izler olarak anlar. Bu derin !imbik beyin ile 'çalışma' belleği arasındaki bir farktır. Freud aslında çok başka bir şeyle ilgilenmiştir: belleğin ıskaladığı şeylerle, çoğu kez unutmaya veya hafıza zayıflığı­ na indirgenen şeylerle. Yeniden oluşturma, yeniden birleş­ tirme, deformasyonlar olunca, yani bir nevi 'sahte anılar', 'perde anılar' olduğunda hatırladığımı sanırım fakat aslında söz konusu olan başka bir şeyi maskelemek için sonradan oluşturulmuş bir dış cephedir. Bellek 'dürtüsel' olduğu için böyle çalışır. Pek tabii ki belleğin duygu ve duygulamlarla [affect] yüklü olduğunu ilk gösteren Freud değildir. Buna karşın daha da umulmadık olan psişizmin yeni sahneler kurmaktaki dinamik kapasitesidir. Bir yandan artık amnezi zihinsel bir zayıflıkla değil, aksine bazı imgeleri bilinçaltında tutan güçlerle açıklanır. Öte yandan bilinçaltının bilinçteki ifadesi şifreli bir dille kendini gösterir. Ehemmiyetsiz bir şey dahi derin bir şeyi saklar: En basitinden bir ressamın adını unutmak (bir adın dilimizin ucunda olması halinden daha sık olan ne var ki!) cinsel düşüncelerle ölüme ilişkin düşün­ celer arasındaki bilinçaltı bağlantıları açığa çıkarabilir. Bütün bellek mi, parçalı bellek mi? Bu husus önemlidir, ' Fransızca mnesique: Belleğe ilişkin, belleksel anlamına gelir. Tekrarları engel­ lemek ve teknik terim olarak kullanıldığının net olması için Türkçede 'mnezik' olarak bırakıldı. (Çev.)

35

BELllı.

çünkü tartışılan şey 'benliğin' doğasıdır. Psikanaliz kişinin belleğini bir bütün olarak geri getirebildiğini, özneye kendi­ sini ifşa ettiğini iddia edebilir mi? Yaptığı daha ziyade, daha mütevazı bir hedef koyarak hatırlanan bazı parçaları deşifre edip bazı arzuları anlamak, hep bazı sahneleri kısmen ye­ niden kurmak değil midir? Belleği gözümüzde sonsuz bir saklama kapasitesi diye canlandırmanın hoşumuza gitmesi, onun ta temelinden 'kat kat' olan doğasını kabul edeme­ memizden değil midir? La Rochefoucauld'nun değindiği, belleğimizdeki boşluklar karşısındaki memnuniyetsizliğimiz bütün bellek arzumuzdan doğmaz mı? Bu arzunun var ol­ maya hakkı var mı? Bunun yerine bellekten vazgeçmeyi ya da belleği aşmayı öğrenmemiz gerekmez mi?

9. Bellekten Vazgeçilebilir mi? İdealist görüş açısı belleğe ancak ikincil bir derece verir: ln­ san anımsama yoluyla zamandan sıyrılıp sonsuzca akledilir olanların seyrine ulaştığında, insanın düşüşünün işareti olan bellek kaybolmak durumundadır. Empirist görüş ise aksine, belleğin tanımadaki önemli rolünün altını çizer, fakat derin bir kimlik ·tasarımı olmadığından bellek ancak yüzeysel bir kendini tanıma sunar. 'Gerçek' benliğin kurucusu 'derin' bellek tasarımını yaratan zanaatkarlara gelince -Augusti­ nus, Bergson ve Proust- onlar özlerin evrenselliğini isteyen yeni bir idealizm yaratmamışlar mıdır? 'Gerçek' benlik fikri dahi bir tür bellek efsanesi değil midir? Freud da bu sorudan kaçamaz, çünkü görünen o ki Freud bellekteki çarpıtmala­ rın yorumlanması işinin -metafizik bir bütün değilse de- bir nevi bütünün toparlanmasını sağlayacağını düşünüyordu. Bu epistemolojik soruların ötesinde, belleğin kendine dair belli bir kültü, bir çeşit narsizmi besleyip beslemediği sorusu sorulabilir. Belki bizim belleğimizde pek de Ody-

Gtaış

sseia'daki gibi geleceğe dönük bir kendine dönüş5 hasreti yoktur; geçmişe doğru hareketin modern anlamıyla bir nos­ taljidir. Bize sorulan bir ahlak sorusudur. Kendini bulmak için belleğe başvurmak iyi midir? Kimliğin tanımının gerek­ tirdiği hatırlama eşiğini aşınca kendimizi geçmişe kapatma riskine maruz kalmaz mıyız? Bize göre 'benlik belleği'nin büyük düşünceleriyle bu risk engellenmiş olur. Zira bu büyük düşüncelerin inkar etmedi­ ği başkalık, aksine daha da doğrulanmış olur: Augustinus için Tanrının başkalığı, Proust için yaratılacak eserin başka­ lığı, Bergson için bizzat yaşamın devinimi doğrulanır. Geri­ ye kalan tek şey, bellekten kendimizi çekip almayı bilmektir. Ahlaki ve tinsel olarak Kierkegaard'ın 'yineleme' [tekerrür] 6 dediği şey budur: Her türlü geçmiş kültüne, metafizik anım­ samaya hatta 'aşk' nostaljisine karşı -çünkü her aşk kaybol­ muş bir aşkın hatırasıdır- zamanı 'yinelemek' yani yenide sonsuzun bizde mevcut olduğunu görmektir: Söz vermenin sonsuz yinelenmesi olan evlilik, ideale nostaljik bir dalış olan aşka düşmenin karşısında durur. Hatırlamak söz ver­ menin karar niteliğini gözden kaçırmaktır. Nietzsche oldukça farklı bir bakış açısından bengi dönü­ şün mistik veya metafizik bir düşünce olmadığını, güç isten­ cinin yüce bir edimi olduğunu gösterir. Hayatının her anının tıpatıp yinelenmesini istemek; belleğin geçmişte kendi içine kapanıp kalmasına en büyük itiraz işte budur. Ona göre, bu aslında ahlaki yabancılaşmanın biçimlerinden biridir, çün­ kü 'borcu' destekleme işlevi vardır -Schuld Almancada borç ve hata anlamlarına gelir.- Bu 'borç' suçluluğun ağırlığı an­ lamına gelir ve 'suçluluk hissi' de buradan beslenir. Genç Nietzsche belleğin tarih bilincindeki rolüyle de ilgilenmiştir: 5 6

Metnin orijinalindeki 'retour en soi' hem Odesa efsanesindeki gibi 'evine, yurduna dönme' hem de 'kendine dönme' anlamlarına geliyor. (Çev.) Kierkegaard'ın kitabının Türkçe çevirisinin adı 'Tekerrür'dür. Türkçesi: Soren Kierkegaard, Tekerrür, çev. Zeynep Talay Turner, Pinhan Yayıncılık, İstanbul 2014. (Çev.)

37

BELLEK

Seçenek ve seçim bırakmayan fazlaca tarih, fazlaca bellek, fazlaca geçmiş kültü vardır. Bellek ve tarih üzerine bu derinlemesine düşünüm, özel­ likle de lkinci Dünya Savaşı'ndan sonra 'hatırlama yüküm­ lülüğü' ortaya çıkınca, 20. yüzyılın ana temalarından biri olacaktır. Böyle bir fikre ahlaki açıdan nasıl karşı çıkılır ki? Bir yandan da bu ödevin ne anlama geldiği konusunda an­ laşmak gerekir. Zira Yunan site devletlerinin çatışmalarını unutmanın kabul edilebilir ve gerekli olmasıyla felaketlerle suçların anma törenleriyle hatırlanmasını buyuran modern zaman arasında orta yolu nasıl bulmalı? Çatışmalar arasın­ da bir hiyerarşi olduğunu söylemek, geçmişteki şiddet olay­ larının çağımızda işlenen suçlardan daha önemsiz olduğuna hükmetmek, site devletinin birliğinin korunması için affın gerekli olduğunu öne sürmek bizi tarihle ilişkimizin sonuç­ larını incelemekten muaf tutmaz. Bu ilişki de ancak bellek aracılığıyla kurulacaktır. Bu 'fazla dolu belleğin' belirgin bir biçimde karşıtı olan şey, rasyonel bir tanıma edimiyle olguların bilimsel çözüm­ lenmesidir. Şu 'hatırlama yükümlülüğü' denen şey illaki bizim yaşamış olmadığımız olaylar hakkında bir söylevi tekrar et­ mek dışında ne anlama geliyor? Peki, bu söylevi kim oluştu­ ruyor? Hele tarihsel geçmiş söz konusu olduğunda 'saf' bellek diye bir şey yoktur. Tarihsel bellek kaynakların işlenmesiyle, olguların gözler önüne serilmesi, tartışmalar ve yorumlama­ larla gerçekleşen bir yeniden inşa etmeyi gerektirir. Özlerin bilgisini ve gözlemlenmesini hedeflemeyen tarihı bilgi, Ricoeur'ün harika bir biçimde gösterdiği üzere, belleği dışlamaz: Bilgi, 'tanımanın küçük mucize'sini değil de yaz­ ma işini gerektirdiğinden ondan vazgeçebilirse de, kuşkusuz, anlamının aydınlanması için bellek onun için zorunludur: "Çünkü [...] bellek geçmişin geçmişliğini; yani geçmişin ge­ çip gitmiş, bitmiş, aşılmış oluşunu gösteren 'artık olmama' ile aslı dolayısıyla da indirgenemez olduğunu gösteren 'ön­ ceden olmuş olma' arasındaki ilişkiyi kuran yegane diyalek-

GiRiŞ

tiğin muhafızı olarak kalır. Bir şeyin gerçekten meydana gel­ mesi yüklem öncesi -hatta anlatı öncesi- inançtır. Geçmişin imgelerinin tanınması ile sözlü tanıklık bunun üzerine kuru­ lur. Bu bakımdan Yahudi Soykırımı ve 20. yüzyılın büyük suçları gibi temsiliyetin sınırında duran olaylar, yüreklerde ve bedenlerde travmatik izlerini bırakan tüm olaylar adına dikilirler. Meydana gelmiş olmalarını protesto ederler ve bu vesileyle de söylenmek, anlatılmak, anlaşılmak isterler." (Ricoeur Hafıza, Tarih, Unutuş7 ) Tarih için geçerli olanı olduğu gibi insana yapıştırmak­ tan sakınalım. Bellek ile bilginin, Mnemosyne ile Logos'un düğünlerini yapmak değil söz konusu olan. Ancak bu pa­ rantez, yaşanmışlığın sadece olumsal bir yetisi olmaktan çok daha fazlası olan belleğin, her tür bilgi için temel öge oldu­ ğunu görmemizi sağladı. Anımsama başından beri kendini efsane gibi sununca pek tabii her şeyi 'tanımanın mucizesin­ den' beklememek uygun olacaktır. Demek ki belleği 'çalış­ maya' itmemiz gerekiyor. Fakat acaba bu ne ifade ediyor?

1 O. Canlı Bir Yeniden Yaratma Süreci 'Belleği çalıştırmak' denince çok planlı ve bilinçli bir çalışma anlaşılabilir. Ancak öylesi yazma ya da arşiv işi olurdu. Bu bellek, diyaloğun canlı sözlerini hareketsiz bırakıp yazılı ka­ nıtın 'sağlam' dayanağıyla bize aşırı bir güven verdiğinden Sokrates Phaidros'ta bu belleği 'ölü' diye niteler: "Sonuç­ ta, öldüğünde arkasında bir sanatın kurallarını yazılı ola­ rak bırakan da, bu kuralları alıp yazıdan kesin ve sarsılmaz bir bilgi çıkacağını sanan da saflık etmiş olur. Aynen, yazılı söylevlerin, içinde yazanları zaten bilen kişi için bir hatırla­ ma aracından daha fazlası olduğunu sananlar gibi, belli ki 7

Türkçesi: Paul Ricoeur, Hafıza, Tarih, Unutuş, çev. M. Emin Özcan, Metis Yayınları, lstanbul 2011. (Çev.) 39

BELLE.J:..

Ammon'un ke.hanetinden habersizdir." (Platon, Phaidros, 249b-250a, 274c-276d8 ) Oysa bir başka gelenekse, yazıda son derece canlı bir bellek görür. Zira mektup basit bir yazı parçası olmanın ötesinde, bir düşünceye sunulan başka bir düşünceyi sakla­ yarak bir diyalog kurulmasının şartlarını oluşturur. Monta­ igne yazının canlı ya da ölü olma niteliğinin aslında bizim onunla yürüttüğümüz ilişkiye bağlı olduğunu gösterir: Sa­ dece safi bir alimlik gösterisine malzeme olduğunda ölüdür, bir 'mide' ruh tarafından yutulup hazmedildiğinde canlıdır. Augustinus'mı ltiraflar'ında bulunan bir imgeyi yeniden kullanmıştır. Belleğin kültürle ilişkisi kesinlikle arşiv terim­ leriyle düşünülemez. Daha niceleri gibi Nietzsche de 'antika­ cı' tarihi dışlamakta haklıdır. Ancak o sorgulamasını daha da ileri götürür. Taptı­ ğı Montaigne gibi, belleğin yaşamsal boyutunu ve alttan alta çalışması hususunu derinlemesine düşünür. Belki de Nietzsche'nin yüzyılı belleğin yüzyılıdır. Beşeri Bilimler, psi­ koloji, psikiyatri ve nöroloji gelişmekte ve beynin işleyişine eğilmektedir. Fakat insan beyni bellek üzerine düşünmede tek çıkış noktası değildir: Belleği, insan türünün yaşamının başından itibaren değerlendiriyoruz ve kalıtım düşüncesi bu sorgulamaların başat paradigmalarından biri haline geliyor. Beyin hem kalıtımın bir ürünü, hem kendisi de izler birik­ tiren bir öge olarak düşünüldüğü zaman bu iki görüş açısı ortak bir noktada buluşacaktır. Bu da demektir ki bellek bedenin içinde durmaksızın iş başındadır. Nedir bu kalıtımla işaretlenmiş bedensel bellek? Bazı­ ları onda sadece biyolojik bedeni görür. Darwin'in Alman öğrencisi biyolojist Ernst Haeckel bunlardan olup "Bireyin evrimi türün evrimini özetler", yani embriyonun oluşumu

' Türkçesi: Platon, Phaidros, çev. Furkan Akderin, Say Yayınları, İstanbul 2017. (Çev.)

Glalş

türün evrimsel tarihini özetler demiştir. Demek ki bellek yal­ nız embriyolojiktir. Nietzsche'nin ilgilendiği 'beden' bu değildir. Hakikaten de ondaki yaşam düşüncesi hem kalıtımcı hem de Darwin karşıtıdır. Yaşam, güç istencidir. Güç ise adaptasyon değil, yok olma riskine rağmen büyümedir. Demek ki yaşam en becerikli olanların, yani en iyi adapte olanların yaşamda kalma istatistikleri değildir. Doğru sözcüğü kullanmak ge­ rekirse, daha önce de altını çizdiğimiz gibi bellek seçicidir: "Bellekle ilgili düşüncelerimizi gözden geçirmek gerekir. Bellek tüm canlı yaşam deneyimlerinde, kendi kendilerine düzene giren, karşılıklı eylemlerle oluşan, birbirleriyle mü­ cadele eden, olguları basitleştiren, özetleyen ve pek çok biri­ me dönüştüren canlı deneyimler yığınında bulunur. Burada mutlaka pek çok mü'nferit vakadan bir kavram çıkardığı­ mızda olana benzeyen içsel bir süreç vardır. Bıkıp usanma­ dan ikincil özellikler göz ardı edilerek temel olgular çekip çıkarılır, altları çizilir" (Nietzsche, Güç istenci, c. I, s. 2632649 ). Bireysel düzeyde bellek gereksiz olanları eleyerek esas olanları saklar. Türler düzeyinde ise bellek kültürün oldu­ ğu kadar doğanın da kalıtsal birikimidir. Aslında Nietzsche kültürün bedenin tinselleşmesinden başka bir şey olmadığını düşünür. Yozlaşma, belleğin hem aşırı hem eksik oluşudur. Bu öyle bir bellektir ki tiksinti seviyesine gelene dek döndü­ rüp durduğu tarihi olaylarla bize ağırlık yüklerken yaşanan geçmişin mirasını, mesela Montaigne'in mirasını derlemek­ ten acizdir. Yani yaşayan bellek arşivci bir bellek değildir. Söz ko­ nusu olan kütüphanede saklanan kağıt üzerindeki arşivler de, beden tarafından saklanan biyolojik arşivler de olsa bu aynıdır. Duyuların belleğidir ve yorumlamaya açıktır. Bu bakımdan Nietzsche aynı anda hem yenilikçi, hem klasiktir. ' Türkçesi: Fredrich Nietzsche, Güç istenci: Bütün Degerleri Degiştiriş Dene· mesi, çev. Sedat Umran, Birey, İstanbul 2002. (Çev.) 41

BELLEK

Çünkü belleğe yeniden anlam verme görevini istence -güç istenci olarak düşünülmüş olsa da- verir. Bugünün bilimi Freudcu olmadığı gibi Nietzscheci de de­ ğildir. Bugünün biliminde etkin bellek sadece beynin bir ay­ rıcalığı haline gelmiştir. Her ne kadar olağanüstü karmaşık da olsa beyin gerçekten bellek 'organı' mıdır? O halde bizim bahsettiğimiz hangi bellektir? Nörobiyoloji, ögeleri derlediği düşünülen 'empirik' bellek ile beyin arasında uzun zamandır kurulmuş olan ittifaka nü­ anslar getirmeye katkıda bulunmuştur. Dolayısıyla bize göre belleğe atfedilmiş felsefi metinler derlemesinde nörolojiye de pekala yer vardır. Aristoteles, Locke, 18. yüzyıl Fransız duyu­ salcılığı ve yeni doğmakta olan nörolojiden bu yana beynin, duyumların izlerini tutarak onları değişik biçimlerde birleşti­ rebildiği kabul edilir. Öncelikle beyin bir bellek organı oldu­ ğu için, düşünce organıdır da. Oysa birkaç yüzyıldır esasen dinamik bir beyin ve bellek tasarımı kendini göstermektedir. Bunun da birden çok nedeni vardır: Bir yandan farklı bellek türlerini (kısa süreli bellek, çalışma belleği, uzun süreli bellek vs.) ayırt etmek gerekmektedir. Öte yandan, Plotinos tara­ fından eleştirildiğini hatırladığımız 'izler' kavramının kendisi bile, daha ziyade düzendeki değişiklikler olarak anlaşılan mo­ leküler değişiklikleri yansıtamamaktadır. Bu noktadan itibaren merkeze yerleşen husus, belleğin durmaksızın 'çalışma' boyutudur. Belleğimizden şikayet ediyorsak belki de içimizde, bizden habersiz işleyen bu gö­ mülü ve daimi çalışmanın pek bilincinde olmamamızdan­ dır. Beynimiz edilgen bir kayıt organı değildir. Durmaksızın yeni durumlara göre eski devreleri elden geçirir ve eskiye göre yeniyi yorumlar. Bellek tek bir alanla -prefrontal ya da yan korteks, hipokampus vs.- sınırlı olmadığı gibi deği­ şik bellek 'harita'larını birbirine bağlayan nöron devreleri de vardır. Beyin canlı bir bilgi dolaşım ağıdır. Edilgen kayıt organı olmak haricinde her şeydir. En basit geçmişi hatırla­ ma edimi dahi kayıp imgelerin geri bulunması değildir. Ha42

GIR!�

tırlamak her zaman biraz 'yaratmaktır': "Hatırlayan insan, geçmişin birebir aslı olmayan bir yeniden inşa etme sürecine girişmiştir. Sonuç olarak, hatırlama deneyimi doğru ve karşı çıkılamaz olarak kabul edilebilir ancak aslında söz konusu olan geçmişin birebir yeni kopyası değil, aşağı yukarı bir örneğidir." (Squire ve Kandel, La Memoire, De l'esprit aux molecules, s. 137) Bellemedeki olağanüstü dinamik sürecin kaynağı üzerine düşünmemiz artık mümkündür. Tamamen farklı bir bağlam için söylenmiş olsa da, Freud'un dediği gibi: "Hiçbir şeyi unutmuyoruz, fakat hiçbir zaman 'yaşa­ nanın' kendisini hatırlamıyoruz." Belleğin yaşamla temel ilişkisi işte budur: Canlı olmak Bergson'un düşündüğü gibi yaşamın bizatihi akışını sezmek değildir; geçmişe sadık kalmayan bir sadakat içinde bulun­ maktır.

11. Bellek ve Unutma, Yaşamın Halleri Bellek 'yaşam' ise unutuş ölüm müdür? Medeni tapınma olan anma törenleri belleğin kendisine adanan tapınmanın görünür biçimi değil midir? Anma törenlerindeki artış, te­ razinin öteki kefesinde tarihi tanıma işini gerektirir. Fakat dediğimiz gibi tanımanın kendisi de daha yüksek bir bellek formunu hedefler. İstemli de olsa istemsiz de, anımsama da olsa basit bir anı da, epistemolojik ve ahlaki açıdan düşü­ nüldüğünde bellek psişizmin malzemesidir. Bellek 'yaşam' ise unutuş 'ölüm' müdür? 1llaki kendimizle ve dünyayla bağ­ lantıyı kaybetmek demek midir? Patolojik ya da ahlaki bir eksiklik midir? Böyle düşünmekte haksız değiliz. Odysseia bize Odis­ seus'un arkadaşlarını, unutuşun, yani lotos meyvesinin teh­ likeli, yumuşak tadının etkisinden nasıl çekip aldığını anlatır. "Bizimkiler, bal gibi tatlı bu meyveyi tadınca artık dönüp bizi haberdar etmek istemiyorlardı. Tek hayal ettikleri o halkın 43

BELi.El.

arasında kalmaktı. Lotos'a boğulmuş haldeydiler, geri dönme­ yi unutuyorlardı" (Homeros, Odysseia, IX, 93-96. dizeler 10). Odisseus'un belleği kendi içine psikolojik bir dalış değildir; tamamlanacak işin, kendini bulmasını sağlayacak dönüşün durmadan hatırlanmasıdır. Unutkanlık engelleri bir yanılsa­ ma yaratarak ortadan kaldırdığından zayıflıktır. Ödip'in tek istediğinin ise bahtsızlıklarını unutmak olması tabii ki anlaşı­ lırdır. Ancak o, ölmek yerine kör olup kahramanca bir seçim yaparak kötünün anısında yaşamayı seçmiştir. Hristiyanlığın tamamı da Isa'nın Son Akşam Yemeği'nin anılması üzerine kurulmuştur. "Bunu benim anıma yapacaksınız." Unutmak bu bakımdan günahların en tehlikelisidir. 'Sırf' bellek olsaydık halimiz nice olurdu? "Bin yaşında olsaydım bu kadar çok anım olmazdı." cümlesi Baudelai­ re usulü efkarın retorikle ifade edilişidir. Bilincin gizeminin üzerine eğilen Freud şu bariz minimalist tanıma ulaşmıştır: "Bilinç, bellekteki izin yerini alır." Demek ki belleğin bitti­ ği yerde bilinç meydana gelir. Freud bu hususta, "Her bi­ linç anların eşzamanlı ve daimi bir belleğini, yani tutulmayı [akılda tutulması, retensiyon] kapsar." diyen Augustinus, Bergson ve Husserl'e ters düşer görünmektedir. Aslında ha­ tırlatmak gerekir ki bu tür bellek paradoksal olarak 'derin' belleğin bilincini serbest bırakmak, yani şimdiye dikkat et­ mesini sağlamak için yapılmıştır. Bu yine de 'saf' bir şimdi değildir, yoksa sonsuzlukla karışırdı. Ancak Freud'un tanımı daha ileriye gider. Bir çeşit yadsımayı işaret eder: Sanki varlığın derini esasen mnezik [belleksel] kalıyormuşçasına 'yerini alır' der. Unutabilmek, unutmayı bilmek; zayıflık mıdır yoksa tersine belleğin ağır­ lığından kurtulmaya yarayan bir güç müdür? Düşüncenin sonsuzluğuna erişmek için insanı, yaşamın ve kültürün geç-

10

44

Türkçesi: Homeros, Odysseia, çev. Azra Erhat & A. Kadir, iş Bankası Kültür Yayınları, lstanbul 2013. (Çev.)

GIR!j

mişi de dahil, her türlü geçmişten o elzem kopuşu gerçekleş­ tirmeye iten anımsama mitinin kendisi değil miydi? Bu metafizik bakış açısını bırakıp unutmak bellek için olduğu kadar yaşam için de gerekli değil midir, sorusunu kendimize soralım. Nörobiyoloji bize beyindeki belleğin, bilgi sistemlerinin birikimli belleğiyle kıyaslanamaz olduğu­ nu öğrettiğine göre, nöron devrelerinin her yeniden düzenle­ nişinde beynin unutmaktan başka seçeneği yoktur. Unutma ölümle bağdaştırıldığı için dehşet verir, oysa eylemin de şar­ tıdır. O yüzden bellekle unutma arasındaki karşıtlığı aşmak gerekir. Daha önce de gördüğümüz üzere bellek sadece hazır verili bir şey değildir, bir yapıdır. Bu sıfatla da, bazıları tehlikeli ola­ bilecek karşıt güçlerin hizmetindedir. Öyle ki Nietzsche de Ah­ lakın Soykütüğü'nde insanın söz verebilmesini sağlamak üzere belli bir etkin belleğin meydana geldiğini gösterir. Oysa söz ver­ me edimi müphemdir. Zira kültürün temellerinden biriyse de, aynı zamanda suçluluk hissinin yol açtığı yıkımların temelinde de o vardır. Bu koşullarda unutma yalnızca basit bir psişik olgu olarak incelenmemelidir. Geçmişin, suçluluğun ve garezin faz­ laca ağır yükünden kurtaran ahlaki bir güçtür: "Zaman zaman bilincin kapılarını pencerelerini kapatmak, hizmetirnizdeki or­ ganların yeraltı dünyasındaki karşılıklı oyurılarında çıkardığı gürültü ve çatışmadan kendimizi kurtarmak, biraz sessizlik sağlamak, yeni olana özellikle de en soylu işlevlere ve görevli­ lere, yönetime, öngörüye, sezgiye (zira organizmamız oligarşik olarak örgütlenmiştir) yer açacak şekilde bilince tabula rasa hazırlamak... lşte bunlar etkin unutma dediğim şeyin; başka bir deyişle girişte nöbet tutup psişik düzeni, huzuru ve adab-ı muaşereti koruyan unutuşun faydalarıdır. Bu, bizim unutma olmadan mutluluğun, keyfin, umudun, gururun ve şimdinin de olmayacağını fark etmemizi sağlar. " 11 11

Türkçesi: Friedrich Nierzsche, Ahlakın Soykütügü, çev. Zeynep Alangoya, Kabalcı Yayınevi, lsranbul 2011. (Çev.)

45

BELLEK

Anlarız ki bu surette elde edilen şimdi, temaşa edilen ide­ anın ya da Tanrıda huzur bulmanın salt metafizik şimdisi değildir artık. Bilinç tarafından geçmişle gelecek arasında 'merkez' gibi hiç durmadan genişletilerek oluşturulan psiko­ lojik şimdi de değildir. Epikürcülüğün ruhun zevkleri üzerine yoğunlaşma biçimindeki ahlaki şimdisi de değildir. Son ola­ rak, kendinde mevcut olmanın doygunluğunu, yani mükem­ mel bir 'kendini tanıma'yı varsayan salt şeffaflık da değildir. Bu temelden etkin ve Nietzsche'ye göre 'masum' bir şimdi­ dir. Böyle Buyurdu Zerdüşt'te -tüm belleği taşıyan hayvan figürü olan- deveye de -geçmişin 'devrimci' yıkımının figü­ rü olan- aslana da karşı çıkan çocuğun masumiyetidir. Bu metafor incelikli bir yorumlama ister. Nietzsche kesinlikle, kültürsüzlükten sapkınca zevk almadan ibaret bir unutma kudurgunluğuna, geçmişin hor görülmesine taraftar olmaz. Bir kere daha Montaigne'i düşünelim. 'Şimdi' ( "Dans ederken dans ederim, uyurken uyurum... ") her şeyi koyup salıvermek değildir. Benlikle, tüm yazıların hazmedilmesi ve hayatta deneyimlenmesi işini içeren bir ilişkiyi içerir. 'Etkin' unutuşun mümkün olmasının koşulu şudur: Öylesine içsel bir belleme olmalıdır ki ondan kurtulmak mümkün olma­ lıdır. Bu sayede hakiki unutuş belleğe adanmış hakiki bir tapınmadır...

BiRiNCİ BöLÜM BELLEK, YAŞAM, ZiHİN

I PLATON ANIMSAMA GERÇEK ARAYIŞINA ANLAM KATAR

'Anımsama doktrininden' ne anlıyoruz? Bilince ilişkin temel sorunlardan birini çözmek için Platon'un geliştirdiği efsane­ vi söylemden bahsediyoruz: "Nasıl öğreniriz?" Bu söylem, Sokrates'in 'eristik' diye nitelediği bir savdan ayrı olarak Menon'da değinilen erdemin doğasına ilişkin bir araştırmaya girişmenin zorluğunu göstermektedir: "Sokrates, ne olduğunu kesinlikle bilmediğin o gerçekliği nasıl arayacaksın? Aslında bilmediğin şeylerden hangisini araştırmanın konusu olarak se­ çeceksin? En iyi ihtimalle o konuya denk gelsen bile onun o bil­ mediğin şey olduğunu nasıl bileceksin?" (Menon, 80d) Bu ünlü paradoksa göre bilgi ya her şeyden ya hiçbir şeyden doğar. Anımsama, zorunlu olan aracılığı başlatır. Ancak bu aracı­ lık her şeyden önce mitlerden doğar ve paradoksal olma özel­ liği de buradan gelir. Bazı şairlerin söylediğine bakılırsa ruh ölümsüzdür ve yeniden ete kemiğe bürünür. O halde bilmek önceki yaşamda bilineni hatırlamaktır. Platon bu efsanenin birçok versiyonunu sunar. Menon'da, bir kölenin Sokrates'in rehberliğinde zorlu bir geometri problemini çözmeyi başar­ ması gösterilerek buna hızlı bir örnek verilir, ki bu örnek kö­ lenin unutulan bilgileri geri hatırladığını gösterir. Fakat daha ileri tarihli diyaloglar olan Phaidon ve Phaidron'da anımsama daha belirgin biçimde düşünce doktrinine bağlanmaktadır. Metnin özellikle başı çok çarpı-

47

BELLE&:

cıdır. Platon iki cümlede rasyonel olanı efsanevi olana yani akledilir formun kavranmasını o formun geçmiş görünümü­ ne bağlar. Rasyonel düzlemde diyalektik çoklu olanı bir akıl yürütmede birleştirmeyi sağlar: "Evet işte Phaidros, kendi adıma benim aşık olduğum şey bu: düşünmemi ve konuş­ mamı sağlayan ayrışma ve birleşmeler" (Phaidros, 266b). Diyaloğun sahneye koyduğu işte bu 'aşk'tır. tik alıntıda de­ ğinilen 'delilik', felsefedeki 'eros'un deliliğidir. Anımsama, bilme arzusundan ayrılamaz. Bilme arzusu, eristik sav kar­ şısında gerçeği takip etmeyi ve kendinizi rasyonel bilmenin yoğun zevkine bırakmanızı salık verir. Demek ki anımsama Platon'un logosa zıt olmayan, ancak diyaloğa gerçeği ortak­ laşa aramak gibi anlam veren mitleri arasındadır. Phaidros'un ilginç yönü diyaloğun tersini de gösterme­ sindedir: Yani düşüncenin somut bir dökümü olan, sak­ layan-belleğin zaferi olarak görülen yazıyı da sunmasıdır. Yine başka bir ünlü mit olan yazının bulunuşu efsanesinde Sokrates, sözlerin yaşayan belleğinin karşıtı olan bu arşiv­ belleğin edilgen özelliğine karşı uyarıda bulunur. Yazı, bel­ leğin ilacı değil sadece bir anımsama aracıdır. Bu noktada sorulacak soru Platon'un böyle derken okurlarıyla temasa geçmesine yarayan yazının hakkını teslim edip etmediğidir. Zira metin üstünde daima bir çalışma yürütülür: kısacası, belleğin etkin bir biçimi olan, o bitmek bilmez yorum çalış­ masına hakkını verip vermediği sorusu.

PHAIDROS 1

" Hakikaten de insanın çoğul duyumlardan akıl yürütme yo­ luyla varılan birliğe ulaşarak 'akledilir form' denilen şeyi anlayabilmesi gerekir. Halbuki burada söz konusu olan, ru­ humuzun evvelce seyrettiği gerçekliklerin anımsanmasıdır. Ruhumuz bunları, Tanrıya maceralarında eşlik ederken, bu1

Platon, Phedre, 249b-250a, 274c-276d, trad. Luc Brisson, GF-Flammarion, 2012, p. 122-123 et 177-182.

PLATON

gün 'varlık' dediğimiz şeye yukarıdan bakıp kafasını kaldı­ rarak gerçekten olanları temaşa ettiğinde görmüştür. Ayrıca belli ki sadece filozofun düşüncesinin kanatları vardır. Çün­ kü anı sayesinde ruhun, gücü yettiğince tutunmaya çalıştığı gerçeklikler, tam da ruh onlara tutunduğu için Tanrı'nın Tanrı olmasını sağlayan gerçekliklerdir. Elbette ki, bu tür hatırlamaları doğru kullanan insan, hep mükemmel sırlara eriştiğinden gerçekten mükemmel olabilecek olandır. Fakat insanların önem verdiği şeylerle bağını koparıp ilahi olana tutunduğu için, kalabalıklar onu dışlayarak aklını yitirdiği­ ni söyleyecektir. Halbuki o artık Tanrıya aittir ama kalaba­ lıklar bunun farkına varmaz. Dördüncü delilik biçimiyle ilgili bütün bu söylenenler işte buralara kadar varır. Bu durumda, bu dünyanın güzel­ liğini görüp gerçeğini (gerçek güzelliği) hatırlayınca kanat­ lanırız. Kanatlarla donatılınca başaramadan da olsa, güçlü bir uçma arzusu hissederek kuş misali bakışımızı yükseklere dikip bu dünyadaki şeyleri göz ardı ederiz. Böylece de de­ lilikle suçlanmak için gereken her şeyi yapmış oluruz. [...] Söylediğim gibi aslında her ruh fıtratı gereği varlığı sey­ retmiştir. Aksi halde bahsettiğim hayata gelmemiş olurdu. Oysaki bu dünyanın gerçekliklerinden yola çıkarak oradaki gerçeklikleri hatırlamak hiçbir ruh için kolay iş değildir. Ne öteki alemdeki şeyleri şöyle kısaca görebilmiş olan ruhlar için ne de bu düny:.ya düşüşlerinden sonra kimbilir kimlerle düşüp kalkmaları yüzünden haksızlıkların yolunu tutarak zamanında gördükleri kutsal şeyleri unutma bahtsızlığına uğrayanlar için kolaydır. Dolayısıyla çok az sayıda ruhtaki anı yeterince iyi durumdadır. Öyle ki, öteki alemdeki şeyle­ re benzeyen bir şeyler fark ettiklerinde bu ruhlar içlerinden dışarıya doğru fırlarlar ve artık kendilerinde değillerdir. Ye­ terince tatmin edici bir algılamaları olmadığından hissettik­ leri arasından neye tutunacaklarını bilemezler. [ ...] Duydum ki Mısır'da, Naucratis tarafında oranın eski tanrılarından biri varmış. Kutsal amblemi bile, hani bilirsin 49

BELUX

ya, İbis dedikleri bir kuşmuş. Bu tanrının adı Theuth'tur. Sayıyı, hesabı, geometriyi, astronomiyi dahası tavlayı ve zarları da, ve en önemlisi yazıyı da ilk keşfeden oymuş. Halbuki o zamanlarda tüm Mısır'ı, ülkenin yüksek kısımla­ rında bulunan o büyük şehirde oturan Thamous yönetirmiş. Yunanlılar bu şehre Mısır Thebes'i dedikleri gibi, Tanrıya da (Thamous'a) Amman derlermiş. Theuth gelip onu bulunca ona bu sanatların bir tanıtı­ mını yapmış, bunları öteki Mısırlılara öğretmek gerektiğini söylemiş. Fakat Thamous ona bu sanatların her birinin na­ sıl bir faydasının olabileceğini sormuş. Theuth açıklamalar yaparken Thamous açıklamaları iyi ya da kötü bulmasına göre ya yergiler ya da övgüler düzüyormuş. Derler ki bunların çoğu şüphesiz Theuth'ün Thamous'a her bir sanat hakkında yaptığı kah olwnlu kah olumsuz göz­ lemlermiş, ama şimdi burada hepsini ayrıntılı anlatmak uzun sürer. Fakat yazıdan bahsederken Theuth şöyle demiş: "İşte ey kralım Mısırlılara daha çok bilgi, daha çok ilim ve daha çok bellek sağlayacak bilgi budur. 11imin ve belleğin çaresi bulundu." Fakat Thamaous şöyle karşılık vermiş: "Ey The­ uth, sanatların büyük ustası! Bir sanatı yaratabilen başkadır, onu kullananlara ne yarar ne zarar vereceğine hükmedebilen başkadır. Sen ki şimdi yazının babasısın, nezakaten ona sahip olduğunun tersi bir güç atfediyorsun. Aslında bu sanat onu öğrenenlerin ruhunda, belleği kullanmayı bırakacakları için, unutkanlık yapacaktır. Yazıya güvenince kendi içlerinden, kendileri sayesinde değil, dışarıdan yabancı izler sayesinde hatırlama işini gerçekleştirirler. Yani sen belleğin değil hatır­ lamanın çaresini buldun.1lme gelince öğrencilerine öğrettiğin gerçeklik değil, onun bir benzeridir. Eğitim almaksızın senin sayende pek çok şeyden bahsedildiğini duyduklarında çok bilgililermiş gibi görünecekler, ancak çoğu kez hiçbir bilge­ likleri olmayacaktır. Üstelik bilge olmak yerine bilgeymiş gibi olacaklarından ilişkilerinde çekilmez olacaklar. [...]" Sonuçta, öldüğünde arkasında bir sanatın kurallarını

PL\TON

yazılı olarak bırakan da, bu kuralları alıp yazıdan kesin ve sarsılmaz bir bilgi çıkacağını sanan da saflık etmiş olur. Tıp­ kı yazılı söylevlerin, içinde yazanları zaten bilen kişi için bir hatırlama aracından daha fazlası olduğunu sananlar gibi, belli ki Ammon'un kehanetinden habersizdir. [ ... ] Çünkü bana göre en fenası, Phaidros, yazının resimle benzerliği­ dir. Resimde çizilen insanlar canlıymış gibi dururlar ama soru sorunca gösterişli bir pozda öylece donmuş kalıp ses­ sizliklerini korurlar. Söylemler için de aynısı geçerlidir. Birkaç düşünceyi ifade etmek için konuştuklarını sanabi­ liriz. Fakat ne dediklerini anlamak isteyip de sorular so­ runca tüm söylemler tek bir anlama gelmekle yetinirler, hep de aynı anlama. Bir başka husus da şu: Bir kere yazıya geçti mi, her söylem sağa sola yuvarlanır ve konuyla ilgi­ lenmeyenlerin yanından geçip gittiği gibi, konuyu bilenle­ rin yanından da fark edilmeden geçip gider. Dahası, kime hitap etmesi ya da etmemesi gerektiğini de bilmez. Öte yandan kendine karşı çatlak sesler yükselince, haksız yere hakarete uğrayınca her zaman babasının imdadına koş­ masına ihtiyaç duyar. Çünkü ne kendini savunabilir, ne tek başına bu işten başını kurtarabilir. [ ...] O halde söyle bana. Sağduyulu bir çiftçi, gözü gibi baktığı ve meyvesini almak istediği tohumları varsa sırf bahçelerin sekiz gün muhteşem olacağını görme zevki adına onları gidip yazın ortasında Adonis'in bahçelerine eker mi? Diyelim ki yap­ tı. Böyle davranması eğlenmek ya da bir kutlama yapmak için değil midir? Doğru düzgün kullanmak istediği tohum­ lar için çiftçilik sanatının kurallarına uyar ve onları uygun toprağa ektikten sonra sekiz ay sonunda ektiklerinin hepsi olgunlaşırsa keyfini çıkarır. [...] Ancak doğrunun, güzelin, iyinin bilgeliğine sahip olanın elindeki tohumlarla ne ya­ pacağını çiftçi kadar iyi bilmediğini söylebilir miyiz? [... ] Yani ciddi ciddi gidip bu şeyleri 'su üstüne yazmaz', yani

51

BELLEk

tohumları kara bir sıvı2 üstüne ekip, bir kamış kullanarak gerektiğinde sözle kendini bile kurtaramayacak, üstelik ha­ kikati olması gerektiği gibi öğretmekten aciz söylemler yaz­ maz. [ ... ] Fakat bu yazılı karakterlerden oluşan bahçeleri eğlence olsun diye ekebilir, yazabilir elbette. Her yazdığında kendisi için 'bir gün unutkanlıktan muzdarip olacağı yaşla­ ra ulaşırsa' diye hatırlamalık bir hazine biriktirecek ve her kim aynı yoldan geçerse bu tohumların filizlerinin yeşerdi­ ğini görmek hoşuna gidecektir. " 3

3

Türkçe çevirilerde 'kara sıvı' yerine doğrudan mürekkep denmişken Fransızca metinde bu üstü kapalı ifade görülüyor. (Çev.) Eflatun, Phaidros, MEB, çev. Hamdi Akverdi s. 117-123 ve Platon, Phaidros, Say Yayınları, çev. Furkan Akderin s. 95-99'daki çevirilerle karşılaştırılmıştır. (Çev.)

2 PLOTINOS RUH HATIRLADIGI ŞEYE DÖNÜŞÜR

A

şağıda aktaracağımız metin Platon'daki anımsamanın eleştirel bir çözümlemesi olarak okunabilir. Plotinos bu doktrinin sıkı bir düşmanı olduğundan filan değil. Plotinos, Platoncu düşünceyi üç 'prensip' -veya üç hipostaz- denen hiyerarşik bir sisteme oturtur. Bu prensipler Bir, Akıl ve Ruh'tur. Bu metinde, efsane kisvesinden kurtulan anımsa­ maya tam olarak hangi felsefi anlamın verileceğini gösterir. Bunun için bellek yetisini hipostazlar yapısının içine koyar. Metnin özgünlüğü, özellikle kişinin doğasına verdiği ta­ nımda yatar. Plotinos öncelikle 'hatırlamak' ile 'temaşa et­ mek' arasında bir ayrım yapar. Aslında belleği insanın 'dü­ şüşünün' ürünü ve zamanın dışında ideaların temaşa edil­ mesinin zıttı olarak düşünür. Esasen bilgileri akılda tutma kapasitesiyle ilgilenir, ideaların bıraktığı izlere olduğu kadar duyusal izlenimlere de bağlı olan belleğin ruhtan iki kat güç­ lü olduğunu saptar. Ancak bu noktada varlıktan oldukça farklıdır: "Eğer belleğe ait olan şey edinilmiş bir şeyse, bir öğrenmenin veya duygulanımın sonucuysa o zaman bellek ne duygulanımdan yoksun olanın ne de zamanla alakası ol­ mayanın sonucu olabilir. Belleği kesinlikle ne Tanrı ne de varlığa yani akla bağlamamak gerekir. Hakikaten de hiç­ bir şey onlara dışarıdan gelmez; varlığa bağlı olunca zaman yoktur, sonsuzluk vardır" (Ennead 27, 25, 11-15). Plotinos bununla da yetinmez. Platon'dan farklı olarak bellekle. temaşa arasındaki farkla yalnızca gerçeğin değil, bireyin bakış açısından da ilgilenir. Hakiki bireysellik bir 53

BELLEK

çeşit kendini aşmayı varsayar. Temaşa, bireyi artık kendi­ ni sadece tekilliğiyle, özelliğiyle tanımlamayıp genel 'birey­ sellik' fikrini tanıma noktasına getirir. Aksine, ruh düşüşü sırasında yeni bir bi�eyselliğe erişmek için anılarına başvu­ rabilir: "Genel olarak diyebiliriz ki ruh hatırladığı şeydir ve hatırladığına dönüşür." Hatırladığı bu anı ideaların anısı­ dır. Bu akılcı boyutudur. Fakat yapısı gereği dahi bellek du­ yusal izlenimlere bağlı olduğundan bireyselliğin başka bir boyutunun temelleri, yani zamansal yaşamın temelleri ona zaten verilmiştir. Demek ki, bu dünyada duyusal ve zamanlı benlikten başka bir benliği hatırlamak, yani temaşa belleğini tamamen kaybetmemek önemlidir.

ENNEADLAR'

,, Orada kendimizi nasıl hatırlarız? -Birey hiç de kendini ha­ tırlamaz. Şu temaşa eden adamın -Sokrates'in mesela- bir akıl mı, ruh mu olduğunu da hatırlamaz. Ayrıca şunu da hatırlamalıyız ki, bu dünyada bile her temaşa ettiğimizde, özellikle de bu temaşa net olduğunda kendimize dönüşü­ müz idrak yardımıyla olmaz, kendimizdeyizdir. Fakat fa­ aliyetimiz akledilir olana yönelmiştir, kendimizi bir nevi ona malzeme olarak sunarak akledilir hale geliriz. Zira, o zaman kendimiz de ancak bir potansiyel olduğumuzdan gör­ düğümüz şeye göre şekil alırız. -Nasıl? Akledilir olanda in­ san ancak hiçbir şey kavrayamadığı zaman mı bizzat eylemde olur?- Evet, ancak her şeyden kumılup boş olduğunda, hiç­ bir şey kavramadığında kendisi olduğunu varsayarsak; her şey birden olması anlamında kendisi olmuşsa kendi kendine aklederken her şeyi birden akleder. Ardından bu insan, ken­ di olma sezgisiyle ve kendisini eyleme geçmiş olarak görünce ' Plotin, "Traite 28. Sur !es difficultes relatives a l'ame", (IV, 4), 2-6, trad. Luc Brisson, dans Traites 27-29, ed. sous la direction de Luc Brisson et Jean-Fran­ çois Pradeau, GF-Flammarion, 2005, p. 117-122.

54

PtOTtNOS

orada bulunan her şeyi kavrar, halbuki orada bulunan kendi benliğini bu her şeyin sezgisiyle kavrar. -Fakat böyle yapınca idraklerini değiştirir, oysa ki biraz önce böyle olmadığım varsaymıştık.- Aynı halde kalmak daha ziyade akim işiyken, değişmek tabiricaizse akledilirin sınırında bulunduğundan zihne daha önce girebilecek olan ruha düşer demek gerekmez mi? [ ... ] Ya da daha doğrusu şöyle demek gerek: Kendine doğru gitmek için sahip oldu­ ğundan vazgeçmek veya başka şeylere doğru gitmek için kendinden vazgeçmek ruh için gerçek bir değişiklik değildir. Benlik her şeydir, bu da demektir ki benlikle nesnesi birdir. -Fakat ruh akledilir olanın içindeyken kendine ve kendinde olan şeye dair 'bir şeyden sonra gelen öteki şey'i deneyimle­ mez mi? -Hayır, sadece ve salt akledilir olanın içindeyken o da değişmezliğe sahiptir. Zira o da sahip olduğu her şeydir. Evet, bu dünyevi mekanda bulunduğunda bile Akla doğ­ ru dönmek koşuluyla Akıl ile birlik olmayı başarmalıdır. Çünkü ruh Akla dönük olduğunda onunla Akıl arasında hiçbir aracı bulunmaz. Akla doğru gider, ona uyumlanır ve bu uyum ruhun zarar görmeden Akıl ile birleşmesini sağlar. Aslında ikisi bir olup iki kalırlar. Ruh bu durumda bulun­ duğunda değişemez, fakat Akıl'la ilişkisi değişmeden kalır, çünkü artık akledilebilen ile aynı zamanda tek ve aynı şey olmadığından anında kendinin bilinci olur. Fakat ruh, birliğe katlanamadığından düşünülür dün­ yadan çıkıp kendinden zevk almaya başladığında farklı bir şey olmak ister ve tabiricaizse öne eğilir, bunun ardından da görünen o ki belleğe sahip olur. Oranın, hala kendisini düşmekten alıkoyan şeylerini hatırlar, bu dünyanın kendisi­ ni buraya doğru iten şeylerini hatırlar ve gökteki şeylerden kendini orada tutanları hatırlar. Genel olarak diyebiliriz ki ruh hatırladığı şeydir ve hatırladığına dönüşür. Daha önce dedik ki hatırlamak ya kavramaktır ya tasavvur etmektir ancak tasavvur, nesnesine sahip olmaz. Gerçekte, sahip ol­ duğu nesnesinin görüsüdür ama onu nesneymiş gibi kulla­ nır. Eğer duyumsanır şeyler görürse derinlikleri nispetinde 55

içlerine sokulur. Ruh her şeye mükemmel surette değil de ikincil surette sahip olduğundan, kendisi her şeye dönüşür ve akledilir ile duyumsanırın sınırında bulunduğundan, bu arada konumlandığından her iki yöne de gidebilir. Yani öteki tarafta iken ruh Akıl aracılığıyla lyi'yi de gö­ rür, çünkü lyi ruha gidemeyecek kadar kenara itilmemiştir. Onunla ruh arasındakine beden engel teşkil edemez. Gerçi ruh ile lyi arasında bedenler bulunduğunda ruhtan lyi'ye varmak için birçok yol vardır. Fakat ruh kendinden altta olanlara kendini bırakırsa arzu ettiğini, belleği ve tasavvuru ölçüsünde elde eder. İşte bu yüzden bellek, en iyi şeylere uy­ gulandığında bile en iyi şey değildir. Gerçi şunu da anlamak gerekir ki bellek sadece hatırladığımızı -tabiricaizse- hissett­ tiğimizde vardır denemez; ruhu etkilemiş ya da ruhun önce­ den temaşa ettiği şeyler nispetinde eğer ruh müsaitse bellek vardır. Zira bazen dikkat etmesek de içimizde bu müsaitlik, onun var olduğu bilgisine hakikaten sahip olsaydık olacağın­ dan daha güçlü bir şekilde vardır. Var olduğunu hakikaten bildiğimizde şüphesiz bu müsaitliklere başka bir şeymiş gibi sahip oluruz, zira kendimiz de başka bir şeyizdir. Halbuki bir şeye sahip olduğumuzu bilmediğimizde, sahip olduğumuz şey olma riskimiz vardır. Tabii ruhu daha aşağıya düşüren de bu tür duygulanırnlardır. -Fakat, eğer ruh öte taraftan ayrı­ lırken anılar getiriyorsa oradayken anıları mı vardı demek­ tir? -Evet, akledilir gerçekliklerin güncelliği belleği gölgede tutnığundan söz konusu olan potansiyel anılardır. O vakit ruhta olan anılar, oraya önceden bırakılmış izlerle bağlan­ tılı değildir -ki böyle bir hipotezin saçma sonuçları olabilir­ daha sorıra eyleme geçecek bir potansiyele benzer. Böylece ruh akledilir alemdeki faaliyetini bırakınca, bu dünyaya gel­ meden önce gördüklerini yeniden görür. -Ne yani! Anının var olmasına yarayan yeti, akledilir gerçeklikleri eyleme mi geçiriyor? -Hayır, akledilir gerçekliklerin kendisini görmezsek, bellek sayesinde eyleme geçerler; fakat onları görürsek bu öteki taraftayken de onları görmemizi sağlamış olan yeti

PLOTINOS

sayesindedir. Bu yeti kendisini uyandıran şeyler tarafından uyandırılmıştır ve görüsü az önce değindiğimiz gerçeklik­ lere yönelmektedir. Bundan bahsederken karşılaştırmadan ve hatta öncül varsayımlarını başka yerden alan kıyastan [syllogisme] sakınmalıdır. Fakat belimiğimiz gibi öteki ta­ rafta akledilir gerçeklikleri temaşa eden aynı yetiyi işleterek bu dünyada bile akledilir gerçekliklerden bahsetmek müm­ kündür. Sanki bu yetiyi burada uyandırırken öteki tarafta da uyandırıyormuşuz gibi, öteki taraftaki şeyleri görmesi gereken aynı yetidir. Sanki birisi yüksek bir gözlem nok­ tasına çıkarak görüş açısını genişletiyor da onunla birlikte oraya çıkmayanların hiçbirinin göremediği şeyleri görüyor­ muş gibi. Bu son söylediğimize göre, görünen o ki bellek gökyüzünde, öteki taraftan ayrılır ayrılmaz işlemeye başlar. Gökyüzünde oturmak için öteki diyarlardan indiğinden, bu dünyadaki bahsettiğimiz pek çok şeyi hatırlamasında ve ev­ velden tanıdığı birçok ruhu --özellikle de bu ruhların kendi görüntülerine benzeyen bedenleri giydiği doğruysa-tanıma­ sında şaşılacak bir şey yoktur. [...] -Fakat ruhlar bir kez akledilir olandan indiler mi nasıl hatırlarlar? -Aynı şeylere ilişkin anıları etkin hale getireceklerdir, ama bu yukarıda kalan ruhlardan daha düşük bir düzeyde olacaktır. Çünkü hatırlayacakları daha birçok şey vardır. Ayrıca aradan geçen zamanın uzunluğu birçok şeyin tama­ men unutulmasına neden olmuştur. -Eğer ruhlar duyusal dünyaya yöneliyorlar ve döllenmekle bu dünyaya düşü­ yorlarsa bu anılara ne surette sahip olacaklardır? -Dikkat, ruhların sonuna kadar düşmesi gerekmez. Zira hareket halindeki ruhlar belli bir noktaya kadar indikten sonra du­ rabilirler, en alttaki döllenme kademesine kadar gelmeden yeniden yukarı çıkmalarına engel olan hiçbir şey yoktur. Demek ki şöyle denmelidir: Bellek sadece yer ve hal de­ ğiştiren ruhlara aittir. Olmuş, geçmiş şeyler bulunduğundan bellek vardır. Peki, aynı yerde ve aynı halde kalması gereken ruhlar neyi hatırlayacaktır?" 57

Aziz

3

AUGUSTINUS

BELLEK ZEKAYA VE İRADEYE BAGLIDIR

ellek teması Aziz Augustinus'un eserinde baştan sona kadar bulunan ancak yine de sınırlarını çizmenin zor ol­ duğu bir temadır. Etienne Gilson'un fark ettiği üzere "Mo­ dern psikolojide kabul edilen tanımından, yani geçmişin hatırası olmasından çok daha geniştir. Aziz Augustinus'ta bellek, açıkça bilinmeden, algılanmadan ruhta mevcut bu­ lunan (etkin bir eylemle kanıtlanan) her şeyi kapsar" (lnt­ roduction a l'etude de saint Augustin, s. 135). Kuşkusuz Üçlü Birlik belleğin safi teoloji boyutunu en derinlemesine inceleyen yazıdır. Bu alıntının göstereceği üzere ruhun ye­ tilerinin daha genel bir incelemesini içerir. Bu eserin ama­ cı aslında akıl yoluyla üçlü birliğin gizemine yaklaşmaktır. Salt mantrkla akıl yürüterek Üçlü Birlikteki kişiler arasında­ ki ilişkileri anlamak imkansız olduğundan Aziz Augustinus bu konuyu bir benzetmeyle incelemeyi teklif eder. Ona göre bu, üç temel yetisi -bellek yetisi, zeka yetisi ve irade yetisi (memoria, intellegentia, voluntas)- bulunan insan içselliğine benzer. Başvurduğu Yunan kaynaklarına -Plotinosçu bel­ lek veya Aristotelesçi irade- nispeten Augustinus'un daha özgün olduğu kısım, bu yetilerin biri diğerinden ayrılamaz olduğu için, bunları süreğen ilişkileri içinde düşünmek ge­ rektiğini göstermesidir. Retorik oyunu gibi görülebilecek bu husus aslında bilgecedir. Yetiler arasında bu ilişkilerin varlı­ ğının mesnetsizce iddia edilmesi söz konusu değildir; bizzat

B

58

Azız

AUGUSTINUS

bu yetilerin işlemesinin, dolayısıyla da ruhun yaşamının ko­ şulunun ne olduğunu göstermektir. Aziz Augustinus bizi duyulur bilgilerden, en akledilir bil­ gilere doğru ilerletir. Metin, bu üç yetinin -içsel üçlü bir­ lik- 'dışsal insanın üçlü birliği' adını verdiği en baştaki üçlü birliğin devamı olduğunu göstererek işe başlar. Bunlar du­ yum, görü ve dikkattir. İçsel üçlü birlik, dışsal üçlü birliğin algıladığı nesnenin fiziki mevcudiyetini bir yana bırakır. O zaman, bedendeki izleri saklayan belleğin başat rolü anla­ şılır. Bellek, 'içsel görü'nün, yani ruhta saklanan duyulur bir gerçekliğin kavranması edimi anlamında zekanın koşu­ ludur. Ancak iradenin de zihindeki ize doğru dönerek itki vermesi şarttır. Benzetme yoluyla akıl yürütme metnin tümünde görülür. Sadece ilahi üçlü birliğin ne olduğunu kavramayı sağlamak­ la kalmaz, insani yetilerin işleyişinin mantığını da gözler önüne serer. lç insan dış insana, bellek ise duyusal algılama­ ya benzetilerek düşünülmüştür. Yani bellek bir 'benzerliğin' içsel algısına dönüşür.

ÜÇLÜ BiRLiK'

,, Aslında, fiziken algılanmış olan bir cismin formu kayboldu­ ğunda ondan geriye kalan bellekteki benzerliktir. Duyulur nesne duyuyu dışarıdan bilgilendirdiği gibi, irade de ruhu içeriden bilgilendirmek için ruhun bakışını yeniden bu ben­ zerliğe doğru çevirebilir. Böylece bellek, içgörü ve bunları birbirine birleştiren iradeden oluşan üçlü birlik meydana gelir. Bu üç öge tek bir bütünde birleştiğinde (coguntur), bu toplaşma (coactus), bütüne düşünce (cogitatio) adını verdi­ rir. Bu defa bu üç öge arasında artık töz farklılığı yoktur. 1

Saint Augustin, La Trinite, II, XI, III, 6-IV, 7, trad. de Paul Agaesse, Institut d'etudes augustiniennes, 1991, p. 175-179.

59

Bı:uı.:ı:

Aslında burada ne canlı varlığın doğasına yabancı duyulur cisim, ne de görünün oluşması için nesne tarafından bilgi­ lendirilen bedensel duyu vardır. İradenin kendisi de ne du­ yuyu bilgilendirip onu duyulur nesneyle bağlantıya geçir­ mek için ne de bir kez bilgilendirdikten sonra duyuyu nes­ nede sabit tutmak için artık kullanılmaz. Bu duyuyla dıştan algılanan cismin formunun yerine, duyuların bir araya gel­ mesiyle ruhun içine işlemiş formu saklayan bellek kendini gösterir. Duyulur cisim duyuyu uyarınca dışarıda meydana gelen görü yerine, bellekte saklanan anı ruhun bakışını bil­ gilendirince namevcut nesneleri düşündüğümüz zamankine çok benzer bir içgörü ortaya çıkar. İradeye gelince, irade duyuyu bilgilendirmek için dış nesneyle temasa geçip bir kez bilgi verince onları birleşik tuttuğu gibi, bellekte saklanan imge iç bakışa haber vererek düşüncede benzer bir görü yaratsın diye ruhun anıyı çağı­ ran bakışını belleğe doğru çevirir. Düşünüm, duyuya bil­ gi veren nesnenin formu ile görünün oluşması için duyuya bilgi verilmesinden kaynaklanan benzerliği ayırt etmemizi sağlar. (Zira ikisinin birliği öyle sıkıdır ki düşünümün yar­ dımı olmazsa ikisi aynı ve tek bir gerçeklik sanılır.) Ruh daha önce görülmüş bir nesnenin formunu düşündüğünde aynı şey hayali görü [vision imaginative] için de geçerlidir. Bu görüyü oluşturan ögeler şunlardır: tık görüden kaynak­ lanan ve anıyı çağıran ruhun bakışında şekillenen görüdür. Ancak yine de ortada aynı ve tek bir gerçeklik vardır gibi görünür, öyle ki iki ayrı fenomeni ayırt etmek için gereken usun muhakemesinden başka bir şey değildir. O halde anlı­ yoruz ki öteki, düşünce başka yerle meşgulken bile bellekte sürüp gitmekte olandır. Diğeri de belleğe dönüş bu formu bulmamızı sağladığında geri çağırmanın sonucu olan anı­ dır. Eğer o form orada olmasaydı unutma, hiçbir geri ça­ ğırmanın kesinlikle mümkün olmadığı bir unutuş olurdu. Dolayısıyla bellekte yerleşik gerçeklik o anıyı çağıranın iç bakışını bilgilendirmeseydi, düşüncenin görüsü kesinlikle 60

Azız AUGUSTINUS

oluşamazdı. Fakat ikisinin birliği öyle sıkı sıkıyadır ki, baş­ ka bir deyişle, bellekte saklanan imge ile anıyı çağıranın iç bakışında bu imgeden oluşan ifade öyle birbirlerine benzer­ ler ki ikisi tekmiş gibi görünürler. Halbuki düşüncenin ba­ kışı yüz çevirip bellekte gördüğü imgeye bakmayı bırakırsa, kendisinde damgalanmış formdan geriye hiçbir şey kalmaz. Fakat başka bir düşünceyi çağırmak için yeniden ona doğ­ ru döndüğünde yine bellek tarafından bilgilendirilir. Oysa vazgeçilen anı bellekte kalır. Onu çağırmak istediğimizde zihnin bakışı yeniden ona doğru döner. Bizzat bu dönüşle bilgilendirilerek başlıca bilgi vereniyle bir olur. İradeye gelince, zihnin bakışını bilgilendirmek için onu bir o yana bir bu yana taşır ve bir kez bilgilendirildiğinde onu nesnesiyle birleşik tutar. Eğer irade tamamıyla bu iç imge üzerine yoğunlaşırsa ve çevredeki cisimleri ve bizzat beden duyularının kendisini de dikkate almadan zihnin ba­ kışını tamamen içeride görülen imgeye çevirmek için saptı­ rırsa cismin belleğe kazınmış benzeri öyle bir öne çıkar ki düşünüm dahi gerçekten algılanan dış bir cisim mi, yoksa içimizde yarattığımız bir düşünce mi ayırt edemez. Hakika­ ten de bazen görünür nesnelerin fazlaca canlı temsillerinden büyülenmiş veya ürkmüş bazı insanların, birdenbire gerçek olaylara etkin ya da edilgen olarak karışmışlarcasına sözler söylemeye başladıkları olur. Hatta birisi hakkında şöyle bir söylenti duydum: Kadın bedenini öyle belirgin, dolayısıyla da neredeyse somut olarak tasavvur edebiliyormuş ki sanki bedenen onunla birleşmiş olma duygusu meni akıntısını te­ tiklemeye dek varıyormuş. Ruhun beden üzerinde etkisi ve bir giysi misali olan bedenin davranışlarını değiştirme gücü ne büyüktür! Her şey bir insanın bir giysiyi giydikten sonra o giysiden ayrılmaz hale gelmesindeki gibi oluyor. Uyurken elinde oyuncak olduğumuz imgeler bu tür duygulanımlardır. Ancak ayrımı iyi yapmak gerekir: Uyku halinde olduğu gibi duyular mayıştığında deliliktekine ben­ zer organik bir bozukluğa uğrarlar. Yahut da kahinlerle 61

BELLEK

peygamberlere olduğu gibi artık kendilerinde değillerdir. Ruhun dikkati ister istemez, ya bellek ya da bazı başka gi­ zemli güçlerin, yine kendileri de tinsel olan pek çok tasavvur tarafından harekete geçirilen tinsel tözün kendine sunduğu imgelere yönelir. Bazen sağlığı yerinde, uyanık haldeki in­ sanlarda kendi düşüncelerine dalan irade, duyulara yüz çe­ virip ruhun bakışına çeşitli duyusal nesnelerin imgelerinin izini bırakarak ona nesnelerin kendisini algılıyormuş hissi verdiği zaman olan, aynı şey değildir. Bu hayali izlenimler sadece arzunun tutsağı olmuş irade, dikkatini bu iç imge­ lere yoğunlaştırdığında oluşmaz. Ruh onlardan sakınmaya çalıştığında ve onlara karşı kendini korumak istediğinde, kendine rağmen, görmemek istediği şeylere bakmak duru­ munda kaldığında da oluşur. Demek ki, sadece arzu değil korku da duyuyu duyulur nesneye veya iç bakışı duyulur nesnelerin imgelerine yoğunlaştırır ki duyu onlardan bilgi alsın. İşte bu yüzdendir ki ister mekanda bulunan bir cismi algılama söz konusu olsun ister bellekte mevcut cismani bir imgeyi düşünme, arzu veya korku ne kadar güçlüyse görü de o kadar hacim kazanır. Öyleyse uzamlı cisim, duyu için neyse bellekte mevcut olan cisim imgesi de ruhun bakışı için odur. -Ayrıca du­ yuya işlenmiş cismani form için duyusal görü ne ise, bel­ leğe sabitlenmiş ve ruhun bakışına işlenmiş cismani imge için de düşüncenin görüsü odur. -Son olarak iradenin dik­ kati, algılanan nesneyle görünün birliği için ne ise, üç öge­ den (bu ögelerin doğaları farklı olduğu halde) bir tür birlik yaratmak bakımından aynı irade dikkati, bellekte mevcut cismani imgeyle düşüncenin görüsünün (yani ruhun bakışı­ nın belleğin üstüne kapanarak aldığı formun) birliği için de odur. Yine burada da bu üç ögeden bir tür birlik yapmak söz konusudur. Ancak bu kez bu üç ögenin doğası farklı değildir, tek ve aynı tözden gelir. Zira bu bütün içseldir, bu bütün tek bir ruhtur."

62

4 HEGEL 'ANI DERLEME'

B

urada sunacağımız alıntı Tinin Fenomenolojisi'nin (1807) en sonundan yapılmıştır. Hegel'in yayımlanan ilk büyük metni olan eserin hedefi, en doğrudan formlarından -duyusal kesinlik- mutlak bilgiye kadar bilincin ilerlemesini açıklamaktır. Bellek hem öznel bilincin bir ögesidir hem de güzergahın tamamının derlenip hatırlanmasıdır. Öyle ki bu anımsama, mutlak bilginin kendisinden ayrılamaz hale gelir. Mutlak bil­ ginin kendisi de, kültürün etkin biçimleri -sanat, din, felsefe­ aracılığıyla bilincin gerçekleşmesi olan mutlak tinin kendilik bilincinin doruk noktasıdır. Bellek öncelikle 'psikoloji'ye aittir. Öznel tin içselleştirmeyi yani özgürlüğüne doğru olan hareketi psikoloji sayesinde başarır. Burada 'psikolo­ ji', 'düşünce'nin çözümlenmesi olarak anlaşılmalıdır: Bellek, dilin içselleştirme sürecidir. Bir sonraki anda, tam olarak düşünce anında, yani Hegel'de düşünce 'söz'den ayrılamaz olduğundan düşünümümün dışsallaştırılması anında tama­ men özgürleşecektir. Hegel yetileri soyut olarak ayırmaksızın aralarındaki derin 'yakınlığı' gösterme fikrini Augustinus'a borçludur: "Böylece bellek, düşüncenin etkinliğine geçiştir; ki artık onun da anlamı kalmamıştır yani öznel olan neyi varsa artık nesnelliğinden farklı değildir. Öyle ki bu içsellik kendi içinde 'önceden olan' bir şeydir. Zaten dilimiz de -hakkın­ da hor görerek konuşmanın önyargıya dönüştüğü- belleğe (Gedachtnis) düşünce (Gedanke) ile doğrudan akrabalık

BELLEJ:

yüksek statüsünü vermiştir. (Hegel, Philosophie de l'esprit, I, "Öznel Tin", § 464 ) Şimdi şu 'anı derleme' denen şeyin anlamı daha iyi anla­ şılıyor. Anımsama, her ne kadar mutlak tinin kendilik bilin­ cinin yüksek bir aşaması değilse de, tüm momentlerin etkin biçimde saklanması olmasaydı bilinç içsellikten yoksun ka­ lırdı. İçsellik olmadan bilincin izlediği yolun yeniden çizil­ mesi imkansız olurdu. Hegel, Augustinusçu bir kavramı alıp ona tamamen farklı bir boyut verir. Zira mutlak tin kendini gerçekleştirme yoluyla ortaya çıkan Tanrı'dan başka bir şey değildir: Hegel'de bellek tek başına tinin tamamı olmaksızın her tür tinsel işleyişin imkanlılığının şartı olarak görünür. Doğal olarak da anının geçtiği yollar öznel tinin geçtiği yollar değildir. Yani son aşamasında mutlak tinin cisimleş­ mesi [incarnation] gibi tarihin bütün can alıcı anlarını kapsar. Memin son satırları vurucudur: Derleme anı, art arda gelen tarihi aşamaları -bilinç uğraklarını- özetlemekten başka bir şey yapmaması bakımından hala edilgendir. Böylece geçilen yola anlamını tek verebilecek şey olan kavram belleği aşmış olur. Tarihin ancak 'tasarlanmış' ise bir anlamı vardır. Kavra­ mın diyalektik hareketini incelemek Mantık Bilimi'ne düşer.

TiNİN FENOMENOLOJİSİ'

,, (Orada olmanın dolaysızlığına dönüşünde kavranan tin.)Do­ layısıyla tin, bilmede figürler biçiminde gelişiminin hareketi­ ni bitirmiştir, ki bunu bilincin aşılmış farklılığından etkilen­ diği ölçüde yapmıştır. Tin belirli varlığının saf ögesini, yani kavramı ele geçirmiştir. Varlığının özgürlüğüne göre içerik, kendine yabancılaşan Benlik ya da Kendini bilmenin aracısız birliğidir. Bu yabancılaşmanın içerik içinde kabul edilen saf 1

Hegel, Phenomenologie de l'esprit, VIII, rrad. Jean Hyppolire, Aubier, 1941, r. il, p. 311-313.

HEGEL

hareketi, bizzat içeriğin gerekliligini oluşturur. İçerik, çeşit­ liliğiyle ilişki içinde belirlenmiş gibidir, kendinde değildir ve derdi diyalektik olarak kendini silmektir; yahut da olumsuz­ luktur. Yani gereklilik veya çeşitlilik özgür olduklarından aynı zamanda Benlik'tirler. Belirli varlığın hemen düşünül­ düğü bu Benlik formunda içerik kavramdır. Tin kavrama erişince belirli varlığı ve hareketi hayatının bu eterine yayar ve bilim olur. Bu bilimde tinin hareketinin momentleri artık kendilerini bilincin belirlenmiş şekilleri [figure] olarak sun­ mazlar. Fakat bilincin farklılığı Benlik'e dönük olduğundan bu momentler artık kendilerini belirlenmiş kavramlar olarak ve organik hareketlerini de kendi içinde temellendirilmiş bir hareket olarak sunarlar. Tinin Fenomenoloiisi'nde her hare­ ket bilmeyle hakikatin farkıysa ve bu farklılığın silindiği ha­ reketse, Mantık Bilimi'nde, tam aksine, artık bu farklılık ve farklılığın silinmesi yoktur. Fakat moment kavram şeklinde olduğundan hakikatin nesnel formuyla bilen Benlik'in for­ munu aracısız bir birlik içinde birleştirir. Yani moment artık şuraya ya da buraya gitme olarak ortaya çıkmaz. Bilinçten yahut kendilik bilincindeki tasavvurdan kendilik bilincine ya da tam tersi yöne gitmez. Fakat momentin saf şekli, bilinç­ teki tezahüründen yani saf kavramdan ve ilerleyişinden kur­ tularak yalnızca belirlenebilirligine bağlı olur. Bunun karşı­ lığında da genelde bilimin soyut her momentine, fenomenal tinin bir şekli denk düşer. Belirli varlık olarak tin bundan daha zengin olmadığı gibi içeriği bakımından daha yoksul da değildir. Bilimin saf kavramlarını bu figürler formuyla bilmek onların gerçeklik yönlerini oluşturur. Buna göre öz­ leri olan bağlam basit dolaylılığıyla düşünce olarak ortaya konmakta olup bu aracılığı momentlerine ayırmaktadır ve kendi içindeki karşıtlıklara göre ortaya konur. Bilim kendi içinde, saf kavram şeklini kendine yaban­ cılaştırma gereksinimini içerir ve kavramdan bilince geçişi kapsar. Aslında, tam da kavramını kavradığı için kendini bilen tin, kendisiyle aracısız bir eşitlik içindedir. Bu eşitlik

BELLEK

de farklılığı itibarıyla aracısız olanın kesinliği ya da duyusal bilinçtir, yani yola ilk çıktığımız noktadır. Bu kendi Ben­ lik'inin formundan kopma hareketi en yüce özgürlük ve kendini bilmenin güvenidir. Ancak bu yabancılaşma halen mükemmellikten uzaktır; kendinin kesinliğinin nesneyle bağlantısını ifade eder. Bu nesne, tam da bağlantıda kaldığı içindir ki henüz tam özgürlüğünü kazanmamıştır. Bilgi sa­ dece kendini bilmekle kalmaz, kendinin olumsuzunu yahut sınırını da bilir. Sınırını bilmek özveride bulunmak [kendini feda etmek] demektir. Bu özveri, tinin tin haline gelme hare­ ketini olumsal serbest olay formunda sunduğu yabancılaş­ madır. Saf Benliğini, kendisi dışındaki zaman olarak ve hat­ ta varlığını mekan olarak sezmektedir. Tinin bu son oluş'u, yani doğa onun aracısız ve yaşamsal oluş'udur. Doğa, yani kendi belirli varlığına yabancılaşmış tin, kendi kalıcılığına [subsistance] sonsuz yabancılaşmadan ve özneyi eski haline getiren hareketten başka bir şey değildir. Fakat tinin oluş'unun öteki tarafı olan tarih, bilgide ken­ dini güncelleyen, kendi kendini aracı yapan oluştur, zaman­ la yabancılaşan tindir. Fakat bu yabancılaşma aynı zamanda kendine yabancılaşmadır. Olumsuz, kendinin olumsuzudur. Bu oluş yavaş bir hareket ve art arda tinler, yani her biri tinin tüm zenginliğiyle bezenmiş bir imgeler galerisi sunar. Özellikle böyle bir yavaşlıkla hareket eder, çünkü Benlik içeri sokulup tözünün tüm zenginliğini özümsemelidir. Ti­ nin mükemmelliği ne olduğunu tam olarak bilmesinden iba­ ret olduğu için, tözü olan bu bilgi de kendi üzerine yoğun­ laşmasıdır. Bu yoğunlaşmada tin belirli varlığını bırakır ve onun şeklini belleğe emanet eder. Tin, yoğunlaşması içinde kendilik bilincinin karanlıklarına dalmıştır. Fakat kaybolan belirli varlığı tinin içinde korunmaktadır. Bu silinmiş belir­ li varlık --öncekidir ama bilgiden yeniden doğmuştur- yeni belirli varlık, yeni bir dünya ve tinin yeni bir şeklidir. Tin, sanki daha önceki her şey onun için kayıpmış gibi, önceki tinlerin deneyimlerinden hiçbir şey öğrenmemiş gibi kendi 66

HEGEL

içinde ve dolaysızlığı bünyesinde bu şekilden kendi azameti­ ni çıkarmaya aynı naiflikle baştan başlamalıdır. Fakat anı derleme bunları saklamıştır. Bu tözün içidir ve aslında en yüksek formudur. Yani bu tin sadece kendin­ den başlar görünerek kültürüne en baştan başlasa da, yine de bir seviye yukarıdan başlar. Belirli varlık içinde böylece biçimlenen tinler alemi, bir tinin yerini ötekinin aldığı ve her birinin bir öncekinden tinsel dünyanın hükümranlığını aldığı bir silsile oluşturur. Bu silsilenin amacı derinliği açığa çıkarmaktır ve derinlik de mutlak kavramdır. Sonuç olarak bu açığa çıkarma, kavramın derinliğinin ortadan kaldırıl­ ması ya da onun genişletilmesidir, yani kendine yoğunlaş­ mış bu Benliğin olumsuzluğudur, ki bu olumsuzluk onun yabancılaşması yahut tözüdür. Bu açığa çıkarma, onun ge­ çici süreyle cisimleşmesi olup bu süre boyunca bu yabancı­ laşma kendine ve dolayısıyla da uzantısına yabancılaşırken derinliğinde, Benliğinde olur. Amaç, mutlak bilgi ya da tin olduğunu bilen tin yol olarak tinlerin derlenmesini kulla­ nırlar zira bunlar kendilerindedirler ve tinsel alemlerinin düzenlenmesini tamamlarlar. Olumsallık formunda tezahür eden özgür belirli varlıklarının görüntüsü altına saklanma­ ları, tarihtir. Fakat kavramsal düzenlenmelerinin görünü­ mündeyken fenomenal bilginin bilimi olur. Her iki görü­ nüm bir olduğunda, başka bir deyişle tarih tasarlandığında, mutlak tinin derlenmesini ve cefasını, etkililiğini, tahtının hakikatini ve kesinliğini oluşturur. Tahtı olmaksızın yalnız­ ca yaşamdan mahrum bir yalnızlık olur.

Aus dem Kelche dieses Geisterreiches schaümt ihm seine Unendlichkeit. Tinler aleminin kadehinden kendi sonsuzluğudur ona dek köpüklenen. " 2 2

Hegel, Tinin Fenomenolojisi, VIII.

5

KIERKEGAARD YAD ETME VE TEKERRÜR

B

urada sunacağımız metin bilmece gibi görünebilir. Kierkegaard'da sıkça görüldüğü üzere edebi kurgu, fel­ sefi kategorilere dair oldukça titiz bir çalışmanın hizmetinde­ dir. Anlatıcı, aşkın genç bir adamda yaptığı etkilerle 'psiko­ lojik' amaçlarla ilgilenen bir 'gözlemci'dir. Söz konusu olan, bu psikolog karakter aracılığıyla yad etmenin sınırlarını sorgulamaktır. Bu yad etme teknik biçimine (anımsamaya) indirgenmiş değildir. Her şeyden önce tamamen geçmişe dö­ nük, pekala aşkın nesnesi de olabilecek yitik bir hakikatin nostaljisine dönük, başlı başına varoluşsal bir tutumdur. Tutku-aşk'ta nesne öyle idealize edilmiştir ki ister istemez zaten biraz yitmiştir. 'Tekerrür' ise aksine sonsuzluğun anda yoğunlaşmasıdır. Burada sonsuzluk donup kalmış bir öz değildir. Aslında ha­ kikaten de Hristiyanlıktaki 'cisimleşme' simgesine göre eski­ yi yeniden yaşatmak söz konusudur. Yani tekerrür, Hegelci öteye geçmeden çok farklı bir anlamda yad etmenin yerini almalıdır. Hegel'de öteye geçme aklın daha yüksek bir düze­ yine taşımayı ifade ederken tekerrür, her şeyden önce, her tür akılcılıktan bağımsız olup nitelik olarak farklı bir konumdur. Fakat bu metin sadece eleştiri değildir. Aslında metinde çeşitli yad etme biçimlerinin ayrımı yapılır. Biri onu 'sahte · bir sonsuzluğa' götüren nostaljik bir kaçış hareketiyle salt geçmişe dönüktür; diğeri geçmişi kendinde toplamak olup içsellik için gerekli harekettir (Kierkegaard bu tasarımının 68

KIERl.f.GAARD

Hegel'de de olduğunu biliyor muydu?) Kierkegaard böylece yad etme ile belleği ayırır: "Yad etme kesinlikle hatırlamayla aynı şey değildir. Bir olayı bütün ayrıntılarıyla hatırlayabi­ liriz, ancak hatırladık diye yad etmiş olmayız. Bellek sadece geçici bir durumdur. Bellekle, yaşanmışlık yad etmenin tak­ disini almak için ortaya çıkar. Yaşamın farklı dönemleri in­ celendiğinde bu ayrım zaten açıktır. İhtiyar belleğini yitirir, bu genelde ilk yiten yetidir. Ancak şairane bir yönü vardır. Halkın hayalgücü onda tanrısal ilhamla canlanmış peygam­ beri görür. Fakat yad etme de en güçlü yönüdür. Ona şairin ileri görüşünü vererek onu destekleyen avuntudur. Bunun tersine çocuğun, nadir bir belleği vardır ve büyük bir kolay­ lığa sahiptir, fakat yad etme vergisinin zerresi yoktur." (Ha­ yat Yolunun Aşamaları, 'in vino veritas' Yad etmeye giriş.) Tekerrür metninde şiir de karşımıza çıkar. Yad etmenin kendisi gibi şiirin de müphem bir durumu vardır. Tutku-aşk gibi zamanı güzel bir imgede dondurup sabitler. Bu güzel imge de bir mumyalamadır. Ötekini belleğe hapseden tutku­ aşk'ın korkunç paradoksu mutluluğunu sevilen nesnenin 'ölümüne' borçlu olmasındadır. Belki de Kierkegaard kendi­ si de nişanlısı Regine Olsen'le ayrılarak yad-aşkın ölümcül niteliğinden kaçmaya çalışmıştır.

TEKERRÜR'

"[ ... ] Oldukça uzun bir süredir (en azından fırsat oldukça) şu soruyla uğraştım: Yeniden başlamak2 mümkün mü? Ne an­ lam ifade eder? Tekerrür edilen bir şey kazançlı mıdır, kaKierkegaard, La Reprise, trad. Nelly Viallaneix, GF-Flammarion, 2008, p. 6573. 2 Türkçe çevirisinin adında kullanılan 'tekerrür' sözcüğü tekrar etme anlamını verirken Fransızcada kullanılan 'la reprise sözcüğünde 'yeniden başlama' anlamı olduğundan ve öyküde de biten bir ilişkiye yeniden başlama ihtimali değerlendirildiğinden metinde her iki sözcük de kullanılmıştır. (Çev.) 1

BELLEX

yıpta mıdır? Birden aklıma şu geliyor: "Daha önce bir kez gittiğin Berlin'e gitmelisin. Yeniden başlamak mümkün mü, ne anlama gelebilir o zaman öğrenirsin." Evimde neredeyse sadece bu soru ile takılıp kalmıştım. isteyen istediğini söyle­ sin, sonunda modern felsefede çok önemli bir rol oynayacak, zira tekerrür, Yunanlarda anımsamanın (ya da yad etme) ifade ettiği şeyi anlatan kesin terim olacak. Eski Yunanlar her bilginin yeniden hatırlama olduğunu öğretiyordu. Aynı şekilde, yeni felsefe hayatın tamamının bir tekerrür [yeniden başlama] olduğunu öğretecektir. Bunu sezen tek modern fi­ lozof Leibniz'dir. Tekerrür ile yad etme aynı harekettir, fakat ters yönlere doğrudurlar. Çünkü yad ettiğimiz şey geçmişte olmuştur. Geriye doğru bir tekerrürdür. Halbuki alıştığımız anlamda tekerrür ileriye doğru bir yad etmedir. Bu yüzden tekerrür, eğer mümkünse, insanı mutlu eder, oysa yad etme mutsuz eder. Tabii yaşamak için kendine zaman tanıdığını, doğduğu dakikadan itibaren yeniden yaşamın dışına kaç­ mak için bir bahane (mesela bir şey unuttuğu bahanesi) ara­ madığını kabul edersek. Tek mutlu aşk, yadımızdaki aşktır, demişti bir yazar. Bu konuda kesinlikle haklı ancak yine de hatırlamak gerekir ki insanı en başta mutsuz eden de aynı aşktır. Aslında, tek mut­ lu aşk tekerrürdeki aşktır. Yad etmedeki aşkta olduğu gibi bunda da ne beklentinin kaygısı ne macera ile keşfetmenin endişesi vardır. Ayrıca yad etmenin tatlı melankolisi değil, anın mutlu kendinden eminliği vardır. Beklenti yepyeni, göz alıcı bir kıyafettir, kaskatı ve üstümüze fazla oturacak şekilde yapılmıştır. Ancak bir kez bile üstümüze giymemişizdir. O yüzden nasıl giyileceğini, yakışıp yakışmayacağını bilmeyiz. Yad etme ıskartaya çıkartılmış giysidir. Hala ne kadar gü­ zel olursa olsun artık denk gelmiyordur. Büyüdüğümüz için küçük geliyordur. Tekerrür yıpranmayan, yumuşacık ve tam bedene göre bir kıyafettir. Ne rahatsız eder ne de bol gelir. Beklenti ellerinizden kayıp giden alımlı bir genç kızdır. Yad etme güzel, yaşlı bir kadındır ancak gerektiği zaman yardım70

KIERKEGAARD

cı olmaz. Tekerrürse sevilen bir eştir, ondan hiç bıkmayız. Çünkü yalnızca yeni olandan bıkılır. Eskiden hiç bıkmayız ve karşımızdayken mutlu oluruz. Tek, gerçekten mutlu olan, tekerrürün yenilik getireceği yanılsamasıyla kendini kandır­ mayandır. Çünkü öyle olursa işte o zaman bıkarız. Umut etmek gençlere düşer, yad etmek gençlere. Fakat tekerrürü istemek cesaret gerektirir. Yalnızca umut etmek isteyen kor­ kaktır. Yalnızca yad etmek isteyen zevk düşkünüdür. Fakat tekerrürü isteyen erkektir. Öyle derin erkektir ki tekerrü­ rün sorumluluğunu daha da büyük bir enerjiyle üstlenmeyi bilmiştir. Halbuki yaşamın bir tekerrür olduğunu, yeniden başlamanın yaşamın güzelliği olduğunu kavrayamayan ken­ di kendini yargılamıştır. Başına gelecek olandan daha iyisini hak etmiyordur. Helak olacaktır. Çünkü beklenti ağız su­ landıran bir meyvedir ama doyurmaz. Yad etme ölüm dü­ şeğindeki için doyurmayan, acınası bir son lokmadır. Fakat tekerrür günlük ekmektir, karın doyuran bir nimettir. Va­ roluşu enine boyuna arşınladığımızda anlamaya cesaretimiz varsa yaşamın tadını çıkarmaktan zevk aldığımız bir teker­ rür olduğunu fark etmemiz gerekir. Yaşamaya başlamadan önce yaşamı enine boyuna anlamayan kişi asla yaşamaya başlayamaz. Anlayıp da yaşamdan bıkmış olanın yapısı sağlam değilmiş demektir. Ancak tekerrürü seçene gelince, işte o yaşar. Çocuk gibi kelebeklerin arkasından koşturmaz, dünyanın güzelliklerine bakmak için parmak ucunda yük­ selmez. Çünkü bunları biliyordur. Çıkrığında yad edişler döndüren yaşlı bir kadın gibi de kalmaz. Sakince yoluna devam eder, tekerrür sayesinde mutludur. Ne diyeyim? Te­ kerrür olmasa hayat ne olurdu? Zamanın her an üzerine ya geçmişi hatırlatan ya yeni bir yazı yazdığı kara tahta olmayı kim isteyebilir? Kim yeni, geçici, her zaman yeni­ lenen şeylerin ruhunu eyleyerek kendisini alt üst etmesini, ruhunu zayıflatmasını ister? Tanrı'nın kendisinin tekerrürü istememiş olduğunu varsayalım: O zaman dünya hiç var ol­ mazdı. Tanrı ya beklentinin kolay planlarını takip etmiş ya 71

BELLEK

da yadında saklamak için her şeyi belleğine geri çağırmış olurdu. Ama öyle yapmadı. Demek ki dünya tekerrür var olduğundan sürüp gitmeye devam ediyor. Tekerrür gerçek­ liktir, varoluşun ciddiyetidir.[...] Tek mutlu aşk, yadımızdaki aşktır, demişti, bildiğim kadarıyla bazen biraz yanıltıcı olabilen bir yazar. Söyledi­ ğiyle düşündüğü birbirini tutmuyor değil. Ancak düşünce­ sini öyle uç noktalara götürmektedir ki bahsettiği şey aynı enerjiyle kavranamadığından bir an sonra çok farklı bir şey­ miş gibi görünmektedir. Öylece önümüze sunulmuş bu özlü sözü kolaylıkla onaylama eğilimimiz vardır. Ancak şunu unutuyoruz ki bu söz çok derin bir melankolinin ifadesidir ve böylesi kara bir ruh hali kolay bir tekerlemeye çevirince daha iyi ifade edilmiş olmaz. Bir yıl kadar önce, daha önce sıkça karşılaştığım genç bir adam ciddi ciddi dikkatimi celbediyordu. [ ... ] Yaklaşık bir yıl önce benim evime kendinden geçmiş bir halde geldi­ ğinde ilişkimiz işte böyleydi. [ ... ] Yürüyüşü her zamankin­ den daha dinamik, yüzü daha yakışıklı, ışık saçan kocaman gözlerinin bebekleri büyümüştü. Özetle başka bir görünü­ me bürünmüştü. [ ... ) Bu genç adam sırılsıklam aşıktı, belli ki tutkuyla aşıktı. Ancak yine de aşkının ilk günlerinden itibaren kendini hatırlayabiliyordu. Derinlerde bir yerde bu hikayeyi çoktan bitirmişti. Başlarken öyle korkunç bir adım atmıştı ki hayatın üstünden atlamış geçmişti. Genç kız yarın ölse diye düşünüyordum, onun için çok da büyük bir şey değişmez. Kendini yine şu sandalyenin üstüne atar, gözleri yine yaşlarla dolar. Yine şairane sözlerine başlar. Ne tuhaf bir diyalektik! Kızı özlüyor, bütün gün gözü kapıda beklememek için kendini zor tutuyor. Oysa bu hikayenin ilk anından itibaren ihtiyar bir adama dönüştü. Ortada bir yanlış anlaşılma olmalı. Uzun zamandır hiçbir şey beni bu sahne kadar etkilemedi. Bahtsızlığın bu genç adamı pusuda beklediğine hiç şüphe yok. Her ne kadar ne biçimde meyda­ na geleceğini hemen öngörmek mümkün değilse bile, genç 72

K JERX.EGAAJU>

kızı da beklediği bir o kadar aşikar. Bununla birlikte şurası kesin ki yad edişe göre aşka dair yazılar kaleme alacak birisi varsa o bizim delikanlı aşıktır. Yadın kayıpla başlamak gibi büyük bir avantajı vardır. Böylece kaybedecek bir şeyi ol­ madığından, güvendedir. [ ...] Tutku-aşk'ın şafağında, daha ilk saatlerinden itibaren şimdi ile gelecek ebedi bir ifade elde etmek için yarışa girerler. Fakat yad etme tam olarak sonsuzluğun şimdiye doğru geri akışını oluşturur. Pek tabii bu yad etmenin sağlıklı olması koşuluyla. [...] llerleyen on beş gün içinde zaman zaman evime geldi. Yanlış anlamayı kendisi de fark etmeye başlamıştı. Bayıldığı genç kadın ar­ tık neredeyse onun için bir yüktü. Yine de sevdiğiceğiydi, sevdiği tek ve biricik kadındı, sevmeyi istediği tek ve biricik insan oydu. Fakat bir yandan da onu sevmiyordu, çünkü arkasından onu özlemekle yetiniyordu. Tüm bunlar olurken içinde dikkate değer bir değişiklik meydana gelmekteydi. Hiç tahmin edemeyeceğim kadar büyük bir şiir ilhamı uyan­ dı. O an her şeyi, zorlanmadan anladım. Genç kız değildi sevdiği. Şiirin içinde doğması için bir vesileydi o. Kız onu şair yapıyordu. Bu yüzden hiç unutmadan, hiç başka birisini sevmek istemeden sadece onu sevebilirdi. Tek yapabileceği kızın arkasından, sürekli özlem çekmekti. Kız onunla bir­ likte, onun varlığının özüne karışıp gitmişti. Hatırası onda sonsuza dek yeni kalacaktı. Kız onun için çok değerliydi: Onu şair yapmıştı. Fakat aynı şair yaparak kendi ölüm fer­ manını imzalamıştı. " 3

1

Karşılaştırılan metin: Soren Kierkegaard, Tekerrür: Deneysel Psikoloiiye Tehlikeli Bir Teşebbüs, çev. Zeynep Talay, Pinhan Yayıncılık, İstanbul 2014. (Çev.)

73

6 NIETZSCHE BELLEK TÜRETİR VE SEÇER

u alıntılarda yapılan, Nietzsche'nin sıkça yaptığı gibi, felsefi soruları -fizyoloji, filoloji gibi- bazı bilimlerin eleştirel süzgecinden geçirerek onlara yeni bir anlam vermek suretiyle tekrar yorumlamaktır. Darwinciliğin soyaçekime dayanan bir biyoloji teorisi olduğu inkar edilemez. Fakat Nietzsche "En küçük hücre bile artık organik geçmişin mirasçısıdır." dediğinde soya­ çekim mirasını yalnızca biyolojik anlamda anlamaz. Yaşa­ mı sadece, adaptasyonla evrilen formların art arda gelmesi olarak görmeyi reddederek Darwincilerin tasarımına yeni­ lik getirir. Ona göre evet bellek seçicidir ama Darwincilerin anladığı anlamda değil. Canlının içindeki yaşamsal gücün niteliğini, kuvvetini sırf bulunduğu ortamla ilişkisi lehine gerçekten de göz ardı ediyorlar: "'Dış etmenler'in etkisi Darwin tarafından fazlaca abartılmıştır. Yaşamsal sürecin temeli tam da 'dış etmenleri' kullanarak, onlardan yarar­ lanarak 'içeriden' formlar oluşturan bu devasa oluşturma gücüdür" ( Güç istenci I, s. 240). Dolayısıyla bellek iki farklı yönde anlaşılmalıdır. Orga­ nik geçmişin özeti olan 'üreme' gibi bellek de insanın geçmi­ şin güçlerini biriktirmesini sağlar: "Deneyimler biriktirir." Halbuki Nietzsche için hiçbir zaman, buradaki bu açıkça edilgen işlevde bile, safi bir alım, safi bir kaydetme hali yok­ tur. Yaşanı bu daimi çalışmanın içinde zaten etkindir, zaten 'tinse/'dir: "Kişi ondan önceki tüm yaşamın özetlendiği çiz-

B

74

NJETZSCHE

gidir, sonuç değildir" (Güç lstenci II, s. 462). Fakat belleğin etkin, tam anlamıyla seçici bir boyutu da vardır. Bu boyu­ tuyla deneyimlerini, onlardan kavram birimiyle karşılaştırı­ labilir bir birim üretmek için basitleştirir. Özellikle yapılması gereken, beJleği bilimsel psikolojiyle modern biyolojinin ya beyinde ya soyaçekimde konumlan­ dıran sabit bakış açısından çıkarmaktır. Belleğin belli bir organı yoktur. Bellek bütün bir bedenin bütün bir geçmişe dayanabilme yetisidir. Nasıl da güç istencinin koşullarından biri olduğu görülüyor. Bilinçaltını bireysel oluşumun sürekli ve kalıcı bir etkinliği olarak düşünmek koşuluyla, bellek bi­ liçaltının bir adıdır. Üst insan en seçici belleğe sahip olandır: "Çok yaşamak, geçmiş pek çok şeyi yeniden yaşayarak ya­ şamak, kendi deneyimimizle başkalarınınkinin bir olduğu­ nu hissetmek. işte insanı üst insan yapan budur. Ben buna 'yekun' diyorum." (age.) Demek ki Nietzsche'de başlıca me­ sele, bilinen anlamıyla biyolojik değil 'ahlaki'dir.

Güç İSTENCİ'

,, 97. Duyuların her değerlendirmesinde, canlılara ilişkin tüm tarih öncesi dönem işin içine girer. Örneğin "Bu yeşil." den­ diğinde içgüdüdeki belleğin rolü, mantıki sürece benzer bir çeşit soyutlama ve basitleştirmeyi içerir. Önemli olan altı birçok kez çizilmiş olandır fakat en zayıf çizgiler bile kalır. Canlılar aleminde unutma yoktur, yaşanmışlığı bir çeşit sin­ dirme vardır. 98. Her canlı varlık canlı olmayandan deneyim biriktir­ me yönüyle ayrılır ve yaptıklarında hiçbir zaman kendiy1.e benzer değildir. Canlı yaşamın doğasını anlamak için en ' Nietzsche, La Volonte de puissance I, trad. Genevieve Bianquis, Gallirnard, 1995, p. 251-252, 263-264,269,293,307 et 327.

75

BELLE&:

indirgenmiş formunu en ilkel formu olarak almaktan ka­ çınmalıdır. Aksine artık en küçük hücre canlı yaşamın tüm geçmişinin mirasçısıdır. 99. Bellegin her canlı varlıkta bir çeşit ruh oldugunu farz ediyorum. Buradaki aygıt öyle inceliklidir ki bize yokmuş gibi görünür. Haeckel'in çılgınlığı iki embriyonun özdeş olduğunu varsaymaktır! Küçüklüklerinin bizi aldatmasına izin vermemeli. Canlı yaşam bir oluşun sonucu değildir. 100. Senin her eyleminde oluşun tarihinin tamamının kısaca tekrarlandığını bilmiyor musun? 101. Sayısız deneyimi basitleştirip özetleyerek genel ilkeler haline getiren faaliyetle içinde tüm geçmişin bir özetini taşı­ yan üreme hücresi arasında bir benzerlik kurulabilir. Aynısı yaratıcı düşünceden bir biçim çekip çıkaran sanat işiyle bir düşünceyi tamamlamayı ve devam etmeyi, tüm geçmiş ha­ yata hatırlamayla erişmeyi, geçmişi tasavvur edip ona vücut vermeyi kapsayan organizmanın evrimi arasında da vardır. Özetle görünür canlı yaşamla görünmez yaratıcı etkinlik ve yaratıcı düşünce bir paralellik sergiler. Bu parellelliği ka­ nıtlamanın en kolay yolu 'sanat eseri' üzerinden yapmaktır. Ne dereceye kadar düşünce, tümdengelimsel akıl yürütme ve mantık dış etkinlikler olarak düşünülebilirler? Ne derece­ ye kadar çok daha derin ve temel olguların belirtileri olarak düşünülebilirler? 129. Bellekle ilgili fikirlerimizi yeniden gözden geçirmeliyiz. Bellek, canlı yaşamın tüm deneyimleriyle, canlı deneyimler yığınından ibarettir. Bunlar kendi aralarında sıralanır, kar­ şılıklı eylemlerle birbirini oluşturur, birbirleriyle mücadele ederler: Olguları pek çok birim halinde basitleştirir, özetler ve dönüştürürler. Burada illaki, pek çok münferit durum­ dan bir kavram çıkarımı yaptığımızda olana benzer bir sü-

N!ETZ.SCHE

reç olur. Durup usanmadan feri özellikleri göz ardı ederek içlerinden temel olguları çekip çıkarır, altlarını çizeriz. Bir şey belleğe münferit olgu sıfatıyla geri çağırabildiği süre­ ce bütünün içinde erimemiş demektir. En yeni deneyimler halen yüzeyde yüzmektedir. Eğilim, tiksinti vs. hisler semp­ tomlardır, birimlerin önceden oluşturulduğunu gösterir. Hani şu 'içgüdülerimiz' dediğimiz şeyler böylesi yapılardır. En yüzeysel olan şey, düşüncelerdir. Anlaşılmaz bir biçimde meydana gelen ve kendini gösteren öznel yargılar daha deri­ ne gider. Zevk ve acı nesnel yargıların etkisidir ve içgüdüler tarafından düzenlenir. 147. Kimbilir belki de sözümona 'bildiklerimizin' kökenini, sadece, benliğimize derinlemesine işlemesiyle temellerimizi oluşturmuş olan eski öznel yargılarda aramak gerekmez mi? Öyle ki, yalnızca en eski gereksinimlerin sonuçlarıyla mü­ cadele eden en yeni gereksinimler midir söz konusu olan? Dünya nasıl görülüyor, duyuluyor, açıklanıyorsa canlı ya­ şam öyle bir yorumlamanın görüş açısında sürüp gider. in­ san yalnızca bir birey değil, verilmiş belli bir çizgide devam edip giden canlı bir bütündür. insan sürüp gittiğindendir ki (durmadan değişikliklere uğrasa da) belli bir tür yorumun da sürüp gittiği, yorum sisteminin değişmediği kanıtlanır. 'Adaptasyon', 'memnuniyetsizliğimiz', 'idealimiz' vs. belki de benimsediğimiz bu yorum kesitinin ve perspektivist bakış açımızın sonucudur: Belki de canlı yaşamın sonu yok olup gitmektir. Tıpkı organizmalarda işbölümünün, onu oluştu­ ran bölümlerin zayıflamasına ve güçten düşmesine yol açıp sonunda bütünü ölüme götürmesi gibi. Üst düzey formlarda dahi olsa canlı yaşamın yıkımı, aynen bireyin yıkımı gibi olsa gerektir. 207. Ebeveynlerimiz büyümelerini bizde tamamlarlar. Geç edinilmiş olup embriyoda halen bulunan niteliklerinin za-

77

BELLEK

mana ihtiyacı vardır. Babamızın olgunluk dönemindeki ni­ teliklerini biz kendimiz olgunluğa ulaştığımızda öğreniriz. 208. Benim teorim şu: İnsan her bir ediminde psişik yaşa­ mın tüm evrimini yineler. Duyuların algılanması zaten bi­ rer edimdir. Bir şeyin algılanması için öncelikle uyarılmayı alacak, onu eyleme geçirecek, onu uyarılma olarak kendine uydurup değiştirecek etkin bir gücün işlemesi gerekir. 246. Belleğe özgü bir organ yoktur. Tüm sinirler, mesela bacaktakiler, önceki deneyimlerini hatırlarlar. Her sözcük, her sayı fiziki bir olgunun sonucudur ve sinirlerin içinde bir yerlerde sabitlenmiştir. Sinirlerin özümsediği her şey sinirle­ rin içinde yaşamaya devam eder. Duygusal dalgalar, bu ya­ şamın bilinç düzeyine geldiği ve bizim hatırladığımız doruk noktalarıdır. 295. Her alanı denklemler yoluyla çalışan mantıktan önce özdeşleşme ve benzetme yapmanın hüküm sürmesi gerek­ miştir. Bunlar bugün halen hüküm sürerler ve mantıklı dü­ şüncenin kendisi de sürekli bir benzetme yapmanın, özdeş durumları fark etmek istemenin bir aracıdır. Doğası ne olursa olsun 'belleğimiz' daha önemli şeyleri belirlemek için karşılaştırma yaparken bize yardımcı olabi­ lir. Canlı varlıkların sahip oldukları tarihöncesi nispetinde, her canlı varlığın evrimi tüm tarih öncesi çağlarına ait ha­ kikaten muhteşem bir belleği gösterir. Bu bellek üretkendir. Yeni formlardan ziyade ilkel, kökleşmiş formlar üretir. Ge­ riye doğru gider ama sanılacağı gibi bunu en yeni deneyim­ den en eskisine doğru adım adım gerileyerek değil, aksine, önce yeni ve taze olan izlenimleri göz ardı etmek suretiyle yapar... Burada hüküm süren tuhaf bir keyfilik var: Tüm felsefi zorluklarda yardıma çağırdığımız 'ruh' dahi burada hiçbir şeyi açıklayamaz. En azından bu kişinin ruhu değil­ dir, ancak belli bir canlı dizisinin tüm evrimini yöneten bir çeşit daimi ruhtur. Üstelik her şey değil de yalnızca temel

NIE17.SCHE

formlar üretildiğinden, her bellekte bir araya toplama, ba­ sitleştirme ve indirgemeyle uğraşan bir düşünce etkinliği olduğunu varsaymak gerekir. Özetle !,u, bilinçten yola çı­ karak 'mantık' adını verdiğimiz şeye benzer. Peki, yaşanmış her şeyin böyle yeniden üretilmesi nereye kadar gidebilir? Zincirleme duyumsama ve düşünceler oluşturmaya kadar gidecektir illaki. Ama o halde Locke'un buraya kattığı 'do­ ğuştan gelen ideler' hakkında ne düşüneceğiz? Kuşkusuz bu düşüncede, bazı idelerin doğuştan olmasındakinden daha çok gerçeklik payı vardır. 'Doğuştan' sözcüğüyle vurgula­ nanın doğma eylemi olmaması koşuluyla elbet."ı

Karşılaştırılan metin: Friedrich Nietzsche, Güç istenci, Bütün Degerleri Degiştiriş Denemesi, çev. Sedat Umran, Birey Yayıncılık, lstanbul 2002. (Çev.)

79

7 BERGSON ALIŞKANLIK BELLEGİ VE İMGE BELLEK

B

ergson'a göre bilim sadece bir yönünü gözlemlemek sure­ tiyle 'muhteşem belleği' kaçırmaktadır. Madde ve Bellek beyni bellek organı yapan, hatta sonunda ruhun bulunduğu organ da sayan bilimsel psikolojinin eleştirel bir çözümleme­ si üzerine kurulmuştur. Oysa Bergson beynin tasavvurları tam anlamıyla depolama kabiliyeti olmadığını göstermeye uğraşır. Maddi ve bedensel olan her şey gibi beyin de tama­ men eyleme dönüktür. Ezberlenen ders örneğini ele alalım. Kadim bir örnek­ tir: Eski Yunan'da -özellikle Aristoteles ve Plotinos- tara­ fından kullanıldığını görürüz. Aziz Augustinus da özellikle ltiraflar'da bu örneği kullanır. Bu eserde, ezberden okuma sürecinde ruhun geçmişle gelecek arasında biteviye geri­ li (distentio animi) kaldığını göstermek için kullanılmıştır. Bergson ise "Dersimi biliyorum." demeye yarayacak genel bir dersin ezberlenmesi işiyle, örneğin o öğrenmek istediğim dersi okurkenki bir anıyı hatırlama arasındaki farkla ilgi­ lenmiştir. Psikologlar iki belleği birbirine karıştırırlar: Bey­ nin eylemiyle -dersin öğrenilmesi süreci- bir işleyişi kayde­ den bellek ile yaşamımdaki belli bir olaya gitmemi sağlayan tasavvur-belleği. Yalnızca bu ikinci bellek zamansaldır. Bir yetkinliğin edinilmesi değildir. Yaşanmış geçmişe dalıp orada kendiyle buluşma gücüdür. Gerçek bellek, bizzat zamanın de­ rinliğini kavramak için her zaman eyleme dönük olan şimdiyi terk edebilme kapasitesidir. Yahut şöyle de denebilir: Kendini 80

8E!lGSON

durmadan düşüncemle eylemin şimdiki anı arasındaki uy­ gunlukla uğraşan yüzeydeki varlık değil de, derindeki varlık olarak kavramaktır. Bu iki bellek arasındaki fark doğasından kaynaklı bir farklılıktır, derece farklılığı değildir. (Yalnızca derecelerle akıl yürütmeyi bilmek bilime özgüdür.} Hatta ya­ şanmış zaman olan, tamamen niceliksel suretteki süre ile 'za­ manlaştırılmış' uzamdan başka bir şey olmayan fizikçilerin zamanı arasında da doğasından kaynaklı bir fark vardır. Ancak sadece iki bellek arasındaki farka odaklanmamak gerekir. Bergson, Madde ve Bellek'in daha ileriki sayfala­ rında meşhur koni imgesiyle iki belleğin bağlantısını anla­ manın da bir o kadar önemli olduğunu gösteriyor. Koninin özelliği, alt kısmı en uzak geçmişi, tepesiyse bedenin eylem içinde bulunmasını temsil eden geometrik bir şekil olma­ sıdır: "Alışkanlık tarafından düzenlenmiş duyusal-motor sistemler bütününden oluşan beden belleği neredeyse anlık bir bellektir ve temelini geçmişin gerçek belleği oluşturur" (Madde ve Bellek, Bölüm III, s. 201 }. Gelgelelim oldukça hatırı sayılır bir felsefi sorun vardır: Nasıl bütün geçmişin bu şekilde saklandığını düşünmeli ve ona kendimize güven­ diğimiz gibi güvenebileceğimizden nasıl emin olmalı?

MADDE VE BELLEK'

,, Ezberlenerek öğrenilen dersin anısında bir alışkanlığın tüm özellikleri vardır. Alışkanlıklar gibi o da aynı çabanın tek­ rarlanmasıyla edinilir. Alışkanlıklar gibi eylemin bütünü­ nün önce parçalara ayrılmasını sonra tekrar birleştirilmesini gerektirmiştir. En sonunda da, bedenin alıştığı tüm egzer­ sizler gibi, baştaki bir itkinin sarstığı düzenek içinde aynı

1

Bergson, Matiere et mıimoire, chap. il, ed. Denis Forest, GF-Flammarion, 1982, p. 121-126. 81

BELLEK

sırayla birbirini takip eden ve aynı zamanı alan otomatik hareketlerden oluşan kapalı bir sistemde depolanmıştır. Tersine, böylesi özel bir okumanın, örneğin ikinci veya üçüncü okuyuşun anısı alışkanlığın hiçbir özelliğine sahip değildir. lmge ilk seferinde illaki belleğe yerleşmiştir, çünkü farklı okumalar tanımı gereği farklı anılar oluşturur. Yaşa­ mımdaki bir olay gibi, özü gereği gerçekleştiği bir tarih vardır ve dolayısıyla yinelenemez. Sonraki okumalarda eklenen her şey ancak doğal niteliğinde değişiklik yapacaktır. Eğer daha sık yineledikçe bu imgeyi anımsamak için harcadığım çaba daha da azalıyorsa, imgenin kendisi, kendi başına düşünüldü­ ğünde ister istemez baştan beri hep ileride olacağı şeymiştir. En azından, bu iki anının yani okuma ile dersin anıları­ nın birbirlerinden ancak aşağı yukarı farklı oldukları, her okumada art arda gelişen imgelerin birbirlerini tamamla­ dıkları ve ders bir kez öğrenildiğinde bunun diğer tüm im­ gelerin örtüşmesi sonucu oluşan birleşik bir imgeden başka bir şey olmadığı söylenebilir mi? Art arda yapılan okuma­ ların her birinin bir öncekinden özellikle dersin daha iyi öğ­ renilmesi bakımından farklılaştığı tartışmasızdır. Fakat şu da kesindir ki, bunların her biri daha iyi öğrenilen bir ders olarak değil de, sürekli yenilenen bir okuma olarak düşü­ nüldüğünde kendi kendine kesinlikle yeterli olup meydana geldiği haliyle kalıcı olur, ona eşlik eden tüm algılarla birlik­ te benim hikayemin indirgenemez bir anını oluşturur. Hatta biraz daha ileri gidip bilincimiz bize bu iki tür anı arasın­ daki derin bir farklılığı, niteliklerinden gelen bir farklılığı gösteriyor bile diyebiliriz. Böylesi belirli bir okumanın anısı bir tasavvurdur, yalnızca bir tasavvur. Zihnin istediğim gibi uzatıp kısaltabileceğim bir sezgisine bağlıdır. Ona keyfiyen bir süre biçerim. Bir tablodaki gibi ona birden sarılmamı engelleyen hiçbir şey yoktur. Tersine, öğrenilen dersin anısı, bu dersi içimden tekrarlamakla yetinsem bile gayet belirli bir zaman gerektirir: Bu, gerekli tüm art arda eklemlenme hare­ ketlerini, yalnızca imgelemde de olsa, tek tek oluşturmak için

BıntGSON

gereken zamanla aynıdır. Yani artık bu tasavvur değildir, ey­ lemdir. Gerçekten de ders bir kez öğrenildiğinde aslını ve geç­ mişte nerede sınıflandırıldığını ele veren hiçbir iz taşımaz. Yü­ rüme ve yazma alışkanlığım gibi o da bugünümün bir parçası olur. Tasavvur edilmekten ziyade yaşanan, 'eylenen' bir şey olur. Öğrenmemi sağlayan art arda okumaları, bir o kadar da tasavvuru anmak hoşuma gitmiyorsa doğuştan geldiğine inanabilirim. Demek ki bu tasavvurlar ondan bağımsızdır ve öğrenilip ezberden okunan dersten önce geldiklerinden ders bir kere öğrenildi mi o da bu tasavvurları gözden çıkarabilir. Bu temel ayrımı sonuna kadar götürerek teorik olarak ayrı iki bellek hayal edilebilirdi. tiki günlük yaşamımızın tüm olaylarını, meydana geldikçe anı-imge biçiminde birik­ tirir; hiçbir ayrıntıyı göz ardı etmezdi. Her olayı, her hare­ keti yeriyle ve tarihiyle kaydederdi. Herhangi bir yararlılık ya da uygulamada kolaylık hesabı yapmaksızın sırf doğal bir gereklilik olarak geçmişi biriktirirdi. Sayesinde, daha önce hissedilmiş bir algının zekayla yahut daha ziyade zihin yoluyla tanınması mümkün olurdu. Belli bir imgeyi aramak için geçmiş yaşamımızın yokuşunu her tırmandığımızda ona sığınırdık. Ancak her algılama doğan bir eylem olarak sürüp gider. Bir defa algılanan imgeler bu bellekte sabitlenip sıra­ landıkça onları sürdüren hareketler organizmada değişik­ likler yapar, bedende eyleme geçmeye hazır yeni düzenek­ ler yaratır. Böylece çok farklı türde bir deneyim oluşarak bedene kullanılmaya hazır düzenekler dizisi yerleştirir. Bu düzenekler dışarıdan gelen uyaranlara karşı gittikçe daha çok ve daha çeşitli tepkilerle donatılmış olup sayısı durmadan ar­ tan olası sorulara hazır cevapları vardır. Biz bu düzeneklerin bilincine devreye girdikleri zaman varırız. Bütün bir geçmişin şimdide birikmiş çabalarına dair bu bilinç de yine bir bel­ lektir, ancak ilkinden tamamen farklı, hep eyleme yönelik, şimdide yerleşik ve sadece geleceğe bakan bir bellektir. Geç­ mişten getirdiği tek şey biriken çabaları temsil eden, zekice düzenlenmiş hareketlerdir. Bilinç geçmişin bu çabalarını on-

!arı çağrıştıran anı-imgelerde değil, halihazırdaki hareketlerin gerçekleşmesini sağlayan sıkı düzende ve sistematik oluşunda bulur. Doğrusunu söylemek gerekirse artık bize geçmişimi­ zi sunmaz, onu bize oynar, sahneler. Hala bellek adını hak ediyorsa bu eski imgeleri sakladığından değil, onların yararlı etkisini şimdiye kadar sürdürmesindendir. Biri hayal eden, öteki yineleyen bu iki bellekten ikinci­ si birincisinin yerine geçer, hatta çoğu zaman birincisiymiş yanılsamasını yaratır. Köpek sahibini neşeyle havlayarak ve sürtünerek karşıladığında onu tanıdığına hiç kuşku yok­ tur. Fakat bu tanıma, geçmişteki bir imgenin hatırlanması ve bu imgenin şimdiki algıyla ilişkilendirilmesi midir? Bu daha ziyade, hayvanın bedeninin benimsediği özel bir tutu­ ma, sahibiyle arasındaki samimi ilişkinin onda yavaş yavaş oluşturduğu ve şimdi ancak sahibini algıladığında mekanik olarak ortaya çıkan bir tutuma dair bilinç değil midir? Faz­ la ileriye gitmeyelim! Belki hayvanda da geçmişin belirsiz imgeleri şimdinin algısına taşıyordur; hatta bilincinde tüm geçmişinin sanal olarak resmolunduğunu dahi düşünebili­ riz. Fakat bu geçmiş onu, pek hoşuna giden şimdiki zaman­ dan koparacak kadar çok ilgilendirmez. Sahibini tanıması düşünülmüş bir şey olmaktan ziyade yaşarırnışlıktan olsa gerektir. Geçmişi imge biçiminde anmak için, şimdiki ey­ lemden soyutlanabilmek gerekir. Yararsız olana değer atfetmeyi bilmek, hayal edebilmek gerekir. Bu tür bir çabayı belki yalnızca insan gösterebilir. Bu şekilde tırmanıp vardığımız geçmiş kaygan olabilir. San­ ki bu geriye dönük bellek, daha doğal olup ileriye yönelik hareketiyle bizi eylemeye ve yaşamaya iten öteki bellekten tedirgin olmuşçasına elimizden her an kaçıverecek gibi­ dir. Psikologlar anıdan, kasılmış bir kıvrım, tekrarlandık­ ça daha da derine kazınan bir izlenim olarak bahsederken anılarımızın büyük çoğunluğunun yaşamımızdaki olaylara ve ayrıntılara dair olduğunu; bunların özünün bir tarihte gerçekleşmiş olmalarına, dolayısıyla bir daha asla tekrar-

8ERGS0N

!anmayacak olmalarına dayandığını unuturlar. Kendi isteği­ mizle, tekrar ederek edindiğimiz anılar enderdir, istisnadır. Tersine, kendi türlerinde tek olan olgu ve imgelerin bellekçe kaydedilmesi, süre boyunca her an devam eder. Fakat ög­ renilmiş anılar en yararlı olanlar olduğundan bunları daha çok fark ederiz. Bu anıların aynı çabayı sarf ederek tekrar yoluyla öğrenilmesi, alışkanlığın o önceden tanıdık süreci­ ne benzediğinden bu tür anıları önplana çıkarıp model-anı derecesine yükseltmeyi, böylece kendiliğinden gelen anının içinde sadece aynı olgunun doğuşunu, yani ezbere öğrenilen bir dersin başlangıcını görmeyi tercih ederiz. Fakat yinele­ me yoluyla oluşması gereken şeyle özü gereği yineleneme­ yen şey arasındaki farkın çok temel bir fark olduğunu kabul etmemek mümkün mü? Kendiliğinden gelen anı, en baştan itibaren mükemmeldir. Zaman, onun imgesine doğallığını bozmadan bir şey ekleyemez. Bellek için yerini ve tarihini koruyacaktır. Bunun aksine, ders daha iyi öğrenildikçe öğ­ renilen an zamanın dışına çıkacak, giderek daha gayrişahsi, giderek bizim geçmiş yaşamımıza daha yabancı olacaktır. Demek ki yinelemenin hiçbir şekilde kendiliğinden gelen anıyı öğrenilen anıya dönüştürme etkisi yoktur. Yinelemenin rolü en basitinden, kendiliğinden gelen anıyı oluşturan hareketleri giderek daha fazla kullanarak bunları kendi aralarında düzenleyip bir mekanizma oluş­ turmak suretiyle bedensel bir alışkanlık yaratmaktır. Zaten bu alışkanlık sırf onu edindiğimi hatırladığım için anıdır. Kendiliğinden belleğe, yani olayları tarihlendirip sadece bir kez kaydeden belleğe başvurduğum içindir ki o alışkanlığı edindiğimi hatırlarım. Ayrımını yaptığımız bu iki bellekten birincisi en mükemmel bellek gibi görünmektedir. Psikolog­ ların genelde incelediği ikincisi, bellek olmaktan çok bellek tarafından ışık tutulan alışkanlıktır."• 1

Karşılaştırılan metin: Henri Bergson, Ergüden, Ankara 2020, s. 61. (Çev.)

Madde ve Bellek, Fol Kitap, çev. Işık

8 fREUD BELLEGİN KORUNMASI

uyurun size 'fantastik' bir varsayım: Geçmişi arkeoloji üzerinden düşünme imgesini olabildiğince ileriye götü­ rerek şehrin bütün arkeolojik katmanlarının aynı anda gö­ ründüğünü varsayın. Sonuçta, geçmişin ruhsal alanda bütün olarak saklanmasını da böyle hayal etmek gerekir. Kendisine bakınca genelde 19. yüzyılın bilimciliğinin sağlam bir temsil­ cisini gördüğümüz Freud cüretkar hipotezlere, deney düzle­ mini aşan öngörülere aşinadır. Oldukça tuhaf, hatta ilk başta saçmalık gibi görünebilecek kurgulara atılmakta tereddüt et­ mez. Haz llkesinin Ötesinde (1920) adlı eserinde 'ölüm dür­ tüsü' hipoteziyle ilgili şöyle der: "Bana burada geliştirdiğim hipotezlere inanıp inanmadığımı, bunlara ne kadar ikna ol­ duğumu sorabilirsiniz. Cevabım şu olur: Ben kendim de ikna olmadım ve başkalarından da inanmalarını beklemiyorum." Arkeoloji metaforu ilk başta psişik izlerin tamamen sak­ lanmasının muhteşem bir görüntüsünü oluşturmayı sağlar. Tabii ki elimizde böylesi bir saklamanın kanıtı yoktur. Her şeyden önce burada söz konusu olan, psikanalistin çalış­ masının özelliklerinin farkına varmamıza imkan verecek bir işleyiş hipotezidir. Freud'un psikanalitik tekniğe ilişkin son büyük makalesi olan ve tedavi sürecinin koyduğu hedefi saptayan "Analizde lnşalar"da (1937) bu gayet net görü­ lür: "Bizim istediğimiz, hastanın unuttuğu yıllarının güve­ nilir bir resmi; tüm temel parçalarının eksiksiz olduğu bir görüntüdür." Burada sözü edilen, bastırılmış şeylerin geri

B

86

fREUD

dönüşünden ziyade bizzat geçmişin yeniden inşasıdır ve bu­ gün pek az psikanalist böyle bir hedef belirler. Oysa, der Freud, bunların hiçbirini kendi yaşamamış olan psikana­ listin işi inşa etmektir. "Ya da •yeniden inşa etmek' ifadesi tercih edilecekse öyle diyelim. Bu, geçmişten kalmış, yıkıl­ mış ve toprağa gömülmüş bir evi yahut eski bir anıtı top­ raktan çıkaran arkeoloğun işiyle derin benzerlikler gösteren bir çalışmadır." Ancak, somut tarihten farklı olarak psişizm canlıdır: "Önemli olanlar tamamen saklanmıştır. Tamamen unutulmuş görünenler bile bir şekilde, bir yerlerde varlığını sürdürmektedir ama gömülüdür, kişinin erişimine kapalıdır. Bilindiği üzere, psişik herhangi bir yapının toptan bir yıkıma uğramış olması pek mümkün değildir." Şu halde şimdi bu fantastik imgenin anlamı daha iyi an­ laşılıyor. Bilinçaltı, alışıldık anlamıyla bellek ile aynı şey de­ ğildir, çünkü sürekli dönüşümlerin -her tür bastırma, yer değiştirme ve çarpıtmanın- olduğu yerdir. Halbuki tedavi­ nin bir anlamı olması için bu bilinçaltı işlemlerden hiçbir şe­ yin kaybolmaması gerekir. Arkeoloji metaforunun sınırı işte buradadır. Sadece mekan ve zaman arasındaki fark değil, daha derin bir şekilde saklamayla sürekli değiştirme arasın­ daki fark da işin içine girer.

UYGARLICIN HUZURSUZLUCU 1

,, Benlik en başta her şeyi içerir, daha sonra kendinden bir dış dünya kesip çıkarır. Yani şimdiki benlik hissimiz, benlik­ le onu çevreleyen dünya arasındaki daha samimi bir bağa denk gelen, daha da kapsayıcı olan hatta her şeyi saran bir duygunun ecüş bücüş bir kalıntısıdır. Bu ilk benlik duygusu­ nun pek çok insanın ruh dünyasında -az ya da çok orandaFreud, Le Ma/aise dans la cu/ture, trad. Dorian Astor, GF-Flammarion, 201 O, p. 78-83.

8ELLEK

kaldığı varsayımını yapmamıza müsaade edilirse, bu duy­ gu olgunluktaki sınırları daha dar ve belirgin olan benlik duygusunun yanı başında, onun bir eşi gibi yerini alacaktır. Buna uygun düşecek imgeler de sınırların yokluğu, Bütün'le bir bağ gibi, dostumun 'okyanusvari' duygu terimiyle açık­ ladığı imgelerin aynısı olacaktır. Peki, en baştaki halin, son­ radan dönüştüğü şeyin yanında sürüp gittiği varsayımını yapmaya hakkımız var mıdır? Kuşkusuz vardır. Böylesi bir durum ne ruha dair alanda ne başka alanlarda kimseyi şaşırtmaz. Hayvanlar konusunda en gelişmiş türlerin en aşağı türlerden geldiği varsayımına sıkı sıkıya inanıyoruz. Oysa bugün hala canlı varlıklar arasında bütün basit yaşam biçimleriyle karşılaşıyoruz. Dinozorların türü tükendi ve yerini memelilere bıraktı, ancak bu türün gerçek bir temsilcisi olan timsah hala bizimle birlikte yaşa­ maktadır. Bu belki fazla uzak bir benzetme olabilir. Üstelik yaşamaya devam eden aşağı türler çoğu zaman şu an yaşayan yüksek türlerin gerçek ataları olmadığından benzetmeyi eğ­ reti kılıyor. Genel kurala göre, milyonlarca ara tür kaybolup gitmiştir ve ancak parçaların yeniden birleştirilmesi yoluyla bilinirler. Tam tersine, ruhsal alanda ilkel olanın, kendisin­ den gelerek değişiklik geçirmiş olanla yan yana bulunmasıyla öyle sık karşılaşılır ki örneklerle kanıtlamak yüzeysel kalır. Bu çoğu zaman gelişme sırasındaki bir kesintinin sonucudur. Bir eğilimin, güdüsel bir hareketin belli bir miktarı değişme­ den korunurken, bir diğeri gelişimine devam etmiştir. Bu noktada daha genel bir problem olan, psişik alanda saklama sorununa geliyoruz. Bu, henüz üzerinde pek çalışıl­ mamış bir konu olsa da, öyle heyecan verici ve açıklayıcıdır ki, buna değinmek için en uygun zaman değilse de bu ko­ nuya biraz dikkat ve zaman ayırmamız yerinde olur. Aşina olduğumuz unutkanlığın, bellekte bir izin yıkımı, dolayısıyla ortadan kalkması olduğu yanlışından döndüğümüzden beri tersi yöndeki varsayıma meylediyoruz. Bu varsayıma göre, ruhsal yaşamda bir defa oluşan hiçbir şey yok olmaz, öyle

88

ya da böyle her şey orada saklanır ve elverişli koşullarda, örneğin yeterince önemli bir gerileme/regresyon durumunda gün ışığına çıkarılabilir. Başka bir alandan alınan bir kar­ şılaştırmayla bu varsayımın içeriğini açıklamaya çalışalım. Ebedi Şehrin gelişimini örnek olarak alabiliriz. Tarihçiler­ den öğrendiğimize göre kadim Roma, Palatino üzerindeki çitle çevrili bir yerleşim birimi olan Roma Quadrata'ydı. Bunu çeşitli tepelerdeki yerleşimlerin birleşmesinden oluşan Septimontium dönemi izledi. Ardından da Servian surlarıyla çevrili şehir geldi. Onun ardından da cumhuriyet ve erken imparatorluk dönemlerindeki dönüşümlerden sonra impara­ tor Aurelianus'un kendi adını taşıyan surlarla çevirdiği şehir geldi. Şehrin dönüşümlerini daha ileriye götürmeyi bırakıp en mükemmel tarih ve topografya bilgileriyle donatıldığını var­ saydığımız bir ziyaretçinin bugün Roma'da bu eski dönem­ lerden hangilerini bulabileceği sorusunu soralım. Aurelianus surlarının birkaç delik dışında neredeyse hiç bozulmamış ol­ duğunu görecektir. Kimi yerlerde Servian surlarının kazılar­ la ortaya çıkarılmış olan kalıntılarını bulabilir. Eğer yeterli bilgiye -günümüz arkeolojisinden daha fazlasına- sahipse belki şehrin planı üzerine bu surların tam hattını ve Roma Quadrata'nın sınırlarını çizebilir. Bir zamanlar bu sınırlı ala­ nı dolduran yapılardansa ya hiçbir şey bulamaz ya da pek az bir kalıntı bulur, çünkü bu yapılar artık yoktur. Cumhu­ riyet Roma'sına ilişkin en mükemmel bilgi bile, olsa olsa o dönemin tapınaklarının ve resmi binalarının yerlerini söyle­ yebilmesini sağlayacaktır. Bugün bu alanları yıkıntılar işgal etmektedir, ki bunlar bile yapıların kendilerinin değil, yangın ve yıkımlardan sonra yenilenmiş yapıların yıkıntılarıdır. Eski Roma'nın tüm bu kalıntılarının, Rönesans'tan bu yana bir­ kaç yüzyılın ürünü büyük bir şehrin karmaşası içinde dağınık olarak göründüğünü belirtmeye gerek bile yoktur. Şüphesiz eski şeylerin çoğu halen şehrin veya modern yapılarının altın­ da gömülü durmaktadır. İşte Roma gibi tarihi sit alanlarında karşılaştığımız geçmiş böyle korunuyor.

BELLEK

Şimdi Roma'nın insan yerleşim alanı değil de, benzer su­ rette uzun ve zengin bir geçmişe sahip ruhsal bir varlık olduğu, içinde bir kez olan hiçbir şeyin yok olup gitmediği ve gelişimi­ nin son aşamalarının yanında öncekilerin de onda varlıklarını sürdürdükleri gibi hayali bir varsayımda bulunalım. Roma için bu, imparatorluk sarayları ile Seprimius Severus'un Sep­ tizonium'unun eskisi gibi Palarino üzerinde yükseldiği, Goth kuşatmasına kadar St. Angelo Kalesi'nin mazgallı siperlerini süsleyen güzel heykellerin halen orada durduğu gibi bir anla­ ma gelir. Ama dahası da var: Palazzo Caffarelli'nin durduğu yerde, onu yıkmaya gerek kalmadan Jupiter Capitolinus tapı­ nağı bulunurdu. Üstelik bu, son haliyle ve imparatorluk döne­ mi Romalılarının gördükleri gibi değil, Etrüsklerin modelinde, çatı kenarları pişmiş topraktan süslerle bezenmiş haliyle orada dururdu. Şimdi Coliseum'un bulunduğu yerde Neron'un Do­ mus Aurea'sını da hayranlıkla seyredebilirdik. Pantheon mey­ danında yalnızca Pantheon'u Hadrianus'un bize miras bırak­ tığı haliyle bulmaz, aynı alanda M. Agrippa'nın yaptırdığı ilk binayı da görebilirdik. Hatta Maria Sopra Minerva Kilisesi'ni taşıyan zemin, kilisenin üstüne inşa edildiği eski tapınağı da taşırdı. Böyle yapınca belki de gözlemcinin konumunu veya bakışının yönünü hafifçe değiştirmesi şu ya da bu görüntüyü görmesi için yeterli olurdu. Bu hayali daha ileriye götürmenin belli ki hiçbir anlamı olmayacak, zira akıl almaz bir noktaya hatta saçmalığa doğ­ ru gidiyor. Tarihteki art arda gelişin mekansal bir temsili­ ni yapmak istersek bu ancak mekanları yan yana koyarak mümkün olur. Bir mekan aynı anda iki biçimde doldurulma­ yı kaldıramaz. Girişimimiz boş bir oyuna benzer, ancak tek bir mazereti olabilir: Bize ruhsal yaşamın özelliklerini görsel bir sunumla anlamanın nasıl imkansız olduğunu gösterir. Değerlendirmemiz gereken bir itiraz daha vardır. Niye ruhun geçmişiyle karşılaştırmak için şehrin geçmişi örneğini seçtik? Geçmişteki her şeyin korunduğu varsayımı, ruhsal ya­ şam için bile ancak psişik organın hiç hasar görmemiş olması,

dokularının ne travmaya ne iltihaba maruz kalmış olması şar­ tıyla geçerlidir. Ama bu hastalık nedenlerine benzetilebilecek yıkıcı etkiler, Roma'm,nki kadar çalkantılı bir geçmişi olmasa da, Londra gibi neredeyse hiç düşman saldırısı görmemiş de olsa, hiçbir şehrin tarihinden eksik olmamıştır. Bir şehrin en barışçıl gelişiminde bile yıkımlar ve yeniden inşa etmeler ol­ muştur. Bu yüzden en başından beri şehir örneği, ruhtaki bir işleyişle karşılaştırmaya uygun olmayan bir örnektir. Bu itiraz karşısında havlu atıyor ve etkileyici bir karşıt­ lıktan vazgeçerek, en azından daha yakın bir karşılaştırma nesnesi olan hayvan ve insan bedenine dönüyoruz. Fakat burada da aynı şeyle karşılaşıyoruz. Gelişimin önceki dö­ nemleri hiçbir şekilde daha fazla korunmuş değildir, mal­ zemesini oluşturdukları sonraki dönemlerin içine geçmiştir. Cenin yetişkin insanlarda kendini göstermez. Çocuklarda bulunan timus bezi ergenlikte yerini bağ dokulara bırakır ancak kendisi artık yoktur. Yetişkin insanın uzun kemikle­ rinde çocukluktaki kemiklerin dış hatlarım belirleyebilsem de nihai şekillerini almak için uzayıp kalınlaşarak kaybol­ muşlardır. Nihai biçimin yam sıra bütün ilk evrelerin ko­ runması sadece ruhsal alanda mümkündür ve bu durumu görünür biçimde sunma imkanımız yoktur. Belki de bu varsayımda fazla ileri gidiyoruz. Belki de ruh­ sal yaşamda geçmişin korunabileceğini, illaki ortadan kalk­ ması gerekmediğini söylemekle yetinmeliydik. Ruhsal alanda da pek çok eski ögenin -kural gereği ya da istisnai olarak­ hiçbir işlemle geri getirilemeyecek, canlandırılamayacak de­ recede silinmiş ya da yutulmuş olması, yahut korunmalarının genel olarak bazı uygun koşullara bağlı olması pekala müm­ kündür. Mümkündür ama bu konuda hiçbir şey bilmiyoruz. Sadece ruhsal yaşamda, geçmişin korunmasının şaşırtıcı bir istisnadan çok kural olduğu gerçeğine sıkıca sarılabiliriz. "2 2 Karşılaştırılan metin: Sigmund Freud, Uygarlıgın Huzursuzluğu, çev. Haluk Barışcan, Metis Yayınları, Istanbul 1999. (Çev.) 91

9

SQUIRE VE KANDEL ENAGRAMIN DİNAMİK NİTELİGİ

B

ellek üzerine 19. yüzyıldan beri yapılan bilimsel araştır­ maların gelişmesi olguya dayalı bilgilerin zenginleşmesini sağladı. Burada bizi ilgilendiren husus çok eski tartışmalarla uyuşan verilerdir. Yeni yeni doğmakta olan nöroloji beynin işlevlerini konumlandırma teorisini ortaya koydu ancak bu iki şekilde anlaşılabilir. llki ve en klasik olanı; beyinde az ya da çok uzmanlaşmış alanların olduğunun yadsınamaz oldu­ ğudur. Örneğin görme alanı, belirgin biçimde konumlanmış değişik alt alanlara ayrılır. Bellek için de aynısının geçerli olduğunu varsayarsak bu teori belleğin, özellikle de 'zihinsel imgelerin' doğasını sorgulamaktan geri kalır. Belleğin ko­ numlanmasından bahsedilebilir mi? Bu soruyu sormak yal­ nızca bellek alanının olup olmadığını değil, belleğin maddi mnezik izlerden oluşup oluşmadığını da sormaktır. Belleğin beyinde bıraktığı biyolojik izleri ifade eden gün­ cel enagram kavramı o klasik konumlandırma tasarımdan ayrılır. Bu kavram bir nevi Eski Yunanlıların 'iz' (tupos) kavramının yeniden formüle edilmiş modern halidir. Artık, dolu ve sabit içerik anlamındaki 'mnezik imge'yi ifade et­ mez. Bellek de artık bir veya birçok özgül alana bağımlı de­ ğildir. Deneyimin yarattığı moleküler bir değişikliktir ve bu maddi dayanağın [substrat] kendisi de farklı alanların kısmi bir kodlamasıdır. Bu yeni tasarımın sonuçları hatırlamanın doğası açısından bile belirleyicidir. Eğer anıların belirli bir 'depolama' alanı yoksa hatırlamak da bir yerden gidip bir 92

SQUlllE VE KANDEL

içeriği bulup gelmek değil, kendisi de pek çok ögeden oluş­ muş bir bilgiyi yeniden inşa etmektir. 'Yaratıcı' da denebile­ cek hatırlama ediminin dinamik olma özelliği buradan gelir. Aslına illaki çok da 'sadık' olmayan çok sayıda ögeden bir çeşit yaratıcı yap yapıştır işine benzer. Bu metnin son kısmı uzun süreli bellekten 'bildirimsel' belleğe geçiyor. "Olaylara, olgulara, sözcüklere, yüzlere, müziğe ilişkin bellek; yaşam boyu deneyim ve öğrenmeyle edindiğimiz her tür bilgiye, bildirilebilen, yani sözlü öner­ meler ve zihinsel imgeler biçiminde bilincin erişimine açık bilgiler" (Bellek. Zihinden Moleküllere s. 133). "Hatırla­ mak 'yeniden inşa etme' işleminin sonucudur." diyen nöro­ biyoloji uzmanlarının kullandığı dil daha tanıdık gelen psi­ kanalizin diline şaşırtıcı derecede benzer. Duygunun kusurlu oluşundan kaynaklanmayan, sadece bizim bilişsel mekaniz­ mamıza özgü bir 'sadakatsizliği' varsayar. Belleğe ilişkin modern dönemin büyük düşünceleri -özel­ likle Bergson ve Freud'unkiler- genelde hakim bilimsel söy­ leme karşıt biçimde oluştuysa da, bugün görünen o ki tam tersine bilim belleği gittikçe daha zengin biçimde düşünme­ mize yardım ediyor.

BELLEK: ZiHİNDEN MOLEKÜLLERE'

"Belli ki uzun süreli belleğin kapasitesi sınırsızdır. Binlerce olayı, kavramı, örüntüyü bazen bir ömür boyu tutabilir. Bu kodlanmış bilgi nasıl anı haline geliyor?. tnsanlar ve diğer primatlarda en temel duyu olan görme örneğinde algıdan belleğe geçişin nasıl olduğu iyice anlaşılmıştır. Aslında kor­ teksin yarısından fazlası görme duyusundan gelen bilgilerin işlenmesine ayrılmıştır. Beynin otuzdan fazla farklı alanı buna katılır ve görünen o ki her alan nesnenin özel bir yö' Squire et Kandel, ta Memoire. De l'esprit aux molecu!es, trad. Beatrice Desg­ ranges et Francis Eustache, Flammarion, Champs, 2005, p. 133-137.

93

BELLEK

nünü, örneğin rengini, şeklini, hareketini, yönelimini ya da uzamsal konumunu işlemektedir. Nesne algılanır algılanmaz pek çok bölgede eşzamanlı nö­ ronlar arası faaliyetler oluşur. Bu eşzamanlı ve dağınık faali­ yetler nesnelerin görsel olarak algılanmasının temelini oluştu­ rur. Sonra da şu soru akla gelir: Nesnenin algılanması korteks alanlarındaki eşgüdümlü faaliyete bağlıysa sonuçta nesneye dair anı nerede depolanır? Yanıt şaşırtacak derecede basittir. Anıların kalıcı olarak depolandığı, sınırları belli bir bel­ lek merkezi yoktur. Aksine, pek çok sonuç bilginin depo­ lanmasının omurgalılarla omurgasızlarda aynı ilkeye göre yapıldığını gösteriyor. Görünen o ki anılar ilk algılamada ve ezberlenecek olanın işlenmesinde kullanılanlarla aynı beyin yapılarının dağınık ağında depolanıyor. Bir anının memeli­ lerin beyninde nerede depolandığını tam olarak tespit edebi­ lecek bir teknik yok. Günümüzde belli bir nesnenin anısının depolandığını yeri tespit etmek imkansız. Bununla birlikte, insanlar ve beyin lezyonu olan hayvanlar üzerinde yapılan araştırmaların yanı sıra biliminsanlarının insan beyninin iş­ levsel görüntülerini almalarını sağlayan yeni teknikler hatırı sayılır ilerlemeler sağladı. Nesnelerin renk, şekil ve diğer özelliklerini algılamak ve işlemekle uğraşan korteks bölgeleri, bunların ezberlenme­ sinde önemli olan bölgelerle ya çok yakın ya da aynı böl­ gelerdir. Anıların depolandığı tek bir yer olmasa da bellek sinir sisteminde homojen biçimde dağılmış değildir. Beyin­ deki belli sayıda bölgenin tek bir şeyin tasavvurunda gö­ rev aldığı doğruysa da, bütünün tasavvurunda her bölgenin kendine göre bir payı vardır. Beyinde, bir deneyimi önce kodlayıp sonra deneyimin kaydını gerçekleştiren değişimle­ rin toplamına engram adı verilir. Bildirimsel belleğin enagramlarının, beyinde algının ve bilginin işlenmesinin özgül yönlerinde uzmanlaşmış pek çok bölgeye dağılması prensiptir. Bu prensip, belli bir alanda uzman olan kişilerin ulaştıkları olağanüstü seviyeyi anla­ mamızda bize yardımcı olur. Büyük satranç ustaları, uzun

94

SQUIRE VE KAN DEL

zaman önce oynadıkları satranç karşılaşmalarında taşların nerede yer aldıklarını hatırlayabilirler. Profesyonel atletler, uzun bir yarış sırasında meydana gelen bir aşamanın ayrın­ tıları hakkında tartışabilirler. Scrabble turnuvalarına katı­ lanlar bir elin sonunda oyunun tamamını, her bir sözcüğün koyulma sırası da dahil olmak üzere zorlanmadan yeniden oluşturabilirler. Fakat uzmanların bilgileri olağanüstü bir belleğin hünerlerine değil; özel bazı tür bilgileri kodlayıp düzenlemeyi sağlayan ve deneyimle edinilmiş çok özel ye­ teneklere bağlıdır. Bu beceriler uzmanların yüksek sayıda kalıpları hızlıca tanımasını sağlar. [ ... ]

3. Bildirimsel Bellekte Geri Toplama Bir spor araba gibisinden yakın zamanda karşılaştığımız bir nesneyi hatırlamaya çalışalım. Bellekte bu nesneyi geri bul­ mak korteksin pek çok yerine dağılmış farklı bilgileri bir araya toplamayı ve tutarlı bir bütün oluşturmayı gerektirir. Ne var ki mnezik geri toplama, engramı oluşturan dağılmış çeşitli parçaların sadece yeniden etkinleştirilmesi değildir. Eldeki ipucuna göre enagramın sadece bazı parçaları yeni­ den etkinleştirilebilir. Eğer ipucu zayıf veya müphemse yeni­ den etkinleştirilen şey depolanandan farklı olabilir. Örneğin yeniden etkinleştirilen şeyin bazı ögeleri aynı arabaya dair başka bir öyküye, hatta tamamen farklı başka bir arabaya ait olabilir. Doğrudan ipucu tarafından tetiklenen düşünce ve çağrışımları depolanmış mnezik içerikle karıştırabiliriz. Böylece hatırlayan kişi geçmişin birebir aynısı olmayan bir yeniden inşa sürecine girişir. Sonuç olarak bir hatırlama de­ neyimi, geçmişin birebir yeniden üretilmesi olmayıp yakla­ şık bir versiyonu olduğu halde doğru ve itiraz kabul etmez olduğu düşünülebilir."

95

İKİNCİ BÖLÜM BELLEK VE İMGE

10 PLATON

BELLEGİN EPİSTEMOLOJİSİ

P

laton burada sunacağımız pasajda, tüm yargıların te­ melini oluşturacak zihinsel içeriklerin kaynağı olması bakımından belleğin 'epistemik' doğasıyla ilgilenir. Kanılar hakkındaki akıl yürütmesi, bir bakıma yargı teorisi olarak anlaşılmalıdır. Burada bunun mantıksal yapısı, doğruluğun­ dan daha az önem taşır. Ruhun imgeleri algılanan gerçekli­ ğe nasıl güvenebilir? Burada söz konusu olanın anımsama olmadığını not edelim, zira malzeme duyumsamadan gelen imgelerden oluşur. Bu süreçte bellek önemli bir rol oynar, çünkü metin bil­ giyi her şeyden önce bir tanıma olarak anlamaktadır. Bura­ da sunduğumuz alıntıdan sonra Platon ünlü bir benzetme yapmıştır: Kuş kafeslerinin içinde kuş olduğu gibi ruhta da imgeler vardır: "Hani sanki birisi avda yabani kuşları, gü­ vercinleri ya da başka bir şeyi almış da bir kuş evi yapıp on­ ları evde besliyor gibidir. Bir yandan bu kuşlara her zaman sahipti diyebilirdik zira o kuşları adamakıllı ele geçirmiştir. [ ... ] Ama öte yandan, bu kuşların hiçbirine sahip değildir. Bir kere onları elinin altında, evinde, kapalı bir alana kapa­ tınca bu kuşlara ilişkin kazancı canı istediğinde tutup sahip

PLA.TON

olabilme, her seferinde istediğini avlayıp istediğini salıverme imkanıdır" (Theaitetos, 197c-d). Gelgelelim bu benzetme, balmumuna basılmış mühür örneğindeki gibi, kanı, özellikle de yanlış kanı meselesini çözmekte sorun yaratır. Aynı anda hem bilip hem bilmemek imkansız görünmektedir. Memin gösterdiği gibi, çözüm ancak belleğin sakladığı bilgi ile his arasındaki ayrımdan gelecektir. Yanlış kaı_ıı aslında yanlış tanıma sorunudur. Örneğin: "Bildiğimiz şeyler arasında, bazılarının bildiklerimizden ve duyumladıklarımızdan baş­ ka olduğuna inanmaktır." Bu pasajları okurken titiz araştırmanın özeni ve karma­ şıklığı ile getirilen çözümün bayağılığı arasındaki tezatlık çarpıcıdır. Kanının tüm gizemi, belleğin niteliğiyle hisler yoluyla izlerin kapatılarak düzeltilmesinde yatar. Theodor ile Theaitetos'un sıkça karıştırılması örneğine başvuran Sokrates gerçek sorunun orada olmadığını ima eder. Gerçek sorun, Protagoras'ın duyumsalcı önyargılarına sıkışıp kalan Theaitetos'un anlayamayacağı, anımsamadan ayrılamaya­ cak hakiki bir bilimin keşfinde yatar.

THEAITETOS 1

,,sokrates: Kanaatimce bilinen bir şeyin, bilinmeyen bir şey olabileceği kanısına varmanın, yani yanılmanın imkansız olduğunu kabul etmekte haksızdık. Tersine, bunun müm­ kün olduğu bir bakış açısı var. Theaitetos: Senin bu söylediğin gibi olduğunu ileri sür­ düğüm üz ve benim bile söylemeye cesaret edemediğim za­ manı mı diyorsun? Bazen Sokrates'i tanıyan benim, tanıma­ dığım birini uzaktan gördüğümde onu tanıdığım Sokrates

' Platon, Theetete, 191a-e, 193b-195a, trad. Michel Narcy, GF-Flarnrnarion, 1994, p. 248-251 et 255-258.

97

BELLEK

sandığım oldu. Bu tür durumlarda hakikaten de senin dedi­ ğin şey oluyor. Sokrates: Bu durumu bir yana bıraktıysak nedeni, bil­ diğimiz şeyi bildiğimiz halde bizi bilmiyormuş durumuna düşürmesinden değil miydi? Theaitetos: Tam da öyle. Sokrates: O zaman böyle değil de şöyle açıklamaya ça­ lışırsak ya bizimle hemfikir olur ya da karşımuzda yer alır. Fark etmez, çünkü her önermeyi ince eleyip sık dokuyarak sınamak zorunda olduğumuz bir durumdayız. Yani ben bir şey söyleyince onu incele. Baştan bilinmeyen bir şeyin sonradan öğrenilmesi mümkün müdür? Theaitetos: Tabii ki mümkündür. Sokrates: Peki sonra bir şeyi, bir şeyi daha öğrenmek? Theaitetos: Niye olmasın? Sokrates: İyi o halde, söyleyeceğim şey için gerekli oldu­ ğundan, ruhlarımızın içinde şekil verilebilen bir balmumu bloğu olduğunu varsay. Bazılarınınki daha büyük, bazıla­ rınınki daha küçük olsun. Birindeki balmumu daha safken ötekindeki daha kirli olsun. Yeterince sertse de kimilerinde­ ki daha nemli olsun. Bazılarınınki de orta derecede olsun. Theaitetos: Varsaydım. Sokrates: Güzel. Diyelim ki bu Esin Perileri musaların anası Bellek'iri bize bir bağışıdır. imza niyetine yüzükleri­ mizin izini bastığımız gibi, bu balmumu bloğunu duyum­ sama ve düşüncelerin altına koyduğumuzda gördüğümüz, duyduğumuz veya zihnimize gelen şeylerden hatırlamak istediklerimizi bunun üzerine basarız. Basılanların imgesi orada olduğu sürece de hatırlar ve biliriz. Oysaki silinen ya da basılabilecek nitelikte olmayanları unutmuşuzdur, yani bilmiyoruzdur. Theaitetos: Öyle olsun. Sokrates: Bir yandan bu anılara dair bilgiye sahip olan, öte yandan da gördükleri ya da dinledikleri arasından bir

PLATON

şeyi inceleyen birinin belki şu şekilde yanlış kanılara varma­ sı mümkündür. Theaitetos: Hangi şekilde? Sokrates: Bildiği şeyi bazen bildiği, bazen de bilmediği bir şey sanırsa. Zira az önceki konuşmamızda bu durumları imkansız sayarak onayımızı vermekle iyi etmedik.[ ... ] O zaman geriye şu hallerde yanlış kanılara sahip olma meselesi kalır: Seni de Theodoros'u da tanıdığım halde, yani şu meşhur balmumu bloğumda ikinizin de tıpkı yüzükler gibi bıraktığınız izleri sakladığım halde ikinizi de uzaktan gördüğüm ancak bunun yeterli olmadığı bir durum olabi­ lir. Tanıma gerçekleşsin diye her birinize dair izi uygun gö­ rüntünün üzerine getirip yerleştirerek birbirine uydurmaya uğraşırım. Derken... buyurun işte izleri denk getiremedim. Ayakkabılarını ters giyenler gibi ikisinin yerini değiştirdim. Şimdi her birinizin görüntüsünü ona ait olmayan izle buluş­ turacağım demektir. Hatta aynada sol yana dönünce görün­ tünün sağa doğru akıp kaymasında görme yetisinin uğradığı karmaşaya benzer bir şey meydana gelir. Aynı karmaşanın kurbanı olunca izi yana koyarım. Bu anın ardından mey­ dana gelen, bir şeyi başka şey diye düşünmek, yani yanlış kanıya sahip olmaktır. Theaitetos: Gerçekten de öyle gibi Sokrates. Bu düşünce karmaşasını böyle incelemen muhteşem. Sokrates: Bir de şöyle bir durum var: İkinizi de tanırken birinizi tanımanın yanı sıra duyularla da algılıyorum ama öteki için bu yok. llkini tanıyışımı da algıladığım duyum­ la ilişkilendirmiyorum. Bu durumu az önce de aynı şekilde söylemiştim ama o zaman sen anlamamıştın. Theaitetos: Hayır, gerçekten de anlamamıştım. Sokrates: Söylediğim şuydu: İkinizden birini tanıyor ve duyumla da algılıyorsak, yani o kişiye dair tanıyışımız ona dair duyumla uyumluysa, yani bu kişiyi tanıyışımız da du­ yumla uyumluysa asla o kişinin tanıdığımız ve algıladığımız kişiden başkası olduğunu sanmayız. Böyle söyledim değil mi?

99

BELLf.k

Theaitetos: Evet. Sokrates: Fakat geriye, şimdi söz konusu olan durum, yani yanlış kanının oluştuğunu söylediğimiz durum kalıyor: Her ikinizi de tanıdığımız, gördüğümüz veya ikinize dair farklı birer duyumla algıladığımız halde, ikinizin her birinin izi kendine özgü olan duyumla oturmuyor; kötü bir okçu gibi atış yapıp hedefi ıskalayıp vuramıyoruz. Sonuçta yanlış dediğimiz işte tam da budur. Theaitetos: Bu en azından akla yatkın. Sokrates: Demek ki iki izden biri bir duyumla uyum­ lu fakat diğeri değilse ve eksik olan duyumsamaya ilişkin izi, mevcut duyumla birleştirirsek bu yolu izleyen düşün­ ce tamamen yanlışa düşer. Kısacası, şu an söylediğimiz şey doğruysa, görünen o ki bilmediğimiz ve duyumsamayla da hiç algılamadığımız şeyler hakkında yanılmak ya da yanlış kanıya varmak mümkün değildir. Fakat sadece bildiğimiz ve duyumsadığımız şeylerde kanı git geller yapar, doğru ya da yanlış olur. İkisini karşı karşıya koyduğunda, doğru iz­ lenimleri ve izleri saptırmadığında kanı doğrudur. Bunları şeklini bozacak kadar çarpık koyarsa kanı yanlıştır. Theaitetos: Sokrates işte bu güzel bir önerme. Sokrates: Şunu da dinle, daha güzel bulacaksın. Zira doğru kanıya varmak hoştur ama yanılmak çirkindir. Theaitetos: Nasıl olmasın? Sokrates: Birinin ya da ötekinin nereden yola çıkarak oluştuğunu söylediklerini açıklayayım: İnsanın ruhunda derin, bolca, pürüzsüz, ölçüsünde yoğrulmuş bir balmumu olunca duyumlar yoluyla gelenler bu ruhun 'kalbine' basılır. Bu Homeros'in balmumuyla benzerliğini belirtmek için bil­ mece gibi kullandığı sözcüktür. Böyle insanların ruhlarına basılan izler de saf, yeterince derindir ve uzun süre kalıcıdır. Böyle insanlar öncelikle kolay öğrenirler, sonra bellekleri güçlüdür, son olarak da duyumların izlerini birbirine karış­ tırmazlar, doğru kanılara varırlar. Zira bu izlenimleri bal­ mumuna erken vakitlerde, net ve her birine gerçek nesnesi IOO

PLATON

denilen özel bir yer olacak şekilde, geniş bir alana yayarak basmışlardır. Bu insanlara keskin görüşlü denir. Sen de böy­ le düşünmüyor musun? Theaitetos: Tabii ki, hiç şüphesiz. Sokrates: Bir de kalp tüylerle kaplı oldu mu -tam da bil­ ge şairin övdüğü şey- kirli oldu mu balmumu saf olmadığın­ da, fazla nemli ya da fazla sert olduğunda ne olur bakalım. Kalbi nemli olanlar kolayca öğrenirler ama unuturlar. Kalbi sert olanlarda ise tam tersi olur. Kalbi tüylerle kaplı, pü­ rüzlü, taşlı, bir nevi balmumuyla karışık toz toprakla dolu olanların balmumunda tuttukları izler belirsiz olur. Kalbi nemli olanlarda da izler belirsizdir. Zira akışkan oldukla­ rından birbirlerine karışıp bulanıklaşırlar. Bunun üzerine bir de küçücük bir ruhta, sıkışık bir yerde bulundukların­ dan birbirleri üzerine yığılırlarsa korunan izler öncekilerden daha da belirsiz olurlar. işte böyle insanlar yanlış kanılara varmaya elverişlidir. Çünkü bir şey gördüklerinde, duyduklarında ya da düşün­ düklerinde her bir nesneyi hızlıca her bir ize dağıtamazlar. Hem yavaştırlar hem de nesnelere kendilerine ait yeri ver­ mediklerinden pek çok şeyi ters görür, duyar ve tasarlarlar. Öncekilerin aksine bunların gerçeklik konusunda yanıldık­ larını söyleriz ve aptal diye isimlendiririz. "2

2 Karşılaştırılan metin: Platon, Diyaloglar, çev. Teoman Aktürel, Remzi Kitabe­ vi, lstanbul 1982. (Çev.) 101

II ARiSTOTELES İMGELEM VE BELLEK

P

laton'dan farklı olarak Aristoteles belleği tamamen na­ türalist, hatta biyolojik bir bakış açısından değerlendirir. Ona göre bellek insanlara özgü bir yeti değildir. Daha pek çok hayvanın imgeleri akılda tutma yetisi vardır. insan ru­ hunun özel olan yanı akılcılığıdır, yani evrensel özleri mad­ deden ayırarak tanıma kapasitesidir. Bu iş duyumsamayla başlar, duyarlıkla çıkarılan imgeleri tutma gücü olan imgele­ meyle yani phantasia ile sürer. Dolayısıyla belleğin incelen­ mesi imgelemenin incelenmesinin devamında gelmelidir. Aristoteles bu kısa yazıyı tamamen bellek (mneme) ve anımsamaya (anamnesis) ayırmıştır. Belleğin, temel olarak imgeleme dayanmakla birlikte zamana yaptığı atıfla kendi­ ne özgü bir yönü olduğunu göstermiştir. Hatırlama işlemine ilişkin yaptığı tanım geçmişte yaşanmış gerçek boyutunu ilk kez bu kadar açık olarak içeren tanımdır: "Hakikaten de her hatırlayışımızda, ruhumuzda bunu eskiden duyduğumu­ zu, hissettiğimizi ya da düşündüğümüzü düşünürüz." imge­ lemin özelliği duyulur veya akledilir bir nesneye herhangi bir zamanda mevcudiyet vermektir. Hakikaten de akledi­ lir olan bir şeye -mesela bir çembere- imge olarak, tam da çemberin imgesi olarak güvenemeyiz. Bellek de imgeye atıf yapma gereksinimi duyar ama her zaman belli bir deneyime, o nesneyle karşılaştığımdaki imgeye atıf yapar. Aristoteles yine kadim balmumu ve mühür karşılaştırmasını alarak ye­ rine yağlıboya portre benzetmesini koyar. imgelem sadece 102

AR1STOTELES

portrenin kendisiyle ilgilenir, bellek ise portreyi modeline dek götürür. Bellek 'göndermeci' bir yetidir. Fenomenolojik terimlerle söylersek Aristoteles 'yaşantıların'ın önünü açma­ ya uğraşır gibidir. imgenin yaşanmışlığı bir 'namevcudiyet­ mevcudiyet'in yaşanmışlığıdır. Belleğinki ise geçmiş bir ya­ şanmışlığınkidir. Modern zamanın okuruna çarpıcı gelen bir şey de Aristoteles'in bu zamana ilişkin soruyu ele alış biçimidir. Dü­ şünüşü, imgenin zaman içindeki oluşumuna değil, imgenin 'verili bir an'la olan ilişkisine odaklanır. Bu gönderme nasıl işler? lşte sonuçta oldukça gizemli kalan budur. Fizik'in 4. kitabında geçen, zamanın incelenmesinin de belleğe dair dü­ şünümle ilgisi yokmuş gibi görünüyor. Üstelik bu, zamanın her türlü psikolojik yönünü göz ardı etmediği halde oluyor. Aristoteles 'ezberleme' ile ilgilenmemiştir. Sadece 'konum­ lanmış' olarak imgenin özel bir şekliyle ilgilenmiştir. Fakat 'ezberleme' sorunu imgelemeyle bellek arasındaki şu temel farklılıktan kurtulunması gerektiğini varsaymıyor muydu? Aristoteles'ten beri ruhun geçmişinde bir ana gitme kapasi­ tesinin 'gizemini' çözmeyi gerçekten de başardık mı?

BELLEK VE ANIMSAMA ÜZERİNE'

,, Bellek ve hatırlamaya gelince ne olduklarını, oluşum ne­ denlerini ve ruhun hangi bölümüyle bu duygulanımının ve anımsama işinin meydana geldiğini söylemek gerekir. As­ lında belleği iyi olanlarla anımı;amada iyi olanlar aynı kişi­ ler değildir. Fakat çoğunlukla yavaş insanların belleği daha iyiyken hızlı ve kolayca öğrenenler anımsama konusunda onları geçerler. En başta bellek nesnelerinin karakteristik özelliklerini 1

Ariscote, De la memoire et de la reminiscence, Perirs Traites d'hiscoire naturelle, 449b4-451a18, trad. Pierre-Marie Morel, GF-Flarnrnarion, 2000, p. 105-111.

ro3

Bı:tur.

incelemek gerekir. Çünkü bu konuda sıkça yanılıyoruz. Gerçek şu ki, gelecek öngörüye elverişlidir, gelecek hatır­ lanamaz. [...] Şimdiki zamanın da 'anısı' yoktur ancak du­ yumsama nesnesi şimdide bulunur. Aslında bunun vasıta­ sıyla biz ne geleceği ne geçmişi, sadece şimdiyi biliriz. Bellekse geçmişle ilgilenir. Hiç kimse halen şimdiki za­ manın içindeyken şimdiyi hatırladığını söylemez. Beyaz bir şeye bakarken onu hatırladığunızı söylemediğimiz gibi, bir nesneyi incelemekte, onu düşünmekte olduğumuz anda onu hatırladığımızı söylemeyeceğimiz gibi. 11k durumda sadece hissettiğimizi, ikincisindeyse bildiğimizi söyleriz. Oysa bil­ giye ve duyumsamaya sahip olunca, bunların kullanılması dışında dahi, ilk durumda öğrendiğimizi ve incelediğimizi hatırlarız; öteki durumda da duyduğumuzu, gördüğümüzü veya hissettiğimizi hatırlarız. Hakikaten de her hatırlayışı­ mızda, ruhumuzda bunu eskiden duyduğumuzu ya da his­ settiğimizi düşünürüz. Yani bellek, ne duyumsama ne inanmadır. Ancak zaman geçtiğinde bunlardan birine dayanan bir eğilim ya da duy­ gulanımdır. Yukarıda söylediğimizle uyumlu olarak şimdiki anda o anın belleği yoktur. Fakat şimdinin duyumsaması, geleceğin öngörüsü ve geçmişin anısı vardır. Bu yüzden her anı zaman gerektirir. Sadece zaman algısı olan hayvanlar hatırlayabilirler ve bunu duyumsamayı gerçekleştirdikleri yetileri sayesinde yaparlar. Belleğe gelince, akledilir olanların belleği bile imgesiz var olamaz. İmge de ortak duyumsamanın bir duygulanı­ mıdır. O halde, ilinekseF olarak akla ait olması gerekir, fakat kendinde varlık [l'etre par soi] olarak ilk duyusal ye­ tiye aittir. Bu sebepten bellek sadece insanlarla fikir veya zekaya sahip hayvanlarda değil, başka hayvanlarda da gö­ rülür. Zaten eğer bellek ruhun akla ilişkin bölümlerinden llinek (accident), kendi başına var olmayan, bir tözün niteliği olması gereken şey. Kendisi değişebilir ancak niteliği olduğu şeyin tözünü değiştiremez. Klasik örnek olarak renkler verilir. (Çev.) 104

AıtlSTOT"EUS

biri olsaydı, insan dışında pek çok sayıda hayvanda bulu­ namayacağı gibi, büyük ihtimalle hiçbir ölümlü varlıkta da bulunmazdı. Zira bütün hayvanlarda, özellikle de zaman algısı olmayanlara bilfiil bulunmaz. Aslında daha önce de söylediğimiz gibi, bir şeyi daha önceden gördüğümüz, duy­ duğumuz veya öğrendiğimiz için her hatırlayışımızda ayrıca bunun daha önce meydana geldiğini de algılarız. Halbuki önce ve sonra zamanın içindedir. Ruhta belleğin ait oldu­ ğu bölümün tam da imgelemin ait olduğu bölüm olduğu aşikardır. Ayrıca imgelemi olan neS1'leler kendiliğinde bellek nesneleri iken, imgelem olmaksızın ortaya çıkanlar ilineksel bellek nesneleridir. Öte yandan, duygulanım mevcut ancak nesne mevcut değilken, orada bulunmayan bir nesneyi nasıl olup da ha­ tırladığımızı sorabiliriz. Gerçekten de, sahip olunmasına 'bellek' adını verdiğimiz duygulanımı (duygulanım aracılı­ ğıyla ruhta ve bedende duygulanımın bulunduğu kısımda yapılan) tabloya benzer bir fenomen gibi düşünebiliriz. Ha­ kikaten de oluşan hareket, damgayla markasını basar gibi duyusal bir izlenimin izi olarak basılır. O yüzden herhangi bir duygulanımdan ya da yaşlarından dolayı içi çeşitli ha­ reketlerle çalkalananlarda bellek eksiktir; sanki hareket ve mühür akan bir suyla karşılaşmıştır. Kimilerinde de binala­ rın eski kısımlarındaki gibi yıpranma nedeniyle ve duygu­ lanımı alan kısmın sertliği yüzünden iz oluşamaz. Tam da bu sebepten ihtiyarlar gibi çok genç olanlar da kusurlu bir belleğe sahiptir. Birisi büyümekte, diğerleri gerilemekte ol­ duğundan bir akış halindedirler. Dahası fazla hızlı olanlarla, fazla yavaş olanlardan hiçbiri bellek gösteremez, zira ilk gruptakiler fazla nemliyken ikincidekiler gerektiğin­ den fazla kurudurlar. Böylece imge ilk gruptakileri ruhların­ da kalmaz, ikinci gruptakilere ise erişemez. Bellek için işler böyle yürümekteyse de bu duygulanımın kendisi ya da onu doğuran şey hatırlanır mı? Gerçekten de ilk durumda mevcut olmayan şeyler hatırlanmaz ancak 105

BELLEK

ikinci durumda duygulanımın duyumsamasına sahip oldu­ ğumuza göre algılamadığımız bir şeyi yani namevcut bir şeyi nasıl hatırlarız? Eğer aksine, içimizde iz veya desen gibi bir şey varsa, niye buna dair duyumsamamız o duygulanımın değil de başka bir şeyin anısı olsun ki? Hatırlama edimini gerçekleştiren kişi bu duygulanıma bakar ve onu duyumlar. O halde mevcut olmayanı nasıl hatırlar? Aslında mevcut ol­ mayanı hem görebilmek hem duyabilmek gerekir. Ancak böyle bir şeyin mümkün olabileceği ve gerçekten meydana geldiği düşünülemez mi? Aslında tab­ let üzerine çizilmiş hayvanda olan budur. Hem hayvandır hem de hayvanın bir kopyası. Bir yandan tek ve aynı şey­ ken aynı zamanda iki şeydir de. Her ne kadar ikisi özdeş olmasa da, hem hayvan hem de kopyası olarak bakılabilse de bu böyledir. Keza bizdeki imgeyi hem kendiliğinde bir şey hem başka bir şeyin imgesi olarak düşünmek gerekir. Kendiliğinde sıfatıyla, bakılan bir nesne veya bir imgedir, fakat başka bir şeyin sıfatıyla bir çeşit kopya ya da anıdır. Yine bundan ötürü ona eşlik eden hareket güncellen­ diğinde kendiliğinde bir şey olduğundan ruh onu olduğu gibi algılar ve bir çeşit düşünce ya da imge suretinde kendini gösterir. Fakat olarak başka bir şeye daya­ nır, onu da bir kopya olarak, bir resimdeymiş gibi görür. Coriscos'u görmeden Coriscos'un kopyasını görmek gibidir. Şu halde bu bakışın, hayvan resmi şeklindeki yönelen bakıştan farklı bir özelliği vardır. Ruhta da, meydana gelenler bir yandan basit bir düşünceye denktir, ama öte yandan resimdeki gibi bir kopya söz konusu oldu­ ğundan, anıdır. Zaten bu yüzden bazen ruhumuzda eski bir duyumsa­ madan türeyen böylesi hareketler meydana geldiğinde, geç­ mişteki duyumsama gereği meydana gelip gelmediklerini ya da anı olup olmadıklarını bilemeyiz. Kimi zaman düşünün­ ce daha önce bir şeyi duyduğumuzu ya da gördüğümüzü hatırlarız. Bu, nesnenin kendisine bakarken onu başka bir 106

ARİSTOTELES

şeye gönderme yapıyor gibi gördüğümüzde meydana gelir. Ancak, tıpkı imgelerden gerçekten olmuş ve hatırladıkları olaylarmış gibi bahseden Oreoslu Antiferon'a ve diğer ra­ hatsız ruhlara olduğu gibi bunun tersinin de meydana gel­ diği de olur. Bu, kopya olmayana kopyaymış gibi bakınca meydana gelir. Ancak alıştırmalar, anının tekrarlanması yo­ luyla belleği korurlar. Bu da anıya kendinde bir nesne ola­ rak değil de, kopya olarak pek çok defa bakmaktan başka bir şey değildir. Bellek ile hatırlamanın ne olduklarını söyledik. Yani im­ gesi olduğu şeyin bir kopyasından ibaret bir imgeye sahip olmayı ifade ettiğini ve bunun zamanı hissettmemize de ya­ rayan ilk duyusal yetimize ait olduğunu belirttik."

107

12 PLOTINOS BELLEK VE DİKKAT

u metnin hatırlattığı pek çok şey var. Bergson'la onun bilimsel mnezik izler kavramına zıt olan, son derece di­ namik bellek tasarımını hatırlatır. O bahsedilen izin beyin­ deki statüsüne dair modern nörolojinin yeni söylediklerini de anımsatır. Yunan felsefesi, ruhun cismani olup olmadığını, hatta Aristoteles'le birlikte, faaliyetlerinden biri olduğu bedene te­ mel olarak bağlı olup olmadığını sorgular. Balmumunda yü­ zük izi örneğindeki gibi zihinsel imgenin kazınmış bir izle kar­ şılaştırılması Yunan felsefesinde oldukça yaygındır. Platon ve Aristoteles'in metinlerinde bununla karşılaştık. Plotinos bunu radikal bir eleştiriye tabi tutar. Aşağıdaki metnin alındığı En­ neadlar çoğu zaman, Aristoteles'in kullanışlı iz benzetmesini bolca kullanan Bellek ve Anımsama Üzerine metninin doğ­ rudan bir eleştirisi olarak kabul edilir. Plotinos'un daha doğ­ rudan hedef aldığı yazarlar, materyalistler; tıpkı bellek gibi duyumsamanın da cisimlerden kaynaklanan izlerden (tupoi) oluştuğunu düşünen Stoacılar ve özellikle Epikürcüler'dir. Plotinos ise edilgenlik ve etkenlik arasındaki temel kar­ şıtlık çerçevesinde bu tasarımın, duyumsama ve belleğin ne olduğunun anlaşılmasını engellediğini varsayar. Özgün bellek tasarımını savunmak adına yalnızca ruhun nesneleri elde etme biçimleriyle ilgilenmek için gönderme yapmaya dair her türlü sorunsalı başından savar. Demek ki dikkat kavramı önemli bir rol oynayacaktır. Dikkatli bir duyumsama olmadan bel-

B

108

PLOTINOS

lek olmaz. (Şüphesiz Aziz Augustinus'un distentio animisinin kaynaklarından biri buradadır.) Metnin ilk bölümünde ken­ dini izi duyumsamadan ayırmaya vermişse de aslında imge kavramının bizzat kendisine saldırmaktadır. Eğer bellekte 'imgeler'e dönüş görülüyorsa bellek anlaşılmazdır. Asıl soru, ruh nesnelerin bilincine vardığı anda, hangi şekilde onlarda mevcut olduğudur. "Sanki hala mevcutmuş gibi": Bellek an­ cak nesneyi ötekilerden farkıyla oluşturduğunda var olabilir. 'Mekanizma' olmayıp kendine özgü bir gücün gelişimi olan öğrenme için de böyledir. Ruh daha sonra geri bulacağı nes­ neleri mevcut kılma 'alıştırması yapar'. Geriye bir soru kalıyor: Ne kadar yoğun olursa olsun, mevcudiyet süreli bir duruma nasıl müsaade ediyor? Kuşku­ suz Plotinos'un söylemek istediği, zaman konusunun sonuç­ ta basit bir netice olduğudur. Kendimi o mevcudiyetle iliş­ kilendiriyorum ve böylece dikkat anında illaki kendimi ye­ niden buluyorum. Ancak görünen o ki 'gizem' çözülmekten çok yer değiştirmiştir. Bir de modernliğe sorulacak bir soru kalıyor: 'Mevcudiyet' bellek için gerekli bir koşul mudur?

DUYUMSAMA VE BELLEK HAKKINDA I

" Duyumsamalar ne izdir ne de ruha kazınmış işaretlerdir dediğimizden, sonuçta anılar, bilgi ve duyumsamaların ruhtaki izlerinin -ki bu iz başlangıçta yoktur- kalıcılığı sayesinde onları akılda tutmaktan ibarettir demekten de imtina ederiz. Ancak bu iki husus aynı sava aittir. Ya iz ruha gelip hatırlayalım diye orada kalır ya da bu iki husustan birine yahut ötekine katılmayız, hangisi olduğu önemli değildir. Bize gelince, ikisinden hiçbirine pek tabii ki de katılmayan biz, bu faaliyetlerden her birinin na­ sıl işlediğini illaki araştırmalıyız, zira anıyı izin içerideki 1 Plorin, Enneadlar, "Sur la sensarion er la memoire, dans Traires", 41 (iV, 6), 1, 1-40, 3, 1-55, rrad. sous la direcrion de Luc Brisson er Jean-François Pradeau, GF-Flammarion, 2007, p. 383-385 er 386-389. 109

BELLEK

kalıcılığıyla açıklamadığımız gibi duyulur olan şey ruha gelip izini bırakır da demiyoruz. Yine de en açık duyumsama halinde ne olduğunu göz­ lemlersek aynı gözlemi diğer duyumsamalara uygulayarak kuşkusuz aradığımız şeyi buluruz. Oysa neredeyse her du­ rumda bir şey gördüğümüzde, o şey her ne olursa olsun, uzaktan görürüz ve görme yardımıyla dikkatimizi doğruca görünen nesnenin bulunduğu yere veririz. Bana göre hiçbir iz ruhta bulunmadığından ya da ruha doğru gelmediğin­ den, balmumu üzerine basılan mühür benzeri bir iz de ta­ şımadığından belli ki algılama orada oluşur ve ruh dışarıya bakar. Görülen şeyin formu ruhta halihazırda olsaydı, ruh oradan gelip içine giren ize bakardı, dışarıya bakmaya ke­ sinlikle ihtiyaç duymazdı. Öte yandan, ruhun gördüğü şeye bir mesafe koyduğu ve o nesneyi ne mesafeden gördüğünü söylediği kesin olduğuna göre, kendisinde olan, hiçbir şe­ kilde kendisinden ayrı olmayan bir şeye nasıl uzaktaymış gibi bakabilir? Ayrıca nesnenin boyutları ruhun dışında olduğundan bunlar hakkında nasıl söz söyleyebilir? Ya da büyük bir izin ruhun içinde bulunması imkansız olduğuna göre, ruh gökyüzü gibi bir şeyin boyutunun büyük oldu­ ğunu nasıl söyleyebilir? Her şeyden önemlisi şu: Gerçekten de gördüklerimizin izlerini tutuyorsak gördüğümüz şeye bile bakmamız mümkün olmaz. Sadece görülen nesnele­ rin imgelerini, gölgelerini görürüz. Öyle ki şeylerin kendi­ si gördüklerimizden farklı olur. Genel olarak, görünen bir nesneyi gözkapaklarının üstüne koyunca görmek mümkün değildir, görmek için uzaklaştırmak gerekir dediğimiz gibi, aynı iddiayı ruh için haydi haydi söyleyebiliriz. Eğer gerçek­ ten de görünen nesnenin izini ruha yerleştirseydik üstüne bu mührün izi kazınan şey görmesi gereken nesneyi göremezdi. Ayrıca aslında gördüğü şeyle görülen şey iki ayrı şey olma­ lıdır. Yani gördüğü şey izden, kendisinde değil başka yerde bulunduğunu gördüğü izden farklı olmalıdır. Dolayısıyla görmenin gerçekleşmesi için görme ruhta bulunan bir şeye değil, orada bulunmayan bir şeye yönelmelidir. IIO

PLOTINOS

[ ... ] Bunları söyleyip bitirdiğimize göre devamında bellekten bahsetmek gerek. Öncelikle söyleyelim ki ruhun kendisine hiçbir şey gelmediği halde, kendinde olmayanı algılamasına şaşmamalı. -Şaşılası bir şey varsa da ruhun böyle bir gücü olduğuna ikna olmalıyız.- Ruh gerçekten de her şeyin ne­ denidir, akledilir olanlar arasında da nihai nedendir, yani duyusal evrendeki şeylerin ilki olduğu halde akledilirdeki gerçekliklerin sonuncusudur. Bu yüzdendir ki iki alanla da ilişkilidir; biriyle mutluluğun tadını çıkarıp yeni bir hayat bulur. Ötekiyle de benzerliğin kendini aldatmasına izin verip büyülenmiş gibi iner. Ancak tam arada olduğundan ikisini de algılar ve kendini verip hatırlayabildiğinde akle­ dilir olanları düşündüğü söylenir. Hakikaten de onları tanı­ mayı başarır, çünkü bir bakıma akledilir olanların kendisi olmuştur. Gelip onun içine yerleştiklerinden değil; onlara bir bakıma sahip olduğu için, onları gördüğü için, kendisi daha da karanlık bir biçimde bizzat o varlıklar olduğu için, onun içinde bu varlıklar koyu karanlıktan açığa döndüğün­ den ruh bir bakıma uyandığında yani potansiyelden eyle­ me geçtiğinde onları tanır. Aynı şekilde, duyulur olanların kendisine bağlı gibi olmasını sağlar, onlarda bir aydınlanma gerçekleştirip onları kendi gözlerinde üretir. Çünkü potan­ siyel gücü oradadır, bir anlamda duyulur olanlara gebedir. Demek ki tüm çabalarını gözüne görünen nesnelerin herhangi birine yönelttiğinde sanki nesne hala mevcutmuş da dikkati daha yoğun oldukça bu mevcut olma hali süre­ cekmiş gibi uzun süre nesneye bakarak aynı halde kalır. Bu yüzdendir ki çocuklar daha iyi hatırlar denir. Çünkü dik­ katlerini başka yere çevirmezler; nesne gözlerinin önünde kalır; çünkü henüz pek çok nesneyi değil, yalnızca az sayıda nesneyi görürler. Dağınık düşüncelerini ve güçlerini çok sa­ yıda nesneye yöneltenlerin tek yaptıkları bir bakıma o nes­ neleri sıyırıp geçmektir, Üzerlerinde durmamaktır. Fakat şurası kesin ki eğer izler mevcut kalsaydı, sayıları III

8ELL.f.l

anıların sayısını azaltmazdı. Ayrıca eğer izler kalıcı olsay­ dı hatırlamak için düşünmeye hiç gerek olmazdı ve sonra hatırlamak üzere unutmazdık, zira izler yerinde dururdu. Üstelik bir şeyleri belleğimize yerleştirmemizi sağlayan alış­ tırmalar gösteriyor ki bunlar yapılınca ruhumuzu güçlendi­ riyorlar. Tıpkı kolu bacağı çalıştırmak başta kol ve bacak­ ların yapacak durumda olmadığı fakat sürekli bir etkinlikle yapmaya alıştığı şeyleri rahatça yapmalarına yaradığı gibi. Niye bir veya iki kez duyduğumuz şeyi hatırlamayız da sık­ ça duyduğumuzu hatırlarız? Peki, bir şeyi daha önce duy­ muş ama aklımızda tutmamışken niye epey zaman geçtikten sonra nihayet hatırlarız? Daha önceden izin bazı kısımları bizde olsaydı böyle olmayacağı kesin, zira öyle olsa o kısım­ ları illaki hatırlardık. Fakat bu tür anılar birdenbireymişçe­ sine ortaya çıkar, ya işitmenin ya da sonraki bir alıştırma­ nın sonucudur. Aslında tüm bunlar, hatırlamamızı sağlayan ruhun gücünün tetiklenebildiğini teyit eder. Bu güç ya genel surette, ya belirli bir hususta artırılabilir. Ancak bazen hatırladıklarımız, sadece hatırlamak için alıştırma yaptığımız şeyler değildir. Bir de dolaylı bilgilere başvurma alışkanlığı edindiklerinden çok sayıda anıya ula­ şabilenlerin durumu vardır ki bu 'anımsama' denilen şeyi kolaylaştırır. Şu halde, artık anıyı açıklamak için gücünün artmasından başka hangi ned'eni öne sürebiliriz? Çünkü eğer izler ruhta kalsaydı bu güçten ziyade zayıflık işareti olurdu. Aslında iz basılmasına en elverişli olan, kendisine iz vurul­ masına boyun eğdiği için elverişlidir. lz de bir duygulanım olduğundan en iyi hatırlayan buna en çok maruz kalandır. Oysa tam tersinin meydana geldiği aşikardır! Zira alıştırma, ne türde olursa olsun, alıştırmayı yapanın edilgenliğini artır­ maz. Çünkü duyularda dahi zayıflamış duyu -örneğin göz­ değildir gören. Eyleme geçme gücü daha fazla olan organdır. Bu yüzden yaşlılarda bu duyumsamalar zayıflarken anılarına da aynısı olur. Aslında duyumsama ve bellek kuvvettir."

I I2

13 TAINE BELLEK VE DENEYİM

H

ippolyte Taine (1828-1893), özellikle kendilerine yö­ neltilen eleştirilerden tanıdığımız empirik psikoloji sa­ vunucularındadır. Sartre, imgelem adlı eserinde, Taine'in zi­ hinsel imge teorisinde fenomenolojiyi aşması gereken bir psi­ koloji türünü gördüğünü bile söyler. Tinin duyusal deneyim tarafından edilgen bir biçimde oluşturulan zihinsel içerikleri olduğu fikrini ona atfeder. Zihinsel içerikler psikolojisinin ortaya koyabileceği zor­ lukları gün yüzüne çıkarmaya çalışalım. Bu zorluklar, Taine imgelem ile sanrıları [hallucination] ayırt etmeye çalışırken ortaya çıkmıştır. Sanrı 'antagonist'inin yahut 'indirgeyen'in bulunmamasıyla açıklanır; yani onu zayıflatıp sırf imgelem olması için ona 'gerçeklik' niteliğini kaybettiren bir duyum­ samanın yokluğuyla açıklanır. Belleğin ise temel koşulu belli bir yoğunlukta duyusal deneyimdir. Bellek, deneyimin zayıf­ lamış halde dirilişidir: "'Bu gösteriyi dün izledim. Bugünse yazdıkça onu daha zayıf bir şekilde görüyorum ama yine de görüyorum." Özellikle de "duyumsama tekrarlanır. Ancak daha az belirgin, daha az enerjiktir ve çevresinde ona eşlik eden şeylerin çoğundan yoksundur." Burada empirik psi­ kolojinin, Hume'dan aldığı kaynaklarına borçlu olduğu her şeyi görürüz; zira Hume düşünceyi zayıflamış bir duyumsa­ ma olarak tanımlıyordu.

113

BELLEIC

İmgelem alanındaki her şeyde olduğu gibi belleğin tanı­ mı öncelikle olumsuzdur: Bellek fakirleşmiş bir deneyimdir. Zamansal işaretleme, tanımın en başında yalnızca deneyimi konumlandırmaya yarar. "Dün oradaydım... " Oysa anının ayrıntıları içinde büyük bir yalınlık ve belli bir edebi keyif­ le anlatılan zenginlik, Taine'den habersiz imgelem-belleğin esasen olumsuz olan bu tasarımını yalanlamıyor mu? Du­ yusal deneyimi yazıya dökebilecek becerideyken kayıptan, yani sadece basit bir 'taklit'ten bahsedilebilir mi? Yazılı be­ timleme, deneyimin kendisinden daha zengin hale gelmiyor mu? Bu sorular bilimsel psikoloji çerçevesinde sorulabilir gibi görünmüyor. Halbuki... Bu alıntının en sonu, bu olumsuz tasarıma temel bir kısıt­ lama getirmektedir: Anının bazı kısımları deneyimin kendisi kadar canlı olabilir. Bu canlılık kişiye göre değişir, çünkü her bir kimsenin deneyimin şu ya da bu kısmına ne dere­ cede dikkatini verdiğine bağlıdır. Bergson, Sartre ve daha nicelerinin ardından, uzun süre edilgen zihinsel imge tasarı­ mı taraftarı olduğu düşünülen bir yazarda zihinsel etkinlik teorisinin gün yüzüne çıkmasına şaşırırız. Bellek, Freud'un pek sevdiği Odysseia'nın 11. şarkısında cehennemden beli­ riveren gölgeler imgesindeki gibi canlı olanın basit, solgun bir dirilişi değildir. Bu aynı zamanda, kendi çıkarına göre durmadan seçim yapan tinin kendi canlılığının işaretidir. Bu yolla bellek eğitimimiz, öğrendiklerimiz, zevklerimiz... kısa­ cası benliğimiz hakkında pek çok şey söyler.

ZEKA ÜZERİNE'

,, Dün akşam beş gibi burada, Arsenal boyunca uzanan rıh­ tımdaydım ve karşımda, Sen nehrinin öte yakasında günba­ tımıyla kızıllaşan göğe bakıyordum. Yarım kubbe şeklinde 1

114

Taine, De /'inıelligence, Paris Hachette, 1892 cilt 1, s. 76-82.

küme küme bulutlar Jardin des Plantes'ın ağaçlarının üstün­ den kıvrılarak yükseliyordu. Tüm bu gökkubbeye bakırdan pullar kakılmış gibiydi. Bazıları neredeyse kor gibi, bazıları neredeyse kapkaranlık sayısız kabarıklık tuhaf kurşuni bir parlaklıkla göğün en yukarılarına kadar kat kat sıralanmış; en altta da ufka dokunan yeşilimsi bir kuşak, dalların oluş­ turduğu sepet örgüsüyle çizik çizik parçalanmıştı. Orada burada kaldırım taşlarına yarı aydınlık pembelikler vuru­ yor, nehir yenice oluşan buğuyla hafif hafif ışıldıyor; kendi­ ni akıntıya bırakmış kayıp giden büyük gemiler, çıplak sa­ hilde iki üç koşum ile doğudaki kurşuni havada çapraz dire­ ği yandan görünen bir vinç seçiliyordu. Yarım saat sonra her şey sönmüş, yalnızca Panteon'un gerisinde açık bir gök­ yüzü parçası kalmıştı. Akşamın can çekişen morluğunda kızılımsı dumanlar dönüyor ve belirsiz renkleri birbiri için­ de eriyordu. Mavimsi bir buhar köprülerin sert köşeleriyle çatıların sivri tepelerini yumuşatıyordu. Katedralin küçü­ cük, tek bir yığın halindeki baş kısmı, kemerli payandaları ve üzerinde iğne gibi yükselen heykelleriyle içi boş bir yen­ geç kabuğu gibi görünüyordu. Demin fırlayıp çıkacak gibi görünen şeyler artık soluk kağıda çizilmiş bir eskizden iba­ retti. Sağda solda yanmaya başlayan gazlı sokak lambaları yalnız yıldızlar gibi. Genel silikleşme içinde tüm bakışları üstlerine çekiyorlar. Az sonra ip ip ışıklar göz alabildiğine uzanmıştı. Hala kırış kırış olan nehir, kemerlerin altından rıhtımlar boyunca anaforlarla gece fısıldamalarına devam ederken batıya doğru, kalabalık Paris'ten üşüşüp gelen ayırt edilemez bir ışıltı çaktı. Bu cümbüşe dün tanık oldum, bu­ gün de yazdıkça o cümbüşü daha hafif de olsa yeniden gö­ rüyorum, ama görüyorum. Beni çarpan renkler, şekiller, sesler benim için yineleniyor, yani hani neredeyse öyle. Dün içimde, şeylerle o an orada temas ederken sinirlerin o anki titreşimlerinin tetiklediği duyumsamalar vardı. Şu an içimde o temas, o titreşim olmadığı halde, başka izlenimler başka temaslar olduğu halde uzaktan da olsa benzer izlenimler 115

RELUI(

yükseliyor. Deneyimimin yarı-dirilişi bu. Bunu ifade etmek için başka terimler kullanılabilir: Baştaki duyumsamanın damakta kalan tadı, yankısı, hayali, hayaleti, imgesi olduğu söylenebilir. Fark etmez. Tüm bu benzetmeler şu anlama gelir: Kendiliğinden oluşmayıp dışarıdan tetiklenen bir du­ yumsamadan sonra, içimizde ona denk, dışarıdan tetiklen­ meyip kendiliğinden oluşan, daha hafif olmakla birlikte o ilk duyumsamaya benzer olan, aynı duyguların eşlik ettiği biraz daha az hoş ya da nahoş, ardından aynı yargıların gel­ diği ama hepsinin de gelmediği ikinci bir olayla karşılaşırız. Duyumsama ilki kadar belirgin ve enerjik olmasa da, yanın­ dakilerin çoğundan yoksun olsa da yinelenir. Bu silikleşme, farklı zihinlere göre az ya da çoktur. İnsanların belleklerinin güçlü ya da zayıf olduğu söylendiğinde ifade edilen budur. Aynı zihin için de farklı duyumsamalara göre bu silikleşme az ya da çok olur. Şu insanın şekil belleği güçlü, şunun renk belleği, ötekinin de ses belleği iyi derken söylenmek istenen budur. Örneğin kendi adıma, benim şekil belleğim sıradan bir düzeydeyken renk belleğim daha güçlüdür. Yıllar sonra bir nesnenin beş altı parçasını hiç zorluk çekmeden gözü­ mün önüne getiririm, ama şeklini tam ve belirgin çizgilerle hatırlayamam. Fontainebleau ormanında dal parçacıkları­ nın üstüne saçtığı yüzlerce minik karartıyla, siyah çizgilerle kaplı kum bir patikanın beyazlığını, dönemeçlerini, iki ya­ nındaki fundaların pembeye çalan kızıllığını, bir kaya ya­ macına tutunmuş eciş bücüş huş ağacının sefil havasını bi­ raz daha iyi hatırlayabilirim. Fakat ne yolun kıvrımlarını, ne kayaların sert çıkıntılarını gözümün önüne getirebilirim. İçimde, toprak altında ağaç kökleri gibi bir kasın şiştiğini fark etsem de yarım yamalak görüm orada kesilir. İstemsiz­ ce diriliveren görülerin en canlılarında bile altta, üstte, yan­ da her şey belirsizdir, bense sadece yarı aydınlıktayım. En görünür ve en renkli parça ne bir kamaşmaya ne bir patla­ maya neden olmadan içimden çıkıverir. Duyumsamayla karşılaştırıldığında açık seçik ve heyecanlı bir sesin yanında 116

pek çok sözcüğün kayıp olduğu bir fısıltıdır. Bende tam ve eksiksiz olarak yeniden oluşan tek şey, evvelce dışsal ve be­ densel duyumsamayı izlemiş ya da ona eşlik etmiş duygu­ nun belirgin nüansıdır: Bu nüans buruk, yumuşak, tuhaf, şefkatli veya üzücüdür. Böylece en karmaşık, en narin acı ve zevklerimi büyük bir kesinlikle, çok uzak mesafelerden yi­ neleyebilirim. Bu açıdan bakınca, eksik ve kusurlu fısıltı ne­ redeyse sesle aynı etkiye sahiptir. Fakat özellikle duyguları fark etmeye meyilli bir insanı örnek almak yerine, özellikle renk ve şekilleri fark etmeye alışkın insanları alırsak öyle net imgeler buluruz ki duyumsamalar açısından pek de fark yaratmazlar. Örneğin aklından hesap yapma alışkanlığı olan çocuklar zihinlerinde hayali bir yazı tahtasına tebeşirle önce belirtilen sayıları, sonra işlemin aşamalarını, ardından da toplam sonucu yazarlar. Öyle ki, ilerledikçe az önce çiz­ dikleri beyaz çizgileri içlerinde yeniden görürler. Erkenden matematikçi olan dahi çocuklar kendilerinde de aynen böy­ le olduğunu anlatırlar. Hiç okula gitmemiş olan, ne okuma ne yazma bilen genç Colborn hesaplamalarını yaparken 'gö­ zünün önünde açıkça gördüğünü' söylüyordu. Bir başkası da 'işlem yaptığı sayıları kara tahtaya yazılmış gibi gördü­ ğünü' beyan ediyordu. Aynı şekilde, gözleri kapalı, yüzleri duvara dönük halde bir el satrancı sürdürebilen satranç oyuncularıyla karşılaşıyoruz. Her piyona ve her kareye nu­ maralar verilmiştir ve rakibin her hamlesinde yeri değiştiri­ len taşın adıyla artık hangi karede olduğu onlara söylenir. Kendi taşlarının nasıl hareket edeceğinin talimatını kendile­ ri verirler ve saatlerce böyle devam ederler. Çoğu zaman oyunu kazanırlar ve bunu oldukça yetenekli oyunculara karşı yaparlar. Her hamlede çeşitli taşların dizilimiyle bir­ likte tüm satranç tahtasının görünümünün onların zihnin­ de, içte bir ayna gibi mevcut olduğu açıktır. Öyle olmasaydı rakiplerinin kendisine karşı yaptığı hamleden sonra gelecek muhtemel hamleleri öngöremez, dolayısıyla da hamle tali­ matı veremezlerdi. Bu yetiye sahip Amerikalı bir arkadaşım

ıı7

BELLEK

bunu şöyle tarif ediyor: "Kendi köşemde, gözlerim duvara dönükken eşzamanlı olarak tüm satranç tahtasını ve son oy­ nanan hamleden sonra taşların gerçekte oldukları yerleri görüyorum. Her bir taşın yeri değiştikçe satranç tahtası bana bu yeni değişiklikle birlikte bütün olarak görünüyor. Zihnimde, bir taşın tam nerede olduğuyla ilgili bir şüphe olduğunda o elde o zamana kadar oynanan tüm hamleleri, özellikle o taşın art arda gelen hareketlerine odaklanarak yeniden oynarım. Satranç tahtasına bakarken yanılmam başka türlü yanılmamdan daha kolay olur. Tam tersine, (köşemdeyken) belli bir anda ben fark etmeden bir taşın ilerlediğini söylemelerine meydan okuyorum. Taşı, kareyi ve rengi tam da tornacının ürettiği haliyle görüyorum, yani rakibimin önündeki satranç tahtasının ya da en azından başka bir satranç tahtasının değil de rakibimin önündekinin tam bir tasavvurunu görüyorum. O kadar ki uzun süredir oynama alışkanlığı olmayan ben köşeme gitmeden önce sat­ ranç tahtasının başlangıçtaki haline iyice bakmakla başlıyo­ rum ve bu ilk izlenime tutunup hep ona geri dönüyorum." Genellikle ne yeşil zemini ne taşların gölgesini ne de taşların imalatındaki küçük detayları görür ama bunları görmek is­ terse de görebilir. Kendisiyle aynı yetiye sahip bir arkadaşıy­ la sokaklarda, rıhtımda gezinirken sıkça zihinlerinden sat­ ranç oynarlardı. Bekleneceği gibi, öylesine kesin ve yoğun bir tasavvur istemsizce tekrarlanıyor ve sürüp gidiyor ki! "Gece tek başıma, yatağımda, başım yastığın üstünde dört beş kez yinelemediğim tek bir satranç oyunum bile olmadı. Uykusuzluk çektiğimde, kederli olduğumda tamamıyla ka­ famda uydurduğum bir el satrancı oynamaya koyulurum, bu da beni meşgul eder. Böylece bazen kafama takılan dü­ şünceleri kovarım." -Bu güç oyununu en uç noktalara taşı­ yanlar sadece en derinlikli oyuncular değildir. Labourdon­ nais zihinden en fazla iki oyunu aynı anda oynardı. Bir ke­ resinde üç el birden oynamaya çalıştı ve öldü. "Kulüplerde dördüncü seviyede oyuncuların bir sabah bu yetiyle uyan118

malan nadir değildir." Kimi oyuncular enikonu bir imgele­ me genişliğine ve berraklığına ulaşırlar. "Paul Morphy aynı anda sekiz oyun oynar, Paulsens ise yirmi. Bunu ben kendi gözlerimle gördüm." Çok daha düzensiz, daha ince ayrımlı ve daha zor hatırlanır gibi görünen farklı imgeler aynı net­ likte kendini gösterir. Bazı ressamlar, tasarımcılar ya da heykel sanatçıları bir modele uzun süre dikkatle baktıktan sonra portresini bellekten yapabilirler. Gustave Dore bu ye­ tiye sahiptir. Horace Vernet de öyleydi. Abercrombie hiçbir gravür yardımı olmaksızın, aklından Rubens'in Aziz Pierre şehidini mükemmel bir taklitle kopyalayan bir ressamdan bahseder. Öyle mükemmel yapmıştır ki iki tablo yan yana koyulduğunda kopyayı aslından ayırabilmek için biraz dik­ kat harcamak gerekiyormuş."

ır9

14 jAMES BİLİNÇ VE GEÇMİŞİN İMGESİ

P

sikolojinin llkeleri'ne giriş olan 'Psikolojinin Amaçla­ rı' bölümünde William James'in (1842-1910) fikirleri, hakim olan çağrışımcılıktan olduğu gibi yetilerin metafizik açıklanmalarından da ayrılır. Ona göre psikoloji inceleme­ leri sinirlere ilişkin olgulardan yola çıkmalıysa da, fizik ve zihin arasındaki farklar tartışmasında taraf tutmaz. Zihinsel olanın özelliğini tanımlamak için daha o zamandan 'prag­ matik' olarak tanımlanabilecek bir kritere başvurur: "Do­ layısıyla gelecekteki amaçlara ulaşmaya çalışmak ve oraya erişebilmek için kullanılan araçların seçimi, bir fenomende zihnin mevcudiyetinin işareti ve kıstasıdır" (James, Psiko­ lojinin llkeleri, Bölüm 1, New York) diye yazar. Demek ki empirik inceleme, James sonuçlarını kullanmaya minnet et­ mese de, rağbet gören deneysel psikolojiden ayrılır. Yaklaşımının özgünlüğü, bellek ve alışkanlık olgularını ele almasındaki farklılıkta görülür. Alışkanlık büyük oranda psikolojinin ve sinir devrelerinde çizilen patikaların alanına girer. Bellek de sinir yollarının plastisitesi tarafından belir­ lenir: "Dinlenme sırasında bu sinir yolları [anının] korun­ masının şartıdır; etkinlikte ise hatırlamanın şartıdır"(Age., s. 88). Ancak bilincin müdahalesini, özellikle de 'akış'ını gerektiren özgül sorunlar ortaya çıkarır. Bir imge tek ba­ şına geçmiş duygumuzun özgünlüğünü oluşturan şeylerin hiçbirinin ayırdına varmaz. James'in yürüttüğü araştırma­ nın inceliği, duygunun kendisinin de sui generis [nevi şahsıI20

)AMES

na münhasır] olmadığını göstermesinde yatar. Bellek, daha doğrusu (İngilizce memory sözcüğünün daha iyi tercümesi olan) 'hatırlama' bilince ilişkin bir olgudur. Burada söz ko­ nusu olan tabii ki fenomenolojik türde bir bilinç, bir 'inşa işi' değildir. Dikkat çekici olan William James'in, belleğin tüm özgünlüğünü inkar etmeye kadar gitmiş olmasıdır. Bel­ lek yeti değildir, çünkü hepi topu "karmaşık, belli bir nes­ neye inanma duygusu"dur. 'Karmaşıklık' nesnenin genel bir imge olmayıp her seferinde yeni ve özgün bir birleşim oluş­ turan bir bileşenler bütünü olması fikrine gönderme yapar. Her ne kadar James fizyolojide çağrışımcı açıklamaları hor görmüyorsa da, 'karmaşıklık' burada basit, mekanik bir birleşimin ötesine geçer. inanç da gösterir ki, belleğin 'bilinçli' öznel boyutu geçmişe hiçbir özel anlam vermez. Önemli olan, geçmişteki bilinçli bir yaşanmışlık parçasına 'hayat' vermek istemektir. Sonuç olarak psişizm bir inanma makinesidir, bellek de bunun sadece bir boyutunu oluşturur. llkeler'den sonra dini inancı anlamak üzerine olan çalışması James'in konuya ilgisinin sürdüğünü gösterir.

HATIRLAMA OLGUSUNUN İNCELENMESİ'

,, Gerçek anlamıyla hatırlama, ya da isterseniz buna ikin­ cil bellek diyelim, eski bir halet-i ruhiyenin bilinçten kay­ bolduktan sonra yeniden belirmesidir. Ya da daha ziyade, bir süre düşünmeyi bıraktığımız bir olayın ya da olgunun bilinmesidir. Onu geçmiş bir düşüncenin veya deneyimin nesnesi olarak işaret eden katlanmış bir bilinçle zenginleş­ miş olarak geri gelir. Bu bilişin temel ögesinin, zihinde asıl nesnenin bir im­ gesi veya kopyasının yeniden canlanışı [revival] olduğu sa' James, Principals of Psychology, Cilt 1, Bölüm XVI: 'Bellek', New York, Holt & Cornpany, 1890, s. 650- 652, Habitude et memoire'den CEuvres choisies [Alışkanlık ve Bellek (Seçilmiş Eserler II)) alıntılanmıştır. I21

BELUK

nılabilir. Bu yeniden canlanışın ilk deneyimin anısını oluş­ turmaya yeterli olduğunu düşünen pek çok yazar 2 da bunu böyle anlamıştır. Fakat bu yeniden canlanış her ne olmak istiyorsa o olacaktır, asla bir anı [memory, hatıra] olma­ yacaktır. llk basımla macerasının benzerliği dışında hiçbir ilgisi olmayan bir nüshadır, ikinci basımdır. Sarkaçlı saat bugün çalıyor. Dün de çalıyordu. Bozulmadan önce bir mil­ yon defa daha çalabilir. Yağmur damlaları bu hafta olukla­ ra düşüyor, geçen hafta da öyleydi. Kuşkusuz sonsuza dek aynısını yapacaklar. Sırf yineleniyor ve benziyor diye saatin bugünkü çalışının, önceki çalışlarını hatırladığını mı düşü­ nüyorsunuz? Yoksa içinden akan yağmur selinin oluğuma geçen haftanın fırtınasını hatırlattığını mı? Kim böyle bir paradoksu savunabilir ki? Yalnız bana kalkıp da sarkaçlı saat ile oluğun bilinci olmadığından paradoksun tutarlı ol­ duğunu söyleyip karşı çıkmayın. Bir bilinci ele alın: Bilincin duyumsamaları, sırf saatin çalışları yineleniyor ve benziyor diye birini ötekinden daha çok hatırlamaz. Tekerrür bellek değildir. Aynı hissin art arda iki kez oluşması, her biri ken­ di halinde iki ayrı olaydır; Dünkü bilinç durumu ölmüş ve gömülmüştür. Bugünün bilinç durumunun varlığı dünkünü diriltmez. Mevcut bir imgenin, geçmişteki bir imgeyle öz-

Örneğin Spencer, Psychologie, I, s. 448. 'lmge'nin yeterli olduğunu savunanlar [of the sufficiency of the 'image'] gerçekleşmeyen bir şeyi -saatimizi

kurmadığımızı, kapıyı kapatmadığımızı vs.-hatırlamamızı nasıl açıklayacaklar? Belleğin atladığı bu şeyleri farkına varmak çok zordur. Saati kurma imgesi, kurmadığımı hatırladığım şu anda, en az kurduğumu hanrladığımdaki kadar mevcurrur. iki durumda beni böylesine farklı sonuçlara götürdüğüne göre imgeyi hissetme yolunda bir farklılık olmalı. Saati kurduğumu hatırladığımda, bu duygunun yer ve tarih çağrışımıyla büyüdüğünü hissediyorum. Kurduğumu hatırlamadığımdaysa duygu mesafe koyuyor. Çağrışımı oluşturan ögeler [the associates] birbirleriyle kaynaşıyor fakat duyguyla kaynaşmıyorlar. Bu kaynaşma hissi, şeylerin bütününe ait olma hissi oldukça incelikli bir ilişkidir. Kaynaşmama hissi de yine inceliklidir. iki ilişki de onları tanımak için gerekli en karmaşık zihinsel süreçlerin çoğunu gerektirir. Bunlar, en kaba saba kitapların pek işine yarayan, sadece imgenin varlığı ya da yokluğundan ibaret olan süreçlerden tamamen farklı süreçlerdir. (Yazarın Notu) 122

jAMES

deşleştiğini öne sürebilmesi için bahsetmediğimiz başka bir koşula ihtiyaç vardır. Bu koşul, sözü geçen imgenin kasten geçmişe gönderil­ miş ve geçmişte düşünülmüş olmasıdır. Bir şey nasıl geçmiş­ te düşünülebilir? Hem o şeyi hem geçmişi eşzamanlı olarak karşılıklı bağlantıları içinde düşünmek değilse nedir? Peki, geçmişi nasıl düşünmeli? Zamanın algılanması hakkındaki bölümde gördük ki, geçmişe ilişkin doğrudan sezgimiz bizi olsa olsa şimdiden birkaç saniye geriye kadar götürebilir. Bu sınırın dışında geçmişi tasavvur ederiz, algılamayız. [... ] -Demek ki geçmiş bir dönemi hatırlamak istersek onunla bağlantılı bilinç halleriyle, adıyla ya da herhangi başka bir sembolle hatta somut bazı olaylarla düşünmemiz gerekir. Böylece özel bir olayı geçmiş bir dönemle 'ilişkilendirmek' onu tarihi ile ve onu belirleyen her şeyle, kısacası onunla yek vücut olmuş bir sürü 'bağlantısı' ile [contiguous associ­ ates] düşünmeye denk gelir. Fakat o zaman bile hatırlamayı henüz gerçekleştirmiş olmayız. Çünkü anı geçmişte belli bir tarihi olan bir olay­ dan daha fazlasıdır. Benim geçmişimde tarihi bulunan bir olaydır. Başka bir deyişle, anıyı geçmişteki tecrübelerimden birinin yinelenmesi olarak düşünmeliyim. Gözüme, benlik bölümünde sıkça bahsettiğimiz ve bilincin herhangi bir de­ neyimi tanıyıp benimsemesinin kıstasları olan o 'sıcaklıkla', o 'samimiyetle' sarmalanmış gibi görünmelidir. Geçmişin zaman çizgisine dair genel bir his, bu çizginin bazı noktalarına atılmış olup adı ve içeriğiyle belirlenmiş bir tarih, bu tarihe konumlandırılmış bir olay ve son olarak da bu olayın bilincim t�rafından kendi yaşamının bütünleyici bir parçası olarak kabul edilmesi; işte hatırlamanın oluşma­ sı için gerekli ögeler bunlardır. Bunun sonucu olarak zihinden dolayı 'imge' veya 'kop­ ya' demeye başladığımız şey, burada ayrı bir 'düşünce' ola­ rak görülen bu basit formda gerçekten bulunmaz. Yahut en azından ayrı bir düşünce olarak buradaysa da hiçbir anı ona 123

bağlı değildir. Anı her ne olursa olsun aksine daha karmaşık bir tasavvurdur. Bağlantılarını daha çok geri çağırmanın ta­ savvurudur ve( ... ] tamamı bilincin bütüncül itkisiyle (pulse] tanınan bir 'nesne' oluşturur ve [ ... ] muhtemelen beyinde basit duyusal imgelerin herhangi biri için gerekenden çok daha karmaşık bir süreç gerektirir. ( ...] Dolayısıyla anı, özel bir karmaşık nesneye inanma hissi­ dir. Ancak bu nesnenin tüm ögeleri başka inanma halleriyle ilişkilendirilemez. Bellekte belirdiği haliyle bunların her birinin özel birleşiminde diğer düşünce biçimleriyle sanki nevi şahsına münhasır başka bir şeymiş de farkına varmak için özel bir yeti gerektiriyormuş gibi bizi o nesneye karşı çıkmaya iten özel bir şey olduğu söylenemez. Daha sonra "İnanış" bölümüne geldiğimizde göreceğiz ki tasavvur edi­ len ve mevcut duyumsamalarımızla veya duygusal etkinlik­ lerimizle dolaylı ya da dolaysız olarak bağlı olan herhangi bir nesnenin gerçeklik diye kabul edilme eğilimi vardır. Et­ kin, özel bir ilişkinin bizim kendimizle ilişkilendirilen anla­ mı, nesneye gerçeklik özelliğini veren şeydir ve geçmiş bir olay öylesine imgelendiğinde, sadece, özel duygusal ilişkinin yokluğu bakımından anıdan ayrılır. Onunla mevcut benli­ ğimiz arasındaki -deyim yerindeyse- elektrik akımı kapalı değildir. Fakat diğer belirtileri bakımından hatırlanan geç­ mişle imgelenen geçmiş neredeyse aynı olabilirler. Başka bir deyişle, anının nesnesinde özel olan hiçbir şey yoktur ve oluşumunun farkına varmak için hiçbir özel zihinsel yetiye gereksinim yoktur. Birbirlerine bağlı oldukları kabul edilen kısımların bir bileşimidir. Algılama, imgeleme, benzetme ve akıl yürütme karmaşık nesneleri oluşturan parçaların ben­ zeri bileşimlerdir. Bu yetilerden herhangi birine ait nesneler inanışı uyandırabilir ya da uyandırmayı başaramayabilir. Anının nesnesi sadece geçmişte imgelenmiş bir nesnedir (ge­ nelde bu seviyede tastamam imgelenmiştir) ve inanma duy­ gusu buna yapışır."

124

15 SARTRE GERÇEKDIŞI VE MEVCUDİYET

D

aha ziyade tarihi bir inceleme olan lmgelem'den (1936) sonra gelen imgesel (1940), Sartre'ın fenomenolojik yöntemi uyguladığı ilk metindir. Tıpkı modern empirik psi­ koloji (Taine) gibi Descartes geleneği de imgeyi zihnin bir içeriği, bilincin içindeki bir nesne olarak tasarlar. 1939 ta­ rihli bir makaledeki terimi ele alalım: "[ ... ] bilincin 'içerisi' yoktur; o kendinin dışarısından başka bir şey değildir ve onu bilinç yapan şey bu mutlak kaçış, bu töz olmayı reddediştir" (Husserl Fenomenolojisindeki Temel Bir Fikir: Yönelimsel­ lik, Situations I, Gallimard, "Folio essais", p. 30) Yani Sart­ re imgeleyen bilincin yönelimsellik tarzını incelerken nesne­ sini namevcut ve gerçekdışı olarak alan ama analogon gibi illaki gerçek bir nesneye gönderme yapılan temel niteliğini ortaya çıkarmıştır. Böyle bir bakış açısıyla bellek kavramını nasıl düşünmeli? Sartre bize anının temelinden müphem olan doğasını açıklamaya çalışan bir formül verir: "Algılanan nesnenin anısı bize gerçekliğin sunduğu gibi bir gerçekdışılık sunar." Jlk aşamada anıya özelliğini veren gerçeklik niteliğidir. Anı bilincin 'dışında'dır. Hatırlanan imge 'özgür' bir edimle oluş­ mamıştır, öyle ki imgelem gibi anı da imgeleriyle oynamakta özgür değildir. Ancak ikinci aşamada ise Sartre'a göre anı gerçekdışıdır: Eski, şeyci bilinç tasarımlarının kucağına düş­ mek istemediğinden Sartre anıyı bir imge olarak düşünür, dolayısıyla da ona belli bir gerçekdışılık ekseni vermekten 125

BELLEK

vazgeçemez. Anı, daha doğrusu anının bilinci, nesneyi he­ def almanın oldukça özgün bir tarzıdır. Başta askıya alın­ mış gibi görünen gerçeklik tekrar devreye girer: 'namevcut­ verilmişlik 'ten 'geçmişte-mevcut verilmişlik'e geçilir. Yine de okuyucu, bu formülün bir yandan imgeleme na­ zaran belleğin özgül oluşunun hakkını verirken bir yandan da gerçek soruyu öteleyip ötelemediğini sormaktan kendini alamayabilir. Zira fenomenolojik açıdan bilmek istediğimiz şey geçmişin nasıl oluştuğudur. Anıyı imgelemden ayırt et­ meye çalışan bu anı çözümlenmesinin bizi eski bir bellek tasarımına götürüp götürmediği de sorulabilir: Anı-imge, yaşanan olayın bir kopyası olarak tasarlanmıştır. Tam anla­ mıyla belleğin işi olan yeniden yapma, bozma vb. 'mevcudi­ yet' formülü arkasında kaybolur. Halbuki anıda hedeflenen basit bir mevcudiyet midir, yoksa geçmiş bir mevcudiyetin ona namevcudiyet boyutu veren nostaljisi midir?

İMGESEL'

,, En başta özellikle şu konuda ısrar etmek gerekir ki, eğer gerçekdışı nesne bizzat bilincin önünde değilse, söz konu­ su olan en azından olabildiğince güçlü ve somut dolaysız bir anıdır; şüpheye yer bırakmayan, nesnelerinin varlığının doğrudan kesinliğini sarmalayan o anılardan biridir. Fakat anının gerçekdışı nesneyi sunuşundaki temel nitelik, güncel ve kişisel bilince nispeten dışsal oluşudur. Anı kendini öngörülemez ve istenildiğince tekrar tekrar yaratılamaz olarak gösterir. Şimdinin çözümlemesinde yer ' Sartre, L'Imaginaire, Gallimard, Folio, 1986, p. 306 et 348-349. Kitabın Fran­ sızca tam adı 'L'Imaginaire: Psychologie phenomenologique de l'imagination' olup imgesel: imgelemin Fenomenolojik Psikolojisi' olarak Türkçeleştirilebilir. Kitap Türkçeye çevrilmemiştir ancak 'The Imaginary: A Phenomenological Psychology of the Imagination' adıyla lngilizce çevirisi vardır. Çeviren: Jonathan Webber, London and New York: Routledge, 2004 (Çev.) 126

SARTRE

almaz, asla o çözümlemeye ait olmaz. Bu dışsallık ve bu bağımsızlık elbette ki gerçek dünyadaki bir nesnenin dış­ sallık ve bağımsızlığına çok yakındır. Zaten aynı zamanda nesne kendiliğindenliğin niteliklerini de korur: Nazlı, kaça­ mak ve ve sırlarla doludur. Fakat görünüşe bakılırsa, ger­ çekdışılığını korumayacaktır, öyle mi? Öngörülemezlik ve dışsallığa eklenen bu tanımladığımız biçimdeki gerçekdışılık katsayısı yalnızca sanrının çelişkili ve düşsel olma özelliğini güçlendirecektir. Hasta deneyimini konuşma dilimize " ... gördüm, duydum." sözcükleriyle çevirmekten geri kalma­ yacaktır. Fakat belli ki nesne anıya kendini gerçekdışı ola­ rak göstermez. Aslında olay sırasında gerçekdışılık konumu olmamıştır. En basitinden, gerçekdışılığın konuşlandırıcı ol­ mayan bilinci, gerçekdışı nesnenin yapılmasına eşlik etmiş­ tir. Bu konuşlandırıcı olmayan bilinç anıya geçmez çünkü açıkladığımız gibi algılanan nesnenin anısı bize gerçeklikle aynı biçimde bir gerçekdışılık sunar. Hatırlatmada birinin ötekinden ayırt edilebilmesi için belirdikleri anda gerçeklik veya gerçekdışılığın sarih konumlarının nesnesi olmuş ol­ maları gerekir.2 Bize daha ziyade sanrı nesnesi anıda nötr bir nitelik saklar gibi görünüyor. Bu belirmelere gerçeklik atfeden, hastanın genel tutumudur; dolaysız anı değildir. Kanıtı şudur ki her insan zihnin aşırı yorgunluğu veya al­ kol zehirlenmesi durumunda sanrı görebilir, fakat bunı.İ ona sanrı olarak sunan zaten tam da dolaysız anısıdır. Bellek sorunu ile öngörü sorununu imgelem sorunundan kökten farklı kılan budur. Kuşkusuz, anı pek çok bakımdan imgeye oldukça yakın görünür ve biz de imgenin doğasını daha iyi anlatabilmek için birkaç kez bellekten örnek vere­ bildik. Yine de anı tezi ile belleğinki arasında temel bir fark­ lılık vardır. Geçmiş yaşamımdan bir olay aklıma geliyorsa yaptığım imgelemek değil, hatırlamaktır. Yani onu mevcut2

Tabii ki bu sarih konumların kesinleşmiş yargılar olması gerekmez. (Yazarın Notu) 127

BELLEK.

verilmişlik olarak değil, geçmişteki mevcut-verilmişlik ola­ rak alırım. Dün akşam ayrılırken Pierre'le tokalaşmam geç­ mişe doğru kayarken gerçekdışılık değişimine uğramamıştır, yalnızca geride bırakılmaya maruz kalmıştır. Geçmiş olarak vardır, diğerleri gibi o da gerçek bir varoluş biçimidir. Onu yeniden elde etmek istediğimde oldugu yeri hedef alırım, bilincimi o geçmiş nesneye, yani düne yönlendiririm ve bu nesne bünyesinde aradığım olayı, Pierre'le tokalaşmayı bu­ lurum. Tek bir sözle söylemek gerekirse, koltuğun altındaki arapkari bezemeleri görmek istiyorsam gidip onları olduk­ ları yerde aramam, yani koltuğu kıpırdatmam gerektiği gibi şu ya da bu anıyı hatırladığımda da onu çağıramam, olduğu yere giderim; Bilincimi, geriye çekilmiş gerçek bir olay ola­ rak beni beklediği geçmişe yönlendiririm. Aksine, Pierre'i şu an Berlin'de belki de olabileceği haliyle -ya da en basitin­ den Pierre'i (dün benden ayrılırkenki haliyle değil de) şu an var olduğu haliyle- tasavvur edersem, batıa hiç verilmemiş yahut bana ulaşılmaz olarak verilmiş olan bir nesneyi kav­ rarım. Burada da hiçbir şey kavramamışımdır, yani hiçbir şeyi almamışımdır. Bu anlamda, Pierre'in Berlin'de imgele­ şen bilincinin (Şu an ne yapıyordur? Kurfürstendamm'da dolaştığını imgeliyorum.) Pierre'in buradan ayrıldığı günkü anısından ziyade (yok olduklarını tamamen onayladığım) Sentorlar'ınkine 3 yakın olduğunu görülür."

' Sentorlar veya Kemaurlar: Yunan mitolojisinde geçen, yarı insan yarı at görünümlü düşsel yaratıklardır. (Çev.) 128

ÜÇÜNCÜ BöLÜM BELLEGiN Gücü VE SINIRI

ı6 PsEuoo-CicERO DOGAL BELLEK VE YAPAY BELLEK

S

ıradaki metinle belleğin kültürel bir yönüne değiniyoruz: ezberleme tekniğine, mnemotekniğe. Hem terim, hem bu olgu hala mevcut. Antik dönemde (ve bir dereceye kadar Or­ taçağda) bu sorunun işgal ettiği yer bizim bildiğimiz ölçülerle karşılaştırılamaz. Buradaki mesele pek de sözlü anlatım ile yazılı olan arasındaki karşıtlık değildir. Mesele, sadece edebi değil siyasal bir sanat da olan retorik meselesidir. Mahkemeler, meclisler önündeki söylevler ... işte hati­ bin kendisine itibar katan iş budur. Bu itibarı biz bugün birkaç ismin ünü vesilesiyle biliyoruz: Demosthenes, Cice­ ro... Önemli olan nokta şu ki, bellek yalnızca hatip için genel ve gerekli bir yeti değildir. Bellek, sözcük anlamıy­ la, retoriğin beş 'kısmından' biridir. Beş kısmın geleneksel sıralaması şöyledir: inventio (euresis) [buluş], disposition (taxis) [sunum], elocution (/exis) [hitabet], memoria (mne­ me) [belleme/ezberleme], actio (parixis) [eylem]. Büyük söylevlerin uzunluğu göz önüne alındığında, niye ezberle­ me tekniklerinin geliştirildiği anlaşılmaktadır. Tam mana­ sıyla bir bellek 'sanat'ından (ars memoriae) bahsedilebilir­ se, bu sanatı titizlikle detaylandıran metinlerin gösterdiği 129

BELLEK

üzere belleğin doğasına dair özgün bir tasarım bile ancak teknik bir akıl yürütme sayesinde ortaya konabilir. Cicero'nun metinlerinde belleğin iki büyük kahramanı birbirinden ayrılır: Hem eş hem karşıt olan Themistocles ve Simonides. Themistocles doğal bellek kahramanıdır. Unutmayı dileyecek kadar fazla yüklüdür. Simonides ya­ pay belleğin yarı-efsanevi yaratıcısı gibidir. Bu fikir ona, bir şölen sırasında çatının çökmesinden canlı kurtulduk­ tan sonra vefat edenlerin adlarını salondaki yerlerini ye­ niden hatırlayarak bulabilmesi vermiştir: "Belleğe en iyi sıralamanın rehberlik edebileceğini anlamasını bu olayın sağladığı söylenir. Simonides'e göre bu yetiyi geliştirmek için kafamızın içinde farklı yerler imgelemeli ve hatırla­ mak istediğimiz nesnelerin imgesini oralara bağlamalıyız. Yerlerin sıralaması, fikirlerin sıralamasını saklar. İmgeler fikirlerin kendisini hatırlatır. Yerler balmumu tabletidir. İmgeler de onun üstüne çizdiğimiz harfler" (Cicero, Hatip Hakkında, II). Rhetorica ad Herennium bu 'bellek yerleri' tasarımını çok net bir biçimde geliştirir. Felsefi bakış açısından bu metinlerin faydası bize bellek ile zaman arasındaki bağa dair kurguları yıkarak mekansal bir zihin tasarımı sun­ masındadır. Dolayısıyla Aristoteles'in 'an'a ilişkin tespit­ lerinden yahut 'geçmiş'le ilgili daha modern düşünceler­ den, örneğin Sartre'ınkinden uzağız. Burada ortaya atılan soru belleğin kapasitesi sorusudur. Söz konusu olan, belli bir an ile ilişkilendirmeye ilişkin atıf kapasitesi değil (Bkz. Plotinos); işaretler sistemiyle zihni inşa etme kapasitesidir. Kadim, iz bırakma imgesi belleğin 'metin' gibi tasarlan­ masına dönüşür.

130

DOCAL BELLEK

RHETORICA AD HERENNIUM'

" 16. Şimdi, buluşun zenginliği ile retoriğin bütün· bölümle­ rindeki zenginliğin emanet edildiği belleğe geçelim. Bellek sanata bir şey borçlu mudur yoksa tamamen doğadan mı gelir? Bunu başka yerde incelemek için daha uygun bir fırsa­ tımız olacak. Burada, sanatın ve kurallarının retoriğe büyük yardımı olmasını kanıtlanmış addederek buna değineceğiz. Zira ben bellek sanatı diye bir sanat olduğunu düşünüyo­ rum. Daha sonra bunu ispat edeceğim. Şimdilik içeriğini göstereceğim. Biri doğal, biri yapay iki tür bellek vardır. llki ruhumuzun ayrılmaz parçası olan düşünceyle aynı zaman­ da doğan bellektir. İkincisi gücünü bir tür tümevarımdan, kuralların bileşiminden alır. Fakat başka her şeyde olduğu gibi, mutlu doğan her zihin, daha sonra güçlenen ve doğal yetenekleri artıran sanatı bilmeden taklit eder. Hatta bazen dikkat çekici düzeyde doğal belleğe sahip olan kişinin bel­ leğinin yapay belleğe benzediği de olur. Ancak bu bellek, doğasının avantajlarını korur ve kurallar yardımıyla onları artırır. Yani doğal belleğin mükemmel olması için çalışmay­ la güçlendirilmeye ihtiyacı vardır. Çalışmanın eseri olan şey de belleğin doğası üstüne kurulmalıdır. Diğer bütün sanat­ larda oldugu gibi bu sanatta da böyledir. Deha ve bilim, doğa ve kurallar birbirleriyle karşılıklı yardımlaşma içinde­ dir. Yani kurallar doğal bellek yeteneğine sahip olanlar için yararlıdır. Buna yakında ikna olacaksınız. Fakat doğadan aldıkları yetenek bizim yardımımıza gerek bırakmıyorsa, bundan nasibini almamış olanlara yardım etmekten de geri kalmamalıyız. O halde yapay bellekten bahsedelim. Bu tür bellek, yerler ve imgelerden oluşur. Yerden an­ ladığımız saray, iki sütun arası, köşe, tonoz ve benzer şey­ ler gibisinden basitlik, mükemmellik veya dikkat çekici bir 1

Pseudo-Ciceron, Rhetorique a Herennius, III, 16-22, trad. M. Thibaut, Paris, Firmin-Didot, 1869

IJI

BELlll.

ayrım gibi nitelikleri bulunup bellek tarafından kolayca kavranmaya, sarılmaya uygun olan doğa ya da sanat eserle­ ridir. İmgeler, eğer hatırlamak istiyorsak imgelerini bir yer­ lere koyduğumuz at, aslan, kartal gibisinden akılda tutmak istediğimiz şeyin belli şekilleri, işaretleri, tasavvurlarıdır. Şimdi yerleri nasıl bulabileceğimizi ve imgeleri oraya nasıl yerleştirebileceğimizi keşfedelim. 17. Harfleri yazmayı bilenlerin onlara söylediklerimizi yazıp sonra da okuyabildikleri gibi, belleme tekniklerini [nemonik] bilenler de duydukları şeyleri zihinlerinde ku­ tulara yerleştirebilirler ve bu yolla ezberden okuyabilirler. Aslında kutular tam da balmumu veya kağıt gibi, imgeler ise harfler gibidir. İmgelerin yerleştirilmesi ve düzenlenmesi yazı gibiyken, ezberden okuma da okumak gibidir. Demek ki geniş bir belleğe sahip olmak için kendimize, içine bol­ ca imge yerleştirebileceğimiz büyük sayıda depolar hazır­ lamamız gerekir. Deponun içinde oraya emanet ettiğimiz imgeleri ararken eğer karışırlarsa başında, sonunda ya da ortasında onları istediğimiz gibi bulamamaktan, tanıyama­ mamaktan ve oradan çıkaramamaktan korktuğumuzdan, bu depolara yerleştirdiklerimizi bir düzene sokmak gerek­ tiğini de düşünüyoruz. 18. Nasıl ki tanıdığımız birçok insanı düzenli sıralan­ mış olarak gördüğümüzde ilkinden de, sonuncudan da, ortadakinden de başlasak adlarını söylemekte hiç zorlan­ mayacaksak, aynı biçimde bellekteki yerler iyi sınıflandırıl­ dığında aradığımız şey ne olursa olsun ve nerede bulunursa bulunsun imge onu bize hatırlatıp depoda kapalı olduğu yerden çekip çıkarmamızı sağlar. Öyleyse hem yerlere dü­ zenlice yerleştirmek, hem de bir kez yerleştikten sonra son­ suza dek bizim bir parçamız haline gelmeleri için üzerinde derinlemesine düşünmek önemlidir. Çünkü kullanmayı bı­ raktığımızda imgeler de harfler gibi silinip gider. Balmumu tabletler gibi kutuların da doldurulmuş olması gerekir. Yer­ lerin numaralarında her tür yanılmayı önlemek için beşten

DOt".AL BELLEJı:

beşe işaretlemelidir. · Örneğin işaret olarak beşinciye altın el, onuncuya da Decimus2 gibi ünlü birinin adı verilebilir. Sonrasında her beşlide devamını getirmek kolay olacaktır. 19. Yerlerini işlek bir alanda seçmektense tenha bir yer­ den seçmek daha iyidir. Çünkü çok sayıda insan ve onların sürekli hareketleri imgeleri bozar ve zayıflatır, oysa yalnız­ lık imgeleri bir bütün olarak korur. Öte yandan nitelik ve şekillerinin çeşitliliği bakımından net bir biçimde ayırt edile­ bilecek yerler seçmelidir. Çünkü pek çok sütun arasına ko­ yacak olan kişinin, benzerlikler yüzünden kafası karışır ve her bir yere ne yerleştirdiğini bilemez. Bu yerler sadece orta büyüklükte olmalıdır: Çok büyük olurlarsa imgelere belir­ sizlik katarlar; çok küçük olurlarsa genelde içlerinde alacak kadar yer yok gibi görünür. Yerleri ne çok aydınlık ne çok karanlık seçin ki imgeler ne silinsin ne de göz kamaştırsın. Araları orta açıklıkta, yaklaşık otuz ayak olmalıdır. Gözler­ de olduğu gibi zihinlerde de fazla uzaktaki veya fazla yakın­ daki nesneleri seçemeyenler vardır. Daha çok deneyimi olan fazla zorlanmadan çok sayıda uygun yer bulacaktır. Fakat yeterince uygun yer bulabileceğine inanmayanlar bile yine de istedikleri kadar yer bulabileceklerdir. Çünkü düşünce, bir ülkenin genişliği ne olursa olsun, orada keyfine göre her türlü şehri kurabilir, hoşuna giden tüm binaları dikebilir. Eğer bu çeşitlilikten tatmin olmadıysak, kendi kendimize düşünce yoluyla bir bölge kurup oraya uygun yerleri koya­ rak en uygunu nasılsa öyle sınıflandırma yetimiz olacaktır. Yerlerden bahsetmek artık yeter. Şimdi imgelerin düzenlen­ mesine geçiyorum. 20. İmgelerin nesnelere benzemesi gerektiğinden ve ben­ zemeye dair tüm sözcükler arasından bildiklerimizi seçme­ miz gerektiğinden, sonuçta mecburen iki çeşit benzerlik çı­ kar: şeylerin benzerliği ve sözcüklerin benzerliği. Nesnelerin 2 Decimus Brutus: Sezar'ı komployla öldürülmesinde önemli rol oynayan ünlü Brutus. Decimus Latince ve Fransızcada on sözcüğüyle bağlantılı olduğundan 'onbaşı', 'onlu' gibi bir sözcüğün Türkçede yapacağı etkiyi yaratıyor. (Çev.)

133

BELLEK

kendilerinin özet bir imgesini oluşturduğumuzda ilki olur; her adın ve her sözcüğün anısını bir imgeyle işaretlediğimiz­ de de ikincisi. Bütün bir olayın anısını bize sağlamak için çoğu zaman tek bir işaret, basit bir temsil yeter. Örneğin suçlamada bulunan kişi, sanığın bir insanı zehirlediğini, bunu mirasa konmak için yaptığını, pek çok tanık ve suç ortağı olduğunu iddia eder. Daha kolay itiraz edebilmek için öncelikle olanları belleğimizde sabitlemek istersek ilk depomuzda eylemin tamamının bir imgesini oluştururuz. Zihnimizde eğer ölünün duruşu mevcutsa, yatağında yatar halde olduğunu varsayarız. Eğer onu tanımıyorsak onun ye­ rine, zihnimize daha çabuk gelsin diye çok düşkün durumda olmayan başka bir hastayı gözümüzde canlandırırız. Yata­ ğın yanına da sağ elinde kadeh, sol elinde tabletler ve üçün­ cü parmağında koç taşağı tutan sanığı yerleştiririz. Böylece tanıkları, mirası ve zehirlenen adamı hatırlayabiliriz. Aynı biçimde sonraki karelere diğer suçlamaları art arda yerleş­ tiririz. Bunlardan birini her hatırlamak istediğimizde nesne­ lerin biçimlerini güzelce yerleştirmiş ve imgeleri özenle ayırt etmişsek bellek bize onu kolayca yeniden üretebilir. 21. Sözcükler arası benzerliği imgelerle ifade etmek iste­ diğimizde iş daha zor olacak ve daha büyük bir zihin faali­ yeti gerektirecektir. Şu cümleyi ezberlemek için ne yapmak gerektiğine bakalım: ;am domuitionem reges Atridae parant [Atree'nin kral oğullarının en başta ellerinde bulundurduk­ ları]. Bir kareye ellerini göğe doğru kaldırmış halde Marcius Rex tarafından sopayla vurulan Domitius'un imgesi yerleş­ tirilir. Bu imge ;am domuitionem reges'i hatırlatır. Sonra­ ki karede Agamemnon ve Menelas'ı temsil eden Esopus ve Cimber görünür. Bu da Atridae parant sözcükleri içindir. Böylece tüm sözcükler ifade edilmiş olur. Ancak, bu imge birleşimleri özellikle bu yolla doğal bellek uyandırılmak is­ tendiğinde yararlıdır. Örneğin bir dize söz konusuysa önce bir iki defa kendi içinden tekrarlanır, sonra sözcükler imge­ lerle tasavvur edilir. İşte sanat doğaya böyle yardım eder, 134

DOGAt BF.tLEX

zira ayrı ayrı ikisinin güçleri daha az olurdu. Yine de bilim öğrenimi daha çok yardım eli bekler. Bunu zorlanmadan kanıtlardım, ancak konudan uzaklaşıp kurallara yakışan, bu özlü ve açık anlatıma zarar vermekten çekiniyorum. İmgeler arasında bazılarının zihni uyarmaktan yana olup bunu yapabildiği, bazılarınınsa belleği canlandırmak için zayıf ve neredeyse güçten tamamen yoksun olduğu sıkça görülür. Nedenini bilince hangilerini kenara bırakıp hangilerini tutmamız gerektiğini öğrenmek için bu farkın nereden geldiğini incelemek gerekir. 22. Ne yapmak gerektiğini doğa bize kendisi öğretir. Zira hayatın olağan akışında önemsiz, sıradan ve günlük şeyler görüyorsak bunların anısını akılda tutma alışkanlı­ ğımız yoktur. Çünkü zihin sadece yeni ve özel nesnelerden etkilenir. Fakat rezillik veya namusluluk, tuhaflık veya ih­ tişam gibi bir özellikle damgalanmış bir şey gördüğümüzde ya da bize anlatıldığında, anlatılan şaşırtıcı da muhteşem de olsa onu uzun süre hatırlarız. Daha da sık olanı, her gün görüp duyduklarımızı unuturken çocukluk anılarının genelde değiştirilemez kalmasıdır. Belki de dikkat çekici ve yeni şeyleri akılda tutan zihnimizden sıradan şeylerin kolay­ ca kaçmasından dolayı böyle oluyordur sadece. Hiç kimse güneşin doğuşuna, gökyüzündeki ilerleyişine ve batışına hayran olmaz, çünkü bu her gün olan gösteridir. Fakat gü­ neş tutulmaları, daha nadir meydana geldiğinden daha sık olan ay tutulmalarından daha çok fark edildiğinden daha çok etki bırakır. Demek 'ki doğanın kendisi bize adi, sıradan şeylerin onu etkilemediğini; ona heyecanlandırabilmek için dikkat çekici ya da yeni bir şey gerektiğini öğretir. Öyleyse sanat da doğayı taklit etsin! Hoşuna gidecek şeyleri uydur­ sun ve sanatın ona gösterdiği yolu izlesin. Doğa asla geride değildir. Sanat da asla önde, ilk sırada değildir. Her şeyin ögeleri dehadan çıkar. Sonra inceleme ögeleri ortaya koyar ve hedefe götürür. Dolayısıyla biz de bellekte en uzun süre kalabilecek türde imgeleri seçmeliyiz. Bunu, bize çok tanı-

1 35

BELLEI

dık gelen benzerliklere; ne sessiz ne belirsiz olan tasavvur­ lara tutunarak; onlara dikkat çekici bir güzellik ya da göze çarpan bir çirkinlik atfederek; onları daha rahat tanımamızı sağlayacak taç gibi, mor bir elbise gibi süslerle bezeyerek; ya da bize daha çarpıcı gelsin diye yüzlerini kana, çirkefe, kan kırmızıya bulayarak yahut da onlara -belleğin işini kolay­ laştıracak bir nitelik olan- gülünç bir şey vererek başarırız. Kolayca akılda tutacağımız şeyler gerçekten var olsa­ lardı, özenle imgelenip ayırt edilerek kolayca akılda kalır­ lardı. Bize gereken, içlerinde bulunan imgeleri hatırlamak için başta yerleştirilen kareleri zaman zaman zihnimizden geçirmek olacaktır."

17 Aziz AUGUSTINUS BELLEGİN GÜCÜ

B

urada sunduğumuz metin bellek üzerine düşünümde temel bir dönüm noktası oluşturur. Bazı yönlerden felsefe ve retorikte olduğu gibi- Antik düşünceye yakından bağlı olmakla birlikte Aziz Augustinus büyük bir özgünlük gösterir. Yeni Platonculuktan esinlenmiştir ve Platon'un ruh tasarımının etkisi metinden seçilebilir. Retorik hocası olan Augustinus ars memoriae'dan, yer olarak belleğin bazı yön­ lerini almaktan kaçınmamıştır. Fakat itiraflar oldukça özel bir eser olarak kalır. Aziz Augustinus bu metni 'hayatını anlatmak' için de­ ğil, kendi dönüşümünü anlatmak yani ilahi lütfun etkisine tanıklık etmek için yazmıştır. Aslında confessio hem günah­ ların itiraf edilmesi hem de şükran göstermektir. Yani kla­ sik anlamıyla bir felsefe eseri değildir bu. En başta belleğin güçlerinin takdir edilmesini görürüz. Müphem bir yeti kar­ şısında Yunanlıların gösterdiği çekince burada görülmez. Yine de Aziz Augustinus'un Plotinos'a ve 'potansiyel gücü' olan hafıza fikrine neleri borçlu olduğu görülür. Fakat bel­ leğin enginliği ve içeriğinin zenginliğine dair yapılan özenli betimleme, bir yandan da söylev işi için gerekli her şeyi tu­ tabilecek kadar geniş belleğe retorik ustalarının verdiği de­ ğeri hatırlatır. Yani çifte bir güç söz konusudur: engin-güç [puissance-etendue] ve istek-güç [puissance-volonte]. Üste­ lik bu ikisi durmadan birbirine dolanır. Ben onları kullan­ masam bellekteki duyusal imgelerin zenginliğinin ne değeri 1 37

BELLEK

olurdu? itiraflar ayrıca zihnin kendine dönme kapasitesine ilişkin derinlemesine bir düşünmedir. Metin bu bakımdan Plotinos ve Cicero'dan ziyade Descartes ve Malebranche'a yaklaşır. Eğer bellekte beliren başka bir şey olmasaydı belle­ ğin gücünü takdir etmek bütünüyle beyhude olurdu. Aşağı­ daki alıntı, ilahi mevcudiyeti arayış kapsamında yazılmış bir metindir. Aziz Agustinus'un takip ettiği hareket bizi dışarı­ dan içeri doğru yönlendirmediği gibi Platonculuktaki gibi duyulurdan akledilire doğru da pek yönlendirmez. Bellek sonsuz olanın duyulur kılındığı yerlerden biridir. Önemli olan, bizzat zihinde insanların hep dışarıda aradıkları bir azamet olduğunu keşfetmektir. Bellek, rasyonel bir şüphe­ den ziyade içteki iki gücün, enginlik ve isteğin duyusal ve düşünümsel keşfinde bir çeşit cogitoyu mümkün kılar. De­ mek ki 'bellek' terimi bu metnin çağrıştırdığı şeyi yeterince iyi ifade etmiyor. Söz konusu olan sadece anı değil, bilinçli ve bilinçsiz tüm içsel yaşanmışlıktır. Burada bellek yalnızca geçmişe dair bir yeti değildir, geleceği de hazırlar. ("Ay, ya şöyle olursa! Ya böyle olursa!") Sonuç olarak kendimle her tür ilişki olanağının koşuludur. Böylece metin her şeyden önce edilgenliğin etkinliğe geçişini, yani duyusal içeriklerden oluşan bir hazine gibi düşünülen bellekten kendi hakkında düşünmenin koşulu olan belleğe geçişi göstermeye uğraşır.

İTİRAFLAR'

,, Demek ki fıtratımın bu melekesini aşarak beni Yaratan'a kadar basamakları tırmanırım ve yaylalara varırım. Belle­ ğin, her türden algılamanın ulaştırdığı sayısız imgeden olu­ şan hazinelerinin bulunduğu engin saraylarına ulaşırım. Al­ gılarımızın elde ettiklerini artırmak, azaltmak, değiştirmek 1

Saint Augustin, Les Confessions, X, 8, trad. Joseph Trabucco, GF-Flammarion, 1964, p. 209-212.

Azız AUGUHINUS

suretiyle şekillendirdiğimiz tüm düşünceler ile oraya bırak­ tığımız, yedeklediğimiz her şey eğer unutuş onları yutma­ dıysa, gömmediyse orada saklıdır. Oradayken istediğim tüm hatıraları gün ışığına çıkarı­ rım. Bazıları çabucak öne çıkarlar, kimileri ise daha uzun bir arayıştan sonra. Deyim yerindeyse en karanlık kuytu­ lardan çekip çıkarmak gerekir. Başka bir şey ister, başka bir şey ararken öbek öbek üşüşenler de olur. Beliriverirler, "Bizi arıyor olmayasın?" derler. lstediğim şey bulutları yarıp inzivaya çekildiği köşeden gözüme görünene kadar, bunları zihnimin eliyle belleğimin yüzünden uzaklaştırırım. Kimileri de hiç zorluk çıkarmadan ben çağırdıkça tek sıra, uygun adım kendilerini gösterirler. Sonrakiler geldikçe ilk gelenler silinip ben istediğim zaman tekrar belirmek üzere kaybolurlar. Aklımdan [memoire] bir şey anlattığımda olan işte tam da budur. Her biri kendine özel girişlerinden oraya girmiş olan du­ yumsamalar cinslerine göre dizilip orada korunur: Işık, tüm renkler, cisimlerin biçimleri gözlerden; her tür ses kulak­ lardan, tüm kokular burun deliklerinden, tüm tatlar ağız­ dan; velhasılı sert veya yumuşak, sıcak veya soğuk, pürüzlü veya pürüzsüz, ağır veya hafif nedenlerini bedenin içinden ya da dışından alan tüm izlenimler bedene dağılmış fark­ lı duyulardan girer. Bellek hepsini geri çağırmak ve ihtiyaç halinde geri bulmak için geniş tenhalıklarında, sırlarında ve sözle anlatamadıklarında toplar. lzlenimlerin her biri kendi kapısından girip yerleşirler. Belleğe giren, şeylerin kendisi değildir; duyusal şeylerin imgeleri onları çağıran düşün­ cenin emrine amade olmak için girerler. Hangi duyularla toplanıp içimize kapatıldıklarını anlasak bile bu imgelerin nasıl oluştuğunu kim söyleyebilir? Karanlık ve sessizliğin içinde de olsam keyfime göre ezberden [memoire] renkleri gözümün önünde canlandırabilirim, siyahla beyazı ve tüm diğer renkleri birbirinden ayırt edebilirim; işitsel imgelerim gelip görsel imgelerimi rahatsız etmez. Oysa oracıkta, ten139

BELUI.

ha inzivalarında büzülüp saklanmış gibidirler. Canım ister çağırırsam hemen gelirler. Dilim dinlenirken, boğazımdan ses çıkmazken bile istediğim kadar şarkı söylerim. Renkle­ rin imgeleri de bir o kadar orada bulundukları halde, ben kulaklarımdan bana gelmiş başka bir hazineyi kullanırken gelip ortaya atılmazlar. Benzer şekilde başka duyular saye­ sinde içime girmiş, orada birikmiş izlenimleri de gönlümce çağırırım. Hiçbir çiçeği koklamadan zambağın kokusunu menekşeninkinden ayırırım. Hiçbir şey tatmadan, hiçbir şeye dokunmadan, yalnız anılarla balı pişmiş şaraba, cilalı olanı pürüzlü olana yeğleyebilirim. Bunların hepsi benim içimde, belleğimin devasa sarayın­ da olup biter. Orada gök, yer, deniz ve unuttuklarım hariç şimdiye dek hissedebildiğim rüm duyumsamalar emrime amadedir. Orada kendimle buluşurum. Kendimi, ne yaptı­ ğımı, ne zaman nerede yaptığımı, yaparken içinde bulun­ duğum duygu halini hatırlarım. Tüm anılarım, deneyimi­ me dayananlar da kaynağını başkalarına olan güvenimden alanlar da orada tutulur. Aynı depodan kişisel deneyimle­ rime veya bana bu deneyimleri kabul ettirmiş inanışlarıma göre şekillenmiş kıyaslamalar çekip çıkarırım. Birini ötekine geçmişte bağlarım ve bu bilgilerin ışığında geleceği, eylemle­ ri, olayları, umutları derinlemesine düşünürüm ve bunların hepsi benim için şimdi mevcut gibidir: "Şunu yapacağım. Bunu yapacağım." Zihnimin bir sürü imgelerle ve öylesi­ ne büyük şeylerin imgeleriyle dolu engin dolambaçlarında işte böyle derim ve şu ya da bu sonuca varırım: "Ya şöyle olsaydı! Ya böyle olsaydı!" "Tanrı bizi şundan korusun. Tanrı bizi bundan esirgesin!" İçimden bunları söylerim ve ben konuşurken söylediğim gerçekliklerin aynı bellek hazi­ nesinden çıkmış imgelerini kullanırım. Onlar olmasa hiçbir şey söyleyemezdim. Ne büyük şu belleğin gücü Tanrım, ah ne büyük! Son­ suz genişlikte bir mabettir o. En dibine kim ulaşabilmiş? Halbuki sadece benim zihnimin bir gücüdür, benim fıtra-

Azız

AUGUSTINUS

tıma bağlıdır: Fakat kim olduğumu bütünüyle anlayamam. Öyleyse zihin kendini kucaklamak için çok mu dar? Kendi­ ne dair anlayamayacağı şeyler nereye kayboldu peki? Bun­ lar acaba içinde değil de dışında mıdır? Peki, nasıl oluyor da anlamıyor? Bu fikir içimi şaşkınlıkla dolduruyor, hayretle kalakalıyorum. İnsanlar dağların doruklarını, denizin devasa dalgaları­ nı, nehirlerin genişliğini, okyanusun kıyılarını, yıldızların döngülerini hayran hayran izlemeye giderler ve kendilerine yüz çevirirler! Gözlerimle görmeden bu şeylerden bahset­ memi takdire şayan bulmazlar. Halbuki eğer gördüğüm o dağları, dalgaları, nehirleri, yıldızları, başkasının sözü üze­ rine inandığım o okyanusu içimde, belleğimde gözlerimin dışarıda algılayacağı boyutlarla görmeseydim bunlardan bahsedemezdim. Fakat gözlerimle gördüğüm zaman onları içime çekmedim; bunlar içimde bulunan şeyler değil, sadece imgeleri var ve duyularımdan hangisiyle o izlenimi topladı­ ğımı biliyorum. " 2

2 Karşılaştırılan metin: Augustinus, ltiraflar, çev. Çiğdem Dürüşken, Kabalcı Ya­ yınları, İstanbul 2009. (Çev.).

18 SPINOZA BELLEGİN SÜRESİ VE NEDENLERİ

uşkusuz klasik rasyonalizmin belleğe karşı güvensizliği­ nin Spinoza'nın bu metinlerinden daha çarpıcı bir örne­ ği yoktur. Elbette Platon, Aristoteles ve Plotinos'ta ezeli ve ebedi özleri temaşa ideali, zamansal belleği aşmaya çağırır. Fakat Yunanlılar belleğin güçlerine, bilmedeki, özellikle de kendini bilme konusundaki rolüne ilişkin düşünümlerini çok daha ileriye götürmüşlerdir. Spinoza'nın, Aklın Islahı Üzerine Bir inceleme (yak. 1661) adlı tamamlanmamış ilk metninden başyapıtı Etika'ya (1675) dek bellek, imgelemin veçhelerinden birine, imgelem de anlama yetisine dair fikirlerin karşıtı olarak tekil şeylerin kavranmasına indirgenmiştir. Her ne kadar derinlemesine özgün bir felsefe geliştirse de imgelemle anlama yetisi ara­ sındaki katı karşıtlık pek tabii ki Descartes'a çok şey borçlu­ dur. 'Altıncı Meditasyon'un başında bin kenarlı (chiligone) bir geometrik şekli on bin kenarlı olandan (myriogone) sa­ dece intellectio puranın ayırt edebileceğini gösterir. Zira bu ayrım bedenle sınırlı olan imgelemin gücünü aşar. Spinoza'nın metinlerinin temel işlevi belleğe atfedilmiş olan prestiji -örneğin Aziz Augustinus'un atfettiğini- yık­ maktır. Hayır, bellek penetrale amplum et infinitum (sonsuz genişlikte bir mabet) değildir. Yalnızca tekil maddi izlerin akılda tutulması ile bunları hatırlama kapasitesidir. Elbette bellek, duyumsamanın belirli süresini koruma kapasitesiyle anımsamadan ayrılır. Fakat Etika'nın da göstereceği üzere

K

SPINOZA

'süre', tekil şeylerin zamanda var olma biçiminden ibaret olup böyle olduğundan hiçbir gerçekliği kapsamaz, zira ger­ çek fikirler, tanrısal anlama yetisinin ifadeleri ebedidir. Yani bellek tekil olanı ifade eder, evrensel olanı değil; zamanla sınırlı olanı ifade eder sonsuzu değil; olumsal olanı ifade eder zorunlu olanı değil. Yine de Spinoza belleğe pra­ tik olma bakımından belli bir yararlılık atfeder. Etika met­ ninin çarpıcı yanı şudur ki belleği oldukça katı, çağrışımcı bir bakış açısından ele alır. Sadece belirlenmiş bir sırada art arda gelen şeyleri hatırlarım. Fakat bu sıra, gerçek fikirlerin gayet rasyonel olan sıralaması değildir. Benim ilgilendiğim şeylerin öznel sırasıdır. Karşıma çıkan şeyleri benim için ifa­ de ettikleri değere göre aklımda tutarım. Dolayısıyla bu met­ ni iki şekilde okuyabiliriz: Çağrışım yoluyla gelen bilginin eleştirisi (Locke ve özellikle de Hume'dan itibaren modern halinin göstereceği gibi çağrışımcılık empirizmdir) olarak okunabileceği gibi, belleğin bedensel, mesleki, kültürel vs. tekilliğimize dair çok şey söylediği şeklinde de okunabilir. Asker ya da köylü olmak, bizi belirleyen duygularla farklı ilişkileri açığa vuran birer var olma biçimidir. Bu noktada belleğin genelde ona atfedilen sahte saygınlıkların ötesinde bir zenginliği vardır.

AKLIN ISLAHI ÜZERİNE BiR İNCELEME'

"Metot kitabımızın bu ilk bölümünde ele almaya söz verdi­ ğim sorular işte bunlar. Anlama yetisi ile onun güçlerinin öğrenilmesine imkan verecek hiçbir şeyi atlamamak içinse kısaca bellek ve unutuşu da inceleyeceğim. Burada temel olarak göz önünde bulundurulması gereken, belleğin hem anlama yetisinin yardımıyla hem de bu yardım olmadan güç 1

Spinoza, Traite de la reforme de l'entendement, § 44, dans OEuvres I, trad Charles Appuhn, GF-Flammarion, 1964, p. 208-210. Ethique, il, Prop. XVIII, dans OEuvres, vol. 3, trad. Charles Appuhn, GF-Flammarion, 1965, p. 95-97.

BELUI:

kazandığıdır. llk hususa değinirsek bir şey ne kadar tanına­ bilir ise o kadar kolay akılda tutulur ve tam tersine ne kadar tanınamaz ise o kadar kolay unutulur. Örneğin eğer birisine çok sayıda bağlantısız sözcük verirsem, aynı sözcükleri bir öykü halinde verme ihtimalime göre çok daha zor aklında tutar. Bellek, anlama yetisinin yardımı olmadan, tekil ve maddi bir şeyin imgelemi ya da ortak denen aklı ne kadar kuvvetli etkilediğine göre de güç kazanabilir. Tekil bir şey diyorum çünkü yalnızca tekil şeyler imgelemi etkileyebilir. Örneğin eğer birisi aşk hikayesi olan tek bir eser okuduy­ sa aynı türden pek çok eser okumadığı sürece imgeleminde bir tek o hikaye olduğundan onu gayet güzel aklında tutar. Oysa aynı türden pek çok nesne olduğunda hepsini beraber, tek seferde imgeleyip kolayca karıştırırız. Bir şey daha de­ dim: maddi bir şey. Çünkü yalnızca cisimler imgelemi etki­ ler. Belleğin hem anlama yetisiyle hem de o olmadan güç ka­ zanmasının yanı sıra, bellek anlama yetisinden ayrı bir şey olmalıdır, kendi kendinin içinde olduğu düşünülen anlama yetisi karşısında ne bellek ne unutma vardır. O zaman bellek ne olacaktır? İzlerin beyindeki duyumsamasından başka bir şey olmayacaktır. Bu duyumsama, anımsamanın (reminis­ centia) gösterdiği üzere, o duyumsamanın belirlenmiş süre­ sine2 ilişkin bir düşünceye bağlıdır. Anımsamada gerçekten de ruhta bu duyumsamanın düşüncesi vardır, ancak devam eden bir süre biçiminde değildir. Böylece duyumsama fikri duyumsamanın süresiyle aynı değildir, demek ki tam olarak onun belleği değildir. Fikirlerin kendilerinin de biraz bozul­ maya maruz kalıp kalmadıkları sorusunu Felsefe'de görece­ ğiz. Birileri bunu çok tuhaf bulacak olursa bizim niyetimiz

Eğer süre belirlenmemişse aynı şeyin korunan anısı mükemmel değildir. Gö­ rünüşe bakılırsa herkes bunu doğadan öğrenmiştir. Zira çoğu zaman anlanlan şeyin inanırlığını artırmak için anlatılan olayın nerede, ne zaman olduğunu sorarız. Fikirlerin de zihinde bir süresi varsa dahi, süreyi hareketin ölçüsüyle belirlemeye alıştığımızdan imgelem yardımıyla kendiliğinden yapılan işlemde salt zihne ait hiçbir bellek gözlemleyemeyiz. (Yazarın Notu)

144

SPINOZA

bakımından bir şey ne kadar tekilse o kadar rahat akılda tutuluyor olarak düşünülebilir. Aynen yukarıdaki hikaye örneğinde olduğu gibi. Dahası, bir şey ne kadar tanıdıksa o kadar rahat akılda tutulur. Bunun sonucu olarak da tekil olan şey pek tanıdık değilse onu aklımızda tutamayabiliriz.

ETiKA "Ônerme XVIII Eğer insan bedeni iki ya da daha çok cisimden eşzaman­ lı olarak duygulanım yoluyla etkilendiyse, Ruh daha sonra ikisinden birini her imgelediğinde, imgelediği şey diğerlerini de ruha hatırlatır (recordabitur). Kanıtlama (Yukarıdaki önermedeki) Ruhun bir cismi imgelemesi şu gerekçeyle olur: Bedenin belli kısımları kendi dışındaki o cisimden gelen itkileri aldığında insan bedeni duygulanı­ ma uğrar ve duygulanımıyla aynı surette dışarıdaki cismin kalıntısı olan izleri taşır. Fakat (varsayımsal olarak) beden böyle bir karşılaşmaya öyle hazırdır ki Ruh iki cismi aynı anda imgelemektedir. Dolayısıyla daha sonra da ikisi bir aradadır ve ikisinden birini imgeler imgelemez ötekini de hatırlayacaktır. C.Q.F.D. [Kanıtlanmak istenen buydu.] Şerh Böylece bellek nedir açıkça biliyoruz. Aslında bellek, insan bedeninin dışındaki şeylerin doğasını içeren belli bir fikirler silsilesinden başka bir şey değildir, o bedenin duy­ gulanımlarının sırasına ve art arda zincirlenmesine göre oluşur. llk olarak diyorum ki insan bedeninin dışındaki şeylerin doğasını kuşatan yalnızca bu fikirler silsilesidir; bu şeylerin doğasını fikirler açıklıyor değildir. Zira gerçekte (Önerme 16) insan bedeninin duygulanımlarına dair fikirler 14 5

BELLEK

hem kendi doğalarını hem de dışarıdaki cisimlerin doğasını kuşatır. İkinci olarak diyorum ki Ruhun şeyleri temel ne­ denleriyle algılamasını sağlayan ve tüm insanlarda ortak olan anlama yetisi sırasına göre oluşan fikir silsilesinden ayırt edilebilmesi için, bu zincirlenme insan bedeninin duy­ gulanımlarının sırasına ve art arda gelmesine göre yapılır. Böylece niye Ruhun bir şeye dair düşünceden onunla hiç­ bir benzerliği olmayan başka bir şeye dair düşünceye bir çırpıda geçtiğini açıkça anlıyoruz. Örneğin Romain adında biri pomum 3 sözcüğünün düşüncesinden bir çırpıda telaffuz edilen bu sözcükle hiçbir ses benzerliği olmayan bir meyveyi düşünmeye geçer. Tek ortak yönleri, çoğu kez Romain'ın bedeninin ikisinin duygulanımının etkisine birden maruz kalmış olmasıdır. Yani bu insan çoğu zaman pomum söz­ cüğünü meyveyi görürken duymuştur; işte herkes böyle be­ dende şeylerin imgelerini sıralayan alışkanlığa göre bir dü­ şünceden ötekine geçer. Örneğin kumun üstünde nal izleri gören bir asker hemen bir atlı düşünür, oradan da savaş düşüncesine geçer. Bir köylüyse tersine at düşüncesinden sa­ ban, tarla vs. düşüncesine geçer. Demek ki herkes, şeylerin imgelerini şu ya da bu biçimde bağlantılandırmaya alışık oluşuna göre aynı düşünceden yola çıkarak şu ya da bu dü­ şünceye geçecektir. "4

' Çekirdekli meyveler ve meyve ağacı anlamlarına gelen Latince sözcük. Ses olarak Fransızcadaki elma (pomme) sözcüğünü çağrıştırıyor. (Çev.) 4 Karşılaştırılan metin: Etika, çev. Hilmi Ziya Ülken, Dost Kitabevi, Ankara 2009. (Çev.)

146

19 5CH O PEN HAUER DELİLİK BİR BELLEK HASTALIGIDIR

eliliğin özü belleğin bir eksikliği olarak yorumlanabi­ lir mi? Bununla bağlantılı olarak da sağlık hali belleğin tamlığı olarak yorumlanabilir mi? Bu özgün teoriye hakkını vermek, Freud'un yaptığı ünlü ama tartışmaya açık, niha­ yetinde de oldukça müphem olan okumasına mesafe koy­ mayı gerektirir: "Bastırma teorisinde kesinlikle bağımsız­ dım. Beni kendisine yaklaştırabilecek bir etki bilmiyorum ve uzun süre kendim bu fikri özgün diye kabul ettim; ta ki O. Rank bize isteme ve Tasarım Olarak Dünya'da filozof Schopenhauer'ın deliliğe bir açıklama bulmaya uğraştığı pa­ sajı gösterene dek. Bu pasajda, gerçeğin acı veren bir yönünü kabul etmenin bize itici gelmesine dair söylenen şey benim bastırma kavramımın içeriğiyle öyle iyi örtüşüyor ki belki bir defa daha okumalarımın yetersizliğini fark etmeme imkan verdi" (Freud, Sur l'histoire du mouvement psychanalyti­ que [1914], trad. Cornelius Heim, Gallimard, 1991, s. 28). Şüpheli bir karşılaştırma, zira Schopenhauer'ın betimlediği, aslında, genel olarak bastırmadan çok daha şaşaalı bir düze­ nektir. Psikanaliz çerçevesinde dahi, belleğin bir bölümünün böyle büyük ölçüde 'kurgularla' yer değiştirmesi daha ziya­ de Freud'un bizzat kendisinin 'yadsıma' dediği ve psikotik mekanizmaların temelinde bulunan şey değil midir? Her ne olursa olsun Schopenhauer kesinlikle nevroz ile psikoz ara­ sındaki farkla ilgilenmez. Onun ilgilendiği sağlık ve hastalık arasındaki farktır. Halbuki dikkate değer olan şurasıdır ki

D

147

BELLEI:

deliliğin bellek hastalığı olduğunu söylemek esasen ona 'ah­ laki' bir kapsam vermektir. Görünen o ki deliliğin nedeni travmada, dayanılmaz bir olayda yatmaktadır; yoksa zeka eksikliğinde, sinirlerin zayıflığında veya yapısal bir zayıflıkta değil. Öte yandan en derin açıklaması filozofun düşüncesindeki temel bir ayrımda, akıl [intellect] ve istek [volonte1 ayrımın­ da gizlidir. Doğrudan doğanın merkezindeki metafizik 'ya­ şama isteği'nden kaynaklanan istek, tüm güdüler, tutkular ve yaşamsal güçler alanını ifade eder. Akıl ise isteğin, ken­ disini anlamak için insanda kurduğu bir ayna gibidir. Fakat dünyayı yüzeysel temsiller biçiminde görmeye mahkumdur: bilim, pratik eylem ... Yaşama isteğinin bizzat kendi içindeki bu boşluk, delilik mekanizmasını en iyi ifade eden örnektir.

İSTEME VE TASARIM ÜLARAK DüNYA'

" Deliliğin doğasını bilmem için net ve tam bir değerlendir­ meye henüz ulaşamadık. Doğrusu deli ile aklı başında in­ sanı ayıran tam ve kesin bir kavram elimizde yok. Delilerin mantık ve anlama yetisinden mahrum oldukları söylenemez. Konuşurlar, anlarlar. Çoğu zaman oldukça isabetli biçimde akıl yürütürler. Hatta genelde önlerinde olup biteni dosdoğ­ ru görürler ve neden sonuç silsilesini kavrarlar. Ateşliyken görülen hayaletlerden daha fazlası olmayan görüler deliliğin sıradan bir belirtisi değildir. Hezeyan algıyı yanıltır, delilik düşünceyi. Aslında çoğu kez deliler doğrudan, halihazırda mevcut olanı bilmekte yanılmazlar. Saçmalamaları hep ora­ da olmayanla, geçmişle bağlantılıdır. Sonrasında da hep mevcut olmayanın veya geçmişin şimdiyle bağlantısıyla il­ gilidirler. Sonuçta hastalıkları bana daha ziyade belleği vu1

Schopenhauer, Le Monde comme volonte et representation, III, S 36, et Supplement, chap. XXXIl, trad. Andre Burdeau, Alcan, 1909-1913.

SCHOPENHAUER

ruyor gibi görünüyor. Ancak tamamen silmiyor da (zira pek çok deli pek çok şeyi ezbere bilir ve bazen uzun zamandır görmedikleri insanları tanırlar.) Hastalıkları daha ziyade belleğin akışını böler; süreğen silsilesini bozar ve geçmişin her tür anısının düzenli biçimde sıralanmasını imkansız kı­ lar. Tahminimce deli geçmişten bir sahneden bahsettiğinde ona gerçekten şimdiye ait bir sahnenin tüm canlılığını katar. Böylesi bir anıda boşluklar vardır. Deli onları kurmacalarla doldurur. Bu kurmacalar hep aynı olup sabit fikirlere dö­ nüşebilir veya gelip geçici kazalar gibi her seferinde değişe­ bilirler. tik durumdaki monomanidir,2 melankolidir. lkinci durum demanstır, fatuitastır. Bu yüzden, deli akıl hastane­ sine girdiğinde onu önceki hayatıyla ilgili sorgulamak zor­ dur. Doğruyla yanlış belleğinde giderek daha çok birbirine karışır. Her ne kadar dolaysız şimdiki zaman sağlıklı bir şe­ kilde bilinse de delinin düşsel geçmişine atıf yaparak bugün­ le geçmişi ilişkilendirmesiyle bir o kadar çarpıtılır. Deliler kendilerini de başkalarını da yalnızca hayali geçmişlerinde var olmuş insanlar sayarlar. Arkadaş tanımazlar. Kısacası şimdiki zamanı dosdoğru algıladıkları halde şimdiye geçmiş yoluyla yanlış bağlantılar atfederler. Eğer delilik yoğun hale gelirse, bellek tamamen düzensizleşir. Deli şu an olan veya olmayan hiçbir şeyi hatırlayamadığı gibi geçmiş şeyleri de hatırlayamaz. Tamamen ve özellikle şu anın keyfine göre yö­ netiliyordur ve ona göre şu an geçmişi oluşturan kuruntular­ la bağlantılıdır. Ayrıca yanındayken ondan daha güçlü oldu­ ğumuzu sürekli hissettirmediğimiz takdirde durmadan kötü muameleye uğrama veya öldürülme tehlikesi altındayızdır. Delinin bilmesiyle hayvanınki, her ikisinin de şimdiyle sınırlı olması yönüyle birleşirler. Fakat onları ayıran şudur: Hayvanın geçmiş olarak kabul edilen hiçbir geçmiş tasa­ rımı yoktur. Kuşkusuz o bu tasarımın etkisine alışkanlık vasıtasıyla maruz kalır. Örneğin eski sahibini yıllar sonra 2

Zihnin tek bir düşünceye saplanıp kaldığı zihinsel bir hastalık. (Çev.)

149

BELLEK

hatırladığında sahibinin bakışı onun üzerinde alışıldık, sü­ rüp giden bir izlenim yarattığında olan budur. Ancak halen, o zamandan bu zamana geçen zamana ilişkin hiçbir anısı yoktur. Bunun tersine, deli, geçmişi aklında hep in abstrac­ to [soyut olarak] saklar. Fakat bu yalnızca ona göre var olan sahte bir geçmiş olup ya sürekli ya da sadece anlık bir inanç nesnesidir. Şimdiyi tamamen bilse de bu sahte geçmi­ şin etkisi şimdiden herhangi bir fayda sağlamasını engeller. Halbuki hayvan bunu yapabilir. Şiddetli tinsel acıların, kor­ kunç ve beklenmedik olayların sıklıkla deliliğe yol açmasını işte böyle açıklıyorum. Bu tür bir acı her zaman gerçek bir olay olması bakımından şimdiyle sınırlıdır. Yani geçicidir ve böyle olduğundan da bizim gücümüzü aşmaz. Ancak kalıcı olursa aşırı olur. Böyle olunca basit bir düşünceye indirge­ nir ve bunun kalıntısı da belleğe yerleşir. Eğer bu acı, bu düşüncenin ya da bu anının sebep olduğu keder dayanıla­ mayacak ve kişinin gücünü aşacak kadar şiddetliyse işte o zaman endişeye kapılan doğa son çare olarak deliliğe başvu­ rur. Eziyet çeken zihin deyim yerindeyse bellek akışını bo­ zar, boşlukları kurmacalarla doldurur. Gücünü aşan tinsel acıya karşı demansa sığınır. Tıpkı kangren olmuş bir uzvun kesilerek yerine yapay bir uzuv konması gibidir. Örnek ola­ rak öfkeli Ajax'ı, Kral Lear'ı, Ofelya'yı alalım, zira burada ancak gerçek dehanın yarattıklarına başvurabiliriz. Çünkü onlar herkesçe tanınır, hatta gerçeklikleri sayesinde gerçek insanlar olarak kabul edilebilirler. Üstelik gerçek ve günlük deneyim de bu konuda bize mutlak surette benzer sonuçlar verir. Acıdan deliliğe bu geçiş benzersiz değildir. Üzücü bir düşünce ansızın gelip bizi hazırlıksız yakaladığında çoğu zaman bir nevi mekanik bir çığlıkla, bir hareketle onu kov­ mak isteriz. Böylece dikkatimizi dağıtıp kendimizi anımızın elinden sertçe çekip aldığımızı düşünürüz.

SCHOPENHA.UER

DELİLİK ÜZERİNE (EK BÖLÜM XXXII)

,, Zihnin asıl sağlığı anımsamanın mükemmelliğinde saklıdır. Kuşkusuz bundan belleğin her şeyi saklaması gerektiği an­ laşılmamalıdır. Yaşamımızın daha önce akıp giden kısmı zamanın içine karışıp küçülür. Tıpkı yürüdüğü yola dönüp bakan yolcunun arkasında kalan yolun mekana karışma­ sı gibi. Bazen yılları birbirinden ayırmak bize zor gelir. Günlere gelince, onları ayırt etmek neredeyse her zaman imkansızdır. Ama her şeyiyle birbirine benzer olup sonsuz kez akla geri gelen, bir nevi imgeleri birbiriyle örtüşen olay­ lar, anının içinde birbirine karışacak ve artık tek başına ta­ nınamaz olacaktır. Bunun aksine belli bir özelliği bulunan veya bir yönüyle dikkat çeken her olay eğer akıl normal, güçlü ve tamamen sağlıklı ise bellekte yerini bulacaktır. tık ciltte deliliği birbirini tekdüze takip eden ancak bolluğu ve netliği durmadan azalan anılar silsilesinde kopukluk olarak göstermiştim. Şimdi düşüncemi desteklemek için birkaç tes­ pit ekleyeceğim. Zihni sağlıklı olan bir insanın belleği, tanık olduğu bir olayda, bir şeyi şimdi algılandığındaki kadar sağlam ve gü­ venilir bir kesinlik sunar. Yine bu insanın mahkemede ye­ minliyken verdiği ifade kayda geçirilir. Ancak en küçük bir delilik şüphesi tanığın verdiği beyanın geçersiz kılmaya ye­ ter. Zihin sağlığı ile akıl bozuklukları arasındaki kıstas işte budur. Hatırladığım bir olayın gerçekliğinden kuşkuya düş­ mem dahi, en basitinden, kendi deliliğimden şüphelenmeme eşdeğerdir. Ancak sadece hayal ettiğimden endişelenmem hali hariçtir. Şahit sıfatıyla anlattığım bir olayın gerçekli­ ğinden başka bir insan kuşkulandığında, eğer dürüstlüğüm­ den şüpheleniyor değilse, beni deli sayıyordur. Başta kendi­ sinin uydurduğu bir masalı yineledikçe kendi de inanacak noktaya gelenler, doğrusunu söylemek gerekirse zaten o noktada delidir. Deli akıl pırıltıları gösterebilir, bazı bilgece fikirleri hatta bazen doğru yargıları olabilir; fakat geçmiş 151

BEllll

olaylarla ilgili tanıklığına hiçbir değer yüklenemez. Bilindiği üzere Buda Shakya-Muni'nin yaşamını anlatan Lalitavista­ ra, o doğduğunda tüm dünyada bütün hastaların sağlığına kavuştuğunu, körlerin görmeye, sağırların duymaya baş­ ladığını, tüm delilerin 'anılarını geri bulduklarını' anlatır. Hatta bu sözler iki ayrı pasajda yinelenmiştir. 3 Ktndi uzun deneyimlerim deliliğin özellikle aktörlerde nispeten sık görüldüğünü düşünmeme neden oldu. Fakat onlar da belleklerini öyle böyle zorlamıyorlar hani! Her gün ya öğrenilecek yeni bir rol vardır ya da hatırlanması gereken eski bir rol. Bu roller birbirleriyle alakasız veya dahası bir­ birleriyle çelişkili, karşıt olurlar. Sonuçta aktör her akşam başka bir karakter olmak için kendini tamamen unutmaya çabalar. Doğruca deliliğe giden yol değil midir bu? Deliliğin doğuşuna dair yazıda sunulanları daha rahat anlamak için ilgimizi, gururumuzu veya arzularımızı yara­ layan şeyleri nasıl bir tiksintiyle düşündüğümüzü, ne zor­ luklarla bunları aklımızın kesin ve ciddi imtihanına tabi tut­ maya karar verdiğimizi, aksine nasıl bir kolaylıkla bilinçsiz olarak bunlardan birden sertçe ayrıldığımızı veya kaçar gibi koptuğumuzu hatırlayalım. Oysa hoş şeyler nasıl da kendiliğinden aklımıza girerler, kovarsak yeniden içeri sı­ zıp dikkatimizi saatlerce üstlerinde tutarlar. Deliliğin zihne süzülebileceği delik, istencin kendisine zıt olanı aklın ışığı­ na tutmaktan hoşlanmamasında bulunur. Yeni yahut na­ hoş her olay aslında akıl tarafından özümsenmelidir. Hatta daha tatmin edici herhangi bir nesneyle yeri doldurulabi­ lecek olsa dahi istenç ve onun ilgilendiği şeylerin olduğu gerçekler sisteminin içinde yerini almalıdır. Zihnin girişi bir kez zorlandı mı üzücü izlenim zayıflamaya başlar. Ancak işlemin kendisi genelde çok acılıdır ve çoğu kez yavaşça ve zorluklarla gerçekleşir. Halbuki ancak her seferinde mutlu3

Rgya Tch'er Rol Pa, Histoire du Bouddha ç.Jkya-Mouni, trad. Philippe­ Edouard Foucaux, Paris, 1848, p. 91 et 99. (Fr. Ed. Notu)

lukla gerçekleşmesi şartıyla zihin sağlığını koruyabilir. Ama eğer ki tek bir durumda bile iradenin gerçeği kabul etmek­ teki gönülsüzlüğü ve direnci bu işlemin artık tüm saflığıyla tamamlanamayacağı bir dereceye ulaşırsa, eğer böylece bazı olaylar, bazı ayrıntılar onların görüntüsüne dayanamadı­ ğından akıldan kaçarsa ve eğer böylece oluşan boşluk silsile kurulması gerekliliğinden dolayı keyfi surette doldurulursa, delilik ortaya çıkıverir. Çünkü akıl, istencin hoşuna gitsin diye doğasından vazgeçmiştir. insan şimdi, olmayanı hayal etmektedir. Oysa böylece doğan delilik, dayanılmaz eziyet­ lerin Lethe'si4 olur. Bu, kaygıya kapılan insan doğasının, yani istencin son çaresi olmuştur."

' Mitolojide Unutkanlık Nehri. (Çev.)

153

20 RIBOT BELLEGİN ZAYIFLAMASI

aşlarda Theodule Ribot (1839-1916) Fransa'nın ileri­ sinde diye değerlendirdiği iki büyük psikoloji ekolünün çalışmalarını Çağdaş lngiliz Psikolojisi (1870) ve Çağdaş Al­ man Psikolojisi ( 1879) adlı eserlerinde savunmasıyla kendini tanıtmıştır. 'Deneysel psikoloji' denince 'melekeler' temelli felsefi psikolojiden kopuş ve dolayısıyla Skolastik düşüncey­ le Aziz Augustinus'tan miras kalan, işlevlerin zeka, bellek, istenç olarak bölünmesinden de kopuş ifade edilmektedir. Zihnin incelenmesi için birincil kaynak olarak içe bakış yön­ temine başvurulmasından da kopmak demektir. (Bu, Berg­ son tarafından yeni bir form olan sezgi ile taçlandırılmıştır.) Buna karşın, deneysel psikoloji zihnin işlevlerini, giderek daha iyi bilinen sinir sistemine dayandırır: "Bellek özü gere­ ği biyolojik ancak ilineksel surette psikolojik bir olgudur." (Les Maladies de la memoire, s. 1) Konuyu incelemek için Ribot her şeyden önce klinik olgulara dayanacaktır (Bunun­ la beraber klasik anlamda deney yapmaz.). Ribot dikkate değer şekilde göstermektedir ki belleğin incelenmesi patolo­ jiden beslenerek zenginleşir. Klinik gözlem bazı karanlık me­ kanizmaların içine girmeyi ve en iyi durumda da işleyiş ka­ nunlarını tespit etmeyi sağlar. Hatta en ünlüsü de Ribot'nun kendi adını verdiği 'gerileyen amnezi kanunu'dur. Alıntı­ mızda belirtilen prensibi, mnezik etkinliklerin çözülmesi­ dir. Bu düşünce 'sağduyu'ya ters düşer. Fakat Ribot'nun en çok esinlendiği evrimci doktrinin (bu alanda büyük ustası

B

1 54

RIBOT

Herbert Spencer'dır) verileriyle mükemmel biçimde tutar­ lıdır, zira belleği evrimle karmaşıklaşan organizmanın bir ürünü olarak düşünür: "Sonuçta görüyoruz ki -ister psişik ister organik bellek olsun- belleğin nerede bittiğini söyle­ mek imkansızdır. Bellek sözcüğüyle belirttiğimiz şeyde do­ ğuş halinden mükemmel hale kadar her derecede düzenden diziler vardır. Durmaksızın istikrarsızlıktan istikrara geçiş vardır. Bilinç durumundan, güven vermeyen edinimden or­ ganik duruma, sabit edinime geçiş vardır. Düzenliliğe doğru bu daimi gidiş sayesinde malzemelerde daha yüksek düşün­ ceyi mümkün kılan bir basitleştirme, bir düzen oluşur. Yal­ nızca kendine indirgenip de·ngeleyen hiçbir karşı güç olma­ dığında giderek bilinci yok etmeye çalışır, insanı otomata çevirir" (lbid., s. 49). Bugün bu kanunun betimleyici yönünden başka pek bir şeyi kalmamıştır. Halbuki bilinci, bilinçaltı sinirlerden oluşan bir buz dağının görünen kısmı olarak alan engin bir zihin tasarımına dayanmaktadır ve özellikle içimizde en sa­ bit olan şeyin aynı zamanda en eski, en ilkel şey olduğunu gösterir.

BELLEK HASTALIKLARI'

,, 1 ° Belleğin zayıflamasının önce yakın zamandaki olayları vurduğu tespiti öyle bayağı bir tespittir ki bunun akla man­ tığa ne derece aykırı olduğu fark edilmez. Öncelikle en yeni, şimdiye en yakın zamanlı olayların en sağlam, en net olan­ lar olduğuna inanmak doğaldır; normalde olan da budur. Fakat demansın başlangıcında ağır bir anatomik lezyon meydana gelir: Sinir hücrelerinde dejenerasyon2 başlangıcı 1 Ribot, Les Maladies de la memoire, [Bellek Hastalıkları], Alcan, 1902, s. 94-96. ' Bozulma, yozlaşma anlamlarına gelen dejenerasyon (Fr. degeneration) sözcüğü tıpta hücrelerdeki bozulma, zedelenme, hücrenin normal yapısını bozan değişiklik anlamında kullanılır. (Çev.)

155

BELLEI::

görülür. Körelme yolundaki bu ögeler artık yeni izleri sakla­ yamazlar. Daha net söylersek ne hücrelerde yeni bir değişik­ lik ne de yeni dinamik bağlantıların kurulması mümkündür; ya da en azından kalıcı olmaları mümkün değildir. Kalıcı­ lıkla dirilişin anatomik şartları eksiktir. Eğer olgu büsbütün yeniyse sinir merkezlerine kaydolunmaz veya hemen silinir.3 Yalnızca geçmiş deneyimlerin bir tekrarıysa ve halen canlıy­ sa hasta olguyu geçmişe geri atar. Güncel olaya refakat eden hal ve şartlar hızlıca silinir ve yeni olayın yerinin tespitine izin vermez. Fakat sinir ögeleri üzerine uzun yıllardan beri sabitlenip organik hale gelmiş değişiklikler, dinamik bağ­ lantılar ve yüz kere, bin kere yinelenmiş çağrışım grupları­ nın varlıkları halen sürüp gitmektedir. Yıkıma karşı daha büyük bir güçleri vardır. Belleğin bu çelişkisi şöyle açıkla­ nır: Yeni olan eski olandan önce ölür. 2° Kısa süre sonra sıra, hastanın yaşamına destek olan eski temelin zarar görmesine gelir. Zihinsel kazanımlar (bi­ limsel, sanatsal, mesleki bilgiler, yabancı diller vs.) yavaş yavaş kaybolur. Kişisel anılar geçmişe doğru inerek silinir. Çocukluk anıları en son silinenlerdir. llerlemiş bir aşamada dahi ilk yaşların maceraları, şarkıları geri gelir. Çoğu zaman bunayanlar kendi dillerinin büyük bölümünü unutmuşlardır. Birkaç deyim kazara geri gelir. Fakat genelde otomatik bir biçimde geriye kalan sözcükleri yinelerler (Griesinger, Bail­ larger). Bu zihinsel çözülmenin anatomik nedeni beyin kabu­ ğunu, sonra da beyaz maddeyi yavaş yavaş kaplayarak sinir cevherindeki hücrelerde, kanallarda, kılcallarda yağ ve plak dejenerasyonu meydana getiren körelmedir. 3 ° En iyi gözlemciler "duygusal melekelerin zihinsel mele­ kelerden çok daha yavaş söndüğünü" fark etmişlerdir. Duy­ gular kadar belirsiz hallerin fikirlerden ve zihinsel hallerden daha dayanıklı olabilmesi başta şaşırtıcı görünebilir. Derin3

Bir yaşlılık demansı vakasında, hasta her gün ziyaretine eden doktorunu on dört ay boyunca hiçbir zaman tanıyamamıştır. (Felmann, Archiv. Für Psychiatrie, 1864) (Yazarın Notu)

RtBOT

!emesine düşününce içimizdeki en derin, en içten, en sebatlı olan şeyin duygular olduğu görülür. Zekamız edinilmiş ve bizim dışımızda iken duygularımız içimizdendir. Alabilecek­ leri incelikli ve karmaşık biçimlerden bağımsız olarak kay­ nakları bakımından düşünüldüklerinde duygular yapımızın dolaysız ve daimi ifadesidir. lç organlarımızın, kaslarımızın, kemiklerimizin bedenimizin en mahrem ögelerine dek her şe­ yin duyguları oluşturmakta payları vardır. Duygularımız biz demektir. Duygularımızın unutulması [amnesie] kendimizi unutmak demektir. Demek ki düzen bozukluğunun öyle ileri bir noktaya ulaştığı zamanda, kişiliğin parça parça düşmeye başladığı bir dönemde meydana gelmesi mantıklıdır. 4° Son aşamaya dek direnen edinimler neredeyse tama­ men organik olanlardır: günlük rutinler, uzun süre önce edinilmiş alışkanlıklar gibi. Pek çoğu, artık ne yargılama ye­ tileri ne iradeleri ne de duyguları kaldığı halde sabah kalkıp giyinebilir, öğünlerini düzenli yiyebilir, yatabilir, elle yapı­ lan işleri yapabilir, hatta bazen dikkat çekici bir yetkinlik­ le iskambil ve başka oyunlar oynayabilirler. Pek az bilinçli bellek gerektiren bu otomatik etkinlik beyin gangliyonları, omurilik soğanı ve iliğin yeterli olduğu alt tür belleğe girer. Demek ki belleğin adım adım tahrip olması mantıklı bir gidişatı, bir yasayı takip eder. Adım adım istikrarsız olan­ dan istikrarlı olana dogru iner. Sinir ögelerine iyi sabitlen­ memiş, nadiren yinelenmiş dolayısıyla da diğerleriyle zayıf­ ça bağlantılandırılmış olan, en zayıf derecede düzenlenmiş olan yeni anılardan başlar. Organizmaya sabitlenmiş ken­ disinin bir parçası olmuş ya da daha ziyade bizzat kendisi olmuş olan, düzenlemeyi en yüksek derecesinde temsil eden içgüdüsel, duyusal bellekle işi bitirir. Amnezinin başından sonuna dek şeylerin doğasına göre ayarlanmış olan ilerle­ yişi en az dirençliyi yani en az düzenlenmiş olanın çizgisi­ ni izler. Böylece patoloji az önce belleğe dair söylediğimiz şeyi bütünüyle doğrular: "Biri yeni durum ve öteki organik

157

BELLEI.

kaydedilme olan iki uç arasında değişken derecelerdeki bir düzenlenme sürecidir." Benim gerileme ve geri verme yasası [/oi de regression ou de reversion] adını vereceğim bu yasa bana olgulardan çıkarak nesnel bir gerçeklik olarak kendini dayatıyor gibi görünüyor. Ancak tüm kuşkuları dağıtmak ve tüm itirazla­ ra hazırlanmak için bir karşı kanıtla bu yasanın sağlamasını yapmanın iyi olacağını düşündüm. Eğer bellek bozulurken az önce değindiğimiz değişmez gidişatı izliyorsa yeniden kendini oluşturduğunda da aynı gidişatın tersini izlemelidir: En son kaybolan formlar en da­ yanıklı olanlar olduklarından ilk olarak yeniden belirmeli­ ler ve onarım yukarıya doğru gerçekleşmelidir. Bunu kanıtlayan vakalar bulmak oldukça zordur. Her şeyden önce, bellek kendiliğinden gelmelidir. Rehabilitasyon vakaları pek bir şey kanıtlamaz. Üstelik kademeli ilerleyen amnezileri iyileşmenin takip etmesi çok nadirdir. Son olarak da, ilgi hiç bu nokta üzerine yoğunlaşmadığından belgelere yeterince işlenmemiştir. Başka belirtilerle uğraşan doktorlar belleğin 'yavaş yavaş' geri geldiğini not etmekle yetinirler. Yukarıda alıntılanan Deneme'sinde Louyer-Villermay şu gözlemi yapar: "Bellek rehabilitasyonunda bellek geri gelirken ortadan kalkışındakinin tersi bir sıra izler: olay­ lar, sıfatlar, isimler, özel isimler." Bu kafası oldukça karışık tespitten çıkarılacak çok az şey vardır. Daha açık olanı işte şudur: "Son zamanlarda gördük ki Rusya'da ünlü bir gök­ bilimci sırayla önce bir gün önceki olayları, ardından yılın olaylarını, sonra son yıllardaki olayları unuttu. Böyle böyle boşluk giderek büyüdü ve en sonunda ona kala kala sadece çocukluğundaki olayların anıları kaldı. Tamamen kaybolup gittiği sanıldı. Fakat ani bir duraklama ve umulmadık bir dönüşle boşluk tersi yönde doldu. Gençliğindeki olaylar gö­ rünür oldu, sonra olgun yaşlarındakiler, sonra en yakın za­ mandakiler, sonra da bir önceki gününküler. Ölmeden önce belleği bütünüyle geri gelmişti."

2I FREUD BELLEKTE BİLİNÇALTI SÜRECİ

reud, bilinçaltının 'önbilinç-bilinç sistemi'nin kural­ larına karşıt kurallara uyduğunu durmadan gösterir: 'serbest' enerji kuralları, 'ilksel süreç' kuralları... Psişik içeriklerin haz ilkesine boyun eğip en doğrudan yol olan dürtü yoluyla bağlantı kurması kuralıdır. Bilinçaltının te­ zahürlerinin (örneğin rüyanın) saçma olma özelliği de belli ki buradan gelmektedir: Çağrışımlar mantık (Hume) veya yararlı olma (Spinoza) kurallarına değil, yer değiştirme, yoğuşma kurallarına uyarlar. Ezcümle, kendine has bir dil­ leri vardır. Öyleyse Freud'un, açıkça bellek teorisyeni değilse de, sırf bellekten bahsettiği anlaşılır. Freud, bazı yolları izle­ yerek psişeye kaydedilen 'mnezik izler'le ilgilenmeye çok erken zamanlarda başlamıştır. 1895 tarihli, yayınlanma­ yan Bir Psikoloji Taslağı [Entwurf einer Psychologie] baş­ lıklı yazısında, mnezik izlerin gücü imtiyazlı bir yol için gerekli şartları oluşturduğunda bu güzergahları 'patika' olarak adlandıracaktır. Bu oldukça eski bir fikirdir. Ör­ neğin Descartes hayvanların zihinlerinin daha kolaylıkla önceden açılmış yollardan geçtiklerini çoktan fark etmiştir. Freud belleğin birliğini reddeder: Bellek homojen bir bütün değildir. Az ya da çok ulaşılabilir olsa da bellek kar­ maşık katmanlardan oluşur. Ünlü bir mektubunda buluşu­ nu şöyle ifade eder: "Bilirsin, çalışmalarımda psişik meka-

F

159

nizmamızın katmanlaşma süreciyle oluştuğu hipotezinden yola çıkarım. Belleksel izler formunda bulunan malzeme­ ler yeni durumlara göre zaman zaman yeniden düzenle­ nirler. Benim teorimde temelden yeni olan şey, belleğin bir kez değil birçok kez mevcut olduğu ve farklı türlerde 'işaretler'den oluştuğudur" (Fliess'e yazılan, 6 Aralık 1896 tarihli 52. mektup). 'Yeniden düzenleme' [remaniement] kavramı önemli­ dir, çünkü zayıflamayla anının değişikliğe uğradığını söy­ leyen eski fikirden kopuşu gösterir. Tersine, belleksel izle­ ri durmadan yeniden düzenleyerek işleyen bizzat psişizm faaliyetidir. Bir düzenlemeden diğerine kayıtlar gerçek bir şifre çözme işlemi gerektirir. Paradoksal olarak, bazen de bu mekanizmalar unutuştan yola çıkarak daha iyi kavra­ nabilir. Alıntımızın gösterdiği üzere, unutuş sadece yor­ gunluğun, bellek zayıflığının ve benzeri şeylerin bir sonucu olarak anlaşılmamalıdır. Freud her şeyden önce unutma­ nın, ·arzudan yola çıkarak deşifre edilebilecek olan ince­ likli mantığıyla ilgilenmiştir. Burada mühim değilmiş gibi görünen şeye, bir özel ismin unutulmasına anlamını veren, cinsellik ile ölüm arasındaki bağlantıların bastırılmasıdır. Belleksel izlerin güzergahını izlemelidir; belleğinden yakın­ mamalı veya belleğiyle gururlanmamalıdır. Freud'un sanata güzide bir yer atfettiği tüm metinlerde olduğu gibi bu metnin de belli bir çekiciliği vardır. Gelge­ lelim bir noktanın biraz daha açıklığa kavuşturulduğunu görmek isterdik: Freud'un, bu incelikli çözümlemesinde, Signorelli'nin Antichrist fresklerinin içeriğini hesaba kat­ mamış olması mümkün müdür? Ki bu freskler, yavaş yavaş etlerine geri bürünen iskeletlerin etkileyici bir temsilidir, tıpkı bilinç kazanan bilinçaltı izler gibi.

160

FREUO

GüNLüK HAYATIN PsiKOPATOLOJtsi'

" Bir psikologdan bildiğimizi düşündüğümüz halde bir adın nasıl olup da aklımıza gelmediğini açıklamasını istesek, özel adların başka türden belleksel içeriklere göre daha kolay unutulduğu cevabını vermekle yetineceğini söylesem pek de yanılmış olmam. Özel adlara atfedilen böylesi bir farklılığın kabul edilebilir nedenlerine değinecek ama sürecin başka belirleyici bir boyutu olduğunu varsaymayacaktır. Bana gelince, özel adların geçici süreyle unutulması feno­ meniyle daha derinlemesine ilgilenmeme yol açan, her du­ rumda olmasa da özellikle bazı durumlarda yeterince net bir biçimde ayırt edilebilen detayları gözlemlemem oldu. Böylesi durumlarda, aslında yalnızca unutma değil hatalı hatırlama da vardır. Aklından çıkan bir adı hatırlamaya uğraşan kişi­ nin bilinç katmanına başka adlar -ikame adlar- gelir; doğru olmadıkları hemencecik fark edilse de büyük bir inatla ken­ dilerini dayatmaktan vazgeçmezler. Aranan adın bulunma­ sına yaraması gereken süreç bir nevi yer degiştirmeye uğra­ yarak isabetli olmayan bir ikameye götürmüştür. Benim öne sürdüğüm hipotez bu yer değiştirmenin psişik bir keyfiyetin sonucu olmadığı, belli yasalara göre işlediği ve öngörülebilir olduğudur. Başka bir deyişle, ikame ad veya adlarla aranan ad arasında tespit edilebilecek bir bağıntı vardır ve eğer bu bağıntının varlığını ispatlamayı başarabilirsem adların unu­ tulması sürecine ışık tutabileceğimi umuyorum. 1898 yılında incelemek için seçtiğim örnek, Orvieto katedralindeki 'nihai sonlar'ı gösteren muhteşem freskleri yapan ustanın hatırlamaya çalışıp bir türlü hatırlayamadı­ ğım adıydı. Aradığım ad -Signorelli- yerine başka iki res­ samın adı ısrarla aklıma geliyordu: Botticelli ve Boltraffio, ki hemen bunların yanlış olduğuna hükmedip eliyordum. 1

Freud, LA Psychopathologie de la vie quotidienne, trad. Denis Messier, Gallimard, 1997, p. 35-42. 161

BELLEK

Doğru adı, dışarıdan biri tarafından bana söylendiğin­ de hemencecik ve tereddüt etmeden tanıdım. Nasıl etkiler altında ve hangi çağrışım yollarıyla aranan ögenin böyle -Signorelli'den Botticelli ve Boltraffio'ya- yer değiştirdiğini belirlemeye yönelik araştırmam şu sonuçları verdi: a. Signorelli adının aklımdan çıkmasının nedenini ne bu ismin kendine has bir özelliğinde ne de bu adın belleğe girdiği anın psikolojik niteliğinde aramak gerekir. Unutulan ad bana en az ikame adlardan biri -Botticelli- kadar tanıdıktı. Hak­ kında Milan ekolüne mensup olduğundan başka bir şey söy­ leyemeyeceğim diğerine -Boltraffio- göre ise karşılaştırma kabul etmeyecek kadar daha tanıdıktı. Bu adın unutulma­ sının meydana geldiği bağlamsa bana oldukça masum görü­ nüyor ve hiçbir aydınlanmaya yol açmıyordu. Bir yabancıyla birlikte arabayla Dalmaçya'da Ragusa'dan Hersek'e yol­ culuk yapıyordum. ltalya'da yapılan gezilerden söz etmeye başladık ve yol arkadaşıma hiç Orvieta'ya gidip gitmediğini, ***in ünlü fresklerini görüp görmediğini soruyordum. b. Ancak bu konudan hemen önce konuştuğumuz konu­ yu hatırlamamla birlikte adın unutulması açıklığa kavuştu. Bunun, önceki konunun ortaya çıkmaya başlayan konuyu karışıklığa uğratması durumu olduğu ortaya çıktı. Yol arka­ daşıma hiç Orvieta'ya gidip gitmediğini sormadan az önce Bosna-Hersek'te yaşayan Türklerin adetleri hakkında konu­ şuyorduk. Doktorlara pek güven duyan ve kadere pek boyun eğen bu insanlarla çalışan bir meslektaşımdan duyduklarımı anlatmıştım. Bir hasta için yapılacak bir şey kalmadığı ken­ dilerine söylendiğinde "Herr [Bayım], ne diyelim? Biliyorum, kurtarılabilecek olsa kurtarırdın." diye cevap verirlermiş. Yalnızca bu cümlelerde Bosna, Hersek, Herr sözcükleri ve isimleri görülüyor ve bir dizi çağrışımla Signorelli ve Boticelli arasına Boltraffio'nın karışması olası. 2 Herr sözcüğünün her iki anlamı ('Bey' ve 'efendi' !talyanca Signore sözcüğünde de vardır. (Fr. Çev.) 162

FREUD

c. Benim hipotezim şu ki Bosna'daki Türklerin adetlerine dair düşünceler dizisi, sonrasında gelen bir düşünceyi boza­ bilecek kapasiteye ulaştıysa bu, sonuna varmadan bu ko­ nudan dikkatimi çektiğim içindir. Hakikaten de belleğimde ilkinin hemen yanında duran ikinci bir anekdotu anlatmak istediğimi anımsıyorum. Türkler cinsel zevki her şeyin üs­ tünde tutarlar, cinsel bozukluklardan mustarip oldukların­ da ölüm tehlikesi durumundaki tevekküllerinden tuhaf su­ rette ayrılan bir umutsuzluğa kapılırlarmış. Meslektaşımın bir hastası bir gün ona şöyle der: "Herr sen de iyi bilirsin, o çalışmadı mı hayatın hiçbir değeri kalmaz." Yabancı bi­ riyle sohbetimizde bu konuyu açmak istemediğimden bu karakteristik özelliği söylemekten imtina etmiştim. Ama bu kadarla kalmadım; kendi içimde de, 'ölüm ve cinsellik' konusuna bağlanabilecek bu düşünceler dizisinden dikka­ timi uzaklaştırdım. O dönem, altı üstü birkaç hafta önce Tra(oi'deki kısa bir ziyaretimde aldığım bir haberin etki­ sindeydim. Çok emek verdiğim bir hastam onulmaz cinsel bir hastalığa yakalandığı için canına kıymıştı. Bu üzücü olayla bağlantılı hiçbir şeyin Hersek'teki yolcuğum sırasın­ da bilinçli belleğime gelmediğini kesinlikle biliyorum. An­ cak Trafo;· ve Boltra((io arasındaki benzerlik beni, o anda dikkatimi kasıtlı biçimde oradan uzaklaştırdığım halde bu anımsamanın bende etkin kılındığı hipotezini kabul etmeye mecbur bırakıyor. d. Signorelli adının unutulmasını artık rastlantısal bir olay olarak kabul edemem. Bu süreçte bir dürtünün etkisini kabul etmek durumundayım. Beni (Türklerin adetleri hak­ kındaki vb.) düşüncelerim arasındaki iletişimi kesmek du­ rumunda bırakan şey dürtülerdi. Ayrıca içimde buna bağlı olarak beni Trafoi'de aldığım habere götürecek düşüncele­ ri bilinçli-deviniminden dışlama etkisini gösterdiler. Yani bir şeyi unutmak istemiştim, bir şeyi bastırmıştım. Aslında Orvieta'daki ustanın adından başka bir şeyi unutmak isti­ yordum. Fakat o başka şey ustanın adıyla bir çağrışım bağı 163

8.ELlll.

kurmayı başarmıştı. Öyle ki isteğim hedefi nıtturamadı ve isteğimin aksine ilk şeyi unuttum, halbuki kasten ikincisini unutmak istiyordum. Anımsamaktan hazzetmeme hali, içe­ riklerden birine doğru yöneldi. Hatırlayamama olgusu bir başka içerik üzerinde ortaya çıktı. Anımsamaktan hazzet­ meme durumuyla anımsayamama durumu aynı içeriği etki­ leseydi durum kesinlikle daha kolay olurdu. Hatta artık ika­ me adlar da bana açıklamayı bulmadan önce olduğu kadar ilgisiz görünmüyorlar. Bunlar bana (bir orta yol bulur gibi) unutmak istediğim şeyi olduğu kadar, anımsamak istediğim şeyi de düşündürüyorlar ve bir şeyi unutma niyetimin ne tam başarılı ne tam başarısız olduğunu gösteriyorlar. [... ] Dolayısıyla, bir adın ununıluşuyla anımsanamayışının koşullarını özetleyecek olursak şu sonuçlara varıyoruz: i. bu hususu unutmaya belli bir eğilim; ii. biraz öncesinde ger­ çekleşmiş bir bastırma süreci; iii. söz konusu adla az ön­ cesinde bastırılmış öge arasında dışsal bir çağrışım kurma olasılığı. " 3

3

Karşılaştırılan metin: : Sigmund Freud, Günlük Yaşamın Psikopatolojisi, çev. Şemsa Yeğin, Paye! Yayınlan, lstanbul 1996. (Çev.).

22 PROUST DUYUSAL BELLEK

K

ayıp Zamanın lzinde'den ayrı, bir tadın büyüsüyle ani­ den akla gelen çocukluk anısının bu betimlemesi çoğu kez psikolojik, hatta fizyolojik boyutuna indirgenir. Elbette bugün nörobiyoloji 'rinensefalon'un, beyinde koku ve tada ilişkin belleksel izlerin özel olarak işlendiği ilkel bir bölüm olduğunu açıklar. Fakat bu Proust'un ortaya koyduğu prob­ lemin anlaşılmasına hiçbir katkıda bulunmaz. Oldukça uzun bir romanın en başındayız. Tam anlamıy­ la çocukluğa dalış ancak bu pasajdan sonra başlar, çünkü canlı belleği serbest bırakan madlen kektir. Önceden işi­ miz başka bir bellek biçimiyleydi. Başlangıçta, birkaç kısa sayfa anlatıcıyı uykusuzluk çekerken gösterir. Metnimizin başında özetlenen ilk çocukluk anısı işte ilk o zaman gelir: Bu tekrar eden bir yatma saati sahnesidir. Anlatıcı, 'yatma saati dramı'nı onu çerçeveleyen mekansal durumdan daha fazla aklında tutmuş değildir. Bellek zaman ve duygu mese­ lesi olduğu kadar mekan meselesidir de. Zaman belirsizdir. Ünlü "Uzun zaman erkenden yattım." cümlesi 'uzun zaman boyunca'ya denk gelir ... Bu belirsiz süre, 'madlen kek' ay­ dınlanmasının gayet belirli ve kararlı anıyla ciddi bir tezat oluşturur. Madlen kekin hatırlandığı an, ölü olduğu sanılan geçmişin dönüşüdür. IstemJi bellek ile istemsiz bellek arasındaki ünlü zıtlık, tilin Proust düşüncesinde yer alan temel bir temaya, zekaya gü­ venmemesine gönderme yapar. Sainte-Beuve'e Karşı'nın ilk 165

Bntu:

cümlesinde söylediği gibi: "Her geçen gün zekaya daha az prim veriyorum. Yazarın ancak zekanın dışında izlenimleri­ mizden bir şeyler kavrayabileceğinin, yani kendinden bir şeye ve yegane sanat malzemesine ulaşabileceğinin her gün daha iyi farkına varıyorum. Zekanın geçmiş adı altında bize sun­ duğu yazar değildir" (Contre Sainte-Beuve, ed. Bernard de Fallois, Gallimard, "Folio essais", 1987, p. 43). İstemli-zeka ile istemsizlik arasındaki bu zıtlıkta bir Bergson etkisi vardır. Bergson'a göre aslında hayatı devinimi içinde yakalayabilen zeka değil 'sezgi'dir. Ancak farklılıkları da dikkate değerdir. Bergsoncu sezgi istemi tam olarak serbest bırakmayı sağlar; bellek de sezginin ulaşabileceği bir derinlik olarak tasarlanır. Bellek üzerine teorilerin ötesinde, Proust psikolojik bir fenomene tamamen dinsel ve metafizik boyut katan bir sistem inşa eder. (Metafizik sözcük dağarcığıyla Platoncu anımsamaya atıfları görmek mümkündür.) Bunu yaparken de bu biçimde geri gelen belleğin en duyusal boyutlarını araştırır. Çünkü istemsiz bellek mucizesi böyle olunca iyi­ dir: Hayat önce duyarlılıktır ama duyusal bellek duyumcu değildir, çünkü duyular şeylerin gizli gerçeğini ortaya çıka­ rır ve yazarın bunu tercüme etmesi gerekir. İşte madlen kek metni bu surette Kayıp Zamanın lçinde'nin tüm sorunsalını bir tohum gibi içinde bulundurur: yani edebiyat yeteneği­ nin keşfedilmesi sorunsalını. Demek ki, kitabın sonunda anlaşıldığı üzere, o küçük kek bir dizi deney arasındaki yerini alır: "Fakat dimdik ayağa kalktığım anda, ayağımı diğerlerinden daha alçakta duran bir kaldırım taşına bas­ tım. Hayatımın farklı dönemlerinde Balbec civarında bir araba gezisinde eskiden tanıdığımı sandığım ağaçların bana verdiği mutluluğun, Martinville çan kulelerinin, bitki çayı­ na bandırılmış bir madlen kekin verdiği mutluluğun aynısı bir saadet karşısında tüm cesaretsizliğim silinip gitti. [...] Madleni tattığım an olduğu gibi geleceğe dair her tür kaygı, her tür entelektüel kuşku silinmişti. Edebiyat yeteneğimin gerçekliğine dair biraz önce beni bunaltan düşünceler si166

PROUST

hirli bir şekilde ortadan kalkmıştı." (Le Temps retrouve, ed. Bernard Brun, dans A la recherche du temps perdu, ed.

citee, 1986; reed. 2011, p. 263.)

SwANN'LARIN TARAFI'

,, Böyle uzun zaman gece uyandığımda Combray'yi hatırla­ dım. Bir işaret fişeğinin tutuşmasına ya da öteki tarafları gecenin karanlığına gömülmüş bir binaya yansıtılıp binayı kesen ışığa benzeyen, belli belirsiz karanlıkların ortasından yarıya bölünmüş aydınlık huzmelerinden bir daha hiç gör­ medim. Evin oldukça geniş taban kısmında küçük salon, yemek salonu, bilmeden üzüntülerimin faili olan Mösyö Swan'ın geleceği karanlık koridorun ağzı, merdivenin çık­ ması zor ilk basamağına doğru ilerlediğim hol vardı. O ba­ samak tek başına bu düzensiz piramidin oldukça dar göv­ desini oluşturuyordu. Ve en tepede, annemin girmesi için camlı bir kapısı olan küçük koridoruyla benim yatak odam. Kısacası hep aynı saatte gördüğüm, etrafında olabilecek her şeyden yalıtılmış, karanlığın içinden bir başına öne çıkan, (eski tiyatro oyunlarının başında taşra temsilllerinde görü­ len dekorlar gibi) sadece soyunma dramım için gerekli şey­ lerin olduğu o yer. Sanki Combray ince bir merdivenle bağlı iki kattan ibaretmiş ve saat hep akşam yediymiş gibi. Doğ­ rusunu söylemek gerekirse birisi bana sorsa Combray'de başka şeylerin, başka saatlerin de olduğunu söyleyebilirdim. Ama hatırlayacaklarım bana yalnızca istemli bellek yani zihinsel bellek tarafından sağlanmış olacağından ve onun geçmişe dair vereceği bilgiler geçmişten hiçbir şey barındır­ mayacağından Combray'in bu kalan kısmını düşünmeyi hiç canım istemezdi. Aslında, kalan her şey benim için ölmüştü. 1

Proust, Du côte de chez Swann, 1, 1, ed. Bernard Brun er Anne Herschberg Pierrot, dans A la recherche du temps perdu, ed. sous la direction de Jean Milly, GF-Flammarion, 1987; reed. 2009, p. 143-148.

BELUI:

Sonsuza dek mi öldü? Olabilir. Tüm bu işlerde tesadüf çoktur. İkinci bir tesadüf de ölü­ mümüzün tesadüfiliğidir. Çoğu kez ilkinin ayrıcalıklarını uzun süre beklememize izin vermez. Kaybettiklerimizin ruhlarının hayvan gibi, bitki gibi, cansız bir nesne gibi daha düşük bir varlıkta hapis kaldığını ve o ağacın yanından geçeceğimiz, hapsoldukları o nesneye sahip olacağımız güne dek -ki çoğu için bu gün hiç gelmez­ bizim için kayıp olduklarını söyleyen Kelt inancı bana çok mantıklı geliyor. İşte o vakit ürperirler, bizi çağırırlar ve biz onları tanır tanımaz da büyü bozulur. Biz onları kurtarınca ölümü yenerler ve geri dönüp bizimle yaşarlar. Geçmişimiz için de böyledir. Ne kadar çağırmaya çalış­ sak boşunadır, zihnimizin bütün çabaları faydasızdır. Alanı­ mızın ve ulaşabileceğimiz şeylerin dışında, hiç ummadığımız maddi bir nesnede (o nesnenin bize vereceği duyumsamada) saklıdır. Bu nesneyle ölmeden önce karşılaşıp karşılaşmaya­ cağımız tesadüf meselesidir. Uzun yıllardan beri, yatma saatimin tiyatrosu, yani dramı dışında Combray'den kalan hiçbir şey benim için yoktu. Bir kış günü eve döndüğümde üşüdüğümü gören annem adetim olmadığı halde bana çay içmemi teklif etti. Önce reddettim­ se de sonra neden bilmem fikir değiştirdim. Annem küçük madlen denen ve tarak midyesinin yivli çenetlerinde şekil verilmiş gibi görünen o kısa, tombul keklerden almak için birisini gönderdi. Az sonra, kasvetli günden ve hüzünlü bir yarını beklemekten bunalmış bir halde yumuşasın diye içine bir parça madlen kek attığım çaydan bir kaşık alıp mekanik bir hareketle dudaklarıma götürdüm. Fakat kek kırıntıla­ rıyla karışık yudum daha damağıma değer değmez ürperip içimdeki olağanüstü şeye odaklandım. Nedeninden bağım­ sız, soyutlanmış enfes bir zevk beni sarmıştı. Hemencecik benim için hayatın cilvelerini önemsiz, felaketlerini zararsız, kısağılını aldatıcı kılmış; aşkın yaptığı gibi beni değerli bir özle doldurmuştu. Ya da daha doğrusu bu öz içimde değildi 168

i'ı, 1983; Hachette, "Pluriel", 1984. Damasio, A.R., L'Erreur de Descartes. La raison des emotions, Odile Jacob, 2010. Ebbinghaus, H., La Memoire. Recherches de psychologie experimentale, L'Harmattan, "Encyclopedie psychologi­ que E>, 2010 [Bellek psikolojisine dair 19. yüzyıl sonunda yazılan pek çok eser içinde bu çalışmanın ayrı bir yeri var­ dır. Bellek genişliğine, kısa vadeli, uzun vadeli bellek vb. arasındaki ayrıma dair modern yaklaşımların başlangıcı olmuştur.] Fodor, J.A., La Modularite de l'esprit. Essai sur la psychologie des facultes, Minuit, 1986. Kandel, E.R., A la recherche de la memoire. Une nouvelle theorie de l'esprit, trad. Marcel Filoche, Odile Jacob, 2007. Neumann, J. VON, L'Ordinateur et le cerveau, trad. Pascal Engel, Champs Flammarion, 1996. Sacks, O., L'Homme qui prenait sa (emme pour un chapeau, et autres recits cliniques, trad. Edith de La Heronniere, Seuil, "Point essais", 1992 [Büyük bir nörolog olan yazar bazı hastalıklarda belleğin uğradığı şaşırtıcı değişimleri gösterir. Vaka anlatımlarına verdiği neredeyse şiirsel boyutla eser bir klasiğe dönüşmüştür.] Schacter, D.L., A la recherche de la memoire. Le passe, l'esprit et le cerveau, trad. Beatrice Desgranges, Francis Eustache, Bruxelles, De Boeck Universite, 1999. EDEBİYATTA BELLEK

Chateaubriand, Memoires d'outre-tombe. Livres I a V, ed. Nicolas Perot, GF-Flammarion, 1997. Eschyle, L'Orestie, trad. Daniel Loayza, GF-Flammarion, 2001 [Bugüne dek ulaşan tek üçleme olup eskiden işlenmiş bir suçun belleğinde trajik olanın nasıl yaşamını sürdürdüğünü örnek biçimde anlatır.] 245

BELLE.:

Gide, Si le grain ne meurt, Gallimard, "Folio", 1972. Homere, L'I/iade, trad. Eugene Lasserre, ed. Jean Metayer, GF­ Flammarion, 2013. __, L'Odyssee, trad. Philippe Jaccottet, La Decouverte, 2004. [Epik anlatının kurucusu bu iki büyük efsane kahramanla­ rın yaşamları şerefine geride bırakmaları gereken izin öne­ minin altını ısrarla çizer.] Joyce, Ulysse, dir. Jacques Aubert, Gallimard, "Folio" , 2006. Modiano, P., Romans, Gallimard, "Quarto E>, 2013. Nabokov, Ada ou l'ardeur. Chronique familiale, trad. Gilles Cha­ hine, Gallimard, "Folio", 1994. [Nabokov'un en büyük eseri olan bu kitabın tamamı Freud'un bilinçdışı kavramı­ nın eleştirisi olarak okunabilir.] Nerval, Les Fil/es du feu. Petits chiiteaux de Boheme. Promenades et Souvenirs, ed. Michel Brix, Le Livre de poche, "Classi­ que", 1999. Perec, Je me souviens, Fayard, 2013. __ , W ou le souvenir d'enfance, Gallimard, "L'imaginaire", 1993. Simon, CI.,