Yüzyılların Gerçeği ve Mirası İlkçağ: Doğu, Yunan, Roma I [1, 3 ed.]
 9786053324188

Citation preview

Genel Yayın: 3271

TARİH SERVER TANİLLİ

YÜZYILLARIN GERÇEGİ VE MİRASI 1.

CİLT

İLKÇAG: DOGU, YUNAN, ROMA ©TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI, 2009

Sertifika No : 29619 EDİTÖR

ALİ BERKTAY GÖRSEL YÖNETMEN

BİROL BAYRAM REDAKSİYON-DÜZELTİ

KAANÖZKAN DİZİN

YAGMUR BAŞA K SELİMOGLU GRAFİK TASARIM UYGULAMA

TÜRKİYE İŞ BA NKASI KÜLTÜR YAYINLARI 1984 SAY YAYINLARI 3· - il. BASKI: (1998-2005) ADAM YAYINLARI l 2. BASKI: 2007 ALKIM YAYINEVİ I.-2. BASKI:

TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI'NDA

2015, İSTANBUL HAZİRAN 2017, İSTANBUL

I. BASIM: MART

3. BASIM:

ISBN 978-605-332-418-8 BASKI

AYHAN MATBAASI MAHMUTBEY MAH. DEVEKALDIRIMI CAD. GELİNCİK SOK. NO: 6 KAT: 3 BAGCILAR İSTANBUL

Tel: (0212) 445 32 38 Fax: (0212) 445 05 63 Sertifika No: 22749

Bu kitabın tüm yayın hakları saklıdır. T anıtım amacıyla, kaynak göstermek şartıyla yapılacak kısa alıntılar dışında gerek metin, gerek görsel malzeme yayınevinden izin alınmadan hiçbir yolla çoğaltılamaz, yayımlanamaz ve dağıtılamaz. TÜRKİ Y E İŞ BANKASI KÜLTÜR YAY INLARI İSTİKLAL CADDESİ, MEŞELİK SOKAK NO: ı./4 BEYOGLU 34433 İSTANBUL Tel. (0212) 252 39 91 Fax. (0212) 252 39 95 www.iskultur.com. tr

Server Tanilli

Yüzyılların Gerçeği ve Mirası

Cilt İlkçağ: Doğu, Yunan, Roma 1.



T0RKIYE

$BANKASI

Kültür Yayınları

Barış, özgürlük ve demokrasi için savaşanlara

ÖNSÖZ

İnsanlığın tarihine başlangıcından bugüne kuşbakışı bak­ mayı amaçlayan ve birkaç ciltte tamamlanacak olan bir çalışma­ nın ilk ürününü yayımlamanın mutluluğu içindeyim. Kitabımı, insanlığın ve Türkiye'nin çok çetin koşullar içinde bulunduğu bir dönemde çıkarıyorum: Emperyalizm, dünya barışının kar­ şısında yeniden korkunç bir saldırıya geçmiştir; " İnsanlık, 2000 yılını görecek mi, görmeyecek mi?" tarhşmasının yapıldığı bir dönemdir bu. Türkiye'nin durumunu ise belirtmeye gerek var mı? Umut kadar umutsuzluğun ve yılgınlığın da -alabildiğine- yaygın olduğu böyle dönemlerde, tarihin üzerine bütünlüğüne eğilme­ nin başta şu yararı var: İnsanlık, mağara döneminden bu yana, sürekli bir ilerleme içinde evrilmiştir ve bu ilerleme, daha güzel bir dünyanın kuruluşu adına, geleceğe doğru uzanmaktadır. Bütün bu süreç, geçmişten bugüne, ilerici, demokrat ve devrim­ ci güçlerin eseri olmuştur ve yarınların güzel dünyasını da o güçler kuracakhr gene. Gericiliğin göremediği budur. Ya da korktuğu! Onlar için ne denli ürpertici olursa olsun, tarihin bu ger­ çeğini çok daha geniş boyutlar içinde yeniden ortaya koymak kaçınılmazdı bu dönemde; çünkü bu saptama, güncelin bütün kahredici koşullarına karşın yarın için umutları tazeler, güçleri bileyler; daha güzel bir gelecek için güvencedir tarih. Şu da var sonra: Türkiye' de bilmediğimiz şeylerden biri tarihtir; kendi tarihimizi bilmeyiz, ayrılmaz bir parçası olduğumuz insanlığın tarihini ise hiç bilmeyiz; bildiklerimiz, derme çatma şeylerdir ya da. Egemen ideoloji, kitlelere yanlış bir tarih bilincini aşılamak için, her iki konuda da olanca çarpıtmayı yapmış, gözler önüne bir "duman perdesi" çekmiştir. Bunu daha da pervasızlıkla yapmaktadır bugün. Bu gericiliğin de üstüne yürümek gerekiyordu. Daha önce çağdaş tarihle ilgili olarak yaphğım bir çalışma, karanlık güçle­ rin olanca tepkisini çekmişti. Şimdi ise çok daha geniş bir çer­ çeve içinde çıkıyorum yola. Yüzyılların Gerçeği ve Mirası'nın bu

7

birinci cildi, ilkçağı anlatıyor; onu ortaçağa, 16., 17. ve 18. yüz­ yıllara, 19. yüzyıla ve son olarak da çağdaş dünyaya değinen ciltler izleyecektir. Tarih yazarken, baş sorun yöntem sorunudur. Okuyucu, bu kitaplarda, kuru askeri zaferler, içi boş fetih öyküleri dinlemeyecektir. Onların da arkasında, çağlar boyun­ ca ezilmiş, horlanmış insanların, daha güzel bir dünya adına, hiç tükenmeyen, tersine her an tazelenen dişe diş mücadelesini görecektir. Ve ister istemez farkına varacaktır ki, tarih çapındaki bu kavga, bir noktadan sonra onun kendi yaşamını da ilgilen­ dirmektedir. Tarihin, geçmişte olup bitmiş bir şey olmadığını, bugünü de kucaklayıp yarınlara uzandığını anlayacaktır. Gerçekten tarih, dünü anlatırken bugünü aydınlatır ve yarınlar için de bir şey söyler. Büyük yolculuğum 1990'lara değin sürecek. Farkındayım, ağır sorumluluk taşıyorum. Tarihçinin, gerçekliği sergiler ve geçmiş yüzyıllardan kalan, aklın ve beğeninin o soylu mirası­ nı saptamaya çalışırken, yaşadığı çağın insanlarına, doğru bir tarih bilincini aşılamakla da görevli olduğuna inananlardanım. Tarihçinin namusluluk derecesi de burada kendini belli eder. Bu yazdıklarım ve yazacaklarımla, insanlarımıza doğru bir tarih bilinci vermekte -ufak da olsa- bir hizmette bulunabilirsem, gerçekten mutlu sayacağım kendimi. Yürüyeceğim çetin yolda bana, bir görevin, yaşamıma anlam veren bir görevin zevkidir kalan. Ve kalacak olan . . . Strasbourg, 24.9. 1983

8

GİRİŞ İNSANLIK VE TARİH

İnsanlık, doğuşundan bu yana, genellikle kesintisiz bir olu­ şumu yaşamıştır. Kendisini, geçmişte olduğu gibi, her adımda aşarak, sonsuz, ama daha güzel bir geleceğe doğru akıp gidecek olan bir oluşumdur bu. Tarih, işte bu oluşumun öyküsüdür. Dünü anlatan, bugünü açıklayan ve yarına ışık tutan bir öykü. Ve bir bilimdir tarih. Ama, her şeyden önce nedir insanlık? Nasıl doğmuş ve nasıl çıkmıştır tarihin sahnesine? İNSANLIGIN DOGUŞU İnsanlık tarihi, insanın, giderek toplumun doğuşuyla baş­ lıyor. Nereden geliyor o insan?

İnsanın kökeni Çoğu düşünür, uzun süre, insanla hayvanlar alemi ara­ sına aşılmaz bir duvar çekti. Kutsal Kitap ' taki bir mitostan geliyordu bu yanılgı: Ona göre, insanı Tanrı "kendi suretin­ de" yaratmıştı. 19. yüzyılda Darwin, bu kurama karşı, insanın çok gelişmiş -insan benzeri- bir maymun türünden geldiğini ileri sürdü. Daha sonraki buluşlar bu düşünceyi doğruladı ve anlaşıldı ki, Üçüncü Zaman'ın sonlarında ya da Dördün­ cü Zaman'ın başlarında, gerçekten insan benzeri maymunlar yaşamıştı dünyamızda. İnsanın ataları bunlar olmalıydılar. Böylece Afrika'nın güneyinde, Australopithecus adı verilen çok gelişmiş maymunların kemikleri bulundu bolca. Bunlar, ağaçlı ya da yarı çöl bölgelerde, ayağa kalkarak yürüyor ve her boydan hayvan avlıyorlardı; saldırmak ya da kendilerini 9

savunmak için, bir sopa ya da iri bir kemik parçası kullanıyor­ lardı; etle beslendiklerinden, ayakta durup nesneleri biçimlen­ dirmek için de kollarını kullandıklarından, beyinleri de hayli büyümüştü. Australopithecus'un doğrudan atamız ya da insanın olu­ şumunda bir "yan dal" olup olmadığı sorunu bugün de çözü­ me bağlanmış değil. Ancak, gerçek olan şu ki, insan, işte böyle insan benzeri maymundan geliyor. İlkel insan sürülerinin bu insansı sürülere mirasçı oluşu da Dördüncü Zaman'ın başların­ da, yani -aşağı yukarı- bir milyon yıl önce başlıyor. Rakama dikkat ediyorsunuz değil mi? İnsan benzeri maymunların ortaya çıkışı, milyonlarca yılı buluyor; insan ise en az bir milyon yaşında. Gözünüzde büyüt­ meyin; doğanın en genç yaratığıyız yine de! Nerede gerçekleşti maymunun insana dönüşümü? Tartışmalara girmeyelim. Bu dönüşümün, Asya'nın güneyini, Ortadoğu'yu, Trans­ kafkas' ı, Afrika' nın geniş bölgelerini içine alan topraklar üzerin­ de olduğu bugünkü buluşlarla da destekleniyor. İnsanın en eski kalınhları, 1891-1894 yıllarında Cava' da bulundu ve "Pithecanthropus" adı verildi. 1925 yılında, Pekin yakınlarında bir mağarada bir başka insanın kemikleri bulundu ve "Sinanthropus" diye adlandırıldı. Ona yakın insanın kemikleri, özellikle çeneleri ve dişle­ ri Orta Vietnam'da, Afrika'nın güneyinde ve Heidelberg yakınında bulundu. 1954' te Cezayir' de de "Atlanthropus" adı verilen bir başka insan tipinin kalınhlarına rastlandı.

Atalarımız içinde, bize en yakın insan, Neanderthal oldu. Kalıntıları, 1856 yılında Almanya' da, Düsseldorf yakınında bu adı taşıyan vadide bulunduğu için "Neanderthal" insanı diye adlandırılan bu insan tipi, Eski Dünya' da yaşıyordu. Onun kalıntılarına Cava' da, Afrika' da, Ortadoğu' da ve Avrupa'nın çeşitli yerlerinde rastlıyoruz. Homo Sapiens, yani bugünkü insan, az çok farklılaşarak, işte bu "Neanderthal" insandan geliyor. Ancak önemli bir nokta var: İnsanın kökeni sorununu ince­ lerken, yalnızca biyolojik evrim sınırları içinde kalmamalı. Bu biyolojik evrim, tek başına, hayvan atadan, en eski biçimiyle de olsa, ön-insansıya geçişi belirleyen olgunun nasıl bir olgu oldu­ ğunu açıklamaya yeterli değildir. 10

(/)

::ı u o.ı ...c:: .....

..ı.: o.ı

·s.. o

......... ..... l'l o... ı...

o ..... o.ı (/) ı... ::ı

o�

Pleistosen 3

Pliyosen

2

� ı;.ıJ � ı;.ıJ

Miyosen

)ol C/)

� ı:.ıJ

Oligosen



Propliopithecus

1

Eosen İnsanın ve Primatların soyağacı (1. İnsana giden dalın başlangıç noktası 2. İnsanın başlangıç noktaları 3. Düşünen insanın başlangıç noktaları)

Hayvanlar aleminin, insanın ortaya çıkışına kadarki evrimi­ ni asıl damgalayan ne o halde? Antropolojinin en çetin sorunlarından biridir bu. Bu sorunun doyurucu yanıtını ise sosyal etkenlere ağırlık verenlere borçluyuz: Onlar, insanı hayvanlar aleminden ayıran şeyin, insanın kendi eliyle yaptığı iş araçlarının yardımıyla ger­ çekleştirdiği toplumsal çalışma olduğunu saptamışlardır. Evrimin bütünü içinde kesin bir rol oynamış olan insanın bu özelliği, birdenbire ortaya çıkmış değil kuşkusuz. Ayaküstü duruşun sağladığı elverişlilik ve bunun belirlediği üst organlardaki gelişme sayesinde, ön-insansılar, kendilerini, büyük yırtıcı hayvanlara karşı savunmak, avlanmak, yenebilir bitkileri toplamak için her çeşit nes­ neyi -taş, kemik vb.- kullanmayı öğreniyorlardı. Doğada bulunan

11

nesnelerin sistemli olarak kullanılması, insanın atalarını, bu nesnele­ ri kendi gereksinmelerine göre değiştirmeye, daha sonra da iş aletleri yapmaya ve çalışma eylemine geçmeye götürdü. İş aletlerinin, en kabataslak olanlarının bile yapımı, insanı hayvanlar aleminden kur­ tarır. Doğada bulunan nesnelerin -taş ya da rastgele ele geçirilen bir sopanın- işlenmeden, oldukları gibi kullanılışından özel iş aletlerinin

yapımına geçiş, doğanın evriminde çok büyük bir ahlım olmuş, insan­ sımaymunların insan varlığı haline dönüşmesini haber vermiştir.

İnsanın atalarının çalışmaya yeterli hale gelmeleri, biyolo­ jik evrimin etkisi alhnda olmuştur, doğru; ama emek de kendi açısından, insanların evriminin yönünü, söz konusu biyolojik ilişkiler çerçevesi içinde etkilemiştir. Alt ve üst organlar ara­ sındaki kesin görev ayrımı, ancak emek sayesinde olmuştur; eller, çalışma eylemlerinde uzmanlaşmış, kıvraklık, keskinlik ve bu eylemler için gerekli olan uyumlu hareket etme yetisini kazanmışlardır. Emek, aynı zamanda, dikey yürüme alışkanlı­ ğını pekiştirmiş ve insanın öteki organlarının ve içorganlarının gelişmesine de yardımcı olmuştur. Ya düşünce, ya dil? İnsanı insan yapan düşünce ve dil de uzun bir çağ, Eskitaş Çağı boyunca, yine çalışma eylemi içinde ve topluluğun bağ­ rında doğdu ve gelişti. Kutsal Kitap, "Başlangıçta kelam vardı" diyor, yanlış; doğrusu, Goethe'nin söylediğidir: "Başlangıçta eylem vardı." İnsanı, insan kendi elleriyle yaratmışhr!

Geçmişin en uzun çağı: Eskitaş Çağı İnsanlığın en uzun çağı geleceğindedir. Geçirdiği çağlar içinde en uzunu ise Eskitaş Çağı. İnsan, bu çağ içinde insan oldu. İnsanın doğanın sahnesine çıkhğı Dördüncü Zaman'ın baş­ larında iklim tatlı ve ılıkhr. Avrupa, gür ormanlarla kaplıdır ve soyu bugün tükenmiş hayvanlar yaşamaktadır. Ne var ki, bu iklim değişir sonra: Kuzeyden gelen buzullar Avrupa ve Kuzey Amerika'yı kaplar; çok kıllı mamutların, rengeyiklerinin ve yabani atların otladığı tundralar alır o ormanların yerini. Bu çetin ortamda, yaşamı da çetinliklerle doludur insanoğ­ lunun. Ne belli bir yeri vardır kalacak, ne giysisi hemen hemen. 12

Ağaç kovuklarına, mağaralara sığınır; hayvan derilerine bürü­ nür. Elinde, biraz yontarak kullandığı bir taş parçası vardır. Bir de sopa! Ancak, yüzyıllar ilerledikçe, deneyim birikir; teknik de yet­ kinleşir: Delmek, kesmek, öldürülen hayvanların derisini soy­ mak için, çeşitli biçimler verilmektedir taşa. Kısaca, alet yapmaktadır insan artık. Bir şeyi daha bulur bu arada: Ateşi. Onu yapay olarak elde edip kullanmak büyük şeyler sağlar ona. Soğuğa ve yırtıcı hayvanlara karşı daha iyi korunmakta­ dır ve beslenmesi değişmiştir; çünkü yiyeceklerini pişirmekte, pişirdiği için de daha kolay sindirmektedir. Doğanın kör güçle­ ri üzerinde ilk kez egemenlik kurar ateşle; ateş, onu hayvanlar dünyasından kesinlikle çeker ayırır. O çağın insanları yiyecek toplayarak ve avcılıkla yaşıyor­ lardı; her şeyi de yiyebiliyorlardı. Bu yüzdendir ki, dünyanın her köşesinde yaşamını sürdürebildi insanoğlu. Öyle de olsa, koşullar çetindi; Dördüncü Zaman'ın başlarındaki o korkunç etoburlarla başa çıkmak kolay değildi. Açlık, her gün karşıla­ şılan şeydi; vahşi hayvanların pençeleri altında can vermek de. Buzulların ilerlemesi, doğaya karşı verilen mücadeleyi daha da yoğunlaştırıyordu. Ama bütün bu çetin koşulların üstesinden gelmeyi başardı insanoğlu. Nasıl? Önce, alet yapabildiği için; sonra da daha başlardan itibaren topluca hareket ettiği için. Aleti topluca yapabilirdi ancak; üretimdeki deneyimle­ ri, giderek kazanımları korumak, sağlamlaştırmak ve gelecek kuşaklara ulaştırmak da topluca harekete bağlıydı. Avlanma, hele o dev korkunç hayvanları avlayabilme, mutlaka birlikte hareketi gerektiriyordu. Eskitaş Çağı'run başlarında ilkel sürü halinde yaşar insanlar. Az kişiden oluşan, hayli dayanıksız bir topluluktur bu. İnsanlar, bir sürüden ötekine geçer dururlar. Erkek ya da kadın, bir güdü­ cü vardır başlarında. Ve cinsel karışıklıktır sürüye egemen olan. Aletlerin ilkel biçimi, iktisadi yaşamın aşağı düzeyi, doğayla olan dişe diş mücadele yüzünden, insanlar arasında "hayvan­ sal bireycilik" hüküm sürer uzun süre. Hayvan atalardan miras kalmıştır bu ve çoğu kez kanlı çatışmalara yol açar. Yamyamlık 13

da görülür zaman zaman. Ne var ki, yüzyıllar ilerledikçe, top­ luluğa bir düzen gelir ve üretimdeki kazanımlar arthğı ölçüde, hayvansal içgüdüler de zayıflar. Eskitaş Çağı'nın sonlarına doğ­ ru ise ilkel sürü, daha gelişmiş bir sosyal örgütlenmeye bıraka­ caktır yerini. Klan doğacaktır. Yüzyıllar biraz daha ilerler; Eskitaş Çağı'nın son dönemi başlar; M.Ö. 40 ile 12 bin yılları arasında yer alan bir dönem. İklim, bir iyiye bir kötüye gider. Buzulların dördüncü -ama son kez- Avrupa'yı kapladığı bir dönemde, iklim daha da sertleşir. Mamutların soyu kesinlikle tükenmektedir; rengeyikleri daha da güneye yayılır buna karşılık. Taşı eskisinden de fazla işlemektedir insanoğlu. Yalnız onun değil, kemiğin ve boynuzun üzerinde de çalışmaktadır. Yiyecek sağlamak için kullandığı aletler çok çeşitlidir: Kaza­ ğılar, hançerler ve zıpkınlar yapabilmektedir; örtündüğü deri­ yi dikebilmek için kemikten iğne yapmışhr. Avcılığın tekniği gelişmiş, kapsamı genişlemiştir. Mağaraları da terk etmiştir artık: Barınacağı yeri kendisi seçmekte, kendisi yapmaktadır. Ve beslenmeden barınmaya değin bütün bu zorunluluklar, ağır ağır yerleşik yaşama götürmektedir onu. Bütün bu değişiklikler, topluluğu da etkiler: İlkel sürü­ nün yerini yavaş yavaş daha gelişmiş bir örgütlenme alır. İlkel klan doğar. "İlkel sürü" den "klan" a geçiş, üç doğrultuda olur: Önce, ortak üretimin artması, daha küçük gruplarda birleşmeye götürür insanları. Bu gruplar, asıl sürüden çıkmışlardır ve onunla iktisadi ilişkilerini sürdürürler yine de. Sonra, aynı grup içinde kadın erkek ilişkilerine bir değişiklik gelir: Dışardan evlilik (egzogami) doğar. İktisadi gelişmeye sıkı sıkıya bağlı bir değişikliktir bu. Evlilik, yalnız ve yalnız biyolojik bir olay değildir arlık; toplumun düzenlediği bir kurumdur o. Ancak, klan içinde "dışardan evlilik" yerleşirken, klanın da dahil olduğu kabilede

içerden evlilik (endogami) kuralı uygulanacaktır. Kabilenin dışardan evlenen grupları gitgide artar durur yine de. Son olarak, doğal bir işbölümü gerçekleşir. Başlarda, kadın erkek aynı rolü oynuyorlardı üretimde. Onun yerine, cins ayrılığına daya­ nan bir çalışma düzeni geçer; erkekler ava giderken, kadınlar ve çocuklar yiyecek toplayıcılığı yaparlar.

14

Özetle, Eskitaş Çağı'nın sonlarına doğru, insan topluluğu ilk sürüsel yapısını yitirmiştir; üretici güçler geliştikçe ve işbö­ lümü arthkça ilkel sürü, daha gelişmiş bir sosyal örgütlenmeye bırakmıştır yerini. Biyolojik olarak, bugünkü insan tipi de doğmuştur; Homo Sapiens yani.

Düşüncenin ve dilin evrimi Yüzyıllar boyunca insan, kendisini çevreleyen nesnelerin özelliklerine dikkat edip çalışma alışkanlıklarını biriktirirken, olayları genelleştirmeyi ve olaylar arasındaki iç bağlanhları bulup çıkarmayı da öğrenir yavaş yavaş. Çabalarının sonuçlarını önceden görüp kendini kuşatan doğayı tanımayı başarır. Çalışır­ ken ve çalışmanın içerdiği doğanın etkin bir biçimde değiştirilişi sırasında, tüm organizma ve düşünme yeteneği de gelişir düzenli olarak. Zamanla çalışma eylemlerinin ilerlemesi, yalnızca ellerin çalışmasının yetkinleşmesine ve incelmesine değil, düşüncenin ve aynı zamanda atalarımızı bilinçli ve bir amaca yönelmiş bir çalışmaya elverişli duruma getiren bütün yetilerin gelişmesine katkıda bulunur. Emek, ruhsal yapımızı da biçimlendirip yetkinleştirmiştir. İnsan düşüncesi ve bilinci, soyutlama yetisi ile donanmışhr; başka bir deyişle, çevre gerçeğini, kelimelerle anlahlabilen kav­ ramlarda yansıtmak ve bireşime gitmek olanağına sahiptir. Bu soyutlama yetisi, insanlara düşüncelerini ve duyularını kelime­ lerle anlatma olanağını vermiştir. Ancak, bu olanak tek başına, düzenli konuşmanın doğması için yeterli değildir. Ortak çalışma içinde gerçekleşmiştir bu. Ve dil, topluluğun bağrında, bilgi alışverişinin aracı olmuştur. Gerçekten, çalışma toplumsal bir olay olmuştur her zaman. Tek başına bir bireyin çabaları, tüm toplum yaşamının ayrılmaz bir parçasını oluşturuyordu. Topluluk üyelerinin çalışma için bir araya gelmesi, bireyin düşüncesinde ve bilincinde, kendisini toplulukla aynı ve bir tutmaya, topluluğun gereksinmelerine boyun eğmeye ve kendisini sadece topluluğun bir üyesi say­ maya götürüyordu. Ve bu ortaklaşa çalışma yüzündendir ki, insanlar birbirleriyle ilişki kurmak, giderek aralarında konuş­ mak gereksinmesini duydular. 15

Başlangıçta, sadece çalışırken, şu ya da bu eyleme uygun düşen ve çoğu "emir kipi" olan tek tük kelimeler kullanılıyordu. Bu çığlıklar yavaş yavaş insanların belleğinde yer etti ve onların ne anlama geldikle­ ri bilinçlerine yerleşti. Çalışma eylemlerinin gelişmesi, bu çığlıkların bir­

birinden ayırt edilmesine yol açb. Bu olay, ses organlarının değişikliğe uğramasını hızlandırdı öte yandan. İş sırasında karşılıklı konuşmak ve anlaşmak zorunluluğu karşısında, başlangıçta azgelişmiş olan gırtlak, kelime halinde sesler çıkarmaya yetenekli bir organa dönüşmek üzere, değişikliğe uğradı.

Böylelikledir ki, yüzyıllarca süren uzun bir ortak çalışmanın sonunda, konuşulan dil, insanlar arasında düşünce alışverişinin ve ilişki kurmanın en üstün araa olan dil ortaya çıkh. Toplumun ilerlemesinde çok büyük bir etkisi oluyordu dilin; dil, insanların iş görme çabalarının bir araya toplanmasına ve aynı zamanda ortaklaşa çalışmanın örgütlenmesine, gelişti­ rilip yetkinleşmesine yardım ediyordu çünkü. Söz sayesindedir ki, insanlar, birikmiş çalışma alışkanlıklarını koruyorlar ve dene­ yimlerini yeni kuşaklara iletiyorlardı. Ne var ki, tarihinin başlangıcında, insanlığın çok kapalı küçük topluluklara bölünmüş olması yüzünden, her grubun dili, temelinde, bağımsız bir gelişme izlemiş ve bir grubun dili öteki grubun dilinden ayrı olmuştur. Çeşitli dillerin varlığı buradan geliyor.

Eski insandan yeni insana Eski taş Çağı' nın son dönemindeki insan, bedensel bakım­ dan, Neanderthal insandan farklıdır: İskeleti, o insanın artık kesin olarak dikey durumda yürüdüğünü gösteriyor bize. Bey­ ninin hacmi (1400 cm3) atasının kafatasının büyüklüğünden pek farklı değil gerçi; ancak, biçimi değişmiştir: Şakak ve alın kemikleri, konuşmanın gelişimine bağlı olarak, hissedilir dere­ cede büyümüştür. Böylece, kafatası "dolikosefal" olmuştur; alın genişlemiş ve kaş kemerleri eski iriliğini yitirmiştir. Son olarak, altçene kemiği daha az ağırdır; dilin gelişmesi sonucu çene de biçimlenmiştir. Çeşitli etkenlerle açıklanabilir bu biyolojik değişiklik. Avcı­ lığın yoğunlaşması, giderek etle beslenmenin artması atalarımı­ zın bedensel gelişimini kamçılamış olmalı. Üretim faaliyetin16

deki yoğunlaşma ve çeşitlilik, düşünceyi ve konuşmayı geliş­ tirirken, "hayvansal güdüler"in derece derece yasaklanması ve topluluk içinde cinsel ilişkilerin sınırlanması da insan varlığının gelişmesine katkıda bulunmuştur. Bu insan, biyolojik olarak her yerde aynıdır. Ya ırklar? diyeceksiniz. Yeryüzünde belli başlı üç ırk saptayabiliyoruz. Önce, Avrupa' da Europoid ırkı görüyoruz. Cro-Magnon da deni­ yor buna; Fransa'nın güneyinde bu adı taşıyan bir mağarada bulun­ duğu için bu adı almış. Bu tipin kalınhlarına başka yerlerde de rastlanmışhr. Cro-Magnon insan uzun boylu, geniş yüzlü, kartal burunlu, çıkık çeneliydi. Sonra, Afrika' da Güney Sahra'da ve Güney Avrupa' da, bugün­ kü Negroid ırka çok yaklaşan insan iskeletleri bulundu. Bu negroidler belli bir dönemde Doğu Avrupa' da da yaşamışlar. Son olarak, Çin'de ve Sibirya' da, Mongoloid tipe giren insan kalınhları bulundu.

Ne var ki, ırklar dediğimiz -Europoid, Negroid, Mongolo­ id- çeşitli tiplerdir sadece. Yalnızca dış görünüş, giderek ikinci derecede niteliklerle ayrılmaktadır birbirlerinden: Cildin rengi, gözlerin, saçların biçimi gibi. . . Yoksa beynin büyüklüğü, ellerin durumu, düşünce ve bedensel yetenekler hepsinde aynı. Hiçbir ırkın ötekinden farklılığı yok, üstünlüğü de. "Aşağı ırklar", "üstün ırklar" : Kapitalist dünyanın geri­ cilerinin başka halklara saldırmak, onları kendi egemenlikleri altına alıp sömürmelerini haklı göstermek için ortaya attıkları bir zırvadır bu. Ne bilimle ilgisi vardır ne de insanlıkla! Öyle de nasıl açıklanacak ırkların oluşumu o halde? Çeşitli bölgelerin kültürleri arasında, doğal koşullar, özellik­ le aletlerin yapımında kullanılan maddeler bakımından farklılık­ lar, kolektif bir ekonomik rejimde, Eskitaş Çağı'nın sonlarında belirginleşiyor: Arkeolog Zamiatnin' e göre, bu devirde, maddi kültürlerin öznel niteliği bakımından, birbirinden farklı üç bölge görülüyor: �frika-Akdeniz bölgesi, Avrupa bölgesi ve Çin-Sibir­ ya bölgesi. işte Eskitaş Çağı'nın ikinci döneminin başlarında bu bölgeler, şu ya da bu nedenle birbirine karşı kapandılar. Kültürel farklılıkları bu belirlemiş olsa gerek. 17

Halklar arasındaki bu kapalılık, şu ya da bu bölge insanla­ rının, bir ölçüde doğal koşullara bağlı olarak, ikinci derecede de olsa dış farklılıklarının günden güne artması sonucunu doğur­ muştur. . YAZISIZ TARIHTEN YAZILI TARIHE .

İklimin Kuzey Yarımküre' de sıcağa doğru kesin değişimi, giderek büyük buzulların da kaybolması, yaşamı baştan aşağıya değiştirdi; ve bitki örtüsü ile hayvansal tablo bugünkü biçimini aldı. Başlarda, hiç olmazsa Batı Avrupa' da, iklimdeki bu yumuşa­ ma insanların yaşamını da hemen kolaylaştırmış olmadı. Tersine, rengeyikleri kuzeye, Ballık bölgesine doğru çekilince avlanmanın başlıca kaynağı kurudu ve beslenme güçlükleri başladı. İnsanlar, balık avcılığı ve yiyecek toplayıalığıyla yetinir oldular. Sanat da gerçekçi niteliğini yitirir bu arada; kuru bir sembo­ lizme varır. Yazıya doğru gelişimin yolu açılmıştır. M.Ö. 12 bin ile 5 bin yılları arasında yer alan, büyük ölçüde eskiyi sürdüren ve köklü hemen hiçbir yenilik getirmeyen bir ara dönemdir bu. "Taşın Ortaçağı" diye adlandırılması da bu yüzden. Asıl büyük yenilik ondan sonra gelir.

Yenitaş Devrimi nedir ? M.Ö. 4 bin yıllarına doğru, önce Ortadoğu' da başlayan, 3 bin yıllarına doğru da Batı Avrupa'ya geçen, etkileri bakımın­ dan M.S. 1 9. yüzyıldaki Sanayi Devrimi'ne benzeyen devrimci bir dönüşümdür bu. "Yenitaş Devrimi" diye adlandırılması bunun için. Devrim, ama en uzun süreni devrimlerin! Ne olur? - Başta, aletlerde büyük değişiklik var. Aletlerin üretimle­ rindeki teknik değişmiştir önce; nesneler, yalnızca yontulmu­ yor, cilalanıp parlatılıyor. Yenitaş Çağı'na, Eskitaş Çağı'nın öteki adı olan "Yontmataş Çağı"ndan farklı olarak, "Cilalıtaş Çağı" denmesi de bu yüzden. Ve yeni aletler bulunmuştur: Bal­ ta, keser, daha sonra da taştan orak ve çapa. Ama o çağın en büyük buluşu ok ile yay oldu. 18

Ok ve yayla insan, güçlü ve uzun menzilli bir silah ele geçirmiş olur. Toplumsal faaliyetlerde avın önemini birdenbire arthrır bu. - Dönemin asıl büyük yeniliğiyse şudur: Tarım ba.şlamışhr; ona bağlı olarak da hayvan yetiştirme. Ne demekti bu? Göçebe yaşamdan yerleşik yaşama geçiş. Bütün yaşamları avcılığa bağlı, o yüzden de geniş bir bölge­ de hayli küçük gruplar halinde toplaşıp duran insanlar, üretime geçiyorlardı; ister istemez bir yere yerleşmek, ekili toprakların hemen yanında -çok kez müstahkem- köyler halinde toplaş­ mak zorundaydılar. Bu köylerin içinde, İsviçre'de ve Kuzey İtalya' da olduğu gibi kazık temeller üstüne ya da doğrudan doğruya göller ortasına kurulanlar görülüyor. Buğday, arpa ya da yulaf, başlarda yabani durumdaydı. Toplanmış tanelerin önce çimlenmesine bakıp sonra topladıkla­ rını saklayan insanlar, mevsimi geldiğinde, onları, önceleri bir sopayla toprağa gömerek, daha sonra da çapayla toprağı işleyip hazırlayarak ekmeye başladılar. İlk kez Mısır' dan Orta Asya' ya, kenarları 3 bin kilometrelik bir dörtgenin içinde gerçekleşti bu; ve ilk kez bu bölgede, bitki yetiştirilmesi, aşiretlerin çoğunluğunun başlıca geçim kaynağı haline geldi. Hayvan yetiştiriciliği de gelişiyordu aynı zamanda: İnek, öküz, koyun, at, köpek ilk ehlileştirilen hayvanlar arasında oldu. Ve yine aynı bölgede başladı bu uğraş da. Kuşkusuz, tarıma başvurmadan göçebe yaşamını sürdü­ ren topluluklar oldu; Afrika' da, Uzakdoğu' da tarım ve hayvan yetiştiriciliği ikiliği yer yer bugün de sürüyor. Ancak, Yenitaş Çağı' nda, tarıma geçen insanlar için, bu iki uğraş bir aradaydı; birbirini tamamlıyordu. Tarım ve hayvancılığın gelişmesi, insanlık tarihinde büyük bir ilerlemeydi. - Zanaat, başlıca uğraşlardan biri oldu. Yün eğirme ve örme, giyim biçimini değiştirdi: İnsanlar, eskinin dikilmiş derileri yerine, yünden örülmüş giysiler giy­ meye başladılar. Seramik, özel bir yer tutuyor: Eskitaş Çağı'nın insanları, ağaçtan yapma kapkacak ile sepet örmeyi biliyorlardı yalnızca. Kil, su geçirmediği için, ondan yararlanıldı; hele ateşte pişirilin­ ce çeşitli biçimlerde vazolar elde edildi. 19

Bu büyük buluş da söylediğimiz bölgede oldu. Seramik kültürü öylesine önemli ki, seramiğin çeşit ve süs­ leme biçimlerine bakıp o çağda bölgeler arasındaki etkilenmele­ rin ya da istilaların yönünü belirleyebiliyoruz bugün. - Seramik zahirenin, yani yiyecek ve içecek maddelerin taşınmasına da kolaylık getiriyor. Bunun gibi, insanlara taşıtma yerine hayvanlara taşıtma olanağı veriyor. Bunların sonucudur ki, ticaret, şaşırhcı biçimde gelişir bu çağda. Bu çağın en önemli kalınhlarından biri de iri taştan anıtlar (megalit). Bazı yerde menhir adı verilen, dikine konmuş, birbirinden ayrı ya da toplu halde iri taşlar; bazı yerde dolmen diye adlandırılan, dikine iki taşın üstüne yatırılmış bir taş, üstü örtülü yollar ya da

krommlech denen daire biçiminde dizilmiş taşlar. Bu iritaş anıtlar bazen bir "ölüler kültü"ne bağlı bazen de bir "güneş kültü"ne; ama çoğunda, bugün de çıkartamadığımız bir anlam gizli.

Yarım milyon yıllık Eskitaş Çağı'na oranla hayli kısa sayı­ labilecek Yenitaş Çağı, insanlığa, yüzyıllar boyunca yaşamlarını belirleyecek bir "tarımsal çerçeve" çizmiş ve uzun bir gelecek içindeki ilerlemelerin yönünü saptamıştır. Madenlerin üretimiyle ve işlenmeye başlamasıyla daha da hızlanır bu ilerleme.

Madenlerin katkısı İlk üretilen ve kullanılan maden bakır olur. Ortadoğu' da daha M.Ö. 4. bin yıldan başlayarak buluyoruz onu; başka yer­ lerde biraz daha gecikerek oluyor bu. Daha sonraları kalayla da karışhrılıp bakırdan daha sağlam olan tunç elde ediliyor. Bütün bunlar, önceleri süs eşyası yapmada kullanılırken, daha sonra çeşitli çalışma aletlerinin ve daha etkin silahların yapımında, yani günlük gereçler için kullanılmaya başlanıyor. M.Ö. 12. yüzyıla doğrudur ki, demir ortaya çıkar. Taş Çağı kesinlikle sona ermiştir. Bütün bu gelişmeler her yerde aynı anda olmuş değil kuş­ kusuz. Çeşitli halklar birbirinden farklı tarihlerde yaşadılar bu dönemleri. Bugün hala o çağları yaşayan topluluklar görüyoruz. 20

Kalahari' nin Boşimanları, bundan 40 bin yıl önce nasıl yaş anmış­ sa öyle yaşıyorlar bugün de. Doğaldır ki, yüzyıllar ilerledikçe, gecikmiş halklarla bu çağları yaşamış halklar arasındaki teknik ve kültürel farklılıklar daha da belirgin duruma geldi. Ancak, şurası bir gerçektir ki, Yenitaş Devrimi'nden geçip madenler çağını olanca hızla yaşayış, Nil boyları, Dicle ve Fırat boyları ile İndus boylarında oldu ilk kez. Böylece, yazılı tarihe ilk kez ora­ larda yaşayan halklar geçti. Yazıyı ilk kez bulanlar onlar oldular çünkü.

Sanatın ve dinin doğuşu Beynin, insanın gözü önünde bulunmasalar bile, nesnele­ rin ve olayların betimlemesini yapabilme yetisi, düşüncenin ilerlemesiyle yetkinleşiyordu. İnsanların kendilerini çevreleyen dünyadan edindikleri algıları, duyulan, gerçek imgeler biçi­ minde anlatma yolundaki ilk denemelerini beynin bu yetisiyle açıklamak gerekir. Daha Neanderthal çağında insanlar çizgilerle ve oymalarla, nesnelerin benzerlerini yapmayı denediler. Ancak, bu işin üste­ sinden gelebilecek kadar beyinleri gelişmemişti henüz; elleri de yeterince becerikli değildi. Özellikle ellerindeki kabataslak alet­ lerle daha da güçtü bu. Ellerin gelişmesi ve aletlerin yetkinleşmesini beklemek gerekti. Bazı kaya ve taşların girintili çıkıntılı kenar çizgileri, ilkel sanatçılara, hayvanların siluetlerini anımsatıyordu; ve bunları yontarak ve boyayarak daha da güçlendirmeye çalışıyorlardı bu benzerliği. Daha sonra, insan siluetleri, hatta mağara duvarları­ na, kayaların yüzeylerine yaşamlarındaki bütün bir oluntuyu anlatan kompozisyonlar çizmeye başlıyorlar; bazen de bu şema­ tik desenleri renklendiriyorlardı. Bu kompozisyonlar, yabanıl hayvanları, av sahnelerini, kısaca insanın yaşamında karşılaştığı ve aklında kalan her şeyi çok gerçekçi bir biçimde betimliyordu. Eserlerin konusu gibi yapılış biçimleri de toplum yaşamınca koşullandırılıyordu; başka bir deyişle, tablolar doğal çevrenin, insanca ne ölçüde kavranıldığını yansıtıyordu. Sanat, bu başlangıç döneminde, çevredeki sahnelerin özel bir biçimde yeniden oluşturulmasından, kopya edilmesinden başka bir şey olmadı. 21

İlkel topluluk düzeni tam açılıp gelişme çağındayken, insan, nesnelerin ve doğa olaylarının vb. dış özelliklerini az çok doğru bir biçimde betimleme yeteneğine ulaşmışh. Ancak, bilgilerinin hepsi yüzeyseldi; nesnelerin ve olayların derin anlamını, birbir­ leriyle bağlanhlarını, karşılıklı etkilerini anlayamıyordu henüz. Bunun gibi, insan çalışırken, doğayı göz önünde tutmak zorunda olduğunu görüyordu; ve bu gözlemleri, kendisini çevreleyen dünyayı daha derin bir biçimde açıklamak için ilk denemelere girişmeye götürüyordu onu. Ne var ki, onun gücü ve deneyimi gibi, doğa hakkındaki bilgileri de yetersizdi. İlkel insan, doğa olaylarının birbirleriyle bağlantılarını, art arda gelişlerini, kendi yaşamı üzerindeki etkilerini anlayamıyordu. Doğa afetleri karşısında güçsüz hissediyordu kendisini. Sel basmaları, yanardağ püskürmeleri, orman yangınları, kurak­ lıklar, açlıklar, bütün bu afetlerin kendisini yakaladığı anda, bu güçsüzlük, doğanın yasaları hakkındaki zayıf bilgisi, kendi kavrayışının dışında, gerçeksiz, imgesel güçlerin doğa olayla­ rını yönettiğini düşünmeye götürüyordu onu. Bunun sonucu ortaya çıkan dinsel düşünceler bu güçsüzlük duygusundan ileri geliyordu; ve zihinde, insanlığın yaşamını düzenleyen gerçek olayların bozulmuş, yanlış ve imgesel bir yansısını oluş­ turuyordu. Arkeolojik araştırmaların kanıtladığı gibi, dinsel betimle­ meler ancak 40 ya da 50 bin yıldan beri vardır. İnsan, çok kez yırtıcı hayvanların kaba gücüne karşı koyamadığı ve kendi yaşamı avdaki talihine bağlı olduğu için, yabanıl hayvanlara olağanüstü nitelikler yakıştırmaya koyuldu. Hayvanlarla ken­ disinin ortak atalardan geldiğini, hayvanın etini ve derisini feda ederek, kendisini yaşathğını düşünüyordu. Klanın atalarını ve koruyucu ruhlarını bazı hayvanlarda görme olayı, totemizm adı­ nı aldı. İnsanlar yalnızca hayvanları değil, otları, ağaçları da totem, yani klanların ataları ve koruyucuları olarak görmeye başladılar daha sonra. İnsanın ilk dini budur. Dinin en yaygın biçimlerinden biri -"canlıcılık" diye çevi­ rebileceğimiz- animizmdi, yani maddi olmayan doğaüstü bir iktidara ve yetiye sahip güçlere, iyi ve kötü ruhlara, şeytanla­ ra inanmakh. Kökenlerini, insanın, maddi olmayan bir varlık yakıştırdığı, ama aynı zamanda da insanlara özgü yetiler ve 22

açıklanamaz bir güç yükleyerek bir bakıma kendi kavrayışı içine çektiği doğa olaylarının gerçek ayırıcı özelliğini kavra­ yamamasında bulmaktadır bu inanç. Böylece gök gürültüsü, fırtına, orman, ırmak, doğaüstü varlıklar biçiminde temsil edil­ mekteydiler. Görünmez ruhlar, büyücülüğü de doğuracaktı elbette. Başlangıçta dans, savaşçıları kışkırtmak, yüreklendirmek, hare­ kete geçirmekten başka bir amaç gütmüyordu; ama zamanla, etkileri­ ni arthrmaya yöneltilmiş bir sürü ayinle çapraşıklaşhrılan bu danslara büyülü bir değer yüklenildi. Önceleri, sevilen varlığın ilgisini kendi üzerine çekmekten başka bir şey olmayan aşk konusundaki büyüler, gizemli bir anlam kazandılar zamanla. Son olarak, hbbi büyücülük de etkileri tarhşma götürmeyen kan alma, sağlahcı sular, özellikle haş­ lanmış bitki suları kullanımı gibi uygulamalardan ileri gelmektedir. Büyü, aslında insanın ruhları yardıma çağırma gücüne bir inanç­ ken, fetişizm, büsbütün farklı bir din biçimiydi. Fetişizm, maddi nes­ nelere doğaüstü bir güç yakışhrmakh. İnsan üzerinde bir etkiye sahip sanılıyordu bu nesneler; öyle olunca da tapmak gerekiyordu onlara.

Ölümü kendi kendilerine açıklayamayan insanlar, ölüm kar­ şısında boş inanlardan gelme bir korku duyuyorlardı; bu duygu, yaşarken topluluğun sıradan üyelerinin kendilerinden korkmuş oldukları büyük savaşçılar, şefler gibi ölülerin kişiliği üzerine aktarıldı. Yığının hayal gücü, bu kişilerin bedenlerine, giderek imgelerine bile doğaüstü bir güç yükledi. Daha sonra, ölüle­ rin ruhlarının oturdukları bir öteki dünya düşüncesi çıktı ortaya. Doğaüstü güçlerin kayralarını kazanma isteği, tanrılara sunulan kurbanlarla, armağanlarla dile getirildi. Böylece görülüyor ki, ilk dinsel betimlemeler, insanın doğa karşısında duyduğu güçsüzlük duygusundan doğdu. Dinler, bu güçsüzlük kompleksini sürdürmeye yardım ettiler; çünkü dinler, dünyanın bilimsel olarak tanınmasını engelliyor; insanı, doğa olaylarının gerçek incelenişinden uzaklaştırıyor, giderek insanın gelişmesini engelliyorlardı. Yazısız tarihten yazılı tarihe geçişle ilgili olarak bu anlat­ tıklarımız, salt teknik ve kültürel gelişim açısındandır yalnızca. Toplum yapısında nasıl bir evrilme gerçekleşmiştir bu arada? O neydi, ne olmuştur? 23

Sınıfsız toplumdan sınıflı topluma Eskitaş Çağı insanlarının bilinen tek eylemleri, yani bitkileri toplama ve avlanma, sadece bir tek mülkiyet biçimine yer veri­ yordu: Ortaklaşa mülkiyet. İlkel topluluktaki üretim ilişkilerinin dayandığı temel budur. Üretici güçler düzeyinin düşüklüğü, çalışmanın toplumsal niteliği, bunun gibi üretim araçlarının ortaklaşa mülkiyeti, karşı­ lık olarak, maddi servetlerin üleştirilmesinde de eşitliği gerektiri­ yordu. Toplum üyelerinin ortaklaşa çalışmalarıyla elde edilen bu servetler, üyeler arasında eşit paylarla üleştiriliyordu. Bu kurala aykırı herhangi bir davranış, toplumun birçok üyesinin ölü­ mü demek olacakh; çünkü elde edilen ürünler, ancak yaşamsal gereksinmeleri karşılamaya yetiyordu. Topluluk üyelerinin hep­ si, gerek aletlerin gerekse emek ürünlerinin ortaklaşa sahibiydi­ ler. Bu durum, ilkel toplulukta, üyeler arasında, koşullar ve ser­ vet bakımından herhangi bir eşitsizlik olmayışını ve toplumun birbirinden farklı gruplara bölünmemiş oluşunu sağlıyordu. İlkel topluluk, sınıfsız ve insanın başka insanlarca sömürüsü­ nün bulunmadığı bir toplumdu. Binlerce yıl bu niteliği korudu. Ancak, üretici güçler zamanla o ölçüde geliştiler ki, ortala­ ma bir üretkenlikle çalışan topluluğun, her üyesinin yaşaması için zorunlu olanı elde etmeye gücü yetiyordu artık. Yeni üre­ tim teknikleri, özellikle toprağın sabanla sürülmesi ve yerin çapayla kabartılması, her işi yolunda yürütmek için birçok kişinin çabalarının birleştirilmesini gerektirmiyordu. Bu arada, yerleşik aşiretlerin başlıca üretici gücü olan toprak, ortaklaşa mülkiyet konusuydu; ama her aile, kendisine ayrılan toprak parçasını ayrıca işliyor ve ayrı bir işletmeden yararlanıyordu. Çobanlıkla geçinen aşiretlerde sürüler yavaş yavaş aile mülkü haline geldi. Ataerkil aileler, artık ortaklaşa üretime gitmeyip kendi öz malları olarak kalan ürünleri değişik miktarlarda üretmeye başladılar. Özel mülkiyet ortaya çıkmıştır. Demek ki, ilkel topluluğun üyeleri, geçimleri için gerekli bütün servetleri ortaklaşa ürettikleri sürece, özel mülkiyet ola­ naksızdı. Ama üretici güçlerin ilerlemesiyle birlikte işbölümü, topluluğun birliğini parçaladığı ve topluluğun üyeleri, pazarda

24

değiş tokuşa sunulmuş maddeleri ayrı ayn üretmeye başladık­ ları zaman yeni bir kurum, yani özel mülkiyet ortaya çıktı. Özel mülkiyet ilk önce, sürü hayvanlarına, ev işlerinde kul­ lanılan avadanlık ve kap kacağa ve bazı aletlere, bu arada kişisel çalışma araçlarına kadar uzanıyor. Toprak ortaklığına dayanan topluluk, gelecekteki dağılışın tohumlarını da kendi içinde taşıyordu: Toprak, ortak mülkiyet olarak kaldığı halde ailenin konutu ailenin özel mülkiyeti haline geliyor. Böylece özel mülkiyetin genişlemesi, ancak ortak ser­ vetlerin zararına olanaklı olabilirdi. Öyle oldu nitekim. Özel mülkiyetin gelişiyle birlikte, ailenin malları, miras yoluy­ la, ana-babadan çocuklara geçiyor; bu da topluluğun eskiden eşit olan üyeleri arasında servet eşitsizliğini derinleştiriyordu. Özel mülkiyetin yerleşmesi, öte yandan, yeni bir değişim tipi yaratıyor: Topluluğun kendi içinde, topluluğu oluşturan çeşitli aileler arasında değişim. Büyük klan topluluğu gitgide sayı bakımından daha zayıf başka bir toplum hücresine, yani yavaş yavaş bağımsız bir eko­ nomik birim olarak kendini gösteren ataerkil aileye yer hazırlı­ yor. Klan, artık, kapalı bir bütün değildir. Klanı sağlamlaştıran kan hısımlığı bağları, yerlerini, başka başka aileler arasında edi­ nilen başka bağlara bırakıyor. Emek üretkenliğinin artması, gün geldi, insan üzerindeki mülkiyeti, maddi servetlerin doğrudan doğruya üreticisi üze­ rindeki mülkiyeti de ortaya çıkardı: Kölelik doğdu. Her bireyin, ancak açlıktan ölmemek için en zorunlu olanı üretebildiği zamanlarda, insanın başka insanlarca sömürülme­ si olanaksızdı. Bu yüzden, savaş tutsakları hemen her zaman öldürülürdü; ancak topluluk insan sayısını arttırmakta yarar görüyorsa, o zaman, tutsakları topluluğa "kabul ediyor" ve onlara öteki üyelerle eşit haklar tanıyordu. Ne var ki, emek üret­ kenliğindeki ilerleyiş bu duruma son verdi; çünkü tutsak, kendi tükettiğinden daha fazla maddi değer üretiyordu şimdi. Toplumun bir bölümü, toplumsal arh-ürün payından yararlan­ ma hakkını elinden .alıp tutsağı çalışmaya zorlayarak, onun yarathğı ürünleri kendine mal edebiliyordu O yüzden savaş tutsakları artık öldürülmediler; köle haline, yani haklardan yoksun bir duruma ve

25

arb-ürün sağladıkları süre ve ölçüde, topluluğun kendilerine hoşgörü gösterdiği emekçiler kategorisi haline getirildiler. Özgür üreticilerin yanında, çalışması kendi özgereksinmelerini karşılamayı değil, baş­ kasının yararına bir arb-ürün yaratmayı amaçlayan köle emeği, bir zenginlik kaynağı haline gelmeye başladı. Kölenin çalışması, efendi­ sine yarar sağlamaz hale geldiği anda ise, efendisi onu öldürmekte serbestti.

Başlangıçta, köleler topluluğa ya da ataerkil aileye aittiler. Ama zamanla, ileri gelenler, hem topluluğun öteki mallarını hem de kölelerini ele geçirdiler ve köleler başkanların ve klan aristokrasisinin öteki temsilcilerinin özel mülkü haline geldi. Köle emeğinin sömürülmesi, bu zümreyi zenginleştirip iktidar­ larını daha da güçlendirdi. Böylece, ilkel topluluğun temel ilkelerinden biri, yani top­ luluğun bütün üyelerinin ortaklaşa ve kardeşçe çalışmaları da hükümsüz bir hale gelmiş oluyordu. Köleliğin kurumlaşması, insanın insan tarafından sömürülmesinin başladığı yeni bir tarih çağının da kapılarını açıyordu. Aslında, üretici güçlerin ilerlemesi için zorunlu bir olaydı bu. Üretim aletlerine ve araçlarına sahip bulunan efendiler için köle emeğinin maddi servet yaratması yanında, bir başka kay­ nak daha vardı toplumda: Topluluğun sıradan üyelerinin emeğiydi bu; sahip bulundukları ilkel üretim aletleri ve araçları ile küçük özel ekonomilerini üretken kılan çiftçiler, çobanlar ve küçük zanaatkarların emeğiydi. önceleri üretim araçlarının ve aletlerinin ortaklaşa mülkiyeti üze­ rine kurulu üretim ilişkileri biçiminden başka biçim tanımayan toplum, üretim aletleri ve araçları bakımından, durumlarındaki değişikliklere göre üç gruba bölündü: Bu gruplar, en başta, her çeşit mülkiyetten yok­ sun ve efendilerinin servetini oluşturan köleler; sonra, üretim aletlerini ve araçlarını ellerinde bulundurduk.lan gibi, emeklerini sömürdükleri kölelerin de sahibi olan efendiler; son olarak da üretim aletlerinin ve araçlarının özel mülkiyetine sahip bulunan ve kendi küçük işletmele­ rinde üretim yapan topluluğun özgür üyeleri. Zamanla, bu küçük mülk sahiplerinin büyük çoğunluğunun ekonomileri yıkılır ve kendileri de köle haline gelirler; çok küçük bir bölümüyle tersine, zenginleşir ve kendileri de efendi ve köle sömürücüsü durumuna geçer. Ancak, küçük mülk sahipleri, toplulukların içinde her zaman bulunacakbr. 26

Üretici güçlerin ilerlemesi, en kesin ve en son noktasında, üretim ilişkilerinin niteliği sorununa, üretim aletlerinin ve araç­ larının kimin elinde bulunduğu sorununa gelip dayanmışh. Ve işte toplum, insanlık tarihinde ilk kez, üretim aletlerinin ve araç­ larına sahip olup olmayışa göre, sınıflara bölündü. Öte yandan, özel mülkiyet ve servet eşitsizliği de toplum üyelerinin hakları ve buna dayanan yükümlülükleri üzerinde değişiklikler yaph: Eskiden, klanın ya da aşiretin bütün işleri, topluluğun bütün üyelerince seçilen şefler ya da onların heyetle­ rince düzenleniyordu. Bu şeflerin saygınlığı, yalnızca deneyim, avda beceriklilik, savaşta cesaret, akıl gibi bireysel niteliklerden ileri geliyordu. Güç ve yetkileri babadan kalma değildi; üyelerin oyuna dayanıyordu sadece. Her an görevlerinden alınabilirler­ di. Varlık bakımından aşiretin öteki üyelerinden hiçbir farkları yoktu. Kısacası, topluluğun yönetimi, klan demokrasisi ilkesine göre, yani topluluğun -klan ya da aşiretin- bütün üyelerinin kamu işlerinin yürütülmesine eşit olarak kahlması ilkesine göre gerçekleştirilmekteydi. Bu toplumsal örgütlenme biçimi, mev­ cut üretim ilişkilerine de uygun düşüyordu aslında. Özel mülkiyetin ortaya çıkışından sonraysa, tarımcı toplu­ luklarda bütün işlerin yönetimi, gerçekte, ileri gelenlerin eline geçmeye başladı. Yavaş yavaş zenginler ve nüfuzlu kimseler, topluluğun silahlı güçlerini de ellerine geçirdiler; ve onları topluluğun yararından çok, kendi kişisel amaçları için, yeni zenginliklere el koymak ve en başta yeni köleler, yani mad­ di değer üreticilerini ele geçirmek için kullanmaya başladılar. Efendiler ancak sürekli bir baskı örgütünün varlığıyla köleleri ve toplumun özgür üyelerini ellerinde tutabilir ve onları kendi yararlarına, kendi zenginliklerini arthrmaya ve bitip tükenmez açgözlülüklerini doyurmaya zorlayabilirlerdi. Giderek, devlet haline geldi bu baskı örgütü. Silahlı güçlerin tekeli de bu baskı örgütünün, yani devletin temeli olup çıkh. Servet eşitsizliğinin sonucunda hukuksal eşitsizlik de orta­ ya çıkmıştı. İlkel topluluk düzeni son nefesini veriyordu. Toplu­ luğun özgür üyelerinin emeği, toplum zenginliklerinin başlıca kaynağı değildi arhk ve toplum, gelişmesinin yeni bir aşaması­ na giriyordu; tarihin de yeni bir çağı başlıyordu:

Sınıflı toplumlar çağı! 27

Hint-Avrupalılar sorunu Madenler Çağı, insanlık tarihinde, halkların en büyük yayı­ lış hareketlerinden birine de tanık olmuştur: Hint-Avrupalıların

yayılışı. Hint-Avrupalılar deyince, Latince, Yunanca, Sanskritçe gibi, birbirine pek yakın dilleri konuşan halklar anlaşılıyor; bütün bu diller tek bir dilden kopup gelmişlerdir. Hint-Avrupa dilleri arasındaki hısımlık, 19. yüzyılın baş­ larında karşılaşhrmalı grameri, yani bu geniş dil ailesinin ilk ortak biçimini saptama olanağını veren yöntemi bulan Franz Bopp'un tanıtlamasından bu yana tarhşma dışı. Irkla asla ilgisi olmayan bir adlandırma bu. Öyle ki, bütün bu halkların birbirinden farklı ırkların insan­ ları oldukları gerçek. Ancak, Fransız bilginlerinden Georges Dumezil'in önayak oldu­ ğu

son

bir kuram, inançlarına ve efsanelerine bakıp Hint-Avrupalıla­

rın kendine özgü bir sosyal örgütlenişe sahip olduklarını ileri sürer. Bu kurama göre, bütün Hint-Avrupalı halkların kurumları, özellikle "üçlü bir sosyal sınıf ayrılığı" temeli üzerinde kuruludur. Bu üç sosyal sınıf şudur: Rahipler, savaşçılar, tarıma-hayvan yetiştiriciler.

Hint-Avrupalılarla ilgili bir gerçek de şu: Bu halkların yazıları yoktu; gelenekleri bütünüyle sözlüydü. Tarihte nerede rastlarsak rastlayalım, Hint-Avrupalıların, bir merkezden başla­ yarak dört bir yana dağıldıkları bir gerçek. Neresiydi bu merkez? Tarhşma konusudur bu. Önceleri Hint-Avrupa dillerinin ilk yurdu sanılan Orta Asya (Pamir, Türkistan) bugün kabul edilmiyor; Elbe ile Vistül arasındaki Kuzey Almanya ovalarıyla, Tuna-Ural arasındaki Rus bozkırları üzerinde durulmakta. Gerçekten, İ.Ö. 2. bin yıl süresince birbiri arkasından süren halk dalgaları, Sibirya' dan İrlanda' ya değin çok geniş bir ala­ na yayıldılar: Aryenler Hindistan' a, Medlerle Persler İran' a, Hititler Anadolu' ya, Hellenler Yunanistan' a, İtalikler İtalya' ya gittiler. Bu göçlerden sonuncusu Latinlerin göçüdür: Gün gelip bütün Akdeniz dünyasını birleştirecek Roma uygarlığını işte bu

Latinler kurmuşlardır. Ancak, onlardan da önce, Keltlerin tüm Batı Avrupa için bir ortak uygarlık yaratmalarına ramak kaldığı da bir gerçek. TARİH BİLİMİ İnsanlık tarihi, tarihçilerce, ilk yazılı belgelerden önce­ ki ve sonraki dönemler olarak, "tarihöncesi" ve "tarihsel dönemler" diye ikiye ayrılır. Dikkat edilsin, bu ayrımda ölçüt, yazının, giderek yazılı belgelerin ortaya çıkışıdır. Yok­ sa insanlık, doğduğu günden beri tarihin konusu. İnsanlığın gelişme süreci bir bütündür çünkü. Ama nasıl, hangi yöntemle incelenmelidir bu bütün? Bir temel sorun da budur ve yanıtı da tarihin bir bilim hali­ ne gelmesiyle yakından ilişkilidir.

Tarih biliminin doğuşu Tarih, başlarda bir öyküdür; daha sonra, geçmişten ders çıkarmak için girişilen bir uğraş olur. Tarihçi, tarihi yarattığına inandığı kişileri, "kahramanlar"ı örnek tutarak, gelecek kuşak­ lara bir şeyler öğretmek ister; bir erdem dersi verir giderek. Geleceğin güzelliği, çirkinliği onlar gibi hareket edip etmemeye bağlıdır. Çünkü "tarih tekerrürdür" ona göre. Herodotos birinci, Thukydides de ikinci anlayışın temsilci­ leridir. Onları daha sonra izleyenler olmuş, bugün de var. Ancak, ne birinci anlayışın ne de ötekinin bilimle ilgisi var. Bilim, "nesnel"i arar çünkü. Toplumların, giderek insanlığın oluşumuna bir "gelişim süreci" olarak bakmak, olayların akışı­ nı doğrudan doğruya kişilere bağlamadan, toplumdan, giderek birbirinden soyutlamadan bu sürecin içinde değerlendirmek, yani bilim olarak tarihse pek yeni olup 19. yüzyılın ürünüdür. Tarih bilimine giden yolu da tarih felsefesi hazırlamıştır. Nasıl? Konuya başlardan girelim. Tarih düşüncesinin ilk belirtilerine Aristoteles'te rastlıyo­ ruz. Ancak, Aristoteles'in tarih anlayışı, tarihin felsefe düzeyine gelmiş bir edebiyattan yola çıkılarak öğrenilebileceği görüşüyle

29

sınırlıydı. Bu anlamda tarih, olayların bir araya getirilmesinden başka bir şey değildi. Bu anlayış, 18. yüzyılın ortalarına değin sürmüştür. Hıristiyanlığın tarih anlayışının merkezinde "Tanrı" vardı; insan ne denli uğraşırsa uğraşsın, tarih, daha önceden Tanrı'nın belirlediği bir çizgi üzerinde sürüp gidecektir. Bu çizgi üstün­ de ortaya çıkacak olaylar, ilk günahtan, yani Adem ile Hav­ va'run Tanrı'ya karşı işledikleri günahtan kıyamet gününe değin önceden planlanmışhr. Hıristiyanlığın tarih anlayışı Aristote­ les'in tarih anlayışından -Tanrıca belirlenmiş de olsa- olayların yasallığı noktasında ayrılıyordu. Kuşkusuz, ileriye doğru ahlmış bir adımdı bu; ancak, akla da karşı çıkıyordu: Çünkü tarih, Tan­ rıca belirlenmiş akışı içinde insan aklının kavrayamayacağı bir şeydi. Rönesans'ın tarih anlayışı "insan"ı merkez edinmesiyle Hıristiyanlığın tarih görüşünden ayrılıyordu. Ne var ki, ilkçağı örnek alarak ileriye sürülen "yenidendoğuş" düşüncesi, tarih anlayışına bir ilerleme, bir gelişme ufku kazandırmaya yetmedi. İnsanlık, bu ufku görebilmek için, Avrupa' da 18. yüzyılın orta­ larına, burjuvazi iktidara adaylığını koyacak güce erişinceye değin beklemek zorundaydı. Gerçekten, Avrupa' da 18. yüzyılda iktisadi, sosyal ve tek­ nik gelişmeler eskiden kalmış tarih anlayışının değişmesine yol açh. Üretim ilişkilerindeki ilerlemeler, tarihin de bir "ilerleme kuramı"na dayandırılmasını zorunlu kılıyordu. Önemli bir gelişmeydi bu. Bacon' da, Descartes' ta, Pascal' da dile gelen bu gelişme, yarışmacı bir toplumda yaşayabilecek yetenekte birey­ lere gereksinme duyan burjuvazinin çıkarları gereğiydi aslında. Burjuvazinin, feodal toplumdaki feodal bey, kral ya da kilise gibi, öbür dünyanın bu dünyadaki temsilcisi olma iddiası yok­ tu. Onun bütün amacı, bu dünyadaki düzenin öbür dünyadan bağımsız olarak değiştirilebilirliğini tanıtlamak, başka bir deyiş­ le, "ilerleme" düşüncesini sokmakh kafalara. Böylece, ilkçağdan kaynaklanan mekanik tarih anlayışı­ nın aşılması, üretim ilişkilerinin görece olarak geliştiği ve özel mülkiyetin önem kazandığı 18. yüzyılın ikinci yarısında -hatta sonunda- gerçekleşir. Rousseau'dan başlayarak, Fransız mater­ yalistleri Helvetius, Diderot, d'Holbach'la gelişen düşünce zin­ cirine göre, tarihsel gelişme bir düz çizgi olarak değil de diya-

30

lektik olarak kavranmaya çalışılır arlık. Bu düşünce zincirinin Almanya' daki izdüşümü Lessing, Kant ve Herder' dir. Tarihsel sürecin yalnızca bir ilerleme süreci olmayıp diyalek­ tik-çelişkili bir süreç olduğu ve ilerlemenin de bir öncekine göre bir üst aşamada gerçekleştiği anlayışına en büyük katkıyı yapan Herder şöyle diyordu: "İnsan, aklını kullanmayı öğrenmeseydi yaşayamazdı ve kendini ayakta tutamazdı; aklını kullanır kullanmaz, elbette bin­ lerce hataya ve binlerce yanılgıya giden kapı, önünde açılıverdi ama hemen aynı zamanda, bu hata ve yanılgılar sayesinde aklını daha iyi kullanmayı gösteren yol da önünde açılmış oluyordu. İnsan, hataları­ nı anlamayı ne kadar çabuk öğrenirse, onları düzeltmek için üstlerine ne kadar sağlam bir güçle varırsa, o kadar çok ileriye gider, insanlığı o kadar çok gelişir; insan, insanlığını yetkinleştirmek zorundadır ya da kendi suçunun ağırlığı alhnda yüzyıllarca inleyecektir." Herder'in bu sözleri, insanın tarihin "nesne"si olma durumun­ dan "özne"si olma durumuna yükseldiği gerçeğinin kavranması yolunda ahlrruş önemli bir adımdır. Tarihsel gelişme süreci içinde, "faal insan"ın rolüne işaret ediyordu çünkü.

Burjuva ideolojisinin sınırları içinde, tarihin "bitmiş" bir olaylar yığını olmayıp bir "süreçler bütünü" olduğu, yalnızca akla uygun gelişmelerin değil, irrasyonel gelişmelerin de adı­ na "tarih" denen çelişkili ilerleme içinde düşünülmesi gerek­ tiği anlayışı, doruk noktasına Hegel' de ulaşmışhr. Gerçekten Hegel, tarih içinde faal olan insanın yönelişlerinin tarihsel gelişme sürecini belirleyen tek neden olmadığını ortaya çıkar­ mıştır. Onunla, tarihsel gelişme sürecinin bağımlı olduğu "nes­ nel yasalılık" gündeme gelir. Ancak, Hegel insanın yönelişleri­ nin de başka nedenlere bağlı olduğunu açıklamaya kalkarken, bunun o insanın yaşadığı maddi nesnel gerçeklik olduğunu göremeyip söz konusu nedenleri, insanın manevi faaliyet ala­ nından (Geist) tarihe sokmak istemiştir. Bu çaba, 1 8. yüzyılda anti-feodal mücadele sırasında "sınırsız" bir hareket alanına sahip görünen burjuva ideolojisinin tükendiğinin de bir işa­ retiydi aynı zamanda. Bu tükenişin kaynakları, 19. yüzyıldaki sosyal gelişmelerdir. Gerçekten, 19. yüzyılın ortalarında, Avrupa' da açıkça orta­ ya çıkan temel çelişki, üretimin toplumsallığı ile üretim araç­ larının özel mülkiyet alhnda olması çelişkisiydi. Burjuvazinin

31

gelişmesi için "kaçınılmaz" bir aşamaydı bu. Dolayısıyla, kendi karşıtını kendi tarihsel gelişmesi içinde kaçınılmaz olarak doğu­ ran kapitalizm için, ideolojik alanda bir "yanıltma"ya başvur­ maktan başka çıkar yol kalmamıştı. Feodalizme karşı mücadele ederken bütün toplum adına, hatta insanlık adına yola çıktığını öne süren burjuvazi, 19. yüzyılın ortalarında, hele hele sonların­ da bu iddiasından fiilen vazgeçmek zorunda kalmıştır. Ancak, tarihsel ilerleme anlayışının kendisiyle başladığını bilen burju­ vazi, bunun yalnızca kendisiyle süreceğini de tanıtlamak zorun­ daydı. Ne var ki, diyalektik materyalizm burjuvazinin, tarihsel ilerleme teziyle ilgili planlarını altüst eder. Diyalektik materyalizmle, yalnızca tarih felsefesi gerçek temelleri üzerine oturmakla kalmaz, tarih de yasaları olan bir bilim niteliğini kazanır. Tarihin bilimsel gelişimi onunla tamamlanır.

Marksizm ve tarih Diyalektik materyalizm, bilindiği gibi, doğa, toplum ve insanla ilgili bilgilerin bir bireşimi; bu bakımdan eksiksiz bir dünya görüşüdür. Toplumu ve insanı ise, başka görüşlerden farklı olarak, tarihten soyutlamıyor diyalektik materyalizm; tersine, tarihsel süreç içinde alıyor toplumu, giderek insanı. O yüzden, tarih büyük önem taşıyor bu görüşte. Materyalist diya­ lektik yöntem tarihe uygulandığında, "tarihsel materyalizm" adını alıyor. Ne diyor tarihsel materyalizm? Tarihsel materyalizme göre, toplum aslında tarihsel geliş­ me içinde biçimlenmiş belirli bir üretim biçimini temel alan ve insanlığın ileriye doğru gelişmesinde bir aşama olarak ortaya çıkan, bir toplumsal bağlantılar ve büyük insan grupları arasın­ daki ilişkiler sistemidir. Hangi aşamada olursa olsun, bir toplumu tanıyabilmek için her şeyden önce toplumu oluşturan temel öğenin durumuna bakmak gerekir. Nedir o? Üretim biçimi. Üretim biçimi, "üretici güçler" ile "üretim ilişkileri"nden oluşur: Üretim aletleri, o üretim aletlerini kullanan ve üretimi sürdüren insanlar, işte bütün bunlar, toplumun üretici güçleri­ ni oluştururlar. Üretim, üretilenin değişimi ve dağıtımı süreci

32

içinde, insanlar arasındaki sosyal ilişkilerse üretim ilişkileridir. Bu ilişkiler mutlaka vardır; çünkü insanın yaşamı için gerek­ li üretim, insanların ayrı ayrı uğraşları olmayıp toplumsal bir eylemin sonucudur. İşte, üretici güçler ile üretim ilişkileri, bir­ likte toplumun temel öğesi olan "üretim biçimi"ni oluştururlar. Toplumun "altyapısı" da denir buna. Üretim biçimi toplumun düşün, politika, hukuk, gelenek, görenek gibi kurumlarını da oluşturur. Sosyal yaşamla ilgili düşünme biçimi, toplumun bu altyapısına bağımlıdır. İnsanın düşünsel yanıyla ilişkili kurumlara "toplumun üstyapı kurum­ ları" da denir. Üretim biçimi, toplumun üstyapısını belirler; toplumun üstyapı kurumları da altyapıyı etkiler. Çünkü üretici güçlerin başında bizzat insan geldiğine göre, insanın bilinci üre­ tici güçlerin, yani teknolojinin gelişmesinde rol oynar. Ancak, üretim ilişkileri nesnel maddi etkenlerce oluşturulduğu için, üretici güçlerin değişimine bağımlıdırlar; insanların yeğlemele­ rine göre değişmezler. Üretim biçimi gelişir, değişir; buna bağlı olarak da toplumun üstyapısı gelişir, değişir. Tarihsel gelişmede, bu gelişimin itici gücü hangisidir? Elbette Tanrı değil; ama ya toprak, iklim, nüfus? Bunların etkisi var kuşkusuz. Ancak, tek başına belirleyici değil hiçbirisi. Ne o halde? Tarihsel materyalizme göre, tarihin itici gücü şu zincirleme doğrultudadır: Tarih insanların eseridir; insanların iradesi tarihi yapan eylemi ortaya çıkarır ve belirler; bu irade onların düşün­ celerinin dile gelişidir; bu düşünceler onların içinde yaşadıkları sosyal koşulların yansımasıdır; toplumdaki sınıfları ve bu sınıf­ ların mücadelesini belirleyen bu sosyal koşullardır; bizzat sınıf­ ları ortaya çıkaran ve onları belirleyense iktisadi koşullardır. Tarihi yapan insandır. Ancak, insan düşüncelerini, giderek iradesini, sosyal yaşamından, toplum koşulları içindeki sınıf­ sal konumundan, sınıfsal konumunuysa iktisadi ortamdan almaktadır. Başka bir deyişle, insan, içinde yaşadığı toplumun iktisadi yapısının belirlediği biçimde tarihini yapmaktadır. Üretim biçiminin değişimine bağlı olarak, insanın toplumsal davranış­ ları, düşünceleri ve tarihi yapan iradesi değişmektedir. Üretim biçimi değişmeden, insanın tarihinin değişmesi söz konusu değildir. Nasıl olmaktadır üretim biçiminin değişmesi?

33

Üretimdeki değişme ve gelişmeler, daima üretici güçlerde, her şeyden önce de üretim aletlerinde olan değişme ve gelişme­ lerle başlar. Bundan dolayı, üretici güçler üretimin en hareketli ve en devrimci öğesidir. Önce toplumun üretici güçleri değişir ve gelişir; sonra da bu gelişmelere bağlı ve uygun olmak üzere insanlar arasındaki üretim ilişkileri, onların iktisadi ilişkileri değişikliğe uğrar. Ancak bu, üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişmesi üzerinde etkili olmadığı anlamına gelmez. Gelişmele­ ri üretici güçlerin gelişmelerine bağlı bulunan üretim ilişkileri de aynı biçimde üretici güçlerin gelişmesi üzerinde etkili olur; bu gelişmeyi hızlandırır ya da yavaşlahr. Ne var ki, üretim ilişkileri çok uzun süre üretici güçlerdeki gelişmenin gerisinde kalamaz ve bu gelişmeyle çatışma halinde bulunamaz; çünkü üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişmesine eksiksiz bir ortam yaratmasıyladır ki, üretici güçler tam olarak gelişebilir. Sonuç olarak, üretici güçler üretimin yalnızca en hareketli ve en devrimci öğesi değil, üretimdeki gelişmenin belirleyici öğe­ sidir de. Üretim biçimi içinde üretici güçlerle üretim ilişkileri ara­ sındaki karşılıklı diyalektik bağlılık, üretim biçimi ile toplumun üstyapı kurumları arasında da vardır. Tarihi belirleyen öğe üretici güçler olmakla beraber, üretici güçlerin etkilediği üretim ikişkileri ve onun da etkilediği hukuk, adetler, gelenekler gibi insanın düşünsel olarak oluşturduğu ortamdır. Bu bakımdan, insan tarihin eseridir ama, insanoğlu kendi tarihini de kendi yapmaktadır. Böylece, insan sosyo-ekonomik ortamın bilinci­ ne varmışsa, kendi tarihinin yaratıcısı olmakta, olabilmektedir. İnsanın yaşaması için gerekli olan maddi nesneleri, üretici güçler, üretim araçları üretir. Üretim ilişkilerinin durumuna göre, üretim araçlarının -ki topraktan fabrikaya değin her şey üretim aracıdır- kimin elinde olduğu önem kazanır. Üretim araçlarını kişiler, gruplar, sınıflar elde tuttuğunda ya da denet­ lediğinde, toplumsal yapıda "sömürü" diye bir şey söz konu­ sudur; o zaman da sınıflar arasında bir mücadele vardır. İşte tarihte, üretim biçimine göre beliren mülkiyet biçimleri, üretim araçları sahipliği "sınıflar mücadelesi"ni ortaya çıkarır. Tarihi yapan cihangir komutanlar değil, üretim araçları mülkiyetinden doğan sınıflar mücadelesidir. Üretici güçler geliştikçe, ona uymayan üretim ilişkileri, mülkiyet biçimleri de değişmekte, toplumdaki sınıflar yeni

34

konumlar elde etmektedir. Böylece üretim biçimi, tarih boyun­ ca, hep bir geridekine göre daha ileri aşamada olmak üzere, yeni bir dengeye kavuşmakta; ancak, üretici güçlerin gelişimi ve değişimi durmadığından, eski üretim biçiminin bağrından yeni üretim ilişkileri doğmaktadır. Bu toplumsal çelişkinin ortaya koyduğu tarihsel gelişim süreci, üretim güçleri ile üretim ilişki­ leri arasındaki çelişkilerin sona ereceği, yani "sınıfsız toplum"un ortaya çıkacağı aşamaya dek sürüp gidecektir. Tarihe bu açıdan bakıldığında, beş temel üretim biçiminin ortaya çıkardığı beş toplum tipi görülür: İlkel toplum, köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum, sosyalist toplum. Bu gelişme kaçınılmazdır. İşte tarihsel materyalizm! Bu görüşün, tüm toplumbilime, giderek tarihe büyük katkı­ larda bulunduğu bir gerçek. Nedir onlar? Tarihsel materyalizm sayesindedir ki, salt ideolojilerin ince­ lenmesi yerine onların arkasındaki toplumsal nedenleri, kök­ leri ekonomik gelişmede bulunan toplumsal ilişkilerin nesnel yasalarını, özellikle üretici güçleri incelemek; bireylerin eylem­ lerindeki ideolojik güdüleri incelemek yerine insanların sosyo­ psikolojik eylemlerini incelemek, giderek bu eylemlerin köken­ lerini insanların maddi yaşamlarında aramak; bireysel olgular yerine toplumu tek bir toplumsal birim olarak ele almak; genel anlamda toplumdan söz etmek yerine belli bir toplum üzerine, insan toplumunun tarihsel gelişiminde zincirin bir halkası ola­ rak belirli bir sosyo-ekonomik biçimleniş üzerine eğilmek önem kazanmışhr. Diyalektik, giderek tarihsel materyalizm, bu katkılarıyla, tüm toplumbilime ve bu arada tarihe, uymaları gereken "genel düşünme ve inceleme yöntemi"ni vermiştir aslında. Hiçbir top­ lumbilimi, giderek tarih, bu yönteme başvurmadan gerçeklere varamaz.

Tarihçinin görevi nedir ? Tarihçi, geçmişi bu yöntemle incelemeye kalkarken birta­ kım kaynaklara başvuracaktır; onların bulunması, doğrulanma-

35

sı, eleştirisi başlı başına bir iştir ve özel yöntemleri gerektirir. Bunun gibi tarihçi, insanlığın büyük akışını daha iyi kavraya­ bilmek için, geçmişi "çağ"lara böler. Ancak, tarihçinin, özellikle insanlık tarihine eğilenin, geçmişi çağlara bölerek öteki bilim­ lerin de yardımıyla, her çağı yazılı ya da yazısız tanıklara baş­ vurarak aydınlatmaya çalışırken ortaya koymak istediği nedir? Nedir tarihçinin asıl görevi? İnsanlık, özellikle sınıfsız bir toplum yapısından sınıflı bir toplum yapısına geçtikten sonra, geçmiş, yüzyılımıza değin bir­ birinden farklı gerçekleri sergileyip durmuş. Bu gerçek, aslında bir "sömürü"yü dile getirir. Bu sömürü, çeşitli sınıflar arasında olmuş; yüzyıllar, farklı iktisadi ve sosyal yapılar içinde mücadele­ nin taraflarını değiştirmiştir sadece. Ve her çağda, ezenler bir gün mutlaka batmaya mahkUrn. bir toplum yapısını zorla sürdürmeye çalışırken, ezilenler daha güzel, daha insanca bir dünyanın savun­ masını üstlenmişlerdir. Bir yerde, karanlıkla aydınlık çarpışıp durmuştur. Tarihçinin görevi, başta bu gerçeği koymaktır önümüze: Her çağda eskiyen, çürüyüp dökülen, ölüme mahkum bir düze­ ne ve onun değerlerine sahip çıkanlar ile daha ilerde bir yaşa­ mın değerlerini savunan güçleri sergilemek, insanlığın ilerleme çizgisini, giderek insanlığı bir gün topyekun aydınlığa çıkara­ cak güçleri saptamak. Geleceğe giden yolu göstermek tek kelimeyle. Bütün bu mücadeleler olur, yüzyıllar akıp gider, bir toplum yapısından bir başka toplum yapısına geçilirken, bir yapı aşıl­ mış da olsa, ondan, gelecek yüzyıllara bir "kültür mirası" kalır; edebiyattan sanata, felsefeden müziğe değin canlı, diri, soylu bir şey. İnsanlığın "ortak hazine" sine kaydolur bu miras. Her kuşak, her yüzyıl, her çağ, geçmişin mirasına kendi katkısını da ekleyerek geleceğe bırakmıştır. Böyle gitgide zenginleşen bir miras olmasaydı, insanlık mağara döneminden çıkıp bugünlere gelemezdi, ilerleme olmazdı giderek. Tarihçinin bir görevi de işte bu mirası saptamaktır. Ve gerçek bir tarihçi, bu mirası en sağlıklı biçimde saptayan kişidir aynı zamanda. Yüzyılların gerçeğini ve mirasını saptamak, "tarih bilinci"nin oluşumunda zorunlu bir aşamadır. Nedir tarih bilinci? Tarih, hep tekrarladığımız gibi, toplumun belli yasalılıklar 36

içinde ve nesnel olarak gelişme sürecidir, bu sürecin akışıdır. Bu akış, bir alt düzeyden bir üst düzeye doğru olur; "eski" den "yeni"ye yönelir. İşte tarih bilinci, "geçmiş", "şimdiki zaman" ve "gelecek" arasındaki diyalektik birliği kurmak ve "geçmiş"i, "şimdiki zaman" ve "gelecek" bütünlüğünde değerlendirmektir. Tarih bilincinin çıkış noktası "şimdiki zaman" dır. Biz tarihi, içinde bulunduğumuz andaki bilinç düzeyimizle değerlendir­ mek durumundayız. Geçmişe giderken, geleceğe uzanırken, hep şimdiki zamanı hareket noktası olarak alırız. Tarih anlayışı tarih bilincinin ürünüdür; tarih bilinci de içinde yaşadığımız, yani şimdiki zamanın nesnel gerçekliğinin ürünüdür. "Doğru" -ya da "bilimsel" - ve "yanlış" bilinç olduğundan, "doğru" ve "yanlış" tarih bilinci vardır. Sınıflı toplumlarda, özellikle kapitalist toplumda, egemen sınıflar tarihsel geçmişi tahrif etmek, yanlış bilinç uyandırmak, giderek yanlış bir tarih bilinci geliştirmek isterler. Yığınların üzerinde sömürünün sürmesi için şarttır bu onlara göre. İşte, tarihçinin bir görevi de "yanlış" bir tarih bilincinin yerine "doğru" bir tarih bilincinin oluşması için mücadele etmektir. Hiç kuşkusuz, "ideolojik" bir mücadeledir bu. Ve elbette yalnız başına tarihçinin üstlenebileceği bir müca­ dele değildir. Bunu, aslında toplumdaki ilerici, demokrat ve dev­ rimci güçler, tutucu, giderek gerici güçlere karşı verirler. Gerçek bir tarihçinin görevi de işte bu ilerici, demokrat ve devrimci güç­ lerin yanında yer almak, onların kavgasına katılmaktır. Bilim adamının tarih önündeki sorumluluğu tartışılmaz. Ama tarihçinin, bilim adamı olarak sorumluluğu herkesinkin­ den fazladır. Doğrusu istenirse hiçbir bilim adamı bu denli ağır bir sorumluluk yüklenmiş değildir.

37

KİTABIN ANA PLANI Tarih biliminin incelediği, değerlendirdiği süre bir bütün­ lük gösterir. Zaman birbirinden kopuk anlardan oluşmaz; tersi­ ne, birbiriyle bağınhlı akıp gider. Tarihin konusu olan süre, tam bir "gelişim süreci" dir. öyle de olsa, bu gelişim süreci bölümlenerek incelenir. Biz, sınırları üzerindeki tarhşmaları bir yana bırakarak, insanlık tarihini ilkçağ, ortaçağ, 16 ve 17. yüzyıllar, 18. yüzyıl, 19. yüzyıl, son olarak da çağdaş dünya bölümlemesi içinde ince­ leyeceğiz. Bu bölümleme, anlahmdaki kolaylığı sağlamak içindir bir yerde. İnsanlık tarihinin "ilkel toplum"dan sonra "köleci", "feo­ dal", "kapitalist" aşamalardan geçtiği, bugün de "insanın insan tarafından sömürülmediği, insanın insanca yaşayacağı bir düzen" arayışı içinde bulunduğu gerçeğini gözden uzak tutma­ dan anlatacağız anlathklarımızı. Bu ciltteyse, "köleci" toplum biçiminin yaşandığı "ilk­ çağ" dan giriyoruz konuya.

38

1

ESKİ DOGU

İlkçağın Doğu' su, Mısır' dan Çin'e değin uzanan, Asya' nın güneyiyle Afrika'nın kuzeydoğusunu da içine alan pek büyük bir coğrafya parçası. Gerçekten, ilk devletler bu topraklarda kuruldu. İlkel toplumun sınıflara bölünmesinden sonra ortaya çıkan en eski köleci dev!etlerin doğuşunu ve gelişmesini, Eski Doğu halklarının tarihi öğretiyor bize. Ne görüyoruz o coğrafyaya bakhğımızda? Verimli vadiler, geniş çöller ve dağ silsileleri. Önce beş sulak vadi: Bunlar sırasıyla Kuzey Afrika'da Nil Vadisi, Asya'nın güneybahsında, İran Körfezi'nin yanı başında -Mezopotamya adı verilen- Dicle ve Fırat Vadisi; Hindistan' da İndus Vadisi ve Ganj vadileriyle, Çin'de Huang Ho (Sarı Nehir) Vadisi. Nil Vadisi, bahda uçsuz bucaksız Sahra Çölü'yle sınırlı; Mezopo­ tamya'nın bahsında Zagros Dağları dağ silsilesi; Ganj Vadi­ si'nin kuzeyi ile kuzeydoğusunda Himalayalar yükseliyor; Huang Ho Vadisi, kuzeyde ve kuzeybahda Moğolistan' ın çöl­ lerine gelip dayanıyor. Tarıma pek elverişli bu vadiler: İklim sıcak, ama tarlalar bol bol sulanıyor; toprak da zengin ve işle­ meye uygun. Öyle olduğu içindir ki, sabana dayanan tarım, yani yerleşik yaşam başka yerlerde olduğundan çok daha erken başladı buralarda ve hızla gelişti. Eski Doğu halkları, yalnızca ilkçağ için değil, bütün insan­ lık tarihi üzerinde büyük etkileri olan pek köklü uygarlıklar yarattılar. İnsanlığın maddi ve manevi kültürünün temelini onlar atlılar hiç kuşkusuz. Bu uygarlıklar içinde ilk akla gelen­ leri, Mısır ve Mezopotamya ile Filistin ve Suriye' de kurulan uygarlıklar oluyor. Akdeniz bölgesinde yer alan bu ülkeleri, Avrupa'nın kıyı bölgeleri de içinde olmak üzere, komşularıyla sıkı bir ticari ve kültürel ilişki içinde görüyoruz daha başlar­ da. Onların yarathkları, Eski Yunan ve Roma'ya geçti; modern Avrupa halkları da onlar aracılığıyla aldılar alacaklarını. Doğu'nun tarihini incelemekte büyük yarar var böylece. Eski Doğu'nun tarihi, köleci toplumun ve devletin doğu­ şuyla, yani M.Ö. 4. bin yılın sonlarında başlıyor. Ancak gele-

41

nektir, Doğu'nun eski tarihi belli bir tarih ya da belli bir yüz­ yılla noktalanmaz. O tarihi Batı' da, M.Ö. 4. yüzyılda Persler'in düşüşüne değin götürüyoruz; oysa Eski Hint'le Çin tarihlerini, İsa' dan sonraki ilk yüzyıllarda gerçekleşebilen feodal rejimin kuruluşuna değin uzatabiliyoruz. Böylece, Doğu'nun eski tarihinin coğrafya ve zaman bakı­ mından çerçevesi hayli görecedir: M.Ö. 2. bin yılda yaşadıkları ve Doğu ülkeleriyle ilişkileri oldukları halde, Hellen öncesi Ege­ lilerin tarihi, Eski Doğu tarihine girmez genellikle. Doğu'da köleci toplum ve devlet, ilkçağda -Yunan ve Roma' da olduğundan- farklı birtakım özellikler taşır: Başta gelen bir özellik olarak, Eski Doğu' da köleci sistemin gelişme­ sindeki ağır aksaklık, ataerkil köleciliğin ve sömürünün yarı­ ataerkil biçimlerinin hayli uzun sürmesi geliyor; ikinci olarak, toprakta özel mülkiyetin doğuşunun hayli yavaş gelişmesini ve komşu ortaklılığının sürekliliğini gürüyoruz. Son bir özellik de -genel olarak "Doğu despotluğu" dediğimiz- çok güçlü monar­ şik bir iktidarın bulunması devletlerde. Ancak, şunu da söyleyelim ki, bu özellikler, her devlet­ te aynı değildi, giderek klasik köleci toplumun açık ve kesin nitelikleri orada da ortaya çıkar. Öte yandan, Eski Yunan ve Roma' da, hele hele tarihlerinin başlarında, Eski Doğu' da gör­ düğümüz sosyal rejimin birçok tipik öğesine rastlarız. Böylece, Eski Doğu ile Eski Yunan ve Roma toplumları arasında ilkede hiçbir farklılık yoktu; aralarındaki ikincil özellikler, onları aynı iktisadi ve sosyal rejimin içinde görmekten alıkoymamalı bizi. Mezopotamya' dan girelim konuya.

42

BÖLÜM I MEZOPOTAMYA HALKLARI

Sümerlerle ilgili en büyük araşhrmacılardan biri, Samuel Noah Kramer'in 1959 yılında yayımladığı bir kitabın adı pek ilginçtir: Tarih Sümer'de Başlar. Kuşkusuz, tarih Sümerlerden önce, çok önce başlamışh; ama uygarlığın Sümerlerle başladığı kesindir. Kramer, bunu kanıtlarıyla sergiler önümüze. Onlara daha sonra Babil'in katkısı eklendi ve Sümer-Habil uygarlığın­ dan Balı uygarlığına, giderek insanlığa büyük bir miras kaldı. Dicle ve Fırat deltasında doğdu bu uygarlık. Eski Yunanlıların "Mezopotamya", yani iki ırmak arası adı­ nı verdikleri, Asya, Afrika ve Avrupa arasındaki büyük ulaşım yollarının kavşağındaki bu bölge, büyük bir uygarlığın gelişme­ sine de elverişliydi zaten. DİCLE VE FIRAT DELTASI Dicle ve Fırat, Doğu Anadolu dağlarında doğar. Başlarda çok yakındırlar birbirlerine, sonra hayli açılır araları ve bugün­ kü Irak'a girerken yeniden yaklaşırlar birbirlerine. "Mezopo­ tamya" diye adlandırılan vadi de o noktada başlar. İkiye ayrılır bu vadi: Yukarı ve Aşağı Mezopotamya. Her ikisi de doğal koşullar bakımından farklıdır. Mezopotamya'nın hemen tüm batısı, Arabistan'a komşu­ dur. Yalnız, kuzeybatı uçta, Akdeniz'e en yakın bölgede, bere­ ketli Orontes (Asi) Vadisi'ne açılır. Doğuda, tüm Mezopotamya boyunca, onu İran' dan ayıran Zagros Dağları yükselir. Aşağı Mezopotamya İran Körfezi'ne açılır. Bu coğrafi durumu, ülke­ nin ilkçağdaki tarihinde büyük rol oynadı: Mezopotamya' da oturanlar, bereketli ve zengin vadiyi ele geçirmek isteyen dağ ve bozkır kabileleriyle mücadele içinde olmuşlardır sürekli; ticari ve kültürel ilişkilere gelince, Mezopotamya halkları, bu tür ilişkileri Orontes Vadisi üzerinden Akdeniz halklarıyla kur­ muşlardır ilke olarak. Özellikle Aşağı Mezopotamya' da toprak alüvyonludur. M.Ö. 4. bin yıldan 1 . bin yıla değin İran Körfezi'nin yukarı kıyı-

43

lan, bugünkünden 25 kilometre daha kuzeydeydi ve Dicle'yle Fırat ayrı ayrı yerlerden dökülüyorlardı. Aşağı Mezopotam­ ya'nın toprağı pek bereketliydi. Ancak, onu ekip biçmek için halkın hayli çaba harcaması gerekiyordu. Başlıca güçlükler, yazın kuraklığı ile taşmaların doğurduğu su basmalarından geliyordu. Irmaklar geniş bir araziyi su altın­ da bırakıyor ve temmuzdan ağustosa kadar öyle kalıyor: Taşma sırasında ve sonrasında, kasıma değin iklim güzeldir; toprak yavaş yavaş, ama düzensiz bir biçimde kurur. Yüksek yerlerde bu kuruma hızlıdır, toprak taş gibi olur ve yarılır; çöküntü­ lerdeyse su birikir, bataklık yapar ve sıtına kaynağı olur. Bu uygunsuz koşullarla mücadele etmeseydi, halk açlık ve hasta­ lıktan mahvolur giderdi. İlkçağda Aşağı Mezopotamya, yoğun bir nüfusu besleyecek kadar bereketli bir ülkeydi; o devirde, yığınla kuşağın gayretiyle, taşmaları düzenleyen ve sıcak mev­ sim için su biriktiren karmaşık bir şebeke yaratılmıştır. Mezo­ potamya' nın özelliklerinden biri, ekonominin gelişmesi için gerekli olan madenlerden ve taş gibi ilkel maddelerden hemen bütünüyle yoksun oluşudur. Ağaç diye de yemişleri besleyici, ama kerestesi işe yaramayan hurma vardır yalnızca. Tek zen­ ginlik kildir. Ondan tuğlalar, çanak çömlek ve yazı yazmak için tabletler yapılmaktadır. Yukarı Mezopotamya' da toprak ve iklim başka türlüdür: Taşmalar daha az kalıntı yapar; iktisadi yaşam ve örfler de fark­ lıdır. Mezopotamya'nın en eski köyü, ülkenin kuzeyinde Tell Hassuna'da bulundu. Yenitaş Çağı'na çıkan, M.Ö. 5. binyıla ula­ şan bir köy bu. İlkel tarım için yağışı hayli bol olan bu yere ilk çiftçiler ve hayvan yetiştiriciler yerleştiler. Birçok bilgin, onların 4. bin yılın başlarında Aşağı Mezopotamya'ya (Sümer) oradan indiklerini tahmin ediyorlar. Sümer' in eski halkı, suların, kabardığında erişemeyecek­ leri yüksekliklere yerleşiyordu. Avcılık, kazmayla tarım ve hayvancılıkla geçiniyor, renkli seramik ve bakırdan aletler yapıyorlardı. Halk, kilden ve kamıştan kulübelerde yaşıyor ve mezarlardaki eşyanın gösterdiği gibi, servet ve sosyal farklılığı tanımıyordu henüz. Kazılarda bulunmuş kilden kadın heykel­ leri, Sümerlerde anaerkilliğin M.Ö. 4. bin yılın ilk yarısına değin sürdüğünü gösteriyor.

44

SÜMER VE AKKAD Başlarda, çok sayıda küçük devlet kuruldu: Eridu, Ur, Şuruppak, Umma, Lagaş, Kiş, Mari vb. M.Ö. 3. binli yıllarda halkı da benzeşmezdi bunların. Sümer'in kuzeyinde, Fırat'ın orta kesimi boyunca yer alan Akkad' a, Sümerlerden tip olarak da, dil olarak da farklı kabileler yerleştiler. Sami kökenli bir dil (Akkadca) konuşuyorlardı ve Mezopotamya'nın batısında­ ki ovalarda oturan kabilelerle de hısımlıkları vardı. Akkad' ın Samileri batıdan geldiler kuşkusuz. Öyle de olsa, M.Ö. 4. bin yılın başlarındaki Sümerler ile Akkadlar, iktisadi gelişme bakımından birbirlerinden farklı değillerdi; ilk aşamasında bulunan köleci devletlerdi her ikisi de.

Ekonomi ve toplum Çeşitli belgeler, M.Ö. 3. bin yılın ortalarında Aşağı Mezopo­ tamya'nın ekonomisi hakkında ayrıntılı bilgiler veriyor. Bunla­ ra göre, tarımın temeli, tarlaları düzenli sulama olanağı veren, kanallardan, barajlardan ve bentlerden oluşan geniş bir sulama sistemi idi. Toprağın sürülmesi ağaçtan ilkel bir sabanla oluyor, kazma da kullanılıyordu. Orak, keskin taştan bir aletti. Tanelerin ayrıl­ ması da hayvanlara çiğnetme yoluyla oluyordu. En çok bili­ nen tahıl, ekmek ve bira yapılan arpa ile yulaflı. Susamın yağı çıkarılıyordu. Yemiş ağaçlarının başta geleni hurmaydı; ağacr ve lifleri de kullanılıyordu onun. Üzüm, Sümer'de pek yetiş­ miyordu; o yüzden de şarap genellikle dışardan getiriliyordu. Aşağı Mezopotamya' da hayvancılık da pek gelişmişti. Belgeler büyük koyun sürülerinden bahsediyor; koyun, eti ve yünü için besleniyordu. Sığırgiller de vardı; öküzle eşek, taşımada kulla­ nılıyordu. Kaz ve ördek de bolca yetiştiriliyordu. Ancak, ah bilmiyorlardı Sümerler. Bunlardan çıkan şu ki, beslenmenin eski biçimleri, kara ve su avcılığı ikinci plana atılmıştır. M.Ö. 3. bin yılın ortalarında aletler hayli ilkel durumdaydı: Taştan, tahtadan ve kildendi çoğu; bakır M.Ö. 4. bin yıldan beri biliniyordu. Ancak, tunç M.Ö. 3. bin yılın ikinci yarısında elde edilebilmiştir. Buna karşılık, Sümer çömlekçileri, torna ve fırını kullanıyorlardı. Araba ve kayık yapılmakta, silahçılar maden-

45

den hançer ve mızrak dökmektedir. Giysiler dokumadandır. Altın, gümüş ve değerli taştan, pek hünerli biçimde mücevher de yapılmaktaydı. Ev yapma tekniği pek ilkeldi: Yalnız, tapınak ve saraylar pişmiş tuğladandı; ötekilerse kilden ve kamıştan. Tapınak ve saraylarda, konuları mitolojiden alınmış kabartmalar görüyoruz. Açıktır ki, zanaatkarlar tarımdan kopabilmiş değildi ve ticaret için üretim başlardaydı henüz. Bununla beraber, Sümer­ ler M.Ö. 3. bin yıldan başlayarak, dışardan maden ve taş, sedir kerestesi ve şarap getiriyorlardı. Başlıca ulaşım yolları da Dicle ve Fırat'tı. Üretici güçlerdeki büyük gelişmenin ortaya çıkarttığı en eski sömürme biçimi, köle emeğiydi. Yapılan hesaplara göre, Lagaş'ta M.Ö. 3. bin yılın ortalarında halkın dörtte birine yakını köleydi. Köleliğin başta gelen kaynakları da savaş ve dışardan köle alımıydı. İstisna olarak çocuk satın alınırdı. Özgür insan­ ların borç için köle durumuna düşmesi başlarda yoktu. Sümer ve Akkad'da kölelik, ataerkil bir nitelik taşıyordu: Üretimde kölenin ayrı bir yeri yoktu; o da hemen aynı işi yapan özgür insanla eşit olarak çalışırdı. Ev çalışmalarında olduğu gibi, evin dışında da köle emeğinden yararlanılıyordu. Çoğu, tapınakla­ ra ve kent yöneticilerine aitti bunların; ancak, özel kişilerin de köleleri vardı. Halk kitlesi, toprak sahiplerinden oluşuyordu. Sulama tarı­ mı geliştikçe komşu ortakçılığı da gelişti. Aşağı Mezopotamya'da normal iktisadi işleyiş suların düzenli dağılımına bağlıydı. Önem bakımından su mülkiyeti toprak mülkiyetinden önce geliyordu. Öyle olduğu içindir ki, Sümer-Akkad ortakçılığı bir su ve toprak ortakçılığı olarak nitelendirilir. Ülke ekonomisinde önemli bir rol, tapınak mülklerine düşüyordu. M.Ö. 3. bin yılın ortalarına doğru Lagaş tapınakları, krallığın ekili topraklarının yarısına yakınını elinde tutuyordu. Yüksek ruhban züm­ resi soylulardan oluşuyordu. Böylece, tapınağın mal varlığı, doğuştan soyluların iktidarına bir dayanaklı. Tapınakların toprakları iki yolla işletilirdi: Bir bölümü, özgür kişilere kiralanırdı; bir bölümünde de doğrudan, tapınağın denetimi alhnda köleler çalışhrılırdı. Tapınağın mensupları arasında, çiftçilerin dışında, zanaatkarlar, katipler, şarkıcı ve ozanlar da vardı. Tapınak, devletin milislerinin önemli bir bölümü­ nü oluşturan bir birliği de yetiştiriyor ve donahyordu.

46

Yüksek ruhban zümresinin, üzerinde kölelerin, özgür insan­ ların çalışhğı ya da kiraya verdikleri az çok geniş toprakları da vardı ayrıca. Bu zümre doğuştan soylulardan oluştuğundan, soylular, hayvancılıktan ve tarımdan büyük gelir elde ediyordu.

Siyasal rejim M.Ö. 3. bin yılın ortalarında, Aşağı Mezopotamya' da bağımsız birçok küçük devlet vardı. Onlardan birinin, Lagaş' ın yüzölçümü, sulanmamış topraklar da içinde olmak üzere, 3000 k.m2'ye varıyor ve duvarla çevrili, az çok önemli bir düzine kadar kasabayı içeriyordu; nüfusu 150.000 dolayında olmalıydı. Ülkede, çeşitli tanrılara adanmış yirmi kadar tapınak vardı. Devletin başında -bazen lugal diye de adlandırılan- patesi adlı bir hükümdar bulunuyordu. Patesi genellikle ünlü bir ailenin içinden seçiliyordu; öyle ki, oğulları da kendisine mirasçı oluyordu. Hükümdar büyük rahip ve tanrıların naibi görevlerini görüyordu; tapınak milisine kumanda eden, bina yapımı ve sulama çalışmaları olmak üzere tapınak ekono­ misini yöneten oydu. Başlangıçta patesi, bir rahip-kral olarak görülü­ yordu. Öyle olduğu için de, bu düşünceden hareketle, törenle öldü­ rülmesi ya da tahhndan indirilmesi usulü, hükümdarın kişiliğinin belli aralıklarla "arındırılması" biçiminde de olsa, Mezopotamya' da uzun süre yaşadı.

M.Ö. 3. bin yılın ortalarında, hükümdar, devletin bütün top­ raklarının en büyük sahibi olarak görülmüyordu henüz; Sümer ve Akkad hükümdarının, büyük ailelerden ya da komşu ortak­ lıklarından toprak satın almak zorunda kaldığı haller vardı. Pate­ si, tapınak topraklarını istediği gibi kullanamazdı. Kentlerde, ciddi yetkilerle donahlmış halk meclisleri ve yaşlı­ lar kurulu vardı: Bunlar hükümdarı seçiyor -ve belki görevinden de alıyor- , adaleti sağlıyor, idari önlemleri alıyor, patesi ile temel siyasal sorunları -örneğin savaş ilanı- tarhşıyor, topluluğa yeni yurttaşlar kabul ediyor ve ortaklığın mallarını yönetiyorlardı. Ordu, bir halk örgütü olmaktan çıkmamışh henüz; askerler çiftçi, çoban ya da tapınak topraklarının kiracılarıydı. Bundan çıkarılan sonuç şu ki -hiç olmazsa M.Ö. 3. bin yılın ortalarına değin- Aşağı Mezopotamya' da askeri demokrasinin bir hayli kalınhsı yaşıyordu.

47

Öte yandan, yeni siyasal nitelikler de gün ışığına çıkıyor: Bir devlet görevlisinin (nubanda) yönettiği ve emrinde bir katip­ ler grubu bulunan tapınaklar idaresi doğmuş, patesinin özel bir muhafız birliği kurulmuştur. Bütün bu sistem, doğrudan doğ­ ruya patesiye bağlıdır ve askeri demokrasi geleneklerinden de kökten ayrılmaktadır. Sulama şebekesinden daha iyi yararlanabilmek amacıy­ la bölgeler arasında iktisadi ilişkileri sıklaştırmak, Sümer'in siyasal birliğini kurma eğilimini doğuruyor. Köleler üzerin­ deki iktidarı güçlendirmek zorunluluğu, bu merkezileştirme eğilimini daha da yoğunlaştırıyor. Bazı devletler hegemonya savında bulunuyor ve hayli geniş toprakları kendi çevrelerinde birleştirmeyi başarıyor. Bu role, önce Kiş ve Ur kralları soyu­ nuyor; ancak, Lagaş'ın hükümdarı Eannatum (M.Ö. 25. yüzyıl) rakiplerini yenmeyi başarıyor ve Mari sınırlarına değin ege­ menliğini yayıyor. Ne var ki, dayanıksız ve geçicidir bütün bu birleştirmeler.

Sümer ve Akkad'da sosyal mücadele Aşağı Mezopotamya' da sosyal sınıfların ve devletin doğu­ şu kölelerle efendiler, yoksullarla doğuştan soylular arasında keskin bir mücadeleyi de beraberinde getiriyordu doğallık­ la. Köleler ve çiftçiler üzerindeki egemenlik şiddet yoluyla uygulanıyor; bu da doğrudan üreticilerin hoşnutsuzluğunu doğuruyor. Son olarak, eski doğuştan soylular, geniş toprakla­ rın sahibi ve tapınaklarda ayrıcalıklı bir sınıf olarak, askeri ve idareci yeni soylularla çatışıyordu. Kaynaklar pek fazla bir şey söylemiyor bu konuda yazık ki. Lagaş'ta, sosyal gruplar arasındaki mücadeleyi bütün canlı­ lığıyla yansıtan metinlerden biri, Kral Urukagina'nın Yazılı' dır. Orada yazılanlara göre, Urukagina'dan önceki hükümdar Luga­ landa, ortaklıkların haklarını "güçlüler" yararına çiğniyordu. "Eski­ nin kararları"na da aykırılıklarda bulunup Lagaş'ın bütün ortakla­ rına denetleyiciler yerleştirdi; ayrıca kendisi ve rahipler yararına, aşırı vergiler koydu ortaklıklara. Rahipler, bu vergiyle de yetinmeyip halkı açıkça soymaya başladılar: Köylülerin ellerinden hayvanlarını, bakırdan eşyalarını, giysilerini, yemişlerini alıyor ve cenaze için aşırı ücretler istiyorlardı; hükümdar ve çevresindeki yüksek görevliler, en

48

güzel beyaz koyunların yünlerini çekip alıyor, geri kalanlar için de hayvan başına bir vergi biçiyorlardı; belgeler ve adli işlemler için de bir para alıyorlardı. M.Ö. 2370 yılına doğru iktidara geldiğinde Urukagina, eski ver­ gi kurallarını yeniden koydu, kötüye kullanmaları yasakladı, kurala uygun her türlü verginin para olarak ödenmesini emretti.

Urukagina, yazıtında, "özgürlüğü yerleştirdiğini" söyle­ yip övünüyor. Ne var ki soylular, bu reformlardan sonra bile, hükümdarın kaldırmaya cesaret edemediği büyük iktisadi iktidarlarını korudular. Komşu ortakçılığı gitgide dağılıyordu. Çok geçmedi, Lagaş bağımsızlığını yitirdi. Bu, devlette patlak vermiş karışıklıklardan yararlanan Umma Kralı Lugalzagesi, Urukagina'ya karşı savaşını yeniledi ve onu yenerek Lagaş'ı ülkesine katlı. Bu zafer bütün Sümer'e boyun eğdirecek kadar güçlendirdi onu. Eski Uruk kentini de başkent yaptı kendisine.

Akkad'ın egemenliği Bu arada, ülkenin kuzeyinde Akkad hükümdarları gitgide güçleniyorlardı. Akkad kenti, Dicle ile Fırat arasında, her ikisinin birbirine en çok yaklaştığı yerde kurulmuştu. Ondan biraz ileri­ de, Fırat üzerinde, Sümerlerin kurdukları ancak, Samilerin ele geçirip genişlettikleri, güneş tanrısı Şamaş' a adanmış tapınağıy­ la Sippar kenti vardı; Dicle üzerinde de bir başka önemli merkez olarak Opis kenti. Sippar'ın güneyinde, yine Fırat'ın üzerinde, Mezopotamya'nın en eski kentlerinden biri, Kiş bulunuyordu. Akkad bölgesinden, Dicle ile Fırat arasında batıda Arabistan yollarına, doğudaysa Zagros Dağları' na giden yollara bağlı bir kervan yolu geçiyordu. Akkad'ın bu merkezi durumu, Sippar'la Opis arasındaki bölgeyi ele geçirmesine pek büyük olanak sağlı­ yordu. Bunu ilk başaran da M.Ö. 2369 yılına doğru, Akkad kralı Sargon (Sarrukin) oldu. Sargon Akkad'ın patesiler soyundan gelmiyordu; o yüzden yeni bir hanedan kurdu. İktidara hangi koşullarda geldiği pek iyi bilinmiyor. İlkçağın öteki fatihleri gibi, hayli efsaneye esin verdi o da. Akkad kralı olunca Sargon orduya dayandı; meslekten anlayan 5400 kişilik bir birlik kurdu. Sümerlerin toprak milisleri

49

ağır silahlarla donanmış, sık sıralar halinde ve mızrakla savaşan birlikler olduğu halde, Sargon'un ordusunda başrol okçulara verilmişti. İçlerinden çoğu da ortaklıklarıyla bağlarını koparmış ve hükümdarın parayla tuttuğu topraksız insanlardı. O devirde Aşağı Mezopotamya da bir merkezileşme için olgun durumdaydı. O olmadan, sulama üzerine kurulu ekono­ minin gelişmesi olanaksızdı; ticaret, her biri farklı ölçü birimine sahip küçük devletlerin sınırlarınca köstekleniyordu. Ayrıca, köleliğin gelişmesi, köle kitlelerini el alhnda tutabilmek için pek güçlü bir siyasal örgütlenmeyi gerektiriyordu. Sargon, Akkad'ı birleştirmekten başladı işe. Kiş kralı ve tüm Akkad devletlerinin başı olunca, güneye başarılı birçok sefer yaph. Lugalzagesi'yi yenip Ur'u ve Lagaş'ı aldı; kıyıya ula­ şıp böylece bütün Sümer'i ele geçirdi. Sargon'un ve arkasından gelenlerin iktidarıdır ki, Mezopotamya'nın ilk birleşik krallığını yarath. Akkad, özellikle Sargon'un torunu, "dünyanın dört bölgesinin kralı" unvanını alan Naram-Sin (M.Ö. 23. yüzyıl) zamanında büyük

güç kazandı. Naram-Sin, Mari bölgesine olduğu gibi, Zagros'un dağ­ lı kabilelerine ve Elam kentlerine boyun eğdirdi. Kuzeyde, birlikleri Doğu Anadolu dağlarına değin ulaşh.

Akkad kralları büyük yapım çalışmalarına giriştiler; Sar­ gon, Kiş kentini yeniden kurdurdu, Akkad sarayını yenileştirdi, birçok tapınak yaptırdı. Sulama çalışmaları, çok büyük boyuta ulaştı. Özellikle, Dicle'yi Fırat' a bağlayan geniş bir kanal kazıl­ dı. Bütün bunlar, üyelerinin çoğu saray çalışmalarına katılmak zorunda olan ortaklıkların durumunu -duyulur derecede- ağır­ laştırıyordu; aynı zamanda, Akkad kralları, ortaklıkları ellerin­ deki tarlaları satmaya zorlayarak, sahip oldukları toprakları genişletiyorlardı. Yükümlülüklerin çoğalması, ortaklık topraklarının ele geçi­ rilmesi, son olarak da fetih savaşları, halkın hoşnutsuzluğunu arttırıyordu. Gerçekten, bazı belgeler Sargon'un hükümdar­ lığının sonlarında patlak veren iki başkaldırıdan söz ediyor. Naram-Sin zamanında da büyük bir ayaklanma oldu; Akkad'da kral iktidarının dayanağı yeni askeri ve idari aristokrasinin büyümesinden korkan ve kral topraklarının kentler ve tapınak­ lar aleyhine genişlemesinden hoşnut olmayan soylularca yöne-

50

tilmişti bu ayaklanma. Kral, devlet örgütünün merkezileşmesi­ ne karşı olan Sümer patesilerin de direnişiyle karşı karşıyaydı. Naram-Sin, ayaklanmaları bashrabilmişti, ancak, kendinden sonra gelenler "Dört Bölge" krallığının birliğini sürdüremediler; içerdeki siyasal karışıklıklara, yabana tehdidi eklendi. M.Ö. 2200 yılına doğru Akkad ve Sümer, Mezopotamyalıların "dağların canavarları" diye adlandırdık.lan Gutiler'in saldırısına uğradı­ lar. Gutiler Akkad İmparatorluğu'nu çökerttiler, kentlerini yağ­ maladılar, halka da ağır bir vergi yüklediler. Güneydeki Sümer kentleri, istiladan daha az zarar görmüşlerdi ve bağımsızlıkları­ nı korumayı bildiler. Mücadelelerini Gutilere yönelttiler, onları yenip ülkeden kovdular. Bir süre sonra, Sümer ve Akkad yeniden birleşti. Bu kez, Ur hegemonyası altındaydı birleşme (M.Ö. 21 18-

2007).

Ur hegemonyası Aşağı Mezopotamya'yı iktidarları alhnda birleştiren Ur kralları, "Sümer ve Akkad kralları" adını veriyorlardı kendileri­ ne; daha sonra Ur'un 111. Hanedanı adını aldılar. İçlerinden en güçlüsü de elli yıla yakın hüküm süren Şulgi oldu. Şulgi, Dicle üzerinde Assur' a boyun eğdirdi ve Elam savaşçılarına karşı bir­ çok zafer kazandı. Ur hanedanı zamanında, sulama tarımı ve zanaatlar geliş­ melerini sürdürdiller. Sümerler ve Akkadlar Dicle boyunca, taşmalar sırasında su basmayan geniş toprakları işletmeye açh­ lar; oralarda, suyu "yüksek tarlalar" a kadar çıkaran özel meka­ nizmalar kurdular. Sabanla tarım her yanda uygulanabiliyordu arlık: Toprağı yalnızca "kazan" saban yerine, altüst eden ilkel bir saban kullanılıyordu şimdi; eşeklerin yerine öküz koşulmaya başlandı. Sümer' de birçok hurma bahçesi yetiştirildi; Akkad' da da bağcılık başladı. M.Ö. 3. bin yılın sonlarına değin yığınla belge tunç, çöm­ lekçi, marangoz, dokuma işyerlerinden, maden, yün vb. depo­ larından söz ediyor. Tarımın ve zanaatların gelişimi ticaret için üretimi arthrırken, ülkenin çeşitli bölgeleri arasındaki bağları da sıklaşhrdı. M.Ö. 3. bin yılın sonlarında ekonomideki gelişim, iktisa­ di ve sosyal gelişmede iki akım ortaya çıkardı: Önce, toprakta

51

özel mülkiyet yerleşir; ortakçılığa ait mülkler gitgide küçük ve büyük ailelerin ellerine geçer. Bu ise açıktır ki, her türden ser­ vet farklılaşmasını doğurur: Yığınla insan, topraklarını yitirir ve büyük toprak sahiplerinin tarlalarında çalışan gündelikçi ya da küçük kiracı olup çıkarlar; bazen de kendilerine asgari bir besin, giyim sağlayan ve çalışmalarının kapsamını saptayan bir anlaş­ mayla köle diye satılığa çıkarırlar kendilerini. Meta üretiminde artışın sonucu olarak tefeciliğin gelişmesi, özgür insanların durumunu daha da ağırlaştırır; tefeciler (özel­ likle rahip ve rahibeler) bahçeler, tarlalar, evler üzerine iş yap­ maya başlarlar; yoksullara büyük faizlerle tohum, para, tuğla verirler; borcunu ödemeyen köle olur: Alacaklısı için çalışmak zorundadır ya da yakınlarını çalıştırır bu borç karşılığında. Özel mülkiyetin gelişmesi, 111. Ur krallarının kanunlarınca da onaylandı. Bir başka akım, saray ekonomisinin sağlamlaştırılmasıdır. Kendilerinden önce gelenlerin politikalarını sürdüren 111. Hane­ dan' ın kralları, tapınakların topraklarını ele geçirir ve kendi hesaplarına işletmeye başlarlar. Ortakçılığa ait çok sayıda mül­ ke de el koyar hükümdarlar. Bu mülkler, yığınla köle kadının ve "guruş" un çalıştığı latifundialar haline getirilir. Savaş esirlerinden olduğu kadar, ilk yerlilerden de oluşan

guruşlar, kralın topraklarında bütün bir yıl çalışıyor ve böylece de kendi üretim araçlarından soyutlanmış oluyorlardı. Guruşlar dı­ şında saray, özellikle hasat zamanları, çok sayıda özgür gündelikçi kullanırdı. Guruşlar ve köle kadınlar kralın işyerlerinde de çalışıyorlardı.

Hükümdarlık ekonomisi ile kralın toprak mülkiyetinin güçlenmesi, ülkenin siyasal yönden merkezileşmesine de kat­ kıda bulunuyordu: Sümer ve Akkad kentlerindeki patesilerin iktidarı, uygulamada yok edilmişti; bunlar, hükümdarın atadı­ ğı ve istediğinde azledebileceği görevlilerdi artık. Böylece, eski soyluların kalıntılarına da son bir darbe indirilmiş oluyordu. Otoritelerini güçlendirmek için Ur Hanedanı'nın kralları kendi­ lerini tanrılaştırdılar da: Şulgi ve oğlu tanrı ilan edildi. Bu dev­ rin sanat eserleri tanrıları, krallık alametlerini Sümer ve Akkad hükümdarına verirken göstermektedir çok kez.

52

Ancak, krallık iktidarının sınırsız genişlemesi, özgür emek­ çilerin her türlü haktan yoksun guruşlara dönüşmesi, tefeciliğin gelişip borç için köleliğin ortaya çıkışı, bütün bunlar krallığı zayıflahyordu. Şulgi' den sonra gelenler, komşuların baskısını büyük güçlüklerle durdurabiliyorlardı: Ur krallarının iktidarını son olarak tanımış Elam bile bağımsızlığını ilan etmişti ve saldı­ rıya geçiyordu; batıda, Suriye Çölü'nde dolaşan ve bir Sami dili konuşan göçebe Amurruların ülkeye girdikleri görüldü. M.Ö. 2007 yılında Elamlılar, Sümer kentlerini yıktılar ve hanedanın son kralını esir ettiler. Amurrular sonra da Akkad ve Sümer kentlerinde birçok özerk hanedan kurdu. BABİL KRALLICI 111. Ur Hanedanı'nın düşüşünden sonra Amurrular Aşağı Mezopotamya'ya yerleştiler: Başkentleri İsin ve Larsa olan iki krallık kuruldu orada; biraz daha kuzeyde, Mari ve Eşnun­ na krallıkları bulunuyordu. Bütün bu devletler Aşağı ve Orta Mezopotamya' da hegemonya elde etmek için savaşıyorlardı aralarında. Ancak, hiçbiri başarıya ulaşamadı bu konuda: Ülke­ nin büyük bir bölümünü birleştiren, Babil' deki küçük krallığın hükümdarları oldu.

Babil Krallığı 'nın doğuşu Babil kenti, M.Ö. 19. yüzyılın başlarında, Dicle ile Fırat'ın bir­ birine yaklaşhğı yerde kurulmuştu; Ortadoğu'nun ticaret yolları­ nın kavşak noktasıydı da orası. Babil kralları, kentin önce bu coğ­ rafi üstünlüğünden yararlandılar; aynca, siyasal durum da kendi­ lerini destekliyordu: Mari ve Eşnunna, gitgide güçlenen Assur'a karşı mücadelelerinde zayıf düşmüşlerdi; Larsa da, bir hanedan kuruluncaya dek, Elamlıların saldırılarıyla uğraşıp durmuştu. Eski Babil Krallığı'nın yaşadığı dönem (M.Ö. 1894-1595) Mezopotamya tarihinin pek görkemli bir sayfasıdır. Bu üç yüz­ yıl boyunca, güney bölümü iktisadi bakımdan çok yüksek bir düzeye eriştiği gibi, siyasal yönden de büyük etkinlik kazandı; Babil milliyeti ile, o güne değin Mezopotamya' da gerçekleşmiş olan bütün kazanımları özümseyen Babil Uygarlığı bu devirde ortaya çıkh; ilk Amurru kralları zamanında önemsiz küçük bir kent olan Babil, ticari, siyasal ve kültürel yönden büyük bir kent

53

olup çıkh. Bütün bu konulardaki yönlendirici rolünü, tarihinde­ ki türlü felaket ve tersliklere karşın ta Hellenistik devre değin korudu. Mezopotamya'nın Babil'in egemenliği altında birleşmesi, yüz yıl süren bir mücadele sonunda ve hanedanın altıncı kra­ lı ünlü Hammurabi zamanında (M.Ö. 1 792-1750) gerçekleşti. Babil'in ilk kralları, Akkad'ın birçok büyük merkezini ele geçir­ miş olan öteki küçük prensliklere karşı savaşıp durmuşlardı. Hammurabi, M.Ö. 18. yüzyılın ortalarında gerçekleştirdi birliği. Birer Sümer kenti olan Uruk ve İsin'i devletine katmakla başladı işe. Ancak, Sümer'in güneyi Elamlı Rim-Sin'in egemenliği alhnday­ dı. Kuzeydeyse, Hammurabi, Mari'nin kralı Zimri-Lim ile bağlaşık da olsa, Babil'in iktidarı dayanıksızdı; koşullar da Babilliler için pek uygun değildi. Öyle olduğu içindir ki, iktidarının ancak otuzuncu yılında Hammurabi, Eşnunna Krallığı'nı yendikten ve kuzey sınırla­ rını güçlendirdikten sonra Rim-Sin'i bozguna uğrahp tüm güneyi ele geçirdi; Babil'in fazla güçlenmesinden korkan Zimri-Lim yardımını esirgemişti ondan; Hammurabi ona karşı da harekete geçti, ülkesini ele geçirip Mari kentini yağmaladı. Sonra kuzeye doğru ilerledi ve küçük Assur krallığına boyun eğdirdi.

Babil Krallığı böylece kurulduktan sonra merkezi bir despot­ luk oldu. Birçok etkene bağlıydı birliği ve içindeki tutarlılığı. Nasıl? Ur kralları zamanında oldukça zayıflayan Sümer ve Akkad soyluları, Amurru ve Elamlı fatihlerce yok edilmişlerdi. Babil krallarının karşısındaysa, yalnızca Amurru kabileleri ile Sümer ve Akkad' daki kent ve tarım ortakçılıkları vardı; onları da başla­ rında krallık görevlilerinin bulunacakları bölgelerde yönetmek kolaydı aslında. Sargon zamanında başlıca tarım bölgesi durumuna gelen Akkad, istilalardan, güneydeki Sümer' den çok daha az zarar görmüştü. Amurru istilası giderek gelişen bir sızmaydı. Akkad halkı, istilacılarla hısımdı: Onların anladığı bir dili konuşuyor, aynı tanrılara tapıyor, benzer örfleri uyguluyordu. Savaşlardan yanmış yıkılmış ve halkı da boşalmış bir halde çıkan Sümer, Akkad'a tam bir iktisadi bağımlılık içine düştü.

54

Aynca, Babil kralları, III. Ur Hanedanı ile İsin ve Larsa kral­ larının idari ve siyasal deneyimlerinden de yararlanıyorlardı; hukuk konusunda bütün açıklığıyla görülüyor bu. Hammurabi Yasası hemen bütünüyle Lipit-İştar kanunlarının bazı maddele­ rini tekrarlar; alım-sabm ve borçlarla ilgili hükümler, Sümerlerin formülleriyle terimlerini sürdürür. Ancak, öyle de olsa, H ammu­ rabi Yasası yeni hükümler de getirmiştır. Despot bir nitelik taşıyan devleti haklı çıkarmak için yeni bir ideoloji yarahldı. Tüm imparatorlukta yeni bir kült yerleşti: En yüksek tanrı olan Marduk'un kültü. Marduk daha önce Babil'in tanrısıydı. Rahiplerinin kahlmasıyla yeni mitoslar oluşturuldu ve eski Sümer efsaneleri de gözden geçirilip eklendi onlara. Ve böylece yüce tanrı olup çıkh Marduk.

Hammurabi 'nin yönetimi ve kanunları İmparatorluk, Hammurabi zamanında birbirinden farklı ilkelere göre idare edilen iki bölgeye ayrılmıştı; Akkad'la Kuzey Sümer'in başında, görevlerine göre belirlenmiş çeşitli unvan­ lar taşıyan yöneticiler vardı. Bölge ve kentler için atanmıştı bu yöneticiler; kentlerde, Yaşlılar Kurulu'nu denetliyorlardı. "Sukallu" adını taşıyan yüksek görevlilerin emri altında, ver­ gileri toplamak, halkı, kralın işyerlerine göndermekle yüküm­ lü devlet memurları vardı. Sukallu, başta vergiler, "Saray için çalışmalar" ve ordunun örgütlenişiyle uğraşırdı. Hammurabi zamanında, daha önce de olduğu gibi, çeşitli rütbelerde savaş­ çılardan oluşan sürekli bir ordu vardı. Hizmetlerine karşılık bir toprak parçası veriliyordu kendilerine. İmparatorluğun öteki yarısı olan Güney Sümer'i, Bakan Sin-iddinam yönetiyordu: Kralın kişisel mülklerine, Rim-Sin' e ait topraklara ve sayısız sürüye o bakıyordu; Bakan, tüm öteki görevlileri de denetliyor ve bütün idari ve mali hizmetlere göz kulak oluyordu. Kimi araştırmaalann, "kendi halkını yağmalama" diye nite­ lediği Doğu despotluğunun işleyişini bütün açıklığıyla görüyo­ ruz burada. öteki görev, yani başka halkları yağmalama, III. Ur Hanedanı zamanındaki Sümer ve Akkad ya da -daha sonraki­ Assur' da olduğundan daha az önem taşıyordu. Üçüncü görev, sulama kaygısı ise, kanalların ve bentlerin bakımına göz kulak olmakh başta. Bu konudaki çalışmalar, Hammurabi' nin kararla55

nnda durmadan tekrarlanır; çalışmaların örgütlenişiyse, "kanal katipleri" adı verilen özel memurlara verilmişti. Hammurabi'nin onuruna kazılan büyük kanal da onların yönetiminde gerçekleşti. Yukarıda anlathğımız idare sistemi yeni değildi; temelleri daha 111. Ur Hanedanı zamanında ahlmışh. Babil kralları onu alıp kuzeyin ve güneyin kendine özgü koşullarına uyguladılar. Asıl önemli olanı, yeni bir yasanın yayımlanması ve yürür­ lüğe konması oldu. Gerekiyordu da böyle bir yasa; çünkü, 111. Ur Hanedanı'nın alıp yayımladığı Sümer kanunları ile Lipit-İş­ tar kanunları, Babil Krallığı' nın iktisadi ve sosyal koşullarına yanıt vermiyordu arlık. Ayrıca, bu kanunlar halkın anlamadığı Sümer dilinde yazılmışlardı. Hammurabi Yasası, Mezopotamya tarihinin önemli bir mirasıdır ve Babil hükümdarlarının hangi sosyal gruplara dayandığını ve başta hangi çıkarları savunduk­ larını göstermesi bakımından o zamanki toplumun temellerini açıklayan değerli bir belgedir. Hammurabi Yasası, bize Babil toplumundaki sosyal sınıflar ve zümrelerle onlar arasındaki hukuksal ilişkileri tanıhyor. Yasa üç bölümden oluşuyor: Giriş, asıl metin ve sonuç. Giriş, kralın tüm uyrukları için "adalet ve mutluluk" getirildiğini ileri sürüp tantanalı sözler söylüyor. Yasada 282 madde var; bunlardan 33'ü, üzerine kazıldığı taş levhanın bir kısmının yıpranmasından dolayı kaybolmuş durumda; birkaçı, başka yerlerde bulunan parçala­ ra göre bütünleştirildi sonradan. Yasada suçlar, aile, mülkiyet, miras, borçlarla ilgili hükümler, ortakçılık hukukuyla ilgili bazı maddeler, son olarak da kölelik üstüne birtakım maddeler var. Bütün bunlarda, baştan sona, toprak sahipleri­ nin, rahiplerin, tacir ve tefecilerin, özellikle onların köleler üzerindeki mülkiyet haklarının korunması kaygısı egemen. Bir köleyi çalmanın ya da kaçmış bir köleyi saklamanın cezası ölümdür. Sonuçta, kral bir kez daha uyruklarının nasıl üzerine titrediğini söyleyip övünüyor; ve kendisini "hukuk kralı" diye adlandırıp kanunlarının, üzerine yazılı olduğu levhayı kırmaya cesaret edeceklere lanet okuyor.

Babil toplumunun tepesinde yer alanların hak ve çıkarlarını savunan bu yasanın dışında, eski Babil Krallığı'ndan, o devrin örfünü ve ekonomisini gözler önüne seren yüzlerce belge, iş mektubu kaldı. Bütün bunlara karşın Babil'in iktisadi ve sosyal tarihiyle ilgili yığınla sorun bugün de tarhşılmakta.

56

Tarım, toprak mülkiyeti ve topraklardan yararlanma Babil Krallığı'nda halk esas olarak tarımla uğraşıyordu. Hayvancılık, daha önce olduğu gibi, güneyde geniş otlakların bulunduğu kıyılarda yaygındı. Ekimde baş yeri buğday, arpa ve susam tutuyordu; yemiş ağaçları içinde de hurma. Tarlalar normal koşullarda bol ürün veriyordu. Halkın gereksinmesine yetiyordu bu ürün, hatta arh­ yordu da. Artanın da bir bölümü, mal olarak vergi karşılığında kralın ve tapınakların ambarlarını dolduruyor, bir bölümü de pazara çıkarılıp sahlıyordu. Sarayın ve tapınağın ambarlarında­ ki yedek tahılın bir bölümü de Suriye Çölü'ndeki göçebe kabi­ lelerle olan ticarette piyasaya sürülüyordu. Tohumluk tane, tarımsal alışverişte başlıca değerdi böylece. Kral, imparatorluğun tüm topraklarının -ad olarak- en büyük sahibiydi. Ancak, sarayın doğrudan denetimi allına konmuş olan mülklerin kapsamı, 111. Ur Hanedanı zamanında olduğundan çok daha dardı. Örneğin, güneyde kralın geniş toprakları küçük parçalara bölünmüş ve devletin yüksek görev­ lilerine, savaşçılara ya da -mal olarak ödemek üzere- çiftçilere kiraya verilmişti. Bu parçalar başkasına devredilemezdi. Toprakların bir bölümü tapınaklarındı; ancak, bunların kapsamı da M.Ö. 3. bin yılda olduğundan çok daha dardı. Kom­ şu ortakçılığının toprakları için de aynı şey söylenebilir: Kay­ naklar, eskilerce işletilen bu tür topraklardan hala söz ediyorlar; ancak pek fazla bir şey kalmamışh onlardan. Ortakçı topluluk­ ların, kanallar üzerinde, yabancılara avlanmayı yasaklamaya kadar varan tekelci hakları vardı; öyle de olsa toprak, ailelerin eline geçiyordu. Ataerkil ve küçük ailelere ait toprakların kapsamını hesaplamak bugün olanaksız. Ancak, gerçek olan şu ki, meta üretimiyle köleci sis­ temin gelişmesi, özel mülkiyetin güçlenmesine katkıda bulunuyordu. Tarlalar ve bahçeler üzerine iş yapan tefeci büroları bulundu kazılar­ da. Şu var ki, ilk Sümer devletlerinde latifundialara sahip soylu aile­ lerden farklı olarak Babilli mülk sahiplerinin toprakları fazla büyük değildi; o zaman bilinen en geniş mülk 31,5 hektara yaklaşıyordu.

57

Toprak sahipleri, ellerindeki toprakların büyük bir bölümü­ nü parçalar halinde küçük üreticilere kiralıyorlardı. Kiracılar, ürünün üçte ikisi kadarını kira bedeli olarak ödüyordu. Özel topraklardan elde edilen tahıl genellikle toprak sahibinin ken­ disini, kölelerini ve ücretlilerini beslemeye yetiyordu ancak. Bütün toprak sahipleri kralın yüksek görevlileri, rahipler ya da büyük tacirler ve tefecilerdi. Onların başlıca gelirleri topraklar­ dan değil, saray ya da tapınaklardaki görevlerinden ya da tica­ ret ve tefecilikten geliyordu. Sarayın ya da idarenin bazı yüksek görevlileri saray hesabına yaşıyor ve hükümdardan zaman zaman halın sayılır armağanlar alıyorlardı. Ayrıca, idare edi­ lenlerden haraç alarak da zenginleşiyorlardı. Rahipler, bakım için saraydan, hayvancılıkla tefecilikten ve -özel kişilerle toplu­ lukların ödedikleri- dinsel hizmetlerden gelen hesapsız tapınak gelirlerini paylaşıyorlardı. Böylece, M.Ö. 3. bin yılda olduğu gibi, Babil toplumunda­ ki bu sömürücüler zümresi, tarımdaki ortakçı toplulukların ve kölelerin sırhndan yaşıyorlardı. Eski Doğu'nun köleci toplumu, sömürünün bu çifte biçimiyle nitelendirilir.

Zanaatlar ve ticaret Babil'de zanaatlar, ortakçılık çerçevesini aşmaktadır. Kent­ lerde, meslekleriyle geçinen zanaatkarların ortaya çıkhğı görü­ lüyor. Pazar alanına bakan bir yerde bir dükkanları vardı; orada sipariş kabul eder ve mesleklerinin gereğini yaparlardı. Tezga­ hının başında bekleyen zanaatkarların yanı sıra özel kişilere ait işyerlerinde çalışanlar da görülüyor. Hammurabi Yasası, bu zanaatkarlar arasında, çömlekçileri, taş yontucularını, terzileri, demircileri, dabbağları zikrediyor. Ancak, durumlarından pek hoşnut olmasalar gerek; çünkü kral, onların gündeliklerinin asgarisini saptamış bulunuyordu. Ticaret de görülür biçimde gelişiyordu. Kral ve rahipler de, büyük tacir ve tefecilerin aracılığıyla toptan ticarete vermişlerdi kendilerini; bu aracılar da yararlanıyorlardı bu işten. Kullan­ dıkları temsilciler ve yamaklar da iş bilen takımındansa bir süre sonra tacir olup çıkıyordu. Ticaret metaı buğday, yün, susamya­ ğı, hurma, hayvan, gümüş ve bakırdı. Aralarından çoğu, yüksek faiz karşılığında tefecilik yapıyordu. Rahipler ve tapınaklar da

58

bu işin içindeydiler. Perakende ticaret pazarlarda, dükkanlarda ya da elden yapılıyordu.

Özgür halkın sosyal bölünüşü Hammurabi Yasası, özgür insanlar içinde şu iki grubu birbi­ rinden ayırıyordu: "Muşkenum" (kelime anlamıyla "az insan") ve "Avilum" ("insan" ya da "insanoğlu"). Her iki grubun da köleleri vardı ve mülk sahibi olabiliyorlardı. Ancak, haklar bakı­ mından eşit değillerdi birbirlerine. Bu farklılık da tazminatta gösteriyor kendisini: Hayvan çalınmasında, Avilum' a ödenecek olan tazminat, çalınanın otuz misliydi; oysa Muşkenum' a on mis­ li ödeniyordu aynı durumda. Bunun gibi, bir Avilum'un gözünü kör eden ya da bir kemiğini kırana aynı şey yapılıyordu; oysa Muşkenum için benzer durumlarda tazminat ödeniyordu. Nasıl açıklamalı bu farklılığı? Belki Avilumlar fatih bir halkı, Muşkenumlar boyun eğmiş Sümer ve Akkad halkını temsil ediyordu; Avilumlar ortakçılığa mensup, ötekiler kiracı durumunda oldukları için öyleydi bel­ ki de. Ancak, yorum ne olursa olsun, gerçek olan, Hammurabi Yasası'nın özgür insanlar arasında bir ayrımı kabul etmesiydi. Bunlar da mal olarak vergi ödeyen ortakçılık üyeleriyle, kralın kiracıları; devredilmez topraklar alan savaşçılar; zanaatkarlar, büyük tacir ve tefeciler, son olarak da rahipler ve yüksek soy­ lulardı.

Ortakçıların durumu Özgür çiftçilerden oluşan tarım ortakçılığının her şeyden önce sulamayla ilgili birtakım hakları vardı - görevleri de. Düzenli tarım, giderek ürün, sulama sisteminin, yani kanalla­ rın, havuzların ve bentlerin iyi bakımına bağlıydı. Ortakçılı­ ğın bütün üyeleri çalışmalara kahlmak zorundaydı; bu ise her birine ortakçılığın kanal ve havuzlarından topraklarını sulama hakkını veriyordu. Ortakçılık, kendi kusuruyla sular bentle­ ri yıkıp başkalarının tarlalarını ya da bahçelerini basmışsa, o zararları da ödemekle yükümlüydü. Tazminat bütün üyeler arasında bölüşülüyordu. Ortakçılık, kendi topraklarında işlen­ miş bir cinayetten ya da yağmalamadan, suçlusu bulunmamışsa maddi olarak sorumluydu.

59

Ortakçılığın her üyesi ya da -daha doğru olarak- her aile topluluğu, kendi mülkünü kendisi yönetiyordu. Ortakçılık da çözülme halindeydi: Yoksullaşan ya da top­ rağını yitiren ayrılıyordu ondan ve gidip ya kiracı oluyor ya da ücretliler kitlesine katılıyordu. Çoban, çiftçi ve bahçıvan olu­ yorlardı; "kral tarifesi" belli bir asgari ücret belirlemişti onlar için. Ancak, özellikle hasat zamanlarında onlar yetmiyordu. O zaman da mülk sahipleri ortakçılıklara başvurmak zorunda kalıyor ve onlarla yaptıkları bir sözleşmeyle, gerekli işgücünü sağlıyorlardı. Daha önceden de yapıldığı oluyordu bu sözleş­ melerin. Böylece, mülk sahipleri en sıkışık anlarda ortakçılıklara bağımlı oluyorlardı sık sık. Ortakçılığın üyeleri belli durumlarda haklardan yoksun­ dular. Örneğin, kralın evi için çalışmak zorunda olduklarında, yasa, bunun ne süresini dikkate alıyor ne de angaryanın niteliğini. İş olarak, saray ve tapınak yapıp onarmak, koyun kırkmak, yük taşımak vb. için çağrılıyorlardı. Çağrılanların genç ve dinç olmaları gerekiyordu. Çalış­ ma koşullan, özgür insanlar ve köleler için olduğu gibiydi; onların da sırtlarını kamçı okşar dururdu. Kral angaryaları için hiçbir şey öden­ mezdi; yalnız, özgür emekçilere, köleler gibi yiyecek verilirdi.

Ataerkil aile Babil Krallığı'nda, komşu ortaklıkları dışında, aile ortak­ lıkları da vardı. 111. Ur Hanedanı'ndan beri pek az değişiklik olmuştu onlarda. Babil' deki aile ortaklığı ataerkil bir nitelik taşıyordu. Başı babaydı bunun; seyrek olarak, o da ölümünde, anaya geçiyordu bu yöneticilik rolü. Ataerkil aile babadan, eşlerinden, çocukla­ rından ve kimi zaman da torunlarından oluşuyordu. Adı "baba evi"ydi; mülkü, "baba evinin mülkü" diye adlandırılıyordu. Hammurabi Yasası yalnızca bu deyimi kullanıyor; yasada, kişi­ sel mülkiyeti gösteren hiçbir terim yok. "Baba evinin mülkü" toprakları, evi ve işletme binalarını, hayvanları, köleleri, aletleri, ürünleri, bakırı, gümüşü, altını içine alıyordu. Aile ortaklığındaki değişiklikler özel mülkiyetin yerleş­ mesi ve ortaklık üyelerinin kişisel zenginleşmesine engel olan geleneksel kayıtlamaların hafifletilmesi yönünde oluyor, özel-

60

likle zengin köleci çevrelerde görülüyordu bu. Hammurabi Yasası da bu eğilimleri destekliyor ve aile adetlerine değişik­ likler getiriyordu. Her aile üyesinin, kendi çalışmasıyla, sibtu adı verilen bir mal edinme olanağı vardı. Aile mallarının bölüşülmesi konu­ sundaki eski kanun büyük bir değişikliğe uğradı: Baba, mülki­ yetinden bir parçayı oğluna bırakabilirdi artık. Bu parça, onu alanın özel malı oluyordu. Daha sonra, Hammurabi Yasası, paylaşmayı kabul etti ve ayrıntılarını belirledi. Özel mülkiyet yerleştikçe aile ortaklığı da dağılıyordu; ancak, her şeye kar­ şın varlığını sürdürüyordu bu ortaklık; çünkü büyük kardeşler küçük kardeşlerini ve kız kardeşlerini mirastan uzaklaştırıp yeni aile ortaklığının başları oluyorlardı. Ataerkil ailede kadın erkeğe oranla daha az ayrıcalıklıdır. Zina etmiş kadın, sadakatsiz kocadan daha şiddetle cezalandırıl­ maktaydı. Kadının, isteğiyle boşanması güçtü. Yasa, kadının eve ikin­ ci bir kadının getirilmesine boyun eğebileceği durumları belirliyor. Bununla beraber, Babilli kadın tüm haklardan yoksun değildi. Bir nikah sözleşmesiyle evlenen kadın, kocasının ölümünde ona mirasçı olabiliyordu. Koca kısır kadım boşayabiliyordu: ancak, kadın gider­ ken çeyizini de götürüyordu. Babalarının ölümü anında evlenmemiş kızlar oğullarla aynı miras hakkına sahiptiler. Bazı kadınlar, genel­ likle rahibeler ve dullar, kendi adlarına birtakım hukuksal işlemler yapabiliyor, mal edinebiliyor ya da ellerinden çıkarabiliyorlardı onla­ rı. Bunun gibi, işlerini kendileri çevirebiliyor, mal satın alıp tefecilik yapabiliyorlardı.

Kölelik Babil Krallığı'nda kölelik genellikle M.Ö. 3. bin yıldaki nite­ liğini korumaktadır. Aile köleliği önemini yine sürdürmektedir. Köle, efendisinin mutlak mülkiyetindedir; efendisi onu satabi­ lir, kiraya verebilir, armağan eder ya da miras yoluyla bırakabil­ ir. İtaatsizlik halinde yasa, kölesini sakatlama hakkını vermek­ tedir efendisine. Bazı köleler damgalanmıştır; efendisinin izni olmadan bu işareti silecek olan berberin tırnakları sökülecektir. Başkasının kölesini istemeden öldüren kimse, yerine bir başka­ sını verecektir. Köle, yeniden satın alınarak ya da evlat edinme yoluyla azat edilebilirdi.

61

Evli kölelerin, aile ortaklığında ayrı bir yeri var. Kadın kısır­ sa koca nikahsız bir kadın alabilirdi ve çok kez bir köleydi bu; bazen kadının kendisi, köleleri arasından seçiyordu bunu. Bu halde köle kadın özgür olmuyordu, ama yine de zamanı geldi­ ğinde aileyi yönetebiliyordu. Çocukları özgürdü; ancak, baba "çocuklarımsınız" deyip onları kabul etmişse, mirasçı olabili­ yorlardı. Bazı alanlar vardı ki, köle sayısı fazlaydı; yine de birkaç düzineyi geçmezdi. Genel olarak, evlerde en fazla beş köle bulu­ nurdu. Köleler, savaş esirleri ya da sahn alınmış kölelerdi çok kez; mahkum olmuş kimselerdi bazen de. Borç için kölelik, Hammurabi devrinde genişlik kazanı­ yor. Ancak yasa, borç için köleliği üç yılla sınırlıyor. Kuşkusuz, borçlanıp da köle olanların sayılarının artması, yoksulların ve işsizlerin çoğalması sonucu doğan karışıklıkların zorladığı bir önlemdi bu.

Babil Krallığı 'nın genel nitelikleri Mezopotamya, M.Ö. 1 7. yüzyılda tam bir iktisadi ve siya­ sal gelişim içindedir: Sulama sisteminde usuller geliştirilmiş ve suyu yükselten makinelerden genişliğine yararlanılmaktadır; saban yetkinleştirilmiştir; at, ehil hayvanlar arasına kahlmışhr. Zanaatlar, özellikle tunç zanaatı ilerlemiştir; orak ve başka alet­ ler tunçtandır artık ve bu aletler taş ve ağaç işçiliğini kolaylaş­ hrmışhr. Meta üretimi artmıştır; Babil'in içinde ticaret geliştiği gibi, komşu ülkelere, Elam' a, Suriye' ye, Assur' a ve öteki ülke­ lere yayılmışhr. Meta üretiminin artması, toprakta özel mülkiyeti ve köleliği de güçlendirir. Ancak, özel mülkiyet, özellikle vasiyet konusun­ da yine de sınırlıdır ve kölelik ataerkil niteliğini korumaktadır. Mezopotamya tarihinin başlangıcını niteleyen, kralın, tapı­ nakların ve doğuştan soyluların geniş toprakları görülür dere­ cede azalmışhr ya da bütünüyle kaybolmuştur. Ekonomide tipik mülkiyet biçimi, az sayıda köle sömürüsüne dayanan küçük ya da orta mülkiyettir. Özgür insanların ataerkil bağım­ lılık biçimleri, borç için kölelik dışında kaybolmuştur; guruşlar bile miadını doldurmuştur. Komşu ortakçılığındaki bölünüş zayıflatmışhr onu; sulama eserleri üzerindeki hakları bütün olarak sürmektedir, ancak,

62

ekonominin temel hücresi, aile ortaklığıdır artık. Tefeciliğin ve ağır vergilerin vahimleştirdiği servet farklılıkları, ortakçılıklar­ dan yığınla insanı koparıp atmaktadır; bunlardan kimisi kiracı ya da savaşçı olarak kralın hizmetine girmekte kimisi de borç yüzünden köle durumuna düşmektedir. Hammurabi, tefeci ve tacirlerin keyfiliğini az buçuk fren­ lemeye kalkar: Borç için kölelik üç yılla sınırlanır; tefecilerin, borçlusunun evine girip zorla borcunun tutarını alma hakkı kal­ dırılır vb. Bütün bu önlemler, özgür sınıfın birliğini güçlendirip çeşitli katlarını kölelere karşı saflaştırmak amacına dönüktü. Ancak, öyle de olsa, başarı kazanamadılar: O devirden kalma birçok belgeden, tefeci ve tacirlerin bütün bu önlemleri çiğne­ diklerini, özellikle de kral kiracı ve savaşçılarının -başkalarına devredilmez- toprakları üzerine el koyduklarını öğreniyoruz. Böylece, Babil toplumu yalnızca, özgür insanlarla köleler ara­ sındaki uzlaşmazlıkla değil, aynı zamanda özgür insan zümre­ leri arasındaki çelişmelerle de karşı karşıyaydı. Egemen sınıfın çıkarlarını savunan köleci devlet, bir des­ potluktu, bir mutlak monarşiydi: Bu despotlukta kral, sayısız görevlileriyle ve yargıçlarıyla yönetiyordu toplumu.

Babil Krallığı 'nın düşüşü Babil Krallığı, Birinci Babil Hanedanı' nın son iki kralı devrinde çöktü. Arka arkaya dört düşman çullandı üzeri­ ne: Sümer'in deniz bölgesinin Samileri, Zagros'lu Elamlılar, kuzeyden gelen Hititler, Elam'ın kuzeyinde yaşayan at yetişti­ ricisi Kassitler. Zaferi kazanan da bunlardan ikisi oldu: Denizci kabileler, imparatorluğun güneyini ele geçirdiler; Kassitler de Babil'in merkezine ve kuzeyine yerleştiler. Kassitlerin egemenliği, M.Ö. 1 1 65 yılına değin sürecektir. Dağlardan inip Babil' e sahip olan Kassitler, orada klan top­ lulukları halinde yerleştiler. Halkı boşalmış, istila ve savaşlarla yanıp yıkılmış geniş topraklan ele geçirdikten sonra, çabucak yerleşik tarıma geçtiler, bunun yöntemlerini de Babillilerden öğrendiler. Kassit kralları, kendi milislerine dayanıyorlardı; ancak, Babilli rahipler özellikle kutsal bir kent olarak görülen Nippur rahiplerinden bağlaşıklar da buldular kendilerine. Kassit devri iki döneme ayrılır: Birinci dönemde, aşağı yukarı M.Ö. 15. yüzyılın son çeyreğine kadar ülke korkunç

63

yıkımlara, giderek iktisadi çöküntüye uğrar. Sulama şebekesini onarmak, bentleri yeniden yapmak ve yeni havuzlar oluştur­ mak için büyük çalışmalara girişilir. M.Ö. 15. yüzyılın sonlarında ikinci dönem başlar. Bu dönemde iktisadi yaşam yoğun olarak gelişir: Mısır'la ve öteki ülkelerle düzenli bir ticaret başlar; bu da Kassit krallarını ker­ van yollarını düzenlemeye götürür. Yağmacılara karşı yolları savunmak için büyük çabalar harcarlar. Tapınakların yapımına da başlanır aynı zamanda. Kassit toplulukları çözülür ve bunun sonucu olarak da toprakta özel mülkiyet güçlenir. Krallar, çoğu Kassit topluluklara verilmiş toprakları senyörlere "sürekli" kay­ dıyla dağıtırlar. Toplulukların, giderek köylülerin bir yağmalanmasıdır başlar. Bunun sonucu, hoşnutsuzluk gitgide artar ve M.Ö. 1345 yılında başkaldırıya dönüşür. Kendi araçlarıyla baş edemeyen yüksek görevli ve rahipler Assur kralını yardıma çağırırlar; o da gelir, kanla boğar ayaklanmayı ve Kassit Hanedanı'nı yeri­ ne oturtur. Ancak, bu uzlaşmazlıklar monarşiyi de zayıflatır giderek. M.Ö. 13. yüzyılın sonlarında Kassit İmparatorluğu Assurlularca istila edildi ve yakılıp yıkıldı. Az sonra, Assur' da patlak veren karışıklıklardan yararlanan Babil yeniden kazan­ dı bağımsızlığını. M.Ö. 12. yüzyılda ülke Elamlıların istilasına uğradı. M.Ö. 1 165 yılında, halkı boşalmış ve yıkılmış impara­ torluk, İsin kenti senyörünün eline düşer; o da son Kassit kralı­ nı devirir ve iV. Babil Hanedanı'nı kurar. O tarihten başlayarak, ta Assur'un düşüşüne değin Babil uzun bir siyasal çöküş döne­ mi yaşayacaktır. SÜMER-BABİL UYGARLIGI Babil uygarlığı deyince, Aşağı Mezopotamya Uygarlığı anlaşılır bir bakıma. Bu uygarlık, o bölgenin M.Ö. 4. bin yıl­ dan başlayıp Eski Babil Krallığı'nın düşüşüne değin süren uzun tarihi boyunca oluştu: Temellerini Sümerler attılar onun; Akkadlar, sonra da Babilliler kabul edip geliştirdiler. Böylece, bu uygarlığa Sümer-Babil uygarlığı demek daha doğru olacak. Bu uygarlık, arkadan gelen Assur ve Kalde uygarlıklarına da temel oldu; ancak hiçbiri onu geçemedi. Sümer-Babil Uygarlı­ ğı, M.Ö. 2. bin yıldan başlayarak, komşu ülkeler Suriye, Feni-

64

ke, Filistin, Hurriler ve Hititler üzerinde pek büyük etkilerde bulundu. Assur ve Kaldeliler zamanında, etkisi kuzeybatıya, Ege Denizi'nin yıkadığı ülkelere, kuzeyde Urartu'ya ve doğu­ da İran' a yayıldı. Sümer-Babil Uygarlığı'nın büyük katkıları, İbraniler, Yunanlılar ve Romalılar yoluyla Avrupa halklarına da ulaştı ve modern Avrupa kültüründe bugün de varlıklarını sürdürüp duruyorlar.

Yazı Mezopotamya' daki kazılarda bulunan metinler, çıvıyazı­ sıyla yazılı. Bu yazı, yatay ve dikey çizilmiş köşeli harflerden oluşuyor. M.Ö. 3. bin yılın ilk yarısında doğan bu yazı, resimli yazıdan geliyor. Çiviyazısıyla yazılmış işaretlerde, kaynak­ landıkları şeyin resimlerini bulmak pek kolay: İnsanlar, hay­ vanlar, bitkiler, dağlar, ormanlar, sular, ev eşyası, aletler. Bu harflerin görünüşü, kullanılan maddelere, işaretlerin anlamına göre değişiyor. Bulunan en eski yazıtlarda, yazı taştan tabletler üzerine kazınmış birer düşünce yazısı; başka bir deyişle, bir kelime ya da bir düşünceyi temsil ediyor işaretler. Daha sonra, yazı için en çok kullanılan madde, tabletler haline getirilen kil oldu; ıslak kile, köşeli işaretler halinde kazınıyordu söylenmek istenenler. Böylece, çizgili resimlerin yerine, çiviyazısı işaretleri geç­ ti; ancak, içlerinden bazıları, şemalaştırılmış olarak M.Ö. 3. bin yılın ortalarına değin kullanıldı. Aynı zamanda, harflerin anlamlarının da değiştiği görü­ lüyor. Düşünce-yazısı yavaş yavaş heceye dayanan işaretlere dönüşüyor ve yazı içinde çoğunluğu bunlar kazanıyor. Onlar­ dan da birkaç simgesel işaret saklanıyor ve alfabedeki sesleri temsil eden başka işaretler ortaya çıkıyor. Dolayısıyla, çiviyazısı pek karmaşık ve incelenmesi hayli zor olan bir sistem. Bu sis­ temde, çoğu birçok anlama gelen altı yüze yakın harf bulunuyor. Çiviyazısını yaratanlar Sümerler oldu. Akkadların da kabul ettikleri bu yazı, Elamlılara, Babillilere, Assurlulara ve Hititle­ re geçti sonra. Fenikeliler de ilk alfabelerini yaparken ondan yararlandılar. Bu yazıyı Urartular da aldı. M.Ö. 530 yılına doğ­ ru Mezopotamya'yı fetheden Persler de onu özümsedi ve bazı değişiklikler yaptılar üzerinde.

65

Din Babil dini, M.Ö. 3. ve 2. bin yılların metinlerinde göründü­ ğü biçimiyle, Sümer ve Sami öğelerden oluşan bir bireşim. Öyle olduğu için de bazı tanrıların -Sümer ve Sami kökenli- iki adı var; ötekilerinse adları ya Sümerce ya da Sami dilden. Babil panteonu pek kalabalık; tanrıların sayısı yüze yakın. Birinci planda, vaktiyle Sümer ve Akkad kentlerinin tanrıları olmuş "büyük tanrılar" geliyor: Bunlar, Sümerlerin baştanrısı olan Yer tanrısı Enlil; Uruk'un tanrısı Anu; Eridu'nun tanrısı Ea idi. M.Ö. 3. binlerde rahipler, bir üçlü içinde birleştirdiler onları; Anu'ya göklerin egemenliğini, Ea'ya denizlerin ve yeralh suları­ nın egemenliğini yakışhrdılar. Bu üçlünün dışında, bütün ülkelerde tanınmış bir başka tanrılar grubu vardı: Güneş tanrısı Şamaş (Sippar'ın tanrısı); Ay tanrısı Sin (Ur'un tanrısı) ve iki tane de tarım tanrısı: Tammuz ile karısı İştar. Tammuz ile İştar, bitki ve dölleme tanrılarıydılar. Her yıl Tammuz'un ölüşü ve dirilişi kutlanırdı: İştar'ı kocasına ağlar­ ken gösteren ve onun arkasından "dönüşü olmayan yer" e inip arayışını, karanlıklar ülkesi tanrıçası Ereşkigal' a karşı müca­ delesini, Tammuz'un dirilişini ve yeryüzüne yeniden çıkışı­ nı temsil eden gizemsel törenler eşlik ederdi bu bayramlara. Komşu ortakçılıklarda bu bayramlar, tarım çalışmalarının baş­ langıcını ve sonunu işaret ediyordu; tüm ortakçı topluluğun bir rahip yönetiminde yaptığı dramatik ayinler, ekinin başarısı ve güzel bir ürün sağlamak adınaydı. Büyük kentlerde, halk törenleri sayısız kurbanla ve alabildiğine coşkunlukla yerine getirilirdi. Kırsal kesimdeki Şamaş ve Sin kültleri de üretimle ilgiliydi; Şamaş kültü tarıma, Sin kültü hayvan yetiştirmeye bağlanmış­ tı. Ancak, resmi panteonda Şamaş, adalet tanrısının görevlerini yerine getiriyordu. Onun, Sippar kentindeki tapınağı, yüksek mahkemenin toplanh yeriydi; yanında da sözleşmelerin ve hukuksal işlemlerin konulduğu bir depo bulunuyordu. Resmi mitolojide İştar'ın simgesi Venüs gezegeniydi; bu yolla da rahipler, ilk yıldızsa} tanrılar grubunu oluşturdular: Şamaş, Sin ve İştar vardı bu grupta. Eski Babil Krallığı'nın kuruluşundan sonra tanrıların hükümdarı Marduk oldu. Başlangıçta, yalnızca Babil'in tan-

66

rısıydı bu. Marduk, o güne değin Enlil'in olan Baal (senyör) unvanını aldı; rahipler, Enlil ve Tammuz'un görevlerini de ona verdiler. Onuruna Babil'de, her ilkbaharda Zag-muk adı verilen Yeni Yıl Bayramı kutlanırdı. Bu bayramlarda, Marduk'un Tiamat karşısında kazandığı zafer, tanrısal tahta çıkışı, dünyanın ve insanların yaradı­ lışı ve göksel Babil'in kuruluşu canlandırılırdı. Evrenin yaradılışını ve Babil'in mitolojisini anlatan Yücelerdeyken adlı poem okunurken, onun dile getirildiği birçok olayı temsil eden dramatik ayinler yapı­ lırdı. "Yazgılar Salonu" diye adlandırılan ayrı bir tapınakta, rahip­ ler, tanrıların heykelleri önünde, sözde huzurlarındaymışlarcasına, gelecek hakkında haberler verirlerdi. Büyük bir rol oynuyordu bu kehanetler; çünkü kral, politikasında bunlardan esinleniyordu. Bay­ ram, Tammuz ve İştar kültünden alınmış ayinlerle sona eriyordu. Onlardan biri, Baal-Marduk'un ölümünü ve yeniden doğuşunu dile getiriyordu. Bu ayinde, İsa'run ölümü ve dirilişi öyküsünü -garip bir biçimde- hahrlatan bir metin de okunuyordu. Marduk'un, eşi Sar­ panita ile evlenişini simgeleştiren bir başka ayin, toprağın bereketini sağlama amaana dönüktü.

Babil dini, "büyük tanrılar" ve tarım tanrıları kültlerinden oluşmuyordu yalnız. Halkın yanı sıra köle sahipleri de -kayna­ ğı ilkel toplum dönemine çıkan- animist, hatta animizm öncesi inançları sürdürüyorlardı. Doğa olaylarına yön veren, hasta­ lıkları ve ölümü getiren, insanlara işlerinde ve yaşamlarında yardım eden sayısız iyi ve kötü tanrıya inanılıyordu: Bunlar arasında ırmak ve kanal ruhlarını, aile ocağının koruyucusu ev ruhlarını, kendilerine durmadan kurbanlar sunulan ölülerle ilgili ruhları sayalım. Son olarak, bütün Babil toplumu, iyi ve kötü ruhlar düşüncesinden kaynaklanan büyü ayinlerine büyük önem veriyordu. Cin ve perilerle ilgili inanışlarla, halk kahnda uygulanan büyüleri, resmi din de özümsedi ve geliştirdi. Tapı­ nakların yanı başında özel büyücü toplulukları vardı; cin ve perilerle ilgili bilgileri sistemleştiriyor ve ruhların, Annum, Enlil ve Ea gibi "büyük" tanrılara bağlılığını yayıp duruyorlardı. Halk arasında uygulanan büyü formül ve ayinlerini bu toplu­ luklar, kurbanlı resmi törenlere dönüştürdüler. Bu değişikliğin arkasından, sonralan Assur kültüne kahları yığınla özel ayin oluşturuldu.

67

Babil' in ve öteki kentlerin tapınaklarındaki ruhban zümresi pek kalabalıklı ve -rütbe ve görevlerine göre- çeşitli gruplara ayrılmışlardı. Rahibeler de vardı. Hayli kazançlı olan rahiplik mesleği miras yoluyla geçiyordu. Büyük saygınlıkları vardı rahiplerin: İlkçağın dinsel yaşamında çok önemli yeri olan o güçlü kehanet silahı ile, tapınakların -tefecilik yoluyla gitgide büyüyen- sonsuz kaynaklarına dayanıyorlardı çünkü.

Edebiyat Sümerlerin ve Babillilerin M.Ö. 3. ve 2. bin yıllarında yarat­ tıkları yığınla edebi eser var elimizde. Bunların içerikleri, şu ya da bu biçimde dinle ilişkili. Çoğu, dinsel tören ve büyüyle ilgili metinler; içlerinden dinle ilgili olmayan nadir eserler yine de dinsel konuları, özellikle de mitolojik konuları işliyorlar. Resmi dinin mitolojisi, sözlü geleneğin ya da folklorun temel öğelerinden biri olan halk mitolojisinden doğdu. O nedenledir ki, Sümer-Babil eserlerinde yığınla folklorik konu­ ya rastlıyoruz. Bunlar dünyanın, insanların, tarımın, yerleşik yaşamın kökeniyle ilgili mitoslarda, aynı içerikteki şu ya da bu halk öyküsüne benzeyen çocuksu efsaneler halinde, bütün açıklığıyla belli ediyorlar kendilerini. Babilli şairler, bu Sümer efsanelerinden yararlanarak, tadı­ na doyulmaz eserler yarattılar. Onlardan biri, ilk sözlerine göre, Yücelerdeyken diye adlandırılan poemdir. Bu poem, dünyanın yaradılışı ile ilgili -ve kahramanı Enlil olan- Sümer mitosundan gelmektedir; ne var ki, Babilli rahipler Enlil yerine Marduk'u geçirdiler. Ancak, Babil edebiyahnın en güzel eseri, epik Gılgamış poemidir. Bu gözüpek yiğidin yaphklarını anlatan ilk metinler Sümer dilindeydi; Babilli yazarlar, kuşkusuz ruhban zümresi, onu elden geçirip değiştirdi. Böylece ortaya Gılgamış Destanı çıktı. Onu, on iki büyük tablete yazdılar. Her biri adeta birbirin­ den ayrı türkülerdi bunlar. İşlediği düşünce ve şiirsel nitelikleri bakımından, evrensel edebiyahn şaheserleri arasındadır. Bu poem, dinsel törenlerle ilgili değil; belli bir mitosa ya da herhangi bir dine de bağlı yanı yok. Yazan, yaşam ve ölüm üze­ rine bağımsız bir eser yaratabilmek için, yalnızca halk efsaneleri ve öykülerine dayanmış.

68

Yaşam ve ölüm, bu sorun, uzun zamandan beri uğraşhrıyor­ du Sümer-Babil toplumunu. Tanrıların niçin ölümsüz, insanların da neden ölümlü olduklarını açıklamaya çalışan mitoslar vardı. Onlar­ dan biri, insanların ölümlü oluşunu, ilk insanın, Tanrı Ea'nın sevgili oğlu Adapa'run aptallığına bağlıyordu. Ea, oğluna bilgelik vermiş, ama ölümsüz yaşamı vermemişti. Bir gün ölümsüzlüğü elde etme fırsah çıkb önüne Adapa'nın, ancak o da reddetti. Tanrı Anu'nun huzuruna çağrıldı. Ea, orada ölüm için yiyecek ve içecek verileceğini, onlardan tatnlamasını haber verdi önceden. Hüküm verileceği gün, öteki tanrılar onu tuttular ve yumuşayan Anu, ölümsüzlük yiyecek ve içeceğini getirtti. Adapa, onları da almak istemedi. Anu, şaşırıp nedenini sordu. Adapa şöyle yanıtladı: "Bir başkası yemeyeceksin, içmeyeceksin, dedi. "Anu, buna bakıp yeryüzüne ahlmasını emretti onun. Büyük bir olasılıkla, rahiplerin uydurduğu bu efsane, insanları yazgılarıyla uzlaşhrma ve tanrılar karşısındaki güçsüzlüklerine inan­ dırma amacını taşıyor. Ancak, ölümlü olmanın böylesine açıklanışı, Babil toplumunun düşünen insanlarını doyuramazdı. Gılgamış poemi, avutucu bir yanıt getirmeden sorunu yeni baştan ve yeni bir yoldan koyar. Gılgamış, Sümer'in pek eski bir kenti olan Uruk'un efsanevi bir kralıdır. Ölümünden sonra tanrılaşhrıldı ve Uruk'ta onuruna bir kült yarahldı. Poem, güzel ve bilge, dev bir yiğit olarak tanıhyor onu. Dos­ tu ve silah arkadaşı Enkidu ile işitilmemiş şeyler yaph; öyle ki, tanrıça İştar aşık oldu kendisine. Ancak, Gılgamış yüz vermedi tanrıçaya. Öfkelenen tanrıça gökten bir boğa göndererek öldürtnlek istedi onu; Gılgamış'la Enkidu öldürdüler boğayı. O zaman da, İştar'ın isteği üzerine, tanrılar ölümcül bir hastalık verdiler Enkidu'ya. Dostunun ölümüyle şaşkına dönen Gılgamış ölüm korkusuna kapıldı. O günden sonra Gılgamış, yaşamın ve ölümün gizini bulmak ister. Eski efsanelerden öğrenmiştir ki, tanrıların kendilerine ölüm­ süzlük verdikleri insanlar vardır; Utanapiştim'le kansı bunlardandır. Utanapiştim'i bulup ölümsüzlüğe nasıl eriştiğini sormak amacıyla, tanrılar ülkesine tehlikeli bir yolculuğa çıkar. Uzun yolculuklardan, karşısına çıkan korkunç engelleri aşhktan sonra göksel denizin kıyısı­ na varır sonunda. Bir yıldıza-tapar kız durdurur onu ve ölümsüzlük yalnız tanrılara özgü olduğu için boş bir şeyin arkasından gittiğini söyler ona; geri dönüp yaşamdan zevk almasını öğütler. Babil soy­ lularının en yüksek kahnda kuşkusuz pek yaygın olan böylesine bir ahlak anlayışı Gılgamış'ı doyuramazdı. Yoluna devam eder ve Uta­ napiştim'e ulaşır. Ancak avutucu hiçbir şey söyleyemez Utanapiştim

69

ona. Anlattığı şudur: Şuruppak'ta hüküm sürerken, tanrılar insanlara karşı hiddete kapılıp yeryüzünü tufana boğmuşlardır; herkes ölmüş, yalnızca Utanapiştim ile ailesi kurtulmuştur. Tanrıça Ea, onları sev­ diğinden, felaketi daha önceden haber verip canlarını kurtarmak için bir gemi yapmalarını söylemiştir. Tufandan sonra da tanrılar bu çifti aralarına alıp ölümsüzlük vermişlerdir onlara. Utanapiştim, sonuçta şunu sorar Gılgamış' a: "Aradığın yaşamı bulabilmen için tanrılardan hangisi seni bu meclise sokacakhr?" Hiçbir tanrı böyle bir şeyi yap­ madığından Gılgamış, Utanapiştim'in öğüdü üzerine, ölümü çeşitli büyülere başvurarak yenmeyi dener; ancak, onlarla da başarıya ulaşa­ maz. Bitkin, cesareti de kırılmış olarak yurduna döner ve -"toprağın kanunu"nu sorup öğrenmek amaayla- tutar ölüler ülkesinden Enki­ du'yu getirtir. Poemin sonu kaybolmuş durumda; Gılgamış, ölmüş olsa gerek sonunda.

Yaşam ve ölüm sorununu çözememiş de olsa dikkat çeki­ cidir bu eser; çünkü dini eleştirme konusunda yapılmış ilk girişimleri buluyoruz onda: Gılgamış, tanrılara meydan okur, kimi zaman yendiği de olur onları ve tanrılar, bu başkaldırıyı hoş karşılamak zorunda kalırlar. Poem, ilkçağda öteki halkların edebiyahnı derinden derine etkiledi. Öğretici eserler arasında en ilginçlerinden biri, Efendi ile Kölesi Arasındaki Diyalog adını taşır ki, köleci yüksek tabakanın iç dünyasındaki çözülüşü yansıtmaktadır. Efendi, "yaşadığın süre yaşamdan zevk almaya bak" ilkesini uygulamışhr. Ama bıkmışhr, hiçbir şeyden zevk alamaz olmuştur arhk; savaş, avlanma, aşk, han hanüman, komplolar, hepsinden tik­ sinmektedir. Tanrılar da hayal kırıklığına uğratmışlardır kendisini; "insanı bir köpek gibi izlemelerini" ne kurban ve adak önlemektedir ne de sihir ve büyü. Bir tek şey kalmışhr yapacak: "Boynunu kırıp suya atmak kendini."

Babilliler, özdeyişleri ve ahlak kurallarını toplayan eserler de bırakhlar. Bunlardan biri, Eski Krallık döneminden kalmadır. Bu eserlerde suikastlerden ve iç karışıklıklardan korku belli eder kendisini. Sömürenlere bağlılık öğütlenir. Kuşkusuz, ortakçılığın üyelerine hitap eden bu öğütler çok ilginçtir, şöyle sonuçlanır: "Kurbanları arthrmak yaşamı uzahr, dua günahtan kurtarır!"

70

Dünyevi edebiyatta, M.Ö. 3. bin ve 2. bin yılın ilk çeyreğiyle ilgili bazı kral yazıtlarını da belirtmeli. İçerikleri bakımından efsanelere yaklaşan bu metinler, tarihsel olayları anlahrlar. Uru­ kagina'nın, tahta çıkhğında Lagaş halkının sefaletini anlatan ve yaphğı reformlardan bahseden büyük yazıh böyledir; Lagaş patesisi Eannatum'un, Umma hükümdarına karşı zaferle sonuç­ lanan seferini anlatan yazıt da öyle.

Bilimin tohumları Eski Babil Krallığı zamanında, Aşağı Mezopotamya' da, günlük yaşamda ve ekonomide uygulanan bilimsel tohumlar görüyoruz. Bunlar daha çok, astronomi ve matematikle ilgiliy­ di ve zamanı ölçmeye, alan hesaplamaya, sulama şebekesini ayarlamaya hizmet ettiği gibi, değiş tokuş ve tefecilikte de işe yarıyorlardı. Astronominin temelleri, Mezopotamya'da M.Ö. 3. ve 2. binli yıllarda ahlmış, onu izleyen devirlerde geliştirilmiştir. Bu bilgiler, daha sonra Yunanlıların, arkadan Arapların astrono­ misine temel oldu; Avrupa da Araplardan almışhr. Böylece, modem astronomi biliminin temelinde, ilk harç olarak Babil astronomisi vardır. Babilli rahiplerin astronomi üzerine düşünceleri, ilkel zamanlarda evrenin doğuşuyla ilgili görüşlerden geliyordu. Evrenin temel öğeleri olarak yer, gök ve okyanus görülüyordu. Yer, ilkel denizin ortasında dikilen bir çeşit yuvarlak dağdır. Yerin üstünde, başaşağı bir bardak gibi gök küresi görülür. O küreye de egemen olan -göksel bir bentle ayrılmış- tanrıların oturduğu bir bölge vardır; onu bir gök okyanusu çevreler ve o okyanusun aşağıdaki kıyıları da yerdeki okyanusun kıyılarıyla birleşir. Yıldızlar, gök bendinde otlayan koyunlara benzetilmişti önceleri; Güneş'le Ay da tanrıların birer lambasıydılar. Güneş ve Ay tutulmaları, Güneş'in ya da Ay'ın kötü ruhlarca saklan­ malarından ileri geliyordu. M.Ö. 2. bin yılın başlarında Babil astronomları hareketsiz yıldızlardan -bugün Latince adlarıyla bilinen- beş gezegeni, yani Venüs'ü, Mars'ı, Jüpiter'i, Merkür'ü ve Satürn' ü ayırdılar. Aynı devirde yıldızlar da takımlar halin­ de gruplandırıldı; daha sonra "Güneş yolu üzerinde" Zodiak adı verilen on iki takımyıldızı birbirinden ayrıldı ve beş geze­ genin de bu "Güneş yolu"nun yakınında dolaşhğı saptandı.

71

Rahipler, Güneş ve Ay tutulmalarını daha önceden haber vere­ cek durumda değillerdi henüz ve astronomik olaylarla havada­ ki olayları birbirine karışhrıyorlardı. İlkel astronomi gözlemlerine dayanarak, o sıralarda Çinli­ lerin de yaratmakta olduklarına benzeyen bir takvim oluşturu­ luyor. Amerika' da eskiden geliştirilmiş takvimler de benziyor bunlara. Babil takvimi, uygarlık tarihinde özel bir rol oynadı ve geliştirilmiş bir biçimde, Avrupa halklarına -bir ölçüde- önder­ lik etti. Babilli rahipler, gökteki ve havadaki olaylara bakıp gelecek hakkında haber vermeye çabalarlardı. Bu sistem, müneccimlik (astroloji) olarak nitelendirilemez kesinlikle; çünkü haberler, havadaki ve gökteki olayların birbirine uygunluğuna dayanı­ yordu. Örneğin, "Adad (fırtına tanrısı) ayın kaybolduğu gün gürlerse, ürün bol olacak ve pazardaki fiyatlar değişmeyecektir." Kehanetin de büyük bir siyasal kapsamı vardı genellikle. Yaşamın gereksinmeleri, M.Ö. 2. bin yılın başlarında mate­ matik bilimleri de geliştiriyor bir ölçüde. Babil matematiğinin önemli bir gerçekleştirmesi "durum sis­ temi" diye adlandırılır: Buna göre, aynı rakam, sayıdaki yerine göre değişik değerleri temsil eder. Babilliler, Eski Yunan ve Roma'dan da önce gelirler bu bakımdan. Ancak, matematiğin gelişimini, "altmışlık sayılama" hayli engelledi orada. Asıl kökeni bilinmiyor bunun; zaman hesabından doğan "kutsal" sayılama kategorilerine bağlıydı belki de. Buna göre 7, Ay'ın dolaşımındaki gün sayısına, 12 de yıldaki ayların sayısına göre ortaya çıkmışlı. Bu sistemde 60 12 x 5 sayısının varlığı, =

ilkel dönemde hayli uygulanan parmak hesabına da bağlılığı gösteriyor. Matematik bilgilere gelince: Babilliler, M.Ö. 2. bin yılın başlarında, dört aritmetik işlemi, kareye yükseltmeyi ve karekök almayı bildikleri gibi, alan ölçümü için gerekli geometri ilkelerini de biliyorlardı. Geometri formülleri toprağı, tarlaları, bahçeleri ölçmede kullanılıyordu. Dairenin 360 derece olduğunu da Babilliler buldular.

Babilliler, günü ve geceyi 12 saat olarak saptamışlardı; daha sonra saat 60 dakikaya, dakika da 60 saniyeye bölündü. Babilli­ ler ayı, Ay'ın Dünya çevresindeki dolaşımına göre dörde bölü­ yorlardı; ancak haftanın yedi gün olarak saptanması, M.Ö. 1 . bin yılın ortalarında, yedi "büyük" yıldız tanrı, yani Güneş, Ay ve çıplak gözle görülen beş gezegene göre oldu; günler de onla-

72

ra göre adlandırıldı. Yedi günlük hafta, Romalıların aracılığıyla tüm Avrupa halklarına geçti ve giderek bütün dünyaya yayıldı.

Görsel sanatlar Mezopotamya' da görsel sanatlar ve mimarlığın ilk örnekle­ rini Sümerler ortaya koydular; Akkadlar ve Babilliler onları alıp Sümerlerin yarattıkları yöntem ve biçemleri geliştirdiler. Bize değin ulaşan sanat eserlerinin çoğu, M.Ö. 3. bin yılın ilk yarısıyla ilgili. Ancak, 111. Ur Hanedanı ile Eski Babil Krallığı'nda sanatın, ondan önceki devirlere oranla çöküş içinde olduğunu kanıtla­ maz bu. Daha çok, dış nedenlerden, özellikle Ur Krallığı ile Babil Krallığı' nın uğradıkları askeri yenilgilerden ileri gelmektedir bu durum. O dağdağalı dönemlerde yığınla sanat eseri yok olup gitti ve günümüze kadar ulaşabilmiş olanların çoğu da Elamlı ve Hititli fatihlerin alıp başkentlerine taşıdıkları şeylerdir. Görsel sanatlar, esas olarak iki biçimde, kabartma ve heykel olarak kendini gösteriyor. Kabartmaların biçimi ilkeldir; gövde önden, yüz yandan, bacaklar yandan ve biri ötekinin arkasın­ da gösterilir. Bütün kişiler aynı tiptedir; ancak, Sümer giysileri Akkad giysilerinden açıkça ayrılır. Patesilerin ve kralların hey­ kelleri, gövdelerinin iriliğiyle belli eder kendilerini; başları daha çok işlenmiştir ve yaşam izlenimi verirler. Hayvan biçimleri çok daha doğaldır; daha zarif, daha oran­ hlıdır. Bu da sanatta hayvanı işlemenin, Eskitaş Çağı'nın sonla­ rına kadar çıkan pek eski gelenekleri olmasından ileri geliyor. Sümer kabartmalarının en güzellerinden biri, Ur dolayların­ da -M.Ö. 3. bin yılın başlarına rastlayan- bir tapınağı süsleyen bir frizdedir: Orada başlarında çobanları, öküzleri, inekleri ve davarları görüyoruz. "Akbabalar dikme taşı"nın kabartmaları ile, Eannatum'un Umma'ya karşı kazandığı zaferi dile getiren yazıh da belirtelim. Bu yazıtta, başlarında Eannatum, Lagaşlı korkunç bir savaşçı falanjı görü­ lür; bir kalkan duvarı ile korunmuş olarak, mızrakları öne doğru uza­ tılmış, yenilmiş düşmanı çiğnemektedirler ayaklarıyla. Başka iki parça, savaş alanında düşmüş ve yakılmaya hazır Lagaşlı savaşçılar pirami­ dini gösterir; bir akbaba sürüsü de Umma savaşçılarının cesetlerini parçalayıp yemektedir. Aynca, Lagaş patesisi Entemena'nın gümüşten pek güzel bir vazosu bulundu; üzerinde avlanma tanrısı İngig, pençe­ sinde iki aslanı tutmuş olarak görülüyor. Patesi heykelleri arasında en

73

ilginç olanları, Gutiler zamanında Lagaş'ta hüküm süren Gudea'nın üç heykeli: Bunlardan ikisinde Gudea oturmuş, üçüncüsünde ayaktadır. Hepsi de kırılıp dökülmüş durumdadır ne yazık!

Akkad sanat eserleri arasında "Naram-Sin' in zafer taşı" ile Hammurabi'nin kabartmasını görüyoruz. Birincisi, dağlık bir ülkeye yapılan bir seferi gösteriyor; hükümdar, askerleriyle çev­ rili olarak bir tepede durmaktadır. Hammurabi, kanunlarının kazılı olduğu dikme taşta, yasayı kendisine veren Tanrı Şamaş önünde tapınmaktadır. Fresko tekniği de M.Ö. 3. bin yılın sonlarından başlayarak kullanılmış olmalı. Mari kral sarayından gelen pek güzel bir örnek var elimizde bunun. Bu fresko, bol ürün isteğini dile geti­ ren bir saçı törenini canlandırmaktadır. Böylece, M.Ö. 3. ve 2. bin yıldan başlayarak, Aşağı Mezo­ potamya' da yüksek bir uygarlık yaşadı; Sümerler ve Akkadlar bilimsel bilginin tohumlarına, gelişmiş bir yazıya, yüce bir ede­ biyata sahiptiler. Ancak, rahiplerin işleyip yaydıkları bir dün­ ya görüşünün egemen olduğu, dinin hükümdarlık iktidarım yücelttiği ve insana küçüklük duygusu aşıladığı bir dönemde, gerçekliğin olduğu gibi yansıhlması da olanaksızdı.

74

BÖLÜM il ESKİ MISIR

Afrika, ilkçağ uygarlıkları içinde özel bir yer tutmadığı hal­ de, kuzeyindeki Mısır, bağlı olduğu kıtadan apayrı bir gelişim göstermiştir. Gerçekten Mısır, Eski Doğu toplumlarının yarath­ ğı üç büyük uygarlık alanından biridir; Akdeniz kültür çevresi­ ni onsuz anlamak olanaksız; Eski Yunan uygarlığının ona çok şey borçlu olduğuysa tarhşma dışı. Nereden geliyordu bu uygarlık? Doğadan başlayalım. NiL DELTASI Mısır, içinden . Nil'in aklığı, bahda ve doğuda dağların çevirdiği, en fazla 25 kilometre genişliğinde bir vadi. Bahda­ ki dağlar, ilkçağda Libya Çölü denen Sahra' dan ayırıyor onu; doğudaki dağların ötesindeyse Kızıldeniz'in kıyıları başlıyor. Güneyde Nil'in akışı çağlayanlarla kesildiğinden ulaşım güçlü­ ğü var, o yüzden de Mısır güneye kapalı durumda. Kuzeydeyse vadi genişliyor ve Akdeniz' e doğru, yığınla kola ayrılarak, bir deltayla son buluyor. Yunan alfabesindeki "delta" harfine ben­ zediği için Eski Yunanlılar vermişler bu adı ona; Aşağı Mısır da deniyor. Çok eskilerde bu bölge bataklıklarla kaplıydı ve eki­ lip biçilmezdi. Güneydeki uzun ve dar asıl vadi bölümüneyse, Yukarı Mısır adı veriliyor. Böylece, Mısır ikiye ayrılıyor: Aşağı Mısır ve Yukarı Mısır. Bu iki bölgenin coğrafi yapılarındaki farklılık, ülkenin tari­ hinde oynadıkları rolleri de etkileyecektir. Öyle de olsa, ülkeye bütünlük veren işte bu Nil. Daha­ sı, ülke de yaşamını ona borçlu. Mısır, çöl kıyısında bir vaha gibi; hemen hiç yağmur yok, yağdığı zaman da felaket yağı­ yor. Güneşin alhnda yanıp kavrulan bu ülkede, havadaki nem kadar, yaşamın tüm düzenini sağlayan Nil' in taşmaları. Her yıl temmuz ortalarında ırmak, yatağına sığmaz olur; kasım ayına dek bütün vadiye yayılır. Kasım ayından başlayarak da uzak­ lardan beraberinde taşıyıp getirdiği kırmızı, ince ve bereketli bir

75

toprak örtüsünü bırakıp yatağına çekilir. Ocak ayı ekim ayıdır; ekince de bereketine diyecek yok. Taşımaya ve balıkçılığa sağ­ ladığı büyük yararlar da eklenince, Eski Mısırlıların ona niçin tanrı olarak baktıkları anlaşılmış olur. Ne diyordu Herodotos? "Mısır, Nil'in bir armağanıdır." Bir noktaya kadar doğru. Nil Vadisi'ndeki coğrafya Mezopotamya'ya oranla daha başka yararlar sağlıyor. Çevresindeki dağlar, yapılarda kulla­ nılacak taşlar bakımından pek zengin: Granit, bazalt, kalker. Doğudaki dağlar, hele Nübye Dağları'nda bol altın var. Hurma dışında ağaca pek seyrek rastlanıyor gerçi; ama yüzlerce batak­ lığın kıyısı kamışlar, lotusler ve papirüslerle kaplı. Beslenme ve süslenme gibi çeşitli gereksinmeleri karşılıyor bunlar; özellikle papirüsten bir çeşit kağıt yapılıyor. Avcılık olanaklarıysa pek bol. Son olarak, tarım da Mezopotamya' da olduğundan daha elverişli durumda. Çöl ve deniz, Mısır'ı ani saldırılardan korumuş durmuş­ tur. Bu bakımdan da hemen kolayca erişilen Mezopotamya' dan farklı bir konumdadır. Gerçi Mısır da istilaların bütün bütüne uzağında kalamadı; ne var ki, Mezopotamya' da görüldüğün­ den çok daha az oldu bu. Öyle olduğu için de Mısırlılar, yaban­ cı istilalardan oldukça uzak, Nil kıyılarında ağır ağır yüce bir uygarlık kurabildiler, kurduklarını da koruyabildiler. Nil Vadisi'ndeki kabileler, antropolojik araştırmaların da gösterdiği gibi, çeşitli etnik gruplara giriyor. Bu grupların Lib­ yalılar, Negroidler, belki Filistin'in güneyindeki Sami kabile­ lerle bile yakınlıkları var. Özellikle ölü gömme biçimlerindeki farklılıkların bize öğrettiği bu; arkaik Mısır dili de bunu gös­ teriyor. Bütün bunlardan çıkan sonuç da şu: Mısır halkı, Nil Vadisi'nde, doğudan, batıdan ve güneyden gelen çeşitli etnik grupların kaynaşmasından oluştu. Mısır uygarlığı işte böyle bir halkın eseri. BAŞLANGIÇLARDAN ESKİ KRALLICA Mısır köleci devleti iki bin beş yüz yıla yakın yaşadı: M.Ö. 4. bin yıldan Perslerce ele geçirildiği M.Ö. 525 yılına kadar. Mısır devleti tarihi genellikle beş devre ayrılır: Thinis İmparatorluğu, Eski Krallık, Orta Krallık, Yeni Krallık ve Aşağı Krallık. Arada

76

geçici dönemler de var: Devirler hanedanlara bölünüyor. M.Ö. aşağı yukarı- 28. yüzyıldan 24. yüzyıla değin süren Eski Krallık, 111. Hanedan'la başlıyor ve VIII. Hanedan'la bitiyor. Eski Krallığa başlamadan önce, "Thinis Şafağı" ndan söz edelim kısaca.

Thinis şafağı Yenitaş Çağı'nda, şimdi kumlarla kaplı Sahra'yı bereket­ li yağmurlar ağaca ve yeşilliğe boğduğundan insanlar, felaket getiren taşkınlıklarına uğramamak için, Nil Vadisi'ne inme­ mişler, çevresine yerleşmişlerdi yalnız. M.Ö. 5. bin yıllarda, bu Yenitaş Çağı kabileleri avcılıkla yaşarken, tarım ve hayvancılık­ la da uğraşıyorlardı. M.Ö. 4. bin yıllarda, Mısırlı kabileler, ekonominin çeşit­ li alanlarında gelişmeler sağlamışlardı: Vadinin çevresindeki vahaların azalması, sellerin seyrekleşmesi, vadiye girmeye ve Nil'in suladığı toprakları ekip biçmeye zorladı onları. Alet ve süs olarak madenler (alhn, bakır) kullanılmaya başlanıyor; bu da komşularıyla daha sıkı bir ilişkiye götürüyordu Mısırlıları. Bütün bunlar, bir yandan nüfusu çoğalhp klanları güçlendirir­ ken, öte yandan da servet, giderek sosyal durumlarda eşitsizliği ortaya çıkarıyor ve toplumu kölelere, özgür insanlara ve soylu­ lara bölüyordu. Klan rejimi çözülmektedir. İktisadi gelişmenin ondan sonraki aşamasında, tarlalar için tek kaynak olarak, Nil'in sularını düzene koymak amacıyla ilk sulama eserlerinin yapımına girişiliyor; ilkel kanallar ve bentler yapılıyor. Sulama, tarımdaki ürünü de çoğalhyor. Başka mes­ lekler de gelişirken, komşu ülkelerle -hatta belki Sümerlerle de- ilişkiler kuruluyor. Son olarak da önemli bir buluş gerçekleştirilmiştir: Resimli yazı. Sosyal ilişkilere gelince: Köleliğin M.Ö. 4. bin yılda varlığı kesindir. Ortak mülkiyetin yanı sıra özel mülkiyet de ortaya çıkmışhr. Hayvan yetiştirmenin, sabanlı tarımın, mesleklerin gelişimi, üretimde kadının rolünü de azalthğından ataerkillik de belirmiştir. Bütün bu sürecin sonu şuraya varmıştır: Klan rejimi çökmüş, küçük ve büyük ailelerden oluşan komşu ortak­ lığı doğmuştur. Mezopotamya'da olduğu gibi, komşu ortaklığı bir su ve toprak ortaklığıdır.

77

Birçok ortaklık, daha geniş ortaklıkların içindeydi. Eski Mısır' da "nom" diye adlandırılır bunlar. Başlangıçta bu nomoslar, özellikle Delta' da birbirinden soyut­ lanmış bir haldeydiler herhalde. Büyük bir olasılıkla, her nomosun kendine özgü bir dili, mitosları ve efsaneleri vardı. En büyük nomos­ lar, tam güneyde Hierakonpolis, Abydos, Memfis ve Buto nomosla­ rıydı. Bu nomoslar ganimet, köle ve su kavgası yaparlardı aralannda. Nomların başında şefler vardı. Onlardan Kral Skorpion adlı biri, Hierakonpolis' ten Memfis' e kadar olan geniş toprakları iktidarı altında birleştirmeyi başardı. Çok büyük bir olasılıkla devlet yoktu henüz; Skorpion, kraldan çok bir kabile şefiydi. Devletin ortaya çıkışı, Nil Vadisi'ni birleştirme girişimlerinden sonra olmuştur. Bu devirde iki büyük kabile topluluğunun doğduğunu görüyoruz: Biri, Delta'yı içine alan Aşağı Mısır; öteki de Elephantine'e kadar uzanan Yukarı Mısır. Başlarda, Aşağı Mısır'ın merkezi Buto, Yukarı Mısır'ınki de Hierakonpolis oldu. Devlet, Skorpion'un hükümdarlığından az sonra, M.Ö. 4. bin yıllara rastlayan Birinci ve İkinci Hanedan zamanında kuruldu. O devrin mezarlarının da gösterdiği gibi, servet ve sosyal durumlarda açık bir eşitsizlik ortaya çıkmışhr.

Eski Mısır devletinin ilk aşaması, Thinis imparatorluğu diye adlandırılıyor. Güneyle kuzey arasındaki birleşme uzun ve korkunç müca­ delelerle oldu. Ülkeyi birleştiren kralın adını bilmiyoruz. İlk hanedanı kuranın Menes olduğu söyleniyor. Bu birleşmeyi, Yukarı Mısır'ın kralı Narmer'in Aşağı Mısır üzerindeki zaferi­ nin sağladığı daha olası.

Eski Krallığın iktisadi ve sosyal rejimi Mezopotamya' da olduğu gibi Mısır' da da ekonomi, tarıma ve hayvancılığa, bağcılığa ve ağaççılığa, karmaşık bir sulama rejimine, Yenitaş Çağı tipinde ilkel tarım araçlarına dayanıyor­ du. Zanaatkarların aletleri de taştan, tahtadan ve bakırdandı. O devirden kalma aletler, kabartma ve mezar freskoları, o zama­ nın çeşitli tarım çalışmaları ve zanaatlar hakkında ilginç bilgiler veriyor bize. Zanaatkarlığın bazı dallarında uzmanlaşma da vardır. Mesleklerdeki gelişme ve çeşitliliğe karşın ekonomi, bütün ola-

78

rak doğallığını koruyor. Ürünlerin bir bölümü pazara çıksa da değiş tokuş yine de ilkel düzeydedir; bir mal başka malla değiş­ tirilmektedir ve para yoktur henüz. Bununla beraber, komşu ülkelerle iktisadi ilişkiler başlamıştır; özellikle Suriye' den sedir kerestesi getirtiliyordu. Ancak, Suriye' den olsun, Habeşis­ tan' dan olsun getirtilenler, emekçi yığınlara yararı olmayan lüks maddelerdir genellikle. Eski Krallığın sosyal ilişkileri hakkında pek az bilgimiz var; öyle de olsa köleliğin yaygın olduğunu görüyoruz. Bir bölümü Etiyopya ya da Libya' dan alınan savaş esirleri bunlar; bir bölü­ mü de köle haline getirilen özgür Mısırlılar. Köle alım-satımı da var. Ancak, kölelerin durumu hakkında sadece varsayımlar yapılabilir; öyle de olsa, köleliğin ataerkil nitelik taşıdığı gerçek. Köleler, üretimde ayrı bir yer tutmuyor; özgür insanlar, hatta soylular -senyörler ve rahipler- bile tarım çalışmalarına ve öte­ ki çalışmalara katılıyorlardı. Mülkiyetin durumu hakkındaki bilgilerimiz de sınırlı. Kuş­ kusuz, toplumun iktisadi çekirdeği, suların topraklara dağılı­ mını düzenleyen komşu ortakçılığıydı. Belki başka konularda da ortak çalışma: vardı; harman yeri ortak mülktü herhalde. Toprağın ve hayvanların satılabildiği ve miras yoluyla bırakıl­ dığı kesin. Kimi yazarlara göre, ortakçılığın -suların dağılımı, uzlaşmazlıklar gibi- bazı işleri, özel bir toplantıda (zazat) görü­ şülüyordu. Toplumda ataerkil nitelikte, küçük ve büyük aileler var­ dı. Asıl mirasçı büyük oğuldu; mirasın tamamını ya da büyük bir bölümünü alırdı. Ailenin başının da mallarını bir başkasına bırakma hakkı vardı. Ananın büyük saygınlığı vardı evde; Mısır­ lı, falan erkeğin değil, filan kadının oğlu olduğunu söylerdi. Ana­ erkillik şu yönden de devam ediyordu: Kadın, ülkeyi yönetebili­ yordu ve -kuramsal da olsa- Mısır tahtı anadan kıza geçiyordu. Tarlalarda ve hükümdarın, tapınakların ve senyörlerin işyerlerin­ de, yalnızca köleler değil, özgür insanlar da çalıştırılıyordu. Katipler, işçilerin çalışmasını sıkı sıkıya denetliyorlardı. Çalışma sırasında ekmek, bira ve sebze verilirdi kendilerine. Angaryalar nasıl düzenleniyordu, bilmiyoruz. Kesin olanı şu ki, çalışanların bütün zamanını almıyordu bu; kendi hesaplarına da çalışabiliyor ve ürettiklerini pazarda satabiliyorlardı. Egemen sınıf, saray soyluları ile nomoslann soylularından oluşuyordu. Senyörlerin, birbirinden ayrı köyleri içine alan top-

79

rakları vardı. Ekonomik yaşam, kalabalık bir görevli ve katip topluluğunca yönetilirdi. Bu görevlerin bir bölümü babadan oğula geçerdi; soylular, hükümdardan hizmetlerinin ödülü ola­ rak toprak da alırdı. Yüksek rahiplik de egemen sınıfın elindeydi. Yüksek soylular bir yana, iki ya da üç kölesi olan küçük memurlar ve rahipler de vardı. Görkemli mezarlar yaphramaz­ lardı onlar; sadece yazılarla ve heykellerle süslü aile mezarlık­ ları olurdu.

Siyasal rejim Eski Krallığın doruk noktasında, Mısır devleti köleci soy­ luların çıkarlarını savunan bir despotluktu. Mezopotamya' da Sargon'un devletinden çok daha güçlü ve merkezci oldu bu despotluk. Nil Vadisi'nin doğal koşullarıyla açıklanabilir bu; çünkü bütün nomoslar tek bir ırmak boyunca dar bir vadide yerleşmişlerdi. Öyle olunca da suların akla uygun dağılımı ile taşıma araçlarının normal işletilmesi ancak birleşik bir ülkede mümkündü. Eski Krallığın başkenti, Aşağı Mısır' da Memfis oldu. Ülke­ nin siyasal merkezi, soyluların malikaneleri de bu bölgedeydi. Eski Krallığın gönencinin başlıca tanıkları bu bölgede bulundu; ülkenin başka yanlarında, o devirden bazı anıtlar görülüyor yalnızca. Başta, sonradan "Firavun" diye adlandırılan hükümdar vardı. Firavun da eski Mısır dilinde "büyük ev" anlamına geli­ yor. Firavunun yetkileri mutlakh: Yüksek görevlileri seçiyor, nomos başlarını değiştiriyor, vergi koyup kaldırıyor, başka ülkelere asker gönderiyordu vb.; uyruklarının mallarına el koy­ mak ve yargılamasız ölüme mahkum etmek de yetkileri arasın­ daydı. Saygınlığını güçlendirmek için tanrılaşhrılmış ve "büyük tanrı" ilan edilmişti. Kişiliğini çok gösterişli bir kült çevrelerdi ve ayakkabısını öpmek büyük bir onurdu. Mısırlı sanatçılar, tanrılar arasında, onlara eşit bir varlık olarak gösterirler onu. Firavun, "vezir" adı verilen bir başyardımcısının yönettiği büyük bir görevliler kitlesine dayanırdı. Vezir, orduların başı ve en yüksek yargıçh; vergilerin toplanması, sulama çalışmaları, kısacası tüm karmaşık hizmetler ona bağlıydı. Emri alhnda ada­ let dağıtan " Alh büyük kurul" ile, ekonominin çeşitli dallarının başına konmuş öteki "kurullar" vardı. 80

Despot Mısır devletinin başlıca görev alanları üç taneydi: Mal olarak vergi toplayan, böylece halkı soyan maliye; özellikle sulama işleriyle uğraşan kamu çalışanları; yabancı halkları soy­ mada bir araç olan ordu. Mısır ordusu, nomosların donattıkları milislerle, Etiyopyalı ücretli askerlerden oluşuyordu. Fazla bir disiplini olduğu söylene­ mezdi. Askerlerin silahları yay ve taştan bir tokmaktı; daha sonra hançer ve tunçtan baltayla donandılar ve bir kalkanları oldu. Kaleler, güçlü savunma eserleriydi.

Tapınaklar da hükümdarın iktidarını güçlendirmeye faal olarak kahlıyorlardı.

Eski Krallığın siyasal gelişmesi Eski Krallığın siyasal gelişmesini henüz yeterince bilmiyor­ sak da şunlar çok açık: 111. ve iV. hanedanların firavunları fatih­ tiler. iV. Hanedan' dan Snefru' nun bu yönden özel bir yeri var. Etiyopya'ya yaphğı bir seferden yığınla savaş esiri ve 200.000 baş hayvanla döndü; Libya'yı yendi, bakır madenlerince zengin Sina Yanma dası' nı Mısır' a katlı ve sedir keresteleri sağlamak için Fenike'ye bir heyet yolladı. Mısır sınırlarında, ülkeyi istila­ lara karşı korumak için istihkamlar yaphrdı. Onun fetih savaşlarını oğlu Keops (Khufu) sürdürdü. 111. ve iV. hanedanların hükümdarları, büyük yapım çalış­ malarına giriştiler. Bunların başında da Eski Yunanlıların daha sonra "dünyanın yedi harikası" arasına sokacakları "piramitler" geliyor. Piramitler, büyük taş bloklardan yapılmış dev kral mezarları. İçlerinden en büyüğü de Gize yakınlarında Keops'un yaptırdığı. Bu piramit 230 metre genişlikte ve 146,5 metre yüksekliğindeydi; her biri 2,5 ton ağırlıktaki iki milyon bloktan oluşuyordu. Bu dev yapı­ nın içinde koridorlar ve odalar da vardı. İçinde firavunun mumyasının bulunduğu piramit, Osiris' e ayrıl­ mıştı. Mısırlıların inanışına göre Osiris, hükümdarın dirilişini, sonra da gökteki tanrılar arasına girişini sağlıyordu. Piramitin yanında, rahiplerin kendilerini büyülü törenlere verdikleri tapınaklar yüksel­ tiliyordu.

81

Piramitleri, "mastaba" adı verilen senyör mezarları çevrelerdi. Piramitleri yapmak için, hükümdar mağazalarından yiyip, içip giyinen işçi ekipleri kullanılırdı. Başlarında sarayın mimarı ve kalfa­ lar bulunurdu. Yardımcı olarak da tarlalarından sökülüp getirilmiş binlerce el işçisi kullanılırdı. Piramitlerin yapımı korkunç çabalar gerektiriyordu. Bunlardan halkın hoşnut kaldığı da sanılmasın. Tarihçinin dediğine bakılırsa, bir başkaldırıda, firavunların mumyaları görkemli mezarlardan çıkarılıp ortaya ahlıyordu.

Ne olursa olsun, V. Hanedan'ın firavunları büyük pira­ mitler yapmaktan vazgeçtiler: Onların Sakkara' daki mezarları Gize' dekilerle boy ölçüşemez. Bununla beraber bu hüküm­ darlar, Heliopolis tanrısı Ra onuruna 70 metre yüksekliğinde dikilitaşlarla süslü tapınaklar yaptırıyorlardı. V. Hanedan'ın firavunları, Sina' da ve Libya' da fetih savaş­ larını sürdürdüler. Suriye'yle iktisadi ve diplomatik ilişkiler sağlamlaştı. Daha sonra Kuzey Etiyopya'ya ve Filistin'in güne­ yine de seferler açıldı.

Eski Krallığın gerilemesi 111. ve iV. hanedanlar zamanında hükümdarın iktidarı iyi­

ce güçlenmişti. Başta, Mısır'ı birleştirmek ve böylece sulama sisteminin normal işlemesini sağlamak; kölelerin ve ortakçı toplulukların direnişini kırmak ve Etiyopya'dan, Libya'dan ve Filistin' den yığınla köle sağlamak; son olarak da klan rejimi­ nin kalıntılarını ortadan kaldırmak için gerekliydi bu. Firavun Snefru, Keops ve onları izleyenler, bütün olarak, bu görevleri başarmışlardı. M.Ö. 3. bin yılın ortalarından başlayarak, soyluların, özel­ likle de nomosların başlarında bulunanların etkisinin arttığı görülüyor. Mezarları daha bir görkemli hale geliyor, eyaletler­ de güçleri arttığı gibi, babadan oğula geçen ve bağımsız hare­ ket eden hükümdarlar haline dönüşüyorlar. İçlerinde firavuna danışmadan sefere çıkan bile var: Firavunun otoritesi sözde tanınmakta, ganimetten simgesel bir şey gönderilmekte, ama aslan payı saklanmaktadır. Nomarkların güçlerindeki bu artış nereden gelmektedir? Çeşitli varsayımlar düşünülebilir.

82

Büyük bir olasılıkla, ülkenin, Memfis'te oturan dar bir soy­ lu grubun çıkarına sömürülmesi, halkın, özellikle Yukarı Mısır halkının hoşnutsuzluğunu doğurmuş olmalı. Öte yandan, top­ rakların senyörlere ve tapınaklara dağıhlması hükümdarın elin­ deki toprakları azaltırken, maddi gücünü de düşürdü. Ayrıca, özel mülkiyetteki gelişme ve komşu ortaklığının çözülüşü de nomarkların mülklerinin genişlemesine götürüyordu. Nomark­ lar, hükümdarın yaphrdığı dev çalışmaların ve mali politikası­ nın neden olduğu genel hoşnutsuzluktan da yararlanıyorlardı. Yazıtlarda kendilerini halkın sorumluları olarak gösteriyorlar nomarklar. Nomarkların iktidarı arttıkça firavununki zayıfladı ve sonunda Mısır nomoslara parçalandı. Ülkedeki çözülme, etkisini sulama düzeni üstünde, hem de pek ağırca gösterdi: Çoğu yer ve eserler terk edildi; su dur­ gunlaşh ve bataklıklar oluştu. Nomoslar arasında, çoğu su dağılımından doğan silahlı çalışmalar görüyoruz. Eski Krallığın dağılışı, keskin bir sınıf mücadelesini de beraberinde getirmiş olmalı: O devirden kalma bazı yazıtlar, kentleri altüst eden "karışıklıklar" dan bahsediyor; nomarklar da onları silahlı bir­ liklerle bashrdıklarım söyleyip övünüyorlar. Kuşkusuz yine bu dönemdedir ki, Suriye Çölü'nde yaşayan Sami kabileler, Mısır devletinin zayıflamasından yararlandılar ve Delta'nın doğusuna sızdılar. ORTA KRALLIK

Mısır'ın birleştirilmesi Ülkenin birbirinden kopuk bölgelere ayrılması, sulama sis­ teminin çöküşünü, iç savaşları, sonunda da açlığı doğurdu. O devirden kalma yazıtlar yamyamlığa kadar varan kıtlıklardan bahsediyorlar. Ekilmiş tarlaların genişletilmesi, yeni toprakla­ rın işletmeye açılması, o yılların başta gelen güncel sorunuydu. Büyük bir olasılıkla, Orta Krallığa geçiş dönemindedir ki, Mısır­ lı çiftçiler "yüksek" tarlalardan, yani Nil'in taşmaları sırasında sulayamadığı topraklardan kolayca yararlanmaya başladılar. Bunları sulamak için de suyu yukarılara çıkaran özel makine­ lere gerek görüldü. Yine olasıdır ki, bu yüksek tarlaları ekme gereksinmesi, sabam daha da geliştirdi.

83

Geçiş döneminde, başkent soylularının büyük toprakları kaybolur. Senyör toprakları eski genişliğini yitirir ve o zamanki metinlerde "baş" diye anılan kölelerce işlenmektedir bunlar. Bir senyörün, çoğu kadın 20 ila 30 kölesi vardı; bazı köleler yaban­ cıydı, Suriyeliydiler örneğin. Ortakçılıkların zengin öğeleri de gitgide daha etkili duru­ ma geliyorlar: Kaynaklar, "güçlü küçükler" diye adlandırıyor onları. Bunların geniş toprakları, hayvanları ve köleleri vardı; bazen senyör oluyorlardı ve yazıtlarında, doğuştan değil, kendi güçleriyle soyluluğa eriştiklerini söylüyorlardı. Böylece, bu karışık dönemde, egemen sınıfın yapısı değişir: Eski Krallıkta, genellikle başkentte oturan ve geniş toprakla­ rında özgür Mısırlıları çalışhran yüksek görevliler ön planda gelirken, egemen sınıf, toprakları daha az geniş ve kimisi ortak­ çılıkların sade üyesi olan köle sahiplerinden oluşuyordu şimdi. Bu yeni soylular, özellikle güçlü küçükler, Mısır'ın birleşti­ rilmesinden yanaydılar; böyle bir birleştirme, yalnızca sulama şebekesini düzeltmekle ve iç savaşlara son vermekle kalmaya­ cak, devlet örgütünü de güçlendirecekti; güçlü bir devletse, bu sınıfın ülkedeki durumunu güçlendirmesinin yanı sıra çevreye yayılırken kölelerinin sayısını da arttıracakh. Başlangıçta, Herakleopolis çevresinde gerçekleşti birlik. Herakleopolis'in prensleri, Memfis'e boyun eğdirdiler; güneyde de sınırlarını Abydos' a değin genişlettiler. O devirden kalma bir belge, Herakleopolis Hanedanı zamanın­ daki sosyal ilişkileri güzel anlahyor: Bu belge, Kral 111. Keti'nin, oğlu­ na öğütlerini dile getiriyor. Kralın kendisinin, belki de danışmanının yazdığı bu siyasal belgede yazar, açıkça egemen sınıfın çıkarlarını savunuyor: "Mülkü olmayan, diyor yazar, bir asidir ve kral halka karşı sert davranmalıdır." Senyörlere gelince, tahhn mirasçısı, onların mal ve yaşamlarını korumaya çağrılıyor; çünkü "onların mallarının sana yararı vardır" deniyor. Herakleopolis hükümdarının dayandığı soylular arasında "güçlü küçükler" önemli bir yer tutuyor. 111. Keti, insanları kökenlerine göre değil, değerlerine, "yeteneklerine" göre yükseltmesini öğütlüyor mirasçısına. Bu belge, 111. Keti'nin, iktidarını belli bir sınıfa dayandırdığını pek güzel gösteriyor. Ayrıca, bu iktidarın maddi desteğini de gösteri­ yor: Gençlerden kurulu bir meslek ordusu! 111. Keti'nin öğütleri, monarşik iktidar hakkında yeni bir anla­ yışı da açıklıyor: Hükümdar, yalnızca bir "tanrı" değildir arhk; iyi

84

bir çoban, halkını düşünen bir bilgedir. Metnin yazarı, Herakleopolis hükümdarını "dulun ve yetimin savunucusu" olarak sunmakta.

Ne var ki, ne meslek ordusu, ne demagoji bu hanedanın başarısını sağlayamadı: Birleştirme güneyden, Teb'li nomark­ lardan geldi. Sosyal uzlaşmazlıklar kuzeyde olduğundan daha az sivri olmalıydı orada. Mentuhotep adım taşıyan Teb'li hükümdarlar, daha o zamandan bütün Mısır' a hükmediyorlar­ dı. Tarihsel gelenek, Teb'li Mentuhotepleri XI. Hanedan'a bağ­ lar ve onlarla Orta Krallığın tarihi başlar. Doruğuna da XII. Hanedan ile ulaşır Orta Krallık.

Orta Krallığın iç ve dış siyaseti XII. Hanedan'ın kurucusu 1. Amenemhet oldu. Amenem­ het, nomarkların ayrılıkçı eğilimlerine kesinlikle son vererek güçlü bir devlet yarath. Ancak, firavunun merkezi otoritesini tanımakla birlikte, nomarklar yerel bir özerkliği de koruyorlar­ dı; idare, adalet ve maliyenin yam sıra bağımsız askeri güçler de giriyordu bu özerkliğin içine. Firavunlar, nomoslara, vergilerin toplanması ve hükümdarın işleri için adam yollanmasına göz kulak olacak temsilciler göndermekle yetinecekti; nomarklar, hükümdar için olduğu gibi, kendileri için de vergi toplayıp el emeği edinebileceklerdi. Katkılar bakımından bazı büyük nomosların ülkeleri iki bölgeye ayrılıyordu: Hükümdarla nomarkın bölgeleri. Nomarklar, firavunun emri üzerine askeri seferlerde kendisine kahlmak zorundaydılar. Ancak, bu nomarklar birer kralcık olarak hareket ediyor, kendilerini "efendi" diye adlandırıyor, adlarına mezarlar yaphrıyor, yerel tanrı­ lara da tapınaklar yükseltiyorlardı.

Orta Krallığın firavunları tüm Mısır'ı içine alan işler yapı­ yor ve önlemler alıyorlardı. Başta gelen kaygı, sulama siste­ minin onarılması ve düzeltilmesi oldu. 111. Amenemhet birçok bataklığı kuruttu ve tarıma yeni topraklar kazandırdı. Ülke çapında öteki önlemler, surların savunmasıyla ilgiliy­ di. Eski Krallığın sonlarına doğru, Arabistan' dan göçebe Sami kabileler Mısır' a girmeye başlamışlardı; doğudan gelen bu teh­ dide, güneyde Etiyopyalıların istila tehlikesi de eklendi. Sınırlar

85

güçlendirilerek bu tehlikeler önlendi. Surları savunma sürekli bir orduyu da gerektiriyordu. İçeride iktidarlarını sürdürmek için de gereksinmeleri vardı firavunların buna. Yalnız Mısırlıların kahlabilecekleri böyle bir ordu oluştu­ ruldu. Orta Krallığın firavunları, başta Fenike olmak üzere ticaret heyetleri de yolluyorlardı. Ege' deki ülkelerle de ticaret bağları kuruldu. Eski Krallık zamanında olduğundan daha faal bir tica­ ret vardı şimdi; önemli bir tacir zümresi de doğmuştu. Bütün bunlar, üretici güçleri, Eski Krallıkta olduğundan çok daha geliştirdi. Sulama sisteminin düzeltilmesi, tarıma büyük bir açılış getirirken, zanaatlar da yetkinleştiler. Orta Krallığın sonlarında alhn, değer ölçüsü olunca, zanaatların ve ticaretin gelişimi ticaret metaını sağlam duruma getirdi. Bu madenin Mısır' a akışı ise, Etiyopya' daki alhn madenlerinin elde edilmesiyle güvence allına alındı.

Sosyal ilişkiler Orta Krallık zamanında sosyal uzlaşmazlıklar derinleşiyor: Kölelik gelişiyor; köleleri olan yalnızca soylu büyük mülk sahip­ leri değildir, küçük memurların, hatta sıradan insanların da kölesi vardır. Köle el emeği, Suriye'yle, Filistin'le ve Etiyopya'yla yapılan savaşlarda alınan savaş esirleri sayesinde arhyor. Ancak, Mısır halkının büyük kitlesi, özellikle çiftçiler ne genel gönençten ne de hükümdara ödedikleri vergilerin azal­ masından yararlanamamaktadırlar; çünkü nomarkların özerk­ liği, onların üzerinde hem firavunun hem de nomarkların çifte boyunduruğudur. Bundan dolayı da köylülükte -görülür derecede- bir yoksullaşma vardır. Onların sefaleti, devrin edebi eserlerinde dile getirilmektedir: Açlık, çiftçinin kulübesi önünde fır dönmekte; ne denli çok çalışırsa çalışsın geçimini sağlama­ ya yetmemektedir bu. Herkes onu soymakta, pazara götüre­ ceği zahireyi, eşeğini ve arpasını elinden almaktadır; acımasız dövülmekte, bağırması bile yasaklanmaktadır. Yolsuzlukları ve uğradığı acı şeyleri yakınacak bir adalet makamı bulamamak­ tadır hiçbir yerde; yüksek görevliler yanında bile yakınmaları dinlenmez olmuştur. Zanaatkarların, dokumacıların, demircilerin, taşçıların durumu da aynıdır; hepsi de sevinci olmayan bir yaşama, insan 86

gücünü aşan bir çalışmaya, yoksulluk ve açlığa mahkumdurlar. Mutlu olan yalnızca memurlar ve katiplerdir; vergi borçlularını el emeğinin listelerini düzenlemekte ve tahsildarların, hüküm­ darın işyerlerine bakanların ve nomarkların yanı sıra dolaşmak­ tadırlar. Moeris Gölü yakınlarında, bugünkü Kahun kenti dolayında, Fayyum' da bir kentte yapılan kazı, bir yoksullar mahallesini gün ışığı­ na çıkarth: Küçük dükkancıların, zanaatkarların ve öteki çalışan insan­ ların oturdukları bu mahallede, hepsi de birbiri üstüne yığılı kerpiçten küçük evlerde yaşıyorlardı. Rahiplere ve memurlara ayrılan komşu mahallelerdeyse, kuşkusuz bağlı ve yemişli geniş bahçelerin ortasında

50-70 odalı evlere rastlıyoruz. Kentlerde çok büyük sayıda zanaatkarın görülüşü, iş aramak üzere kırsal kesimi terk etmiş yoksul köylülerin varlığının kanılı. Kahun'da zenginler mahallesi emekçilerinkinden kalın bir duvarla ayrılmışh ve güçlü askeri bir birlik koruyordu ken­ dilerini mutlaka.

Orta Krallık Mısırında hüküm süren gergin havayı göste­ rir bu görünüm. Güçlüler ezilen çiftçilerin, zanaatkarların ve kölelerin bir başkaldırısından korkup duruyorlardı. Ayakları­ nın alhndan toprağın kaydığını, firavunun "tanrısal" iktidarına bağlılığın, doğrudan doğruya tanrılara karşı korkunun zayıf­ ladığını görüyorlardı. Resmi din, tantanalı törenleri ve sayısız rahipleriyle yabancıydı halka. Rahipler de köylü ve kölelerin sırhndan, tapınaklar adına alınan vergilerle yaşıyorlardı. Bu gerilim, M.Ö. 18. yüzyılın ortalarında, XII. Hanedan' dan az sonra, Orta Krallığın çöküşüyle sonuçlanan karışıklıklara yol açtı sonunda.

Köylülerin ve kölelerin başkaldırısı XII. Hanedan' ın son büyük hükümdarı 111. Amenemhet' in ölümünün hemen arkasından karışıklıklar patlak verdi. Yerine geçenlerden biri dokuz yıl hüküm sürdü, öteki dört yıl ve arka­ sından XII. Hanedan söndü. Bu konuda aydınlık hiçbir bilgimiz yok. Parça parça bilgiler hükümdarların kısa sürelerle birbirini izlediğini gösteriyor; hatta bunlardan biri ancak üç gün hüküm sürer; aralarından biri de, Mer-meshu, yani "askerler" in şefi diye adlandırılıyor.

87

Edebi eserlerin dile getirdikleri olaylar belki de bu devir­ le ilgilidir. Bu edebi metinlerden biri, Nefertiti'nin Kehanetleri, öteki de Bir Bilgenin Uyarısı adını taşıyor. Bu sonuncusunun yazarı, hükümdara bilgi olsun diye yazıyor yazdıklarını ve olayların hayli canlı bir tablosunu çiziyor. Yazar İppur'a göre, bu korkunç felaketler kötü bir yönetimin, tanrılara olan saygı­ nın ve dinin emrettiği görevlerin unutulmasının sonucu olarak çökmüştür Mısır'ın üzerine. Bir Bilgenin Uyarısı köylülerin, zanaatkarların ve kölelerin bütün Mısır'ı saran kitle halindeki bir başkaldırısından bahseder. Başkal­ dıranlar, hiçbir şeyi olmayan sefil insanlardır; hükümdarı esir alır, zenginleri kaşanelerinden kovalar; firavunların mumyalarını mezar­ larından fırlahr atar, tapınakları işgal eder ve ayinlere son verirler. Hükümdarın, senyörlerin ve ruhban zümresinin ambarlarını ele geçirip ve içlerindeki bütün buğdayları ulusal mülkiyete tabi ola­ rak ilan ederler. Zengin evlerine yerleşen başkaldıranlar efendilerin giysilerini giyer, takılarını takar ve onları da kendileri için çalışmak zorunda bırakırlar. İppur'un deyişine göre, "toprak bir çömlekçi çar­ kı gibi döner". Başkaldıranlar adalet sarayını alırlar, evrakı yakar, kanun tomarlarını sokaklara atar, katipleri ellerindeki ürün listeleriy­ le birlikte öldürürler. Bütün bunların sonucunda, hükümdar gelirsiz, tapınaklar da sungusuz kalır. Ne yazık ki kaynaklar, devrilmiş firavunları yerlerine yeniden hangi gücün getirdiğini bildirmiyor.

Mısır' ın zayıflamasından yararlanan Asyalı göçebe kabile­ ler, M.Ö. 1 710 yılına doğru, Nil Vadisi'nin kuzeyini istila ettiler: "Hiksoslar" diye adlandırılıyor bu fatihler. Hükümdarlarının başkenti, Aşağı Mısır'da Avaris'ti. Hiksoslar Mısırlıları ağır vergilere bağladılar, köylüleri de köle haline getirdiler. Ancak, yerli soylular karşısında hoşgörülü davrandılar; güneyde ve bir ölçüde de kuzeyde iktidarı -kendi denetimlerinde olmak üze­ re- eski yöneticilere bırakhlar. Tapınakları yağmalayıp bazıla­ rını da yakıp yıkhlar. Hiksosların boyunduruğu, Mısır'da yüz yıldan fazla sürdü ve ancak Yeni Krallığın ilk firavunları onları Mısır' dan söküp atabildi.

88

YENİ KRALLIK

Hiksosların kovulması ve Mısır'ın birleştirilmesi Kurtuluş hareketi güneyde başladı; Hiksosların iktidarı, kuzeyde olduğundan daha az sağlamdı güneyde. Ulusal bir hareket oldu bu; başını da Teb kralları çekti hareketin. önceleri, güneyde bulunan hükümdarlardan hiçbir destek görmediler; ancak, halk milislerinin yardımıyla hem rakiplerine, hem Hik­ soslara karşı çarpışarak hareketi yürüttüler. Halk da hareketi başlatan Teb Kralı Kames'in anısını yıllar boyu sakladı. Uzun ve zorlu bir mücadeleden sonra Mısır, M.Ö. 1500 yılı­ na doğru, Teblilerin hükümdarı 1. Ahmes'in yönetiminde bütü­ nüyle kurtarıldı. Ahmes, güneydeki asi şeflere boyun eğdirdi; sonra kuzeye yürüdü, Hiksoslan bozguna uğrath, Avaris'i aldı ve ülkeyi istilacılardan temizledi. XVIII. Hanedan başlar onun­ la ve bu hanedan zamanında ise, birleşmiş Mısır, gücünün ve uygarlığının doruğuna çıkar. Yeni Krallık zamanında Mısır' ın birleştirilmesi üretici güç­ lerdeki gelişmeyle at başı gider; üretim araçları yetkinleşir, tarı­ mın verimliliği artar, zanaatlar gelişir. Özellikle önemli olan bir iktisadi etken, tuncun yayılması olmuştur. XVIII. Hanedan' dan başlayarak tunç, meta üretiminde taşı ve bakırı saf dışı bırakır. Tarım ve zanaatlar gelişirken ticaret de sağlamlık kazanır ve ülke içinde yayıldığı gibi, sınırların dışına da taşar. 1. Ahmes'in Hiksoslara ve ayrılıkçı senyörlere karşı mücadelesinde halk hareketinden yararlanması da Mısır'ın birleştirilmesi ve iktida­ rın güçlenmesini destekler. Ahmes, eyaletlerin başında yalnızca uysal nomarkları bırakh ve onları, yerlerini mirasçılarına bıra­ kamayan basit birer yönetici durumuna getirdi; öteki görevle­ reyse, firavun, bildiklerini ve gözdelerini atadı. Böylece, XVIII. Hanedan zamanında Mısır'ın yönetimi mer­ kezileşmiştir. Ahmes, orduyu da yeniden örgütler ve bütün ülkeye yayar. Savaşçılar, firavunun ücretli askerleridir ve subaylara, aynca küçük bir toprak parçası da verilmektedir. Askerler, tarım kesimin­ den ve kentlerden olmak üzere, Mısır halkı arasından alınmaktadır; gönüllüler de vardır. Böylece oluşturulan birlikler, piyadeyi meydana

89

getirmektedir; bu piyade, Eski ve Orta Krallık zamanından şu bakım­ dan farklıdır ki, askerlere devlet bakmaktadır ve silahlarını da devlet vermektedir. O zamana değin bilinen bütün silahlar, yay, mızrak, han­ çer yetkinleştirilmiştir, kılıç da ortaya çıkmıştır. Başlıca yenilik, savaş arabalarından oluşan bir birliktir; bunların sürücüleri özellikle soylular ve zenginlerdir. Savaş arabaları okuluna girmek için etkili kişilerin yakınlan olmak gerekiyordu.

Ordunun yeniden örgütlenişi, Ahmes' e Mısır dışına sefer yapma olanağı da verir. Onun seferleri, XVIII. Hanedan'ın fetih­ lerinin başlangıcıdır. Güçlü bir askeri devletin ortaya çıkmasını sağlayacakbr hepsi de. Ordu, hükümdar iktidarının dayanağıdır.

Fetihler ve sosyal sonuçları Ahmes' in Mısır' ın birleştirilmesinden sonraki seferleri, fetih ve yağma amacını taşıyordu. Hiksoslann arkasından, firavun Asya topraklarına girdi. Ahmes'i izleyenler, Nübye'yi aldılar ve orada da kalmayıp Filistin' e ve Suriye' ye değin uzan­ dılar. Amaçları da Fenikelilere ve öteki devletlere boyun eğdirip ticari yolla değil, vergi yoluyla o ülkenin elinden albnı, gümüşü, keresteyi, hayvanları ve köleleri, düzenli olarak ve bolca almak­ h. Ganimetten, köleci toplumun tepesindeki firavun ve çevre­ sindekiler kadar askerler de yararlanıyordu. Filistin ve Suriye fethini, 111. Thutmosis (M.Ö. 1525-149 1 ) tamamladı. Thutmosis, kuzeyde Fırat' a değin uzandı. Suriye ve Filistin'in fethi, Mısır'ı Ortadoğu'nun en güçlü devlet­ lerinden biri durumuna getirdi. Babil' deki Kassit Kralı ile Hitit Kralı,

III. Thutmosis'e görkemli armağanlar gönderdiler. Suriye ve Filis­ tin'in yağmalanmış zenginlikleri Mısır' a akmaya başladı. Boyun eğdirilmiş prenslikler ve krallıklar da yıllık vergiye bağ­ lanmışh. Ganimetin bir bölümü orduya gidiyordu; ancak, aslan payını ve tüm vergileri ise firavun alıyor ve istediği gibi dağıhyordu. Başta tapınaklara gidiyordu bunların çoğu, özellikle de Teb'deki resmi tanrı Amon'un tapınağına. Bir o kadarı da firavunun hazinesini ve ambar­ larını dolduruyordu.

90

Ancak, bütün bu zaferlere karşın III. Thutmosis, Suriye ve Filis­ tin'i sağlam biçimde elinde tutamıyordu. Bu ülkeler uzaklı ve Nil Vadisi'yle aralarına da çöller giriyordu. Öyle olunca da zaman zaman patlak veren başkaldınları baslırmak için sefer düzenlemek gereki­ yordu. Thutmosis'ten sonra bu seferler sürecektir. Asya'daki seferle­ rinin dışında III. Thutmosis, Nil ötesinde Balı'ya doğru da ilerleyip Libya'run bir bölümüne boyun eğdirdi. Hükümdarlığının sonunda, Mısır'ın sınırlarını güneyde dördüncü çağlayana değin genişletmişti.

III. Thutmosis'in zamanındadır ki, Mısır'da askeri nitelikte

devlet kurulur. İki yüzyıla yakın sürdü bu devlet; ancak, ikinci yüzyıldan başlayarak çetin bir mücadele vermek zorunda kaldı. Bu oldu kendisini çökerten de. Nasıl? Gerçekten, XVIII. Hanedan firavunlarının saldırı siyaseti, devlet örgütünün genişlemesiyle sonuçlandı. Eski hükümet sis­ temi yeni koşullara uymadığından değiştirildi. Bir vezirlik yeri­ ne iki vezirlik kabul edildi: Biri güneydeydi bunun, öteki kuzey­ de. Ancak, güney vezirinin üstünlüğü vardı ve tüm ülkeyi içine alan temel sorunlarda o karar veriyordu. Kendisine kalabalık bir memur ve katip kitlesinin yardım ettiği vezirlik makamı, tüm devlet dairelerini topluyordu içinde: İdare, sulama, taşın­ maz mallar, adalet, maliye, ordu. Bütün devlet daireleri, yerel otoriteler vezire düzenli aralıklarla rapor sunmakla yüküm­ lüydüler. Vezir başvuruları inceliyor, önemli işlerde doğrudan kendisi karar veriyor, taşınmaz mallar üzerindeki uzlaşmazlık­ ları çözüyor, vasiyetnameleri onaylıyordu. Taşınmaz mallarla ilgili uzlaşmazlıklar özellikle önemliydi. Bütün topraklar yeniden firavuna bağlanmıştı çünkü. Fetihler sosyal ilişkiler üzerinde de önemli değişiklikler yaptı. Önceliği paylaşan iki grup vardı: Birinci grupta, saray soy­ luları ile ruhban zümresi yer alıyordu. Ruhban zümresi, halkın ve fethedilen ülkelerin sırtından, akla durgunluk verecek derecede zenginleşmişti; fazla olarak, mülklerinin genişlemesi oranında otoritesi de artmıştı. Toprakların büyük bir bölümü tüm halkıy­ la beraber tapınaklara terk edilmişti. Böylece tapınaklar, büyük mülk sahipleri olup çıktılar. İçlerinde en çok destekleneni, Teb' deki Aman Tapınağı, mülkü­ ne mülk kalıyordu durmadan. Onun öteki tapınaklardan farklı tutul­ ması, Mısır'ın sonraki tarihinde büyük rol oynadı.

91

İkinci yönetici grup, askeri kast idi. Orta ve yüksek düzeyde subaylardan oluşuyordu bu kast. Firavunun merkezi idarenin ve sarayın yüksek makamlarına seçtiği yüksek subayların iç politika üzerinde etkili olma olanakları vardı. Orta ve bazen de alt rütbedeki subaylar, hizmetlerine karşılık toprak alıyorlardı ve büyük bir sayı oluşturduklarından, hükümdar iktidarı için de hatırı sayılır bir destektiler. Firavunların onların arzuları kar­ şısında dikkatli olmaları pek doğaldı bu bakımdan. Köylülerin durumunda esaslı bir değişiklik yoktu. Ortakçı­ lığın üyeleri, vergi ve hükümdarla tapınaklar hesabına angarya altında eziliyorlardı. Fetihler, fatihleri büyük ölçüde yeni tapı­ nak ve saray yapımına götürdüğünden daha da ağırlaştırmıştı bu boyunduruğu: Mısır, yıkıntıları bugün de gözleri büyüleyen dev yapılarla, görkemli ve benzersiz güzellikteki eserlerle süs­ lenmişti. Ancak, Yeni Krallığın köylüleri için bunlar, kahırlı işlerdi ve zorla yaptırılmışlardı. Vergiler de aynı acımasızlıkla alınıyordu. Savaş esirleri ve fethedilen ülkelerin insanları, kölelerin sayısını yükseltip duruyordu; on binlerle ölçülüyordu sayıla­ rı. Köleler de eşit olmayan bir biçimde dağıtılıyordu: Büyük çoğunluğunu hükümdar ve tapınaklar alıyordu; saray soy­ luları ile askeri aristokrasinin de elinde hayli köle vardı. Her sefer sonunda firavun, savaş esirlerini büyük bir cömertlikle dağıtıyordu. Belgelerin gösterdiğine göre, sıradan askerlerin, çiftçilerin ve zanaatkarların iki ya da üç kölesi vardı. Tarlalarda kullanılıyordu köleler; madenlerde, yük taşımalarında, tapınak hizmetlerinde kullanılıyordu. Fetihler, firavunla Amon rahiplerinin tekelindeki dış ticare­ ti de destekledi. Ticaret güneye, Karadeniz' e, Ege adalarına özel heyetler yol­ lanarak yapılıyordu. Filistin'le Suriye'nin fethinden beri firavunla rahiplerin oralardan istedikleri her şey yıllık vergi olarak yollanı­ yordu. Fenike'de yalnızca Tyr [Sur] kenti, Mısır'la ticari ilişkilerde bulunma hakkını korudu.

Firavun ve tapınaklar, yağma ürünlerini, tacirlerin Babil' den, Kıbrıs'tan, Girit'ten ve öteki Ege adalarından getirdikleriyle değiş tokuş yapıyorlardı. Tacirler de firavuna ve "tanrı Amon"a bir şey sunmakla yükümlüydüler; ancak kalanı dışarda satabi-

92

lirlerdi. Bu ise ne öteki tapınakların rahiplerinin hoşuna gidi­ yordu ne de tacirlerin. Tacirlerin sayısı da Yeni Krallık devrinde hatırı sayılır derecede artmıştı. Sonradan görmeler, savaşların zenginleştirdiği eski küçük köle sahipleri köhnemiş saray soy­ lularıyla ruhban zümresine muhalefet ediyorlardı. Böylece, 111. Thutmosis zamanının Mısır toplumunda sosyal uzlaşmazlıklar, yalnızca köle sahipleriyle emekçiler arasında değil, köle sahipleri arasında da keskinleşmişti.

Dinde reform ile sosyal ve siyasal mücadele fil. Thutmosis'i izleyen firavunlar zamanında Mısır'da içten içe bir siyasal bunalım oluşur. Fethedilen Asya ülkelerinin kral­

cıkları arasında bir savaş patlak verir. Suriye'ye kuzeyden Hititler ilerlemektedir. Firavunun yöneticileri, elde yeterli güç olmadığın­ dan, birbirlerine giren kralcıklara bir şey yapamazlar. Firavunlar da çok sayıda asker gönderemez durumdadırlar. Suriye'ye de asker yollayamazlar, çünkü ülke içinde hava gergindir. m. Ame­ nofis'in saltanabnın sonlarından başlayarak toplumun çeşitli kat­ ları, pek etkili hale gelmiş Amon rahiplerine karşı hoşnutsuzluk­ larını açıktan açığa belli ebnektedirler. IV. Amenofis (M.Ö. 14241388) muhalefetten yana oldu ve onun yardımıyla, hükümdarlık otoritesini Amon rahipleriyle köhnemiş soyluların baskısından kurtarmayı denedi. Bu köhnemiş soylular için tanrı Amon kültü önemli bir ideolojik dayanaktı ve nomoslara da özerkliklerini geri vermeye çabalıyordu bu sınıf. Firavuna gelince, iktidarın yalnızca siyasal bakımdan değil, dinsel yönden de bütünlüğünü savunuyordu. Mısır ordusunda piyadeyi oluşturan özgür halk kitlesiyse, bu tasarısında destekliyordu onu; halk, kendi gelece­ ğini düzeltmeyi umut ettiği gibi, soyluların ve rahiplerin ellerin­ deki mallara el konulmasının da hesabı içindeydi. IV. Amenofis, o günkü koşullarda, dinde bir reforma başvur­ madan ulaşamazdı amacına. O yola başvurdu nitekim. Firavun, Amon'un karşısına, halk arasında pek tutulan güneş tanrısı Ra'yı çıkarmayı denedi önce. Kendini Ra'run büyük rahibi atayıp Teb' de onun onuruna bir tapınak yaphrmaya girişti. Ancak, bu tanrının kültü, verimi pek az olan Heliopolis bölgesine bağlı oldu­ ğundan, hiçbir başarı kazanamadı. IV. Amenofis'i, tüm ruhban züm-

93

resi ve geleneksel tanrılar kültüyle bağlarını koparıp güneş yuvarlağı Aton'u bütün Mısır'ın tek tanrısı olarak yüceltmeye götürdü bu. Bu kültü getirmenin gerekçesi olarak da güneşin bütün dünyayı aydın­ lattığı ve ısıtbğını gösteriyordu. Hükümdarın kendisi de -Aton' a yararlı, onun hoşuna giden anlamında- Akhenaton" adını aldı; eski /1

tapınakları kapattı ve bütün Mısır' da Aton için tapınaklar yapbrdı. Teb'i de bırakarak, eskisinin 300 kilometre kuzeyinde -bugünkü Tell Amama'ya yakın bir yerde- yeni bir başkent yapbrdı ve -Aton'un ufku anlamında- Akhetaton" diye adlandırdı onu. Aton için asıl /1

tapınak da orada yapıldı. Firavun da başrahibi oldu onun.

Din politikasındaki bu ani dönüşüm, rahiplerin ve eski soy­ luların azgın direnişiyle karşılaşh. Firavunun mücadelesinde, paralı askerlerden oluşan ordusu ile -laikleştirilen toprakların bir bölümünü elde etmiş bulunan- yeni soylulardı bağlaşıkları. Durumlarında bir düzelmeyi umut eden köylüler, yaşamlarının daha da kötüye gittiğini görmekte gecikmediler ve reformcudan yüz çevirdiler. Aton kültü ile sarayın korkunç giderleri hazineyi yiyip tüketiyordu; fetihlerin durmuş olması nedeniyle, ganimet ve yabancılara yükletilen vergilerin de kaynağı kurumuş oldu­ ğundan, köylüleri sömürme daha da yoğunlaşmışh. Amon ve öteki tanrıların rahipleri, halkın hoşnutsuzluğunu körükleyip, tanrıların gazabı, ülkeyi tehdit eden felaketler üstüne "kehanet­ ler" yayıp duruyorlardı. Akhenaton'a karşı soylular tertipler düzenliyorlardı; halk ise başkaldırıyordu. Firavun, askerlerine dayanarak, vahşi­ ce bashrdı bu başkaldırıları, az sonra da öldü ve kendisinden sonra gelene karışıklık içinde bir imparatorluk bırakh. İçeride ayaklanmalar birbirini izliyordu; Hititler Suriye'nin kuzeyini ele geçirmişlerdi ve oradaki kralcıklar da birer ikişer Mısır' dan kop­ muştu. Akhenaton' un ölümünden üç ya da dört yıl sonra yerine geçen Tutankaton, Amon rahipleriyle uzlaşmak zorunda kaldı; Teb'e döndü ve adım da TutankAmon olarak değiştirdi. Karı­ şıklıklar onun ölümünden sonra da sürdü. Onlara son veren, eski soylu bir aileden gelen, Mısırlı General Horemheb oldu. Amon rahiplerinin yardımıyla tahta çıkh ve XIX. Hanedan'ı kur­ du. Horemheb, imparatorluğa barış getirmek için sert önlemler aldı ve dinde tam bir restorasyona girişti. Akhenaton lanetlendi, onun ve Aton'un adı her yerden silindi; Akhetaton kenti boşal-

94

dı, terk edilmeye bırakıldı. Amon tapınakları mülklerini yeniden ele geçirdiler; eski tanrılar kültü tekrar kuruldu. Akhenaton'un reformu başarısızlıkla sonuçlandı; yüzeysel­ di çünkü. Bir avuç Aton rahibiyle, yeni soyluların dar çevresinin dışında, Mısır toplumunun hiçbir katı yararlanmıyordu ondan.

Yeni Krallığın çöküşü XIX. Hanedan'ın çabaları, Mısır'ın Suriye' de, Filistin' de ve Nübye'nin güneyinde egemenliğini yeniden kurmak olmuştur. Özellikle Nübye'de Akhenaton zamanında başkaldırılar olmuş­ tu. I. Seti ve II. Ramses, Filistin ve Suriye' de büyük savaşlar yap­ tılar. Yalnızca Mısırlı birliklere değil, Libyalı ve Suriyeli paralı askerlere de dayanıyorlardı. Onların ücretini de daha önceden birikmiş sınırsız buğday, altın ve gümüş stokundan ödüyor­ lardı. Ücretli ordu sistemine geçiş, göstermektedir ki, Mısırlı­ lar arasında asker bulmak güçleşmiştir ve emekçiler firavunla rahiplerin iktidarına düşmanlıklarını belli etmektedir. I. Seti, Akhenaton zamanında Mısır' dan kopmuş olan Tyr' e yeniden boyun eğdirdi ve Suriye'yle deniz ilişkisini kurdu, son­ ra da Filistin'in kuzeyini ve Lübnan bölgesini yeniden fethetti. Daha da kuzeye ilerlemeyi tasarlıyordu. Yerine geçen il. Ramses (M.Ö. 1317-125 1 ) bu tasarıyı gerçekleştirmeye kalktı. Aslında çetin bir işti bu; çünkü bütün Suriye, güçlü ve savaşçı bir has­ mın, Hititlerin elinde bulunuyordu. il. Ramses'in ilk seferi başa­ rısızlıkla sona erdi; ordusu Kadeş' te yenildi ve kendisi bile esir düşeyazdı (M.Ö. 1312). İkinci seferin sonucu daha mutlu oldu: Firavun, Orontes'in yukarısına kadar çıktı ve orada tutundu. Bu arada, Hitit İmparatorluğu'nda bir taht kavgası patlak vermiş­ ti; Hattuşili il. Ramses'le bir antlaşma yapmak zorunda kaldı. (M.Ö. 1296). Bu antlaşmaya göre taraflar, barış içinde yaşamaya ve birinin saldırıya uğraması halinde karşılıklı yardımlaşmaya karar veriyorlardı. Antlaşma, firavunun bir Hititli prensesle evlenmesiyle de mühürlendi. Ancak, bu zafer Mısır'ın Suriye üzerindeki iktidarını sağlamadı. Suriyeli ve Filistinli kralcıkla­ rın başkaldırıları, il. Ramses' ten sonra gelenler zamanında da sürdü durdu; Arabistan' dan olduğu gibi Ege adalarından da (Pelasgoslar ya da "deniz halkları" ) yeni istila dalgaları geliyor­ du. M.Ö. XII. yüzyılın ortalarında Suriye ile Filistin Mısır' dan bütünüyle koptu.

95

il. Ramses'in ölümünden sonra firavunun iktidarı Mısır' da

da zayıfladı. Yalnız, doğrudan mirasçısı Merneptah otoritesi­ ni sürdürebildi ve Pelasgosların saldırısını püskürtüp tahhnı korudu. Ondan sonraysa, ülke karışıklıkların ve anarşinin kucağına düştü: "İsteyen istediğini yapıyor", senyörler nomoslarda mut­ lak yetkili olarak hareket ediyorlardı. Beş yıl süren iç savaşlar­ dan sonra tahta Setnakht çıkh. Setnakht, XX. Hanedan'ı kurdu. Bu hanedanın firavunla­ rı da Amon kültü politikasını izlediler ve Asya bölgesindeki ayrılıkçı hareketlerle -boşa çıkan- mücadelelerde bulundular. Bu devirde, eskinin o masalsı hazineleri de suyunu çekmişti zaten; öyle zaman olmaktadır ki, angaryaya çağrılmış köylüler çalışmayı reddetmektedir; çünkü istediklerini alamamaktadır­ lar. Teb'de tapınak yapımlarında böyle durumlara rastlandı. Sonunda, açlığın ve haksızlıkların çileden çıkardığı köy­ lüler başkaldırdılar. Firavunun iktidarı giderek zayıflıyor­ du; Amon rahibininkiyse günden güne güçlenmekteydi. XX. Hanedan'ın hüküm sürdüğü yılların ortalarına doğru Amon rahiplerinin 80.000 kölesi, büyük rahibin bir ordusu, yığınla görevlisi vardı: Başrahiplik de babadan oğula geçer olmuştu. Eskiden başrahip, ilke bakımından da olsa, kendini hüküm­ dara bağlı duyardı; şimdiyse doğrudan doğruya Amon' dan iktidarını aldığını ve hükümdardan bağımsız olduğunu düşü­ nebilmektedir. Firavunun mutlak iktidarı zayıfladıkça, yerel soyluların otori­ tesi artmaktadır: Rahiplerin, yüksek görevlilerin ve tacirlerin. Sefalete düşen köylülerin elinden topraklar sahn alınarak, kimi zaman da el konularak özel mülkler genişlemektedir. Bunun sonucu olarak da tarım ortaklıkları hızla dağılmakta, toprakta özel mülkiyet yerleşmektedir. Aralarına -her zaman olduğu gibi- kölelerin de karışhğı köylü başkaldırıları birbirini izlemektedir.

Son devir Merkezi idarenin zayıflaması, nomos soylularının ve bazı rahip topluluklarının giderek artan bağımsızlığı Mısır'ın yeni­ den parçalanışıyla sonuçlandı. Uzayıp giden savaşlar daha da zayıflath onu.

96

M.Ö. 1 1 . yüzyılda XXI. Hanedan'ın firavunu olan, Amon'un büyük rahibi Herihor ülkenin tümüne egemen değildi. Kuzey nomoslarının kendi kralları vardı. 10. yüzyılda yeniden bir birleşme oldu. Ancak, yabancı egemenliğindeydi bu. Ücretli ordunun gitgide artan rolü, tahh, Mısır hizmetindeki Libyalı bir generale teslime götürdü: 1. Şeşank firavun oldu. Libyalı güçle­ rin gelişi, imparatorlukta bir anlık bir istikrar sağladı. Şeşank' ın kendisi de Filistin' de sonucu başarılı bir savaş yaph; çeşitli yapılar, özellikle kaleler diktirdi. Ancak, ondan sonra gelenlerin zamanında mücadele yeniden başladı ve Mısır çeşitli bağımsız dev!etler halinde parçalandı. Bu zayıflamadan yararlanan Nübyeli hükümdarlar 8. yüz­ yılda Mısır'a boyun eğdirdiler. Nübye devleti de Mısır'ın etkisi alhnda gelişmiş olduğundan, bu hükümdarlar, Libyalı firavunlar gibi yeni hiçbir şey getirmediler Mısır' ın yaşamına. Nübyeli hanedanın zamanında Assurlular saldırdı Mısır'a ve ele geçirdiler (M.Ö. 671 ). Ancak, Assur egemenliği geçici oldu ve Mısırlılar ilk fırsatta bağımsızlıklarını elde ettiler. Assurbani­ pal zamanında Assurlular iki kez yakıp yıkh Mısır'ı ve Nübyeli hükümdarlarla kuzeydeki nomoslar arasındaki mücadeleden yararlanarak bir süre sürdürdüler egemenliklerini. Mısır' daki bu küçük devletler arasında en güçlüsü, Delta' da, Sais kenti dolayında Assurluların yardımıyla oluştu. Assur'un bir zayıf anını yakalayarak, Sais kralı 1. Psammetikhos (M.Ö. 654-61 1'e doğru) Assurluları Mısır'dan kovdu ve ülkeyi birleştirdi. Psammetikhos, Akdeniz'in doğu ülkeleriyle, özellikle Yunanistan'la yoğun ticaret ilişkileri kurdu. Mısır, Yunanistan'a buğday salıyordu. Yığınla Yunan taciri ve paralı askeri Mısır' a geldi ve orada koloniler kurdu. "Sais Dev­ ri" diye anılan ve kısa süren bu ahlım döneminde ticaret üretimi gelişir, para tedavülü başlar, zanaatlar ilerler. Yunanistan ve Anadolu devletleriyle ticaret ve kültür alışverişinin büyük kat­ kısı olur bu gelişmede. Mısır' ın zayıflığı firavunlara fatih olarak hareket etme olanağını vermediği için, Sais devri firavunlarının dış politikası, büyük devletlerle anlaşmalar yoluyla, Mısır'ın saygınlığını arttırmak amacına dönük olmuştur. En faal dış politika da 11. Nekao'nunki oldu. il. Nekao (M.Ö. 61 1-595'e doğru) Mısır'ın ticaretini komşu ülke­

lerle yoğunlaşhrdı. Nil' den Kızıldeniz' e bir kanal açılmaya başlan-

97

ması onun hükümdarlığına rastlar. Nekao, askeri anlaşmalarla Filis­ tin' de, Suriye' de ve Orta Fırat bölgesinde köprü başları elde etmeye kalktı. Ancak, Mısır'la Assur'un birleşik güçleri -Karkamış'ta- Babil­ lilere yenildi ve bunun sonucunda Ortadoğu' da hegemonya Yeni Babil Krallığı' na geçti.

Soyluların ve rahiplerin giderek artan gücü, Sais devri fira­ vunlarını, tacirler ve ücretli askerler yanında bir destek aramaya götürdü; bu da onların dış politikasında Yunanseverlik akımını doğurdu. Ancak, yabancı tacirlere, özellikle Yunanlılara tanınan büyük ayrıcalıklar ve ücretli ordunun korkunç giderleri Mısır halkında hoşnutsuzluk yarath ve ayaklandırdı onu. Başkaldı­ ranların kumandasını almış olan firavunun bir generali, ücretli askerleri yendi ve II. Ahmes (Amasis) (M.Ö. 569-525) adıyla tahta oturdu. Aslında il. Ahmes de Sais Hanedanı'nın gelenek­ sel politikasını sürdürerek Yunanistan'la bağları sıkılaşhrdı ve Mısır' da Yunan kolonilerinin yerleşmesini destekledi. Yeni Babil Krallığı'yla, Ortadoğu' daki öteki devletlerin Perslerce yıkılışı, Mısır'ın dış politikasına -bir süre için- canlılık getirdi. Firavunun birlikleri yeniden Filistin' e girdiler; ancak, kısa süren başarılar oldu bunlar. il. Ahmes'in yerine geçen III. Psammetikhos' un iktidarının ilk yılından başlayarak, iç savaş­ ların paramparça ettiği Mısır'ı Persler, firavunun ordusunu Pelus'ta bozguna uğratarak (M.Ö. 525) işgal edip bağımsızlı­ ğına son verdiler. Gelişmesini Yunanistan'la ticaret ve siyaset ilişkilerine borçlu olan Sais devri Mısır uygarlığı, karşılık olarak Yunan uygarlığı üzerinde büyük etkilerde bulundu. ESKİ MISIR UYGARLIGI Mısır halkı, uzun tarihi boyunca, görkemli bir uygarlık yarath. Hayran olunacak edebi metinleri onlara borçluyuz. Yapılar, heykeller ve resimler, Eski Yunan'ınkiler gibi, bugüne değin modellik ettiler. Mısır halkı, birliğini ve kendine özgü çizgileri sürekli koru­ duğundan, eski Mısır edebiyatı ve sanahnda sağlam gelenek­ ler oluştu. Nil' de ve denizlerde tehlikeli ve serüvenli seferler insanların imgelemini besliyor, ufuklarını genişletiyor ve laik bir edebiyatın gelişmesine katkıda bulunuyordu. Bunun gibi, yapılarda kullanılacak taşların ve alhn, abanoz, fildişi gibi öte98

ki değerli maddelerin bolluğu da mimarlığı, heykeli ve başka uygulamalı sanatları destekliyordu. Eski Mısır uygarlığını, köleci soylulara vergi bir şey ola­ rak görmek yanlışhr. Öyküler, serüven metinleri, aşk şiirleri ve öteki edebi türler, kaynaklarını zengin bir folklordan aldılar kuşkusuz. Görsel sanatlarsa, ilkel topluluk devrine kadar çıkan halk sanalı geleneklerine dayanıyordu bütünüyle. Bu sanatların örnekleri, halkın içinden çıkmış ustaların eserleriydiler.

Din Mısır dini Babil dinindeki gibi bir ikiliği ortaya koyuyor. Bir yanda, rahiplerin köleci rejimi sağlamlaşhrmak amacıyla bir yığın soyut düşünceyle donathkları "büyük" tanrılar kültü ve ona uygun bir mitoloji var; öte yanda, belli bir noktaya değin resmi dine bağlı, mitosları ve törenleriyle tarımcı halkın dini. Her nomosun bir tanrısı, çifte tanrısı, hatta bir üçlü tanrısı vardı. Kültleri, ilkel topluluğun ilk zamanlarına değin uzanı­ yor bunların; çünkü bu nomosların tanrılarının eski totemlerle yakınlıkları açık. Yerel tanrı belli bir hayvana bağlıydı ve birçok nomos hayvan adı taşıyorlardı: Timsah nomosu, Ceylan nomo­ su, Koç nomosu, Şahin nomosu, Tavşan nomosu vb. Çok kez, hayvanlar kültü saf biçimiyle varlığını sürdürüyordu: Örneğin Memfis'te, tanrı Phtahhotep'i temsil eden Apis adlı öküze tapı­ yorlardı; Thinis'te şahin Horus'e. Tanrıları ve tanrıçaları hay­ van biçiminde ya da bedeni insan, başı hayvan varlıklar olarak göstermek adetti. Bu noktada, resmi din halk diniyle birleşiyor­ du; çünkü Herodotos'un anlathğına göre, hayvanlara tapmak bütün Mısır' da yaygın bir adetti. Ve bu kült, Mısır tarihinin sonuna değin sürdürüldü. Ancak, nomosların tanrılarının hepsi de aynı saygınlık­ tan yararlanamıyorlardı. En geniş, giderek siyasal ağırlığı da olan nomosların tanrıları, ulusal tanrılar sırasına girebiliyordu. Memfis' te Phtahhotep, İonou' da (Heliopolis) Ra, Abydos' ta Osiris, Thinis'te Horus, Teb'de Amon böyleydi. Güneş tanrısı Ra, bitki ve bereket tanrısı Osiris ve İsis'te olduğu gibi bazıları pek eskilere çıkıyor ve halk dininde de yerlerini koruyorlardı. Ötekilerse, sıfatlarını din kitabından ve ruhban takımından alı­ yorlardı; böylece Phtahhotep, dünyanın, tanrıların ve insanların yarahcısı olarak ilan edilmişti. 99

Bütün tanrıların da üstünde gelen baştanrı sıfah, Orta Krallık ve özellikle Yeni Krallık zamanında Teb'in üstünlüğü ele geçirmesiyle, bir koç başıyla temsil edilen Güneş tanrısı Amon'a verildi; kültü de Mısır'ın önde gelen kültü oldu. Halkın en çok tuttuğu kült, Osiris ve İsis kültü idi. Osiris, bitki dünyasının tanrısı olarak görülüyordu. Bir mitosta buğday ve arpa olarak geçiyor adı. Mitolojisi, kültünün tarımsal nite­ liğine sıkı sıkıya bağlı: Çölün zalim tanrısı Seti, bir gün öldürür onu ve parça parça eder; sonra, Osiris'in oğlu Horus ona can verir. Rahip­ ler ölüler dünyasının kralı ve yargıcı olarak da ilan etmişlerdi onu. Ne var ki, halk geleneği, tanın tanrısı olarak göstermekte devam etti. Orta Krallıktan başlayarak rahipler, Osiris'i ölüler ülkesinin hükümdarı ve yargıcı yapınca, Osiris kültü ruhban takımının ve köle­ ci soyluların elinde güçlü bir baskı aracı haline geldi.

Eski Mısır dininde, Güneş' in canlı bir sureti olarak görülen firavunun kültüne önemli bir rol düşüyordu. Bu kültün büyük bir siyasal kapsamı vardı; devleti kutsallaşhrıyor ve hükümda­ rı tanrılaşhrıyordu. Tanrılaşhrılan firavun, ölünce de Osiris'le özdeşleşiyordu. Piramitlerin iç duvarlarına çizilmiş eski dinsel metinlerde, ölen hükümdar, Osiris olarak adlandırılıyor. Cena­ ze törenindeki ilahilerde, hükümdarın tanrı olarak dirileceği özel olarak belirtiliyordu. Böylece Osiris kültü, Eski Mısır dinin­ de temel siyasal düşünceye hizmet ediyordu: Hükümdarlık ikti­ darını tanrılaşhrma ve köleci devletin kutsallaşhrılması. Büyü ayinleri pek yaygındı ülkede; büyük tapınakların rahiplerince, özellikle de cenaze töreni ve öte dünya düşüncele­ riyle bağıntılı olarak uygulanıyorlardı. Bu formüller Ölüler Kita­ bı'nın içinde bulunuyor. Yüzden fazla bölümü, bir kısmı yığınla renkli resim içeren bu dev eser, Yeni Krallık devrinde, daha eskinin ruhban takımının yazdıklarına göre oluştu. Hükümdar­ ların ve öteki saygın kişilerin cenaze törenlerinde, ölüyü mezar ötesinin azaplarından korusun ve öte dünyada mutluluğunu sağlasın diye, bu Ölüler Kita bı ndan da bir tomar mezara konu­ luyordu. Bu pek pahalı büyü kitabına sahip olmayanlar, erdem­ li bir yaşam sürmek zorundaydılar. Güçlülere boyun eğmek yani! Böylece, cenaze kültü, çalışanların üzerinde manevi bir bas­ kı aracı rolünü de oynuyordu. '

100

Yazı ve edebiyat Eski Yunanlıların, "kutsal gravür" anlamında, hiyeroglif dedikleri Eski Mısır yazısı, ilkel zamanların "piktografi" sinden doğdu. En eski Mısır yazısı, gerçekten bu niteliği taşıyor; belli biçimdeki her işaret bir kavramı, hatta belki de kısa bir cümleyi temsil ediyordu. Hiyeroglif yazı Mısır' da, eski tarihinin sonuna değin varlığını sürdürdü; ancak, çizgi yavaş yavaş değişti ve başlardaki harflerin yanında yalın, daha kullanışlı, daha işlek başka harfler ortaya çıktı. Eski Krallıktan başlayarak, Yunanlıların hiyeratik dedikleri işlek bir yazı yarahldı. M.Ö. 8. yüzyılda bu yazı da gelişti ve Yunanlıların demotik harfler dedikleri yazıya dönüştü. Eski Mısır'ın hiyeroglif yazısı toplam yedi yüz işarete yakın. Daha ilk iki hanedan zamanında, hiyerogliflerin çoğu hecesel bir anlam kazanmışb ve 24 harf sessizleri belirtiyordu. Bu 24 işaretle -70' e varan- öteki birkaç düzine işaret, Mısır yazısının temelini oluş­ turdu. Bu yazı da Mezopotamyalıların çiviyazısı kadar karmaşıkb. Taş, tahta, parşömen ve tuval üzerine yazılıyordu; ancak, en çok kul­ lanılan, papirüstü. Nil kıyılarında yetişen ve bu adı taşıyan bitkinin saplan kullanılıyordu bu işte.

Mısır yazısının büyük bir tarihsel kapsamı var: Bu yazı, M.Ö. 2. bin yılın ikinci yarısında, yalnızca 24 işaretten oluşan Fenike alfabesine örneklik etti. Eski Krallıkta yazılanlar dinsel bir nitelik taşıyorlar aslında ve piramitlerin yeralh gömütlüklerinin iç duvarlarıyla taş san­ dukaların çeperlerine kazılan büyülü metinleri içeriyorlar özel­ likle. Öyle sanılır ki, yine bu devirden başlayarak, Osiris'in ve öteki tanrıların bayramlarında oynanan mysteriaların metinleri ile "büyük" tanrıların onuruna söylenen ilahiler ortaya çıkmaya başladı. Bize kadar ulaşanlar, Orta ve Yeni Krallık devrine ait olanlar. En güzelleri içinde, Amon 'a Neşide ile -yazarının Akhe­ naton olduğu sanılan- Aton 'a Neşide'yi zikredelim. Yeni Krallık devrinde, belli başlı tapınakların rahipleri, birbirleriyle yarışan çeşitli okulların teogonik ve kozmogonik öğretilerini açıklayan ilahiyat kitapları yazıyorlardı. Dinle ilgisi olmayan edebiyatın tohumları ise, Eski Krallık dev­ rinden başlıyor. Bunlar birinci şahsa, ölenin yaşamını anlatan 101

mezar yazıları. 111. Hanedan' a kadar çıkan en eski biyografiler, ölenin malını, mülkünü, görev ve meziyetlerini sayan kuru ve kısa şeyler. Ancak, VI. Hanedan zamanında bu biyografiler, bazı bazı çok nitelikli, ayrınhlı öyküler olup çıkıyor. VI. Hane­ dan' ın ilk üç firavununa hizmet eden, Asyalı göçebelere karşı ilk seferi yapan, güneyi yöneten ve Nil üzerinde güneydeki taşocaklarına ve Habeşistan' a kadar yapılan seferleri yöneten Prens Ouni'nin biyografisi bir örnektir buna. Bu türden pek dikkat çekici yazıları, Orta ve Yeni Krallığın yüksek mevkili kişilerinin çeşitli biyografileri arasında görüyoruz; bunlardan, 1. Senusret' in çağdaşı Mentuhotep' in biyografisi ile, Ahmes' e ve 1. Amenofis' e hizmet eden Ahmes' in biyografisini ve 111. Thutınosis' e hizmet eden Rekhmire ve İnyotef'in biyografilerini analım. Rekhmire' in biyografisi, özellikle Yeni Krallıkta vezirin görevleri, hakları ve yöntemleri üstüne pek güzel bir açıklamayı içermektedir. Orta Krallıkta ortaya çıkan Sinuhe'nin Öyküsü otobiyografik bir nitelik de taşıyor. Bu öykü, 1. Senusret'in hükümdarlığının başlarında gözden düşüp Suriye'ye sığınan Prens Sinuhe'nin başından geçenleri anlah­ yor. Prens Sinuhe, Suriyeli bir kabilede kabile şefinin hizmetinde bir­ çok yıl geçirdi; kitap, bu kabilenin örf ve adetlerini ustalıkla tanıhyor. Daha sonra Sinuhe' nin Mısır' a dönmesine müsaade edilir; firavun kendisini kabul eder ve onurlandırır.

Yeni Krallığın edebiyatı, nazım ve nesir, çeşitli türleri alıyor içine. Büyük bir lirizm taşıyan aşk şiirleri, içki şarkıları, masal ve taşlamalar görüyoruz. Bunun gibi, hükümdarlık müneccim­ lerinin mucizelerini anlatan öyküler, güneyde ve Asya' da ola­ ğanüstü sefaletlerin öyküleri vardır. Bunlardan özellikle ikisi pek ilginçtir. Orta Krallığa rastlayan biri, bir Mısırlının Punt' a yaphğı seferin kısa, ama renkli öyküsü. Bu seferde, bir deniz kazası, Mısırlıyı bir yılanın yönetimindeki bir adaya da atar; sonra doğduğu yere döner. Yeni Krallık zamanında yazılan ötekisi, İki Kardeşin Öyküsü adını taşı­ yor ve tanrılar üstüne esinlenmiş. Birçok kez ölen ve dirilen küçük kardeşin başından geçenler, üs iris efsanesini çağrışhrır.

102

Konularını halk geleneğinden alan öyküler pek yaygındı. Bunların en ilginçlerinden biri, daha doğduğunda, vakitsiz öle­ ceği önceden söylenen bir prensin öyküsü. Babası, elinden geldiğince korur gözetir onu. Ancak, büyüdü­ ğünde, prens uzak ülkelere bir yolculuğa çıkar. Gecenin karanlığında kendisine doğru yürüyen bir yılanı öldürerek yaşamını kurtardığı bir kralın kızıyla evlenir. Bir timsahın saldırısından mucize kabilinden kurtulur. Öyküsünün sonu elimizde yok; herhalde ölümüne neden olacağı önceden bildirilmiş üç hayvandan bir köpek son verir yaşa­ mına prensin.

Bu efsanelerin yanı sıra tarihsel olaylara dayanan öykü­ ler de var: Örneğin, Hiksoslara karşı mücadeleye girişmiş Kral Sekenenra ile, ili. Thutmosis'in Jaffu kentini hileyle alan kaptanının öyküsü. Bu öyküler, Yeni Krallık devrinde edebi bir biçime bürünen ve bazen göz alıcı bir ustalığı sergileyen hükümdarlık kroniklerinden doğuyordu kuşkusuz. Bu kronik­ ler, firavunların seferlerini, fetihlerini ve yaphkları büyük işleri anlahyordu; içlerinden en tanınmış olanları da ili. Thutmes'in Yıllıklar'ı ile, il. Ramses'in Kadeş Savaşı üstüne yazılıdır: Kadeş Savaşı, bir saray şairinin kaleminden çıkmış gerçek bir şiirle canlandırılmışhr. Ancak, şunu da belirtelim ki, yazıt ve özellikle şiir, firavunun yenilgisini saphrıp bir zafer olarak gösterir. Eski Krallık devrinden başlayarak Mısır' da, öğretici bir edebi­ yat da gelişiyor. Bunlar, doğrudan doğruya eğitim ve öğretimle ilgili eserler olduğu gibi, kehanetle de ilgiliydiler. Bu yazılar, köleci toplumun tepesinde yer alanların ahlak anlayışı hakkın­ da bir fikir veriyor. Örneğin, askeri soylulardan çıkan bilgiler böyledir. Harp Çalanın Türküsü ve özellikle -Orta Krallıkta yazılmış olan- Yaşamaktan Bıkmış Bir Adamın Ruhuyla Konuşması'nda olduğu gibi, bazı eserlerde görülen tipik özellikler, kötümser­ lik ve umut kırıklığıdır. Böylece bu eserler, Mısır toplumunda ortaya çıkan derin sosyal değişiklikleri, köle sahiplerinin baskısı alhnda ezilen yoksulların çekilmez yaşamını yansıtıyorlar.

Görsel sanatlar Eski Mısır' da görsel sanatlar, Eski Krallık devrinde, bütün türlerde olmasa da büyük gelişmeler gösterdiler.

103

Bu devirde heykel hatırı sayılır bir ilerleme kaydetti. Hükümdarların ve vezirlerin heykelleri pek orantılı. Herhalde modellerine uygun yüzleri var hepsinin de; ancak, tavırlarda bir donmuşluk, bir yapaylık görüyoruz. Mısır heykelciliğinin en güzel örnekleri, Firavun Kefren'in (Khaf-Re) oturmuş heykeli, Rahip Ranefer'in heykeli, bir de Louvre'da saklanan ünlü bağ­ daş kurmuş katip heykelidir. Kabartmalar, özellikle mezarlarda büyük bir yaygınlık gösteriyor. Kabartmalarda, ölenin yaşamından sahneler ve yap­ tığı işler yansıtılıyor. Böylelikle, ölüye, yeryüzündeyken sür­ düğü yaşamı sağlatacak büyülü bir güç verilmek isteniyordu. Tek eksiklikleri, perspektif yokluğu ve biçimlerdeki şemacılık. İnsan, görece olarak ele alınmıştır; baş yandan, gövde cephe­ dendir. Ancak, kuş ve hayvanlarda şaşırtıcı bir gerçeklik görü­ lüyor. Kabartmalar çok kez boyanıyordu; zanaatkarlar, günü­ müze değin rengini koruyacak pek dirençli boyalar bulmuşlar. Orta Krallıkta, heykel ve kabarbna daha da yetkinleşiyor ve boyalı kabarbnarun yanı sıra doğadan görünümler, insan port­ releri, günlük yaşamdan ya da savaş sahnelerinden pek güzel örnekler veren gerçek fresko ortaya çıkıyor. Yeni Krallığın sanat­ çıları daha da yetenekli. Heykellerde o eskinin tutukluğu ve hare­ ketsizliği yok; hayran olunacak büstler yapılmaya başlanıyor. Orta ve Yeni Krallığın şaheserleri, 1. Amenemhet ve iL Ramses' in heykelleri ile, Akhenaton'un eşi Nefertiti'nin başıdır. Kabarbnalar arasında, Hatşepsut'un Punt'a seferini, Kadeş Savaşı'nı, I. Seti'nin askeri faaliyetini canlandıran ince ve karmaşık kompozisyonlar başta geliyor. Resim de büyük ilerleme gösterdi bu devirde; resim bitkilerin, kuşların, hayvanların yanı sıra insan yüzlerinin aslına uygun örneklerini ortaya koyuyor. Kişilikler, her türlü şemaalık­ tan kurtularak portre olup çıkıyorlar. Mısırlı sanatçıların zevki ve ustalığı, günlük yaşamla dinsel yaşamda kullanılan boyanın üretimi üzerinde de büyük bir etki gösterdi. Orta ve Yeni Krallık devrinin mezarlarında ağaçtan ve taştan, köleleri, çiftçileri, çobanları, zanaatkarları, savaşçıları vb. gösteren yığınla heykelcik bulundu. Ölünün, kendisi için çalışmak üzere çağırdığında canlanıp geldiği kabul edilen -"ya­ nıt veren" anlamına- Uşabti heykelcikleri de var. Pek ustalıkla yapılmış şeyler bunlar. Bunun gibi Yeni Krallık ve onu izleyen devirler, ev işlerinde kullanılan eşya, aynalar, sandıklar, kak­ ma mobilyalar, koku kutuları, testiler, vazolar, mücevherler,

104

hepsi de alhndan, gümüşten, fildişinden, abanozdan, tunçtan, camdan yığınla eşya bırakh bize. Bunların hiçbiri sıradan zana­ atkarın değil, tersine, özel bir yetişmeden geçmiş sanatçıların yapacakları şeyler. Eski Mısır' da mimarlık da pek büyük bir yetkinliğe erişti. En eski anıtlar, dev mezarlar, firavun piramitleri ve prens mas­ tabaları. Bütün bunlarda görkemli görünüşle, çizgilerdeki yalın­ lığın uzlaşhrıldığını görüyoruz. Eski Krallıkta, tapınakların yapımı ikinci planda geliyordu; ne var ki, bu devirde bile priz­ ma biçiminde ya da bitkileri örnek alan sütunlar kullanılıyor. En güzel tapınaklar da Yeni Krallık zamanından kalanlar. Eski Teb'in bulunduğu yerde yapılan Karnak ve Luksor yıkın­ hlan ile öteki kalınhlar, bu tapınakların görkemi hakkında yeter bir fikir verebiliyor bize. Girişte değişik stillerde kapılar yapılıyordu; geniş merdivenler ve teraslar, sırayla dizilmiş sfenkslerle süsleniyor­ du. Kamak Tapınağı'nda 16 sıra halinde dizilmiş 134 dev sütunu içe­ ren geniş bir salon vardı; yüzeyi de beş bin metrekare idi.

Doğaldır ki, böylesine yapılar yapı sanahnda da büyük usta­ lığı gerektiriyordu. Tapınakların dışında, pek görkemli hüküm­ dar sarayları vardı. Ancak, ağaçtan yapıldıkları için, kabartma­ lardaki biçimlerine bakarak hüküm verebiliyoruz haklarında.

Teknik ve bilimin tohumları Piramitler olsun, tapınaklar olsun Eski Mısır'ın o dev yapı­ ları ilkel bir teknikle yapılmışh. Bütün işler elle, köylü ve köle­ lerce yapılıyordu. Ancak, mimarların ve öteki şantiye şeflerinin plan ve hesaplarına göre çalışılıyordu. Kuşkusuz, bütün bunlar mekaniğin kuramsal ilkelerine göre değil, kuşaktan kuşağa geçen deneyimlere göre gerçekleştiriliyordu. Çalışmaların kapsamı, yuvarlak rakamlarla ifade edilen bir­ takım hazırlık hesaplarını gerektiriyordu. Vergi hesaplamada tarlaları ölçmek için yüzeyleri ölçmeyi de bilmek gerekiyordu. Mısır' da hesaplama pek ileri gitmişti. Beş parmakla ya da düzi­ ne düzine yapılan doğal hesaplama sisteminden hareket ederek Mısırhlar, 1, 10, 100 vb. 10.000.000'a kadar ulaşan ondalık numa­ ralamayı buldular. Geometri de ileriydi. Yalnızca dikdörtgenin yüzeyi değil, TC sayısı için 3.16 alınarak, kürenin hacmi de hesap105

!anıyordu. Astronomlar göğü inceliyorlar ve Babillilerin düze­ yine varmasalar da gruplarına göre yıldız listeleri yapıyorlardı. Eski Krallık devrinde saptanmış olan "Mısır takvimi", güneşe göreydi. Ancak, güneşin yıllık hareketinin gözlemlenmesinden doğ­ mamışh: Başlangıç noktası olarak, Sirius'un güneşe göre doğuş günü alınmıştı; Nil'in taşmaları da o zamana rastlıyordu genellikle. Uzun yılların gözlemlerinden sonra, olayın her 365 günde bir tekrarlandığı saptandı ve bu süre yılın uzunluğu olarak kabul edildi; yıl da 30 gün­ lük 12 aya bölündü, artan beş gün de bayram günü sayıldı. Ancak, böylece saptanan yılın, güneş yılına oranla 6 saat kadar bir gecikmesi vardı; modem takvimde, bu düzeltme -her dört yılda bir gelen- 366 günlük bir artık yıl yoluyla yapılmaktadır. Eski Mısırlılar ise, bu düzeltmeyi yapmadıklarından, yüzyıllar boyunca farklılık büyüyor ve her 1460 yılda bir düzeltme yapılıyordu. Bu süre Mısırlı astronom­ larca belirlendi ve -Sirius'un Mısır dilindeki adından hareketle- "Sot­ his Dönemi" diye adlandırıldı.

Eski Mısır' da tıp da hatırı sayılır ilerlemeler kaydetti. Dinsel adete uyarak, mumyalama için cesetlerin içini açma zorunlu­ luğu, insan bedeninin yapısını inceleme fırsahnı verdi; bu ise, fizyoloji ve tıp biliminin tohumlarını attı. Mısırlı hekimler, has­ talıkların nedenlerini organlardaki değişikliklerde arıyorlardı; ancak, büyüden de vazgeçmiyorlardı ve reçetelerinde, gerçek­ ten tıbsal tavsiyelerin yanı sıra büyülü formüller de görülüyor.

106

BÖLÜM ili ANADOLU

Anadolu, çok eski zamanlardan başlayarak girer tarihe. Başlarda Kaniş, Zalpa, Pruşanda ve Hattuşaş krallıkları gibi birtakım kent devletlerinden sonra Hititler, Urartular, Frigler, Lydialılar, İyon siteleri, arkadan Hellenistik krallıklar ve Roma istilası; ortaçağda Bizans, arkadan Selçuklular ve Osmanlılar. Tarihsel serüveni bu denli zengin başka hiçbir coğrafya parçası yoktur. Daha ilkçağdan başlayarak da Doğu'yla Batı arasında sürgit bir köprü olmuştur Anadolu. Anadolu'nun tarihi böylesine önemli. Hititlerden girelim konuya. HİTİTLER

Hititlerin kökeni Hititlerin tarihi, Küçük Asya'nın doğusunda, sonraları Kapadokya adını alan Kızılırmak havzasında başladı. Kızılırmak'ın o zamanki adı da Halys. Ülkenin doğal koşulları, sulama yoluyla tarım yapmaya elverişli değil; Kızılırmak öyle Nil gibi, Dicle ve Fırat gibi dev bir ırmak değil çünkü. Hititler, bağlarını ve bahçelerini sulamak için küçük kanallar açmayı öğrenmişlerdi gerçi; ancak tarım, hay­ vancılıktan çok daha az bir rol oynuyordu onların yaşamında. Dağlardaki otlaklarda, büyük at ve koyun sürüleri besliyorlardı; bu bölge, daha M.Ö. 3. bin yıldan başlayarak, en iyi cinsten yün sağlıyordu. Kapadokya madenler yönünden, özellikle gümüş madeni bakımından da zengindi; o yüzden de madencilik sanatı pek erkenden gelişti. Bir başka zenginlik de dağların ormanı ve taşı. Halk, pek benzeşmez öğelerden oluşmuş durumdaydı: Bölgede, M.Ö. 3. bin yıllarında, ülkeye adlarını veren Hatti kabilelerini görüyoruz: Bunların "Protohitit" dediğimiz dilleri, Transkafkas' ta konuşulanlara benziyordu. Aslına bakarsanız, Hattilerin maddi kültürü ile Transkafkas'ta yaşayan ilkçağ kabi­ lelerinin kültürleri çok noktada birbirlerine benziyor. 107

Daha sonra kuşkusuz, M.Ö. 3. bin ile 2. bin yıllan arasında, Küçük Asya, başka halkların istilasına uğradı: Hint-Avrupa dil­ lerini konuşan Nesitler ve Luvilerdi bunlar. Hattilerin ülkesini ele geçirdikten sonra kendi kendilerine "Hitit" adını verdiler. Hititlerde sosyal sınıfların, giderek devletin oluşum süre­ cini bugün de pek aydınlık bilmiyoruz. Tunç Çağı'nda hayvan yetiştiriciliğinin ve zanaatların büyük çapta gelişimi, M.Ö. 2. binli yılların başlarında kölelik rejiminin iktisadi temelini yarat­ mış olsa gerek. M.Ö. 3. bin yıllarının başlarında, Küçük Asya'nın doğusun­ da, birbiriyle savaşan kabileler ya da kabile birlikleri görüyoruz. Bunlar, gerektiği gibi tahkim edilmiş birtakım merkezlerin çev­ resinde gruplaşmışlardı; Kussara, Neşa ve Hattuşaş belli başlı merkezler arasındaydı. Başlarda üstünlük Kussara hükümdar­ larınındır; Neşa'ya boyun eğdirir ve Hattuşa'yı yakarlar. Hattuşaş, çok sonra Hitit İmparatorluğu'nun merkezi ola­ caktır. Kazılara bakılırsa, Hattuşaş çifte surla çevrili. Duvarları, toprak­ tan bir beden, kapak taşı ile pişmiş tuğladan yapılmışh bu surların. Belli aralıklarla kuleler görüyoruz. Bütün bunlar, kente bir müstah­ kem mevki görünüşü veriyordu.

Hititlerin tarihi hakkında bildiklerimiz, bize kölelerle özgür insanlar arasında keskin bir mücadelenin varlığını gösteriyor. Bu mücadele, M.Ö. 17. yüzyılın ikinci yarısında, "kral oğulla­ rın köleleri"nin başkaldırarak efendilerinin evlerini başlarına yıktıkları ve "kanlarını döktükleri" yıllarda doruk noktasına ulaşır. Uzlaşmaz zıtlıklar, egemen sınıfı da hırpalayıp duruyor­ du kuşkusuz: Bunların başında taht kavgaları geliyor; o kadar ki, M.Ö. 16. yüzyılda, tahta çıkışı düzenleyen bir kanun gerek­ ti. Ayrıca, Hitit krallarının, M.Ö. 17. yüzyılın sonu ile M.Ö. 16. yüzyılın başlarında bir yığın fetih savaşlarına giriştiklerini biliyoruz. Bunların içinde en başarılı olanları, 1. Murşili'ninki­ ler oldu: Suriye'nin kuzeyinde -bugün Halep dediğimiz- Kal­ pa'yı ele geçirip arkasından Babil' e girerek, onu yakıp yıktı bu hükümdar. Hitit İmparatorluğu'nun, M.Ö. 15 ile 13. yüzyıllar arasın­ daki tarihi hakkında daha fazla bilgimiz var. O zamandan kal­ ma birtakım kanun metinleri, bize o dönemin sosyal ilişkileri 108

hakkında bir bilgi verirken, bazı kroniklerden de diplomasi ve savaşlar üstüne ayrınhlı bilgiler elde ediyoruz.

Sosyal rejim Hitit İmparatorluğu, "köleci" bir devletti. Kralın, tapınak­ ların, hatta kişilerin birçok kölesi vardı. Bazı beyliklerin arazile­ rinde yüzlerce köle görüyoruz. Köleler, özellikle esnaf ve çobandı. Doğaldır ki, kölelerle özgür insanlar arasında büyük fark­ lılıklar vardı. Hitit hukuku pek güzel yansıtıyor bunu. Bir suç için özgür insan bir tazminat öderken, köle yaşamıyla ödüyordu suçunun cezasını ya da bedeninin bir yanı sakat bırakı­ lıyordu. Örneğin, yangın çıkaran ya da hırsızlık yapan bir kölenin bumu ve kulakları kesiliyordu. Bir şeydi köle sadece ve onu öldüren bir özgür insan, bir insan öldürmüş sayılmazdı; mal sahibine, öldür­ düğünün yerine, bir ya da birkaç köle verir kurtulurdu. Bununla beraber, Hitit hukukunda, köleliğin bazı "arkaik" özel­ liklerini de bulabiliyoruz. Örneğin, köleler mülk sahibi olabiliyor ve mülklerine verilmiş zarara karşılık bir tazminat isteyebiliyorlardı; bunun gibi, köleler özgür insanlarla evlenebiliyor ve belli durum­ larda mahkemeye başvurabiliyorlardı. Köle bir erkekle özgür bir kadının boşanması halinde eşler, çocukları ve malları bölüşüyorlardı.

Kölelerin dışında, Hitit toplumunda, sömürülen başka üretici kategorileri daha vardı: Bu bakımdan, kölelere en yakın durumda olanlar "hippar"lardı. Hipparlar, fethedilen bölge­ lerin halklarıydı. Yerlerinden sökülüp getirilir, kralın çıkarı­ na olmak üzere angaryaya koşulurlardı; askerlik hizmetiyle yükümlü tutuldukları da olurdu bazen. Hipparlar gruplar halinde toplaşmışlardı ve her grubun üyeleri, zincirleme kefil olarak birbirleriyle birleşmişlerdi. Hipparlar bir çeşit komşu topluluklardı görünüşe göre. Kölelerle Hipparlar yabancı kökenli ve genellikle de savaş tutsaklarıydılar. Ne var ki, özgür Hititler de köle haline getirili­ yordu bazen: Bir kıtlık yılında özgür Hititler, kendilerine ödünç yiyecek verip onları "yaşatanlar" a, yerlerine bir başka emekçi­ yi vermiş olmadıkça, ömür boyu bağlı kalma tehlikesiyle yüz 109

yüzeydiler. Özgür yoksullar çocuklarını satabiliyorlardı; garip­ tir, Hipparların böyle bir hakkı yoktu. "Miras yoluyla" kalmış insanların bağımlılığı daha az ölçüdeydi. Bu durumda olan kimseler, büyük bir olasılıkla, topluluktan çıkmış ve topraklarında çalışhkları, her türlü yurttaşlık hakları olan, savaş­ çı ve arazileri bulunan Hititlerin müşterileri olmak zorunda kalmış kişilerdi. Çalışhkları işletmenin ekonomisinde belli hakları da olabi­ liyordu; örneğin, sözleşmenin bozulması halinde, mal varlığının üçte birini alabiliyorlardı.

Özgür halkın asıl kitlesi, belli toplulukların üyeleriydiler. Komşu toplulukların bölünmez toprakları vardı; toprakların büyük çoğunluğu ataerkil ailelerin eline geçmiş ve küçük ailele­ rin arasında sık sık parçalanmış olsa da böyleydi bu. Büyük aile­ nin şefi, malların da yönetiminde başh ve devlete karşı angar­ yaların yerine getirilmesinden sorumluydu. "Kanın sahibi"ydi aynı zamanda o; yani aile bireyleri arasında işlenmiş suçlarda yargıç durumundaydı. Klan rejiminin kalınhları, kan davasın­ da, zincirleme kefalette ve erkeğin mirasçı bırakmadan ölen kardeşinin karısını alması kuralında da kendini gösteriyordu. Toprak başkasına devredilebiliyordu; ancak, alım sözleş­ mesi, kefareti ödenecek bir suç olarak görülüyordu. Taşınmaz mallardaki özel mülkiyetin ilk biçimi, değerlerinin küçüklüğüyle de kendisini belli ediyor: 0,35 hektarlık bir tarlanın değeri, bir öküzün fiyahndan on kez daha düşüktü. Buna karşılık, daha eski bir dönemde özel mülk haline gelmiş olan bağlar, fiyatça daha iyi bir durumdaydı; bir bağın değeri, ekilebilir bir tarlanın fiya­ hndan kırk kez daha yüksekti.

Tüzüğe uygun bir araziyi paylaşan topluluk üyeleri, "luzzi" adı verilen bir angaryayı ödemek zorundaydılar; her türlü çalış­ mayı içine alıyordu bu angarya: Kale ve tapınak yapımı, bağbozu­ mu gibi. Aynca, askerlik hizmetiyle de yükümlüydüler onlar; bun­ dan kaçanların toprağı alınırdı ellerinden. Bir araziyi sahn alan, daha önceki sahibinin yükümlülüklerini de üstlenmiş olurdu. Zanaatkarlara da angarya yüklenebiliyordu; ancak, ayrıca­ lığı olan bazı kişiler, savaşçılar, rahipler, topraklarını kraldan özel izinlerle almış olanlar bağışıklıktan yararlanabiliyorlardı. 110

Egemen sınıfın tepe noktasında "soylular" geliyordu: Kral ailesinden olanlar, rahipler, askeri şefler, doğuştan aristokrasi­ den gelenlerdi bunlar. Toprakları ve köleleri vardı onların ve savaşta elde edilmiş ganimetten de bir pay alıyorlardı.

Siyasal rejim Hitit İmparatorluğu'nun başında, "Güneş" adı verilen bir "büyük kral" vardı. Halkın iyiliği ondan bilinirdi; büyük rahip olarak ayinleri o yaphrır ve dinsel bayramları o yönetirdi. Ölümünde de tanrı­ laşhrılırdı. Hükümdar, ordunun, yönetimin ve adaletin başı idi. Hükümdarın yetkileri, "Pank" adı verilen bir kurulca sınır­ lanmışh. "Çoğunluk" anlamına geliyor bu kelime. Başlarda, Kussara savaşçıl arının bir meclisiydi bu. Köleci rejim geliştikçe, askeri demok­ rasi otoritesini yitirdi; Pank, egemen sınıfın en üst noktasındakileri temsil eden, aristokratik nitelikte bir kuruluş olup çıkh. Hükümdarın oğlu, kardeşi gibi kan hısımları, kayın hısımları ve askeri şeflerden oluşan Pank'ın, hükümdarı yargılama gibi geniş yetkileri vardı. Buna karşılık hükümdar, Pank'ın karan olmadan hükümdar ailesinden biri­ ni ölüme mahkum edemiyordu. Gerçektir ki hükümdar, Pank'ın bir kararını gözden geçirebiliyor, özellikle bir cezayı hafifletebiliyordu.

Böylece, Hitit İmparatorluğu'nda siyasal rejim, başlarda "aristokratik" bir nitelik taşıdı: Büyük sürüleri, sayısız köleleri olan yüksek soyluların büyük bir otoritesi vardı; etkili "evler"i, yani ataerkil aileleri yönetirken hükümdarlık iktidarını da sınır­ landırmayı başarabildiler. Ne var ki daha sonra, imparatorluk güçlü bir askeri devlet haline gelince, hükümdarlık otoritesi güçlendi ve Pank ağırlığını yitirdi. Aristokratik rejim, merkeziyetçi olmayan bir yönetim öngö­ rüyordu. Gerçekten, Küçük Asya'nın doğal koşulları, ülkenin birleştirilmesine elverişli değildi; Mısır' da olduğu gibi, mer­ keziyetçilik gereksinmesini doğuracak tek bir sulama şebekesi yoktu. Bazı bölgeler, iktisadi bakımdan gerçekten özerkti. Hitit devleti eyaletlere bölünmüştü: Her eyaletin başında da hükümdar ailesinden seçilen ve "kral" unvanını taşıyan yöneticiler bulunurdu çok kez. İmparatorluğun sınırlarında da

111

Hititlerin korumasına girmiş prenslikler bulunurdu. Bunların "büyük kral"la ilişkileri özel antlaşmalarla düzenleniyordu. Bu antlaşmalarda, savaş zamanlarında "büyük kral" a sağlanacak asker sayısı, ganimetlerden alınacak pay, ticari haklar ve başka ülkelerle diplomatik ilişkiler hakkında kayıtlar yer alırdı. Bu prenslikler, kendiliklerinden savaş açabiliyor ve Hitit İmpara­ tarluğu'na tabi olmayan komşuları aleyhine ülkelerini genişle­ tebiliyorlardı. "Büyük kral" ın üstün iktidarı, belli bir özerklikten yarar­ lanan Arinna ve Nerik gibi kutsal kentlere kadar yayılıyordu. Yerel tarım işletmelerinde, idari ve yargısal görev ve yetki­ ler, o toplulukların yaşlılarının elindeydi.

Askeri devletin doğuşu M.Ö. 15. yüzyılın sonlarında Hitit kralları, silah yoluyla olsun, diplomasi yoluyla olsun topraklarını genişletmeyi hedef alan -pek hareketli- bir dış politika uygularlar. O devirde Yakındoğu'da üstünlük de Hurrilerdedir. Hurriler at yetiştiriciliği yapan, M.Ö. 2. bin yıllarının ilk yan­ sında Mezopotamya ile Suriye'nin kuzeyinde küçük küçük birçok devlet kurmuş bir kavim. Topluluklarında üstünlük de arabalarının üstünde savaşan aristokratik bir sınıfta. İşte bu Hurriler, M.Ö. 15. yüzyılda Mitanni diye, sınırları Kalpa ve Alalah'tan Dicle'nin doğu­ sunda kurulu Nuzi'ye kadar uzayan, pek geniş bir krallıkta birleşti­ ler. Assurlular bile üstünlüğünü tanımak zorunda kaldı bu krallığın.

O devirde Yakındoğu' nun bir başka büyük gücü Mısır' dı; 111. Thutmosis zamanında sınırlarını Fırat'ın kuzeyine değin genişletmişti Mısır. Ne var ki, M.Ö. 15. yüzyılın sonuna doğru, bu her iki impa­ ratorluğun durumu sarsılmışh. Mitanni'yi zayıflatan iç neden­ lerin neler olduğunu bilmiyoruz. Bununla beraber bazı belgeler, Assur krallarının o yıllarda bağımsızlıklarını kazandıklarını gösteriyor bize. Mitanni'nin başkenti Vashuganni'de bile arka arkaya saray ihtilalleri olmakta ve taht mücadeleleri yapılmak­ tadır. Mısır' da ise, 111. Amenofis zamanında fetih savaşları sona ermiştir; onun yerine geçen Akhenaton dönemindeyse, siyasal mücadelelerin yıpratıp bitirdiği Mısır çöküntü içindedir. 1 12

İşte bu durumdan yararlanan Hitit köleci soyluları büyük bir yayılışı başlahrlar. Kralları Şuppiluliuma, pek usta bir dip­ lomasi uygular; silahtan çok görüşme ve anlaşma yoluyla impa­ ratorluğunun saygınlığını görülür derecede yükseltmeyi başarır ve Yakındoğu'nun en güçlü devleti haline getirir onu. Şuppiluliuma, önce Hurrileri yendi. Mitanni tahhna getirilen Mattivaza, Hititlerin korumasına girdi. Bu, Hititlerin daha sonra Suri­ ye'nin kuzeyindeki etkilerini de belirledi: Kalpa ve Kargamış, impa­ ratorluğa bağlandı ve Hititli prensler getirildi başlarına. Daha sonra, Suriye ve Fenike'nin küçük devletleri de Hitit İmparatorluğu'nun etki alanına girer. Mısır' a karşı ise önce bir kışkırtma siyaseti güttü. Sonunda da Akhenaton'un ölümünün arkasından ülkenin iç kavgaların pençesin­ de kıvrandığı ve beceriksiz firavunların birbirini izlediği bir dönem­ de, içişlerine karışmaya kalkh Mısır'ın. Bu geçici firavunlardan biri­ nin -belki de TutankAmon'un- eşini bir Hitit prensiyle evlendirmek istiyordu. Amacı, vaktiyle Mitanni'ye yaphğı gibi, Mısır'ı da kendisi­ ne tabi bir devlet haline getirmekti. Ne var ki, başarısızlıkla sonuçlandı tasarısı.

Öyle de olsa, Şuppiluliuma'nın hükümdarlığı, Hitit İmpa­ ratorluğu'nun siyasal yönden doruğa çıkhğı bir dönemi işaret eder. İlk zamanların arkaik niteliği yavaş yavaş kaybolmuştur: Köleci askeri bir devletin yayılışını yöneten kralın iktidarı sağ­ lamlaşmış ve nitelik bakımından Mısır ve Babil despotizmine yaklaşmışhr. Savaşlardan elde edilen büyük ganimetle kral arazisine yer­ leştirilmiş binlerce Hippar, "büyük kral"ın, "Güneş" in gücünün maddi temelini oluşturmaktadır.

Hitit İmparatorluğu 'nun çöküşü Ne var ki, imparatorluğun gönenci uzun süreli olamazdı; Şuppiluliuma'nın geniş devleti bağlılıktan yoksundu çünkü. Fetih savaşları büyük çabaları gerektiriyor ve insan kaynağını tüketiyordu.

1 13

Hitit kanunlarının, Hipparları orduda hizmete zorlaması sebep­ siz değildir. Büyük angaryalar, devletin temelini oluşturan köylüle­ rin omuzlarına yükleniyordu bütün ağırlıklarıyla; açlık, tutsaklık ve külfet, çiftçilerin ve hayvan yetiştiricilerinin ekonomisindeki yıkılışı haber veriyordu.

Şuppiluliuma'dan sonra gelenler yeni güçlüklerle karşı­ laştılar. Oğlu il. Murşili, Karadeniz kıyılarında oturan Kaşka kabileleriyle, batıda da -büyük bir olasılıkla Peloponnesos'taki Akhalarca kurulmuş olan- Akhiava krallığıyla savaştı. M.Ö. 14. yüzyılın sonlarında bir silahlı çatışma, Hititlerle Mısırlıları karşı karşıya getirir: il. Ramses, yeniden Suriye'yi istemektedir. Kadeş Savaşı'nda Mısırlılar yenilir (M.Ö. 1312) ve Hitit kaynaklarına bakılırsa hemen Şam'a çekilirler. Hititler, son büyük başarıyı orada kazanır. M.Ö. 13. yüzyılın başında iktidara geçen 111. Hattuşili, bize özgeçmişini anlatan hayli ilginç bir belge bıraktı. Egemen sınıfın kendi içindeki taht kavgasını anlatan bir belge. ili. Hattuşili'nin siyaseti, iyiden iyiye savunma siyaseti oldu; Kaşkaların ilerleyişini durdurduğu gibi, il. Ramses'le de -1296 yılında- bir antlaşma yaptı. Assur'la ilişkileri ise o kadar iyi olmadı. Assur kralı, Mitanni devletinin kurulmuş olduğu Orta Fırat böl­ gesini işgal etti ve Hitit kralı ile aynı sırada görmeye başladı kendisini; III. Hattuşili'nin kendisine "kardeş" demesini istiyordu. Hitit kralı, "Aynı anadan mı doğduk?" deyip reddetti bunu. Ne var ki, bu onurlu yanıt, Assurluların güçlenmesini engellemediği gibi Hitit İmparator­ luğu' nun çöküşünü de geciktirmeye yetmedi.

Assurlularla Akhiava'nın baskısı, M.Ö. 13. yüzyılın sonun­ da daha da arttı; batı eyaletlerindeyse şiddetli bir başkaldırı pat­ lak verdi ve imparatorluktan kopup ayrılmalarıyla sonuçlandı. M.Ö. 1200 yılına doğrudur ki Hitit İmparatorluğu çöktü. Yine aynı dönemde, Hititlerin bağlaşığı olan Troya kenti Akhalarca alındı. Onlar ve öteki "deniz halk.lan", Mısır kıyıları­ na saldırdılar ve Filistin' de karaya çıktılar.

1 14

Hitit uygarlığı Hititlerde kültür büyük bir çeşitlilik gösterdi. İmparatorlu­ ğun çeşitli halklarından, o halkların da birbirinden farklı dilleri konuşmasından ileri gelmiştir bu. Bunun gibi, iki yazı sistemi kullandı Hititler: Samilerden alınan çiviyazısı ile hiyeroglif. Hititlerin dini "çoktanrılı" idi. Bunların içinde üçü başta gelir: Büyük ana-tanrıça, fırhna tanrısı ve -Babil'in Tammuz'u gibi- ölüp dirilen Telepinu. Efsaneye göre tanrılara ve insanlara karşı öfkelenen Telepinu kaybolur bir gün ve doğanın üretici gücünü elinde tuttuğundan, kayboluşu, açlığı ve sefaleti getirir beraberinde. Tanrılar ve -hayvan biçimli kahramanları olan eski kültlerin bir kalınhsı olarak- hayvan­ lar Telepinu'yu aramaya koyulurlar. Ancak, ne kartal ne de fırhna tanrısı bulabilirler onu. Yalnız, büyük ana-tanrıçanın gönderdiği arı bulur ve kızgınlığını unutmasını sağlar.

Doğa güçlerine tapma gibi arkaik inançların kalınhsıru taşı­ sa da Hitit dini, bütünü bakımından, egemen sınıfı ve köleci dev­ leti savunm a amacına dönük büyük bir ideolojik rol oynamışhr. Tanrılar bu dinde, hükümdarlık iktidarının koruyucularıydılar aslında: Hattuşaş'ın biraz yakınında, fırhna tanrısını, hükümdarı kucaklar durumda gösteren bir kabartma bulunmuştur. Hitit dini, Hurrilerin ve Sümer-Akkad din ve mitolojilerinin etkisine de uğradı: Hititler, Hurri fırhna tanrısı Teşub kültünü kabul etmişlerdi; bunun gibi, İştar, Sin ve öteki Babil tanrılarına da tapıyorlardı. Hitit dini de Yunan mitolojisini etkiledi: Troya savaşı efsanesinde, Akhalara karşı Troyalıları koruyan -Hititlerin Apulun dedikleri- Apollon kültü, Hitit dininden geliyor belki. Günümüze kadar ulaşabilmiş sanat eserlerinin çoğu, taştan kabartmalardır. Bu kabartmalarda tanrı figürleri hantal ve dura­ ğandır; ancak, sanatçıların geleneklerin emrinde olmadıkları sahnelerde, biçimler zengin anlahmlı ve canlıdır. Bunlar içinde Kargamış kabartmaları özel bir ilgi çekiyor: Savaş sahneleri, hayvanlar, hayvan biçiminde fantastik varlıklar görüyo­ ruz bu kabartmalarda. Daha eski kabartmalar Hattuşaş'ta bulundu: Bu kabartmalarda hayvanlar, çiçekler, her şey büyük bir ustalıkla

1 15

oyulmuştur. Bu kabartmalardan birinde, korkunç bir yabandomuzu bir avcıya saldırmaktadır; avcı da yayını, diz çökmüş bir durumda ve hiçbir korku belirtisi göstermeden avına çekmiştir ve yanında da çatal boynuzlu başını garip bir çiçeğe doğru eğmiş bir geyik bulun­ maktadır.

Hitit edebiyah hakkında çok az şey biliyoruz. Hititler tahta­ dan tabletler üzerine yazıyorlardı genellikle; öyle olduğu için de Hattuşaş'ın o dev kitaplığının büyük bir bölümü yitip gitmiştir. Bize kadar gelebilenler içinde tarihsel metinler ve mitolojiden esinlenmiş öyküler bulunuyor. Onların da Hurri destanlarının birer çevirileri olduğu söyleniyor bazı bilginlerce. Bunların ilk göze çarpan niteliği, tanrılara karşı saygısızlık. Kumarbi'nin öyküsünde çok açık bu. Kumarbi, tanrıların hükümdarıydı. Ne var ki, öteki tan­ rılar, elinden iktidarını almaya yeltendiklerinden, Kumarbi bir yardımcı yaratmaya karar verdi kendisine. Ancak, böyle bir yiğidin güçlü ve cüsseli bir anası olmak gerektiğinden, Kumarbi tuttu bir kayayla evlendi. Ondan da Ullikummi adlı bir oğlu oldu. Babası, bir deniz uçurumuna sakladı onu; çocuk, herkesten gizli orada büyüdü. Ancak, tanrılar bir gün haber aldılar bunu ve ele geçirmeye karar verdiler. Tanrıça İştar, baştan aşağıya süslenmiş olarak, taştan yığının önünde şarkı söyledi. Boşunaydı bu, çünkü ne gözleri vardı Ullikummi'nin ne de kulakları. Tanrıça da umutsuzluğa düşüp bütün mücev­ herlerini fırlatıp attı. Kronos mitosunu ne kadar çağrıştırıyor değil mi? Zaten bilginlere bakılırsa, Kumarbi efsanesi Yunan mitolo­ jisini etkilemiştir. Özellikle, Zeus' un babası Kronos mitosu üze­ rinde bu etkiyi görmek mümkün. URARTULAR

Urartu Krallığı Urartu kabileleri, Küçük Asya'nın doğusunda Van Gölü bölgesinde yaşıyorlardı. Değişik bir coğrafyası vardır o bölge­ nin: Yüksek Ermeni yaylası, Küçük Asya' dan Fırat'la ayrılır; doğuda Zagros sıradağları uzanır, bahda da Toroslar. Ekilebi­ lir bereketli topraklar, vadilerde ve ovalardadır ancak. Dağlar 1 16

demir, bakır madenleri ve yapı taşları bakımından zengindir; etekleriyse orman ve otlaklarla kaplıdır. Bu doğal koşullar, özellikle hayvancılığı ve zanaatkarlığı destekliyordu. Zanaatkarlık, hele hele tunç ve demirden aletle­ rin üretiminde büyük bir yetkinliğe varmışhr. Sulama tekniğini gerektiren tarımsa, Urartular, karmaşık bir sulama şebekesini yoluna koyabildikleri ölçüde gelişebildi. Urartu kabilelerinin adı, M.Ö. 13. yüzyıla doğru, Assur kralı 1. Salmanasar'ın yazıtlarında geçer ilk kez. Uruatri denen kabilelerle sekiz küçük "ülke"nin birliği sorunu diye bir sorun vardır. Salmanasar buraları fethetti ve yakıp yıkh, hal­ kını da köle durumuna getirdi. Halkın geri kalan bölümü ağır bir ver­

gi ödemek zorunda kaldı. M.Ö. 12. yüzyılda, Uruatri adı Assur yazıt­ larında kaybolur; Van Gölü yöresinde kurulu Nairi ülkesine yapılan çeşitli seferler geçer onun yerine. Bağımlı kabileler sık sık başkaldı­ rıyorlar ve Assur kralları da korkunç karşılıklar veriyorlardı onlara.

M.Ö. 1 . bin yılın başlarında, Van Gölü bölgesinde birçok devlet görüyoruz. Onlardan biri de Urartu' dur ve merkezi Tuş­ pa da aynı gölün kıyısındadır. Bu devletlerin Assurlulara karşı mücadeleleri, M.Ö. 9. yüzyılda tek bir Urartu Krallığı'nın doğu­ şuyla son bulur. Kendine ilk kez "yığınların kralı" adını veren 1. Sarduris'in başlathğı birliğe gidişi, torunu Menua tamamladı. Ondan son­ ra gelenler de sınırları doğuya ve güneye doğru genişletirler. Urartular Transkafkas'a, Kura ile Aras ırmaklarının yukarıları­ na kadar çıkarlar. Urartu Krallığı, doruk noktasına, M.Ö. 8. yüzyılın ilk yarı­ sında, 1. Argişti ile il. Sarduris'in hükümdarlıkları zamanında erişti. Argişti, doğuda birçok sefer yaph, Assurlularla çarpışh ve Transkafkasya, Sevan Gölü bölgesinde egemenliğini güçlendir­ di. Van Kalesi kayalığına kazınmış, Horhor Yazıtı adını taşıyan bir yazıt, bütün bu seferler hakkında bilgi veriyor bize. O dönemde Urartu' da, köle haline getirilmiş hayli savaş esiri görüyoruz.

Urartu ekonomisi ve toplumu Urartulardan bize kalmış belgeler, savaş yıllıkları ya da çalışmalardan bahseden yazıtlar, yürürlükteki rejimi niteleyen 117

metinler sosyal ve iktisadi ilişkiler hakkında pek bilgi vermi­ yorlar. Bildiğimiz kadarıyla, Urartu toplumu da "köleci" bir top­ lum. Devletin başında, doğuştan soylulara dayanan bir kral bulunuyordu. Savaş yoluyla zenginleşmiş ve geniş topraklara sahip askeri aristokrasi pek güçlüydü. Kralın, tapınakların ve soyluların topraklarında yemişçilik ve bağcılık yapılırdı. Sula­ ma için çok sayıda yapma göl, geniş bir kanal şebekesi tarlalara, köylere ve hisarlara su sağlıyordu. Hayvancılık da pek gelişmişti. Ekonomi "köleci" bir niteliğe sahipti. Çok sayıda köle var­ dı; her sefer dönüşü, binlerce savaş esirini de beraberinde geti­ riyordu. Argişti, bir seferden 18.000' den fazla esirle dönmüştü. Köle emeği her işte kullanılıyordu. Halk tarım ve hayvan yetiştiriciliğiyle uğraşıyordu. Doğu' ya has yükümlülükler ve angarya da vardı büyük bir olasılıkla. Ticaret ve zanaatkarlık merkezi olarak, gerçek anlamıyla kentler yoktu. Kırsal uğraşlar ve meslekler, büyük kasabalarda gelişmiş haldeydi.

Urartu 'nun Çöküşü M.Ö. 8. yüzyılda Assur'un gücü, 111. Tiglat-Pileser zamanın­ da arhnca Urartu'yu hayli sarstı bu. Assurlulara karşı uzayıp giden savaşlar, il. Sarduris'in - M.Ö. 743 yılındaki- bozgunuyla sonuçlandı. Ölümünden sonra ise birçok karışıklık oldu ve fet­ hedilmiş bazı bölgeler Urartu'dan koptular. Asıl korkunç darbe­ yi ise -M.Ö. 714 yılında- Assur kralı Sargon, Urartu ordusunu ezerek vurdu. Urartu, M.Ö. 7. yüzyılın başlarında, Kral il. Rusa, M.Ö. 7. yüzyılda kuzeyden Transkafkas' a ve Ortadoğu'ya gelen Kim­ merlerle bağlaşıklık kurduğu zaman kendini toparladı. Urartu ve Kimmer koalisyonu, Küçük Asya' da zaferle sonuçlanan bir savaş yaptılar. il. Rusa, büyük çalışmalara da girişti: Özellikle Teişebaini Kalesi onun zamanında yapılmışhr. Assurlularla ilişkiler pek barışçı idi; il. Rusa ile Assurbanipal'in birbirlerine elçi gönderdiklerini biliyoruz. Urartu Krallığı' nın nasıl yıkıldığı hakkında kesin verilerden yoksunuz. Tek bildiğimiz, M.Ö. 7. yüzyılın başlarında korkunç bir İskit akınına uğramış olmaları. Urartuları tarihten silenler de M.Ö. 6. yüzyılda Medler oldu. 1 18

Urartu Krallığı'nın yıkılışından sonra ülkede üstünlüğü, belli bir zaman için Armenler elinde tuttu. Ondan sonradır ki, tüm ülke Ermenistan adını aldı; Urartu yerlilerinin, bölgeye daha sonra gelenlerle kaynaşmalarından Ermeni halkı oluştu giderek. Ermeniler de M.Ö. 2. yüzyılda Ermeni krallığını kurarlar.

Urartu uygarlığı Urartu kültürü Assur'a bağımlı bir kültür. Gerçekten Urartular, çiviyazısını Assurlulardan aldılar, biraz daha yalınlaşhrıp az buçuk da geliştirerek kullandılar. Aynı şey, görsel sanatlar için de söylenebilir. Taştan dev kalelerin yıkınhları bize bina yapımındaki usta­ lıklarını gösteriyor. En çok dikkati çeken mimari anıtlar da işte bu kaleler. Onlara Erivan yöresinde ve Van' da rastlıyoruz. Devlet dininin büyük tanrıları, baştanrı Haldia, savaş tan­ rısı Teşeba ve güneş tanrısı Şivini idi. Urartu yazıtları, krallar zaferlerini sanki ona borçluymuşlar gibi, tanrı Haldia'ya bir hitapla başlıyor. Haldia, kuşkusuz Urartu kökenli bir tanrı; aynı zamanda yıldırım ve fırhna tanrısı da olan Teşeba'nın adı ise, Urartu'nun bahdaki en yakın komşuları Hititlerle Hurrilerin tanrısı Teşub'a benziyor. Şivini de geleneksel güneş-tanrı olsa gerek. Tanrılar panteonunda başka tanrılar da görüyoruz. Urartu halk dinini ise pek iyi bilmiyoruz. FRİGYA VE LYDİA Frigya, Küçük Asya'nın geniş bir bölümünün, yaklaşık olarak M.Ö. 1 000 yıllarından kalma adı. Eski Yunanlılar bura­ da oturanlara, Frig derlerdi. Bölgenin sınırları çeşitli devirler­ de değişiklik göstermişse de Frigya'nın çekirdeğini oluşturan asıl alan, Sangarios (Sakarya) Irmağı ile Maiandros (Büyük Menderes) Irmağı'nın yukarı çığırları arasındaki küçük yay­ ladır. Frigya'nın iki önemli merkezi vardı: Biri siyasal merkez olan Gordion; öteki dinsel merkez durumundaki Midas kenti. Pers krallarının yaphrdığı "kral yolu" da Frigya' dan geçi­ yordu. 1 19

Friglerin tarihçesi Friglerin tarihi üstüne yeterli bilgi yoktur. Bugün, Friglerin, ilkçağ yazarlarının da belirttikleri gibi, Trak asıllı bir kavim oldukları anlaşılmışhr. Dil benzerliklerin­ den başka, kazılardaki buluntular da bunu gösteriyor. Yunan tarihçisi Herodotos, Friglerin istilacı bir kavim olduklarım ve Küçük Asya'ya Trakya'dan geldiklerini söyler. Friglerin Ege göçleri sırasında mı, yoksa M.Ö. 8. yüzyıldaki Trak kavimleri­ nin göçüyle mi geldikleri tarhşma konusudur. M.Ö. 2. bin yılda Trakların işgali alhnda bulunan Balkan yarımadasının güney­ bah bölgelerine İlliryalıların girmesi üzerine tedirgin olan bazı Trak kabileleri, en çok Frigler ya da Brigler, boğazlar üzerinden Küçük Asya'ya geçtiler. Bu ülkenin bahsında ve kuzeyinde otu­ ran bazı savaşçı kavimlerin kendilerine kahlması sonucunda, güçlenerek Hitit topraklarım istila ettiler; kentleri ve kasabaları yakıp yıkarak bu devleti ortadan kaldırdılar (M.Ö. 12. yüzyılın başları). Ancak, Hitit sanat ve kültür geleneğini de benimsediler. Frigler ilk kez, Assur kral yıllıklarında Muşki adı alhnda görülürler. Assur kralı Tiglat-Pileser, bunları yaklaşık olarak M.Ö. 1 100 tarihinde yendi ve Nisibis'e sürdü. Frigya devleti, M.Ö. 8. yüzyılın ortalarında kuruldu. Frig devletinin doğuşu M.Ö. 8. yüzyılda başlamış olan İyon yayılma­ sıyla ilgilidir. O yüzyılda İyonların bütün Bah Anadolu'yu ele geçirmeye başlaması, Batı Anadolu' daki Trakyalı kavimlerden bir bölümünün ilk yerleştikleri yerler olan Kızılırmak boylarına ve bozkıra göç etmelerine yol açh. Frig devletinin ilk kralının Gordios olduğu bilinmektedir. Ancak, bu kral ve devrinin siyasal olayları konusunda bilgi yok. M.Ö. 8. yüzyılın son yarısında Frigya devleti Urartu devletiyle birleşerek Assur akınlarını önlemek ister. Frigya'nın doğuda iki hedefi vardı aslında: Yukarı Kızılırmak bölgesini Assurlulardan almak ve Kilikya bölgesinde Akdeniz' e ulaşmak. Gordios' un oğlu Midas, bu hedeflere ulaşamadan Assurlularla barış yaph. Midas'ın M.Ö. 738 yılında tahta çıkhğı söylenir. il. Sargan, ken­ dinden öncekilerin Midas'la başa çıkamamış olduklarını bildirdiğine göre, bu kralın, il. Tiglat-Pileser (M.Ö. 745-727) ile çağdaş olması gerekiyor. Midas, doğuya doğru sınırlarını genişletmekle beraber

120

bahya da önem verdi ve Yunanlılarla ilişkilerde bulundu. Herodo­ tos' a göre bu kral, Delphoi'ye değerli bir taht armağan etmiş ve bir Yunan prensinin de kızıyla evlenmiştir.

M.Ö. 700 yıllarına doğru, Kafkaslar yoluyla Küçük Asya'ya giren Kimmerler Anadolu'nun büyük bir bölümünü istila ettiler. Bunun sonucu olarak da doğu sınırı Kızılırmak' ta olan Frigya devletiyle Kimmerlerin çarpışması kaçınılmaz bir durum aldı. Pek yıkıcı bir istilaydı bu. Kimmerler, Gordion' da durmayarak yollarına devam ettiler ve Lydia'dan geçerek kıyıdaki birçok İyon sitesini yerle bir ettiler. Kimmerlerle yap­ tığı savaşta yenilen Midas'ın, üzüntüsünden canına kıydığı söylenir. Midas'ın ölümünden sonra Frigya arlık büyük bir siya­ sal rol oynamadı ve Küçük Asya' nın yabana kavimlerden temizlenmesi işi Lydia'ya kaldı. Nitekim, Kimmerleri Küçük Asya' dan Lydia Kralı Alyattes çıkardı (M.Ö. 650). M.Ö. 546 tarihinde Pers Kralı Kuroş' un (Kyros) Lydia Kralı Krezüs' ü (Kroisos) yenmesiyle Küçük Asya' da egemenlik Perslerin eline geçti ve Anadolu satraplıklara ayrıldı.

Toplum, kültür ve sanat Frig toplumu hakkında bildiklerimiz çok az. Büyük top­ raklar hep rahiplerin malıydı. Frig devleti, özellikle bir köylü ve çiftçi ülkesiydi. Kralları, bütün gayret ve dikkatlerini tarıma verirlerdi. Frigya sürüleri, yünlerinin inceliği ve koyu siyah renkleriyle pek makbul sayılıyordu. Kereste, hiç kuşkusuz önemli bir metaydı o zamanlar. Midas kentinin çevresi bugün bile ormanlarla kaplıdır. Bir başka uğraş alanı da atçılıktı. Herodotos, Küçük Asya yaylasının en zengin halkları olarak anlatır Frigleri. Gordion ve Midas kentlerinde yüksek düzeyde bir aydın tabakası vardı. Bunun yanında tacir ve zanaatkarlar da bulu­ nuyordu. Yunanlı, Foçalı, Suriyeli, Urartulu gibi yabancılardan oluşuyordu bunların çoğunluğu. Friglerde de, birçok Hint-Av­ rupalı kavimde olduğu gibi, öteki yerli kavimlere hükmeden bir soylu zümre hüküm sürmüş olmak gerekir. Hiç kuşkusuz, başta savaş esirlerinden oluşan bir köle sınıfı da bulunuyordu. 121

Friglerin başlı başına bir yazı sistemi vardı: Kaynağı ve geli­ şimi henüz aydınlahlmamış olan bu yazı, bir yandan Arami, öte yandan Ege yazı sistemlerinin etkisi alhnda ortaya çıkmışa benziyor. Frig ve Yunan alfabelerinin aynı Fenike kaynağından gelmesi olasıdır; Frig alfabesi M.Ö. 5. yüzyıla değin kullanıldı; Frig dili ise, Yunanca ile karışarak, M.S. 2. ve 3. yüzyıllara kadar yaşamışhr. Frig edebiyah hakkında bilgimiz yok; ancak, Frigyalı­ lar "hayvan öyküleri"nin buluculan olarak kabul edilirler. Frigya sanah ve mimarlığı konusunda, Küçük Asya'nın çeşitli yerlerinde, özellikle Gordion, Midas kentleri ve Pazar­ lı' da tümülüs biçimindeki mezarlarda ya da kayalar içine oyul­ muş zengin cepheli binalarda yapılan kazılar sayesinde bir bilgi edinilebildi. Frigler, özellikle maden işçiliğinde çok ileri gitmişlerdi. Frigya' da yapılan bronzdan boğa başı ya da başka figürlerle süslü içki kadehleri Yunanistan' a sahlan mallar ara­ sındaydı. Kaya ve taş mimaride kullanılan malzemeyi işlemek için madenden çeşitli aletler yapılıyordu. Frigler zamanında müstahkem şatoların varlığı yapılan kazılardan anlaşılmışhr. Frig mimarlığı Yunan mimarlığım da etkilemiştir aynı zamanda. Klasik geleneğe göre, "friz"i ilk kez Frigler kullanmışlardır. Gor­ dion' da son yıllarda yapılan kazılarda, M.Ö. 8. yüzyılda Frig evleri­ nin bazen taştan bazen de tahta çerçeve kullanmak yoluyla tuğladan yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu evlerin bazılarının planı "megaron" (Miken evinin karakteristiği uzun bir dikdörtgen hol) tipindedir. Gordion' da, kentin çevresini çeviren surlar, kentin kapısı ve çeşitli binalar ortaya çıkarıldı. Frigler, doğudaki komşuları Urartular gibi, kaya mimarlığında çok ileri gitmişlerdi. Ahşap sanah pek ilerlemişti.

Frig sanahnda, insan biçimleri zayıf olarak, hayvanlar da üsluplaşhrılarak işlenmiştir. Frig seramiği, M.Ö. 2. bin yıl Ana­ dolu seramiğinin bir devamı olmakla beraber bazı yenilikler de gösterir. Friglerin, Küçük Asya' da öteden beri kökleşen gelenekleri benimseyip sürdürdüklerini sanatlarından çok dinleri gösterir. En eski kült, büyük ana-tanrıça Kybele'nin kültüydü. Heykellerde ve kabartmalarda tanrıça, oturmuş ya da ayakta, yalnız ya da aslanlarla beraber gösterilmiştir. Bunlar­ dan, tanrıçanın bütün yaşayanlarla ölmüşleri yönettiği sonucu

122

çıkmaktadır. Friglerde aslan, bir binek hayvanı olduğu gibi, dağlarda da bir yol arkadaşıdır ve zamanla krallığın bir simge­ si niteliğini kazanmışhr. Tasvirlerde, tanrıçanın başında adeta kule gibi yükseltilmiş bir taç vardır. Bu taç onun, kentlerin ve ürünlerin mutlak sahibi sayıldığını gösterir. Tanrıçanın, sev­ gilisi Attis ile birleşmesinin doğaya yeni bir yaşam verdiğine, sevgilisini yitirmesi sonucunda doğanın kış uykusuna girdiği­ ne inanılırdı. Kybele'ye en büyük tapınma yeri Pessinus'taydı. Ana-tanrıçaya ayrılan bu kutsal kentin gerek dinsel, gerek ticari yönetimi, Attis'in adını taşıyan birtakım başrahiplerce yerine getiriliyordu. Aynı zamanda panayır yeriydi burası; tanrı ve tanrıça onuruna görkemli ayinler yapılırdı. Böylece, Pessinus Kybele tapınağı çevresinde bir devlet oluşmuştu. Burada iki yüksek rahip bulunuyordu. Bunlardan birisi Attis'in adını taşıyordu ve maiyetinde "gallus" adını alan rahip­ ler vardı. Galluslann erkeklikleri giderilmişti ve bu ameliyah dinsel tapınmanın coşkunluğu içinde kendi kendilerine uygularlardı. Bu vahşi olayla, tanrıçanın bahar bayramı özgün bir biçim alırdı. Erkekli­ ğin giderilmesiyle tanrılaşmak düşüncesi ilkçağda yoktur. Gallusların bu hareketi, Attis'in kendi erkekliğini gidermesine öykünmekten iba­ retti. Frigler, bu tanrıçayı öylesine benimsediler ki, bütün devletlerini ve ülkelerini Pessinus Kybelesi'nin mülkü saydılar.

Frigler, bağımsızlıklarını yitirdikten sonra da bu büyük tan­ rıçaya bağlı kaldılar. Böylece, bu din Küçük Asya' da uzun süre tutunabildi. Pessinus ve Efes gibi kentlerde tanrıçanın tapına­ ğı çevresinde oluşan rahip devletleri uzun zaman varlıklarını koruyabilmiştir. Daha sonraları büyük tanrıça kültü, Yunanis­ tan ve Roma'ya girdi ve bu ülkelerde de önemli bir rol oynadı.

Lydia ve uygarlığı Lydia, Bah Anadolu'da kuzeyde Mysia, güneyde Karia, doğuda Frigya ve bahda İyonya ile sınırlıydı. Adı, Maionia ola­ rak geçer Homeros' ta. Lydia'nın M.Ö. 2. bin yıldaki siyasal ve etnik ilişkileri hakkında bilgiler çok azdır. Özellikle kıyılarda yapılan kazılarda, bu bölgede

123

çok eski devirlerde kurulan bir Lydia krallığından ve üç hanedandan söz ederler: Atys, Herakleides ve Mermnades hanedanları. Efsane­ vi Atys Hanedanı üstüne pek az şey bilinir; Herakleides Hanedanı hakkındaysa az bilgi vardır. Herodotos, bu hanedanın 505 yıl hüküm sürdüğünü ve bu süre içinde 22 kralın başa geçtiğini anlahr.

Lydia hakkındaki ilk kesin tarihsel bilgi, M.Ö. 680 yıllarına ait. Bu tarihte Lydia' da hüküm süren Herakleides Hanedanı'n­ dan Kral Kandaules, bir saray entrikası sonunda tahttan indi­ rildi. Yerine Mermnadeslerden Gyges geçti; Delphoi kahinince de onaylandı krallığı. Gyges'in kral olmasından sonra devletin sınırlan genişlemeye başladı. O devirde, Kimmer tehlikesi var­ dı Anadolu' da. Gyges, Kimmerlere karşı Assurlulardan yardım istedi ve iki Kimmer şefini zincire vurarak Ninova'ya yolladı. Bir süre sonra da, Kimmer tehlikesinin ortadan kalkhğı düşün­ cesiyle, Assurlulara karşı Mısır'la birleşti. Ancak, Assurlularla mücadeleye fırsat bulamadı; yine bir Kimmer saldırısı sonunda öldü (M.Ö. 652). Gyges'ten sonra Ardys Sadyattes, Alyattes ve Krezüs tahta çıkh. Sadyattes, Frigya krallığının büyük bir bölü­ müne egemen oldu; Bah Frigya, Lydia'nın sınırları içine girdi ve Lydia'nın doğu sınırı İç Anadolu yaylasından Halys (bugün Kızılırmak) Irmağı'na kadar genişledi. Bithynia bölgesiyle, bah­ daki Yunan kentleri ele geçirildi; yalnız Miletos alınamadı. Kral Alyattes devrinde Kimmerler ülkeden kovuldu. Bu kral zama­ nında, değiş tokuş ticaretinden para ticaretine geçişi sağlayan ve devletçe yönetilen sikke basımına başlandığı sanılıyor (yaklaşık olarak M.Ö. 607). Yine o tarihlerde Lydialılarla Medler arasında beş yıl süren savaşlar oldu. Sonunda yapılan antlaşma ile Halys Irmağı iki devlet arasında sınır olarak kabul edildi (M.Ö. 585). M.Ö. 560'ta Alyattes ölünce, yerine oğlu Krezüs geçti. Onun zamanında Lydia'da zenginlik ve gönenç düzeyi pek yükseldi. Bu kral, Yunanlılarla ilişkiler kurdu ve Delphoi'ye birçok değer­ li armağan yolladı. Halys Irmağı'na kadar -Lydia ve Kilikya dışında- tüm Küçük Asya'yı ele geçiren Krezüs, Pers kralı Kuroş ile Halys Irmağı yakınında savaşh (M.Ö. 546); ancak, kış yaklaşhğı için bir sonuç alamadan geri döndü. Kuroş, Krezüs' ü başkenti Sardes'e kadar izledi ve kenti ele geçirerek Lydia kral­ lığına son verdi. Lydia bölgesi o tarihten M.Ö. 334 yılına değin Perslerin elinde kaldı ve satraplıklara ayrıldı; M.Ö. 334'te Gra­ nicus zaferinden sonra Büyük İskender, onun ölümünden sonra 124

da Selefkiler Lydia'ya egemen oldular. Magnesia Savaşı'ndan (M.Ö. 190) sonra Lydia, Bergama krallığının eline geçti. Sonra da bir Roma eyaleti haline getirildi (M.Ö. 133). Tarihçi Xanthos, Lydia ile Friglerin arasındaki hısımlıktan söz eder. Friglerin Lydia'yı etkilediklerini, mezarlar üzerinde yükselen konik yığma tepeler (tümülüs) açığa vurmaktadır. Lydia dilininse -Lykia, Karia, Side dilleri gibi- Hint-Avrupa dil grubuna giren Hitit-Luvi örneğinden olduğu bugün anlaşılmış durumda.

125

BÖLÜM iV FENİKE VE FİLİSTİN

Suriye'nin Akdeniz'e bakan yüzü ile güneyi, Sami kökenli halkların yaratbğı uygarlıklara tanık oldu: Sami kökenli Feni­ keliler, ilkçağda denizlerin ilk fatihleridir; İbraniler ise tanrı anlayışında yapbkları büyük değişiklikle önemli rol oynadılar. İbranilerin rolü, yalnız ilkçağla sınırlı kalmadı, sonraki yüzyıl­ ları da etkilediler onlar. Önce Fenikelilerden başlayalım. FENİKELİLER Fenike adı, Suriye'nin Tyr'den Ugarit'e kadar uzanan kıyı şeridine veriliyor. Bu şeridin doğusunda, ormanlarla kaplı Lübnan dağları sıralanır; dağlar -yer yer- kıyıya kadar uzanır ve dikine varırlar denize. Ekilebilir topraklar pek azdı o yüz­ yıllarda, ama çok bereketliydi; yamaçlarda çobanlara rastlanır­ dı özellikle. İlkçağda, bu kıyılarda ondan fazla denizci devlet görüyoruz. Fenikeliler, gözü pek denizciler ve faal tacirler olarak ün salmışlardı. "Fenikeliler" adını Yunan tarihçileri vermişlerdir onlara; bu adı kullanmazdı yerli halk. Ataları, M.Ö. 3. bin yıllarına değin Filistin'in güneyinde ve babsında otururlardı. Sami diller konu­ şan birçok kabileye bölünmüşlerdi. M.Ö. 3. bin yılda, Akdeniz kıyısı boyunca kuzeye doğru ilerlemeye başladılar. Bu kabileler, Suriye kıyısında ilk yerleşmelerini yapblar ve geleceğin Ugarit, Gebal (Byblos) ve Sidon kentlerini kurdular. Az sonra da geleceğin Sur' u (Tyr) doğar. Bunlar başlarda, ortakçı mülkiyet düzeni içinde yaşayan balıkçı köyleriydi herhalde; sonraları kentlere dönüştüler ve belli küçük bölgelerin merkezleri oldular. Klan ortakçılığından komşu ortakçılığına dönüşme sosyal sınıfları getirdi arkasından; onu da Fenike devletlerinin doğuşu izledi. Bu süreç hakkında açık seçik hiçbir bilgimiz yok aslında. 127

Bir efsaneye göre, Sidon'un kurucusu ve ilk kralı Keret olmuş, bir ordusu varmış; Sidon' da, kabile tanrıları adına yapılmış tapınaklar da vardı herhalde.

Fenike krallıklarının tarihçesi Fenike' nin küçük krallıkları hiçbir zaman tek bir devlet halin­ de birleşmediler. Her birinin kendine özgü bir siyasal yaşamı vardı. Tarih boyunca, zenginlikleri ve güçleri bakımından, dört krallık göze çarpıyor: Ugarit, Gebal, Sidon ve Tyr. 111. Thutmosis'in Filistin'i ve Suriye'yi fethetmesinden önce, Fenike krallıkları bağımsızdılar. O yıllarda, ön planda gelen de Gebal ile U garit' ti. Gebal, M.Ö. 3. bin yıldan başlayarak Mısır'la ilişkiler kur­ muştu. Ugarit ise, M.Ö. 3. binli yılların sonunda Mısır ve Girit'le ticaret yapan önemli bir kent olup çıkh. M.Ö. 2. bin yılın ilk yarısında Ugarit gönenç içindeydi: Tapınaklar ve saraylarla doluydu kent; tacirler ve senyörler, zengince döşenmiş ve aile gömütlüğü de olan taştan evlerde oturuyorlardı. Giritli tacirle­ rin ayrı bir mahallesi vardı; Kıbrıs'la da ticaret yapılıyordu. M.Ö. 2. bin yılın ortalarında Fenike kentleri, üç yüzyıl kadar Mısır'a bağımlı kaldılar ve M.Ö. 14. yüzyılın ilk yarı­ sında Suriye'nin kuzeyini fetheden Hititler de bir süre Ugarit ve Gebal'i kendilerine bağladılar. O tarihten sonra ve M.Ö. 2. bin yılın sonlarına değin Fenike bir gerileme dönemine girer; Mısır' a ve Hititlere karşı savaşların, sonra da Ege adalarından gelen "deniz halkları"nın istilasının sonucudur bu. M.Ö. 13. yüzyılın sonunda, Mısır'ın zayıflaması ve Hitit İmparatorluğu'nun çöküşü, Fenike krallıklarına bağımsızlıkla­ rını yeniden elde etme olanağı sağladı. O dönemde, önde gelen Tyr kentiydi; ada üzerine kurulu oldu­ ğundan, savaşların ve istilaların acısını daha az çekmişti. En ünlü kralı, M.Ö. 10. yüzyılın ortalarında hüküm süren Hiram oldu. Büyük bir tica­ ret filosu vardı onun ve bütün Akdeniz' de ticaret yapıyordu. Hiram, Tyr'i öylesine genişletti ve güçlendirdi ki, ele geçirilmesi olanaksız bir kent olup çıkh; öyle ki, Assurluların saldırısına bile dayanabildi.

Bu bağımsızlık dönemi, M.Ö. 8. yüzyılın sonlarında, Assur'un Fenike krallıklarını fethine değin sürecektir. 128

İktisadi, sosyal ve siyasal rejim Ugarit kazılarında bulunmuş bazı belgeler, bu devletin iktisadi ve sosyal rejimini niteleyen birtakım bilgiler veriyor. Halkın çoğunluğu, verimli Orontes Vadisi'nde tahıl ekimi ve bağcılıkla uğraşıyordu; onun ötesinde çölde ise krallığın sını­ rı başlıyordu. Toprak iyi ürün veriyordu; artanı Ugarit'teki yabancı tacirlere sahlıyordu. Çiftçiler, ortakçı bir rejim içinde yaşıyorlardı. Komşu ortakçılığı klan ortakçılığından geliyordu ve bazıları eski adlarını bile korumuşlardı. Krala belli bir vergi veriyor ve çalışmaları için el emeği sağlıyorlardı ona. Herkes yılda 13 günden iki aya kadar bir angaryayla yükümlüydü ve orduda okçuluk yapıyordu. Kıyı bölgesinde balıkçı toplulukları vardı; kralın donanmasında hizmet edecek olanlar onlar arasın­ dan seçiliyorlardı kuşkusuz. U garit halkı zanaatkarlardan, tacirlerden, rahip ve eşraftan oluşuyordu; zanaatkarlar bir yana, hepsinin de köleleri vardı. Kölelik, ailevi bir nitelik taşıyordu ve köle mal olarak görülü­ yordu. Sayısı fazla değildi kölelerin; iki ya da üç kölesini yitiren yoksulluk tehlikesiyle karşılaşmış olurdu. Çoğunluğu, kralın malikanelerindeydi; bir bölümü saraylarda, bir bölümü de kra­ lın bağ ve bahçelerinde çalışır ya da gemilerinde kürek çekerdi. Kölelerin çoğu pazardan sahn alınıyordu. Kölecilik, M.Ö. 1 . bin yılda, özellikle Tyr' de gelişti. Tyr krallarının pek güçlü bir tica­ ret ve savaş filoları vardı; tacirleri, Tyr' in kolonilerinin bulun­ duğu ülkelerden getirilmiş kölelerin ticaretini de yaparlardı. M.Ö. 2. bin yılın ilk yarısından başlayarak, Fenike kral­ lıklarında bir tacir zümresi oluştu. Aracı ticaretti yaptığı bu zümrenin: Dışarıya satılan mallar arasında buğday, şarap, Lübnan kerestesi, kuru balık gibi bizzat Lübnan'ın kendi üret­ tikleri vardı; geri kalan, dışardan getiriliyor ve bir başka ülke için yeniden satılıyor ya da o ülkedeki bir malla değiş tokuş ediliyordu. Fenike devletleri sona erinceye değin kralları, baş­ lıca alıcılar ve satıcılar olmuşlardır. M.Ö. 2. bin yılda Fenike tacirleri, dünyanın en işbilir kişileriydiler; o zamanki dünya ticaretinde başta gelen bir rol oynamışlardır. Siyasal rejim bakımından, Fenike krallıkları küçük despot­

luklardı. 129

Devlet örgütünün yapısını bilmiyoruz; ancak, kral iktidarının dayandığı ideolojiyi iyi tanıyoruz. Fenike hükümdarları, tanrısal bir nitelik görürlerdi kendilerinde. Örneğin Sidon kralı, soyunu tanrıla­ ra kadar çıkarıyordu. Efsanevi kral Keret' e, bir tanrı olarak bakılırdı. Gebal kentinin kurucusu sözde tanrı El' di, Tyr'in başlıca tanrısı da Melkart (Fenike dilinde "kentin kralı" ) idi. Resmi din de bu tanrısal ideolojiye uyuyordu; Gebal, Ugarit, Tyr ve Sidon kralları, kentlerinin en büyük tanrılarının rahipleriydiler aynı zamanda ve büyük ayinlere kahlır, başkanlık ederlerdi. Ancak, Babil'in ve Mısır'ın hükümdarları kadar mutlak birer despot değildiler.

Tacir ve köleci zengin krallıklarda kendisini erkenden gös­ teren sosyal eşitsizlik ve köleliğin gelişmesi, bitip tükenmeyen karışıklık ve komploların yanı sıra saray ihtilallerine yol açh. Tyr'de, M.Ö. 9. yüzyılın sonlarına doğru krala, hem de kız kardeşinin tertiplediği komplonun ardından böylesine karı­ şıklıklar görüyoruz. Tyr' de, M.Ö. 5. yüzyılda, kentin Perslere bağlı olduğu bir dönemde patlak vermiş bir başkaldırının pek bulanık öyküsü dışında, köle hareketleri hakkında bilgimiz yok.

Denizcilik ve koloniler Fenikeliler, ilkçağın en iyi denizcileri olarak görülüyorlardı. Deniz taşımaalığı, bütün bu krallıkların kıyıda kurulmuş olması dolayısıyla gelişti. M.Ö. 3. bin yıldan başlayarak Fenikeli­ ler, Mısır' a, hatta Ege denizine değin gidebiliyorlardı. M.Ö. 2. bin yılda, bahda Numidya ve İberya (İspanya) kıyılarına ulaşhlar. Cebelitarık Boğazı'na ilk erişenler Tyr denizcileri oldu; ve boğazın ötesinde göz alabildiğine uzayıp giden denizi görün­ ce, dünyanın ucu sandılar orayı. Boğazda karşılıklı dikilen dev kayalara, Tanrı'nın, dünyanın sınırlarını göstermek üzere kendi elleriyle oraya getirip diktiğini varsayıp "Melkart Sütunları" adını verdiler. Daha sonra, dünyanın orada bitmediğini gördüler, hem de birçok kez aştılar Cebelitarık'ı. Ancak, o boğaza yakıştırılmış bu düşünce yaşadı ve Yunanlılarla Romalılar da onu sürdürdüler ve "Herkül Sütunları" adını verdiler onlara.

Fenikeliler, M.Ö. 1 . bin yılda Akdeniz' den dışarıya çıkhlar: M.Ö. 5. yüzyılda Kartacalı denizci Hannon, Afrika'nın balı kıyı130

larında, bugünkü Kamerun'a değin uzandı ve yolculuğunun izlenimlerini anlath. Bu metnin Yunancası elimizde bugün. Seferleri boyunca Fenikeliler koloniler kuruyorlar ve Akde­ niz kıyılarında ve adalarında oturan halklarla ticaret ilişkilerini örgütlüyorlardı. Bu tacirlerin her zaman barışçı olduklarını sanmamalı; fırsatı yakaladıklarında Afrika, İspanya ve Küçük Asya kıyılarında oturan kabileleri açıkça yağmalıyorlardı. Tica­ ret, değiş tokuşla yapılıyordu. Uygun yerlerde de koloniler örgütlediler; bunların çoğu büyük kentler oldular sonradan. Kıbrıs'ta, Ege adalarında, Hellespontos'ta ve başka yerlerde böyle yığınla koloni görüyoruz. M.Ö. 800 yılına doğru da içlerinden en önemlisi, -bugün­ kü Tunus yakınında- Kartaca kuruldu. Kartaca, çok geçmeden, Bah Akdeniz'in en büyük ticari gücü olup çıkh. Denizcilik, Tyr' de, Sidon' da ve Gebal' de gemi yapımcılı­ ğını da geniş ölçüde geliştirdi. Assur kralı Sanherib' in donan­ ması baştan aşağıya Tyr tezgahlarında yapıldı. Pers krallarına da gemi sağlıyorlardı; Persler, savaşlarda bazen bütün Fenike kentlerinin filolarını seferber ediyorlardı.

Fenike uygarlığı Ugarit'teki buluntular ve Gebal kazılarının pek güzel gös­ terdikleri gibi, Fenikeliler din, yazı, edebiyat, sanat olmak üzere her alanda özgün bir uygarlık yarathlar. Fenike dininde, İlkçağ Doğusu'nun bütün dinleri gibi, res­ mi kült ile tarımcı halk kültü bir arada bulunuyor. Her devletin resmi tanrıları vardı: Baal ve Baalat, kentin ya da krallığın sahip ve sahibesiydi. Gebal'de Adonis ile Astarte vardı; Ugarit'te, Ale­ yin ile Anet; Tyr'deyse Melkart ("eşi"nin adı bilinmiyor). Başka "büyük" tanrılar da vardı ayrıca. Devlet dini ile halk dini bir noktada birleşiyordu: Bitki ve üreme tanrılarına tapmada! Tanrılar yalnızca ülkenin koruyu­ cuları değil, bitkilerin ve üremenin de tanrıları olarak biliniyor ve tapılıyordu. Bu nitelikler her tanrıya yakışhrılıyordu. Resmi dinin başlıca bayramı, tarım çalışmalarına başlamayı her yerde kutluyor ve yeniden doğuş mitosuna ya da bitki ve döllenme tanrısının ortaya çıkışına bağlanıyordu. Halk dininde baş yer, tarımla ilgili kültlerdi. Bunlar "iyi­ liksever tanrılar" olarak bilinen, yağmur, bereket, çift sürme ve 131

ekme, hasat, buğday ve şarap tanrılarına adanmışh. Halk mito­ lojisine göre, bu tanrılar "doğuyorlar" ya da tarla çalışmaları mevsimi boyunca görünüyorlardı; aynı şey, yağmurları paylaş­ hran "denizin oğlu" Aleyin için de öyleydi. Bu tanrı da toprağı ekmeden önce ortaya çıkıyor ve kuraklığın tanrısı Mot'u yeni­ yordu. Toprağı sürme ve ekme, hasat ve bitkilerin toplanması­ na, başarıyı "sağlasınlar" diye büyülü ayinler de eşlik ediyordu. Bütün bu ayin ve törenler, toplu halde yapılıyordu. Fenike edebiyah, dinsel ve mitolojik konuları işlemeyi yeğliyordu daha çok. Ugarit'te bulunmuş metinler, Aleyin'in ölümünü, Mot'un yeralh dünyasına inişini, canlanıp yeniden yeryüzüne çıkışını ve onuruna bir tapınağın yapılışını anlahyor. Mitolojik poemler dışında tarihsel bir edebiyat da vardı. Ugarit kazılarında, Sidon'un efsanevi tanrısı Keret'in destanı bulundu. Tyr kentinin en eski yüzyıllarından M.Ö. 1 . bin yıla değin tarihi­ ni anlatan yıllıklardan parçalarla, M.Ö. 5 . yüzyılda yaşamış bir Sidon kralının yazılı var. Ancak, Fenike uygarlığının en büyük başarılarından biri, alfabe yazısının yarahlması oldu. Denizciliğin ve ticaretin gelişmesi, koşullara daha uygun, çiviya­ zısı ile hiyerogliften daha yalın bir yazıyı gerektiriyordu. M.Ö. 2. bin yılda alfabe yazısı, çeşitli kentlerde aynı zamanda oluşmuş görünüyor: Kuzeyde Ugarit'te çiviyazısına dayanılırken güneyde Mısırlıların ses­ leri saptayan hiyeroglifleri örnek alınıyordu. Fenike harfleri, sonradan Yunan, Arami, Latin alfabelerinin oluşumunda da kaynak oldu. Fenike alfabesinin eksikliği, seslileri gösteren işaretlerin bulun­ mamasıydı; bu ilkeyi, İbrani ve Arap alfabeleri de sürdürdüler.

Gebal'da ve Ugarit'te, Fenike sanatından birçok parça, tanrı heykel ve heykelcikleri, kabartmalı mezar taşları, altın­ dan, gümüşten, tunç ve tahtadan eşya, kırmızı dekorlu vazolar bulundu. Bütün bu eserler, M.Ö. 3 . bin yıldan 1 . bin yıla kadar uzanan çeşitli devirleri temsil ediyor. Sidon' da, Kıbrıs'taki Feni­ ke kolonilerinde ve başka yerlerde M.Ö. 1 . bin yılından kalma yığınla eşya bulundu. Sanatçılar, Mısır ve Hitit-Hurri gelenek­ lerinden esinlenen, özgün bir biçim yaratmışlardı. Fenike sana­ tının şaheserleri Gebal Kralı Ahiram'ın taş sandukasının kabart­ maları, Aleyin'i gösteren Ugarit'teki mezar taşları, boğa biçi­ mindeki tunçtan ağırlıklar, Adonis mitosunun inceden inceye 132

işlendiği gümüş tabaklardır. Fenike sanatı, Suriye ve Filistin' de yaşayan öteki halkların sanatı, özellikle İbrani sanatı üzerinde büyük etkilerde bulundu. İBRANİLER Suriye'nin güneyindeki topraklara, Eski Yunanlılar Pales­ tin derler. Akdeniz'in güneydoğu kıyısında M.Ö. 12. yüzyıldan beri yaşayan Filistiler' e bakarak verilmiş bu ad. Şeria adlı bir ırmak, ülkeyi kuzeyden güneye katediyor ve Ölüdeniz' e dökü­ lüyor; Filistin'i de birbirinden farklı iki bölgeye bölüyor: Vadi­ nin batısında bereketli topraklar ve gür bir bitki örtüsü; doğu yanı ise kayalık ve çıplak. Kuzeyde, Lübnan ve Anti-Lübnan dağlarının kolları; Ölüdeniz' in güneyinde, yağmur mevsimi yeşeren ve kurak mevsimde ise çölleşen ovalar. M.Ö. 2. bin yılda, o zamanlar Kenaneli diye anılan Filis­ tin' de, Kenanlılar oturuyordu. Dilleri de Sami ve Hurri karışımı bir şeydi. Bu bereketli bölge, M.Ö. 3 . bin yıldan beri Mısırlıların iştahını kabartmış durmuştu; öyle ki, XVIII. Hanedan'ın fira­ vunları, orayı ele geçirip Fenike adını verdiler. M.Ö. 2. bin yılın sonlarında "Deniz Halkları"nın istilası sonucu Mısır, Filistin'i yitirdi ve ülke de çeşitli kabileler arasında çatışma konusu oldu. İşte o sıralardadır ki, Filistin' e, Şeria'nın ötesinden, İsrail adı altında toplaşmış İbrani kabileleri sızmaya başlar.

İsrail ile Yahuda kabileleri ve Kenaneli'ne girişleri Düzenli bir askeri sefer değildi bu hareket; birbirinden kopuk kabilelerin sızmasıydı: Bazen, önlerine çıkan yerlileri öldürüyor ya da köle haline getiriyor bazen de boş topraklara, Kenanlılarla yan yana yerleşiyorlardı. Bu göç hareketinden son­ ra İsrail kabileleri, özellikle Filistin'in güneyinde yarı-çöl böl­ gede yerleşmiş olan Yahuda kabileleri ile komşuları, bir zaman için klan rejiminde yaşadılar. Daha sonra, bu göçebe yaşamı terk edip yerleşik tarım yaşamına geçtiler; bu tarım yaşamı, M.Ö. 1 1 . yüzyıldan başlayarak Kenaneli' nin kuzeyinde ve ortasında ağır basmaktadır. Klana dayanan topluluklar, komşu ortaklıklar haline geliyordu. ·Geniş topraklara dağılmış ve yerleşik çiftçi yaşamına geçmiş kabileler uzun süre örf ve adetlerini sürdür133

düler. Bununla beraber, köleliğin gelişimi ve servet eşitsizliği, M.Ö. 2. bin yılın sonlarından başlayarak, devletin doğuşunun iktisadi koşullarını hazırlıyordu. M.Ö. 12. ve 1 1 . yüzyıllarda, başka kabileler girmeye başladı Kenaneli'ne. Doğu' dan Trans Ürdün' ün göçebe Samileri geldi­ ler; Bah' da, "Deniz Halkları" ndan biri, Filistiler, Filistin kıyıla­ rında karaya ayak bashlar. İsrail kabileleri, doğudan gelen isti­ lacılara kendi araçlarıyla karşı koyabildiler. Filistilere gelince, pek korkutucuydular. Ellerinde demirden kılıçlar, kıyı boyunu ele geçirip ülkenin içine doğru fethe çıkhlar; müstahkem yerler yapıyor ve prenslikler kuruyorlardı. Filistilere karşı savaş, İsraillerin tek bir devlet halinde bir­ leşmelerine katkıda bulundu. İlk girişim Saul adlı bir kabile şefinden geldi. Kral olunca Filistilere savaş açh. Yahuda da içinde olmak üzere, güneyde­ ki İsrail kabileleri de kahldılar savaşa. Saul' dan sonra Yahuda kabilesinden Davut geçti yerine ve onun kumandasında sürdü­ rüldü savaşlar. Yahuda kralı olunca Davut, Kenaneli'nin güneyi ve ortasındaki İsrail kabilelerini egemenliği alhnda birleştirdi. Bu devlet, İsrail ya da Yahuda Krallığı diye bilinir. Filistileri yenmeyi ve ülkeden sürüp çıkarmayı başardı.

İsrail ve Yahuda krallıkları Filistileri sürüp çıkardıktan sonra Davut kuzeye birçok sefer yaph ve egemenliğini o bölgedeki İsrail kabilelerine de tanıth. Eski Kudüs kentini başkent olarak seçti ve Sion Tepe­ si'nde "topalların ve körlerin" bile savunabileceği kadar sağlam konutunu yaphrdı. Yine aynı tepede, Yahuda kabilesinin tanrısı Yehova onuruna, göçebelerin adeti üzerine çadır biçimindeki tapınağı yükseltti. M.Ö. 1 0. yüzyılın başlarında ölen Davut'un yerine oğlu Süleyman geçti. Kudüs'ün yapımını tamamlayan Süleyman, barışçı bir politika da gütmüş olsa, Doğulu anlamda bir despot­ tu aslında. Halk, mal olarak bir vergi ödüyordu kendisine. Eski Ahit teki '

bölümlerden birinin, Krallar Kitabı 'run verdiği bilgilere bakılırsa Süleyman, ülkesini on iki bölgeye ayırmış; her bölgenin başına da bir yönetici getirmişti. Bu yönetici, kendi bölgesinden vergileri -mal olarak- topluyor ve Kudüs'e gönderiyordu. Bir başka görevli, "bütün

134

İsrail"i yükümlü kılan "kralın evi için" çalışmalara göz kulak oluyor­ du. Sırayla otuz bin insan koşuluyordu bu angaryalara. Kral sarayı ile Yehova Tapınağı böyle yaphrıldı. Saray ve tapınak, ölçü olarak şaşırhcı değildi; ancak, metinlere bakılırsa, içi ve dışı pek süslüydü. Süleyman, ayrıca, birçok kale ve hisar yaphrdı. Kenaneli'nin yerlilerini de angaryaya koştu. Fenike, Mısır, Suriye ve Arabistan'la ticaret ilişkileri kurdu: Oralardan at, köle, alhn, gümüş, mücevherat, kokulu yağlar ve başka lüks madde­ ler getirtiyordu.

Süleyman'ın geniş işyerleri, sarayının bakımı, yaşayış biçi­ mindeki görkem zorla çalışlırmaya ve uyruklarının soyulma­ sına dayanıyordu. Öyle olduğu için de hükümdarlığının son zamanlarında, Filistin' de durumun pek gergin oluşuna hiç de şaşmamalı. Kral, kuzeydeki kabilelerin çıkarlarım hesaba katmadığı ve Yahuda soylularını desteklediği ölçüde daha da vahimleşiyordu durum. Hoşnutsuzluk, İsrail'in en büyük kabi­ lelerinden birinde, Efraim kabilesinde özel bir ağırlık kazandı ve başkaldırdı bu kabile. Gerçi baslırıldı bu ayaklanma; ancak, Süleyman'ın ölümünden sonra keskinleşen mücadele devleti iki krallığa ayırmakla sonuçlandı: Yahuda ve İsrail krallıkları ortaya çıklı (M.Ö. 935). İsrail Krallığı, iç çalışmalar içine düştü. Elli yıl süren çekiş­ melerden sonra taht, halk milisleri şefi Omri'nin eline geçti (M.Ö. 890). Onun haned anının zamanı, krallığın en parlak zamanı oldu. Omri, Samarra Dağı'nda, görkemli bir saray ve tapınağıyla yeni bir başkent kurdu. Bu hükümdar ve kendisin­ den sonra gelenler, Fenike ile sürekli bir ilişki içindeydiler ve İsrail'i ele geçirmenin tutkusu içinde olan Şam' daki Suriye kral­ larına karşı başarılı bir mücadele sürdürüyorlardı. Ancak, içerde durum karışıklı. Ağır vergi yüklerine kıtlık da gelip eklenmiş­ ti. Köylüler başkaldırıyor, kaynaşma orduya da bulaşıyordu. Sonunda, Omri Hanedanı devrildi ve krallık çökmeye başladı. M.Ö. 8. yüzyılda iç savaşlar birbirini izlerken, dışarda korkunç bir düşman da belirmişti: Assur. M.Ö. 722 yılında, İsraillilerin umutsuz bir direnişinden sonra, Assur kralı Sargon Samarra'yı ele geçirdi ve yağmaladı. İsrail Krallığı'mn sonu böyle oldu. Yahuda Krallığı ise uzun zaman yaşadı. M.Ö. 9 ve 8. yüz­ yıllarda hükümdarlar egemenliklerini kuzeye de tanıtmak için 135

birçok kez harekete geçtiler. Savaş açacak kadar güçlü değil­ diler; ancak, bu krallığın bütün hoşnutsuzluklarını destekli­ yor ve -başarısız kalan- bir din propagandası yapıyorlardı. Samarra'nın düşüşünden ve yıkılışından sonra, Kudüs'ü sardı korku; onu da aynı akıbet bekliyordu. Ancak, kaygılandırıcı haberler Assur kralını, kuşatmayı kaldırmaya götürdü. Yahuda Kralı Hezekiel, Assurlulara ağır bir vergi ödemeyi ve onların üstünlüğünü kabul etti. Ondan sonra, daha bir buçuk yüzyıl sürdü krallık.

İsrail 'de ve Yahuda 'da sosyal durum ve sınıf mücadeleleri Filistin'in ekonomisi, M.Ö. 1 . bin yılın ilk yarısında tarım ve hayvancılığa dayanıyordu. Hayvancılık güneyde, bozkır ve dağlık bölgelerde ağırlıktaydı; oralarda, özellikle küçükbaş hay­ vanlar yetiştiriliyordu. Yahuda' nın kuzeyinde ve İsrail' de tahıl ekimi vardı, bağcılık ve zeytincilik yapılıyordu. Toprak, demirli sabanla sürülüyor, hasat da demir orakla devşiriliyordu. Zana­ atçılık, tarımdan ayrılmışh ve Fenikelilerin etkisiyle gelişmesini hızlandırıyordu. Filistin' de sosyal ilişkilerin gelişmesini belirleyen bir olay vardı: Göçebe İbrani kabileleri yeni bir ekonomik ve sosyal ortama gelip girmişlerdi; bu ortamda, zanaatkarlığın ve ticare­ tin, giderek tefecilik ve özel mülkiyetin, Fenike ile Kenaneli'nin merkezlerinde çok önceden doğmuş sağlam gelenekleri vardı. İbrani toplumunda, görünürde çelişmeli olaylara yol açh bu: Bir yandan klan rejiminin kalıntıları -bütün açıklığıyla- sürer­ ken, öte yandan özel mülkiyet, tefecilik, servet farklılığı hızla gelişiyordu. Temel sosyal hücre, ortakçılık (eda) idi. Başlangıçta bu terim, klana dayanan ortakçılığı dile getiriyordu; sonradan komşu ortaklığını da gösterir oldu. Bununla beraber kom­ şu ortaklığı, klan rejiminden hayli kalıntıyı da sürdürüyordu içinde: Klan kurulu, klan mezarlığı, kan gütme vb. Ortaklığın başında bir yaşlı kişi (nashi) vardı. Komşu ortaklığı, kolektif toprak mülkiyeti­ ne dayanıyordu. M.Ö. 8. yüzyıldan başlayarak, Yahuda' da toprağın ortaklaşa işlendiği ve arkasından ürünün de üyeleri arasında payla­ şıldığı topluluklar ortaya çıktı. Ancak, ortak toprak, kurayla bireysel

136

parçalara bölünüyordu çok kez; bölüşme de genel bir toplanhda ve özel bir törenle oluyordu. Her topluluğun kendi tapınağı ve kendi rahibi vardı. Üyeleri birbirine bağlayan çeşitli yükümlülükler görülü­ yor: Aralarından borç için köle durumuna düşenleri borcunu ödeyip kurtarmak, suç işleyenleri hep birlikte yargılayıp cezalandırmak, kan davasını önlemek amacıyla, öldürenle öç almak isteyen arasına gir­ mek gibi.

Ne var ki, klan rejiminin kalınhları sürse de M.Ö. 1 . bin yılın ilk yarısında İbrani toplumunda eşitlik yoktu. Zenginle­ rin büyük koyun, keçi, eşek sürüleri, kadın erkek yığınla kölesi ve her türden malı vardı. Tek katlı evler yaphrıyorlardı; zemin katta kölelerin odaları, hela ve kiler yer alıyor, sahibin ailesi ise yukarı katta oturuyor, akşamları da damda dinleniyordu. Hayvanlar üzerinde, sonra da toprakta özel mülkiyetin oluşumu pek yoğundu Filistin' de; ortak toprak, gitgide ataerkil ailelerin şeflerine geçiyordu. Yapımı ve uygulanması tam bir işbirliğini gerektiren geniş sulama sisteminin yokluğu, ortak­ çılığın da dağılışına katkıda bulunuyordu: Yağmur sularını toplayan sarnıçlar, tek bir ailenin ve evdeki kölelerin gayretiyle yapılıyordu. Filistin' de özel mülkiyet öylesine gelişmişti ki, kra­ lın kendisinin bile bir toprağa el koyma hakkı yoktu. Özel mülkiyetin gelişmesi tefeciliği doğuruyor ve ortak­ laşacı topluluğun üyelerinden bir bölümünü yıkıma götürü­ yordu; savaşlar ve ağır vergiler daha da hızlandırıyordu bu yıkımı. Borçlarını ödeyebilecek durumda olmayan yoksullar, alacaklılarının kölesi oluyorlardı. Sefalete düşenler ücretli bir iş bulmak için topluluğu terk ediyor ya da alacaklılarından ve kra­ lın "adaletçiler" inden kaçmak için Şeria Irmağı' nın kıyılarında sıklıklara gidip gizleniyorlardı. Çiftçiler, edilgin bir direnişle yetinmiyorlardı. Daha Omri Hanedanı zamanında İsrail halkı, krallarına ve onun görevlile­ rine karşı homurdanmaya başlamışh. Dinsel bir nitelik taşıyordu bu başkaldırılar. Sosyal bir değişikliği özleyen köylüler, adil bir krala, tanrının göndereceği "gerçek bir mesih"e bağlamışlardı umutlarını; o gelecek, angarya ve zulme son verecek, barışı ve adaleti kuracakh. Sözcüleri

peygamberlerdi bunların ve M.Ö. 9 ile 8. yüzyıllarda halk hareketle­ rinin başını çekiyorlardı bazen. (Bunları, Kudüs' te ve Samarra' da,

137

ruhban zümresinin ve hükümdarların görevlileri olarak kral tapı­ naklarında ayinleri yöneten peygamberlerle karışhrmamalı. ) Halk hareketleri, bir hanedan değişikliğiyle sonuçlanıyordu bazen; ancak, çiftçilerin durumu yine de düzelmiyordu. Peygamberler, "bütün kalelerin düşeceğini", halkı ezen aylakların "büyük kınmı"ru haber veriyorlardı: Tanrı'nın kendisi yardıma gelecekti; günahkar hüküm­ darı ve uşaklarını devirdikten sonra krallar olmayacakh arhk, "kral sarayı temelinden ebedi olarak yıkılacakh"; halkın kendisi hükümdar olacakh, kuraklık olmayacakh ve yeni krallık sonsuz sevinç ve erinç içinde yüzecekti.

Sosyal bir dönüşüme götürmese de halk hareketleri, köleci soylular için ciddi bir hahrlatınaydı. O yüzden de krallar, yok­ sulların durumunu hafifletmek için birtakım önlemler almak zorunda kaldılar. Bir kanun, borç için köleliği alh yılla sınırladı; o savaş zamanlarında sayıları hayli fazla olan dulların ve yetim­ lerin haklarıyla, ücretlilerin haklarım savunmak için kararlar çıkarıldı. Hazırlanmış, ama görünüşe göre hiç uygulanmamış bir kanun, devredilmiş toprakların belli bir süre sonra geri alın­ masını öngörüyordu.

Yahuda Krallığı'nın sonu İsrail Krallığı'nın düşüşünden sonra Yahuda kralları, daha önce de söylediğimiz gibi, Assur kralının üstünlüğünü tanımak zorunda kaldılar. Bütün ağırlığı köylülerin üzerine çöken ağır bir vergi ödemekle yükümlüydüler. Bu yeni haraç, M.Ö. 7. yüz­ yılın ortalarında bir başkaldırıya götürdü yığınları. Ayaklanan halk, Kral Ammon' u devirdi. Sekiz yaşındaki Hoşea tahta çıkh; otuz yıldan fazla yönetti ve son büyük hükümdarı oldu ülkenin. Hükümdarlığı zamanında Assur İmparatorluğu çöküş halindeydi; Hoşea bundan yararlanmak istedi. Bağımsızlığı elde ettikten sonra, köleci devlet kurma girişiminde bulundu. Yönetimi merkezileştirdi. Kudüs'ü dinin merkezi yaph. Bunun için de yerel kültler yasaklandı, tapınakları yıkıldı. Kudüs tapı­ nağı milli tapınakh arhk. Yehova da Yahuda'mn tek tanrısı. Bu arada, yabancı kültler de yasaklandı. Ne var ki, bu merkezileştirme çabaları krallığı kurtaramaz­ dı. Halk kitlelerindeki kaynaşma sürüyor ve kralla ilişkileri de

138

kötüleşiyordu gitgide. M.Ö. 7. yüzyılın sonunda Mısır Firavunu Nekao, ülkenin üzerine yürüdü. Hoşea savaşı yitirdi ve öldü. Nekao, Hoşea'nın küçük oğlunu çıkardı tahta ve ağır bir vergi yükledi kendisine. Az sonra, Babil Kralı Nebukadnezar Suriye ve Filistin'i istila etti; M.Ö. 586 yılında Kudüs ele geçirildi ve yıkıldı, tapınağı ateşe verildi ve tüm halkı -"yoksullar" (çiftçi­ ler) dışında- Babil' e sürgüne yollandı. Yahuda Krallığı, bağımsız bir devlet olarak yoktu artık.

İsrail ve Yahuda uygarlıkları İsrail halkının yarattığı kültür, daha sonra Avrupa uygarlığı üzerinde büyük etkide bulundu. Avrupa' da en yaygın din olan Hıristiyanlık, Yahuda dininin etkisi altında doğdu; Eski Ahit' teki kişiler ve konular, yığınla şaire, yazara ve sanatçıya esin verdi. İsrail diniyle Yahuda dini, Fenike dinlerinin doğduğu aynı sosyal yapının ürünleri oldular; ortak birçok noktaları var iki­ sinin de. Nasıl? Yahuda'nın başlıca tanrısı, "Yehova" adını taşıyordu, İsra­ il'inki de Saddai; bunların dışında, mutluluk tanrısı Salem ile bereket tanrıçası Astarte ve öteki başka tanrılara da tapılıyordu. Yehova, başlarda, çöldeki dağların korkutucu güçlerini tem­ sil ediyordu ve bulutların üzerinde dolaşan fırtına ve yağmur tanrısı olarak biliniyordu. Yahuda'nın İsrail üzerinde üstünlük kurmasından ve Yahuda Hanedanı'nın iktidara geçmesinden sonra Yehova, rahiplerce dünyanın yaratıcısı mevkiine çıkarıl­ dı; aynı zamanda krallığın ve kralın koruyucusuydu o. Mitoloji ve efsaneler, Yehova'yı yol gösterici, öğüt veren yargıç olarak gösteriyor. Halkını besleyen, ona sevgisini veren, ekmek, yağ ve şarap veren ve gerektiğinde cezalandıran bir babaydı da o. Böylece sınıflara bölünmüş toplumda da kabile tanrısı olduğu zamanki özelliklerini sürdürdü. Halk dini ise pek açık bir tarımsal nitelik gösteriyor. İbrani­ lerin milli tanrıları arasında Güneş (Şems), tüm yaşamın anası olarak adlandırılan Toprak ve Buğday tanrısı Dagan da vardı aynı zamanda. Ayrıca, her topluluğun da ekmeği, yağı ve şarabı paylaştıran kendi yerel tanrısı (Baal) vardı. Halk ayinleri, tarla çalışmalarına göre ayrılmıştı ve üç ayrı bayramda uygulanıyor­ du: Arpa ve buğday hasadı başında, yemişlerin toplanmasında 139

ve tohum serpme zamanında! Tohum serpme hazırlıklarında yapılan bayram, asıl büyük bayramdı; tarım yılının kapanışı dolayısıyla ve topluluk içinde kutlanıyordu. İsrail ve Yahuda edebiyatı pek zengindir. İbrani mitosları, dünyanın yaradılışından, ilk insanlardan ve tufandan bahsedi­ yorlar. İçerikleri Babil mitoslarını hatırlatır bunların; ancak daha az canlandırıcı ve anlamlıdırlar. Anlatıcı türde gerçekten özgün eserler var. M.Ö. 9. ve 8. yüzyıllarda, hem Yahuda' da, hem İsrail' de İbrani kabilelerinin kökeni ve krallığın oluşumundan önceki tarihi üstüne iki öykü oluşturuldu. Her ikisi de halk gelenek ve efsanelerinden esinleniyor, biçim ve anlayış da onların çocuksuluğunu taşıyorlar: Yahuda'lı yazar, İbrani kabileleri arasında başyerin Yahuda'ya ait olduğunu tanıtlama çabasında; İsrail'li yazar ise tersini savunuyor. Yahuda' da doğan büyük metinler Davut'un ve Süleyman'ın yaşam­ larını canlandırıyor ve yüceltiyorlar onları.

Yahuda ve İsrail krallarının saraylarında, her saltanatın yıllıklarını tutan kronikçiler vardı. Peygamberlerin ortaya çıkı­ şından sonra onların sözleriyle, haklarında türetilen efsaneler toplanmaya ve kaydedilmeye başlandı. Yahuda Krallığı'nın düşüşünden sonra bu kayıtlar, Eski Ahit in "peygamberler kita­ bı"na temel oldu; edebiyat ve tartışma yönünden içlerinde en güzel olanları da İşaya ve Y eremya ile ilgili olanlardır. Yehova kültü birçok neşideye ve "mezamir" adı verilen ilahilere yol açtı. Son olarak da atasözleri, halk türküleri ve öyküleri top­ lanıyordu. Düğün türkülerinden derlenen bir tomar, Neşideler Neşidesi bütün dünyada ün kazandı. Yazarlar adsızdır; M.Ö. 1 . bin yılın sonlarında yaşayan Yahuda'lı ilahiyatçılar, Yahuda ve İsrail tarihindeki çeşitli kişilere, efsanevi şef ve peygamberlere mal ediyorlar bunları. Bu ilahiyatçılar, krallık devrinin edebi eserlerini özenle ayıklayıp, değiştirip düzelterek Eski Ahit'in başlıca bölümleri haline getirdiler. Bu ilahiyatçıların gözünde başta gelen kişi Musa'dır. O atmıştır dinin temellerini. '

140

BÖLÜM V MEZOPOTAMYA'DAKİ SON GELİŞMELER

Mezopotamya, M.Ö. 13. yüzyıldan başlayarak, Sami köken­ li bir başka halkın, Assur'un yayılışına sahne olur. Bir ara yavaş­ layan bu yayılış, M.Ö. 8. yüzyılda yeniden başlar. M.Ö. 8. ve 7. yüzyıllarda, Mısır'a değin hemen bütün Ortadoğu Assur'un baskısı alhndadır. Babil Uygarlığı'nı tekrarlamaktan ileriye pek gidememiş olan Assur -612 yılında- Medlerle Yeni Babil'in bir­ leşik güçleriyle yıkılır. Yeni Babil Krallığı bir yüzyıl kadar yaşayacakhr. Onu da Persler yıkacakhr. ASSUR FETHI

Assur ve halkının kökeni Mezopotamya'nın kuzeyinde, Dicle'nin orta bölümünde, bugünkü Irak'ın kuzeybahsında bir bölgeye Assur adı verilirdi o zamanlar. Doğal koşullar bakımından Assur, Aşağı Mezopo­ tamya' dan açıkça farklıydı: Dicle'yle Fırat, orada birbirinden 300-400 kilometre kadar ayrılır, taşmalar Babil' de olduğundan daha azdır; öyle olunca da sulama için yalnızca Dicle'nin sula­ rından ve kuyulardan yararlanılıyordu ve yağmur suları özel sarnıçlarda toplanıyordu. Assur, doğuda Dicle'ye kadar ilerle­ yen dağlarla çevriliydi; ülkenin ilk başkenti olan Assur, dağlar­ dan kırk kilometre kadar uzaktaydı. Dicle'nin doğusunda uzanan bölgenin bu dağlık niteli­ ği, Assur'un ekonomisini, sosyal ve siyasal tarihini etkiledi. Dağlardaki topluluklar, yalnızca tarımla geçinemiyorlardı; hayvancılık ve avcılık da büyük rol oynuyordu yaşamlarında. Son olarak, dağların yakınlığı, kereste, taş ve maden sağlıyor­ du ülkeye. Ortadoğu' nun kuzeyinde oturan en eski halk, Urartular­ la hısımlıkları olan Hurrilerdi hiç kuşkusuz. M.Ö. 3. bin yılda Akkadlar, Dicle'nin orta bölgesine girmeye başlıyor ve birçok

141

kent kuruyorlardı orada: Kabilesine ve tanrısına bakarak Assur diye adlandırılan kent bunlardan biridir. Assur, o bölgenin de adı olup çıkıyor. Assur kenti, Babil'in 350 kilometre kuzeyinde, Dicle üzerinde bulunuyordu. Önemli yazıtlar bulundu orada: Bunlardan biri, Hammurabi'nin çağdaşı Kral Şamşi-Adad'ın; tanrı Assur'a adanmış bir tapınağın kurulmasından söz edi­ yor. M.Ö. 3. bin yıldan başlayarak da kent, kendisine yakın Kapadokya bölgesiyle ticaret ilişkileri kurar.

M. Ö. 3. ve 2. bin yıllarda Assur M.Ö. 3. bin yılda Assur için pek çok şey bilinmiyor. Bize kadar ulaşan bazı belgelere göre, M.Ö. 3. bin yılın sonlarıyla 2. bin yılın ilk yüzyıllarında Assur toplumu köleci bir toplum olsa gerek. Devlet, "Assur topluluğu" diye adlandırılıyordu. Başında "İshakku" diye adlandırılan bir hükümdar var; iktidara miras yoluyla geçen bu hükümdar, kabile ve klan şefi görevlerini henüz yitirmiş değil ve ancak onu izleyecek devirde bir Doğu despotu olup çıkacakhr. Halk, ortakçı topluluklar halinde yaşı­ yordu; klan ortaklığı, giderek komşu ortaklığına dönüşecektir. Bu devirde ortaya çıkan köleci soylular, klanın yaşlılarıyla, krallığın doğuşundan sonra ortaya çıkmış yüksek görevlilerden oluşuyordu. Bir tacir (tamkarum) zümresinin de onlara kahl­ ması gecikmedi. Assur ticaretinin erkenden gelişmesi şununla açıklanabilir: Aşağı Mezopotamya' da maden yatakları yoktu ve Assur' dan, Küçük Asya' dan ve -bakırla gümüş çıkarılan- Erme­ nistan' dan getiriliyordu maden. Küçük Asya'yla Ermenistan'ın yolu ise Assur' dan geçiyordu; Assur krallarına maden ve keres­ te ticaretinde aracı bir rol oynama olanağı verdi bu. Sonucu şu oldu ki bunun, Assur yüksek tabakası hızla zenginleşti ve mer­ kez Assur kenti de gelişti. Assurlu tacirler, Kapadokya' da ticaret kolonileri kurdular. Belgeler, köle sahibi bu Assurlu tacirler hak­ kında bilgiler veriyor bize. Kölelerin sayısı fazla değildi. Tacir­ ler, onları buğday karşılığında çocuklarını satma zorunda kalan Lullubilerden, Zagros Dağları'nın bu yoksul kabilelerinden satın alıyorlardı. Köleler ev hizmetinde kullanılıyordu. Tacirler Kapadokya'ya gittiklerinde, evi çeksin çevirsin diye güvendikle­ rini de seçip ayırırlardı içlerinden. Geri kalanları hamallık, kalır sürücülüğü, silahlı kervan koruyuculuğu yapardı. 142

"Eski Assur" denen o devrin siyasal rejimi, ortakçı nitelikle­ rini hala taşıyan ilkel köleci devlet ile köleci despotluk arasında bir geçişi temsil eder. Hükümdarın iktidarını, bir yüksek kurul sınırlıyordu. Bu kurul, hiç kuşkusuz, "büyükler" i içine alıyordu ve halk, yönetimin dışın­ da bırakılmışh daha o zamandan. Hükümdar, "Tanrı Enlil'in naibi" unv anını taşıyordu. Kurulu toplanhya çağırıyor, dinsel işlere, bir olasılıkla askeri işlere bakıyordu. Adaletin, maliye ve ekonominin özel görevlileri vardı. Rejim, bu haliyle belli bir ölçüde Eski Yunan'ın oligarşilerine benziyor. Hükümdarın iktidarı, ilk fetihlerden sonra artlı ve I. Şamşi-Adad "Evrenin kralı" unv anını aldı.

M.Ö. 16. yüzyılda, Ortadoğu' da hegemonya Mitanni'ye geçer ve Assur'a boyun eğdirirler; Mitanni yöneticileri, acımasız bir sömürüye tabi tutarlar Assur'u. M.Ö. 15. yüzyılda ise Assur bağımsızlığını kazanır ve bir gelişme döneminin başlangıcı olur bu. "Orta Assur dönemi" adı veriliyor bu döneme. Bu devri iyi belirten belgeler var elimizde. Onlardan anladığımız kadarıyla, Assur toplumunun ve devleti­ nin temeli hep ortakçı rejimdi; çiftçi halk böyle bir rejimde yaşı­ yordu. Ortakçılığın toprakları ortaklığın bütününe aitti. Ancak, üyelerinin rızasıyla bazı parçalar devredilebiliyordu; bu ise, ortakçı rejimin dağılışının nedenlerinden biri oldu sonradan. Ortaklıklar, "kral payı" adıyla vergi veriyor, askerlik hizme­ ti görüyor ve angaryaya koşuluyorlardı: Kanal ve yol yapımı, tapınakların, sarayların ve öteki binaların yapımı gibi. Gerek hükümdarın, gerek ortakçılığın kendi zengin üyelerinin sömü­ rüsü, üyelerinin, giderek tüm ortaklıkların çöküşüne ve özel mülklerin hızla artmasına yol açh. O devrin Assur'unda, mülk sahiplerinin sayısı ve mülklerinin de çapı, Babil' de olduğundan çok daha yüksek. Çoğu mülk sahibi, uygulamada, borçluların topraklarını da ellerinde tutuyordu ve bu borçluların durumu kölelerinkine yakındı. M.Ö. 14 ve 13. yüzyıllarda, toprakta özel mülkiyetin yerleş­ mesini meşrulaşhran ilk "Assur Yasası" çıkıyor ortaya. Bu kanunlar, mülkü eşitsiz bir paylaşıma tabi tutuyordu: Büyük oğul, mirasta iki pay alıyordu: Birini kendisi seçiyor, öteki kurayla

143

belirleniyordu. Geri kalanı da erkek kardeşler arasında, sayıları ne olursa olsun, eşit paylarla bölüşülüyordu. Sonralan, gitgide artan sayıda, yoksullar ortakçılığı terk etmeye başladı. Küçük kardeşlerin payına, yaşamlarını sürdürmek için pek kötü parçalar kaldığından, genellikle topraklarını salıyor ve başka yollarla yaşamlarını kazan­ maya çalışıyorlardı. Assur kralları, fetih savaşları için askerleri işte bu yoksullar kitlesinden sağlıyordu. Eşitsiz paylaşma, Assur kanun­ larının, toprakta özel mülkiyeti savunmak ve desteklemek için aldığı tek önlem değil. Başka önlemler de var: Mülkiyet hakkını çiğneyen, yalnız zararı ödemekle kalmıyor, şiddetli cezalara da uğruyordu. Toprakların ve evlerin salımı sözleşmeleri için konulan bir usul, alıcı­ nın çıkar ve haklarını savunuyordu.

M.Ö. 13. yüzyılda, Assur Kralı 1. Salmanasar, büyük bir orduyla seferlere başladı. Bunları, oğlu 1. Tikulti-Ninurta da sürdürdü. Salmanasar'ın başlıca amaa, daha önce Hititlerin zayıf düşürdükleri Mitanni'nin kesin olarak ezilmesi ve Hititle­ re karşı Assur sınırlarının da korunmasıydı. Salmanasar başardı bunu: Mitanni yok edildi ve Assur ordusu Fırat' a vardı. Onu izleyen seferler, ülkenin sınırlarını bahda Kargamış'a, kuzey­ de Van Gölü'ne ve güneyde Babil'e değin genişletti. Soyluların siyasal etkisini azaltmak isteyen Tikulti-Ninurta, başkenti de başka bir yere taşıdı. Assur' un bu ilk askeri ilerleyişi kısa süreli oldu. Tikulti-Ninurta bir suikasta kurban gitti; ölümünden son­ ra da ülke, bir çöküş dönemine girdi.

M. Ö. 1 . bin yılda Assur askeri devleti M.Ö. 12. yüzyılın sonunda Assur, Aramilerin tehditi alhn­ da kaldı. Aramiler, çapula gelip halkı kırıma uğrahyor ve köle haline getiriyor, sürüleri alıp götürüyor, kent ve köyleri yakıp yıkıyorlardı. Vadilerde oturanlar dağlara çıkıyor, kentler boşalı­ yordu. Sonra bir başka düşman çıkh ortaya: Van Gölü dolayın­ da, biraz daha kuzeyde oturan Urartular. M.Ö. 1 0 . yüzyılda Arami saldırısı zayıfladı: Bir bölümü Dicle ile Fırat arasında yerleşti; giderek özümsendiler. M.Ö. 10. yüzyılın sonlarında ise Urartulara, Aramilere ve Doğu dağlı­ larına karşı Assur saldırısı başladı. Bu saldırı, M.Ö. 9. yüzyı­ lın başlarında il. Assumasirpal'ın (M.Ö. 883-859) zaferleriyle sonuçlandı; Arami kralcıklarına boyun eğdirdi ve binlerce esirle 144

döndü. Onlara Kalah'ta yığınla eser yaptırdı; kabartmalar, zafer sahneleriyle süslü bir saray ve sınırlarda kaleler. Assurnasirpal, gelecekteki Assur askeri gücünün temelleri­ ni a th böylece. M.Ö. 9 . yüzyılın sonlarında Assur iç karışıklıklarla zayıf düştü. Fethedilen toprakların yağmalanmasından düzenli işle­ tilmesine geçilmeyi isteyen soyluların hoşnutsuzluğundan doğuyordu bu karışıklıklar; topraksızlıktan yakınan ortakçılık­ ların sade üyeleri de destekliyordu onları. Ancak, kraldan gani­ metin aslan payını koparan yüksek görevliler ile askeri şefler, fetihlerin durulmasını istemiyor ve aynı ülkeyi birçok kez istila yolunu yeğliyor ve üretici güçleri baştan aşağıya yıkıyorlardı. İşte bu çelişmeler, yığınla saray ihtilaline götürdü Assur'u ve sonunda kralın iktidarı zayıfladı; ayrıca M.Ö. 9. yüzyıl sonu ile M.Ö. 8. yüzyıl başlarındaki Urartuların saldırıları, Assur gücü­ ne ağır bir darbe vurdu. Assur'un yayılışı, M.Ö. 8. yüzyılın ortalarında yeniden baş­ lar. 111. Tiglat-Pileser (M.Ö. 745-727) ile il. Sargon (M.Ö. 722-705) ilke olarak bir saldırı politikası izlerler. Bunun için de orduyu yeniden örgütlerler. Tiglat-Pileser' den başlayarak, bir çift at koşulu arabaların üze­ rinde savaşan mızraklı askerler görülüyor; arabalı birliklerden iki kat daha kalabalık süvari birlikleri var; mızraklı ve kalkanlı, süvari bir­ liklerinden iki kat daha fazla olan ağır piyade birlikleri; onun da iki kah okçudan oluşan hafif piyade birlikleri ayrıca. Orduda, bunların dışında, kuşatma görevini gören özel birlikler, genellikle kölelerden ve eski savaş esirlerinden oluşan, yol açıp istihkam kuran yığın­ la birlik bulunuyordu. Sefer sırasında bu yardımcı birlikler dubalı köprüler, istihkamlar kuruyor, yollar açıyor, ağırlıkları taşıyorlardı. Güçlü kalelerin kuşahlmasında lağımlar açılıyor, duvarların ve kule­ lerin yıkılması için koçbaşları ve mancınıklar kullanılıyordu; saldırı sırasında da daha önceden hazırlanmış merdivenlere hrmanılıyordu. Hiksosların ve Mısırlıların da arabaları vardı; ancak Assur krallarıdır ki, ilk kez sistemli olarak süvari kullandılar. Daha sonra, bütün bu silahların belli bir düzen içinde kullanılmasını öğrendiler: Savaş, önce arabaların saldırısıyla başlardı; arkasından piyade birlikleri bozul­ muş düşman hatlarına vururdu; süvariler de çekilen ya da kaçan düşmanı kovalarlardı. Sargon, askere almada da bir yenilik yaph: Zorunlu askerlik hizmetine tabi kişilerden başka ücretli askerler de

145

topladı. Başlarda yalnızca Assurlulardı bunlar, sonra yabancılar da kabldı aralarına. Ücretli askerlerin sayısı giderek -ve görülür biçim­ de- arth; Assur kralları onlardan ülke içinde de yararlanıyorlardı.

III. Tiglat-Pileser ile II. Sargon büyük fetih savaşları yap­ hlar: Tiglat-Pileser tüm Suriye'yi, arkadan da Babil'i zapt etti; son olarak da M.Ö. 9. yüzyılda kurulan ve M.Ö. 8. yüzyıldan başlayarak da Assur'un başlıca düşmanı olan Urartu Krallığı'nı ağır bir yenilgiye uğrath. Urartu Kralı Argişti (M.Ö. 781-760) Assur'a karşı yeniden saldırıya geçti ve büyük bir zafer kazandı. Urartu sorununu II. Sargon çözmek istedi: Suriye ve Filistin yakasını güven allına aldıktan sonra, bütün gücüyle Urartu'ya saldırdı; M.Ö. 714 yılın­ da, Kral Rusa'nın ordusunu ezdi, Musasır kentini aldı ve sayısız ganimet elde etti. Ancak, Tuşpa'yı alamadı ve böylece Urartu egemenliğine son veremedi. Sargon'un istilasıyla pek zayıf düş­ müş de olsa Urartu Krallığı, M.Ö. 6. yüzyıla Medlerin öldürücü darbesine kadar yaşadı. Sargon' dan sonra gelenler fetih savaşlarını sistemli olarak sürdüremediler. Mısır'ı ele geçirme çabası içinde oldular özel­ likle. Sanherib, Babillilerin direnişini kırdı, kenti alarak kökün­ den yıkh; Yahuda Krallığı'nı da haraca bağladı. Yerine geçen Esarhaddon, M.Ö. 671 yılında Mısır' a boyun eğdirdi. Ancak geçici oldu bu zafer; çünkü Assur kralı, Mısır' da yeterince aske­ ri birlik bırakamadı, o yüzden de yirmi yıl sonra Mısır bağım­ sızlığını yeniden kazandı. Esarhaddon' dan sonra Assur krallarının askeri faaliyeti, esas olarak fethettikleri ve haraca bağladıkları ülkeleri hüküm­ leri alhnda tutmak amacını taşıyor: O ülkelerde sık sık patlak veren ayaklanmaları bastırmak ve vergileri toplamak için bir­ likler göndermek zorunda kaldılar hep; ülkenin içinde gitgide artan kaynaşma nedeniyle Assur'da büyük bir askeri gücü de bulundurmaya gayret ederek . . .

Assur askeri devletinin siyasal rejimi Assur, bir Doğu despotluğu olarak kalmışh aslında; ancak, yine de bazı özellikler gösterir örgütlenişi. Kral, başta orduya ve askeri soylulara dayanıyordu. Tah­ ta çıkışında önce askeri birliklerin önüne çıkarılır ve alkışları 146

beklenirdi. Assurlu hükümdarlar, krallık iktidarının tanrısal niteliğini öne sürerek saygınlıklarını güçlendirirlerdi. Ancak, bu da Assur, Babil ve öteki fethedilmiş ülkelerin rahiplerine belli bir bağımlılık içine sokuyordu onları: Assur' da olduğu gibi Babil' de de tapınaklara büyük olanaklar tanımak, onları vergi­ den, angaryadan, hatta kral yargılamasından bağışık tutmak zorundaydılar; en ayrıcalıklı olanlar da Assur ve Babil tapınak­ ları ile ruhban zümresiydi. Bölgelerin idaresi bu bölgelerin içinde bulundukları koşul­ lara uyduruluyordu. Asıl Assur, Mezopotamya ülkelerinde krallık yönetiminin geleneklerini sürdürüyordu. Fethedilen topraklarsa farklı rejimler allına alınıyordu. Assur' a en yakın olan Hurri bölgesinin kendi yöneticileri vardı. Kralın kendi yakınları ve gözdeleri arasından seçtiği kimselerin yöne­ timi alhna sokulan Babil de kendi kanunlarına ve adetlerine tabiydi. Sippar ve Nippur gibi Babil kentleri, vergi konusunda özel bağışıklık­ lardan yararlanıyorlardı. Mezopotamya dışında kalan öteki fethedil­ miş ülkeler, bir başka rejime tabiydi. Örneğin, eski İsrail Krallığı'nda ve bazı Suriye bölgelerinde, halk yok edilmiş ya da sürülmüştü. Yer­ lerine de Assurlu kolonlar gönderilmişti; idare de kralın yöneticileri­ ne bırakılmışh. Başka yerlerde, örneğin Tyr' de, Sidon' da, Yahuda' da ve bazı Suriye bölgelerinde eski kralcıklar ve prensler yerlerinde bırakılmış, sadece vergiye bağlanmışlardı; ayrıca asker sağlayacak ve Assur hükümdarlarının her türlü emrine uyacaklardı.

Assur ve imparatorluğun öteki bölgeleri birbirine posta şebekesiyle düzenli bağlıydı. Gidiş gelişi ve haberleşmeyi, gide­ rek askeri harekah sağlamak için krallar kaldırım taşı döşeli yollar ve yol boyunca düzenli aralıklarla konak yerleri yaptı­ rıyorlardı. Böylece kendi yöneticilerinin idaresini denetlemek istiyorlardı. Sarayın adalet görevlileri, kral naiplerinin haksızlık ve yağmalamalarına karşı yakınmaları kabul ederdi. Kuşku­ suz hiçbir yararı da olmazdı bunun; herkes kendi keyfine göre yönetirdi yine de; en büyüğünden en küçüğüne değin Assurlu yöneticilerin başlıca geliri, devletten çalmakh. Bütün yüksek görevliler ve tapınaklar, kraldan sürekli yararlanma koşuluyla, içinde köleleri de olmak üzere, angar­ yasız ve vergisiz mülkler alırlardı. Bu bağışlamalar, Assurbani­ pal'in hükümdarlığından başlayarak daha da arttı. 147

M. Ö. 8. ve 7. yüzyıllarda Assur ekonomisi ve toplumu Assur iktisadi yaşamı, bu devirde hahrı sayılır değişiklik­ ler içine girdi: Üretici güçlerdeki gelişmeye bağlı değildi bu; savaşlardan elde edilen ganimetlerden, yenilenlere ödetilen vergilerden geliyordu. Bunun sonucunda, ticaret yoğun biçim­ de gelişti. Ganimetler ordu şeflerini, rahipleri, yüksek memur­ larla askerleri zengin etmişti; vergi de, hükümdarın hazinesine ulaşmadan önce, açgözlü yığınla asker ve görevlinin elinden geçiyordu. Askerler ve öteki nasiplenenler, daha başka değerli mallar ele geçirirler ve piyasaya çıkarırlardı. M.Ö. 8. yüzyıl­ dan başlayarak, kralların oturduğu Ninova' da böyle bir pazar oluşmuştu. Belgelere bakılırsa o devirde, "gökteki yıldızlardan daha çok tacir vardı" Assur' da. Çoğu savaş esiri olan yoğun bir köle ticareti de görüyoruz. Ancak, askeri başarıların beraberin­ de getirdiği bu ticari gelişme geçici oldu; zaferle biten seferler kesilir kesilmez ticari çöküş de başladı. Tacirlerin dışında rahiplerden, saray memurlarından ve yerel görevlilerden oluşan zengin ve etkili bir köleci zümre de vardı. Başrol, Assur' da olduğu gibi başka yerlerde de, kraldan zengin mülkler edinen rahiplerdeydi. Senyörlerin toprakları da özellikle hizmetlerine karşılık hükümdardan aldıkları bağışlarla genişliyordu. Çoğu vergiden bağışıktı bu mülklerin. Orta Assur döneminde olduğu gibi, bu ayrıcalıklı zümre yalnızca köleleri değil, yenilmiş ülkelerin köleleştirilmiş çiftçi­ leriyle sürülmüş halkını da sömürüyorlardı. M.Ö. 8. yüzyılın Assur'unda kölelerin sayısı hayli çoğalır. On binlerce savaş esiri köle haline getiriliyordu. Çoğu, hükümdar ve tapınaklar için çalışıyorlardı bunların. Sargon' un sarayında -en azından- üç bin ya da dört bin köle vardı böyle. Binlerce köle de orduda hizmet ediyordu; yol yapıyor, kanal açıyor ve yeni başkent Ninova'nın dev yapılarını yüksel­ tiyorlardı. Köleler onluk, yirmilik gruplar, genel olarak da aile halinde sahlırdı. Emeklerinden yararlanma gitgide genişledi. Bu bakımdan, o devirdeki kölelik, Yunan ve Roma' dakine ben­ zer. Ancak, köleliğin yaygınlaşması geçici oldu ve imparatorlu­ ğun çöküşünde ise ortadan kalkmışh. 148

Bütün bu olaylar, ortakçı rejimin çöküşünü de hızlandırdı. Ortakçılıklar daraldı, özerkliklerini yitirip kralın ya da yöne­ ticilerin atadıkları kimselerin iktidarı altına girdiler; üyeleri de bütün halinde, vergilerin ödenmesinden ve angaryalardan sorumluydular. Aralarındaki bağlılıklar, genel olarak sulardan ortak yararlanma konusundaydı. Ortakçılıkların toplam üye sayıları da köleleştirilmiş çiftçilerle öteki kölelerden -görülür biçimde- azdı.

Assur'un çöküşü Esarhaddon'un Mısır fethi, Assurluların son askeri başarısı oldu. Onun oğlu Assurbanipal zamanında -M.Ö. 7. yüzyıl orta­ ları- imparatorluğun gücü büyük bir hızla azaldı ve gerek iç bunalımlar gerekse fethedilen ülkelerdeki başkaldırılar sonucu çöktü. Köleliğin genişlemesi sınıf mücadelesini azaltmamıştı. Kölelerin başkaldırıları hakkında pek bilgimiz yoksa da "huy­ suz köleler"i zincire vurmak usulünün pek yaygın olduğunu biliyoruz. Fethedilen halklar ve yerli ortakçılık üyeleri de baş­ kaldırıyordu. Assurbanipal zamanında Aramilerin başkaldırı­ sım bir köle yönetti. Kuşkusuz, askere alma, zahmetli çalışma ve vergiler altında ezilen Assurlu çiftçiler de ayaklanıyordu. Hükümdarın askeri dayanağı da zayıflıyordu aynı zamanda. Seferlerin durması ganimet akışım da durdurmuştu. Fethedilen halkların sürekli başkaldırıları, vergileri de aksatıyordu. Ücretli asker de tutulamıyordu artık; Assurlulardan oluşan birliklere gelince, onlara da pek güvenilemezdi. Bu koşullarda, dışardan gelecek şu ya da bu ağırlıktaki bir darbe, kaçınılmaz sonucu doğuracaktı. Nitekim de öyle oldu: O devirde İran' da, Assur' a komşu Med Krallığı kurul­ muştu. Med Kralı Kyaksares Babil' i işgal etmiş olan Kal de Prensi N abopolassar ile bir bağlaşıklık kurdu. Onların birle­ şik güçleri, M.Ö. 612 yılında Ninova'yı aldı ve Assur ordu­ sunun kalıntıları da M.Ö. 605 yılında Kargamış' ta yok edildi. Assur, Med Krallığı'nın egemenliğine geçti; Nabopolassar'ın Kaldeli Hanedanı da Babil' de kuruluyordu.

149

Assur uygarlığı Assur halkının çekirdeği Akkad kökenli olduğu için Assur yazısı, dini ve edebiyatı Babildekilerin bir tekrarıdır ya da çok az değişmiş biçimleridir. Özgün çizgiler, imparatorluğun yük­ seliş döneminde görsel sanatlarda kendini gösteriyor yalnızca. Tanrılar da Babil tanrıları. Ancak, Assur panteonunun bir özelliği, Assur kabilesinin eski tanrısına üstün bir yer verilmesi. Tarımsaldı bu tanrının görevleri: Yağmur ondan bilinirdi, bol ürün de ondan; ancak, ilk Assur fetihlerinin arkasından savaş ve zafer tanrısı olup çıktı. Seferlerde, çehresini gösteren san­ caklar taşınırdı; ganimetin hası da onun tapınaklarına giderdi. Askeri görevler, bereket tanrıçası -ve kültü de pek eski ve halk arasında tutulan- İştar' dan da bekleniyordu. Assurlu rahipler, Babil'deki ayin biçimlerini sürdürürlerdi. Assurbanipal, Ninova' daki sarayında Babil edebiyatının bütün eserlerini toplamıştı. Edebiyatın özel bir dalı, hükümdar yıllıkları Assur' da pek gelişti. Fatih hükümdarlar, sefer ya da savaş yerlerindeki kaya­ lara zaferlerinin anısını kazıtırlardı hep; yaptıkları önemli işleri de sarayların duvarlarına, kapılarına işletir ve anıtlar dikti­ rirlerdi adlarına. Şatafatlı ve koşuklu bir biçemde ve kendine özgü terim ve formüllerle yazılan bu metinler, Assur askeri tarihi için başlıca kaynaklar arasındadır. M.Ö. 9 ve 8. yüzyılın kralları görkemli saraylar yaptırdılar. Bunlar Kalah ve Ninova sarayları ile Sargon'un sarayı. Yıkıntı­ ları da kalmış olsa bugün, görkemleri hakkında bir bilgi veri­ yorlar. Onları süsleyen sanat eserleri iyi korunmuş durumda. En dikkati çekenler, kral heykelleriyle, kapıları bekleyen dev kanatlı boğalar. Hükümdarların savaşta ve barıştaki yaşamlarını, bahçe ve göllerini, eşlerini, gözdelerini ve kölelerini temsil eden kabart­ malar da bulundu. Bu kabartmalar, Assur sanatının özgün bir öğesidir. Kabartmalarda, özellikle hayvanlar yaşam doludur. KALDE YA DA YENİ BABİL KRALLICI Babil, Assur egemenliği altında üç yüzyıl yaşadıktan son­ ra M.Ö. 626 yılında, Kaide Kralı Nabopolassar öncülüğünde 150

bağımsızlığını kazandı. Nabopolassar'ın kurduğu imparator­ luk, M.Ö. 538 yılındaki Pers fethine kadar doksan yıl yaşadı.

İktisadi ve sosyal temeller Arap kökenli Kalde kabileleri, Babil' e M.Ö. 12. yüzyılda girmeye başlarlar ve orada klan ortakçılığı halinde yerleşirler; bunların bir bölümü komşu ortakçılığına dönüşür giderek. Kabile soylularının, Kalde hükümdarlarının sarayında ve ordu­ sunda ayrıcalıklı bir yeri vardı. Böylece, bu dönem boyunca, Babil' de, bütünüyle yerleşik öğelerle, klan rejimine dayalı kabi­ lelerden gelen dünkü göçmenlerin bir karışımını görüyoruz. Krallar, Kaldeli topluluklara dayanıyorlardı. Onlar için hem silahlı güç hem de vergi kaynağıydı bu kitleler. Bunun yanı sıra Babil' in kentli halkı yanında çok büyük bir saygınlığı olan Babil rahipleriyle bağlaşıklık kurmanın arkasındaydılar. Kaideli hükümdarlar, kendilerinden önceki birtakım tapınakları ona­ rıp güzelleştirmekten hoşlanmadıkları için unutulmuş birçok tanrının kültünü yenileştiriyorlardı. Rahipler de destekliyordu onları; çünkü Assurlular zamanında, laik tefecilerle beraber, onlar da hayli zenginleşmişlerdi ve Assur'un düşüşünden sonra Kaldeli hükümdarların egemenliğinde böyle bir devletin kuru­ luşunu görmenin umudunu besliyorlardı. Babil' de, o yıllar tefeci sermayenin başlıca temsilcisi, Egibi "Evi"ydi; büyük bir olasılıkla, o devirde Nippur' da bir başka büyük tefeci ev, Murassu'nun "Evi" kurulmuştu. "Ev"in mali işlemlerini ailenin başı yürütüyordu. Sözleşmeler, eskiden olduğu gibi buğday üzerineydi çoğunlukla. Ancak, tefeciler topraklar, tarlalar, bahçeler de sahn alıyor ve sonra da kiraya veriyorlardı bunları. Bunun yanı sıra ortakçılıkların üyeleriyle, toprak sahibi askerleri de kendi hiz­ metlerinde kullanıyorlardı. Çıkar kaynağı olarak sık sık hükümdarlık kanallarını kullanıyor; onları kiralayıp sonra da para karşılığında komşu toplulukların yararına sunuyorlardı.

Kalde döneminde, Babil' de köleliğin niteliği -aşağı yukarı­ M.Ö. 3 ve 2. bin yıllarda olduğu gibidir. Doğrudan kölelik, esas olarak aile köleliğiydi, borç için kölelikse geçiciydi; şu farkla ki, üç yıllık yasal süreye uyulmuyordu ve borcunu ödeyemeyen borçlular, on yıla kadar alacaklının kahrını çekiyorlardı. Deği151

şiklikler, yalnızca kölelerin sayısı ile sömürülme biçimlerinde görülüyor. Kaideli kralların fetih savaşları, Assur' dakine yakın ölçüde, kölelerin sayısını çoğaltıp duruyordu. Savaş esirleri de hükümdar topraklarında, saray ve tapınak yapımlarında çalıştı­ rılıyorlardı. Özel ekonomide yeni bir ilke vardı: Köle sahipleri, kölelerin, kendi hesaplarına olmak üzere -genellikle zanaatkar­ lıkta ve bazen de tarımda- çalışmalarına izin veriyor, ancak karşılığında -"mandattu" adı verilen- yıllık bir ödenti alıyor­ lardı. Örneğin, zanaatkarlıkta şöyle oluyordu: Tefeci, kölesine bir meslek öğretiyor ve sonra da bir işyeri açmasına yardımcı oluyordu; köle de orada çalışıp her yıl, para olarak ödentisini ödüyordu efendisine. Bu durumdaki köleler zenginleşiyor, çok kez kendileri de tefeci oluyor ve azat edilmek olanağını elde ediyorlardı. Kimi tarihçiler, Kalde döneminde Babil'de, köle emeği kullanan büyük "sanayi işletmeleri" olduğunu ileri sürerler. Keyfi bir modern­ leştirmedir bu; çünkü belgeler, tapınaklar ve tefecilerin, evlerinde çalı­ şan dokumaalara dağıttıkları hammaddelerden bahsediyor yalnızca.

Kölelerin sayısı çoğaldıkça özgürlük için mücadeleleri de yoğunlaşıyordu. Kaçışlar artıyordu; köle alıcıları, satın aldıkları köleler için "başkaldırıya ve itaatsizliğe" karşı güvence istiyor­ lardı satıcılardan.

Yıkılış Kal de Hanedanı'nın en büyük hükümdarı, N abopolas­ sar' ın yerine geçen il. Nebukadnezar (M.Ö. 604-562) oldu. Nebukadnezar, fetih savaşlarını yeniden başlattı: Suriye'yi, Filistin'i ve Fenike'yi fethetti; ancak, Mısır seferi başarısız­ lıkla sona erdi. Ele geçirdiği ganimet, haraç ve sayısız esir­ le, Sanherib'in yakıp yıktığı Babil merkezini onardı. Ayrıca, görkemli bir eğlence şatosu yaptırdı kuzeyde. Kentin, sarayı tapınaklara bağlayan ve "kutsal tören yolu" diye adlandırılan anayolu, üzerinde bir aslan, bir öküz ve başka kutsal hayvan kabartmalarının yer aldığı bir duvarla süslenmişti. Babil, Kaide İmparatorluğu'nun çöküşünden sonra da yaşadı ve dünyanın en büyük kentlerinden biri olmanın ününü, Mezopotamya'nın dışında da taşıdı durdu. 1 52

Kalde İmparatorluğu, Nebukadnezar' dan az sonra çök­ tü. M.Ö. 6. yüzyılın ortalarında İran' da, Persler yeni bir güçlü devlet kurmuşlardı. Bu devletin hükümdarı Kyros (Kuroş ), Media'yı ve Assur'u fethettikten sonra Babil'in üzerine yürüdü. Babil Kralı Nabonidus, ordusuyla ona karşı çıkhysa da yenildi ve kaçlı. Babil, Pers İmparatorluğu'nun bir parçası haline geldi ve ebedi olarak bağımsızlığını yitirdi (M.Ö. 538).

153

BÖLÜM VI İRAN

M.Ö. 6. yüzyılın ikinci yarısında, Aryen fatihler olan Pers­ ler, İran Yaylası'ndan yola çıkarak Bah Asya'nın tüm halklarını egemenlikleri alhna aldılar. Ve ilk kez, İndus'tan Ege Denizi'ne, Hazar Denizi'nden Nübye Çölü'ne değin uzanan topraklarda, sürekli bir imparatorluk kurulmuş oldu. İRAN YAYLASI İran' da ilk devletin kurulduğu topraklar Mezopotamya'nın doğusunda bulunuyor. Ülkenin büyük bir bölümünü kaplayan geniş İran Yaylası, batıda Zagros Dağları, kuzeyde Hazar Deni­ zi, güneyde İran Körfezi ile sınırlı; doğuda ise İndus' a değin yayılıyor. Yaylayı her yandan kuşatan dağları, coşkun ırmakla­ rı, güzel vadileri, bol ormanları ile tarıma ve hayvancılığa daha çok elverişli. Halkın pek erkenden yerleşik yaşama geçmelerini kolaylaşhrmıştır bu. Ancak, yaylanın içlerine doğru gidildikçe koşullar birden değişiverir; ırmaklar ve göller kaybolur. Kara iklimine döner iklim; kışlar pek soğuk, yazlar kurak, yağışlar seyrek, toprak tarıma elverişsiz, bitki örtüsü zayıftır. İran madence de zengin; dağlık bölgelerde bakır, demir, kurşun, altın, gümüş, beyaz ve renkli mermer, ince taşlar, özel­ likle lacivert taşı bol. Dağları kaplayan ormanlar, çam, meşe ve kavak, yapı için kullanılan en iyi araçları sağlıyordu. Zagros'un etekleri yemiş ağaçlarıyla örtülüydü. İyice sulanan topraklarda bereketli bir tahıl ekimi yapılıyordu. Hayvan yetiştirme de hayli gelişmişti. Batıda genellikle yerleşik bir yaşamdı hüküm süren, doğuda ise göçebe yaşamı. Kabileler iri ve küçükbaş hayvan, at ve deve yetiştiriyorlardı. Avı bol ormanlar ve stepler, avcılığın tüm olanaklarını sağlıyor­ du yerlilere. Pek eski zamanlarda, çeşitli kökenlerden gelen ve ilkel ortakçı düzeni çözülme halinde olan kabileler oturuyordu bu topraklarda. Bunların içinde doğuda oturanlar hayvancılıkla, kuzeydoğu ve batıda oturanlarsa tarımla uğraşırdı. Tarım, pek

155

karmaşık bir sulamayla mümkündü. Ancak, göçebe kabileler yerleşik halka saldırır dururlardı sık sık. Ortadoğu uygarlıkları­ nın etkisiyle, batılı kabileler daha yüksek bir gelişim aşamasın­ daydılar. İran Yaylası'mn güneybatısında, Sus ve Persepolis gibi Elam kentlerinde yapılmış kazılar, Yenitaş Çağı'ndan başlaya­ rak gelişmiş bir uygarlığın varlığım gösteriyor; Sümer metinle­ rine inanmak gerekirse, M.Ö. 3. bin yıldan başlayarak, Elam' da köleci bir devlet ortaya çıkmış olmalı. M.Ö. 3. bin yılın sonla­ rında Elamlılar Aşağı Mezopotamya'yı işgal ettiler ve halkına boyun eğdirdiler. Mezopotamya'yı birleştiren Babil Kralı Ham­ murabi, onları kovmayı başardı. Üretici güçlerdeki gelişme, M.Ö. 3. ve 2. bin yıllarda sosyal farklılaşmayı arttırdı ve köleciliğin ilkel biçimlerini çıkardı orta­ ya. M.Ö. 3. bin yılda resimyazısından çizgisel yazıya geçiliyor. Elam uygarlığının kalıntıları, bu yazının Sümer ve Akkad' ın derin etkisinde kaldığım gösteriyor. Babillilerin zayıflamasından yararlanarak Elamlılar M.Ö. 2. bin yılın sonlarıyla 1 . bin yılın başlarında Mezopotamya'yı yeniden ele geçirmek istediler. M.Ö. 8. ve 7. yüzyıllarda Assur kralları, inatçı bir savaş sürdürdüler onlara karşı. Elam'ı ancak M.Ö. 654 yılında, Assurbanipal yenebildi. Ama bu yenilgiden sonra bile Elamlılar, Perslerin imparatorluğunda önemli bir rol oynamaya devam ettiler. Orta Asya' da Harezm, Sogdia, Baktria ve Margu bölge­ lerinde, M.Ö. 4. ve 3. bin yıllarda klan halinde ortakçı bir yaşam süren, avcı, yarı göçebe halklar yaşıyordu. Bu kabilelerin uygar­ lık düzeyi, Kazakistan, Sibirya ve İran Yaylası'ndaki kabilelerin düzeyindeydi. M.Ö. 2. bin yılda bu ülkeye, İran dillerini konuşan halklar girmeye başladılar. M.Ö. 1 . bin yılın başlarında üretici güçlerin gelişmesi, demiri işlemenin başlaması, geniş sulama sistemlerinin ortaya çıkışı, seramiğin yetkinleşmesiyle sosyal farklılaşma kendini gösterdi ve Harezm ile Baktria' da kölecilik ve ilkel köleci dev­ letler oluşhı. M.Ö. 2. bin yılın sonlarında, Hint-İran dillerini konuşan kabileler -belki Orta Asya' dan gelerek- İran' a sızmaya başladı­ lar. Geldiler ve yerlilere boyun eğdirerek onları vergiye bağladı1 56

lar; ve giderek karışıp kaynaştılar. Bu yeni gelenler, ilke olarak, hayvan yetiştirmeyi de biliyorlardı. İlkçağdaki İranlıların kutsal kitabı olan Avesta, onların sos­ yal rejimi hakkında bir bilgi veriyor bize. Ataerkil klan daha o zamandan çözülme halindeydi. Aile, babanın otoritesi altın­ daydı. Klana dayanan gruplar kabileler halinde toplaşıyorlardı; kabileler de başlarında -seçimle gelen- bir şefin bulunduğu daha geniş birlikler oluşturuyorlardı. Yine o devirdedir ki, sınıf­ lı topluma dönüşme başlamıştır. Sayısız sürüye sahip doğuştan soylularla rahipler ayrıcalıklı durumdaydılar; aileleri, klanları, kolonileri ve kabile birliklerini yönetenler bu ayrıcalıklı sınıfla­ rın temsilcileriydi. Kölelik de ortaya çıkmıştı; ancak, o devirde azgelişmiş bir durumdaydı ve ataerkil bir nitelik taşıyordu. PERS İMPARATORLUCU'NUN DOCUŞU VE ÖRGÜTLENİŞİ Assurlu kronikçiler, M.Ö. 9. yüzyıldan başlayarak, İranlı iki grup kabilenin adlarından söz ediyorlar. Medler'le Persler bunlar.

Med Krallığı Medler, İran Yaylası'nın kuzeybatısında, Hazar Denizi'nin güneyinde oturuyorlardı. Bilebildiğimiz kadarıyla M.Ö. 8. ve 7. yüzyıllarda Medler, klan rejiminin çözülüş aşamasındaydılar. Ekonominin başlıca dalları tarım ve hayvancalıktı; zanaatkar­ lıksa yeni yeni gelişmeye başlıyordu. Medler bakırı, tuncu, altını ve altın-gümüş karışımını işlemeyi biliyorlardı. Assur kralları­ nın yazıtları, Medlere karşı yapılmış savaşlardan, onlardan ele geçirilmiş, sonra da köle haline getirilmiş çeşitli zanaatkarlar­ dan söz ediyorlar. At yetiştiriciliğiyle ünlü Medler çok erkenden savaş arabaları kullanmaya başladılar. Hayvancılık da gitgide önem kazandı. Eğer öteki İranlı kabilelerden daha ileriye git­ mişlerse, Assur ve Elam'la ilişkilerinin yanı sıra Mezopotam­ ya'yı Hint'e bağlayan ve Zagros'tan geçen büyük ticaret yolu sayesindeydi bu. Medlerin siyasal tarihini, Herodotos'un verdiği yarı efsane­ vi bilgilerle, Assur metinlerinin söylediklerine dayanarak -o da belli bir ölçüde- biliyoruz: 157

Herotodos'un anlattığına göre, M.Ö. 8. yüzyılın sonlarında Deiokes adlı biri, Med kabilelerini toplar ve Med Krallığı'ru kurar; Assur metinleri de

az

buçuk doğruluyor bunu. M.Ö. 8. ve 7. yüz­

yıllar boyunca Medler, Assurlulann sık sık saldırılarına uğramış ve onlara tabi olmuşlardır az çok. M.Ö. 7. yüzyılın sonlarında Assur'un gerileyişiyle, Medler saldırıya geçerler. Ve M.Ö. 625 yılında, kralları Phraortes, kabileleri kesin olarak bir devlet halinde toplamayı başa­ rır. İskitlerin yardım ettiği Assurlulara yenilirse de yerine geçen oğlu Kyaksares (M.Ö. 625-585) hem İ skit saldırısını püskürtür hem de orduyu yeniden kurar.

Babil Kralı N abopolassar' ın bağlaşığı olarak Kyaksares, başlıca düşmanı Assur'la hesaplaşmaya başlar. M.Ö. 612-605 yılları arasında Med ve Babil'in birleşik güçleri, Assur'a öldü­ rücü darbeyi vururlar; Ninova alınıp yerle bir edilir ve Assur İmparatorluğu'na son verilir. Kyaksares, arkasından Perslere, Urartulara ve Kapadokya'ya boyun eğdirir. Balı doğrultusun­ daki yürüyüş, Küçük Asya' da, güçlü bir devlet olan Lydia'nın direnişiyle karşılaşır. 28 Mayıs 585 tarihinde Medlerle Lydialılar arasındaki savaş, -söylendiğine göre ünlü filozof Thales' in daha önceden haber verdiği- bir güneş tutulmasıyla kesintiye uğrar. Düşmanlığa son verip Kyaksares, Lydia Kralı Alyattes ile barış yapar; Halys Irmağı, her iki krallığın sınırı olarak tanınır. Kyaksares'in yerine geçen Astyages de (M.Ö. 585-550) yayılma politikasını sürdürür: Küçük Asya'yı ele geçirmeyi başaramaz; Mezopotamya'nın ve Kuzey Suriye'nin fethine yol­ lar birliklerini. Onun zamanı, Med Krallığı'nın doruğudur; İran Yaylası'nın ortalarından Halys Irmağı'na, Suriye'ye ve İran Kör­ fezi'ne değin uzanıyordu ülkenin sınırları.

Pers İmparatorluğu. Kuroş (Kyros) ve Kambiz 'in (Kambyses) fetihleri Med Krallığı'nın genişlemesini Persler durdurdu. Assurlu kronikçileri, M.Ö. 9. yüzyıldan başlayarak Persler'den bahse­ diyorlar. Bu kabileler, Medlerin hısımlarıydılar. Elam, Assur­ lularca ele geçirildikten sonra, kuzeye, İran Körfezi'ne bakan bölgeye çekilmişlerdi onlar da. Gelişmeleri, Medlerin biraz gerisinden olmuştur. M.Ö. 559 yılında ise Persler, il. Kuroş'un yönetiminde Medlere karşı birleşirler. Böylece Kuroş yeni bir krallığın kurucusu olur. 1 58

Onun doğuşu, Doğu' nun eski tarihinde bir dönüm nokta­ sıdır da. Kuroş, önce Med Krallığı'na son verir (M.Ö. 550). Bu zafer, Pers kabilelerindeki ilkel ortakçı rejimin kalıntılarının ortadan kalkışım da hızlandırır: Sınıf ayrılıkları belirginleşir; fetihler, köleliği canlandırır. Yeni devletin başında da İran'ın bütün kabililerinin tabi olduğu bir hükümdar bulunmaktadır. Kuroş ve soylular, ganimet açlığı içinde, imparatorluğun sınırlarım daha da genişletme politikasını gütmeye başladılar. Kuroş' un seferleri sonunda iktisadi bakımdan geri ve aslın­ da kırsal bir yaşam sürdüren kabilelerle dolu olan İran; daha uygar, ancak, M.Ö. 7. yüzyılın sonu ile M.Ö. 6. yüzyılın başla­ rında dışarıda savaşların ve içerde sosyal mücadelelerin zayıf düşürdüğü devletlere boyun eğdirmiş oldu. Ayrıca Babil' in, Assur'un, Fenike'nin ve öteki ülkelerin tacir ve tefeci çevrele­ rinin çıkarları vardı bunda; çünkü Ortadoğu'nun tek bir impa­ ratorluk haline gelip güçlü bir yönetimin elinde bulunmasıyla, halktan gelen başkaldırılar ezilecek, ekonomi güçlendirilecek ve uluslararası ticaret geliştirilecekti. Kuroş'un ordusunun yeniden örgütlenmesi büyük önem taşıyordu: Düzenli süvari birlikleri, Pers ordusunun başlıca vurucu gücü oldu; Kuroş bu sayede Ermenistan'ı ve Kapadokya'yı çabucak ele geçirdi; M.Ö. 546 yılında Lydia'yı çiğnedi ve (Kroisos'un) krallığının başkenti Sardes' de hesapsız serveti ele geçirdi. Az sonra da tüm Küçük Asya'ya, Ege kıyılarındaki Yunan kentleri de içinde olmak üze­ re, boyun eğdirdi. Mezopotamya'yı doğudan, kuzeyden ve batıdan kuşatmış ve bütün ticaret yollarına egemen olan Kuroş, başlıca hasmı Babil'i ele geçirmenin düşü içindeydi. Güçlükle de olsa onu da başardı. Babil'in soyluları, rahipleri, tacir ve tefecileri, kentin kapılarım Pers ordusuna açtılar. Ticari ve mali faaliyetlerinin, kendilerininkinden daha büyük bir imparatorlukta daha da genişleyeceği umudu içindeydiler. Babil'e M.Ö. 538 yılında giren Kuroş, iktidardaki ailenin son bireylerini de ortadan kal­ dırıp Babil kralı ilan etti kendisini. Yayımladığı ve metni bugün de elimizde bulunan bildiride, Babil' deki eski rejimi sürdürece­ ğini, tanrılarına saygı duyacağım ve kentin gelişmesini destek­ leyeceğini vaat ediyordu. Sıra Mısır'a gelmişti. Onun fethiyle, Kuroş tüm Ortado­ ğu'nun sahibi olacaktı. Ancak, böylesine büyük bir sefere çık159

madan önce, Perslerin üstünlüğünü tanıtmak için kuzeydoğu­ ya doğru yürüdü. Orta Asya bozkırlarında göçebe bir yaşam sürdüren Sas ve Messaget kabileleri kahramanca bir direniş gösterdiler. O savaşların birinde de Kuroş öldürüldü (M.Ö. 529). Yerine oğlu Kambiz geçti. Fethedilen ülkelerin tacir ve tefe­ ci çevrelerinin açlığına denk düşen Pers soylularının açlığım gidermek için tutuşan bu hükümdar, Kuroş' tan daha tutkulu tasarılar içindeydi; iktidarım ta Kartaca'ya değin, Akdeniz hav­ zasının büyük bir bölümüne yaymak istiyordu. Mısır' ı ele geçirdi. Kartaca ve Habeşistan' a karşı seferleriyse başarısızlıkla sonuçlandı. Ne var ki, Kuroş'un ve Kambiz'in fetihlerinden ortaya çık­ mış bu büyük imparatorluk, dayanıksız ve geçiciydi; çünkü imparatorluğu oluşturan kabileler ve halklar, aralarında sağ­ lam bir iktisadi ilişki, giderek ortak bir dil de olmadığı için bir­ birlerinden kopuk yaşıyorlardı.

0Mecusi " başkaldırısı ve Dara'nın (Darayavahuş, Darius) fetihleri Ülkenin bütün güçlerini sınırsız bir gerginlik içine sokan bitmez tükenmez savaşlar, İran' daki halk kitlelerini olduğu kadar fethedilen ülkelerdeki yığınları da hoşnut etmiyordu. Krallık iktidarının merkezileşme eğiliminin karşısında olan soy­ luların bir bölümüyle, rahiplerin işine yaradı bu. Kambiz Mısır' dayken İranlı kabileler ayaklandılar. Başkaldırı yalnızca İran' ı değil, fethedilen ülkeleri de sar­ dı. İmparatorluk yıkılacaktı neredeyse. Başkaldırıya önayak olanlar, "Mecus" denen Med rahipleri ile, doğuştan soylula­ rın bazı öğeleriydi. Hareketin başında, kendisinin Kambiz'in kardeşi olduğunu ileri süren Mecus Gaumata bulunuyordu. Aslında, sefere çıkarken Kambiz, yokluğundan yararlanıp tahtı ele geçirmesin diye gerçek küçük kardeşini öldürmüştü. Şimdi ise Gaumata onun kardeşiymiş gibi ayaklanmıştı. Başkaldırının amacı da açıkça, iktidarı Medlere verip Perslerin etkisini azalt­ maktı. Kambiz, başkaldıranlarla hesaplaşmak üzere harekete geçti ve yoldayken öldü (M.Ö. 523). Ölüm nedeni bugün de bilinmiyor. 160

Hareketi bashran 1. Dara oldu. Ahameniş Hanedanı'nın bir üyesi olan, Viştaspa'nın (Hystaspes) oğlu Dara (M.Ö. 521-486), Mecusilerin başkaldı­ rısını ezdikten ve düzmece Gaumata'yı boğdurduktan sonra, çokuluslu imparatorluğun hemen her eyaletinde patlak vermiş ayrılıkçı ve kurtuluşçu hareketlere karşı inatçı bir mücadele sürdürdü. Arkasından, devleti güçlendirecek önemli reformlara girişti.

Dara'nın reformları Dara, imparatorluğunu -satraplık adı verilen- eyaletlere böldü. Neydi özelliği satraplığın? Hükümdarın mülkü olarak görülen topraktan, onu işleyen top­ luluklar yararlanıyordu. Satraplık, belli bir tarihi yaşamış ve içinde belli bir etnik grubun yaşadığı bölgeyi kapsıyordu. Satraplığın başın­ da, satrap adı verilen, hükümdarın seçtiği bir yönetici vardı. İ dari ve adli yetkiler satraptaydı; ancak, birçok eyaletin kendi yerel yönetici­ leri vardı ki, satrapa bağlılığını sürdürmek koşuluyla, birtakım içişleri o yönetirdi. Satraplıklarda idari, adli ve dinsel yönden yerel biçimler sürdürülüyordu; ora halkını incitmemek için yapılıyordu böyle. Sat­ raptan başka, her eyalet için, doğrudan doğruya merkeze bağlı bir komutan atanıyordu. Başta, satrapları denemek için bu yola gidiliyor­ du. Dara hem satrapları, hem komutanları gözetlemek için geniş bir casus şebekesi kurdu ayrıca. Her satraplık belli bir vergi ödüyordu merkeze.

Ticareti geliştirmek, satraplıklar arasındaki bağları sıklaş­ tırmak için olduğu gibi, stratejik amaçlarla da büyük yolların yapımına girişildi. İçlerinde en önemlisi, Efes'i Sus'a bağla­ yan "kral yolu" idi; bir başkası Babil'i Hint'e bağlıyordu. Her bakımdan özen gösteriliyordu bu yollara. Akdeniz'i Kızılde­ niz' e bağlayacak bir kanal açılması düşüncesi yeniden günde­ me girdi. Dara, değiş tokuşu desteklemek ve Pers İmparatorluğu'nun iktisadi yaşamını düzenlemek için, bir para reformu yaptı. "Da­ rik" adı verilen tek bir alhn para kabul edildi. Yalnız kralın 161

basmaya hakkı vardı bunu; satraplıklarsa gümüş �e bakırd �n ufaklıklar basabiliyorlardı. Dara'nın merkezileştirici eğilimleri, askeri reformunda görü­ lür bütün açıklığıyla. Her satraplık- ve her . ganuzondak.i sliah · mevcudunu da kendisi belirliyordu yine. Orduların çekirdeği Perslerdi, asıl asker kitle ise yerel halklardan oluşuyordu. Genel olarak, Persler bütün imparatorlukta -ayrıca1ıkhydılar;- vergi -ve angarya dışındaydı kabileleri. Dara'nın askeri ve idari reformları ile birçok iktisadi büyük merkezin varlığı, iç ve dış ticaretin olduğu kadar transit tica­ retin de gelişmesine büyük katkıda bulundu. Transit ticaretin merkezleri, belli başlı Doğu kentleri, özellikle Babil' di. Babil' de tefeci kuruluşlar ortaya çıkmışh ve Dara'yı, saldırgan dış politi­ kasında olduğu gibi, içerdeki reformlarında da destekliyorlardı. PERS İMPARATORLUGU'NUN ÇÖKÜŞÜ Dara, yönetimini örgütlerken, imparatorluğunu geniş­ letmeye de devam ediyordu: Batıda Afrika'da, Kyrenai'yi ve Barka'yı aldı; doğuda, sınırlarını İndus boylarına götür­ dü; kuzeyde, Orta Asya' da birçok bölgeyi fethetti: Harezm' i, Sogdia'yı, Baktria'yı ve ötekileri. Baktria satraplığı, Perslerin doğudaki topraklarının merke­ zi olmuştu. Dara Kafkasya' ya, Transkafkas' a ve İskitlere karşı da sefer­ ler yaph. Tam bir başarısızlıkla sonuçlandı bunlar. Küçük Asya'ya eli boş dönen Dara, daha sonra Trakya'yı, Makedonya'yı ve Ege' deki adaları almayı başardı. M.Ö. 5. yüzyılın başlarında Persler, Kıta Yunanistanı'nı ele geçirmek istediler. Ancak, küçük Yunan siteleri, istilaalara kar­ şı korkunç bir direnişte bulundular ve önce 1. Dara'ya, sonra da oğlu Kserkses' e öldürücü darbeler indirip bağımsızlıklarını korudular. Bunları ilerde anlatacağız. Şu anlaşılmışh: Persler yenilmez değildiler arlık. Kuroş'un ve Kambiz'in orduları, ortak çıkarlara sahip oldukları, gide­ rek birlik ruhu da taşıdıkları için güçlüydüler. Onlardan sonra gelenlerinki ise, boyun eğdirilmiş halklardan oluşuyordu; bu halklarınsa, Perslerin ne fetihlerinde çıkarları vardı ne de güç­ lenmelerinde. 162

Artakserkses (M.Ö. 465-425) ile il. Dara (M.Ö. 424-405) zamanında, Perslerin askeri aristokrasisi ve idare örgütleri ile fethedilmiş bölgelerin halkları arasındaki çelişme giderek art­ lı; aşırı vergiler, korkunç angaryalar kinleri bileyledi. Başta, devşirme Pers ordusunu zayıflalıyordu bu. Saray entrikaları, karışıklıklar, satrapların ayrılıkçı başkaldırıları, memurların görevlerini kötüye kullanmaları, Ahamenişler devletini çözdü. il. Artakserkses (M.Ö. 405-359) Spartalılarla yaptığı Antalkidas Barışı (M.Ö. 387) ile Perslerin durumunu Ege' de biraz düzeltir gibi olduysa da imparatorluğun öteki bölgelerinde başkaldırı­ lar ve ayaklanmalarla uğraşlı durdu. Bu arada Mısır da bağım­ sızlığım ilan etti. Kardeşi Genç Kuroş da başkaldırdı kendisine; ne var ki yenildi. Özetle, Pers İmparatorluğu hızla dağılıyordu. 111. Artakserkses (M.Ö. 359-338) Mısır'da, Fenike'de ve Kıbrıs'taki başkaldırıları güçlükle baslırabildi. Ahamenişlerin saltanatına, 111. Dara (M.Ö. 338-330) zamanında, yeni bir köleci devletin temsilcisi olan Makedonyalı İskender son verdi. Bunu da ileride anlatacağız. PERS UYGARLIGI

Din Orta Asya halkları ve İran'ın dinini incelemek için kay­ nak olarak, yalnızca Avesta adlı kutsal kitap, Herodotos'la Plutarkhos'un yazdıkları ve Ahamenişlerden kalma bazı yazıt­ lar var elimizde. İlkel İran dini, insanın doğayla mücadelesin­ deki güçsüzlüğünü yansıtıyordu. Kabileler kutsal hayvanlara, örneğin köpeğe, öküze tapıyorlardı. İranlılarda ve öteki halk­ larda gördüğümüz bu kült, totemizmin bir kalınlısıdır. Başlıca tanrılara gelince, doğanın güçlerini temsil ediyorlardı bunlar. En yaygın kültler, toprak, gök ve ateş kültüydü. Ateş kültü Ahuramazda'ya (Hürmüz) adanmışlı. Yıldızlar kültünün, özellikle Güneş'in önemli bir rolü var; Güneş, tanrı Mitra' da kişileştirildi. Mitra kültü, tarıma ve hay­ van yetiştirmeye bağlı. Doğanın üretici güçlerinin simgesi olan Mitra, daha sonra ölülerin koruyucusu ve savaş tanrısı oldu. Eski İran dininde tapınak yok; ayinler, dua ve kurban törenle­ ri, uygun görülen yerlerde yapılıyordu. 163

Daha sonra, efsaneye göre, Zerdüşt'ün kurduğu devlet dinine büyük önem verildi. Çoğu bilgin, Zerdüştçülüğün Orta Asya' da, daha da doğru olarak Harezm' de doğduğunu tahmin ediyor. Bu öğreti, açıkça "iki­ ci" bir nitelik taşıyor: Buna göre, ışık ve iyilik tanrısı Ahuramazda, karanlığın ve kötülüğün tanrısı Ehrimen (Ahriman) ile sürekli bir mücadele içindedir. Ahuramazda, insanlara erdemi ve düzeni, tarımı ve zanaatları öğütler; Ehrimen ise kötülük ve karışıklık taşır her yana. Böylece, her inanan, Ahuramazda'nın buyruklarına uygun hareket etmeli, dindar olmalı, hükümdarlara itaat etmeli, var gücüyle tarımla uğraşmalı ve hayvan yetiştirmelidir. Ahuramazda, zafere ulaştıktan sonra bunun ödülünü verecektir.

Zerdüştçülüğün temsil ettiği bu ikicilik, çalışan kitleler üzerindeki üstünlüklerini meşrulaştırmayı arayan zenginlerin sosyal ve siyasal eğilimini dile getiriyor açıkça: "Işık", aslında bu üstünlüğün simgesi. Öyle olduğu için de din, egemen sınıf­ lar yararına olmak üzere, hükümdarlık iktidarına mutlak boyun eğmeyi ve uslu uslu çalışmayı emrediyordu.

Sanat Eldeki anıtlara ve heykellere bakarak eski İran'ın sana­ tı hakkında bir düşünceye varabiliriz: Bize kadar gelebilen mimarlık kalıntıları, örneğin Sus'taki kral sarayının yıkıntıları ile Persepolis sarayının yüz sütunlu salonu, bu sanatın, yerli yanları da olsa Perslerin fethettikleri daha ilerlemiş halkların sanatlarından esinlendiğini gösteriyor bize. Böylece, yüz sütun­ lu saray düşüncesi Mısır'dan, Sus'taki okçular frizi Assur'dan, düz yere saray yapıp kabartmalarla kaplamak Küçük Asya' dan alınmış. Ancak, bütün olarak yine de özgün şeyler bunlar. Sus Sarayı'ndaki 1. Dara'nın yazılı, sarayın İyonyalı, Mısırlı, Babil­ li, Lydialı ve başka ülkelerden getirilmiş esirlere yaptırıldığını anlatıyor. Belirtmeye gerek yok, görkemli yapılarda, Ahameniş­ ler Hanedanı'nın despotları, imparatorluğun gücünü ve zengin­ liğini ilan edip duruyorlardı. Eski İran, birkaç yazıtla kilden tabletlere kazınmış belge­ lerin dışında hiçbir edebi eser bırakmadı. Öyle olduğu için de Eski İran'ın edebiyatının nasıl olduğunu tasarlamak güç hayli. 164

Onun da Orta Asya ve Ortadoğu halklarının edebiyahndan esinlendiğini söyleyebiliriz. Ahamenişlerin Kuroş'tan beri kul­ landıkları açık olan çiviyazıları Mezopotamya' dan geliyor: Bu yazı, krallığın resmi yazışmalarında kullanılıyordu; Dara dev­ rindeki metinlerin çoğu Arami dilinde. İran takvimi de Babil etkisini gösteriyor. Tanıyabildiğimiz kadarıyla Ahameniş Uygarlığı belli bir seçmeciliği temsil ediyor. Doğrudan doğruya devletin askeri niteliğiyle açıklanabilir bu; ganimeti toplarken, başka halkların kültürel değerlerini de devşiriyordu. Ancak, şu da var ki, Pers İmparatorluğu, ilkçağın Doğu ve Bah uygarlıkları arasında bir yakınlaşmayı da sağladı. Bu yakınlaşmanın her iki yana da yaradığı bir gerçektir.

165

BÖLÜM VII HİNT

İlkçağ uygarlığının ve kültürünün en büyük merkezlerin­ den biri de Hint oldu. Onun özgünlüğü şurada ki, katkısını yaphktan sonra sönüp gitmedi; aradan yüzlerce yıl geçmiş de olsa bugün de koruyor özgünlüğünü. Aynı şeyi Çin için de söyleyeceğiz. Önce, nasıl bir coğrafya ve insan ortamında doğdu bu uygarlık? DOCA VE İNSAN Mısır' la Mezopotamya' nın tersine, Hint' in doğal koşulları pek büyük bir değişiklik ve karmaşıklık gösteriyor. Hindistan Güney Asya' da bulunuyor. Orada belli başlı iki bölgeyi birbirinden ayırmak gerek: Güneyle kuzeyi. Güneyde Dekkan Yarım.adası uzanıyor; kuzey ise tam kıta. Hint, başka ülkelerden Himalaya Dağlan ve denizlerle ayrılıyor. Her ikisi de ilişkileri güçleştiren engeller bunlar. İklim sıcak olduğundan, iktisadi yaşamın başta gelen etken­ lerinden biri, su kaygısı. Yaz, yağmurlu bir mevsim, o yüzden de tarıma elverişli. Ne var ki, yağış çok düzensiz: Kuzeydoğu ile kıyı bölgelerde yağmurlar pek bereketli; ancak, kuzeybah ile ülkenin ortasında daha az ve birçok yerde tarıma yetmediğin­ den sulama gerekiyor ayrıca. Irmaklar pek bol ve yoğun Hint'te; ama çoğunun akışı düzensiz, hızlı ve darboğazlardan geçiyor. Ancak, İndus ve Ganj'la kollarının ilkçağda iktisadi bir önemi vardı. Öteki sular­ dan da taşıma ve sulamada yararlanılıyordu. Dağlar ve cengeller gibi doğal engeller Hindistan' daki halk­ ların birbirleriyle ilişkide bulunmalarını da engelliyordu. Arala­ rındaki gelişme farklılıkları ve çeşitlilikler bundan; öyle ki, fizik görünüşleri bakımından bile Hindistan'ın çeşitli bölgelerindeki halklar iyiden iyiye farklı birbirinden. Diller de öyle; büyük bir çoğunluğu iki dil ailesinden birine giriyor: Hint-Avrupalı­ larla Dravid dilleri; birinci gruba giren diller genellikle Kuzey 167

Hint'te, ikinci gruptakilerse güneyde konuşuluyor. Kuzeyde­ ki halkların dillerinin sınır dışındaki dillerle olan yakınlığı, Hint-Avrupa dilleri konuşan halkların Hindistan'a dışardan göç etmeleriyle açıklanabiliyor genellikle. Kendilerine " Aryen" denen Kuzeybah Hindistan halkları istilacı olarak görülüyor. Ne zaman geldiler Hint' e ve nereden, hangi nedenle geldiler? Bilim dünyası henüz kesinlikle saptayabilmiş değil bunu. ESKİ HİNT TARİHİNİN AŞAMALARI M.Ö. 3. bin yıllarından başlayarak, ülkenin kuzeybabsın­ da, İndus Vadisi'nde pek büyük bir uygarlık serpildi: "Harappa Uygarlığı". "İndus uygarlığı" da deniliyor buna. O devre doğru Hintliler tarımı ve hayvan yetiştirmeyi biliyor ve madenleri işleye­ biliyorlardı. Bu yüzden, pek geniş topraklardan yararlanabildiler.

Harappa Uygarlığı Buğday ve arpa gibi tahıl ekimi, sebzecilik, yemişçilik yapı­ lıyordu. Pamuğu ilk kez Hintliler yetiştirdiler. Dört ya da beş bin yıl önce, İndus Vadisi'nin iklimi pek nemliydi ve tahıl sulan­ mamış topraklar üzerinde yetişebiliyordu; ayrıca, ırmakların taşma sıralarında alüvyonlu topraklarda da ekin yapılabiliyor­ du büyük bir olasılıkla; mümkündür ki, sulama da yapılıyordu, ancak, kesin kanıtları yok elimizde bunun. Sürü hayvanları ekonomide hatırı sayılır bir rol oynuyordu. M.Ö. 3. bin yılın sonlarıyla 2. bin yılın başlarında -ki Harappa Uygarlığı'nın doruğuna varması bu döneme rastlar­ Hintliler, tuncu işlemeyi biliyor ve madenden çalışma aletleri, silahlar, günlük ev eşyaları yapıyorlardı. Dokuma, tuğla yapı­ mı, çömlekçilik, süs eşyaları yapımı gibi, zanaatkarlığın öteki alanları yüksek bir düzeye erişti. Dışardan getirilmiş hammad­ delerden yapılma yığınla ağırlık -yazılarını hala okuyamadığı­ mız- mühür ve çeşitli eşya, Hint'in, öteki bölgeleriyle olduğu gibi, dış ülkelerle de ticaret ilişkilerinin varlığını gösteriyor. Harappa Uygarlığı'nın belli başlı merkezleri kentlerdi. İndus Vadisi'nde, dört bin yıl önce kurulmuş yığınla kentin kalıntıları bulundu. Bunların içinde en önemlileri de o uygarlığa adını vermiş olan "Harappa" ile "Mohenjo-Daro" idi. İ çlerinde

168

binlerce insanın oturduğu bu büyük kentler ırmak kenarlarında kuruluyor ve çevreye egemen bulunuyorlardı. O kentlerde, birbirini dikine kesen yollar, pişmiş tuğladan bir ya da iki katlı evler görü­ yoruz. Bu evler pek sade ve bir örnekti gerçi ama belli bir konforu da vardı: İ çlerinde yıkanılacak yerler, asıl kent kanalizasyonuna bağlı çok yalın bir kanalizasyon, o dönem için pek dikkat çekicidir. Kentlerin merkezlerinin dışında, ayin yapılan yerlerle yöneticilerin binalarını, ambarları, değirmenleri ve emekçi evlerini içine alan kaleler bulunuyordu.

Elimizdeki verilere dayanarak söyleyebiliriz ki, İndus Vadisi'nde, M.Ö. 3. bin yıldan başlayarak köleci bir toplum yaşamıştır. Bu toplum, kültür düzeyi bakımından o devrin Mısır ve Mezopotamya toplumlarından hiçbir konuda da aşa­ ğı değildir. M.Ö. 2. bin yıla doğru bu uygarlık gerilemeye başlar. Harappa ile Mohenjo-Daro'yu bizzat içinde oturanlar terk etti­ ler herhalde. Harappa'nın, Hindistan'a kuzeybatıdan giren Hint-Avrupalı istilacılar, yani Aryenlerce yıkılmış olması akla geliyor. Ancak, bu konuda yeterli kanıt yok henüz elimizde. Harappa Uygarlığı baştan aşağıya yıkılmadı aslında; çünkü Hint tarihinde, daha sonraki devirlere sıkı sıkıya bağlı olduğu­ nu görüyoruz onun.

M. Ö. 2. bin yılın ortalarından 1 . bin yılın ortalarına Harappa Uygarlığı'nı maddi kalıntılar anlatıyor bize; ondan sonraki dönemi ise yazılı belgelerden öğreniyoruz: Bunlar özel­ likle dinsel esinli metinler ( Vedalar) ve epik poemler (Mahabha­ rata ve Ramayana ). Edebi kaynakların verileri de daha çok öteki bölgeler: Ganj Vadisi ile Himalaya' nın kolları. Bu devirdedir ki Hint, demir devrine geçti. Demirden yapıl­ mış daha dayanıklı ve daha kullanışlı aletler kullanarak, orman­ larda ve cengelde kendisine daha güvenerek yol açtı ve daha sert toprakları ekebildi; bunun gibi sulama ve kurutma çalışma­ ları daha da kolaylaştı, zanaatlar da gelişti. Ganj Vadisi'nden ve merkezi Hint bölgesinden genişliğine yararlanıldı. İşte, gene oralardadır ki, yeni kentler ve yüksek bir uygarlık boy attı. 169

Harappa dönemi için köleci bir toplum yapısından varsa­ yımlara dayanarak bahsedebiliriz; ama yeni doğan uygarlık için böyle bir yapı arhk kesinlikle ortaya çıkmışhr. Vedalar'ın en eskisi olan Rig Veda çok sayıda köleden söz ediyor. Onlar için kullandığı deyim de başlarda "düşman" "gasp eden" anlamına gelen "dasya" . Buradan şunu anlıyoruz ki, ilk köleler savaş esirleriydi. Daha sonraları, özgür oldukları halde sefalete düştükleri için kendi özgürlüklerini ve çocuklarınınkini satan insanlar görüyo­ ruz. Köle kadınların çocukları da kölelik zincirini takıyorlardı boyun­ larına. Köleler, efendilerinin mutlak mülkiyeti altındaydılar: Efendileri onları satabileceği gibi, armağan edebilir ya da cihaz olarak verebilir­ di. Hangi işte olursa olsun kullanılabilirlerdi. Bununla beraber, köle­ liğin ortaya çıkmasından sonra da ilkel topluluk rejiminin birtakım kalınhları sürdü bir süre.

Toplumun sınıflara bölündüğü anda devlet ortaya çıkı­ yor. Aristokrasi, kabile yönetiminin dizginlerini ele geçiriyor ve kölelerle, topluluğun en yoksul kişilerinin itaatini sağlamak için yararlanıyor bundan. Kabilenin şefi, yani "raca" bir çeşit kral olu­ yor. Ne var ki, bir uzun zaman daha, köleci devletler eski kabile­ sel biçimlerini ve ilkel demokrasinin öğelerini sürdürdüler. Sınıflar belirlendikçe, özgür insanlar arasındaki sosyal eşitsizlik de belirleniyordu gitgide ve onun sonucu olarak bir hiyerarşi çıkıyor ortaya; özgür halk -daha sonraları "kast"lara dönüşecek olan- "varna"lara bölünüyor. Bunların başında, kabilenin doğuştan soylularını oluşturan ''brah­ manlar"la "kşatriya"lar geliyor; birinciler rahipler zümresini, ikinciler de asker soyluları temsil ediyor. Toplumun özgür üyelerinin büyük çoğunluğu, "vaisya"lar. Toplulukta hiçbir şeyi olmayan ve kabilenin kararlarına kahlmadıklan gibi, dinsel törenlere de katılmayan özgür yabancılar, vamaların sonuncu zümresini oluşturuyor: "Çudra"lar. Bir vamaya bağlılık doğuştan olduğundan, genellikle, bir var­ nadan ötekine geçmek mümkün değildi; birbirinden farklı vama' dan olanlar arasında evlilik de yasaklı aslında. Yamaların kanun karşısın­ daki hakları da aynı değildi; aşağı vamalardan olanların işledikleri suçlar, yukarıdakilerin işledikleri suçlara oranla daha sert biçimde cezalandırılırdı.

170

Hint' te ilk köleci toplumun dini Brahmanizm' di. İlkel top­ luluğun, Vedalar yoluyla bize -bir bölümüyle de olsa- ulaşmış dinsel inançları, doğa güçlerinin tanrılaştırılmasına ve animiz­ me dayanıyordu. Yeni toplumun ihtiyaçlarına uyduruldu bu öğeler. Tanrılar hükümdarların ve soyluların koruyucuları olarak görülmeye başlandı. "Metempsikoz", yani ruhun bir bedenden ötekine göç etmesi düşüncesinden, ruhun sosyal bakımından az çok yüksek bir sıradaki bir kişinin bedenine geçmesinin ölenin geçirdiği yaşama bağlı olduğunu güçlendirmek için yararlanıldı rahiplerce. Öyle olunca, çalışan bile, kendini ezen boyunduruk­ tan ve yaşamının ağır koşullarından sorumluydu. Brahmanizm, devleti kutsal bir kurum katına çıkarıyor, hükümdarın kişiliğini kutsallaştırıyor ve sosyal eşitsizliği, yani vamalar sistemini onaylıyordu. Gitgide karmaşık bir ayin biçi­ mi oluştu ve tapınmayla ilgili çeşitli görevlerin yerine getirilme­ si, özel bir hazırlanışı gerektirdi. Başlarda devletin parçalanmışlığı ve kabilelerin büyük sayısına bakarak, Brahmanizm, tek bir tanrıya değil, birçok tan­ rıya yer veriyor ve aralarında da hiyerarşiler kabul ediyordu. Hiyerarşinin en üstünde olan tanrı, doğa güçlerini temsil eden ve doğurganlıkla ilgili pek eski inanışları da dile getiren Şiva idi bazen, bazen de var olan her şeyin koruyucusu ve Güneş'in en eski kişileştirilmelerinden biri olan Vişnu idi. Din adamları, panteonun başına, dünyanın yaratıcısı olarak Brahma'yı da koymayı denediler; ne var ki, bu inanış tutmadı pek.

M. Ö. 5. ve 4. yüzyıllarda Hint M.Ö. 1 . bin yılın ilk yarısı, Hint'te devletler arasında bitip tükenmeyen savaşlarla doludur. Üretici güçlerde ve köleci iliş­ kilerdeki gelişmeler kabile rejiminin kalıntılarını da giderek sil­ di ve devletlere despotik bir nitelik verdi. M.Ö. 1. bin yılın orta­ larında Kuzey Hint'te, sayısı hayli az da olsa, bağımsız büyük devletler görüyoruz. Daha önceki küçük devletler büyüklerce yutulmuştur. Bu kez en güçlü devletler arasında, hem de uzun bir müca­ dele başlar. Bunlardan en güçlüleri olan Koçala ile Magadha arasındaki mücadeleyi Magadha kazanır. M.Ö. 4. yüzyılın orta171

lannda, Magadha hükümdarlarının iktidarı, bütün Ganj Vadisi ile merkezi Hint' in bir bölümüne yayıldı. Ve Magadha, Hint'in başlıca devleti olup çıkh. M.Ö. 1 . bin yılın ortalarında Hint, öteki ülkelerle de ilişkile­ rini arhrıyor. M.Ö. 6. yüzyılın sonunda Pers hükümdarı 1. Dara, İndus Vadisi'nin bir bülümünü alır ve bir yerli satraplık haline getirerek Ahamenişlere bağlar. M.Ö. 327 yılında da İskender, Pers İmparatorluğu'nu yıkhktan sonra Hint'in kuzeybahsıru işgal eder.

Budizm M.Ö. 1 . bin yılın ortalarında, Hint'te, köleci rejimin iyice geliştiği ve büyük devletlerin doğduğu bir devirde, Brahma­ nizm, arhk doyuramazdı köle sahiplerini. Budizm doğdu. Budizm, Buda' dan geliyor; Buda da "aydınlanmış" demek. Efsaneye göre, yeni dinin temel ilkelerini koyup yaydığı kabul edilen kişinin takma adı bu. Budizm, M.Ö. 6. ve 5. yüzyıllarda kesinlikle ortaya çıkmışh. Doğduğu dönemde, köleciliğin gelişmesi ve kölelerin sömürüsü üzerine kurulu despot devletlerin ortaya çıkışı, gide­ rek sosyal eşitsizliğin yaygınlaşması sonucu, toplumun bağrın­ da uzlaşmazlıklar gitgide daha keskin hale gelmişti. Ne getiriyordu Budizm? Budizme göre, çalışanların kendi ruhlarını kurtarmaktan başka hiçbir amaçları olmamalı ve sosyal ilişkileri değiştirme konusunda her türlü girişime sırt çevirmelidirler. Budizm de "metempsikoz" görüşünü ele aldı. Ona göre, yaşam kötüdür, acı çekmek demektir yaşamak. Öyle olunca da ruhun bir­ biri arkasına yeniden doğuşlarını engellemeli, "nirvana"ya varmalı, yani ruhu yok edip ortadan kaldırmalı. Ruhun yenidendoğuşu daha önceki yaşamda yapılan eylemlere göre olacaktır ve insanın davranı­ şı da bizzat arzularının bir sonucudur. İşte, bu arzulardan vazgeçme yoluyladır ki, "nirvana"ya varılacaktır. "Selamet"lerini isteyenler, dünyanın boş gururlarından kaçınmalı ve keşiş olmalıdır. Budizm, koruyucu tanrılar kabul etmiyordu, kurban da; herkesin ruhunu, kendi eylemleriyle yeniden doğmaktan kurtarabileceği andan başlayarak, rahipler de gereksizleşiyordu. Köken, soy sop, şu ya da bu

1 72

gruptan gelme, şu ya da bu vama'dan olma "nirvana"ya erişmek için hiçbir rol oynamıyordu. Yalnızca köleler bundan yoksundu: Çünkü, arzularından sıynlsalar da eylemlerinde özgür değildiler.

Budizm, edilgenliği, gerçekliğe tevekkülle boyun eğmeyi öğütlediğinden, giderek ezilenleri ezenlere karşı mücadelelerin­ de manevi bakımdan silahsızlandırdığından, zulme uğramak şöyle dursun, M.Ö. 5. yüzyıldan başlayarak, köleci soyluların desteğini bile sağladı. Örneğin, Asoka zamanında, Mauryalar İmparatorluğu'nun ideolojik temeli oldu. Asoka'nın kendisi de Budizme girdi ve Hindistan' ın hem içinde hem dışında des­ tekledi onu. Keşiş toplulukları da gitgide daha bol ve pahalı bağış ve armağanları kabul eder oldular. O devirde, şu ya da bu kökenden gelmek, şu ya da bu kabileden olmak önemli bir rol oynamıyordu zaten; önemli olan zenginlikti, eldeki kölele­ rin sayısıydı. O nedenle Budizm, kabile inanışlarından üstün de olsa, gelişmekte olan büyük köleci devletler için çok ciddi ide­ olojik bir temeldi. Ayrıca, iyi örgütlenmiş ve disiplinli keşişler, iktidardaki sınıfın hizmetinde daha etkin bir rol oynayabilirler­ di; Brahman rahipler, aralarında hep bölünmüş olmalarından dolayı, bu hizmeti yerine getiremez olmuşlardı çünkü.

Mauryalar İmparatorluğu Makedonyalılara karşı Hint'in kuzeybahsında ortaya çıkan başkaldırının şefi, Hint'in tanıdığı saygınlığı en büyük devlet adaJlll arından biriydi: Çandragupta. Çandragupta, Mauryalar İmparatorluğu'nu kurar; daha sonra bütün kuzeyi, belki güneyin bir bölümünü de ele geçi­ rip eski Hint'in en geniş devletinin temellerini atar. Mauryalar İmparatorluğu, en görkemli devrini ise Asoka zamanında yaşa­ dı (M.Ö. 273-237). Onun devrinde imparatorluk, yarımadanın güneyindeki bölge ile, bugünkü Afganistan dışında, bütün Hindistan'ı içine alıyordu. Hint'te, üretici güçlerde büyük geliş­ melerin olduğu bir dönemdir bu. Köleci Hint, M.Ö. 4. ile 2. yüzyıl arasına rastlayan Maur­ yalann zamanında bile klasik ilkçağ ülkeleri kadar gelişmiş değildi: Ne latifundia vardı ne de çok sayıda kölenin kullanıl­ dığı büyük işyerleri. Bununla beraber, kölelerin sayısı yine de fazlaydı; hükümdarın, soyluların topraklarında, daha küçük 1 73

işletmelerde, özellikle hizmetçilerin durumundan pek farklı olmadıkları aile ekonomisinde çalışıyorlardı. Ticaret için imala­ tın yetersizliği, ilkel ortakçı rejimin hala güçlü kalıntıları "ataer­ kil" bir nitelik veriyordu köleliğe. Köleci ilişkilerin gelişmesini büyük ölçüde engelleyen, üretimin niteliğine bağlı olan ortakçı köy topluluğunun direnişi oldu. Geniş toprakların kurutulması ya da sulanması, ekili tarlaların kuşlara ve hayvanlara karşı korunması, ormanlarda yer açma gibi çalışmalar, hele o zamanların teknik düzeyi göz önünde tutulursa, iyice örgütlü bir topluluğun çabalarını gerektiriyordu. Ama bütün bunlar servet­ lerin ve sosyal durumların farklılaşmasını geciktiriyor ve toprakların toplu mülkiyetini sürdürüyordu. Aynca topluluk, belli bir noktaya kadar kendine yeterli bir varlıkh; iktisadi bakımdan kentle çok az bağlılığı vardı. Ülke içinde gelişen ticaret onu ilgilendirmiyordu pek.

Onun, seçim ya da miras yoluyla ortaya çıkan kendi yönetimi vardı. Devlete vergiyi de tek tek bireyler değil, topluluk ödüyordu.

Mauryalar İmparatorluğu, birbirinden pek farklı gelişmeler yapmış kabilelerden ve etnik gruplardan oluşuyordu. Bilindiği kadarıyla, tek bir idare sistemi yoktu: Tabi kabile ve devletler özerk kalıyor, sadece bir vergi veriyor ve bir asker müfreze besliyorlardı; tabi hükümdarları denetlemek için de yöneticiler birbirinden farklı yerlere gönderiliyorlardı. Hükümdar, orduya dayanıyordu. Yunan yazarların anlat­ tıklarına bakılırsa, Çandragupta'nın, sefer halinde 600.000 piya­ de, 30.000 atlı ve 9.000 fil vardı ordusunda. Doğaldır ki, devlet örgütünün ve ordunun bakım ve donatımı pek pahalıydı. Bu giderleri karşılamak için hükümdar, topluluk işletmelerine ürünün altıda biri oranında- vergi koyuyor ve tacirlerden haraç alıyordu. Hükümdar, bağımlı topraklardan da bir vergi alıyor ve kendi kişisel mülklerinin gelirlerinden de yararlanıyordu. Ayrıca, özgür halk angaryaya tabiydi. Budizm, Asoka zamanında, Mauryalar İmparatorluğu' nun ideolojik temeli oldu. Ne var ki, bütün çabalarına karşın Asoka, sağlam ve birle­ şik bir devlet yaratamadı. Öyle olduğu için de ölür ölmez, impa­ ratorluk çökmeye başladı. M.Ö. 187 yılına doğru, hanedanın son temsilcisini bir ordu şefi tahttan indirip yeni bir hanedan, Çunga Hanedaru'ru kurdu. 1 74

Mauryalar İmparatorluğu'nu çökerten sadece içerdeki nedenler değildi; dış politikadaki yenilgiler de kahlmışh buna. M.Ö. 2. yüzyılın başlarında, Baktria' daki Yunanlılar Hint'i istila ettiler ve Pencap'ta yerleştiler. Onları M.Ö. 2. yüzyılın sonları­ na doğru yenenler, Orta Asya kökenli olan ve Hint' te Sakalar diye adlandırılan Messagetler oldu. Bu kabileler, ülkenin bütün kuzeybahsını ve -belki de- Orta Hint' in bazı bölgelerini ege­ menlikleri alhna aldılar.

Kuşanlar ve Guptalar M.Ö. 1 . yüzyıldan başlayarak Saka kabilelerinden biri üstünlüğünü kabul ettirir. Bugünkü Tacikistan'da yerleşmiş olan bu kabile, tarihin sahnesine Kuşanlar adıyla çıkar. M.Ö. 1 . yüzyılın ortalarında Kuşanlar, Hint'in fethine başlarlar: Part ya da Yunan hükümdarlarının yönettiği, ülkenin kuzeyindeki küçük devletlere boyun eğdirirler; 2. yüzyılın başlarında Kuşan­ ların imparatoru Kanişka (78-123), Hint'i de içine almak üzere, Orta Asya' nın geniş toprakları üzerinde egemenliğini kurar. Bu çokuluslu devlet, kültür alışverişinde pek canlı bir mer­ kez oldu. Hintliler Orta Asya halklarından, özellikle mimarlık ve plastik sanatlar bakımından yararlandılar; Hint uygarlığı da öteki halklar üzerinde büyük bir etkide bulundu. Kuşan­ lar, Hint uygarlığını pek çabuk özümsediler: Budizmi de kabul edenler oldu aralarında; başta Kanişka'nın kendisi ateşli bir koruyucusu oldu Budizmin. Birçok manashr kurdu Kanişka, tapınaklar yaphrdı, din yayıcı­ larının faaliyetini destekledi; ve bir toplanhda, Budizm yeni bir biçim aldı: Mahayana. O tarihten başlayarak da Budizm, Orta Asya' da ve Çin' de yayılmaya başladı.

Birbirinden o kadar farklı ırklardan oluşan Kuşanlar İmpa­ ratorluğu fazla yaşayamazdı. Kanişka'nın ölümünden pek az sonra çöktü. 4. yüzyılın ilk yarısında, Gupta İmparatorluğu ortaya çıkh. Hint' in son büyük köleci devleti budur. Devletin belkemiği yine Magadha' dır; başkenti de Pataliputra. Hanedanı kuran 1. Çandragupta (320-330), egemenliğini tüm Magad-

1 75

ha'ya yayar. Oğlu Samudragupta (330-380) daha da genişletir sınır­ ları. Ancak, Gupta İmparatorluğu doruğuna, il. Çandragupta zama­ nında (380-414) erişir. Devlet, Bengal Körfezi'nden Aden Körfezi'ne kadar uzanır.

5. yüzyılın ortalarında Kuzey Hint, Orta Asya' dan gelen Heftalitlerin (Akhunlar) istilasına uğradı. Hunlar, başka devlet­ lerin arasında Gupta İmparatorluğu'nun da üstüne çullandılar. Çalışmalar yıllarca sürdü. Ancak, gitgide feodal bir nitelik alma­ ya başlayan Gupta İmparatorluğu, bu uzun savaşları göğüsle­ yebilecek durumda değildi. 5. yüzyılın sonlarında, Gupta Hane­ danı'mn egemenliği, Magadha ve onun doğusu ile güneyindeki birkaç parça topluluğu içine alıyordu ancak. Ve bu tarihlerden başlayarak da bu krallık hakkında kayda değer bir bilgimiz yok.

Köleliğin bunalımı ve feodalitenin doğuşu İsa' dan sonraki ilk yüzyıllar Hint' te büyük bir iktisadi geliş­ me dönemidir. O zamana değin gelişmesi kuzeye oranla daha ağır olmuş olan güney bölgesi gelişmektedir şimdi. Tarımda, sanayi ve ticarette gerçekten büyük ahlımlar vardır. Ancak, köleci rejimde bir bunalım da ortaya çıkmışhr; yeni iktisadi ilişkiler kendini haber vermektedir. Köle emeğinin üre­ tici güçlerin gelişmesini sağlamadaki yetersizliği ortaya çıkmış­ hr: Üretimde giderek daha az köle çalıştırılmaktadır; çoğu da hükümdar saraylarında ya da soyluların ve zenginlerin malika­ nelerinde iş bulabilmektedir. Aym devirde, özgür insanları, ortakçı topluluğun üyelerini köle gibi kullanmak eğilimi ortaya çıkıyor; bu bir feodalitedir. Devlet, borçlarım aynen ya da parayla ödemiyor, köleci soylula­ ra, rahiplere ve yüksek görevlilere topraklar veriyor. Bu ortakçı topluluklardan alınan vergi de devlete değil, devletin kendisine ait hakları devrettiği kişilere gidiyor. Bu kişiler de aldıkları top­ rakların mülkiyetini üstlerine geçiriyorlar yavaş yavaş ve özgür köylüleri kendilerine bağımlı hale getiriyorlar; birtakım görev­ ler de babadan oğula geçmeye başlıyor. Özellikle orta ve güney Hint' te, eskiden geri kalmış kabileler, köleci kralcıkların çöküş zamanında, uygarlığın nimetlerine kavuşuyorlar ve köleci reji­ mi tanımadan doğrudan doğruya bir başka aşamaya, feodalite 176

aşamasına geçiyorlar. Bu durumda, feodallerin sınıfı kabile aris­ tokrasisinden doğuyor. Feodal dönemde Budizm de rol oynuyor. Budist tapınaklar ve manastırlar da içlerinde ortakçı topluluk­ ların yaşadığı ve geniş toprakların sahibi olmuştu. Budist rahipler de gitgide feodalleşiyordu ve kendilerine bağlı ortakçı toplulukların üyeleri bir serf sınıfı oldu. Özgür köylüler köleleştikçe, onların sosyal durumu da değişiyor: Eskiden vaisya olarak görülen bu insanlar, git­ gide çudralara yaklaşmışlardır. Budizmde de hatırı sayılır önemli değişiklikler oldu. Onu bir devlet dini yapma girişimleri verimli olmadı; çünkü Budizmi kendi­ lerine ideolojik temel yapabilecek büyük köleci devletler dayanıksız durumdaydılar. Budizmin yayıldığı yerler, özellikle kentler oldu; kır­ sal kesimse eski inançlara bağlı kaldı. Bu inançlarla uzun süre dirsek dirseğe yaşamak zorunda kalan ve siyasal parçalanışa yardım eden Budizm ağır ağır değişti; selamet yolunu gösteren bir kişi olan Buda, "Mahayana" da bir tanrı olup çıktı ve görkemli tapınaklar yükseltildi adına. Ve yeni kavramlara başvurulmaya başlandı: Cennet ve cehen­ nemin yanı sıra görkemli ayin ve törenler kendini gösterdi.

Budizmin Hint'te yayılışı Kuşanlar devriyle son bulur; Guptalar devrindeyse rolü azalmışhr. Brahmanizmden, hatta bir ölçüde Budizmden yığınla öğeyi içine alan yerel kültler feo­ dal parçalanışa daha çok direndiler. Budizmin ayağını kaydıran bu kültler oldular. Genel olarak Hinduizm adıyla anılan ve Hint'te bugün de en yaygın durumdaki din, işte bu kültlerden doğmuştur.

Kastlar İsa' dan sonra ilk yüzyıllar boyunca kastlar rejimi ağır ağır oluşuyor. Nedir kast? Kastlar, iktisadi ve sosyal yaşamda örf ve hukukça yeri belirlenmiş, birbirlerine mutlak olarak kapalı sosyal gruplar. Şu ya da bu kasttan oluş, doğuştandı. Varnalar sosyal eşitsiz­ liğin artması sonucu ortaya çıkarken, kastlar işbölümünden doğdu. 1 77

Sosyal işbölümü en ilkel biçiminde bile, her biri kendi uğraş alanında hapsolmuş, birbirinden ayrı gruplar çıkarmışh ortaya. Tarımda ortakçı köy topluluğu varlığını sürdürdüğünden ve kabile ideolojisinin güçlü kalınhları da devam ettiğinden bu gruplar, toplu­ luğun örgüt ve ideolojisinden yararlanarak durumlarını sağlamlaş­ hrabilirlerdi ancak. Bu sosyal grupların adından bile anlaşılıyor bu: "Jati" kabile demek; Portekizce "kast" kelimesi, bunun pek doğru bir çevirisidir.

Çeşitli kastların üyeleri, aralarında evleniyorlardı. Her kast, ilke olarak, belli bir meslekle uğraşıyor ve başka kastın mesleğine karışmıyordu. Kastın, kendine özgü bir iç örgütü de vardı; üyeleri karşılıklı bir dayanışma içindeydiler; ayini hep birlikte yapıyor, çalışmanın gidişini hep birlikte düzenliyor, çeşitli kastların üyeleri arasında yerleşmiş ilişki kurallarına uyuyorlardı. Kastlar, emekçi halkı, yani vaisyaları ve çudraları gruplan­ dıran varnaların bağrında biçimlendiler önce; kşatriyalar, daha da özel olarak brahmanlar arasında, tamı tamına gelişemediler. Vaisyalar vaması, üyeleri toprağı işleyen ya da bağımsız ve uzman emekçiler olarak devlete ve köleci soylulara hizmet eden kast­ ları içine alıyordu. Tarımcı kastlarla, kentlerde ikinci planda gelen meslekleri yürütenlerin kastları çudralar vama' sındandı. Geri kalmış ve tarım bakımından az verimli bölgelere itilmiş kabileler, daha ileri bir iktisadi aşamaya geçmek olanağını yitiriyorlardı; avcılık, orman işleri gibi işlerle uğraşmaya mahkum edilmişlerdi; kentlere ya da köylere yerleştiklerindeyse, çöpçülük, mezarcılık ve cellatlık gibi, uzmanlık istemeyen ve hor görülen işlerde kullanılıyorlardı. "Dokunulmazlar" diye de adlandırılırlardı onlar. Ve öteki kastlardan hiç kimse onlarla ilişkide bulunmazdı. Bu "dokunulmazlar" a, beylerin topraklarına yerleştikleri eski köleler de kahlıyordu belki.

Ancak, gerçek olan şu ki, emekçileri birbirinden alabildiğin­ ce soyutlamada yararları bulunan sömürücü sınıflar, kast farklı­ lıklarını savunuyor, özellikle en yoksul ve en çok sömürülenler, yani "dokunulmazlar" söz konusu olduğunda daha da dikkat kesiliyorlardı bu ayrılıklara.

1 78

ESKİ HİNT UYGARLIGI Eski Hint Uygarlığı, iktisadi ve sosyal yapısı, dinsel inanç­ ları, düşün ve sanat yaşamı bakımından özgün bir uygarlıklır. Düşün ve sanat yaşamı yönünden dünya uygarlık hazinesine de çok büyük katkıları olmuştur. Hint matematikçileri, insanlığa, genel olarak bugün de kabul edilen, rakamın değerinin, sayıda, yer aldığı yere göre değiştiği rakam sistemini vermişlerdir. Bazı rakamlar, özellik­ le de sıfır onların buluşudur. Bütün bunları Ortadoğu halk­ ları onlardan aldı ve Avrupa'ya da çok az değişerek, "Arap rakamları" adıyla geçti. İlkçağın Hintlileri, karekökü ve küpkö­ kü almayı biliyorlardı; trigonometrinin temel kavramlarından haberdardılar. Orta çağın Avrupa halkları, cebirin ilkelerini Araplardan aldılar; Araplar da Hintlilerden. Eski Hintliler, bugünkü çoğu Hintlinin de kullandığı yazı­ nın temellerini atlılar. M.Ö. 5. ve 4. yüzyıldan başlayarak, gra­ merci Panini linguistiğin temellerini atlı ve onu izleyerek büyük sonuçlara vardılar Hintliler bu alanda. Eski Hintlilerin, görsel sanatlarda, heykel ve freskolardaki başarıları da büyüleyicidir. M.Ö. 2. yüzyıldan M.S. 7. yüzyıla kadar olan resmin en güzel örneklerini, Ajanta' daki mağara tapınaklarında -korunmuş bir halde- buluyoruz. Müzikte Hint notalaması, bilinen en eski notalamalardan­ dır. Veda şarkılarının sayılı simgelerle ve akortlarla notalanma­ sı ilkçağa değin uzanır. Notaların, okunabilmek için hecelerle temsil edilmesi usulü Hindistan' da bulunmuş ve Avrupa'ya Arapların aracılığıyla girmiştir. Eski Hint edebiyatı pek çeşitli ve pek zengindir. M.Ö. 1 . yüzyılda, çokuluslu Hint'in edebi dili olan Sanskritçede, Mahab­ harata ve Ramayana yazıldı. Bunlar, kahramanların yaplıklarını anlatan ve pek eski efsaneleri içeren epik şiirler. Daha sonraki şairlere ve sanatçılara esin kaynağı oldu her ikisi de. O yıllar, belki de daha önceki yıllarda, yasa yapma düşüncesi doğdu ve gerçekleşti ilk kez. "Manu Kanunları" bunların içinde en ünlü olanı. Bilimin çeşitli alanlarında eserler de yazıldı. Buda ile ilgi­ li edebiyatta temel eserlerin yazılmasında Pali dili rol oynadı. Sanskrit edebiyalı, M.S. 4. ve 5. yüzyıllarda açılıp serpildi; çok ünlü yazarlar topluluğunun ortaya çıklığı bir dönemdir bu. İçlerinde en büyüğü de şair ve oyun yazarı Kalidasa' dır. 1 79

Hint' te, pek erken, büyük bir olasılıkla M.Ö. 1 . binin orta­ larından başlayarak, ilahiyat ve idealist felsefeyle mücadele eden materyalist felsefe doğdu. Bu felsefenin yandaşları, var olan dünyanın gerçekliğini belirtiyor ve bilginin tek kaynağı­ nı duyuların algılanmasında görüyorlardı; ruhun ölümsüzlü­ ğünü, metempsikozu ve öbür dünyayı reddediyor, ayinlerle ve kurbanlarla alay ediyorlardı. Asya'run güneydoğusunda, Seylan'da, Çin Hindi'nde ve Endonezya'da yerleşmiş yığınla göçmen, Hint Uygarlığı'run fetihlerini ora yerlilerine götürdüler; Orta Asya'run ve Ortado­ ğu'nun halkları da Hint'te, ilkçağın bu eski, derin ve parlak kül­ tür dünyasında olan bitenden paylarını aldılar.

180

BÖLÜM VIII Ç İN

Bah'yla ilişkileri olan Hint'in aksine, "Çin Uygarlığı, sırhru Akdeniz dünyasına çevirerek gelişti" (Henri Maspero); Bah'yla ancak İskit-Sibirya halklarının aracılığıyla, böylece dolaylı ola­ rak bağlantısını kurabilen Çin, yüzünü Büyük Okyanus' a, Balı' daki kültür gelişmesini belirleyen dünyadan bütünüyle farklı bir dünyaya çevirdi. Öyle de olsa, ortaya koyduğu bireşim, özgün ve görkem­ lidir. DOCA VE İNSAN Eski Çin Uygarlığı, Huang Ho Irmağı'nın suladığı vadide doğdu. İsa' dan dört bin yıl önce, güneyde dağların ve kuzeyba­ hda Ordos Yaylası'run çevrelediği tekdüze bir ovaydı bu; alüv­ yonlu toprakları pek bereketliydi. Yığınla bataklığın yer aldığı ova, içine girilmez ormanlarla kaplıydı. Kuzeyde ve kuzeybah­ da Moğolistan'ın kurak ve çorak bozkırları uzanıyordu; güney­ de, Y ang-Çe-Kiang Vadisi'nin ötesinde, güney Çin' in dağlık ve ormanlık bölgesi başlıyordu. Böylece, eski Çinliler binlerce yıl, ilkçağ uygarlığının öteki merkezlerinden soyutlanmış olarak kaldılar. Yeralh kaynaklarının bolluğu, suları hale yola koymayı, su basmalarına karşı mücadeleyi gerektiriyordu. O yüzdendir ki Çinliler, mitolojilerindeki kahramanlara ırmakları dizginletir, setler yaphrır ve kanallar açhrırlar. Çin' de yaşam çok eski zamanlara gidiyor. Pekin yakınların­ da Zhoukoudian Mağarası' nda, bedensel görünüşü bakımından Pithecanthropus' a benzeyen Sinanthropus'un kalıntıları bulun­ du. Sinanthropus, daha o zamandan ateşi kullanmasını biliyor, taştan kaba aletler yapabiliyor ve büyük hayvanları avlıyordu. Aynı mağaranın üst tabakalarında, bugünkü insan tipine ben­ zeyen ve M.Ö. 25 ile 50.000 yılları arasında yaşayan insanların kalınhları bulundu ayrıca. Son olarak, Yang-Şao' da Yeni taş kültürünün kurucuları, Çinlilerin ataları olmuşlardır kuşkusuz. 181

Şu Ku-Tien Mağarası'mn üst tabakalarında kalınhları bulu­ nan insanlar, Eskitaş Çağı'mn son devrine ait. Kuartz ve yassı çakıldan, boynuzdan ve kemikten aletler karada ve suda avlan­ ma olanağı sağlıyordu onlara. Zhoukoudian' daki kabuklar, ilkel bir değiş tokuşun varlığım gösteriyor bize. Kabukların böyle bir rol oynamış olduklarım şuradan çıkarıyoruz: Hiye­ rogliflerde "kabuk" terimi "para", "ticaret" ve "zenginlik" gibi anlamlara da geliyor. Yenitaş Çağı'm ve onunla Eneolitik ara­ sındaki devri, Çin' de M.Ö. 4. ve 2. bin yılları arasında yer alan Yang-Şao Uygarlığı temsil ediyor. Yang-Şao'daki buluntuları niteleyen, çıkrıkta biçim verilmiş çokrenkli seramikler. Yang­ Şao'nun insanları, aile toplulukları halinde, toprak kulübelerde yaşıyor ve kazmayla toprağı kazıp ekiyorlardı. Balık avlıyor, köpek, domuz, at yetiştiriyor ve vahşi hayvanları vuruyorlardı. Yang-Şao'nun M.Ö. 2. bin yıllara rastlayan buluntuları arasında tunçtan aletler, kılıçlar ve hançerler görülüyor. Köyler, tepelerin üzerine kurulmuş ve düşman saldırıla­ rından korunmak için de topraktan surlarla çevrilmişti. Hiye­ rogliflerde eski kentlerin adlarım belirtmek üzere sık sık "tepe" kelimesinin kullanılmış olması pek ilginç. ESKİ ÇİN TARİHİNİN AŞAMALARI Bakırdan ve tunçtan aletlerin giderek yaygın kullanılışı, pirinç ekiminin, ipekböcekçiliğinin başlaması klan rejiminin dağılışına, sosyal sınıfların, giderek devletin doğuşuna götürdü. Nedir Çin tarihinin tablosu o noktadan sonra?

Şang İmparatorluğu 'ndan Zhou İmparatorluğu 'na Çin' de ilk köleci devleti, Şang (Yin) Hanedanı yönetiminde (M.Ö. 1 766-1 122) görüyoruz. Bu devlet, Huang Ho'nun suladığı vadide, onun bir dirsek yapıp doğuya yöneldiği yerde kuruldu. Şang devleti zamanında ilkel bir tarıma ve hayvan yetiş­ tiriciliğine dayanıyordu devlet. Başlıca üreticiler köylülerdi. Bunlar, klan rejiminin kalınhlarım sürdüren, birbirine komşu ortakçı topluluklar halinde yaşıyorlardı. Ve daha o zamandan çeşitli köle grupları görüyoruz. Üretici güçlerin gelişmesi, servetlerin birikimi, köleliğin doğuşuyla, klanın içinde, ayrıcalıklı ailelerden bir azınlık, 182

ortakçı topluluğun üyeleri üstünde yönetici bir sınıfı oluşturdu. Kabile şefi Ouang (imparator) devletin -babadan oğula- başı oldu. Aynı zamanda büyük rahip olan bu imparator, bir Doğu despotunun niteliklerine büründü yavaş yavaş; mutlak hüküm­ dar, bütün toprakların sahibi, insanlar üstünde göğün temsilcisi olup çıkh. Tarım çalışmaları için gerekli ilk astronomik gözlemler bu devirdedir. İlk hiyeroglif Çin yazısı da bu devirde ortaya çıkh. Bugünkü Çin yazısının temeli budur. Efsanevi imparator Fu Hi'nin bulduğu söylenir bu yazıyı. Şang devletinin bahsında -Huang Ho'nun bir kolu olan­ Wei Irmağı' nın suladığı vadide, Zhou kabileleri yaşıyorlardı. Şanglarla etnik yönden ve dil bakımından hayli benzerlik var aralarında. Zhou ekonomisinde, tarım yine başta gelen bir rol oynuyor; avcılık ve hayvan yetiştiriciliği ise ikinci planda geli­ yor. Şanglar, kuzeybahdaki göçebe kabilelere karşı, Zhoulardan askeri yardım isterlerdi sık sık. M.Ö. 12. yüzyılın ikinci yansında, Şang devleti zayıf düştü. Hükümdarların ve saray çevresinin giderleri yüzünden korkunç vergiler alhnda eziliyordu halk ve baskı alhndaydı. M.Ö. 1 122 yılında Zhoular, Mu Ovası'ndaki savaşta Şang devletine son verdi ve halkı da köle haline getirdiler. Böylece, M.Ö. 12. yüzyılın sonlarında ve 1 1 . yüzyılın baş­ larında, Uzakdoğu'da, aşağı yukarı bütün Huang Ho Vadisi'ni içine alan geniş bir devlet kurulmuş bulunuyordu. Ne var ki, uzun yaşamadı bu devlet. İmparatorluk, imparatora kuramsal olarak bağlı, irili ufak­ lı 1500' den fazla devlete bölündü çok geçmeden. Bu devletler kendilerine köle ve toprak kazanmak ve hegemonya sağlamak için çırpınıp durmuşlardır uzun süre. Zhoular devri, üretici güçlerde pek hızlı bir gelişme devri­ dir. M.Ö. 12. yüzyılda Çinliler demiri buldular; ancak, demirin yaygın kullanımı daha sonraki yüzyıllarda, 6. ve 4. yüzyıllar arasında gerçekleşti. Tarımda, pirinç ekimi başta geliyordu. "Sulu" pirinç ekimine geçişse, pek yetkin sulama araçlarını gerektiriyordu. Bu ekim, aslında hayli karmaşık, çok çalışma ve ustalık isteyen bir ekimdi. Tarım, ağaçtan ilkel bir sabanla baş­ lıyor; arkasından bahçeler ve bağlar geliyor, dut yetiştiriliyor, onunla beraber de ipekböcekçiliği. 183

Tunç kullanımı yayılırken, çeşitli meslekler de ortaya çıkh ve gelişti. Zhoular devrinde zanaat kesinlikle tarımdan ayrıldı. Aynı devirde, köleci toplumun sınıflarının oluşumu da gerçekleşti. Eyaletlerle savaşlar hayli bol köle sağlıyordu. Ticaretin ve para ekonomisinin gelişimiyle beraber ortaya çıkan tefecilik, borç için köleliği de doğurdu; kanunlara aykı­ rı davranış da köle olmanın bir nedeniydi. Çin tarımı, köy­ lülerden, büyük bir işbilirlik ve deneyim istediğinden, köle emeğinin kullanımı dar bir alanda oluyordu ancak. Köleler, özellikle setlerin, kalelerin yapımında, hayvan yetiştirmede ve madenlerde kullanılıyordu. Zanaatkar olarak çalışhklan da oluyordu. Zhoular devrinde ekonomi, devletin ve aristokrat ailelerin sömürdükleri "komşu ortakçılığı"na dayanıyordu. Bu usule göre toprak, dokuz eşit parçaya bölünüyordu. Hepsi bir arada, "kuyu" anlamına gelen "tsing" hiyeroglifine benziyordu. Bu yüzdendir ki tsing-tien sistemi, "kuyulu tarla" adını taşıyordu. Sekiz aile, bölüşmede çeşitli parçalan kendileri alıyor; her biri kendi tarlasını kendisi işliyor, ancak, dokuzuncu parçayı, "kung-tien"i (or­ tak tarla} beraberce ekip biçiyorlardı. Bu parç anın ekimi ötekilerden önce oluyordu. Ürünü de devletindi.

Ne var ki, yavaş yavaş terk edildi bu sistem ve M.Ö. 6. yüz­ yıldan 4. yüzyıla kadar olan dönemde, "ortak tarlalar" hemen tüm eyaletlerde ortadan kalkh ve yerlerine, hasadın üçte biri, hatta dörtte biri tutarında bir malla ödenen bir vergi geçti. Bu önlem, sömürünün boyunduruğunu daha da ağırlaştırdığı için ortakçı üyelerin muhalefetiyle karşılaşh. Shi Jing' de (Şiir Klasiği: ilk Çin şiiri derlemesi) yer alan bir şiirde, ürünlere fareler gibi saldıran sömürücüler ve devlet memurlarına karşı köylülerin kini ne kadar da güzel dile getirilir:

Fareler, fareler, kemirmeyin has buğdayımızı, Üç yıldır yaşarız hükmünüz altında, Bir tek iyiliğinizi görmedik. Uzaklara gideceğiz, terk edeceğiz sizleri, Mutlu bir diyara gideceğiz, Mutlu bir diyara gideceğiz, mutlu bir diyara, Adalet bulacağımız bir diyara . . . 1 84

Kölecilerin zulmü sık sık başkaldırılara yol açıyordu doğal­ lıkla. Zhoular Çin'in yönetici sınıfı, imparatorun doğrudan çev­ resinden, yani ailesinden, irili ufaklı zorbalardan ve doğuştan soylulardan geliyordu. Soyluluk derecesinin belirlenmesinde hısımlık bağları önemli rol oynuyordu. İktidardaki sınıfın tem­ silcileri tantanalı giysiler içinde kalabalık bir maiyetle dola­ şırlardı. Özel koruyucuları vardı. İmparatordan ya da onların yerel şeflerinden bir bölgenin yönetimini alıyorlardı. O bölgede, halktan, kendi hesaplarına -mal olarak- vergi topluyorlardı. Yavaş yavaş yeni bir zümre çıktı ortaya: Tacirler ve tefeci­ ler zümresi. Hukuksal yönden, köylülerden daha fazla haklan yoktu onların; ancak, iktisadi bakımdan daha çok etkiliydiler. Onlarla, egemen sınıfın bir başka kanadı olan soylular arasın­ daki mücadele, Eski Çin'in tüm tarihine damgasını vurmuştur. Zhoular devletinin siyasal rejimi, ilke olarak, toprakta dev­ let mülkiyetini ve toplulukların sömürülmesini alan bir Doğu despotluğuydu. M.Ö. 1 . bin yılın başlarında, Çin'in parçalanışın­ dan sonra ortaya çıkan devletler, birer despotun yönetimindey­ diler. Bu despotlar, orduları ve kalabalık bir idare örgütü araa­ lığıyla egemen sınıfın iktidarını, topluluklar ve köleler üzerinde yürütmüş durmuşlardır.

Hegemonya mücadeleleri ve Qin Imparatorluğu Bitip tükenmez savaşların sonunda küçük devletlerin sayı­ sı giderek azaldı ve M.Ö. 4. yüzyılın sonlarına gelindiğinde bir düzine kadar devlet kalmıştı ve en güçlü beş tanesi arasında hegemonya mücadelesi oluyordu. Bu mücadelede, sonunda iki devletin en güçlüleri olduğu ortaya çıktı: Qin ve Chu devletleri. Qin Krallığı aşağı yukarı bugünkü Şensi eyaletinin bulun­ duğu yerdeydi. Köleci üretim biçimini sürdüren bu devlet, krallığın en büyük siyaset adamlarından biri olan Şang-Yang' ın reformla­ rından sonra hayli güçlendi. İktisadi ve ticari gelişmeler de böy­ le bir reformu gerektiriyordu zaten. Aldığı en önemli önlemler arasında, "tsing-tien" sisteminin kaldırılışı gelir (M.Ö. 350). Vergi, malla ödenecekti; toprak alım satımı da serbest oluyordu. Eski soylu sınıfın çöktüğü, tacir ve tefecilerin, giderek "ye­ ni" soyluların yükseldiği yıllardır o yıllar. Köleci sömürünün 185

temelinin genişlemesi, iktisadi atılım ve iktidardaki sınıfın güçlenişi Qin_ Krallığı'nı bir fetih siyasetine götürdü; ve sonun­ da, Çin' d�. .i_�� n:ıerkezi mon�r�i kunıldu. Başında da Shi-Huang-di vardı. İmparat�rluk 36 eyalete, onlar da birçok ile bölündü. Çeşitli g9rey ve derecelerde_ birçok memurluk kuruldu. Şang­ Yang'ın reformları bütün imparatorlukta uygulanmaya baş­ landı. Ağırlık ölçüleri ve para birleştirildi. Kiracı durumunda olan köylüleri belirli bir vergiye bağlayıp mal sahipleri haline getirerek, ülkede istikrar sağlamaya çalışıldı. Bütün unvanlar kaldırıldı ve özgür insanlar iki kategoriye ayrıldılar: Soylular ve halk adamları. Çin'in ünlü "Büyük Duvar"ı, Çin Seddi de o devirde örüldü. Bununla beraber, Qin İmparatorluğu geçici oldu. Çin Shi­ Huang-di'nin ölümünden (M.Ö. 209) sonra köylü ve köle baş­ kaldırılarıyla çalkalandı. Çin tarihinin en önemli halk hareketle­ rinden biri olan, Çeng-Şeng'in yönettiği ünlü köylü başkaldırısı bunlardan biridir.

Hanlar İmparatorluğu Başkaldırılar üzerine egemen sınıf harekete geçmişti. İki kişi iktidar mücadelesi içindeydi: Liu-Pang ve Hiang-Yu. Bu mücadelede Hiang-Yu, eski soyluların ve büyük köle sahip­ lerinin çıkarlarını savunuyordu. Liu-Pang'ın politikası daha yumuşaktı. Mücadeleyi Liu-Pang kazandı (M.Ö. 202). Kendi­ ni imparator ilan etti ve kurduğu hanedan da Han Hanedanı adını aldı. Hanlar İmparatorluğu, Shi-Huang-di'nin eserini, yani Çin'in birleştirilmesi işini tamamladı. Varlığını uzunca bir süre sürdüren bu hanedan zamanında ülkede çeşitli kökenlerden gelen etnik öğeler kaynaştı; bu da tek bir dilin doğuşuna kat­ kıda bulundu. Çin milliyetinin doğuşu Hanlarla başlar. İlk imparatorların politikası, monarşik devlet örgütünü güçlendirmek, imparatorluğun alanını genişletmek ve ekono­ miyi güçlendirmek oldu. İmparator Wou-Ti'nin iktidarı (M.Ö. 140-86) özellikle iktisadi bakımdan, Hanlar İmparatorluğu'nun doruk noktasıdır: İmparator, ayrıcalıklı toprak sahibi beylerin özerkliklerine son vererek etkisiz hale getirdi onları; her bölge 186

beyinin yanına danışman adı alhnda, hem denetleyici hem de casusluk yapacak bir imparatorluk elçisi atandı; ünlü "man­ darinler" zümresi de onun zamanında doğdu. M.Ö. 2. yüzyıl­ daki iktisadi gelişme, ahlgan bir dış politikaya götürdü Çin'i. Vietnam'a boyun eğdirilirken, Yunnan bölgesi ve Mançurya'run güneyi fethedildi. Hunlarla ilişkiler en önemli sorunlar arasın­ da geliyordu. Kendilerine dışarda bağlaşıklar aramak amacıyla Çin, Bah' daki ülkelerle ilişki kurdu. Çin' in öteki uygarlık mer­ kezleriyle bağlanhsı böyle başladı. Ünlü "İpek Yolu" da böyle açıldı. Ne var ki, toprakların serbestçe alınıp sahlması, saray har­ camaları ve dış politikadaki genişleme yüzünden vergilerin arhrılması, bütün bunlar, köylülüğü çökertti sonunda. İmpara­ torluğun zayıflamasıyla da göçebeler İpek Yolu'nu ele geçirip Çin' in dış politikasına bir darbe vurdular. Hanlar İmparatorluğu'nda bunalım başlamışh. Kısmi reformlara girişildi; yürümeyince, imparatorluk aile­ sinin yakınlarından W ang-Mang, imparatoru devirerek yeni bir hanedanın kurucusu olduğunu ilan etti. İlginç bir kişiliği vardır bu adamın. Köklü çözümlere gitmek istedi: Toprağın tek sahibi, hukuk bakımından devlet oldu; topraklar ailelere yeniden dağıtıldı; özel kölelik sınırlandı. Tahıl için azami fiyatlar kondu. Buna karşılık, devlet insafsız bir alacaklı durumuna geldi; bunun sonucu olarak, köylünün geçim düzeyi yeniden düştü. Bütün bu önlemler iktidardaki sınıfın da azgın direnişiyle karşılaşmış­ h. Reformların başarısızlığı, kitle halinde köylü ve köle başkal­ dınlarına yol açh. "Kızıl Kaşlar" başkaldırısı diye adlandırılan bu başkaldırıyı Wang-Mang silahla bashrmak istedi. Başkaldıranlar, başkenti ele geçirip Wang-Mang'ı da öldürdüler. Ne var ki, Wang-Mang'ın ikti­ dardan uzaklaşhrdığı imparator ailesinin üyeleri yararlandılar bun­ dan. Onlardan biri imparator ilan edildi; o da kendi yandaşlarına dayanarak başkaldıranlara karşı döndü ve kana boğdu hareketi.

Öyle de olsa, egemen sınıflar ödün vermek zorunda kaldılar.

Ancak, durumlarını güçlendirdikçe, bu ödünlerden vazgeçtiler. Topraklar, yeniden ve işitilmemiş ölçülerde belli ellerde toplaşmaya başladı. Sulama sistemleri çöküyor ve devlet zayıflıyordu. Köylülü­ ğün çöküşü ve devlet örgütündeki çözülme, büyük bir köylü hare-

1 87

ketine yol açtı sonunda (M.Ö. 1 84). "Sarı Bereliler" diye anılan başkaldırı, "Kızıl Kaşlar" kadar büyük değildi gerçi; yine de bütün imparatorluğa yayıldı. Bir çeyrek yüzyıl kadar sürdü ve çok büyük güçlüklerle bashnldı.

O zamana değin, eskimiş bir üretim biçimini, yani köleliği korumuş olan Hanlar İmparatorluğu, bu savaşların ateşi içinde yerini feodal rejime bırakarak çöküp gitti. ESKİ ÇİN UYGARLIGI Çin, ilkçağın en büyük uygarlık merkezlerinden biri oldu. Yarattığı kültür değerleri yalnız ilkçağla sınırlı kalmadı; ondan sonraki yüzyıllarda da aynı topraklar üzerinde varlıklarım sür­ dürdü. Ve çevresindeki Asya toplumlarım derinden etkilediler.

Yazı Pratik zorunluluklar yazının ortaya çıkışını hızlandırırken bilimlerin gelişmesini de desteklemiştir. Çin yazısı, ilkçağda pek eski tarihlere çıkıyor. M.Ö. 2. bin yıllarda kemikler üzerine yazıl­ mış metinlerde, bilginler 2000 hiyeroglif saydılar. Yazının pek erken ortaya çıkışım gösterir bunlar. Çin hiyeroglif sisteminin gelişmesi Mısır' dakine benzetilebilir. İlkel resimli çizgiler sonradan kelimelerin karşılığı olarak saklandılar: "Erkek", "çocuk", "kadın", "ağaç", "yüksek", "alçak" gibi hiyeroglif­ ler böyledir. Bu yalın hiyerogliflerin bir araya getirilmesinden, başka kavramlar oluştu. Örneğin, "ağaç"la ilgili iki hiyeroglif "orman"ı anlatır oldu. Çinliler sonraki yüzyıllarda daha da geliştirdiler bu yazıyı.

İlk merkezi imparatorluk olan Qin devrinde yazı birleşti­ rildi; Hanlar devrinde de aşağı yukarı bugünkü biçimini aldı yazı. Yeni maddelerin, ipekle kağıdın sayesinde oldu bu. Eski­ den tahta parçaları üzerinde yazılıyordu. Çinliler bugün bile yukardan aşağıya yazıyorlarsa, eskiden daracık tahta parçala­ rına yazı yazmış olmalarından ileri geliyor bu.

1 88

Teknik ve bilim Tarımda takvimin saptanabilmesi astronomik gözlemleri gerektiriyordu: İlkçağın Çinlileri bu alanda pek ileri gittiler. Böylece, Hipparkhos'tan 200 yıl önce Çin bilginleri, gündüz ve geceye bakarak, yeryuvarlağının Güneş çevresinde bir elips çizdiği gerçeğini buldular. Qin Hanedanı zamanında, dünyanın ilk güneş takvimleri yapıldı. Ancak, uygulamada kullanılma­ dı; çünkü Çinliler ay takvimine başvuruyorlardı. Eski Çin' de, Güneş tutulmalarının düzeni biliniyordu. Pusulayı bulma onuru da Çinlilerindir. Pek sağlam bir matematik kavramı vardı onlarda; özellikle, köklerle küpkök­ leri biliyorlardı. O devrin tarım tekniği hakkında pek ilginç bilgiler veren agronomi eserleri günümüze kadar ulaşabilmiş durumda; top­ rağı ekme ve verimini arthrmanın yam sıra çeşitli bitkiler üstü­ ne bilgiler ve çiftçilere öğütler veriyor bu kitaplar. Dokuma, tunç, demir, fildişi ve ince taştan eşya ve mürek­ kep yapımı konusunda Çin zanaatkarlarının örneği pek azdır o çağda.

Felsefe ve din Sosyal rejimin eksiklikleri, savaşlar, Zhoular devrinin son­ larında sınıf mücadelelerinin keskinleşmesi Çin' in ideolojisi üzerine damgasını basan felsefe ve din sistemleri ortaya çıkardı. Doğuştan soyluların çıkarlarım Konfüçyüs'ün öğretisi yan­ sıth. Eski Çin'in bu büyük düşünürü, M.Ö. 550 yılına doğru doğdu ve 480 yılına doğru da öldü. Konfüçyüs, politika ile ahlakın iç içe girdiği, idealist dünya görüşüne dayanan bir öğre­ ti kurdu. Bu öğretinin büyük bir bölümü, onun çömezlerince tutulmuş Felsefi Ko n uş m a lar'ında yer almaktadır. "İnsanlıkçı" bir ilkeden yola çıkan Konfüçyüs, en yaşlıya saygı ve hangi durumda olurlarsa olsunlar, insanların topluma karşı mutlaka görevlerini yerine getirmeleri gereği üzerine kurulu bir sistem geliştirdi: "Baba baba olmalı, oğul oğul, hükümdar da hüküm­ dar," diyordu; bir yönetici, görevine layık olmayan bir davra­ nışta bulunmuşsa, onun devrilmesine müsaade ediyordu. Öyle de olsa, yerleşik düzene ve yukarılarda olanlara, yani egemen sınıflara boyun eğmeye götürüyordu bu öğreti. Konfüçyüsçü 1 89

ahlakın, atalar kültüyle sıkı sıkıya bağlanışı, bu öğretiye dinsel bir nitelik vermekte de gecikmedi. M.Ö. 6. yüzyılda yaşayan Lao-tseu'nun Tao tö King adlı ese­ ri ise ataerkil köylülüğün ve küçük mülk sahiplerinin özlemleri­ ne yanıt veriyordu. Bu kitap, Taoizm öğretisinin ilkelerini içine alıyor. Yarahcı bir tanrıyı yadsımak gibi materyalist bir dünya görüşünü ve kendiliğinden diyalektik bir anlayışı içerse de eskiye, insanların mutlu bir yaşam sürdürdükleri bir alhn çağa dönüşü öğütler. Yaşadığı zamandaki rejimi, "rüşvet ve vergiler­ le halka açlık çektiren" bir rejimi acı biçimde eleştiren bu eser, "insanların para biriktirmek için azgınlaşmadığı" düşsel devir­ lere dönüşün düşünü görür. Yeni soyluların ve tacirlerin çıkarlarını, "hukukçu danış­ manlar okulu" savundu; bunların arasında, Qin devrinin birçok devlet adamı da bulunuyor. Bu okulun şefleri, Şang Yang, Han Fei-steu ve ötekiler, tam anlamıyla merkezileştirilmiş, birleşik bir devletin yarahlmasını savunuyorlardı. Konfüçyüsçülerle bunlar arasındaki mücadele çok sert görü­ nümler aldı bazı bazı. Konfüçyüsçüler, Shi-Huang-di'nin iktidarına karşı savaşhlar ve -M.Ö. 213 yılında- çoğu zulüm, işkence gördü bu yüzden ve kitapları yakıldı. Shi-Huang-di' den zulüm gören ve Liu-Pang'ın hakaretine uğrayan Konfüçyüsçü bilginler, İmparator Wou-Ti'nin çevresinde toplandılar. Daha önce kaldırılmış bulunan danışmanlar kurulundaki görevlerini yeniden elde ettiler. Bundan böyle işe alınmaları sınavla oldu. Büyük önem taşıyan mandarinler zümresi böyle doğdu.

M.Ö. 1 . yüzyılda, maddeci bir dünya görüşünü savunan ve ruhun ölümsüzlüğünü yadsıyan bir büyük filozof yaşadı Çin' de: Wan Tch'ong.

Edebiyat ve sanat Günümüze değin ulaşmış çoğu edebi eser, tazeliklerini hep korudular. M.Ö. 4. yüzyılın sonu ile 3. yüzyılın başları, Çin'in, aynı zamanda üstün bir devlet adamı olan en büyük şairinin yaşadığı devirdir. K'iu-Yuan' dır bu şairin adı.

1 90

Qin'in hegemonya için başvurduğu barbar ve zalim yöntemle­ rin amansız düşmanıydı; ülkenin birliğini kendiliğinden kazanması görüşünü savunuyordu. İki kez sürgüne mal oldu bu ona! Sonunda umutsuzluğa kapılıp kendini bir ırmağa atarak canına kıydı. Kin ve adaletsizlikle dolu bir devirde, insanların yazgılarına acı­

ma, ülkesi için de güzel düşüncelerle doludur şiirleri. Halk şiirinin gelenekleri ile kendi sanab arasındaki derin ilişkiyi gören bu büyük senyör, bu soylu kişi, halk güçlerine karşı büyük güven ve yakınlık duydu. Acı olaylar ve derin bir hüzünle dolu genellemeleri, yine de iyimser bir hava taşır. Çinliler, en önemli bayramlarından birinde onu anarlar.

Bunun gibi, Sseu Ma-ts'ien ile Panku efsanesi, binlerce yıl vazgeçilmez örnekler oldular. Onların eserleri milli efsaneleri, sayısız atasözlerini, özdeyişleri ve halk türkülerini içine alıyor. Çin'in büyük adamlarının resmi biyografileri, anlattıkları olay­ ların renkliliğinin yanı sıra belgesel bir nitelik de taşıyorlar. Öğretici bir amaçla okundular bu bakımdan. Görsel sanatlarda, Çinli ustalar şaheserler yarattılar. Günü­ müze pek az ulaşabilmiş mezar kabartmaları, heykeller ve anıt­ lar büyük bir yeteneği ortaya koyuyorlar. Müzik, Eski Çinlilerin yaşamında büyük bir rol oynadı. Çeşitli çalgıların eşlik ettiği danslar büyük bir halk çoğunluğu­ nu eğlendiriyordu. Özetle, Çin Uygarlığı'nın Asya halkları için oynadığı rol, Eski Yunan'ın Avrupa halkları için oynadığı role benzetile­ bilir. Çin'in tekniği, sanatı, edebiyatı ve felsefesi, Japonya'ya, Kore' ye, Vietnam' a, Moğolistan' a örnek oldu sürekli. Doğu Asya'nın diplomatik ilişkilerinde olduğu gibi bilimsel ve edebi eserlerinde de uzun yüzyıllar Çin yazısı kullanıldı durdu.

191

il

YUNAN

Yunanistan, o zamanki adıyla Hellas, Balkanlar'ın güne­ yinde, üç yanı denizle çevrili bir yarımadadır: Doğusunda Ege Denizi, güneyinde Akdeniz, bahsında İyon Denizi vardır. İlk bakışta, yalnız kalmış gibi görünür; ama Kyklades ve Sporades adaları -kısa mesafelerle- Anadolu'ya bağlar onu; Halkidikia yarımadası ile Kuzey Ege' deki adalardan Trakya' ya ve -boğaz­ lar yoluyla- Karadeniz' e çıkılır. Güneyde ise, doğu ile batı ara­ sında köprü görevi gören Girit Adası'nı görüyoruz. Yunan Uygarlığı, işte bu coğrafi ortamda doğdu. Daha başka özellikleri de var bu ortamın: Avuç içi kadar ülkeyi dağlar, yığınla küçük parçalara bölmüş. Birbirinden kopuk olan bu yerleşme alanları, ancak kent devletlerinin doğmasına elverişli olabilirdi; üstelik, bu küçük kent devletle­ ri doğal dağ sınırlarıyla birbirlerinden ayrıldıklarından, ülke çapında siyasal birliği de engelliyordu coğrafya. Nitekim, ilk­ çağ Yunan tarihi -kuşkusuz başka nedenlerin de sonucu ola­ rak- birbirinden bağımsız, giderek birbirine düşman sitelerin tarihidir aslında. Bu birliğin kurulamamasında, yine coğrafyaya bağlı, ikti­ sadi nedenler de rol oynuyor: Hellas' ın orta kesimi, birbirinden dağlarla kopmuş küçük bölgeler biçiminde ve tarım için yeter suyu olmayan yerlerdi. Buna bağlı olarak, bitki örtüsü, ikli­ min de etkisiyle, insanların Mısır ve Mezopotamya' da olduğu gibi, kolayca tarım yapıp geçinmelerine elverişli değildi; geçim koşulları zordu. Bu zorluklar, bu küçük devletleri birbirine kar­ şı sürekli düşmanlık duymaya götürürken, insanları da deniz kıyısında yerleşmeye zorlamışhr ister istemez. Böylece, ülkenin asıl yaşamına damgasını vuran, deniz olmuştur. Karanın eksik bırakhğını o tamamlamışhr: Balıkçılık gibi günlük geçimin yanı sıra deniz ticareti, ülkenin yaşam ve sana­ yisi için gerekli kaynakları sağlamışhr. Bunun gibi, Bah Anado­ lu' dan İtalya ve Sicilya' ya değin, deniz yolculuğu öyle yenilmez güçlükler taşımadığından, Yunanlılar, Bah Anadolu'ya olduğu 195

gibi, "Büyük Yunanistan" adını verdikleri Sicilya ve Güney İtal­ ya kıyılarına da yerleşebildiler. O yüzden de ilkçağda Yunan dünyası deyince, hepsi giriyor içine. Kimler yarattı bu uygarlığı? Grek dediğimiz Yunanlılar ya da Hellenler, atalarının o toprağın yerlisi olduğunu sanırlardı. Araştırmalar, doğru olma­ dığını gösteriyor bu sanının. Hint-Avrupalı olan Hellenler de iki ayrı zamanda istila ettiler ülkeyi: İlk kez, M.Ö. 2000 yılından başlayarak Akhalar geldiler ve Girit Uygarlığı'nın mirasçısı oldular; Girit Uygarlığı, onların kurduğu Miken Uygarlığı'nda sürecektir. Onları Dorlar izledi; M.Ö. 1 100 yıllarında gelip bu uygarlığı yıktılar. İlk Yunan kolonizasyonu Dorların istilasından sonra baş­ lar. Onlardan kaçanların bir bölümü, Batı Anadolu kıyılarında İyon kentlerini kurdular; Yunan Uygarlığı da işte bu kıyılarda başladı önce. "Büyük Yunanistan", bu kolonizasyonun ikinci aşamasında ortaya çıkacaktır. İlkçağ Yunan tarihinin M.Ö. 6. yüzyıla değin süren bu dönemine "arkaik devir" deniyor. Onu, yine M.Ö. 5. ve 4. yüz­ yıllar arasındaki asıl "klasik devir" izler. Yunan, Akdeniz kültür çevresi içinde, eski Doğu uygarlıklarından da etkilenerek, deha­ sını bu devirde koyar ortaya. Klasik devrin, M.Ö. 3. ve 2. yüz­ yıllar arasında önemli bir uzantısı olacaktır: Hellenistik devir. M.Ö. 2. yüzyılda Roma fethe gelecektir. Yunan tarihi, Roma tarihinin bir sayfasıdır artık.

196

BÖLÜM I EGE DÜNYASI

Eski Yunanlılar, ülkelerinin uzak geçmişi hakkında pek bir şey bilmiyorlardı. Thukydides, Yunanistan' da ilk oturanlar ola­ rak, "Pelasgoslar", "Karialılar" ve "Lelegler" diye adlandırdığı yabancı halklardan söz eder. Dev gibi taşlardan yapılmış yapılar onlardan bilinirdi. Efsaneler ise, Girit Kralı Minos'un, bir büyük deniz devletiyle, "Labirent" adlı geniş sarayından ve Troya Savaşı' nı yapmış Miken Kralı Agamemnon' dan bahsederler. 19. yüzyıldan başlayarak çok şey öğreneceğiz. ARKEOLOJiNiN KAZANDIRDIKLARI 19. yüzyılın sonlarında, 1870 ve 1880'e doğru Eski Yunanla ilgili pek önemli buluşlar oldu. Neler örneğin?

Schliemann 'ın açtığı yol Önce heveskar bir Alman arkeoloğu, Heinrich Schliemann, 1874 yılında Eski Troyalılar adlı bir kitap yayımladı ve onu başka kitapları izledi. Her şeyi kendi kendine öğrenmiş bu yorulmak bilmez araştırıcı, Homeros'un Troya'sını bulduğunu, Miken'de İlyada ile Odysseia kahramanlarının yaşadığı çağla ilgili mezarla­ ra ve pek değerli şeylere rastladığını söylüyordu bu kitaplarda. Devrin bilginlerinin alay konusu oldu. Ancak, az sonra anlaşıldı ki, Schliemann buluşlarını pek ıyı değerlendirememişti. Kuşkucuların başında gelen arkeolog Doerpfeld, seksenli yılların başında yardıma karar verdi ona. Daha sonraki yıllarda da kanıtladı ki Schliemann, kronolojik değerlen­ dirmelerinde yanılmıştı sadece ve buluşlar, bilimin o güne değin hiçbir şey bilmediği çok daha eski bir tarihe çıkıyordu aslında. Yoksa Schliemann, M.Ö. 3. ve 2. bin yıllarında, Avrupa'nın güney­ doğusunda, Yakındoğu uygarlıklarıyla hemen hemen aynı düzey­ de bir uygarlığın varlığını kanıtlamıştı buluşlarıyla. 197

20. yüzyılın başlarında, İngiliz arkeoloğu Arthur Evans'ın Girit'te yaphğı kazılar, bu buluşların doğruluğunu daha da güçlendirdi. Ancak, ne Schliemann ne de Doerpfeld, söz konusu uygarlığın asıl merkezini saptayamamışlardı. Evans' a göre, Girit'ti bu merkez. Girit'te, bu uygarlık daha gelişmişti; daha parlakh ve düzeyi Mezopotamya ve Mısır' daki uygarlıkları da aşıyordu belki de. Minos 'un Sarayı adlı 4 ciltlik eserinde Evans, yaphğı otuz yıllık kazıların sonuçlarını sergiledi. Ondan sonra­ ki araştırmalarla, "Ege Uygarlığı" denen Grek öncesi uygarlığın insanlık tarihindeki yeri ve rolü aydınlığa çıkh.

Açıktaki sorunlar Ancak, bu verilerin her şeyi aydınlattığı da söylenemez. O denli ki, bu uygarlık için herkesçe kabul edilen bir tarihleme bile yok henüz. Aralarında koşutluklar da olsa, Girit için başka, Kara Yunanistaru için başka, Ege' deki adalar için başka tarih­ lemelere gidiliyor. Özetle, Ege Uygarlığı, tarhşmaların konusu olmayı sürdürüyor. Nasıl başladı bu uygarlık ve hangi merkezlerde gelişti? BAŞLANGIÇLAR Ege Uygarlığı'ru, daha Kalkolitik Çağ' da, yani M.Ö. 30002100 tarihleri arasında başlamış görüyoruz. Merkezi de Ege Denizi'nde bir çeşit köprü durumunda olan Kyklades Takıma­ daları'nda bulunuyordu. Ne var ki, yayıldığı alan çok daha geniştir. Onun izlerine Girit'te, Peloponnesos'da, merkezi Yunanis­ tan' da ve Küçük Asya'run batı kıyılarında da rastlıyoruz.

Teknik ve toplum Bu uygarlık, Ege Denizi'nde uzun zaman hüküm sür­ müş Yenitaş Çağı'run pek ileri kültürlerinin bir uzantısıydı. Bu dönemde, taştan aletler yine geçerli; ancak, yapımları en yetkin bir noktaya ulaşmıştır: Bazısı nadir bir taş olan obsi­ dienden yapılmıştır ve keskin tabakalar halindedir. Obsidien yataklarına ise ancak Kyklades adalarından biri olan Milos'ta rastlıyoruz. Orada, Phylakopi adlı bir büyük kasaba doğmuştu ve oturanları obsidienleri çıkarıyor, işliyor ve o devir için pek değerli olan bu aletleri çevreye yayıyorlardı. 1 98

Taşın dışında, önce bakır, sonra ilkel tunç olmak üzere, madenlerden de yararlanılmaya başlanmıştı. Ancak, bakır ve tunç henüz o denli nadirdir ki, sadece silahlar ve mücevher­ ler yapılabilmektedir onlardan. Troya' da, en eski katlarda, Schliemann, "Priamos'un Hazinesi" adı verilen altından yap­ ılmış binlerce eşyadan oluşan bir hazine buldu. İlkel teknik, azgelişmiş bir iktisadi ve sosyal rejimin varlığı­ nı gösteriyor. Temel uğraş balıkçılık, küçük hayvan yetiştiricili­ ği, kazmayla tarım ve ilkel trampaydı; haydutluk ve korsanlık da giriyordu işin içine. Kapkacak kaba sabaydı ve kilden, elle yapılıyordu; kuş gagalı testiler, insan yüzüne benzer tencereler, çifte bardaklar görüyoruz. Çömlek resimciliği henüz bilinmi­ yor, süslemede geometrik biçimlerle yetiniliyordu. Halk, çok eskinin kulübelerini hatırlatan, yuvarlak ya da yumurta biçiminde evlerde oturuyordu genellikle. Ancak, 300 m1ye kadar varan pek geniş konutlardı bunlar; birçok bölümü vardı içinde, kuşkusuz, klanlar diyebileceğimiz yığınla birimi çatısı altında topluyordu. Mezarlar da ortaklaşaydı. Ancak, şuna da inanmalı ki, bu devirde klan rejimi çözül­ me içindeydi. Milos Adası'ndaki Phylakopi, düzgün yolları, sur kalıntılarıyla gerçek bir kent. Troya'nın en alt katmanlarında, gönençleriyle, toplumun bütününden ayrılan şeflerin oturduğu -iyice tahkim edilmiş- konutlar görüyoruz. En büyükleri de il. Troya'dakiler. Pişmiş tuğladan bir korkuluk duvarının üstünde yükselen, dev duvarlarıyla korkunç bir kale bu. Duvarlara iyice tahkim edilmiş bir kapı açılmış. Savunucuların, saldıranları püskürtmede kullandıkları gizli bir kapısı da var. Kalenin ortasında, taş döşeli avlusuyla, şefin konforlu evi yükseliyor. Bu evde, bir büyük holden geçilip ortasında yuvarlak bir ocağın bulunduğu geniş bir salona giriliyor. Yanında, daha küçük, kuşkusuz, kadınlara ayrılmış bir bölüm daha var. Böyle bir yer­ de oturan şef, lalettayin saygın bir kişi olamazdı; belli ki çevresindekileri sömüren bir insandı ve sömürdüklerinin kendi elleriyle yapbklan ama içine girmeye de güçleri yetmediği bir yerde oturuyordu.

Nereden geliyorlar ? Ege'nin kıyı ve adalarında oturan bu halkların hangi ırktan olduklarını açıkça söyleyebilmekten uzak bulunuyoruz bugün. 199

Grekler, daha önce de belirttiğimiz gibi, kendilerinden önce bütün Ege' de oturmuş -Pelasgoslar, Karialılar, Lelegler gibi­ Ön Asya kökenli halklardan bahsederlerdi. Kalkolitik devirde­ ki Ege halklarının Küçük Asya' dan gelmiş olmasını, arkeolojik veriler ve Yunanistan' daki dağ, ırmak ve çoğu yere verilmiş olan adlar doğrular gibi. Bununla beraber, bugün de çözüme bağlanmış değil konu. GİRİT UYGARLIGI Ege Uygarlığı'nın ikinci aşamasını, Avrupa'nın güneydo­ ğusunda Tunç Çağı'nın gelişmesi simgeler. Aynı gelişme, aynı yüzyıllarda Mısır ve Mezopotamya' da da olmuştur. M.Ö. 2100 yılından 1400'lü yıllara kadar süren bu dönemde, Ege Uygarlı­ ğı'nın merkezi bir adadır: Girit Adası. Girit, o dönemde uygarlığının doruk noktasında ve ilkçağın uygar toplumları arasında da bir köprü durumundadır. Nereden ileri gelmektedir bu?

Girit Uygarlığı 'nın kaynakları Başta coğrafi konumundan. Ama bir ikinci neden daha var: Girit, Tunç Çağı'nı yaşayan bütün Doğu uygarlıkları için, kalay ticaretinde bir aracı durumundaydı. Tunç üretiminde gerekli olan bu madenin büyük bir bölümü, Bah' dan, İ span­ ya Yarımadası'ndan geliyordu ve bu ticareti denetim altında bulunduran Girit, Yakındoğu'nun temel sanayisinin anahta­ rını elinde tutuyordu. Bundan büyük bir pay aldığı gibi, ken­ disi de -Kıbrıs' tan getirdiği bakırla- tunç üretiyordu. Böylece Girit, Tunç Çağı'nda yalnızca bir aracı rolünde değil, üretici rolündeydi de. Bu sayededir ki, tekniği ve ekonomisi olağanüstü bir düze­ ye ulaşh. Başta maden sanayisi gelişti: Tunçtan çifte ağızlı harikulade baltalar, hançerler ve kılıçlar üretiliyor; Üzerlerine altından hünerli işlemeler yapılıyordu. Altından ve gümüşten bardaklar, anlatılmaz güzellikte kabartmalarla süsleniyordu. Madeni tel yapmanın yolu da bulunmuştu ve bunun sonucunda "sarmal eğri", Giritli süslemecilerin gözde motifi oldu. Bir başka önemli sanayi, seramikti. Seramikte, yaygın biçimde, çömlekçi tornası ve yetkin bir fırından yararlanılı200

yordu. Biçimlerindeki zarafet ve süslemelerindeki özgünlük ve canlılıklarıyla Girit vazolarının, bütün bir Yakındoğu' da benzeri yoktu; Mısır' a, Suriye' ye ve Doğu' da daha da uzakla­ ra gönderiliyordu onlardan. Resimlerdeki kadın giysilerinin karmaşıklığına bakılırsa, dokumacılıkta da pek ilerlemiş olma­ lılar. Mühür kazmacılığı da kayda değer; mücevhercilik de çok gelişmişti. İçine buğday, şarap, zeytinyağı doldurulan büyük küpler, tarımın da geliştiğini belgeliyor. Tersaneleriyle ve doklarıyla liman yıkınhları, çeşitli gemi resimleri, gelişmiş ve faal bir deniz taşımacılığının tanıkları. Para yerine bakır parçalar kullanılıyor ve Girit pek uzak ülkelere değin ticaret yapabiliyordu. İktisadi işlemler ve ticari değiş tokuş, kilden tabletler üzeri­ ne, pek gelişmiş bir yazıyla kaleme alınıyordu. Başta hiyeroglif­ tir bu, sonra çizgisele dönüşür. Ne yazık ki bugün de okuyabil­ miş değiliz bu yazıyı.

Sosyal ve siyasal rejim Sosyal rejim bu dönemde, üretici güçlerdeki yoğun geliş­ menin sonucu olarak baştan aşağıya değişti. Nasıl? Yapı ve mezarlarda klan döneminin ortaklaşacılığından eser kalmadı. Her ailenin dikdörtgen biçimindeki pek küçük bir evi vardı arhk. Tek kişiye ya da bir aileye de ait olsa, mezarlar bireysel bir nitelik almıştır. Klan rejimindeki çözülmeyi ve top­ lumun sınıflara ayrıldığını gösteriyor bütün bunlar. Servetlerde eşitsizliği gösteren yığınla işaret var. Örneğin evler birbirinden farklı büyüklükte. Kentlerin merkezinde, soyluların oturduğu, asmakatı da olan tek katlı güzel evler görüyoruz; sonra orta halli evlerin sıralandığı yollar geliyor; kenar semtlerse pek kötü konutlarla dolu. Yoksulların sömü­ rülmesi daha şimdiden pek belirgin ve kuşkusuz, Mısır' da ve Babil' de olduğu gibi, borçlanma yüzünden oluyordu bu. Resimlerde, yabancı hizmetkarlar görüyoruz; köle olsa gerek bunlar. İlerde yazılarını okuduğumuzda, bu köleler üstüne bilgiler edineceğiz. Girit'te M.Ö. 2. bin yılda sosyal sınıfların doğuşu, merkezi bir devlet yapısına geçişi başlahyor. Birçok küçük krallık, gide­ rek bir büyük imparatorlukta birleşiyor ve merkezi de adanın 201

kuzey kıyısındaki Knossos kenti oluyor bu imparatorluğun. Girit İmparatorluğu'nun Ege Denizi'ndeki adalarda olduğu gibi, Balkan Yarımadası' nın güneyinde de önemli toprakları vardı ayrıca. Oraları vergiye bağlamış yöneticilerce idare edilir­ di bu topraklar. Girit devletinin başında krallar vardı: Soyluların iktidara geçirdiği rahiplerdi bunlar. En güçlülerinden birinin, Minos'un adını Yunan efsanelerinden öğreniyoruz. Bu bir özel ad değil, Girit hükümdarlarının unvanıydı belki de. O kralların oturduğu Knossos' taki dev saray, günümüzde bütünüyle ortaya çıkarıl­ mış durumda. Aşağı yukarı iki hektarlık bir yer tutan, iki katlı muazzam bir yapı bu. Geniş bir avlunun çevresinde sıralanmış şatafatlı salonlar, odaları ve müştemilahyla yüzlerce bölümden oluşuyor. Görkemli bölümlerinden yalnız ikisi korunabilmiş durumda: Taç salonu ile havuzlu salon: ötekiler, çöken katlarla beraber yitip gitmiş. Ancak zeminde, bürolar ve hazine odalarıyla, içinde on sekiz iri küp bulu­ nan şaraplığı, saray atölyeleri ve hapishane eski durumunu koruya­ bilmiş. Beş yüz kişilik bir de tiyatrosu var. Su olukları, kanalizasyon ve başka özellikleriyle işitilmemiş bir konfor içinde saray. Galerile­ rindeki freskolar, şatafatlı toplanhları ve sarayda yapılan oyunlardan -özellikle boğa dövüşünden- sahneleri dile getiriyor.

Yunan efsanelerinin "Labirent" diye adlandırdığı bu saray­ da hemen her şey, o efsaneleri haklı çıkarır durumda. Girit İmparatorluğu'nda, Mısır' dakine benzer gelişmiş bir bürokrasi sistemi vardı. Görevliler -müdür, gözetici, hazine­ dar, denetimci gibi- mevkilerine göre birbirlerinden ayrılır ve mühürlerindeki sembolik bir işaret, bir ayak, bir kapı, bir göz kendilerini belli ederdi. Birçok bölümden oluşuyordu bu bürok­ rasi: Ordu, deniz, donatım vb. Askerler, silahlarına göre ayrıl­ mış milislerdi. Ağır silahlı ve arabalı savaşçıların özel bir rolü vardı; bir yerden bir yere gidip gelmelerini kolaylaştırmak için taş döşeli bir yol şebekesi kurulmuştu. Sömürülen yığınları itaat altında tutmanın bir başka aracı dindi. İnsan soyunu yaratmış, erkeklerin, hayvanların ve bit­ kilerin tanrıçası Ana Tanrıça ile -çok kez bir boğa biçiminde belirtilen- güçlü eşi ya da oğlu erkek tanrıya saygı da kafalarına yerleştiriliyordu kitlelerin kuşkusuz. Bu tanrıların yeryüzünde-

204

ki temsilcileri krallardı, öyle olduğu için de din, bir kutsallık ve dokunulmazlık aylasıyla çevreliyordu onları. Ne var ki, Mısır' da olduğu gibi, Girit'te de ne devlet görev­ lileri, ne ordu ne de rahipler, boyun eğdirilmiş halkın dire­ nişini kıracak güçte değildi her vakit. Başkaldırılar oluyordu zaman zaman. Onlardan biri, M.Ö. 1 750 yılına doğru, Mısır'la aynı zamanda patlak verdi. Knossos başta olmak üzere, kent­ lerdeki kral sarayları ele geçirildi ve yakıldı başkaldıranlarca. Ondan sonra kurulan iktidar daha demokrat bir nitelik taşıyor­ du. Ancak fazla uzun sürmedi: Soylular dizginleri yeniden ele geçirdiler; Knossos Sarayı eskisinden de görkemli olarak yeni­ den yapıldı. Bir başka varsayıma göre, Girit'teki saraylar, izleri­ ne Ege'nin başka yerlerinde de rastladığımız bir büyük deprem sonucu yıkıldı.

Girit Uygarlığı 'nın yıkılışı Bir yerde halka karşı, öyle olduğu için de istilalar önünde halkın direnişini yiyip tüketen bu uygarlık fazla yaşayamazdı. Nitekim, M.Ö. 3. bin yıllardan başlayarak Tuna'nın aşağı böl­ gelerinde, Trakya' da ve Kuzey Yunanistan' da göçler görüyo­ ruz. Bakır çağına varmış göçebe kabilelerdi bunlar. M.Ö. 3. bin yılların ortalarında Tesalya'yı işgal ettiler ve orada -örneğin Diminion'da- müstahkem yerleşmeler yaphlar. Onların daha yerleşik bir yaşama geçtiklerini ve ekonomilerinde tarımın rolü­ nün arttığını gösterir bu. Eski Greklerin atalarıydı bunlar belki. M.Ö. 2000 yılından başlayarak da aralarında Akhaların ve İyonların bulunduğu Grek kabilelerinin Tesalya' dan merkezi Yunanistan' a ve Peloponnesos' a doğru ilerlediklerini görüyo­ ruz. Akhaların istilası, M.Ö. 1 700 yılına doğru Girit'in kıtadaki topraklarını da ele geçirdi ve bu bölgelerde Akha kasabaları doğmaya başladı. Halkı, kabile ve klan halinde örgütlenmiş­ ti bu kasabaların; kültür de Akha ve Girit uygarlıklarının bir karışımıydı. Başlıca yerleşme yeri Argolis' te Miken olduğu için, "Miken Uygarlığı" (1700-1 100) adı verilen bu uygarlık, Ege kül­ türünün son aşamasıdır. Grek kültürünün de ilk aşaması.

203

MİKEN UYGARLICI

Sosyal temeller Akhalar, yerleştikleri devirde, ilkel ortaklaşacı rejim alhnda yaşıyorlardı. Kabile, sosyal örgütlenmenin temelini oluşturan fratrilere bölünmüştü; her fratri de birçok "genos"u içine alı­ yordu. Başlarda genos, toprağın işlenmesini ve hayvanlardan yararlanmayı yöneten iktisadi bir topluluktu; erkek üyelerin oluşturduğu askeri bir örgüt olarak da görünüyordu aynı zamanda. Aile yaşamında, birtakım mitosların da gösterdiği gibi, anaerkil birçok kalıntı hala yaşıyordu. Merkezi Yunanistan'da ve Peloponnesos'ta Akhalar, pek eskiden beri oralara gelip yerleşmiş ve Ege kültürünün büyük etkisini taşıyan bir halk buldular ve daha önce de yerleşme yeri olmuş olan Miken'de, Atina'da, Pylos'ta, Thebai'de ve daha birçok merkezde yerleştiler. Akhalar, kültür düzeyleri ken­ dilerinden çok daha yüksek olan ilk yerlilerin bir bölümünü ortadan kaldırdı ve geri kalanlarla kaynaşhlar. Daha gelişmiş iktisadi biçimler aldılar onlardan: Silahların ve aletlerin yapımı için tunçtan daha çok yararlanma, bina yapımında yeni usul­ ler, daha ileri bir tarımdı bunlar. Çömlekçilik, maden eritme ve dövülmesi ile mücevhercilik pek büyük bir genişlik kazan­ dı; zanaatkarlık tarımdan ayrıldı ve üretimde kendi başına bir uğraş oldu. Akhaların ilkel ortaklaşacı rejimi çözülmeye başladı.

Saraylar ve mezarlar Doğuştan soylular zenginleşip güçlendiler ve giderek, M.Ö. 16. yüzyıla doğru yönetici sınıf oldular. M.Ö. 16. yüzyıl ile 14. yüzyıl arasında, Miken' de ve başka yerlerde dev duvarlarla çev­ rili görkemli saraylar yapıldı. Miken sarayları Girit sarayların­ dan daha az genişlikte; mimarileri de Girit'inkilere benzemiyor. Başlıca bölümü, Girit' te görmediğimiz, "Megaron" denen, içinde bir ocağın yer aldığı geniş bir yapı. Öte yandan, Miken saraylarındaki freskolar ve öteki sanat eserleri, Miken Uygarlığı'mn Girit Uygarlığı'­ na bağımlı olduğunu gösteriyor.

20..ı

Kubbeli mezarlar ya da yeraltı mezarları (tholos) biçiminde­ ki Miken soylularının zengin gömütlükleri ve kayalara oyulmuş büyük odalar, pek özgün şeyler. Bu gömütlüklerde, iskeletlerin üzerinde altından yapma yığınla eşya bulundu: Maskeler, taç­ lar, kemerler, mücevherler; en göz kamaştıranları da kabzası ince bir altın işçiliği gösteren tunçtan yapma kılıçlar. Bütün bu müstahkem saraylar ve görkemli gömütler, Miken toplumunun sınıflara bölündüğünü gösteriyor; bu sınıflı toplumda asker soylular, savaşlarda yığınla köle ele geçirmiş olsalar gerek ve o dev yapıları da herhalde bu kölelere yaptırdılar. Yoksul kasabalarda oturan halktan kişilerse gitgide ellerin­ deki toprakları yitiriyor, giderek soylulara bağımlı bir duruma giriyor ya da onların gemilerinde paralı askerlere dönüşüyor­ lardı; Doğu Akdeniz kıyılarını dolanıp duruyorlardı. Miken denizcileri, Giritlilerin deneyimlerinden çok yararlandılar. Akhalar, Girit yazısını kabul ettiler. Kazılarda çıkarılan kil­ den tabletlerde, iktisadi ve sosyal ilişkilerle ilgili, özellikle köle­ lerden ve onların emeğinden saraylarda nasıl yararlanıldığını gösteren birtakım bilgiler edinmiş bulunuyoruz.

Büyük yayılış M.Ö. 1450 yıllarına doğru Akhalar, Girit'i işgal ettiler ve Knossos krallarının saraylarını yıktılar. Az sonra da Akhalar ve onlara yakın kabileler, Ege' deki öteki adalara, Rodos' a, bir bölümüyle Kıbrıs' a ve Küçük Asya'run kuzeybatı kıyılarına yerleştiler. Homeros'un İlyada sına geçmiş olan -M.Ö. 1 1 80'e yakın- Troya Savaşı efsanesini esinlendiren bu olaylardır büyük bir olasılıkla. Son yıllarda okunabilmiş ve bu devre kadar çıkan Hitit yazıtlarında, Homeros'un şiirlerindeki kabilelerin, şeflerin ve kahramanların adlarını hatırlatan birtakım kelimeler geçiyor: Örneğin, /1 Akhiawa" adına rastlıyoruz, niçin Akhalar olmasın bu? 11 Akhagomuna" var, neden Agamemnon olmasın? '

205

BÖLÜM il ARKAİK YUNAN'DAN KLASİK YUNAN'A

Eski Yunan üstüne M.Ö. 6. yüzyıl öncesine çıkan hiçbir yazılı belge yok elimizde. O dönemle ilgili olarak, Homeros'un şiirleriyle, arkeolojik araşhrmaların bize verdikleri bazı bilgiler var yalnız. DOR İSTİLALARI VE KARANLIK DEVİR M.Ö. 12. yüzyılla ilgili Doğu belgeleri, Akhaların yanı sıra "Javanlar", yani İyonlar gibi, başka Grek topluluklarından da söz ediyorlar. M.Ö. 1 100 yılına doğru, Balkan Yarımadası'nın kuzeydoğusunda, bir başka kabileler topluluğu güney doğrul­ tusunda yer değiştirmeye başlar. Kimlerdi bunlar?

Dor istilaları Dorlar diye adlandırılan, savaşçı ve Akhalardan daha az uygar olan bu topluluklar M.Ö. 1 1 . yüzyılda, merkezi Yunanis­ tan' a ve Peloponnesos' a girerler; Argolis' e saldırırlar ve Miken'le öteki merkezleri ele geçirirler. Yerli halkla kaynaşırken bir bölü­ münü de köle haline getirirler. Yıkılan Miken, siyasal ve kültürel önemini ebedi olarak yitirir. öteki Dorlar, uzun ve çetin bir müca­ dele sonunda da olsa, Lakonia'yı istila ederler; orada, Eurotas Vadisi'ndedir ki, daha sonradan, M.Ö. 9. yüzyılda Sparta devleti doğacaktır. Akhalardan bir bölümü ise varlığını sürdürebildi, ancak, Peloponnesos'un merkez ve kuzeyindeki erişilmesi güç dağlara itildiler. Bu bölgeler, daha sonra, Arkadia ve Akhaia diye adlandırılacaktır. Kıta ve adalar Yunanistan'ırun bazı bölgeleri, özellikle İyonların oturduğu Attika ile Ege'deki pek çok ada, Dor isti­ lalarının acısını çekmedi. Aioleisler Balkan Yarımadası' nda görülmemiştir. 207

Böylece, M.Ö. 1 . bin yılın başlarındadır ki, Eski Yunan halkı oluşmuş bulunuyordu. Bu halk kabilelere bölünüyordu: İyonlar, Dorlar, Akhalar ve Aioleisler. Her biri kendi öz diya­ lektini konuşan bu gruplar iktisadi, kültürel ve moral gelişme bakımından birbirinden farklı durumdaydılar. Dor istilalarının bir başka etkisi de belli bir ölçüde kül­ tür düzeyinin düşmesi oldu: Sarayların yapımı durdu, ticaret, zanaatkarlık ve sanat çöküş dönemine girdi. Sosyal ilişkilerde de bir gerileme görüyoruz. Klanlar yeniden güçlendiler, köle emeğinden yararlanma azaldı. Pek kolayca oldu bunlar; Miken Uygarlığı'nın merkezleri ataerkil aşamadaki kabilelerle çevril­ miş bulunuyorlardı çünkü. Ama aynı zamanda, kılıç, mızrak gibi demirden silahlarla, yine demirden alet yapımını öğrendi Yunanistan. Küçük Asya' dan alınan demir işleme zanaah da gelişmeye başladı. Özetle, üretici güçlerin gelişmesi hızlandı. Eski Yunan halk sanalının şaheserleri İlyada ile Odysseia bu devre aittir.

Homeros ve toplumu Efsanevi kör bir şaire, Homeros' a mal edilen bu epik şiirler Miken devriyle ondan sonrasının, yani M.Ö. 12. yüzyıldan 8. yüzyıla kadar olan bir dönemin kültürel ve sosyal yaşamından örnekler sergiler bize. İlyada ile Odysseia, dünya edebiyahmn ön planda gelen eserleri arasındadır. Öyle olduğu için de bu şiirlerin, nerede ve nasıl ortaya çıkbkları sorunu uygar insanlığı öteden beri ilgilendirmiş durmuştur. M.Ö. 3. yüzyılda bazı Yunan bilginleri Homeros'un yaşadığından kuşkuluydular. İki bin yıl sonra, 18. yüzyılla 19. yüzyılın başlarında, Alman bilgini Friedrich-August Wolf, İlyada ile Odysseia yazarı ola­ rak Homeros sorununu bütün keskinliğiyle ortaya koydu yeniden. Wolf, Prolegomena ad Homerum (1795) adlı eserinde, bu şiirlerin epik halk türlerinden ve kendiliğinden doğduğunu ileri sürer. Buna karşı çıkanlar -ki aralarında Schiller ve Goethe de vardı- bu şiirlerin, sanat­ sal bir bütünlük taşıması bakımından, dahi bir yazarın kaleminden çıkmış olabileceğini ispat ettiler. Bugün uzmanların çoğunluğu, her iki eserin de beraberce, M.Ö. 9. yüzyılın sonlarıyla 8. yüzyılın başla­ rında bir büyük şairce meydana getirildiklerini tahmin etmektedirler. Bu büyük şair Homeros da olabilir. Ancak, halk şairlerinin (aede)

208

yüzyıllar boyunca söyledikleri destanlardan, yani halkın yarathğı eserlerden yararlanıp bir bütün oluşturmuş olsa gerek bu dahi yazar.

Homeros yaşadı ya da yaşamadı, önemli değil; önemli olan İlyada ile Odysseia. Ne bakımdan ilgilendiriyor bu güzel şiirler tarihi? Homeros'un şiirleri arkaik Yunan'daki yaşamın birçok yüzyılını yansıtıyor. Başta, özellikle İlyada 'da, Dorların istila­ sından çok önce, Mikenlerin görkemli zamanlarından olaylar, tipler ve sahneler buluyoruz. İlyada'nın konusu da Miken kralı, "altın babası" Agamemnon'un kumandasında birleşmiş Akha birliklerinin Troya'ya karşı giriştikleri seferde -M.Ö. 1 180 yılı­ na doğru- Mikenlerin görkemini dile getiriyor. Bu poem, Troya Savaşı'nı, daha doğru olarak, bu savaşın sonlarındaki olaylar­ dan birini canlandırıyor: "Anlı şanlı Troya"yı savunanların Akhalar karşısındaki bozgunu bu! Ancak, İlyada'nın asıl içeriği, Dor istilalarından sonraki Yunanistan'ı ve M.Ö. 8. yüzyılın baş­ larına kadar süren "Homeros devri" Yunanistanı'nı niteliyor. Böylece, demirden silahın adı tunç silahtan on dört kez daha az geçer kitapta. Şu sonuç çıkar ki bundan, demir daha önce de biliniyordu; ancak, şair bu madenin merak konusu olduğu bir devri anlatmaktadır. Odysseia ise, Troya Savaşı kahramanları­ nın dönüşünü, barış zamanındaki günlük yaşamı göstermek­ tedir. Orada ise demir İlyada'da olduğundan üç kez daha fazla geçer gerçi ancak, bakır ve tunç demirden dört kez daha fazla zikredilir. Son olarak da bazı bölümler, sınıflara bölünmüş köleci toplumun oluşumundan bahsettiği için, daha sonraki bir dönemle ilgilidir. M.Ö. 1 1 . yüzyıldan 9. yüzyıla kadar süren "Homerik" top­ lum, doğal ekonomi, yani ürettiğini ürettiği yerde tüketen bir temele dayanmaktadır. Ekonominin temeli hayvan yetiştirme­ dir: Sürü hayvanları değer birimidir. Örneğin, bir büyük bakır kazanın bedeli 12 öküzdür, genç bir köle de 4 öküz. Nişandan dönme bile hayvanla ödenmektedir. Tarım, şiirlerde ikinci plan­ da: Henüz karasaban kullanıldığından, vadilerin yumuşak ve alüvyonlu toprağı sürülüp ekilmektedir; bununla beraber, tarım da hayli gelişmiştir: Arpa ve çavdar ekilmekte, sebze ve yemiş ağacı yetiştirilmektedir. Çiftçilerden ayrı, aracı bir tabaka olarak ve pazar için meta üreten zanaatkarlar görmüyoruz henüz. 209

Sipariş üzerine çalışan meslekler olarak, çömlekçiler, deri­ ciler, demirciler, ev yapanlar, mücevhercilerin adı geçiyor. Halk ozanlığı, münadilik de meslekler arasında. Saygın bir yerleri var bu mesleklerin ve "halk için çalışanlar" diye adlandırılıyorlar. Demirhanesinde fırını, örsü ve çekiciyle çalışan tanrı Hephais­ tos, demircilik mesleğinin temsilcisi olarak görülmektedir. Süreli ilişkiler ve ticaret yok, para da. Ama uzak yerlere deniz yolculuğunun öykülerini görüyo­ ruz. Odysseia, kahramanının bir diyardan bir diyara gezilerini anlahyor: Odysseus orada özellikle Mısır' a seyahatinden bahse­ diyor; başka deniz yolculuklarının öyküleri de var, hatta ticaret anlaşmalarının. Homeros' un Yunanistan' ında, bir yer dışında kent zanaat ve ticaret merkezi olarak yok henüz. Homeros'un toplumu klana dayanıyor, ancak, çözülüş halindedir bu klan; eşya, hatta evler özel mülkiyetin konusudur çünkü. Sadece toprak topluluğa ait bulunmakta ve topluluğun her üyesi, onun bir parçasından yaşamı boyunca yararlanmak­ tadır. Öyle olduğu için de daha o zamandan, büyük bir servet farklılığı görülmektedir. Klanın kıdemlileri, topraktan birçok parça (kleros) elde etmekte ve o yüzden de "çok toprağı olanlar" diye adlandırılmaktadır. Zengin ve güçlü soyluların (basileus) genellikle ayrı bir yer­ leri var. Bu soyluların, topluluk mallarından çekip ayırdıkları mülkler bulunuyor. Şiirler, bu soyluların barıştaki yaşamlarıyla silahlı çahş­ malarını anlatmakta. Barış zamanında, soylular büyük aileler halinde, kendi mülklerinde yaşamakta ve köleler hizmet etmektedir kendi­ lerine. Doğrusu istenirse, kölelerin sayısı da fazla değil; daha sonra Aristoteles'in diyeceği gibi, "canlı mal" diye nitelendirmek mümkün değil onları henüz. Bu köleler, efendileriyle aynı yaşamı paylaşmakta. Öyle olduğu içindir ki, soylu Alkinous'un kızı, "beyaz kollu" Nausi­ ka, deniz kıyısına inip kölelerle çamaşır yıkamakta; domuz çobanı köle Eumaios da Odysseus'un güvenilir adamıdır vb. Ancak, Home­ ros toplumundaki köleler, toplumun boyun eğmiş bir bölümüdür ve geleceğin köleler sınıfının çekirdeğini oluşturmaktadır.

Klan rejimindeki çözülmeyi, topluluğun bağrındaki pek açık bir farklılaşma da göstermektedir. Gerçekten Homeros'un şiirleri, "thetes"lerin, yani ellerindeki toprak parçalarını yitirip 210

soylulara hizmet eden topluluk üyelerinin acıklı durumunu anlatmakta : "metanastes"lerin, her türlü haklardan yoksun, evsiz-barksız oradan oraya dolaşan ve serseri bir yaşam süren bu kişilerin durumu da bir sorun. Toplum henüz sınıflara bölünmediğinden devlet de yok­ tu; idari ve adli örgütler, halk kitleleriyle doğrudan ilişkisini koparmış, giderek onların üstüne çıkabilmiş değil. Doğmakta olan iktidar, doğuştan soylulardan gelen basileusların ellerinde toplanmakta yavaş yavaş; bu basileusların çevresinde toplanan "yaşlılar kurulu" da soyluların temsilcilerinden oluşmakta. Ancak, sıradan insanların kitlesi, topluluğun üyeleri olarak, haklarını korumaktadırlar henüz. Soylular, hele savaş zama­ nında, sıradan askerlerin, giderek halkın düşüncesini dikkate almak, önemli kararların alınmasında onları meclisler halinde toplanlıya çağırmak zorundadır. Bir çeşit "askeri demokrasi" diyeceksiniz. Öyle! Böylece, ilkel toplumla, onu izleyen sınıflara bölünmüş köleci toplum arasındaki geçici dönemin siyasal ilişkilerini nite­ lendiren de işte bu askeri demokrasi oluyor. OLYMPOS DİNİNİN DOCUŞU Dinsel ideoloji Homerik devirde başladı. Halk sanalı yal­ nızca epik türküler değil, tanrılar, yarı tanrılar ve kahramanla­ ra ilişkin "mitos"lar da yaralıyordu. Mitoslar, doğa güçleri ile insanların, iktisadi ve sosyal yaşamlarının çeşitli dönemlerinde bu güçler karşısındaki tutumlarına ilişkin çeşitli kavramlar. Bütünü bakımından, mitoslar dinsel kökenli.

Mitosların kaynakları Yunan mitoslarında sık sık hayvan biçimli tanrılara rast­ lıyoruz. Bu, dinsel inançların çok eskilerin sınıfsız bir toplum devrine, giderek ilkel zamanların totem ideolojisine çıktığını gösterir. Böylece, cehennem güçlerini somutlaşlıran yılanlar kültü çok eskilerden başlayarak Yunanistan' da pek yaygındı. Attika'run kahraman ve yarı tanrısal Erekhtheus'u, koruyucusu olduğu Akropol'ün kaya oyuklarında barınan bir iri canavar 211

görünümüyle temsil ediliyordu. Atina' da, bu iyiliksever cana­ var için sungu diye, Akropol'ün yamaçlarına galetalar koyma adeti uzun süre korundu. Sonunda da Akropol'ün ortasına "Erektheion" adı verilen bir tapınak yapıldı onuruna. Güneş tanrısı "parlak" Apollon da Delphoi'nin yakınında Parnas' ta derin bir mağarada yerleşmiş Pyton adlı iri bir yılan­ la ilgili pek eski bir külte sıkı sıkıya bağlıydı. Apollon'a verilen "Pythia" lakabı ile tapınakta kehanette bulunan rahibelere veri­ len "pythia" lakabı buradan geliyor. Apollon, Pyton'u bir okla öldürdükten sonra bu yerde tapınağını yükseltir; kendisi de bir yunusbalığı biçimine bürünür, denizde yüzer. Bir gün Giritli denizcilere görünür ve onlara bu tapınağın yanında bir sunak yapmalarını emreder. O yüzdendir ki, bu yere "Delphoi", ken­ disine de Delphoi Tapınağı denmiştir. Yunanistan' da başka bir­ çok yer vardı ki, Apollon-Delphoi kültüne bağlıydı. Kurt (lukos) tapımı da birçok iz bırakmışh. Baykuşa, Ati­ na' da kutsal bir kuş olarak bakılırdı; daha sonra, Atina ken­ tinin koruyucu tanrıçası "baykuş gözlü" Athena'nın simgesi oldu. Bitkiler kültü de eski Yunan' da pek yaygındı. Epeiros' da, Dedon' da çok ünlü bir kahin bulunuyordu; Zeus'un barınağı olduğuna inanılan -yüzlerce yıldan beri yaşayan- dev bir meşe ağacı da vardı orada; rahipler, bu ağacın yapraklarının hışırhla­ rına kulak verip kehanette bulunurlardı. Klanlar rejiminin yükselişini niteleyen animizmin izleri, bu daha eski temelin üstüne gelip ekleniyor. Grekler için doğa, yarı-insan yarı-hayvan varlıklarda birleştiriliyordu: Keçi ayaklı satirler, bedeni at insan başlı santorlar, balık kuyruklu su peri­ leri. Ormanların ruhları orman perileri, denizlerin ruhları da balık biçimindeki deniz kızlarıydı vb. İnsanlar ancak bu "cin­ ler" le iyi ilişkilerin insana mutlu bir yaşam sağlayabileceğine inanıyorlardı. Aile ocağı da kutsaldı; ataların kültüne bağlıydı çünkü. O yüzdendir ki, ocak çiçeklerle süslenir, alevinin sön­ memesine dikkat edilir ve kokulu otlar atılırdı içine. Nişanlılar, yeni doğanlar ocağa gösterilir ve kanun kaçakları bu ocağa sığınırlardı. Aile ocağı kültüne sıkı sıkıya bağlı atalara tapım, Greklerde tanrısal dönemde bile pek yaygındı. Bize kadar ula­ şan belgelerde birçok tanığı var bunun. Besleyici toprak Demeter' e saygı büyük bir önem kazandı. Bu kültün en önemli merkezlerinden biri olan, Attika'nın en verimli böl-

212

gesi Eleusis'te, Demeter'in kızı ve ilkbaharın doğuşunu canlandıran Kore'nin, yani Persephone'nin yeralhnda yaşayan karanlık güçler­ ce kaçırılışıyla ilgili bir mitos ortaya çıktı. Böylece, üzgün ve öfkeli Demeter'i, toprağın besleyici gücünden insanları yoksun bırakmama­ sı için, yalnızca karmaşık ve gizemli birtakım ayinlerin avutabilece­ ğine inanılıyordu.

Olymposlu tanrılar İlkel ortakçı rejim çözüldükçe ve doğuştan askeri rejim güç­ lendikçe, yeni ve karmaşık bir din doğuyor: Yerin ve göğün sahibi Olymposlu tanrılar dini. Olympos Dağı'nda oturduklarına inanılan bu tanrılar, yer­ deki basileuslar gibi, "ilahi bir klan"ın üyeleriydiler ve evrenin öğelerini aralarında paylaşmışlardı; dünya ise ortak mülkleri olarak kalıyordu. Başta gelen tanrılar üç kardeşti: "Gök gürül­ tülü, bulutları toplayan Zeus"; denizlerin sahibi Poseidon ve yeralh dünyasının sahibi Hades. Arkadan, Zeus'un çocukları olan daha küçük tanrılar kuşa­ ğı geliyor: Zeus'la Hera'nın oğlu Hephaistos, ateşin, demir oca­ ğının tanrısı ve maden sanatlarının koruyucusu oldu. Işıklar saçan arabasının üstünde bütün göğü kateden Güneş tanrısı Apollon ile, ormanlara ve vahşi hayvanlara egemen ve yorul­ mak bilmez avcı Ay tanrıçası Artemis, Zeus'la tanrıça Leto'nun çocuklarıydılar. Zeus'la Maia adlı periden olma Hermes, ebedi gezgin, Zeus'un habercisi, hacıların patronu ve Hades'te ölüle­ rin ruhlarının yol göstericisi oldu. Savaş tanrısı Ares, tanrısal zekayı temsil eden ve kentlerin koruyucusu Athena ve Zeus'la Dione'nin kızı, aşk ve güzellik tanrıçası Afrodite, yaramaz ve dikkafalı oğlu Eros'la Olymposlulara dahildiler. Grekler, bu tanrılardan çoğunu Hellen öncesi halkların inançlarından almışlardı. Örneğin, hayvanlara hükmeden Arte­ mis ile, bazı mitoslara göre denizlerin köpüğünden doğan ve özellikle Kıbrıs ve Kythera adalarında kendisine tapılan "alhn saçlı Afrodite", Girit'in ve Doğu'nun derin etkilerini taşırlar. Öteki tanrıları ise Grekler, doğrudan doğruya kendileri icat etti­ ler. Halk ozanları da onlara, yakınlarında bulundukları soylula­ rın zevk ve anlayışlarına göre bir biçim verdiler. O yüzdendir ki, Olymposlu tanrılar, yalnızca insanbiçimli olmakla kalmaz, aynı zamanda "aristokratik" tavırlarıyla da ayrılırlar. Göksel 213

soylular olarak, altından saraylarında, ölümsüzlük veren amb­ ruvaz ve nektar içerek ve Musaların tatlı şarkılarını dinleyerek, aylak ve görkemli bir yaşam sürerlerdi. Yeryüzündeki basile­ uslar arasında olduğu gibi, onlar arasında da çekişmeler, hatta büyük kavgalar pek sıktır. Tanrılar, Odysseus için olduğu gibi, gözdeleri kralların yardımına bazen geldikleri olursa da sıradan insanların acılarını, yukardan bir "Olympos sessizliği" içinde seyrederler. Bir gün de Zeus, bütün insanları bir tufanda boğ­ maya karar verir; onlardan bir çifti, gözden düşmüş doğaüstü yaratıklar olan Titanlardan biri, Prometheus kurtarır. İnsanlık, işte bu çiftten yeniden türer; sefil ve hayvansı durumundan da yine Prometheus'un gökten çaldığı ateş sayesinde kurtulur. Zeus, bu itaatsiz Titan'ı pek acımasızca cezalandırır; Kafkas Dağları'nda bir kayaya zincirletir onu ve başına da karaciğerini her gün söküp yemesi için bir kartalı musallat eder. Bu mitostan da anlaşılıyor ki, yeni "Olympos dini" ya da "Zeus dini", Yunanistan' da şiddetli bir mücadele pahasına orta­ ya çıkmıştır. "Titanlar"la, "devler"le ve sonradan tanrılaştırılan kahramanlarla ilgili çeşitli efsaneler, bu mücadele hakkında pek açık bir fikir veriyor bize.

Kahramanlar Halkın gözde kahramanı Herakles oldu. Yaşamını, zalim ve ödlek Kral Eurytos'un hizmetinde geçiren bu yiğit, akıllara durgunluk veren gücüyle, soyluların korktuğu halk kitlelerinin gücünü temsil ediyordu. Yapılması zor on iki marifeti oldu. Daha sonra köle olarak satıldı ve Lydia Kraliçesi Omphale'nin hizmetine girdi; bu kraliçe de ona kadın elbiseleri giydirdi ve kadınların yapacağı işleri yaptırdı. Hırpalanan ve horlanan emekçinin simgesi olan Herakles simgesi, sıradan insanların pek hoşuna gidiyordu. Toprağın oğlu, elini yere değdirerek ondan yenilmez bir güç kazanan dev Antaios mitosu da halk sanatının bir icadıy­ dı. Bu efsane, çiftçilerin kendi güçlerine olan inancı yansıtıyor. Kuşkusuz, aristokratik bir eğilimi dile getiren bir mitos, Antaios ile Herakles'i karşı karşıya getirir; bu kavgada Herakles, hasmı­ nı anasından, yani topraktan ayırarak havaya kaldırır ve boğar. İşte böylece, arkaik sosyal rejimin gelişimindeki çeşitli aşa­ malar ve ideolojik mücadelenin hala çocuksu biçimleri Grekle214

rin mitos ve inançlarında yankılanmaktadır. Daha sonra, köleci toplumun gelişmiş bir aşamasında Olymposlu tanrılar, siyasal yaşamın çeşitli öğelerinin koruyuculuğuna dönüşeceklerdir. Örneğin Apollon, rahiplerin ve kahinlerin; Posedion gemi­ cilerin; Hermes de tacirlerin koruyucusu olacaktır. Din, Eski Yunan'da, köleci ideolojiyi desteklemek amacıyla edebiyat ve sanat adamlarınca geniş ölçüde kullanıldı. SOSYAL SINIFLARIN VE DEVLETİN DOGUŞU Homeros sonrası devir, Yunan'ın iktisadi ve siyasal reji­ minde büyük değişmelerle doludur. İlkel ortaklaşa rejimin daha Homeros döneminde başlamış olan çözülüşü, bazı bölgelerde ortaklaşa mülklerin ve toprakların (kleros) özel aile mülkiyetine dönüşmesiyle daha da belirgin hale gelir. Hali vakti yerinde aile­ ler gitgide toplumdan uzaklaşıyor ve iktisadi olanaklarına daya­ narak, klan topluluğunun temel üretim araçlarını, yani toprağı, sürüleri ve köleleri ele geçiriyorlardı; özgür çiftçi halk gitgide soylulara bağımlı bir duruma düşüyorlardı. Ellerindeki toprak paylarını terk edip ülkede iş aramaya çıkmak zorunda kalmış metanastesler ile theteslerin sayısı çoğalıyordu günden güne. Doğuştan soyluların, üretici halk kitleleri karşısındaki key­ filiğinin nereye vardığım öğrenmek mi istiyorsunuz? Boeotia'lı şair Hesiodos' u okumalısınız!

Hesiodos 'a göre Yunan toplumu Küçük köylü ekonomisinin hayli yaygın olduğu bir böl­ geydi Boeotia. M.Ö. 8. yüzyılın sonlarıyla 7. yüzyılın başlarında yaşayan Hesiodos'un kendisi de küçük toprak sahibi bir köylüy­ dü. Öyle olduğu için de köylülerin çalışmasını yüceltir: "Çalış­ makta utanç yoktur; utanç, hiçbir şey yapmamaktadır" der. Hesiodos, İşler ve Günler adım taşıyan poeminde, zengin bir mülk sahibi ve tefecinin eline düşmüş yoksul bir çiftçinin durumunu büyük bir duyarlılıkla çizer. Bütün Boeotia, toprak­ ça, sürüce ve kölece zengin ve Hesiodos'un "armağan yiyiciler", "demirden ırk" diye nitelendirdiği otuz basileusun egemenli­ ği altına girmişti. Sıradan insanlar üzerindeki baskıyı şair, bir çakırdoğanla bülbül olarak canlandırır masalında. Bir bülbülü pençesinde tutan doğan, şöyle der ona: 215

Niçin haykırıyorsun zavallı ? Senden daha güçlü olana aitsin. Ne denli güzel şakırsan şakı, Götürdüğüm yere gideceksin. Ve keyfime kalmış, istersem yerim seni. İstersem özgürlüğü veririm sana. Senden daha güçlü olana direnmek ne delilik: Yaptığın zafere götürmez ve üstelik, Acı eklenir utancına. Hesiodos, açıktır ki yoksul yığınların siyasal mücadele­ lerini düşünmekten uzak bulunuyordu ve "armağan yiyici krallar"ı tehditle yetiniyordu ancak. Despotlarla, haksızlık yapan yargıçları, tanrılar gün gelip cezalandıracak diyor­ du. Bununla beraber ona göre, haksızlık göklerde bile zafere ulaşmıştı. Theogonia adlı bir başka poeminde, insanların dos­ tu Prometheus'a korkunç işkenceleri reva gördüğü için gök­ lerin zalimi diye niteler Zeus'u. Böylece, Hesiodos'un şiirleri Homeros devrini izleyen aşa­ mayı, özellikle de ataerkil toplumun çözülüşünü ve köleci top­ lumun doğuşunu göstermektedir. Toplum birbirine düşman iki bölüme ayrılmıştır: Bir yanda büyük mülk ve köle sahiple­ riyle tefeciler, öte yanda onların sömürdüğü "sıradan ölümlü­ ler"; sefil, her türlü haktan yoksun bu insanlar, kölelerinkine yakın bir durumdadırlar. Öyle olduğu için de yaşam sert ve haksız görünüyordu Hesiodos' a; "dünya kötülerle doludur" der, "denizler de." Bu tür sınıf ilişkileri, M.Ö. 8. ve 7. yüzyıllarda yalnızca Boeotia' da değil, Yunanistan'ın öteki bölgelerinde de yerleşi­ yordu.

İlk Yunan siteleri Eski Yunan'ın köleci devletleri, yani siteler bu devirde doğ­ dular. Neydi site? Eski Yunanlıların °polis " dedikleri site, bugünkü anlamda bir kent değildi; çünkü çevresindeki kırsal kesimi de içine alıyor ve kendisine bağlı kılıyordu. 216

Yalnızca çapı küçük bir devletti bu. Ve coğrafyanın da etkisiyle, ama siyasal gelişmenin tipik bir ürünü olarak ortaya çıkmıştı. Gerçekten, çeşitli sitelerin doğuşu, tarımdan ayrılan ticaret ve zanaatkarlığın gelişme­ siyle at başı gitmiştir. M.Ö. 8. yüzyılın tanınmış sitelerinden çoğu kıyılarda oluştu. Ön Asya kıyılarında Miletos; Mytilene, Samos, Saros Körfezi'nde Aegina, Kıta Yunanistanı'nda Atina, Korynthos, Megara, Khalkis ve ötekiler böyle doğdular. En tipik köleci siteler de, doğudan batıya olmak üzere, belli başlı deniz yolları boyunca sıralanıyordu; köleciliğin gelişmesi ile ticaret ve deniz ilişkileri arasında bir bağlılığı gösterir bu. Bu gelişmeyle aynı zamanda olmak üzere, toprakta mülki­ yetin antik biçimi de çıkıyordu ortaya: Sitenin sınırları içinde, yalnızca sitenin yurttaşı toprak sahibi olabilecekti. Site, kölelerle yoksulların emeğinin sömürülmesinin mer­ keziydi. Doğuştan soylular, orada bütün eski ataerkil kurum­ ları kendi iktidarlarının aracı durumuna dönüştürmüşlerdi. Bir "oligarşi", yani birkaç soylu ailenin egemenliğini kurmak üzere, klan şeflerini (basileus) safdışı bırakıyorlardı. Halk meclislerinin rolüne gelince, varlıklarıyla yoklukları bir olmuştu uygulama­ da; soy1 uların elinde bir oyuncakhlar artık. Böylece, ataerkil topluluk sınıflı bir topluma dönüştü. Eski­ den yalnızca idari bir görevi olan, giderek herkesin çıkarına yanıt veren iktidar, klanın eski otoritelerinin bir egemenlik ara­ cına dönüştü. Bununla beraber, soylu mülk sahipleri -klanlara bölünme, fratri, phyles gibi- bazı ataerkil biçimleri, ezilenler üzerinde baskının alışılmış yöntemleri olarak korudular. Atti­ ka' da M.Ö. 7. ve 6. yüzyıllarda aristokratik rejimi anlatırken Aristoteles şöyle der: "Böylece, toplumdaki kötülüklerden halk için en ağır ve acı olanı, bu kölelikti; bununla beraber, başka hoşnutsuzluk konuları da vardı onun için; çünkü, söylemek gerekirse, hiçbir hakka sahip değildi." YUNAN KOLONİZASYONU M.Ö. 8. yüzyıldan 6. yüzyıla değin Yunan dünyasının en önemli olaylarından biri de Akdeniz, Marmara Denizi ve Kara­ deniz' deki yayılmadır. Kolonizasyon diyoruz buna. 217

Hangi nedenlerden ileri geliyordu bu yayılış? İktisadi ve sosyal sonuçları ne olmuştur?

Kolonizasyonun nedenleri ve nitelikleri Akdeniz, Marmara Denizi ve Karadeniz gibi geniş bir alana yayılarak oralarda koloni kurmanın iktisadi, sosyal ve siyasal nedenleri vardır. Doğuştan soyluların toprakları ele geçirmeleri, küçük çiftçi­ lerin mülklerinden olmaları, çıkarları iktidardaki soylu sınıfıyla farklılaşan zanaatkarların ve tacirlerin artması, bütün bunlar keskin bir sosyal mücadeleye yol açıyordu. Yoksul düşmüş ya da bu mücadelede yenilen sosyal gruplar, yurtlarını terk ederek başka yerlerde yurt aramak zorundaydılar. Bir başka önemli etken de şuydu: Yunanistan'ın az verim­ li birçok bölgesi dışardan buğday getirtmek ihtiyacındaydı; Korynthos, Megara, Aegina, Khalkis gibi kentleri, pek eskiler­ den beri, asıl Yunanistan'ın dışında buğdayca zengin bölgelerle ilişki kurmaya götürmüştür bu. Kolonizasyonun başlarında, göç edenler bu harekete tarımsal bir nitelik vermişlerdir. Daha sonra, zanaatın ve ticaretin gelişmesi sonucunda gitgide artan ürünleri pazarlamak ve genişlemiş Yunan üretimine -başlıca el emeği haline gelmiş- köle emeği sağlamak için, yeni kaynakları gerektirdi. Koloniler ilke olarak, yerli halkın kendisinin de kabi­ lelerarası yarathğı değiş tokuş merkezlerinde kuruldu. Yunanlıların "apoikia", yani evlerden uzak diye adlan­ dırdıkları koloniler anayurttan bağımsızdılar ve kendi devlet biçimlerini koruyorlardı. Koloniler ile anayurdu birbirine bağlayan, tanrılar, ortak bir tak­ vim, çok kez görevlilerin seçimi, phyleslere bölünme ve alışılmış bir say­ gıydı. Tarihçi Halikamassoslu Dionysios şöyle der: "Çocuklar ana baba­ larına nasıl saygılı iseler, apoika1ar da anayurtlarına öyle saygılıdırlar." Doğaldır ki koloniler, anayurdun ticaretinde pek önemli mahreçler ve güvenilir dayanaklar haline geliyorlardı yavaş yavaş. Koloninin kurul­ masına anayurt katılmışsa -ki özellikle böyle oluyordu- bu durumda anayurt, koloninin yönetimi için bir sorumlu abyordu. Bu sorumlu, top­ rağı kolonlar arasında bölüştürmekle yükümlüydü; yönetim biçimini belirleyen de o oluyordu yine.

218

Kolonizasyon babda, güneyde ve kuzeydoğuda olmak üzere üç yönde gelişti. B alkan Yanmadası'nın, Küçük Asya' nın, Ege' de­ ki takımadaların çeşitli kentlerinden kaynaklanıyordu yayılma. En önemli anayurtlar da Miletos, Korynthos, Megara, Khalkis idi.

Kolonilerin yerleri M.Ö. 8. yüzyıldan başlayarak, önce Batı Akdeniz' de İtalya ve Sicilya' da koloniler kuruluyor. Güney İtalya' da o kadar çok Yunan kolonisi kuruldu ki, eskiler "Büyük Yunanistan" adını verdiler oraya. Neydi Yunanlıları çeken? Tatlı bir iklim, verimli bir toprak, zengin otlaklar, gemilerin yapımında kullanışlı keresteyi sağlayan nitelikli ormanlar! İlk kurulan koloni, İtalya'nın batı kıyılarında Evia' daki Khalkislilerin kurdukları Kumai (Cumae} oldu. Çabucak geli­ şen ve zenginleşen Cumae' nin kendisi de sonradan başka kolo­ niler kurdu: İçlerinde en önemlisi de Napoli'ydi. M.Ö. 8. yüzyı­ lın sonlarında Taranto Körfezi'nde Sybaris doğdu; o zengin ve "şehvetli" Sybaris! Onu, Crotone ve -efsaneye göre Spartalıların kurdukları- Taranto izledi. Sicilya'nın başta gelen kolonisi, Korynthosluların kurduk­ ları Siracusa idi. Arkadan başkaları geldi: Leontine, Catane, Tauromenes, Messina, Agrigente vb. Korynthoslular, Korfu Adası'na yerleştiler ve Korfu kısa zamanda öylesine gelişti ki, dev bir ticaret filosu sahibi oldu. M.Ö. 7. yüzyılın sonlarında Küçük Asya kıyılarındaki Foçalı Yunanlılar, Rhone Irmağı'nın döküldüğü yerde Massalia'yı bugünkü Marsilya'yı- kurdular. Oradan, Fransa'nın güneyine ve İspanya'nın doğu kıyılarına dek ticari faaliyetlerini yaydılar. Başka koloniler de kuruldu bu kıyılarda. Massalia ta İngiltere'ye değin ticaret yapıyor ve kalay getiriyordu oradan. Yunan kolonizasyonu çok geçmeden Fenikelilerin direni­ şiyle karşılaştı: Yunanlılar, Sicilya'nın doğu ve güney kıyıla­ rına yerleşmişlerdi; adanın batısı ise Kartacalı Fenikelilerindi; kolonileri de Malta' da, Sardinya' da ve başka yörelerde bulu­ nuyordu. M.Ö. 535 yılında Kartacalılar, kanlı Alalia Savaşı'yla, Yunanlıların batıya doğru ilerleyişini durdurdular. Ne var ki, batıdaki Yunan kolonizasyonu, M.Ö. 6. yüzyıla değin daha barışçı yollarla da olsa sürdü. Bu arada Kuzey Afri-

219

ka' da iki önemli yerleşme daha oldu: Mısır' da Naukratis, Lib­ ya' da da Kyrenai kolonileri kuruldu; her iki merkezden de çok önemli maddeler getiriliyordu Yunanistan' a. Kuzey ve kuzeydoğu doğrultusundaki kolonizasyon, Halkidikia Yarımadası'ndan başlayarak Trakya, Çanakkale Boğazı, Marmara ve Karadeniz kıyılarına değin yayıldı. Kuru­ lan koloniler arasında Potidaia, Abdera ve Maroneia'yı görü­ yoruz başlarda; arkadan Kyzikos kuruluyor; M.Ö. 7. yüzyıl ortalarında da Byzantion. Karadeniz' de arka arkaya Sinop ve Trapezonte (Trabzon) kuruluyor. Sonra Karadeniz'in bah ve kuzey kıyıları şenlendirildi: İstria, Olbia, Pantikapaion . . . Küçük Asya kıyılarındaki kentler yarışıp durdular bu bakımdan. Başrolü de Miletos oynadı içlerinde. Karadeniz' de kolonilerini kurarken, Yunanlılar, ticari amaçlar güdüyorlardı esas olarak. Bu ülkelerin doğal zengin­ likleri, başta buğday, balık, sürü hayvanları, bal, balmumu, tuz ve bir de Yunanistan için pek önemli olan köle pazarları çekiyordu onları bu kıyılara; karşılığında da Yunanistan' dan şarap, zeytinyağı, kumaş, mücevherat, silahlar, seramik ve başka mamul eşya geliyordu kolonilere. Çok geçmedi, koloni­ lerin kendileri de başladılar üretime.

Kolonileştirmenin iktisadi ve sosyal sonuçları Kolonileştirme, Yunanistan'ın iktisadi ve sosyal gelişimine büyük katkıda bulundu. Ülkenin iktisadi merkezleri haline gel­ miş olan Yunan siteleri, ticaret ve sanayi mahalleleriyle çevril­ mişti. Mesleklerin tarımdan ayrılması süreci hızlandı. Zanaatçı­ lar kentlere akıyor, sanayi büyük bir hızla gelişiyordu, özellikle de maden işleme, seramik, dokuma; bir tacir ve armatör tabaka­ sı çıkh ortaya, onu tefeciler izledi. M.Ö. 7. yüzyıldan başlayarak da madeni paralar görüyoruz alışverişte. Miletos, Rodos, Samos, Aegina, Megara, Korynthos ve Ati­ na' da zanaat üretimi gelişti; ürettikleri mallar da özellikle dışa­ rıya satmak içindi. Ticaret ve sanayi merkezleri, "kölecilik merkezleri" oldular aynı zamanda. Emeğin üretkenliği pek düşük ve teknik de faz­ la gelişmemiş olduğundan, kölelerin çalışması çok önemliydi: 220

Kölelik, asıl Yunanistan' daki halkın, borç için kölelik yüzünden yoksullaşmasının sonucu değildi yalnız; savaşlardan, haydut­ luktan ve yabancı ülkelerden köle getirilmesinden de kaynakla­ nıyordu. O devirde tacir, korsandan pek farklı bir kimse değildi; değiş tokuş, saf alıcıların soyulması ve kaçırılmasıyla sonuçla­ nırdı çok kez ve sonra da köle olarak sahlırdı bunlar. Kaçırılmış yabancıların çalışhrılması, Yunan kentlerinde köleliğin başlıca biçimi olup çıkh. Akdeniz'in bütün bölgelerinde gelişen iktisadi ve ticari iliş­ kiler, Yunan Uygarlığı'nın gelişmesini de büyük ölçüde etkiledi. Kolonilerdeki maddi ve kültürel yaşamın düzeyi, asıl Yunanis­ tan' dakinden çok daha yüksekti. Küçük Asya' daki kentler, özel­ likle İyonya' dakiler, Doğu ile doğrudan ilişki içinde oldukların­ dan, Mısır, Babil ve Assur kültüründen Kara Yunanistanı'nı da yararlandırıyorlardı. Doğu' dan -kuşkusuz, Fenikelilerden- alı­ nıp ve İyonlarca daha da yetkinleştirilen İyon alfabesinin tüm Yunan dünyasında kullanıldığını söylemek yeter. Görsel sanat­ ların gelişmesine büyük katkısı olan, madenden heykel dökmek yöntemini de yine Doğu öğretti Yunanlılara. Ve yine İyonya'da­ dır ki, eski türkülerden hareketle, "Homerik" şiirler çıktı ortaya ve oradan da asıl Yunanistan' a geçti, giderek Bah' daki kolonile­ re yayıldı. İyonya ve Aioleia, lirik şiirin, Yunan bilim ve felsefe­ sinin temellerinin ahldığını gördü. Kolonilerdeki görkemli yaşayışa, birbirini dik açılarla kesen geniş ve düz yollarıyla pek ahenkli bir plana göre yapılmış kent­ lerdeki görünüş de uygun düşüyordu. Yunan dünyasının en geniş tapınağı olarak bilinen Agrigente' deki Zeus Tapınağı ile, Paestum'daki o görkemli Poseidon Tapınağı'nda olduğu gibi, devrin en güzel yapıları da yine kolonilerde yükseldi.

Sosyal mücadele ve tiranlık M.Ö. 7. ve 6. yüzyıllarda üretici güçlerdeki büyük gelişme, ilerlemiş Yunan sitelerinde çeşitli devrimci değişikliklere yol açh; öyle ki, bu değişiklikler klan rejimine kesinlikle son verir­ ken sınıflara bölünmüş köleci toplumu da yasallaştırdı. Nasıl? Gerçekten Korynthos' ta, Megara' da, Sikyon' da, Argos' ta, Miletos'ta, Lesbos (Midilli) ve Samos'ta, İtalya ve Sicilya' daki kolonilerde çeşitli sosyal gruplar arasında keskin bir mücadele 221

oluyor ve hükümet darbeleri birbirini izliyordu. Bu devrim­

ci

mücadelede, kent halkının -zanaatkar ve tacir- yeni sosyal

katmanlarına önemli bir rol düşüyordu gerçi; ama temel güç, soyluların boyunduruğundan acı çeken köylülerdi her yerde. Kitlelerin bir yerden bir yere sürülmesi, yenik düşmüş parti başkanlarının mallarına el koyulması ve öldürülmeleri, birçok kentte, özellikle İyonya' da olağan olup çıkmışh. Halk partisinin zafere ulaşıp soyluları devirdiği yerlerde iktidar, bu partinin şeflerinin eline geçiyordu ve onlar da o zamanki deyimle bir

tiran

oluyorlardı.

Ne yapıyordu tiranlar? Soyluları dizginliyor, toprakları yoksullara dağılıyor, zana­ ahn ve ticaretin gelişmesini destekliyor, dışardan kitleler halin­ de köle getirterek köle ekonomisinin gelişmesine katkıda bulu­ nuyorlardı. İçlerinde en tanınmışı da Samos'un tiranı Polykrates oldu. Ne var ki, büyük ölçüde kolonizasyona bağlı iktisadi ve kültürel gelişmelere karşın, Yunanistan'ın çeşitli bölgelerinin gelişmesinde çok açık birtakım farklılıklar vardı: Yeni iktisadi yaşama ve sosyal ilişkilerdeki değişmelere faal olarak kahları bölgelerin ve ilerlemiş sitelerin dışında, Yunan dünyasında, ata­ erkil benzeri örf ve adetlerini koruyan bölgeler de görüyoruz: Lakonia, Tesalya ve Girit böyleydi. M.Ö. 7. ve 6. yüzyıllarda, merkezi Atina olan Attika gelişmişliğin örneği olurken, Sparta da geri kalmışlığın temsilcisi oldu. Önemli sonuçları olacakhr bu farklılığın.

222

BÖLÜM ili SPARTA VE ATİNA

Eski Yunan deyince, başta Sparta ile Atina gelir akla. Her ikisi de "site"nin iki tipik örneğidir; aynı site gerçeğinin birbi­ rinden farklı iki gelişmesinin de. Biri, oligarşik bir rejimin içinde donup kalırken, öteki demokrasinin temellerini atacaktır. SPARTA Sparta, Eski Yunan'ın en eski sitelerinden biriydi. M.Ö. 9. yüzyılda kurulan bu site, üretici güçlerin gelişmesinden ve Akha toplumunun klan rejimindeki çözülmesinden çok, Dorla­ rın istilasından doğdu. Dorlar, M.Ö. 1100 yıllarına doğru Peloponnesos'a kadar ulaşmışlardı çünkü.

Sparta 'nın doğuşu Sparta'mn kurulduğu Lakonia; Taygetos ve Pamonas dağ­ lan arasında uzanan, Eurotas'ın suladığı verimli bir ovadır. Denizle ilişkileri pek güçtür. Dor istilasından önce Lakonia hal­ kı, Homeros'un şiirlerinde anlattığı yaşamı sürüyordu. Miken Uygarlığı'mn merkezlerinden biri, eski Amykles de oradaydı. Mümkündür ki, Dorlar yıktılar orayı da. Dor çobanlarının sos­ yal gelişmişliği Akhalarınkinden aşağı düzeydeydi kuşkusuz; ne var ki, göçebe ve kırsal yaşayışın gerektirdiği güçlü bir askeri örgütlenme içindeydiler. Lakonia'mn fethini de başta bu kolaylaştırdı. Dorlar, fethettikleri toprakları ve üzerindeki köylüleri ortak mülkiyetlerine aldılar; toprağı da ailelerin sayısına göre eşit par­ çalara (kleros) böldüler: Her birinin elinde aşağı yukarı 20 hektar toprak bulunan 10.000' e yakın aile vardı. İstilacılar, fethettikleri halkın üzerinde egemenliklerini sürdürmek üzere kurdukları ortakçı bir rejimde yönetici sınıf oldular böylece. M.Ö. 9. yüzyıl­ da, vadinin en geniş kısmında, Sparta ya da Lakedaimon adıyla askeri bir merkez kurdular ve Spartalılar dediler kendilerine 223

de. Sparta, surları olmayan beş kasabayı alıyordu içine. Sürekli bir askeri kamptı burası; oradan, kendilerinden çok daha fazla sayıdaki köylüleri yönetiyorlardı. Spartalılar, Lakonia'ya iyice yerleştikten sonra, M.Ö. 8. yüzyılın ikinci yarısında, Taygetos'un batısında kurulu, verimli ve kalabalık Messenia'yı fethe giriştiler. Ve inatçı savaşlardan sonra, M.Ö. 7. yüzyılda orayı fethedip halkını egemenlikleri altı­ na aldılar. Messenialılar korkunç bir kinle dolu olarak, sürekli başkaldırı korkusu içinde yaşatacaklardır Spartalıları. M.Ö. 464 yılında da en büyük başkaldırıyı yapacaklardır. On yıl süren savaş kanla bastırılır. Üçüncü Messenia Savaşı diye anılır bu.

Sosyal rejim ve adetler Sparta devleti, Lakonia'nın ve Messenia'nın fethiyle, M.Ö. 7. yüzyılın sonlarında Dorlarca kesin olarak kuruldu. Ne görüyoruz Sparta toplumuna baktığımızda? Sparta halkı pek açık olarak üç sosyal katmana ayrılıyordu: Spartalılar, perioikoslar ve eilotesler. Her biri birbirinden kopuk kendi bölgesinde yaşıyorlardı. Spartalılar , egemenliklerini eiloteslerin üstünde sürdüren yönetici bir sınıftı. Eiloteslerin ekip biçtiği her toprak parçası (kleros) bir Sparta ailesinin de olsa, bu aile kendi toprağında değil, Sparta' da otururdu. Ailenin başı işleri yürütmez, eilo­ teslere göz kulak olmazdı; onlara kendi mülkiyetinde insanlar olarak bakamayacağı gibi, toprağından çıkaramaz, satamaz ve öldüremezdi. Eilotesleri yöneten devletti; hükmetmek için örgütlenmiş Spartalılar yani. Spartalıların, toprağı ekip biçme hakları yoktu; giderek ticaret ve zanaatla uğraşmak hakları da. Klerosla ilgili her iş yasaktı onlara. Spartalılar, askerlik sanatına adamışlardı kendilerini. Bununla beraber, her Spartalı aile, kle­ rosun ürününden bir bölümü -bir olasılıkla yarısını- alırdı. Bu klerosla, onu işleyen eilotesler miras yoluyla geçiyordu; ancak, onlar satılamayacağı gibi, kim olursa olsun başkasına vasiyet de edilemez ve devredilemezdi. Aile şefinin oğlu bir istisnaydı bunda. Görülüyor ki, kölelerle eilotesler arasında bir fark var. 30.000 dolayında olan perioikoslar ise, fethedilen Lakonia'nın Akhalarından geliyorlardı. Bunlar, topraklan ve 224

malları olan özgür kişilerdi; ne var ki, siyasal hakları yoktu ve Spartalılarla da evlenemezlerdi. Ayrı bir bölgede otururlardı ve Spartalı görevlilerin (harmostes) denetledikleri bir özerklik­ leri vardı. Tarım, zanaat ve ticaretle uğraşırlardı ve Spartalılara bir vergi öderlerdi. Perioikoslar, askerlik hizmetiyle yüküm­ lüydüler, ancak, orduda ayrı bir birlik oluştururlardı. Yurttaşlık haklarından yararlanan Spartalıların sayıları azaldıkça, askerlik hizmeti gitgide ağırlaşan bir yük olacaktır onlar için. Günden güne artan hoşnutsuzluklarından biri budur. Eilotesler, yenilmiş ve boyunduruk altına alınmış halk kit­ lesiydiler. Yenenler topraklarında bırakmışlardı onları; ne var ki, toprak devletindi artık. 20.000 dolayındaydı sayıları. Her klerosun üstünde onu ekip biçen birçok eilotes ailesi yaşamak­ taydı; emekleriyle, hem kleros sahibini hem de kendilerini geçin­ dirmekteydiler. Eilotesleri öteki Yunan sitelerindeki kölelerden ayıran başta şuydu ki, eilotesler devlet mülkiyetindeydiler, eski yazarların deyişiyle, "kamu köleleri"ydi onlar; ayrıca, temel üre­ tim araa olan toprağa bağımlı da olsalar, belli bir iktisadi özerk­ likleri vardı, bu da serflere benzetiyordu onları. Spartalı malikin toprağını kendi araçlarıyla ekip biçiyorlar ve ona da mal olarak belli bir pay (apofora) veriyorlardı: Buğday, şarap, peynir, yağ gibi. Ödenen karşılık, ürünün aşağı yukarı yarısını oluşturdu­ ğundan, geri kalan ancak yetiyordu ailelere. Kötü ürün alındığı kıtlık zamanlarında felaketti durum. Öteki sitelerdeki kölelerin zıddına eilotesler koruyucu, taşıyıcı, hizmetçi olarak savaşa da katılabiliyorlardı. Yaşamları öylesine çetindi ki, Spartalı ozan Tyrtaios, sırtına taşımayacağı kadar yük yüklenmiş eşeğe benze­ tir onları. İnce bir benzetiş değil gerçi ama gerçek! Başkaldırıları ve eilotes halkının tehlike olabilecek çoğahşını önlemek için, "krypti" denen, pek acımasız önlemler alınıyordu: Her yıl, Spartahlar baskınlar düzenliyor ve kendilerince en kuşkulu eilotesleri öldürüyorlardı. Genç Spartahlardan kurulu özel görevli birlikler halkı gözetlemek, giderek sindirmek için ülkeyi dolaşıyor­ lar; köylerin yakınında pusu kurdukları günün gecesinde eilotesleri öldürüyorlardı. İlkçağda, köleler karşısında bu denli vahşi davranan başka bir devlet daha yoktur. Spartada sınıfların ve sınıf mücadelesinin derecesini gösterir bu!

225

Daha sonra, Sparta' da örfler özel bir nitelik kazandı. Her yetişkin erkek, pek disiplinli ve her an saldırıya hazır sürekli orduda görevliydi. Yirmisinden altmışına kadar her Spartalı her gün toplantılara katılıyordu. Bütün yurttaşlar belli topluluklar (syssitia) oluşturuyorlar ve kendilerine belli yerler ayrılan bu topluluklarda, üyeler birlikte yemek yiyorlardı. Asla terk ede­ miyorlardı bu birlikleri ve çok kez silahlarıyla aynı yatakhanede yatıyorlardı. İnsanlar bu birliklere göre, savaştaki sıralarını alır­ lardı. Bir birliğe katılmak zorunluydu; birlikte yenen yemekler için aylık ödenti payı; bir miktar arpa unu, şarap, peynir ve incirden oluşuyordu. Sparta yönetimi yurttaşların özel yaşamına da -kayıtsız şartsız- karışıyordu: Evlenmeler, bireylerden sınıf çıkarlarına mutlak boyun eğiş isteyen gençlerin eğitimi ilgilendiriyordu onları. Evliler, köleci Sparta'nın dayanakları olacak çocukları sağlıklı ve gürbüz olarak yetiştirmekle yükümlüydüler. Erkek çocuklar, altı yaşına kadar ana-babalarının yanlarında kalır; sonra devlet alır onları, belli toplulukların (agelai) içinde, devle­ tin görevlendirdiği eğiticilerin (paidonomos) gözetiminde yetiş­ tirilirlerdi. Eğitim ve öğretimde ön planda gelen, çocukların bedensel gelişmelerine katkısı olan çalışmalardı: Güreş, yarış, disk ve ok atma vb. Güçlüklere alıştırıp sertleştirmek için yalınayak yürü­ tülür ve hemen her mevsim giysisiz dolaştırılır, becerikli ve söz dinler yetişmelerine dikkat edilirdi. İlköğretimde en azla yetinilirdi: Çocuklar, genel olarak birlikte yemeklere ve savaşlarla kahramanlıkların anlatıldığı toplantılara katılırlardı. Düşünce ve dileklerini kısaca ve özlü olarak (lakonik), askerce anlatmaya alıştırılırlardı. Spartalıların manevi eğitimi, askerlik sanatına uygundu. Her yerde, yurdun ve ünlü yurttaşların onuruna � arkılar söylenirdi. On dört yaşına gelince, yeniyetmeler, kamp yaşamına ve yoksunluklara alışma­ ları için, yetişkin savaşçılarla yurdu dolaşırlardı. Yirmi yaşında, savaş araç ve gereçlerini alır ve birliklerine katılırlardı. Yaşlılığa değin sürerdi görevleri. Kızların eğitimi de devletin çıkarlarına yanıt veriyor ve sağ­ lıklı bir kuşağın gelecekteki analarını yetiştirme amacını taşıyordu. "Gymnasium"larda, kızlar da erkek çocuklar gibi beden hareketleri yapar, dans, müzik ve şarkı öğrenirlerdi. Öteki Yunan sitelerinde,

226

kadınlar toplumdan çekilmiş bir halde yaşarlarken, Sparta' da, erkek­ ler gibi yetiştirilir, pek büyük bir özgürlükten yararlanır ve yurttaşla­ rının saygılarını toplarlardı. Aslında anaerkil dönemin kalıntılarıydı bunlar.

Siyasal rejim Sparta'nın siyasal rejimi pek ilkeldi. Efsaneye bakılırsa, Delphoi kahininin sözlerine uyarak Likurgos adlı bir yasa koyu­ cu saptamışh kurumlarını bu rejimin. Neydi kurumlar? Siteyi, babadan oğula geçen "iki kral" (arkhiagetes) yöneti­ yordu. Büyük saygınlıkları vardı bu iki kralın; ancak, siyaset üzerindeki etkileri zayıftı. Barış zamanında, miras konusundaki anlaşmazlıkları çözmek, yaşlılar meclisine kahlmak ve rahiplik görevini yerine getirmekti yetkileri; savaş zamanında ise ordu­ ya kumanda ediyorlardı. Her iki kralın da katıldığı Yaşlılar Kurulu, 60 yaşını bitirmiş soyluların arasından, yaşam boyu seçilmiş 30 yaşlıdan (geron­ tes) oluşuyordu. 30 yaşına varmış Spartalılardan oluşan Halk Meclisi (apello) ise, Yaşlılar Kurulu'nun kararlarını, özellikle savaş ve barışla ilgili kararları onaylıyor, ancak, tarhşmaya gir­ meden kabul ediyor ya da reddediyordu. Halk Meclisi'nin seçimleri ve kararları, Aristoteles'in deyimiy­ le, "çocukça" bir nitelik taşıyordu: Oylamaya gidilmiyor, bağırtı ve çağırtıların şiddeti, şu ya da bu aday ya da karar hakkındaki olumlu ya da olumsuz tavrı belli ediyordu.

Sparta'run beş kasabasından her birinin bir ephoros'u (gözeti­ ci) vardı ki, otoriteleri mutlak olup özellikle eiloteslerin başkaldırı­ lanru önlemek ya da başkaldırmışlarsa bashrmak amacına dönük­ tü. Yıllık bir görevdi bu. Oligarşiden doğan ephoroslar, soyluların en tutucu çevrelerinden seçiliyorlardı. Denetlemeleri, krallara ve Yaşhlar Kumlu'nun üyelerine değin varıyordu. Uygulamada, devlet politikasını çizenler onlardı aslında. Eiloteslere savaşı onlar ilan ettikleri gibi, yerleşik düzeni değiştirmek istediği kuşkusu yaratan kralları bile yargılayıp ölüme mahkum etme hakları var­ dı. Böylece ephoros makamı, Sparta oligarşisinin en yüksek göre­ vi, vahşi bir sınıf diktatoryası ve Yunan soylularının da kalesiydi. 227

Bu koşullarda, az çok gelişmiş bir alışveriş, pratik olarak olanaksızdı: Ticaret ilkel bir nitelik taşıyordu; para yerine de demir çubuklar kullanılıyordu. Ülkeye yabancıların girmesi ise yasaktı. Bu yüzden, Plutarkhos'un söylediğine bakılırsa, yabancı gemiler Sparta limanlarına giremiyorlardı. Devlet, kendisi için gerekli kaynakları, perioikoslara koyduğu vergi­ lerden, olağanüstü vergilendirmelerden ve savaşlarda kazan­ dığı ganimetlerden sağlıyordu. Hazine yoksuldu, ödemelerse mal olarak yapılıyordu. Her Spartalı dört dörtlük bir savaşçıydı. Hoplites adı verilen ağır silahlı piyadeler, bir miğfer, bir zırh, bir mızrak ve yuvarlak küçük bir kalkanla donanmış olarak ordunun temelini oluşturuyordu ve sonuna değin de öyle oldu. Askeri hare­ kat sırasında ordu, sık sıralar halinde ve müzik eşliğinde ağır ağır yürürdü düşmanın üzerine. Sparta piyadesi yenilmez diye bilinirdi; ne var ki, kuşatma tekniğinden habersizdi ordu. Donanma da zayıflı.

Sparta'nın askeri örgütü, Eski Yunan'ın en güçlü örgütü oldu. M.Ö. 6. yüzyılın sonunda, bütün Peloponnesos, Sparta'run egemenliği altına girdi. M.Ö. 530 yılına doğru da Korynthos'u, Sikyon'u, Megara'yı ve Aegina Adası'nı da içine alan ünlü Peloponnesos Birliği ortaya çıktı. Peloponnesos' ta önemli bir rol oynamış olan Argos'la kuzeydeki Akha kasabaları, dışın­ da kaldı bu birliğin. Genel sorunlar, bağlaşıkların Sparta' daki toplantılarında çözülmeye çalışılıyordu gerçi; ancak, uygula­ mada ağır basan Sparta idi. Sparta' nın gerici rejimi, damgasını Peloponnesos' un, gide­ rek tüm Yunan dünyasının ekonomisine, siyasal ve sosyal yaşamına vurdu ve gelişmeyi de köstekledi: Değişiklik kor­ kusuyla Sparta, öteki Yunan sitelerinde hep gerici güçleri, eskimiş sosyal ilişki biçimlerini tutuyor, destekliyordu; askeri üstünlüğünü yitirmemek için de öteki sitelerin birleşmesine, giderek Yunan'ın siyasal gelişimine elindeki bütün araçlarla karşı çıkıyordu. Sparta, Yunan dünyasında, gericiliğin kalesi olmuştur sonuna değin. 228

ATINA Sparta'nın tersine, Atina, M.Ö. 6. ve 5. yüzyıllarda, pek gelişmiş bir köleci devlet örneği oldu. Atina'nın tarihi, köleci sitenin oluşumu, doğuştan soyluların düşüşü, klan rejiminin kalınhlarının ortadan kaldırılışı, giderek köleci devletin en yet­ kin biçiminin, yani "demokratik köleci cumhuriyet" in ortaya çıkış sürecini pek güzel gösteriyor bize.

Atina'nın doğuşu Atina sitesinin üzerine kurulduğu Attika, denize doğru hayli uzanmış, aşağı yukarı 2.500 km2 genişliğinde kayalık bir yarımada. Kireçli dağlarla kaplı bu yarımadada su kıt, çok yerde bitki örtüsü de hayli zayıf. Kuzeydoğu bölgesi hemen hemen ekilip biçilmez durumda; kıyılarsa verimli değil ger­ çi ama denizciliğe elverişli. Attika'nın doğal zenginlikleri de Lavrion'daki gümüş madenleri, Pentelikos ve Hymettos'un mermerleri ve çömlekçilikte hayli aranan güzel plastik kildi. Yarımadanın en güzel yeri, Pedion adı verilen ortadaki ova. Tek bir ırmağın, Sefis' in akışı boyunca uzanan bu ovayı üç yandan dağlar kuşatıyor; yalnızca güneybatısı denize açık. Atina, Saronikos Körfezi'ne 7 km. mesafede, işte bu ovada kuruldu. Kurulduğu yer, denizden yararlanmaya elverişli, saldırılar­ dan korunacak stratejik bir yer. Denize limanla bağıntılıdır. Bu liman (Pire) daha sonra bir kanalla Atina'ya bağlanacak; Sparta bir kara devletiyken, Atina bir deniz devleti olarak gelişecektir. Başlarda halk, klanlar halinde müstahkem kasabalarda yaşıyorlardı: Akharnes, Eleusis, Kolonos, Phaleron, Marat­ hon' un adları sonraki yüzyıllara da kaldı. İçlerinden bazıları fratrilerin ya da phyleslerin merkezi durumundaydılar. İlişkiler geliştikçe, doğanın özelliklerinin de bir sonucu olarak, Atti­ ka'nın en büyük kalesi, Atina'nın Akropol'ü ülkenin merkezi olup çıkh. Kralın (basileus) sarayı orada bulunuyordu; belli başlı tapınaklar da: Erektheion ve Parthenon. Az ötede, Ares Tepesi var ki, Yaşlılar Kurulu (Areopagos) orada toplanıyordu; bir başka tepenin, Phyx' in yamaçlarında ise Halk Meclisi. Kim oynadı bu birleştirici rolü? Gelenek, Theseus adlı bir kralın adından bahsediyor. 229

Soyluların egemenliği ve halk hareketleri Toplum üç sınıfa aynlınışb.: "Eupatridesler" adı verilen soy­ lular; "geomoresler", yani küçük toprak sahibi köylüler ve, top­ rağı olmayan, ancak parası olan tacir ve zanaatkar orta sınıf, yani "demiurgoslar". Eupatridesler, toprak ve sürüce zengin sınıfı; öte­ kilerse, gitgide bağımlılaşan demos'u, yani halkı oluşturuyorlardı. Yerli halkın dışında, çok sayıda köle ve Atina' da oturan, özgür, ama yurttaşlık haklarından yoksun metoikoslan görüyoruz. Alışveriş gelişip de ürünler meta haline geldikçe, topra­ ğın kişilerce ekilip biçilmesi gitgide önem kazanır ve toprakta özel mülkiyet yerleşir. Pedion' daki en verimli toprakları da eupatridesler ele geçirirler; korsanlık ve haydutluk yoluyla, bu toprakları işlemek amacıyla köle elde etmek için uğraşırken, ülkelerindeki küçük toprak sahibi köylüleri de tefecilik yoluyla köleleştirirler. Nasıl? Küçük toprak sahibi köylüler, borç para karşılığı, toprak­ larını soylulara ipotek ediyor ve faiz karşılığında da ürününün 5 / 6' sını onlara veriyorlardı. Bunların içinde "pelatlar" vardı ki, borcunu ödeyemediğinden toprağını bütün bütüne yitirip soy­ luların kölesi olmuşlardı. Uzatmayalım; sonunda, bütün topraklar bir küçük azınlı­ ğın olup çıkar. Rejim de buna uydurulur: M.Ö. 8. ve 7. yüzyıllarda, Atti­ ka' da kralın iktidarı önce sınırlandı, sonra da yerine dokuz "arkhon" geçti. Arkhonlar soylular arasından seçiliyor ve yürüt­ me gücünü temsil ediyorlardı. M.Ö. 8. yüzyılın ortalarında, arkhonluk on yılla sınırlandı; M.Ö. 683 yılından başlayarak da bir yıl oldu bu süre. Başta, adını görevde bulunduğu yıla da veren Arkhon eponymos geliyordu: İçişlerini denetliyor, aile uzlaşmazlıklarını çözüyor, dul­ ların ve yetimlerin vesayetiyle uğraşıyordu. Basileus adını taşıyan ikinci arkhon, kralın eski dinsel görevlerini yerine getiriyordu. Üçün­ cüsü (Polemarkhos) askeri işlere bakıyordu. Heyetin thesmothetes, yani kanun yapan adım taşıyan öteki üyeleri ise, kanunların uygul anması­ na göz kulak oluyor ve yurttaşları yargılıyorlardı. Eski arkhonlardan oluşan Areopagos ise, yasama gücünü temsil ediyordu; en yüksek adalet ve denetim organı da oydu.

230

Böylece iktidar bütünüyle soyluların elindeydi; halkınsa hiçbir hakkı yoktu. Ne var ki, ticaretin ve zanaatın gelişimi, bütün öteki Yunan sitelerinde olduğu gibi, Atina' da da tacir ve zanaatkarlardan oluşan yeni bir halk kesimini ortaya çıkarır. Eupatrideslerle çelişmesi vardır bu kesimin. Bunun gibi, borç için kölelik de üretici güçlerin gelişme­ sini frenliyordu. Kırsal kesim halkı, çoğalmak şöyle dursun, eupatrideslerce, borcunu ödemeyenlerin -çocuklarıyla beraber­ dışarıya sahlmaları yüzünden, azalmaktaydı giderek. Aristoteles'in deyimiyle, "soylularla kalabalık" arasında uzlaşmazlık vardır. Çözüm için girişim kent halkından gelir; köylüler örgütsüz­ dür çünkü. Kent halkı, köylülerin azat edilmesini ve eupatrides­ lerin uyguladığı, özgür Atinalıları köle durumuna düşüren ilkel sömürü yerine, daha gelişmiş bir biçimi geçirmeyi istiyordu: Dışardan getirilen ve getirilecek kölelerin sömürülmesiydi bu. Yabancı kölelerin kullanılması da kent halkının iktisadi faali­ yetinde, zanaat atölyelerinde ve ticari girişimlerde büyük bir önem kazanmışhr. Anlahldığı kadarıyla şöyle gelişir mücadele: Atinalı Kylon, soylu kökenli de olsa, eupatridesleri devirip Atina' da tiran olma­ ya kalkar (M.Ö. 630 yılına doğru). Ama başaramaz. Eupatrides­ ler, hem de kendilerine bağımlı "kır halkını" arkalarına takarak, Kylon'u ve yandaşlarını öldürürler. Başarısızlık, köylü kitlelerin desteğini sağlayamamaktan geliyordur. Karışıklıklar sürüp gider. Örf ve adetlerin yazılı olmaması, o yüzden eupatrideslerce keyfi olarak uygulanması da yakınma konusudur. Doğmakta olan köleci toplumun hukuk ilişkilerini düzenleyecek, yazılı ve herkes için zorunlu kurallara gereksinme vardır. Hoşnutsuz­ luk tam bir başkaldırıya dönüşeceği sırada soylular, arkhon Drakon'a bu kuralları saptama görevini verirler (M.Ö. 621 ). Ne mi yapar Drakon? Zalimliğiyle tanınmış Drakon Kanunları, klanların ilkel adetlerinin bir toplamı aslında. En küçük bir hırsızlığın bile ölümle cezalandırıldığı bu kanunlar için M.Ö. 4. yüzyılda yaşa­ yan Atinalı hatip Demades, "mürekkeple değil, kanla yazılmış­ hr" der. Öyle de olsa bir ilerlemeydi bu; çünkü yürürlükteki 231

hukuku yazılı hale getirerek, soyluların keyfi davranışlarını sınırlıyordu bir dereceye kadar. Onları taştan levhalara kazıyıp Agora'ya asarlar.

Solon 'un reformları Drakon'un kanunları, kent halkıyla köylülerin durumu­ nu iyileştirmek şöyle dursun, daha da kötüleştirdi. Atina'nın siyasal ve iktisadi rejimini düzeltmek gerekiyordu. Halk hare­ ketinin başını çeken, ılımlı tacirler partisiydi. Onların ön ayak olmasıyla, ünlü şair Solon, sorunlara çözüm bulmak amacıyla en geniş yetkilerle arkhon ve hakem seçildi (M.Ö. 594). Varını yoğunu yitirmiş soylu bir aileden geliyordu Solon. Genç­ liğinden başlayarak ticaret yapmak zorunda kalmışh, kent halkını tanıyordu böylece; soyluların açgözlülüğünü ve baskılarını eleştiren şiirleri de halk arasında ününü arthrmışh. Megaralıların olan ve Ati­ na'nın Phaleron Limanı'nın çıkışını kapayan Salamis Adası, onun ısrarı ve katılmasıyla alınmışh.

Solon' la "siyasal devrim" denen şey başlar ve mülkiyete de el uzatarak olur bu. Neler yapar? 1 . Önce, tarlalar üzerindeki ipotekleri kaldırdı Solon, borç­ ları sildi ve borç yüzünden köle haline getirilmiş tüm borçluları azat etti. Dışarıya köle olarak satılmış olanları da -devlet hesa­ bına- satın alıp getirtti. Gelecekte, alacaklıların, borçluların üze­ rinde hiçbir alacakları da olamayacaktı artık. Borçluların durumunu hafifletmek amacıyla bir para refor­ mu da yaptı. Ayrıca, çocuklu kişiler için mallarını vasiyet etme ve başka­ larına devretme özgürlüğünü getirdi. Klan ve aile mülkiyeti o zamana değin engeldi buna. Bütün bu önlemler, toprak soylularına karşı yöneltilmişti ve köylülüğü özgürleştirme amacını güdüyordu. Şu önlemler de ticaretin ve zanaatın gelişmesini destekledi: Şarap ve zeytinyağı dışında yiyecek maddelerinin dışarıya satımı­ nı yasakladı. İçerdeki meslekleri korurken, yabana zanaatkarları da Atina'ya çekiyordu. Kendisine bir meslek öğretmeyen babaya, oğlunun bakma yükümlülüğünü kaldırdı. Tutumluluğu emre232

den, lüksü ve --evlenmede olsun, cenaze töreninde olsun- soy­ luların gösterişe kaçan harcamalarını yasaklayan önlemler aldı. 2. Solon'un bir başka önemli girişimi de siyasal reformu oldu. Bununla, doğuştan soyluların tekelci iktidarını tasfiye ediyor ve mali varlığa göre değerlendirme ilkesini getiriyordu: Yurttaşla­ rın siyasal yaşama katılmaları kökenlerine değil, varlıklarına, gelirlerine ve servetlerine bakılarak girdikleri sınıflara göre ola­ caktı artık. Dört sınıf birbirinden ayrılıyordu: Birinci sınıfa, topraklarından en az 500 ölçek (medimnes) ürün elde eden en zenginler giriyordu; Arkhonluk gibi yönetici mevkilere gelmek, giderek Areopagos' a gir­ mek onların hakkıydı. İkinci sınıf, yıllık gelirleri 300 ile 500 ölçek ara­ sında olanlardan oluşuyordu. "Atlılar" adını alıyorlardı onlar; asker­ lik hizmetine atlı olarak katılma olanakları vardı çünkü. Bu sınıf, ikin­ ci derecede görevler üstleniyordu. Gelirleri 200 ile 300 ölçek arasında olan yurttaşlarsa, üçüncü sınıftı. Savaşa ağır silahlı olarak katılmakla yükümlüydüler. Köylülerdi bu sınıfın temelini oluşturan. İlk iki sını­ fın temsilcileri gibi, bu üçüncü sınıf yurttaşlar da Solon'un kurduğu

Dört Yüzler Kurulu'na ve mahkemeye seçilebiliyorlardı. Halkın geri kalanı, thetes 1er denen gündelikçi ve yoksul köylüler, dördüncü sınıfı oluşturuyordu. Halk Meclisi ile mahkemeye girebiliyor, oy kullanıp seçebiliyor, ancak, kendileri seçilemiyorlardı.

Böylece, yönetimin örgütü köklü değişikliklere uğramış­ tı. Gerçi arkhonlar en zenginler arasından seçilecekti; ancak, önemli olan, tüm Attika yurttaşlarının katıldıkları ve Atina devletinin tüm görevlilerini seçtikleri Halk Meclisi'nin uğradığı değişiklikti. Adli alandaki yenilik de önemliydi: Halkın hüküm­ lere katılması için mahkemelerde jüriler kurulmuştu. Sonuç olarak, Halk Meclisi, Dört Yüzler Kurulu ve Heliaia adı verilen mahkeme, yeni Atina anayasasının temel organları oldular. Solon'un kurduğu rejim, büyük bir ilerici rol oynadı. Ana­ yasaya yepyeni bir öğe girmiştı: Özel mülkiyet! Yurttaşların hakları ve görevleri, varlıklarının ölçüsüne göreydi artık. Top­ lumun eski kurumları yeni bir darbe yemişti. Borç için köleliğin kaldırılmasıyla da köle emeğinin sömürüsünde daha ileri bir biçime geçiliyordu: Dışardan getirilecek kölelerin sömürül­ mesiydi bu. Ancak, köken olarak soylulardan gelse de, kentin zengin zümresinden olduğu için doğuştan soylulara büyük bir 233

darbe vurmuş olsa da Solon, klan rejiminin tüm kalınhlarını tas­ fiye etmedi: Örneğin, soyluların temel dayanağı, büyük toprak mülkleri varlığını sürdürüyordu. Bunun gibi, kitlelerin, özellik­ le toprakların bölüşülmesi isteklerine kesinlikle karşı çıkh.

Peisistratos 'tan Kleistenes 'e Köklü çözümlerden kaçınıp orta yolu arayan siyaset adam­ larının eseri ne olmuşsa, Solon'un eseri de o oldu; eupatridesle­ rin hesabını göremediği gibi, alt sınıfları da bütünüyle hoşnut edemedi. Mücadele eskisinden daha keskin olarak yeniden başladı. Ve daha sistemli olarak! Üç parti doğdu; Likurgos'un yönettiği, eupatrideslerin mülkle­ rinin bulunduğu verimli Pedion sakinlerini toplayan Pedieuslar; bu aristokrat parti, eski rejime dönülmesini savunuyordu. İkinci parti, Atina'nın en güçlü ailelerinden Alkmeonideslerin başında bulun­ duğu, kıyı kesimindeki tacir ve sanayicilerin çıkarlarını savunan Paralialılardı; bu ılımlı parti, Solon'un kurduğu çerçevenin dışına çık­ mıyordu. En kalabalık parti, Attika'nın kuzeydoğusundaki, nankör topraklı Diakria Yaylası'nda oturanların partisi Diakrialılardı (dağlılar). Bu parti, az topraklı köylüleri, thetesleri, çobanları, gündelikçileri, tüm çalışan halkı topluyordu. Kökten bir düzenlemeyi savunan en demokratik partiydi bu. Başında da, soylulardan da gelse, bu sınıfla bağını koparmış ve halk desteğini arayan Peisistratos bulunuyordu.

Peisistratos, M.Ö. 560 yılında iktidarı ele geçirip tiran oldu. Demokratik partinin zaferi ve Peisistratos'un gelişi, öte­ ki partilerin azgın direnişiyle karşılaştı: Karşı partiler birleşip iki kez iktidardan kovdular onu; ikinci kovuluşu 10 yıl sürdü. Üçüncüsünde, dış güçlerin askeri yardımını ve köylülerin des­ teğini sağlayarak, onları bir savaşta yendi, Atina'yı yeniden ele geçirdi ve ölümüne değin de (M.Ö. 527) iktidarda kaldı. Peisistratos'un iktidarı, soyluların mutlak yenilgisini simgeler. Başta, köylü ekonomisini sağlamlaşhrma ve iktidarının temel dayanağı hoplit milisleri güçlendirme amacı güdüyor­ du. Köylülerin istediği toprakların yeniden paylaşımını ger­ çekleştirmese de soyluların topraklarını ellerinden alıp yoksul köylülere dağılırken, muhtaç köylülere devlet yardımı sağladı 234

ve en yoksul kesimden alınan verginin miktarını azalth. Gezi­ ci yargıçlar ve bölge mahkemeleri kurdu. Ancak, tacirleri ve zanaatkarları da hoşnut etmek için, büyük bir filo kurarak, başta Mısır olmak üzere dış ticareti geliştirdi. Atina denizgücünün temelleri ahlmışh. Bunların yanı sıra bayındırlık çalışmalarına girişti: Atina'yı geliştirdi ve güzelleştirdi. Kentin yaşamı için çok önemli olan su yolları ve depoları yaphrdı. Önemli kamu girişimleri, çok sayıda işçi ve zanaatkar için de ekmek kapısı oluyordu. Onun zamanında Atina, Yunan kültürünün merkezi oldu. Gözde sanatçıları oraya çekiyordu. İlyada ve Odysseia 'yı tek bir metinde toplath. Kır tanrısı Dionysos adına yılda iki kez bayram düzen­ lemeye başladı. Olumlu koşullar köleciliği de geliştirdi. Ne var ki, dışardan ucuz buğday ve kitleler halinde yabancı köle getirilmesi, köylü ekonomisi üzerinde vahim etkilerini gös­ termekte de gecikmedi. Peisistratos, M.Ö. 527 yılında ve pek yaşlı olarak öldü. Yerine geçen üç oğlu Hippias, Hipparkhos ve Thessalos'u içer­ de ve dışarda çetin sorunlar bekliyordu. Hiçbiri de babalarının yerini tutacak çapta değildiler üstelik. Halkla ilişkilerinde pek alçakgönüllü olan Peisistratos'un yerine, onlar halka yukardan bakhlar ve debdebeli bir yaşam uğruna her şeye vergi koydular. Asıl sorun olan da dış ilişkilerdeki durumdu: Persler Küçük Asya kıyılarına boyun eğdirmiş, Atina'nın bağlaşığı Samos tiranı Polykrates'i öldürmüş, Mısır'ı zaptetmiş ve boğazları ele geçirmişlerdi. Atina, deniz yönünden soyutlanmıştı böylece. Öte yandan Sparta, tiranlığa karşı mücadele veren sürgündeki soyluları tutuyor ve barındırıyordu. Soyluların tertipledikleri bir komploda Hipparkhos öldü­ rüldü. Hipparkhos'un ölümünden dört yıl sonra da Sparta'nın askeri müdahalesi de sağlanarak Hippias kovuldu (M.Ö. 510). Spartalılar Atina'yı ele geçirerek, İsagoras başkanlığında bir soylular oligarşisini iktidara oturttular; bir Sparta birliği, Akro­ pol'ü işgal etti ve Atina' da terör kol gezdi. Ne var ki, pek kısa sürdü bu iktidar: Halkın korkunç bir başkaldırısında, Diak­ rialılarla Paralialılar birleştiler. Başlarında, Alkmeonideslerden gelen ve Paralialıların şefi olan Kleistenes vardı. Spartalılar kovuldular; Evia fethedildi ve soyluların toprakları alınıp Ati­ nalı klanlar arasında paylaşhrıldı. 235

Birinci arkhon seçilen Kleistenes, M.Ö. 506 yılında, kitlele­ rin ülkenin siyasal yaşamında artan rolünü göz önünde tutarak, Atina rejimini demokratlaştırmaya başladı. Neler yaptı? 1 . Önce Attika'ya yeni bir örgütlenme getirdi: Attika'yı bir ya da iki köy ya da kasabadan oluşan özerk birimlere, yüz demos'a ayırdı. Atina'nın her mahallesi de bir deme idi. Her de­ me'nin ayrı bir meclisi, görevlileri, toprakları, hatta bayrakları vardı. Bir yıl için seçilen başı yerel işlere bakıyor ve yöneticilerin bir listesini tutuyordu. On sekiz yaşına basan gençler, bu liste­ lere adlarını yazdırarak, yurttaşlık haklarını elde ediyorlardı. Bu demoslar, yerel yönetimde büyük rol oynadılar. 2. Bir başka reform, seçim sistemiyle ilgiliydi: Çok eskiden beri var olan dört phyles'i ona çıkardı; her biri, başlarda on demosu içeriyordu; ancak, Attika'nın çeşitli bölgelerindendi bu demoslar. Ve phyleslerde değişik mesleki ve sosyal durumdaki yurttaşlar toplanıyordu. O zamana değin, bütünüyle bir phy­ les' e bağlı ve seçimlerde olsun, başka koşullarda olsun ağırlığı olan büyük soylu aileler parçalanıyor, doğuştan soyluların temel gücü sıfıra indirilmiş oluyordu. 3. Kleistenes, devletin anayasasını da yeniden düzenledi: Solon'un Dört Yüzler Kurulu'nda üye sayısı beş yüze çıkarıldı. Atina'nın en yüksek idare kurulu olan bu kurula, her phyles elli temsilci seçiyordu. Halk Meclisi, en yüksek otoriteydi artık. Areopag ile arkhonlara gelince, yetkileri kısılmıştı. Ve her phylai'ye 1 tane hesabıyla, 10 arkhon, 10 piyade birliği, 10 süva­ ri birliği ve kumanda için de 10 strategos bulunacaktı. 4. Son olarak, kurulan rejimi yıkmaya, örneğin yeniden bir tiranlık kurmaya yönelecek her olasılığı önlemek amacıyla Kleistenes, "ostrasizm"i getirdi: Buna göre, rejimi yıkma niyeti taşıdığından kuşkulanılan "tehlikeli" yurttaşlar on yıllığına sür­ güne gönderiliyordu. Bu süre geçtikten sonra, sürgün yurda dönebiliyor ve hak­ larını elde ediyordu. Şöyle uygulanıyordu bu önlem: Yılbaşında, Beşyüzler Kurulu, ostrasizme gerek olup olmadığı sorununu Halk Meclisi'nin önüne getiriyordu. Halk Meclisi'nin çoğunluğu evet derse, bir başka toplanh yapılıyor ve o toplanhda her yurttaş, bir midye kabuğuna (ostrakon)

.., ., 6

_ .)

ya da bir çömlek parçasına, site için tehlikeli gördüğü kişinin adını yazıyordu. Mecliste alh bin yurttaşın toplanıp da çoğunluğun sürgün için oy vermesi yetiyordu.

Dikkati çeken nokta şu ki, zengin tacirler ile köle sahip­ lerini temsil eden Kleistenes, yoksullar yararına hiçbir kanun yayımlamadı. Koyduğu tüm kurallar siyasal ilişkiler ve devle­ tin yapısıyla ilgiliydi. Attika halkının çoğunluğunu oluşturan ve zorla çalışhrılmaları Atina toplumunun iktisadi yaşamına temel olan köleler, herhangi bir hak elde etmek şöyle dursun, köleci demokrasinin gitgide yetkinleşen örgütünün ilk kurban­ ları oldular. Bunun gibi, toplumun bağımlı ve ezilen öğeleri arasında olan kadınlar ve metoikoslar da siyasal haklardan yoksundular. Ne var ki, Kleistenes'in reformları Attika' da -aşağı yukarı­ yüz yıl sürmüş olan sosyal ve siyasal bunalımlara bir son verir. Ancak, Atina sitesinde, M.Ö. 7. ve 6. yüzyıllarda gerçekleşmiş değişiklikleri doğrudan doğruya Kleistenes' e ve ondan önce gelenlere, yani Solon'la Peisistratos' a bağlamak doğru olmaz. Onların rolü, köleci kurumların hukuksal sistemini yavaş yavaş yaratmak ve klan rejiminin kalınhlarına son veren sosyal hare­ ketlerin sonuçlarını yasallaştırmakla sınırlıdır. İtici güç ise, top­ lumun alt katları, özellikle doğuştan soylulara karşı mücadele veren köylülüktü. Köylüler, özgür üretici durumlarını savuna­ bildiler ve köleci toplumla bütünleştiler.

237

BÖLÜM iV MED SAVAŞLARI VE SONUÇLARI

M.Ö. 5. yüzyılda, Yunanlılarla Persler karşı karşıya geldiler. O yüzyılın ilk yarısını kaplayan bu savaşlara "Med Savaşları" adı verilir. Bu savaşların Yunanlıların lehine bitmesi, Yunan ekonomisi, giderek uygarlığı için çok olumlu koşullar yaratır; Yunan dünyası doruk noktasına çıkar o yüzyılda. Neydi nedenleri bu savaşların? Nasıl gelişti ve hangi sonuçlara ulaştı? MED SAVAŞLARI'NIN NEDENLERİ Med Savaşları hakkındaki bilgi kaynaklarımız ne denli yetersiz olursa olsun, şurası bir gerçek ki, bu savaşlar Perslerin Batı'ya doğru sürekli ve sistemli yayılışından doğdu.

Perslerin Batı 'ya yayılışı Daha 1. Dara zamanında Pers İmparatorluğu, Hint'ten Ege Denizi' ne, Kafkasya' dan Mısır' a değin uzanan uçsuz bucak­ sız toprakları alıyordu içine. Fetih yoluyla bir araya getirilmiş, uygarlıkları kadar çıkarları da birbirinden farklı halkların bir yığınıydı bu. Onların vergi diye ödedikleri altınların bir bölümü paraya dönüşürken, bir bölümü de şahların saray mahzenlerin­ de birikir dururdu. Pers soyluları, bu fetih, giderek bu sömürü politikasından yanaydılar. Fethedilen ülkelerde yönetici bir sosyal grup haline gelen imparatorluk görevlilerinin de bu poli­ tikanın sürmesinde çıkarları vardı. Yayılma politikasını, Akdeniz'in doğusunda, özellikle Feni­ ke' deki köleci ve tacir soylular da destekliyordu. Küçük Asya' daki bazı ticaret ve sanayi çevreleri de, Doğu pazarlarından sağladıkla­ rı yararlar adına, yakınlık duyuyorlardı bu politikaya. Fenike'nin, Lydia'run ve bir bölüm Küçük Asya sitesinin fethi, Persleri büyük bir deniz gücü haline getirmişti. Kartaca ile bağlaşıklık daha da güçlen­ diriyordu onu: Persler Batı'ya yürürlerse, Kartaca donanması, Bal-

239

kanlar' daki Yunan sitelerinin yardımına koşmasını engellemek için Sicilya'ya saldıracakh.

Perslerin Avrupa'ya akını, M.Ö. 513 yılında, 1. Dara Kara­ deniz'in kuzey kıyılarına boyun eğdirmek amacıyla İskitlere karşı sefere giriştiği zaman başladı. Ne var ki, boyun eğdireme­ di İskitlere. Birden ortaya çıkıp çıkıp saldıran, vuruşup hemen bozkırların derinliklerine dalan, çekilirken de kuyulara varınca­ ya değin her şeyi yakıp yıkan bu süvarilere karşı yapılabilecek bir şey yoktu aslında. Dara, anlaşma olanağını bulamadan geri döndü. Ancak, bu başarısızlığa karşın Persler, Çanakkale Boğa­ zı'nın (Hellespontos) iki kıyısındaki yerleri, Trakya'ya komşu bölgeleri, Bizans'ı ve Halkedon'u, yani Karadeniz'e açılan nok­ taları ele geçirdiler. Bu ise, Yunanistan' la Karadeniz' in kuzey kıyıları arasındaki ilişkileri kesmek demekti. Buralar, Yunanlı­ lardan çıkıp Fenikeli tacirlerin eline geçiyordu böylece. Persler, Küçük Asya kıyılarındaki birçok adayı da aldılar. Küçük Asya ile Kara Yunanistan'ı arasındaki ticaret yolları da kesilmişti.

İyonya başkaldırısı Persler, M.Ö. 500 yılında Kıta Yunanistaru'na doğru ilerle­ meye başladılar. Kyklades Takımadaları içinde en büyüğü olan, zengin ve verimli N aksos Adası' nı ele geçirmeyi denediler. Bu düşünceyi, düşmana sahlmış Miletos tiranı Aristagoras vermişti onlara. Sefer başarısızlıkla sonuçlanınca, Aristagoras da Pers­ lerle işbirliğini bozdu ve tuttu İyonya kentlerini ayaklandırdı (M.Ö. 499). İyonya halkı, Pers boyunduruğundan zaten bitkin­ di; Dara'nın İskitlere karşı seferi sırasında da İyonya denizcileri Tuna üzerine yapılmış köprüyü yıkıp böylece Pers ordusunu mahvetmeye bile kalkmışlardı. Ancak, başkaldıranlar, düşma­ nı kendi güçleriyle yenemeyeceklerini görerek, Kıta Yunanis­ taru' ndan yardım istediler. Böyle başladı Med Savaşları. Ne var ki, Yunan dünyasındaki parçalanış, daha baştan etkisini gösterdi. Argos' a karşı bir savaş hazırlığı içinde olan ve kendisin­ den daha gelişmiş olduğu için de İyonya'ya hiçbir yakınlık duymayan Sparta açıkça reddetti yardımı; Korynthos ve öteki

kentler de öyle yaptılar. Bir Atina, Perslerin deniz üstünlüğü kendi yaşamsal çıkarlarını tehdit ettiği için yirmi gemi gönder­ di; beş gemi de Miletos'la ticareti olan Eretria yolladı; yardımın zayıflığı, başka nedenlerin yanı sıra Asya ile ticareti sürdürmek amacıyla Perslerle her şeye karşın arayı açmamaktan kaynakla­ nıyordu. Başlarda, Sardes'i almak gibi bir başarı kazandılarsa da sonunda yalnız başlarına kaldılar. Persler, karada Efes önünde Yunanlıları yendiler (M.Ö. 498). Sonra denizde savaşı sürdürmek için Mısır' dan ve Feni­ kelilerden gemi istediler; Miletos'a yakın kıyılarda, Yunanlılar tam bir yenilgiye uğradı. (M.Ö. 494). Başkaldırının merkezi Miletos'u denizden ve karadan kuşatmak gerekiyordu; öyle yaptılar, kenti alıp yerle bir ettiler ve tüm halkını da köle olarak sattılar. Bizans'ı da yeniden fethettiler. Küçük Asya' da ticaret ve denizciliğin bütün kilit noktaları ellerindeydi artık. İyonya ise mutlak egemenlikleri altındaydı. MED SAVAŞLARI'NIN AŞAMALARI Atina ve Eretria'nın İyonlara yardım ettikleri oahanesiyle Persler, Kıta Yunanistanı'na karşı saldırıya geçtiler.

Birinci Med Savaşı İlk sefer, 1. Dara'nın damadı Mardonios'un başkanlığında M.Ö. 492 yılında başladı. Ordu karadan ve denizden ilerliyor­ du. Ne var ki, Pers donanması büyük bir fırtınada mahvoldu; kara ordusu ise ağır kayıplara uğradı. Mardonios daha fazla ilerleyemeyip dönmek zorunda kaldı. Bu ilk seferin yine de olumlu sonuçları vardı: Zengin Trakya kıyıları ele geçirilmiş ve yeni bir sefer için sıçrama noktaları hazırlanmıştı. Mardonios'un başarısızlığı Persleri yıldırmadı. Dara, Yuna­ nistan' daki bütün kentlere elçiler gönderdi, "toprak ve su" isti­ yordu. İçerde halkın başkaldırmasından korktukları bazı oligarşik yönetimli Yunan siteleri, aynca Tesalya, Boeotia, Aegina, Argos Perslerin üstünlüğünü tanıdılar. Açıkça ret yanıtı veren, yalnızca Atina ile Sparta oldu; Dara'run elçilerini de öldürdüler üstelik. Atina' da pleb kökenli Themistokles'in başını çektiği, tacirlerin ve zanaatkarların partisi, Atina'nın, ticaret yollarını ve pazarları,

241

giderek boğazları ele geçirerek iktisadi temelini genişletmeyi savun­ duğu için Perslere karşı girişken davranılmasından yanaydı. İstila üzerine yurdu Trakya'yı terk etmiş olan zengin ve soylu Miltiades de Perslere karşıydı; ancak, başını çektiği parti toprak sahiplerinin çıkarlarını temsil ettiğinden, sadece topraklarını düşünüyordu ve bir savunma savaşından yanaydı yalnız. Atina halkı içinse Pers istilası, demokrasinin, giderek bir uygarlığın yok olması demekti.

Onlar için ulusal bir savaştı bu. M.Ö. 490 yılında, ilk seferden -aşağı yukarı- on sekiz ay sonra Persler bir ikinci sefere giriştiler. Dara, hemen bütün kuzey Yunanistan elinde olduğundan, bu kez doğrudan doğ­ ruya deniz yoluyla Orta Yunanistan'a geçip fethini tamam­ lamak istiyordu. Kykladesler'e saldırıp önce Naksos'u, arka­ sından Eretria kentini ele geçirdiler ve Attika'nın doğusunda, Marathon Ovası'nın yakınında karaya çıktılar. Düşmanın ansı­ zın ortaya çıkışı, Atinalıları hazırlıksız yakaladı. Daha da kötü­ sü, Kleistenes rejiminin karşısında olan Sparta hemen yardıma koşma gereğini duymadı. Bir inanç yüzünden, dolunaydan önce savaşa katılamayacaklarını söylediler. Yalnızca Plataia kenti koştu yardıma. Atinalılar, köleler de dahil, tüm erkekleri bayrak altına çağırdılar. Önce, surların arkasına çekilmek niye­ tindeydiler; sonra Marathon' a yürüyüp düşmanın önüne çıkma kararını verdiler. Başlarında Miltiades bulunuyordu. Ayrıntılara girmeyelim. Marathon Ovası'nda, Atina'da oligarşik partinin kenti düş­ mana vererek iktidarı ele geçirmeye hazırlandığı bir zamanda, Atina demokrasisinin küçük ordusu, büyük Pers İmparatorlu­ ğu'nun o güçlü savaş makinesini kırıp parçaladı. Dara'nın evrensel imparatorluk planı da suya düştü böylece.

İkinci Med Savaşı Dara'nın Marathon'daki yenilgisinin büyük yankıları oldu imparatorlukta. Öldüğünde (M.Ö. 488) yerine oğullarından Kserkses geçti. Bu değişiklik -Doğu despotluklarında pek ola­ ğan- kanlı karışıklıklara yol açtı: Önce Mısır' da, sonra Babil' de. Bastırıldı. Kserkses, Avrupa' daki Yunanlıların inatçı ve korkunç hasımlar olduğunu da iyice anlamış bulunduğu için yeni bir 242

sefere özenle hazırlanıyordu. Kartaca ile antlaşma yaph; Yuna­ nistan' da bile ortaklar sağladı kendisine. Atina da büyük bir hazırlanış içindeydi bu arada. Milti­ ades, Marathon Savaşı'nın arkasından, Perslerle işbirliği yap­ mış adalara karşı hemen saldırıya geçilmesi konusunda ikna etmişti partisini. Başında bulunduğu bir donanmanın Paros Adası' na yaptığı sefer ise başarısızlıkla sona ermiş ve aldığı yaralardan kendisi de ölmüştü az sonra. Denizcilerin partisi­ nin başı Themistokles' e gelince, işadamı ve uzağı gören usta bir politikacı olarak, soylu ailelerin politikadaki etkisini silmek istiyordu. Atina'yı bir deniz gücü haline getirmek için kapsam­ lı bir plan hazırladı. Çiftçi Partisi'nin lideri Aristides'i sürgüne göndererek bu partinin direnişini kırdı. A ttika' daki güm üş madenlerine de dayanarak yetkin bir donanma kurdu, liman­ ları onartıp güçlendirdi. Atina, birinci sınıf bir deniz gücüydü artık. Bir başka önemli konu, düşmana karşı bütün Yunan site­ lerinin birleşmesiydi. Güç bir işti bu. İçlerinde yansız kalmak isteyen, hatta Persleri desteklemeye hazır olanlar vardı. Themis­ tokles'in yönettiği Atinalılar, birleşmenin en ateşli yandaşla­ rıydılar. Sparta'nın yönetici sınıfı, demokratik Atina'nın hasmı da olsa, birleşmeden yanaydı; çünkü denizden gelecek bir Pers istilasına karşı koyabilecek durumda değildi Spartalılar. M.Ö. 481 yılının sonlarında, Atina, Sparta, Aegina, Euboia ve öteki sitelerin temsilcileri bir araya gelerek, savunma amacıyla Hellen Birliği'ni kurdular. Ve deniz ve kara güçlerinin kumandasını da Sparta'ya ver­ diler. M.Ö. 480 yılının sonbaharında Persler, karadan ve deniz­ den saldırıya geçtiler. Herodotos'a bakılırsa, sayıları beş milyo­ nu aşıyormuş: Abartma elbette; yarısı akla yakın geliyor. Öyle de olsa o devir için büyük bir girişim. Savaşın başları Yunanlılar için talihsiz oldu. Leonidas'ın komutasındaki bir birlik, Thermopylai Geçidi'nde kahramanca savaştı ve bir hainin düşmana yol göstermesi sonucu -Leonidas da içinde olmak üzere- yok oldu. Tesalya' dan sonra Orta Yuna­ nistan da Perslerin eline geçti; Boeotia ve Attika acımasızca yakıldı ve yıkıldı. Atina da bunlar arasındaydı. Bu tehlikeli noktada Yunanlıları kurtaran donanma oldu. Salamis Deniz Savaşı'nda, Pers donanması ağır bir yenilgi­ ye uğradı ve çekildi. Aynı yılda, Sicilya' da Siracusa tiranı Gelon, 243

Perslerin bağlaşığı Kartacalıları yenilgiye uğrattı. Yunanlıları artık kesin karşı saldırıda görüyoruz: M.Ö. 479 yılında, başında Mardonios'un bulunduğu Pers ordusunu, Spartalı Pausanias'ın yönettiği Yunan ordusu Plataia'da yendi. Artabazos'un yöne­ timindeki Pers birlikleri, Makedonya ve Trakya yoluyla kaçıp gittiler. Bütün Kıta Yunanistanı kurtarılmıştı. Bunlar olurken, Yunan donanması Persleri Ege Denizi'n­ den kovuyordu. Aynı M.Ö. 479 yılının yazında, Mykale' de, Pers donanmasının geri kalanı da yok edildi. Bu zafer, Taşos, Samos, Lesbos ve Khios adalarını da Perslerden ayırıp Hellen Birliği'ne girmeye zorladı. Özetle, Salamis, Mykale ve Plataia savaşları birer dönüm noktaları oldular. Bu savaşlar şunu da kanıtladılar ki, özgür­ lük aşkı, siteler arasındaki ya da çeşitli sosyal katlar arasındaki uzlaşmazlıkları, tüm Yunan halkının ortak ülküleri adına ikinci plana atabilecek güçteydi. Med Savaşları bir süre sonra daha önemli bir sonuç doğurdu. DELOS BİRLİGİ Med Savaşları daha sonra Yunan siteleri arasında bir baş­ ka birliğe yol açtı; sınırları daha dardı bu birliğin ve Atina'nın koruyuculuğundaydı. Nasıl? Parlak Mykale zaferinden sonra bağlaşıkların donanması, Perslerin Avrupa'yla bağlarını kesmek için Çanakkale Boğa­ zı'na yöneldi. Ancak, Peloponnesos gemileri Atinalıları terk edip Yunanistan'a döndüler. Atinalılara gelince, onlar Kara­ deniz' den gelecek buğdaya ihtiyaçları olduğundan, denizdeki harekatı sürdürdüler. Adalardaki gemilerin de gelip katıldığı Atina donanması, Çanakkale Boğazı' nın en güçlü kalesi Ses­ tos' u kuşattı ve iki aylık bir uğraştan sonra Pers birliği teslim oldu. M.Ö. 478 yılında, bir yanda Küçük Asya kentleri ve ada­ lar, öte yanda Atina olmak üzere, Delos Birliği adıyla bir antlaş­ ma yaptılar aralarında. Neydi koşulları bu antlaşmanın? Deniz kentlerini, Perslere karşı savaşta belli sayıda asker ve gemi vermekle yükümlü tutan bir antlaşmaydı bu; kendi araçlarıyla gemi yapamayan küçük kentlerse, yıllık bir ödenti2-1-1

de bulunacaklardı. Delos Adası'nda, Apollon Tapınağı yanında ortak bir hazine kurulmuştu. Antlaşmayı yapanların kurulu orada toplandı. Birlik, geniş bir alanı kapsıyor, 200 kadar siteyi alıyordu içine. Atinalıları da kamçıladı bu, başarı üzerine başarı kazanıyor­ lardı. M.Ö. 470 yılında, Atinalı komutan Kimon, düşmanı Trak­ ya kıyılarından söküp attı. Perslere bağlı tüm Yunan kentleri Kimon'un yanına geçtiler. Yunanlılar Persleri, Pamphylia' da, Küçük Asya kıyılarının güneyinde, Eurymedon'un (Köprüçay) döküldüğü yerde de bozguna uğrattılar (M.Ö. 468). Ege Deni­ zi'ndeki bütün ada ve kıyıların ticaret yolları Yunan tacirlerinin elindeydi sonuçta. Pers topraklarına da girmek istediler Atina­ lılar. Ayrıca, Perslere karşı başkaldırmış olan Mısır' a yardım etmeye karar verip donanmalarının en iyi gemilerini yolladılar (M.Ö. 459). Ne var ki, sonuç başarısız oldu: Persler, Mısırlıların başkaldırısını kanla boğdular ve Atina donanmasını da olduğu gibi yok ettiler (M.Ö. 454). Beş yıl sonra ise, M.Ö. 449 yılında, Kimon komutasındaki bir başka Atina donanması, Perslere Kıbrıs yakınında rastladı; savaş, Atinalıların zaferiyle sonuç­ landı ve böylece Persler, Akdeniz'in doğusundan kesinlikle sökülüp atıldılar. Yunanlıların üstünlüğü tartışılmazdı ve Persler, M.Ö. 449 yılında bir barış antlaşması yapmak zorunda kaldılar. Kallias Barışı diye adlandırılır bu. Neydi Med Savaşları'nın sonucu? Küçük Asya' nın zengin bölgeleri, Ege Denizi ve Karadeniz Yunanlılara açılmış oldu. Bütün bu bölgelerde Doğulu tacirle­ rin yerini Yunan tacirleri alacaktı artık. Böylece, Yunanistan'ın iktisadi, siyasal ve kültürel gelişimi M.Ö. 5. yüzyılın ikinci yarı­ sında doruk noktasına ulaşacaktır.

245

BÖLÜM V ATİNA'NIN ÜSTÜNLÜGÜ

Med Savaşları'nın bitimi ile Peloponnesos Savaşı arasın­ daki kısa dönem, Yunan dünyasında demokratik hareketin -birkaç site dışında- büyük gelişmeler kaydettiği bir dönem­ dir. Ama bütün siteler içinde asıl Atina'dır o dünyanın yıldızı; yalnızca demokrasisiyle değil, iktisadi ve sosyal gönenci, ede­ biyah ve sanatıyla. Atina, giderek Yunan dehasının en parlak örnekleri o dönemde yarahldı. DEMOKRATİK HAREKETİN GELİŞMESİ

Zafer sonrası Yunan dünyası Med Savaşları, halk kitlelerinde büyük bir coşkunluğa yol açmışh. İşte çarpıcı bir örnek: Kserkses'in istilasından sonra Atina' da taş taş üstünde kalmamışh; kentin surlarını yapmak gerekiyordu başta; genç yaşlı tüm Atinalılar katıldılar çalışmaya ve bir ayda yükselttiler surları. Eskisinden daha yetkin olarak hem de. Med Savaşları dönemi, çoğu Yunan sitesinde siyasal mücadelelerin yoğunluk kazandığı bir dönem aynı zamanda. Savaş, köleci sınıfın çeşitli katları arasındaki çelişmeleri daha da arttırmıştı çünkü. Attika' da böyleydi, Boeotia' da böyleydi, Sparta ile Peloponnesos'un öteki sitelerinde ve bazı Yunan kolonilerinde böyle. Boeotia' da, doğuştan soyluların iktidarının yerine bu sınıfa girmeyen toprak sahiplerinin ve zengin hayvan yetiştiricileri­ nin iktidarı geçti. Hükümet darbesini, Perslerle işbirliği yapmış soylulara karşı tüm Yunan birliklerinin başında Spartalı Pausa­ nias' ın giriştiği bir cezalandırma hareketi daha da hızlandırdı. Pausanias, Thebai'yi kuşatarak işbirlikçi soyluların kendisine teslim edilmesini istedi ve teslim edilenleri öldürttü. Bunun gibi, Pausanias' ın kendisi de Sparta' da egemen sınıf içinde, ephorosların temsil ettiği tutucu partiye karşı çıkan 247

muhalefetin başına geçti. Muhalefet, ephorosların üstünlüğü­ ne son vermek, Sparta'nın Yunan dünyasında hegemonyasını kurmak amacıyla saldırgan bir dış politika izlemek -bir bölüm perioikos ve eilotesleri de katarak- yurttaşlık haklarından yararlanan yurttaş sayısını arttırmak istiyordu. Pausanias, Perslere güveniyordu bunu gerçekleştirmek için. Ephoroslar, bu faaliyete son verdiler; Pausanias, Perslere bağlılıkla suçlandı ve ölüme mahkum edildi. Çok geçmedi, arkasından -M.Ö. 464 yılına doğru- eilotesler başkaldırdılar. Lakonia'nın sınırındaki Argos'ta, demokratik hareket, Med Savaşları'ndan sonra demokratların iktidara gelmesiyle sonuç­ landı. Bu gelişme, Yunan kolonilerine de yayıldı: Sicilya' da Siracusa sitesinde, M.Ö. 460 yılına doğru tiranlar iktidardan düştü ve elli yıldan fazla sürecek demokratik bir rejim kurul­ du. Karadeniz' de, Herakleia ile öteki kıyı kentlerinde soyluların yönetimi yıkıldı ve yerine demokratik hükümet geçti.

Atina 'da siyasal mücadele M.Ö. 460-470 yıllarından başlayarak, Atina' da da demokra­ tik hareket büyük bir yoğunluk kazanıyor. O yıllarda, çatışan iki grup ya da parti görüyoruz köleci sınıfın içinde: Tutucu Çiftçi Partisi ile denizci Demokrat Parti. Aslında daha Salamis Savaşı'ndan önce çatışmaya başlamış­ tı bu iki parti. O sıralarda konu, savaşın nasıl yönetileceği üstü­ neydi ve mücadele Demokrat Parti'nin tezi üstüne gelişmişti. Med Savaşları'ndan sonra ise konu değişiktir. Tutucu Çiftçi Partisi'nin yöneticileri, soylu kökenden gelen büyük toprak sahipleriydi; köylülerle küçük mülkiyet sahipleri de çoğunluktaydı partide. Med Savaşları tarım kesimini altüst etmişti. Denizci Demokrat Parti'nin savaş zamanı için geçerli ve tutarlı tezi, arhk çekici gelmiyordu bu kesim için. Kitleler, eski döneme, "atadan kalma adetler"e, yani buğdayın zenginlik ölçüsü sayıldığı Solon Dev­ ri' ne dönülmesini istiyordu. En yetkin örnek de Sparta rejimiydi bu parti için. Demokrat Parti'yi ise tacirler, ihracatçılar, armatörler, tersane sahipleri, işletmeciler yönetiyordu. Partinin tabanını ise zanaatkarlar, yoksul kentlilerle deniz taşımaalığında çalışan ve çoğu Pire' de otu-

248

ran kişiler, yani tayfalar, kürekçiler, hamallar, gemi ustaları, liman memurları, hasımların "deniz haytaları" dedikleri kimseler oluştu­ ruyordu.

Ne istiyordu Demokrat Parti? İki sloganı vardı Demokrat Parti'nin: İsonomia ve İsegoria. Birincisi malların yönetimi, miras gibi medeni haklarda eşitli­ ği; öteki, eşit oy hakkı gibi, siyasal haklarda eşitliği dile geti­ riyordu. Bunun gibi demokratların dış politikası saldırgandı; ticaret ve sanayinin gelişimi, yeni mahreçleri gerektiriyordu. Bu dönem, Sparta ile Atina arasında düşmanlığın arttığı ve her ikisinin de Yunanistan' da hegemonya mücadelesine hazır­ landıkları bir dönemdir. Demokratlar, Sparta'nın çevresinde toplanmış aristokratlar birliğine karşı öteki siteleri birleştirme girişimindeydiler. Her iki parti arasındaki bu çekişme, M.Ö. 480-431 yılları arasında şiddetini arttıracaktır. Demokrat Parti'nin başı Themistokles, M.Ö. 490 yılı ile 470'li yılların sonuna değin Atina' da büyük bir rol oynadı. Yönettiği yeni işadamları için kişiliği bile ilginçti: Soylulardan gelmediği gibi, yüksek bir eğitimden de geçmemişti; ne elde etmişse kendi yeteneğiyle elde etmişti. Themistokles' in hasmı, Çiftçi Partisi' nin başı Kimon ise, Atina soylularındandı. Marathon'un galibi Miltiades'in oğluy­ du; ana yönünden de Trakya Kralı Oloros'un torunuydu. Aristi­ des'ten sonra politikaya atılmıştı. Zengin soylu, demokrasi düş­ manı ve Sparta hayranı olan bu adam, yalnızca hareketleriyle değil, sapık birtakım yollarla, halk kitleleri nezdinde büyük bir ün kazandı. Özetle, büyük bir politika adamı ve üstün bir komutan oldu. M.Ö. 470 yılına doğru, tutucu Çiftçi Partisi ağır basmaya başladı ve Demokratların başı Themistokles'i bile sürgüne yol­ layabildi (M.Ö. 471 ). Sürgüne gönderildikten sonra da yakasını bırakmadı düşmanları; Pers yanlısı olmakla suçlandı ve Ati­ na mahkemesi de kanun dışıdır, diye karar verdi hakkında. Themistokles İran' a gitti ve birkaç yıl sonra da orada öldü. Resmi planda Atina'daki rejimde hiçbir değişiklik olmamış­ tı; ancak, Areopagos'un önemi hayli artmıştı. Bu eski kurumun, Halk Meclisi'nin aldığı kararları kanunlara aykırı görüyorsa veto etme hakkı vardı; yurttaşların haklarına göz kulak oluyor, 249

görevlilerin hizmet kusurundan doğan eylemlerini yargılıyor­ du. M.Ö. 460'lı yıllarda Atina' da başlıca rol, Kimon' dadır. Eury­ medon Savaşı'nda da Yunanlılara komuta eden oydu. Ne var ki, 60'lı yılların sonuna doğru, Demokrat Parti ağır­ lığını yeniden koyar ortaya; öylesine ki, Kimon' un yandaşları alanı terk etmek zorunda kalırlar. Kimon'un düşürülüşünün doğrudan nedeni de M.Ö. 464 yılında, Spartalılara başkaldırmış olan eiloteslere karşı kullanılmak üzere, Sparta'ya destekleme birlikleri gönderilmesi için Ekklesia'ya yaphğı öneri oldu. Halk Meclisi'nin muhalefetine karşın Messenia'ya bir birlik yollan­ dı. Ne var ki, bu haberden Spartalılar hiç de hoşnut olmadılar ve kendilerine yardım edecek yerde eiloteslerden yana çıkarlar korkusuyla, Atina' dan gelen birliği gerisin geriye yolladılar. Olay, tiksintiyle karşılandı Atina' da. Strategos Kimon görevinden alındı ve sonra da sürgüne yol­ landı.

Eftaltes 'in reformları 60'lı yılların sonlarına doğru en köktenci demokratlar geldi iktidara. İçlerinde başrol de "deniz haytaları" nın şefi Efialtes' e düşüyordu. Kimdi bu adam? Tarihte, yaphkları gerektiği gibi değerlendirilemeyenler­ den biri de odur. Yurttaşlarından hiçbiri bu "aşırı" demokrahn yaşamı hakkında bir bilgi vermediğinden pek az şey biliyoruz hakkında. Varını yoğunu yitirmiş aristokrat bir aileden gelen Efialtes, Aristoteles'in deyimiyle, "yurduna bağlı olduğu kadar namuslu"ydu. Servet durumu bakımından aşağı tabakalara yakın olan Efialtes, yoksulların dostuydu; öylesine ki, tüm yoksullar ken­ dilerinden yana, "halkın savunucusu" olarak görürlerdi onu. Efialtes'in gözünde de halk, yurttaşların en alt katları olarak halk, sitenin asıl sahibiydi. Demokrasi düşmanları ise nefret ederlerdi ondan; Platon'un deyimiyle, "özgürlük şarabıyla dolu kadehi son damlasına kadar halka içirip sarhoş etmekle" suçlar­ lardı onu. Efialtes, zimmetine para geçirenlerle, kamu gelirlerini har vurup harman savuranlarla acımasızca mücadele etti. M.Ö. 462 yılında, para yiyen ve yolsuzluk yapan yığınla görevlinin aleyhine davalar açh. Areopagos üyelerinin bile gözünün yaşı250

na bakmadı ve kamuoyunu bu kurumun yeniden örgütlenmesi doğrultusunda hazırladı. Efialtes'in yönlendirdiği Halk Meclisi, Ekklesia' nın kabul ettiği kanunları reddetmek hakkını aldı Are­ opagos' un elinden. Aynca Areopagos, rüşvet suçunu cezalan­ dırma yetkisini de yitirdi. Bütün bu işlere, Beşyüzler Kurulu ve Heliaia bakacakh arhk. Böylece, hangi sıradan olursa olsun tüm devlet görevlilerinin eylemleri halkın denetimine giriyordu. Areopagos'un elinde kala kala adam öldürme suçları ile dinsel suçları yargılama yetkisi kalıyordu. Yine bu dönemdedir ki Heliaia, anayasayı koruma yetki­ siyle donahldı. Halk Meclisi'ne sunulan herhangi bir önerinin kanuna aykırı olduğunu, yeminle, herkes ileri sürebilirdi. Dava, Heliaia'nın önüne gelirdi sonra. Mahkeme, iddiada bulunanı haklı görmüşse, kanun tasarısını kaleme alanlar para cezasına çarphrılır ve olağanüstü durumda ise ölüme mahkum edilirdi. İddia dayanaksız ise, onu ileri sürenler para cezasına çarphrılıyordu.

Grafe paranomos diye adlandırılıyordu bu kanun. Ve bu kanun sayesindedir ki, demokrasi düşmanlarının anayasayı ihlal etmeleri önlenmiş oldu. Adli koruma, anayasa­ ya kararlılık sağlamışh. Efialtes' in reformları, demokratik hareketin açılıp serpilme­ sine büyük katkılarda bulundu. Halk Meclisi daha sık toplantı­ ya çağrılıyordu; Beşyüzler Kurulu'nun faaliyeti ise bir kat daha arth. Efialtes, büyük sosyal reformlar da tasarlıyordu kuşkusuz. Ne var ki, zaman bulamadı onları gerçekleştirmeye. Soylular nefret ediyorlardı kendisinden. M.Ö. 461 yılında bir gece alçak­ çasına öldürüldü. Katilleri de bulunamadı. Kimlerdi acaba? Ya siyasal hasımlarıydı ya da onların uşakları olsa olsa. PERİKLES ÇAGI

Atina Deniz imparatorluğu Efialtes'in öldürülmesinden sonra da Demokrat Parti ikti­ darda kaldı. Başında, Efialtes' in çömezi ve çalışma arkadaşı Perikles vardı. Atina Cumhuriyeti'nin, bir deniz imparatorluğu 251

olmak ve Yunan dünyasının hegemonyasını sağlamak ama­ cıyla, başta Peloponnesos Birliği olmak üzere öteki sitelere ve Perslere karşı aralıksız yürüttüğü savaşlarla dolu bir dönemdir bu. Efialtes' in ölümünden sonra da Atina demokrasinin temel dayanağı, halkın aşağı tabakaları değil, geçimi yerinde olan orta tabakaların temsilcileri olacaktır artık. Başta Atina ile Korynthos arasında bir ticaret yarışması görüyoruz. Atinalılar, Korynthos' a batıdaki deniz yollarını açan Korynthos Körfezi kıyılarına gelip yerleştiler. Ayrıca, M.Ö. 460 yılında Peloponnesos Birliği'nden çıkıp Atina'nın yanına geçen Megara'ya bir askeri birlik getirip yerleştirdiler. Atina Birliği, Korynthos'u kuzeyden tehdit etmeye başladı. Korynthoslular Atinalılarla başa çıkamayınca, Sparta müca­ deleye karıştı. Spartalılar, Tanagra' da (Boeotia) Atinalıları yen­ diler (M.Ö. 457); Atinalılar da Myronides'in komutasında Boeotialıları yendiler ve hemen tüm Boeotia'yı işgal ettikleri gibi, Lokris'i ve Phokis'i aldılar. Tolmides komutasındaki Ati­ na donanması, Peloponnesos' a geçip kıyı bölgelerine saldırdı ve Sikyon'u kuşattı. Arkadan Perikles, Korynthos Körfezi'ne bir deniz seferi düzenledi. Sonuçta, körfez ve -hemen hemen­ bütün Orta Yunanistan Atina'nın denetimine girdi. Tesalya da katıldı kendisine. Aynı yıllar içinde (M.Ö. 461-454) Atina, Perslere karşı baş­ kaldırmış olan Mısır' ın yardımına koştu: Başkaldıranların şefi Libyalı İnharos'un isteği üzerine Atinalılar 200 gemi gönderdiler Mısır' a. Ayaklananların da yardımıyla Memfis kuşatıldı. Ne var ki, felaketle bitti sefer; bütün gemiler ve 35 bin insan telef oldu. Bu yenilgiden sonra Atinalılar, Peloponnesos Birliği ile -beş yıl­ lığına- bir ateşkes imzaladılar. M.Ö. 448 yılında çatışmalar yine başladı ve Atina'nın aley­ hine gelişti. Atinalılar, Peloponnesos Birliği ile yeniden, bu kez otuz yıllığına bir barış antlaşması yaptılar (M.Ö. 445). Bu "30 Yıl Ant­ laşması" na göre, taraflar savaş öncesindeki topraklarını koru­ yacaklar, başka birliklere girmeyecekler, üyelerden biri yönetici devlete karşı başkaldırdığında desteklenmeyecekti. Atina, Pelo­ ponnesos' taki ve Megara'daki fetihlerinden de vazgeçiyordu. Yunanistan' da üstünlük için giriştiği savaştan Atina yenil­ giyle çıkıyordu böylece. Nedeni, Mısır felaketiydi bunun; bir de güçlerini olduğundan fazla görerek, Atinalıların aynı anda 252

birden fazla hasımla karşı karşıya gelmiş olmalarıydı. Başar­ dıkları tek şey, Perslerle M.Ö. 449 yılında yaptıkları Kallias Barış Antlaşması'ydı ki, Perslere Ege Denizi'nde dolaşmayı yasaklıyordu. Atina'mn Delos Birliği içindeki bağlaşıklarıyla ilişkileri de baştaki gibi gitmiyordu. Bu, birbirine eşit ülkeler arasındaki bir konfederasyon olmaktan çıkmıştı artık; egemen bir güçle tabile­ ri arasındaki bir ilişkiye dönüştü giderek. Naksos ve Tasos gibi bazı bağlaşıkların -M.Ö. 460 yılına doğru- birlikten ayrılma girişimleri zorla engellendi. Atina, bağlaşıkların ödentilerin­ den oluşan tüm kaynakları kendisi için kullanıyordu. M.Ö. 454 yılında federal hazine, Delos'tan Atina'ya götürüldü. Atina, yaphğı savaşlarda destekleme birlikleri de istiyordu üyelerden. Ayrıca, içişlerine de karışıyordu: Bu amaçla, birlik topraklarım tutup beş idare bölgesine ayırdı ve başlarına da kendi yöneti­ cilerini (episkopos) geçirdi. Birlik ülkelerine Attika'lı yurttaşlar yollandı. Oralarda kurdukları, hem tarımsal, hem askeri nitelik taşıyan kolonilerdi. Her koloni (klerukhia) askerlik hizmetiyle yükümlü tutuldu; her biri, bağlaşıkları itaat altında tutmaya hizmet eden askeri birliklerdi aslında. Böylece, Delos Birliği bağımsız ve birbirine eşit ülkelerin çıkar gözetmeyen gönüllü niteliğini yitirmiş, bir Atina imparatorluğuna dönüşmüştü; bir­ liğin üyeleri de Atina'mn uyruklarıydı. Çiftçi Partisi ile Demokrat Parti arasındaki mücadele ne oldu bu arada? 60'lı yılların sonuna doğru, demokratların iktidara gelme­ sinden sonra demokratların yararına daha da kızıştı mücade­ le. Muhalefetin başını önce Kimon temsil ediyordu. Ne var ki, Kimon M.Ö. 445'e doğru sürgünden döndükten sonra öldü. Yerine Thukydides geçti ise de birkaç yıl sonra o da sürgü­ ne yollandı. O tarihlerden sonra ise, ta M.Ö. 430 yılına değin, Demokrat Parti iktidarda kaldı. Başta Perikles' i ve onun hükümetini görüyoruz.

Perikles yönetimi Xanthippos'un oğlu ve zengin soylu bir aileden gelen Perikles, ana yönünden de Kleistenes'in uzaktan yeğeniy­ di. Dostları arasında bilginler, şairler, armatörler görüyoruz: Görüşü materyalizmle yakından ilişkili Anaksagoras, Sokrates, 253

tragedya şairi Sophokles, o sırada Atina' da yaşayan "tarihin babası" Herodotos, heykelhraş Phidias ve ötekiler. Perikles'in, Halk Meclisi önünde büyük bir etkisi vardı. O devir için pek revaçta olan tarhşma sanahnda eşi olmayan bir hatipti. Seferde yığınla birliğe komuta ediyordu. Kimon ayarında olmasa da iyi bir komutan olarak görülüyordu. "Karakterinin yüceliği, görüşlerinin derinliği, sonuna değin çıkar gözetmeyen tavrı ile, Perikles' in tarhşılmaz bir üstünlüğü vardı Atina' da. Kitleleri yönetirken de özgür kalabiliyordu . . . Tek kelimeyle, demokrasi, adıyla devam ediyordu; ne var ki o, bir numaralı yurttaşın hükümetiydi gerçekte." Tarihçi Thukydides, öyle bahsediyor ondan. Özel yaşamında ilerici ve önyargısızdı. Miletos kökenli ve söylendiğine göre eski bir fahişe (hetaire) olan Aspasya ile evlenmişti. Güzel, zeki ve bilgili bir kadındı Aspas­ ya. Siyasal yaşamın dalgalanmaları arasında, zamanın en aydın insanlarını çevresine toplamayı bildi. Perikles'in ünlü dostları onun­ la konuşmaktan haz duyarlardı. Mükemmel bir eş, gerçek bir dost ve bir devlet adamı için gerçek bir danışmandı.

Perikles, Demokrat Parti'nin sol ucunda değil, ortada idi. Toplumun orta katlarının çıkarlarını savunuyordu: Hali vakti yerinde tacirlerin, dükkancıların, zanaatkarların; topraklarında yoğun tarım yapan öncü mülk sahiplerinin; Perslerin yağmala­ dıkları topraklarını, pazar ihtiyaçlarına uymak için eski haline getiren ve dış ticarete yakınlık duyan köylülerin çıkarlarını. Köleci sınıfın birliğini korumak için, Perikles ve çevresi, toplumun aşağı katlarının maddesel ve siyasal istemlerine, dev­ let hesabına -bir ölçüde de olsa- yanıt vermeye çalışıyorlardı. Seçimden gelen görevlerin kullanılmasında, gündelik ödenen ücret usulü Perikles'ten bilinir. M.Ö. 457 yılında bir zengin ilk kez arkhon seçildi; arkasından thetlerin yüklendiği çeşitli görev­ ler oldu. Başka bir deyişle, ücret usulü, varlıkları olmayan sınıf­ lara seçilebilme olanaklarını verdi. Bunun gibi, askerler, tayfalar ve subaylar için ücret kondu: Örneğin, bir kürekçi günde bir drahmi, subaylar iki ya da üç drahmi alıyorlardı. Yurttaşlara tiyatroda yer sahn alabilmele­ ri için para ödeniyordu; ancak, onlar bu parayı istedikleri gibi kullanabiliyorlardı. Bedava ekmek dağıhldığı da oluyordu. 254

Perikles zamanında, topraksız yurttaşlara, Attika dışında, özel­ likle deniz imparatorluğuna giren ülkelerde geniş ölçüde toprak dağıhldığını görüyoruz. Topraksız yurttaşların sayısını azaltan bu kolonilerin aynı zamanda stratejik ve ticari bir önemi de var­ dı. On binden fazla ailenin kleros olduğunu biliyoruz. Perikles, aynı zamanda devletle ilgili bayındırlık çalışmala­ rında da bulundu. İşsizlere ve yoksullara iş olanağı sağlıyordu bunlar. Atina'nın köleci demokrasisi en yetkin biçimini aldı bu dönemde: Asıl iktidar Halk Meclisi' nindi arhk ve onun yetkisi çok geniş alanlara ve sorunlara yayılıyordu; Halk Meclisi, sitey­ le ilgili tüm sorunları incelemekte ve çözmekteydi. Bunu ilerde inceleyeceğiz. M.Ö. 5. yüzyılın ortalarında Atina, Yunan dünyasının kül­ tür merkezi oldu aynı zamanda; "Perikles devri, Yunan geliş­ mesinin doruk noktasıdır," denir ki, doğrudur. Tüm öteki Yunan sitelerinin bilginleri, şairleri ve sanatçıla­ rı Atina'ya geliyorlardı: İyonya' da Klazomenaili filozof Anak­ sagoras, Trakya' da Abderalı Sofist filozof Protagoras, Sicilyalı Sofist Gorgias böyleydi. Bütün Yunan dünyasını gezip görmüş olan, ilkçağın büyük materyalist filozofu Demokritos, Atina' da yaşadı. "Tarihin babası" Halikarnassoslu Herodotos, Atina' da yurttaşlık haklarından yararlandı. Boeotialı şair Pindaros ile heykeltıraş Myron, uzun yıllar yaşadılar orada; Phidias, Sok­ rates, Aiskhylos, Sophokles, Euripides, Aristophanes, ünlü tarihçi Thukydides, Yunan kültürünün bu büyük temsilcileri Atina' da doğmuşlardı. Özetle Atina, sanat eserleri, yapıları ve -yılda 60' a yakın­ bayramlarıyla Yunan sitelerinin en güzellerinden, en canlıların­ dan biri oldu. Kim sağlıyordu bu görkemin giderlerini? Atina'nın bağlaşıkları! Onların hoşnutsuzluğunun kaynaklarından biri de buydu.

Atina 'nın yayılma siyaseti Yunan demokrasisi, özgürleştirme amacını izlemek şöy­ le dursun, tersine, genişlemeyi, yeni köleleri, yeni bağlaşıkları sömürmeyi amaçlıyordu. Atina, gelirlerini gümrüklerden, limanlardan, pazarlardan, adli işlerden, ticaretten, köle ticaretinden ve metoikoslardan 255

aldığı vergilerden, kamu mülklerinden sağlıyordu. Sitenin bazı ihtiyaçları pek zenginlerin katkılarıyla (leitourgia) karşılanıyor­ du. Çeşitleri vardı bunun: Örneğin, bir gemi donatma yüküm­ lülüğü (trierarkhos); tiyatro temsilleri için bir koro sağlayıp ödemek için alınan bir para (khoregia) vb. Zorunlu durumlarda, Halk Meclisi, eisphora adı verilen, varlığı iki bin drahmiyi aşan yurttaşları hedef tutan özel bir vergi koyardı. Bununla beraber, bütçe gelirleri (yıllık 400 talente yakın) Cumhuriyet'in artan giderlerini karşılamaya yetmiyordu. Dengeyi sağlamak için, Federal Hazine (yıllık 600 talente yakın) ile Atina Hazinesi kesin olarak birleştirildi; Atina da kendi halkı için ve istediği gibi kul­ landı bu ortak gelirleri. Perikles zamanında, Atina'nın dış politikasındaki saldır­ ganlık biraz hafifledi ise de yeni kanlı bir savaşa yol açan emperyalist niteliğini korudu. Perikles'in "barışçı saldırısı" şu amaçları taşıyordu: 1 ) Atina deniz gticünü diplomatik yolla yayarak genişletmek. 2) Yunan dünyasının doğusunda ve batı­ sında (Karadeniz, İtalya, Sicilya) antlaşmalarla etkisini güçlen­ dirmek. Bu politikanın amacı, Atina'nın ticari ve askeri gücünü sağlamlaştırmak değildi yalnızca; Yunan dünyası üzerindeki üstünlüğünü güvenceye bağlamaktı aynı zamanda. Böylece, Perslerle barış antlaşmasından sonra önemli yerle­ re klerukhiai (klerukhia sakinleri) yerleştirildi; itiraz edip başkal­ dıranlar olduysa da bastırıldı. Perikles'in, Atina'nın egemenliğini Yunan dünyası üze­ rinde yerleştirme eğilimi, "panhellenik" bir politikada ifade­ sini buldu; tüm Yunan ülkelerini bir kongrede birleştirmeyi denedi. Bu kongrede şu sorunlar çözüme bağlanacaktı: 1 ) Med Savaşları sırasında hasar görmüş bütün Yunan tapınak­ larını, belli bir plana göre onarıp eski durumlarına getirmek için bir Hellas Hazinesi yaratmak. 2) Korsanlığa karşı müca­ dele. 3) Yunan siteleri arasında barışın korunması. Ne var ki, Sparta'nın karşı çıkması sonucu toplanamadı bu kongre. Bir süre sonra, Perikles, Eleusis kültünün genel olmasını ve bütün Yunan sitelerinde, hasadın ilk ürünlerinin Eleusis tanrıları Demeter ile Kore'ye sunulmasını önerdi. Tüm Yunan siteleri, Atina tanrılarının üstünlüğünü tanımış olacaklardı böylece. Hiçbiri kabul etmedi bu öneriyi. Atina'nın, Hellas'ın dinsel yaşamında üstünlüğünü sağlayarak siyasal etkisini güçlendir­ me girişimleri boşa çıktı sonuçta. 256

Böylece, "Perikles Çağı"nda Atina, tüm Yunan dünyasına siya­ sal hegemonyasını kabul ettirmekte güçsüz kaldı; ancak, iktisadi önemi doruk noktasına ulaştı. Denizlerin sahibi Atina, Yunan dün­ yasının ticaret merkezi oldu ve Pire de en zengin limanı. Oldu, ama az sonra da gürültü koptu . . .

257

BÖLÜM VI YUNAN DÜNYASINDAKİ BUNALIM

Atina'nın gönenci, giderek üstünlüğü M.Ö. 433 yılına değin sürdü. Attika'nın duru göğünde, yaklaşan bir fırhnanın kara bulutları koyulaşıyordu. Perikles, zekasıyla farkındaydı bunun ve aldanmadı. Bir kıvılcım, hemen bütün Yunan dünyasını tutuşturmaya yetti. Peloponnesos Savaşı diye anılır bu yangın. Sitelerdeki siyasal ve sosyal çelişmeleri biraz daha derinleştiren bu savaş, Yunan dünyasını büyük bir bunalıma sürükledi. Gerçekten, M.Ö. 4. yüzyılın ilk yarısı üstünlük girişimleriyle dolu, giderek Yunan dünyasını biraz daha bölüp parçalayan tam bir bunalım dönemidir. Makedonya fethi, böyle bir ortamda gerçekleşecektir. PELOPONNESOS SAVAŞI Peloponnesos Savaşı deyince, Atina Deniz İmparatorluğu ile Peloponnesos Birliği arasında ortaya çıkan ve işin içine Makedonya, Trakya ve Pers devletlerini de karışhran yirmi yedi yıllık savaş (M.Ö. 431-404) akla gelir. Önce, neydi nedenleri bu savaşın? Hangi aşamalardan geçti ve ne sonuca vardı?

Peloponnesos Savaşı 'nın nedenleri Peloponnesos Savaşı'nın, ayrı ayrı her sitenin olduğu gibi, bütün Yunan dünyası için de derin siyasal ve iktisadi nedenleri vardır. Neler örneğin? Başta, Atina ile Sparta arasındaki hegemonya çekişme­ si geliyor. Sparta, Atina'mn başarılarım çekemiyordu; Atina, hegemonyasını yalnızca denizlere değil, Kıta Yunanistam'na da yaymaya kalkınca daha da arttı bu. Orta Yunanistan için rekabet ilk çalışmayı doğurmuş idiyse de Otuz Yıl Barışı ya da Perikles Barışı ile sonuçlanmışh; Atinalılar, bununla hegemonyalarını 259

kıtaya yaymaktan vazgeçiyor ve her iki birlik de karşılıklı ola­ rak eski sınırlarını tanıyorlardı. Ne var ki bu uzlaşma, her yerde birbirlerine karşıt siyasal rejimleri tutan devletler arasındaki vahim bir uzlaşmazlığı çözecek cinsten değildi. Gerçekten Ati­ na, demokrat rejimleri desteklerken, Sparta aristokrat, giderek gerici rejimleri tutuyordu hep. Her ikisi de birbirinin kuyusunu kazıyor ve siyasal çelişmeleri körükleyip duruyorlardı. Atina ile Sparta arasındaki mücadele, Atina'run, Peloponnesos Birliği'nden olan Korynthos ve Megara ile olan ticari rekabeti daha da içinden çıkılmaz duruma getirdi. Atina, etki alanı­ nı Balkan Yarımadası'nın batı kıyısına, İtalya ve Sicilya yolu üzerindeki kentlere doğru genişletmeye kalkınca, amansız düşmanı Korynthos oldu. Batı ile ticaret, Med Savaşları'ndan sonra büyük bir önem kazandığından, Batı pazarları için müca­ dele kızışmıştı. Atina'nın Peloponnesos Birliği'ne karşı savaşını belirleyen neden, Atina ile Korynthos ve Megara arasındaki ticaret yarışması oldu böylece. Savaş kaçınılmazdı; iş, bahaneye kalmıştı yalnızca. Atina, Adriyatik kıyısındaki zengin bir ticaret kenti olan Epi­ damos için, Korfu ile Korynthos arasındaki mücadeleye karışarak Korfu'yu tutup Korynthoslulara karşı da bir donanma gönderince, bu desteğin sonucu, -zenginliği ve donanmasıyla ünlü- Korfu da Atina Deniz İmparatorluğu'na kahldı. Atina ile Korynthos arasındaki rekabet daha da arth bundan. İkinci bahane de Korynthos'la ilgiliydi yine: Korynthos'un Halkidikia Yarımadası'ndaki kolonisi Potidaia, Atina Deniz İmparatorluğu'na girmek zorunda kaldı. Atina, Poti­ daia'yı yitirmek korkusuyla, Korynthoslu görevlilerin geri çekilme­ sini ve kenti deniz yönünden koruyan surların yıkılmasını istiyordu. Korynthoslulardan cesaret bulan Potidaia, buna yanıt olarak konfe­ derasyondan ayrıldı. Atina'run Halkidikia' daki öteki bağlaşıkları bu örneği izlediler ve başkaldırdılar. Atinalılar, pek önemli kara ve deniz güçlerini harekete geçirdiler. Savaşın üçüncü bahanesi ise, Atina Halk Meclisi'nin, Korynthos'un bağlaşığı Megaralılara, konfederasyona dahil limanlarda ticaret yapmalarını yasaklayan kararı oldu. Megara ticaretine korkunç bir darbeydi bu.

Sparta, bağlaşıklarının yakınması üzerine, Atina'nın kara­ rından vazgeçmesini istedi ve Peloponnesos Birliği'ne dahil sitelerin temsilcilerini toplantıya çağırdı. 260

Toplanhdan çıkan karar, savaştı. Atina' da o sıralar starej ve bir numaralı devlet adamı olan Perikles de savaştan yanaydı. Kişisel nedenlerin dışında başta şu nedenle ki, onun Atina demokrasisinde çıkarlarını savundu­ ğu tacir ve zanaatkar kesim, Korynthos ve Megara'nın rekabe­ tinin ortadan kaldırılmasını, ticaret ve zanaatın geliştirilmesini, yani savaşı istiyorlardı. O yüzdendir ki, Sparta'nın ültimatomu­ nu getiren elçi dinlenmedi bile; Attika'yı terk ederken şunları söyledi o da: "Bugün, Yunanlılar için büyük felaketlerin kayna­ ğı olacak." Dediği de oldu gerçekten!

Savaşın ilk aşaması Savaşın on yıl sürecek ilk aşaması (M.Ö. 431 -421 ) Arkhidamos Savaşı diye anılır. Sparta kralının adından geliyor bu ad. Atina'run bağlaşığı Plataia kentine, Boeotia Konfederasyo­ nu'nun saldırısıyla başladı savaş. Düşman, soyluların kapıları­ nı kendilerine açhğı kenti ele geçirdi; arkasından da Attika'yı yakıp yıkarak ve yağmalayarak ilerledi. Perikles, planını deniz­ deki üstünlüğüne güvenerek yapmışh: Karada savaşılmaya­ cak, denizden yenilecekti düşman. Tarım kesiminin çıkarlarını gözden çıkarmışh açıkça. Önerisi üzerine köylüler kente alındı; hayvanlar da adalara yollandı. Denizlere egemen donanmanın bir bölümü, Peloponnesos kıyılarını yakıp yıkar ve Korynthos ticaretini felce uğratırken; bir bölümü de Halkidikia' da Poti­ daia'yı kuşatıyordu. Üstünlük, bir süre için gerçekten de Atinalılarda oldu. Ne var ki, Atina'da günden güne kötüye gidiyordu durum: İnsan insan üstüneydi ve kırsal kesimin çıkarlarını bir yana atmanın hiç de yerinde bir iş olmadığı kendini belli ediyordu giderek. Akropol'ün tepesinden, doğduğu toprak­ ların yakılıp yıkılmasını gören halk, özellikle köylüler savaşı çıkaranlara karşı diş bilemeye başlamışlardı. Ancak Perikles, planına bağlı kalarak soğukkanlılık öneriyor ve Atinalıların saldırıya geçmelerini engelliyordu sürekli. O sıralar Mısır' dan gelen bir veba salgını tuz biber ekti her şeye. Halkta hoşnut­ suzluk gitgide artıyordu; köylüler, çatışmaların durdurul­ masını isteyenleri tutuyorlardı açıkça. Perikles'e çevriliyordu bütün gözler. O sorumlu tutuluyordu tüm felaketlerden; say261

gınlığını da yitiriyordu giderek. On beş yıldan beri yürüttüğü strategosluğa M.Ö. 430 yılındaki seçimde seçmediler; hakkın­ da dava bile açıldı. M.Ö. 429 yılında yeniden strategos seçil­ diyse de aynı yıl veba onu da alıp götürdü. Neyi gösterir Perikles'in düşüşü? Köktenci kent halkıyla, tutucu köylüler arasında çelişmele­ rin gitgide arthğı bir dönemde, ılımlı bir politikanın Atinalılan doyurmadığını. Perikles'in ölümünden iki yıl sonra Halk Meclisi'nde, çoğunluğu elinde tutan köktenci kanadın başına Kleon geçti; ılımlıların başı, zenginlere ve aristokratlara dayanan ve kendisi de çok sayıda kölenin sahibi Nikias idi. Biri dürüst ve atılgan, öteki pısırık ve yeteneksiz iki kişi! Kleon'un başkanlığında savaşı yürüten köktenci parti önemli şeyler yaph aslında: Atinalılar, karada ve denizde başa­ rılı girişimlerde bulundular. Ne var ki, büyük mali kaynaklan gerektiriyordu bunlar. Birliğe dahil üyelerin vergilerini arthrma yoluna gidildi. İlişkileri bozabilecek bir durumdu bu, nitekim bozdu da: Lesbos, birlikten ayrıldı; Mytilene kenti başkaldırdı. Atina zora başvurarak dizginleri tutabiliyordu. Aynı yıl Kor­ fu Adası'nda aristokratlarla demokratlar arasında korkunç bir çalışma patlak verdi. Birliğe dahil üyelerde, Peloponnesoslula­ rın da körüklediği sınıf mücadelesi son çizgisine vardı. Atinalıların o sıralarda Peloponnesos'ta karaya asker çıkarmaları, Sparta' da iç karışıklıkları doğurma tehlikesini taşıyordu. Düşmanın dikkatini çekmek için Sparta da Ati­ na'nın bağlaşıklarındaki başkaldırıları destekleme yolunu tuttu. Bu amaçladır ki Spartalılar, savaşı Ege'nin kuzeyine, Trakya kıyılarına taşıdılar. Birliğe dahil çok sayıda kent vardı orada. Onların Atina'ya duydukları husumetten de yararlana­ rak ele geçirdiler bu kentleri. Arkadan Boeotia ile Tesalya'yı aşıp Halkidikia kentlerini Atina'ya karşı ayaklandırdılar. Son olarak da Amfipolis Savaşı'nda ağır bir yenilgiye uğrathlar Atinalıları (M.Ö. 422). Kleon da o savaşta ölmüştü. Birliğe dahil üyelerdeki başkaldırı daha da genişledi. askeri alandaki bu başarısızlıklar, Atina'daki kamuoyunu savaştan yana partinin aleyhine çevirdi ve Nikias'ın yönettiği barışçı par­ tinin etkisi arth. M.Ö. 421 yılında Nikias Barışı yapıldı. 262

Köylülerle, bağlaşıkların çıkarlarının göz ardı edilmiş olına­ sı, Atina demokrasisinin yenilgisinin başlıca nedeniydi.

Savaşın ikinci aşaması Nikias Barışı sağlam değildi; savaştan önceki temel çeliş­ meleri çözmemişti çünkü. Sonra, antlaşmanın hükümlerine de uyulmuyordu: Geri verilmesi gereken toprakları her iki taraf da elinde tutuyordu. Şu da vardı: Yalnızca zanaatkarlar ve tacirler değil, Atina' da varını yoğunu yitirmiş kitleler de savaştan yanaydı bu kez. Çoğu insan, zaferle bitecek denizaşı­ rı bir seferden edinilecek ganimetle, işlerini düzeltebilecekleri umudundaydılar. Saldırı politikasını güdenlerin başında Alkibiades'i görü­ yoruz. M.Ö. 420 yılından başlayarak Atina'run siyasal yaşamında çok önemli rol oynayacak olan Alkibiades, Perikles' in yakınıydı. Zen­ ginliği, inceliği, cömertliği ve çekiciliğiyle büyük bir ün kazanmışh halk katında. Utançtan mutlak olarak yoksundu ve duruma göre yön değiştirdiği için de "bukalemun" diye anılırdı. Bütün politikası, serüvene kaçan büyük fetih tasarıları üzerine kurulmuştu.

Balı Akdeniz'in buğdayca zengin bölgelerini ele geçirme düşüncesine kapıldı bir gün: Sicilya'yı, İtalya'yı ve Kartaca'yı fethedecekti. Yayılmadan yana olan ve uzun süreden beri Sicil­ ya' nın tahıl zenginliklerine göz dikmiş Atinalılar da uygun bul­ dular planını. Ve bir olay da bahane edilerek Sicilya Seferi'ne karar verildi (M.Ö. 415). Demokrat Parti'nin girişimi üzerine Halk Meclisi'nin ver­ diği bu karara göre, Alkibiades'in, Nikias'ın ve Lamakhos'un kumandasında olacakb sefer. Bu iş için büyük bir donanma ve kalabalık bir ordu hazırlandı. Ne var ki, Atina' daki keskin parti kavgaları daha baştan seferin gidişi üzerinde etkisini göster­ di. Yola çıkmadan az önce, köşe başlarına konmuş, yolcuların koruyucu tanrısı Hermes'in heykellerini kırdı bilinmez kişiler. Yunanlıların inanışına göre, yalnızca küfür değil, kötüye de alametti bu. Alkibiades' in hasımlarının, oligarşi yandaşlarının 263

parmağı vardı denir. Seferi engellemek için, "tanrısız filozof­ lar"ın öğrencisi Alkibiades'in yaphğı söylentisini yaydılar ve mahkeme önüne çıkarılmasını istediler. Ancak, hemen ulaşa­ madılar amaçlarına; Alkibiades' e candan bağlı birliklerden kor­ kuyorlardı çünkü. Donanma, Pire' den kararlaştırılan günde hareket etti. Sicil­ ya' ya varıldığında Alkibiades, Siracusa'ya karşı askeri harekata girişmişti ki, bir gemi, yargılanmak üzere Atina'ya geri dönmesi emrini getirdi: Demokrasiye karşı komplo kurmakla suçlanı­ yordu şimdi de. Uymadı emre ve Sparta'ya sığındı. Açıkhr ki, orduyu düzensizliğe götürecek, giderek savaş gücünü kıracak şeylerdi de bunlar. Alkibiades'ten sonra Nikias kaldı seferin başında. Nikias, Siracusa kuşatmasını, kendisinden beklenmeyecek bir ustalık­ la yürütüyordu ki, Sparta, öteki Sicilya kentleriyle Siracusa'run imdadına yetişti; Korynthos da kahlmışh yardıma. Gerçi Atina donanması da bir destek aldı bu arada. Ancak, Siracusa için gelen başka yardımlar Atinalıların durumunu gitgide ağırlaş­ tırdı. Dönmek istediler, olmadı. Sonunda ordu teslim oldu, köle haline getirilip taş ocaklarına yollandı; Nikias ve beraberindeki­ ler de ölüme mahkum edildiler. Korkunç bir felaketle bitmişti Sicilya Seferi. Bu arada Attika' da da işler kötüye gidiyordu Atinalılar için: Spartalılar, Atina'nın kuzeydoğusundaki pek önemli stratejik bir yeri, Dekeleia' yı işgal etmişlerdi. Atina, Attika' dan olduğu gibi, kendisine yiyecek sağlayan Evia' dan da koparılmışh böyle­ ce. Spartalılar, Sparta'ya sığınmış ve kendi yurdundan öç alma hırsıyla yanıp tutuşan Alkibiades'in önerilerine dayanarak yap­ mışlardı bunu. Peloponnesoslular üstelik yerleşip kaldılar orada; tüm Attika'yı yakıp yıkarak ve ekonomisini felce uğratarak ... Sparta, Atina'nın güç durumundan yararlanıp denizdeki hegemonyasını da ortadan kaldırmak için uğraşıyordu. Kendi­ lerine bir donanma sağlayabilmek için Yunanistan'ın çıkarlarını bir yana bırakıp Perslerle anlaşhlar. Alkibiades, Küçük Asya'ya geçip satrapla içli dışlı olmasını bildi; bu arada bütün İyonya'yı da Atina'dan kopardı. Ne var ki, Spartalılar kendisinden hoş­ lanmadıklarından, yerine yetenekli ve aynı zamanda kurnaz bir diplomat olan Lysandros'u gönderdiler. O da Alkibiades'in yöntemini kullanıyordu. Pers kralından daha bol alhn sağlaya­ rak döndü. 264

Sparta'run tüm Ege'ye egemen bir donanması olacakb artık. Bütün bu gelişmeler, Atina'nın durumunu daha da kötüye götürdü: Önce, Küçük Asya kentleri ile hemen tüm adaların ayrılması sonucu, Atina Konfederasyonu çöktü. Bu çöküş, mali bunalımını daha da arttırdı Atina' nın. Sonra, bu felaketler, demokrasisinin de aleyhine oluyordu ve karşı eğilimleri güçlendiriyordu. Nitekim, demokrasiye düş­ man gizli oligarşik dernekler kuruldu. Ve başta bu derneklerin ön ayak olması, ordu ve donanmanın da katılmasıyla, oligarşik bir hükümet darbesi yapıldı (M.Ö. 41 1 ). Kurulan gerici rejim demokratlara kan kusturdu. Ne var ki uzun sürmedi bu oli­ garşi, dört ay sonra devrildi. Yerine, Beşbinlerin Hükümeti adı verilen, orta tabakanın temsilcisi bir yönetim geçti. Ancak, geniş demokrat katların hoşnutsuzluğu sürüyordu. O sıralar, Samos Adası'na yakın bir yerde bulunan tayfalar ve kürekçi­ ler, demokrat çevrelerin en örgütlü bölümüydü. Donanmanın başında güvenilir bir adamın bulunmadığına bakıp Küçük Asya' dan Alkibiades' i çağırdılar. Alkibiades bir kez daha kılık değiştiriyordu. Alkibiades'in başlattığı bir savaşın o günkü aşamasında Ati­ nalılar için temel sorun, Çanakkale'yi ve Karadeniz'e çıkan yolu Peloponnesosluların elinden kurtarmakb. Alkibiades'in birkaç parlak zaferi Atina'nın deniz üstündeki itibarını yükseltti; ayrıl­ mış bazı kentler yeniden kablmak zorunda kaldılar imparatorlu­ ğa. Bu başarılar, Beşbinler Hükümeti'nin de düşmesine yol açb; demokratik rejim yeniden kuruldu. Alkibiades önde gelen bir rol oynuyordu devlet yönetiminde. Ne var ki, geçici oldu başarıları Atina'nın. Sparta, Perslerden aldığı albnlarla güçlenmekte devam ediyordu. Bir yandan da Lysandros, içerdeki gizli oligarşik der­ nekler yoluyla demokrasiye saldırılarda bulunuyordu. Alkibi­ ades' in durumu iyi değildi. Yönetici çevreler de her vesileyle karşı çıkıyorlardı kendisine; o da yapacak bir şey bulamıyordu onlara. Önemsiz de olsa bir yenilgi, kendisini son bir kez alkışla­ mış olan çevreler nezdindeki otoritesini de azalttı. Atina'yı terk edip gönüllü sürgüne gitti. Daha sonra, Pers hükümdarının des­ teğini sağlamak umuduyla, İran'a doğru yola çıkb. Pers kralı da yolda, kuşkusuz, Lysandros'un isteği üzerine öldürttü onu. Atina' da azgın parti kavgaları iç ve dış politikada çalkantı­ ları, giderek kararsızlıkları besleyip duruyordu. Atina'nın zaten sarsılmış durumunu daha da zayıflatıyordu bunlar. 265

Çanakkale' de Aegos - Potamos yakınındaki savaş, Pelopo­ nnesos Birliği'nin zaferini perçinlemişti (M.Ö. 405). Hemen bütün donanmasını yitirmişti Atina. Çok geçmeden, Lysandros kumandasındaki Peloponnesos donanması Pire' nin önüne geldi ve Atina'run denizden ve karadan kuşahlması baş­ ladı. Tutucular barış istiyorlardı; demokratlar, bu türden her­ hangi bir öneriyi ölümle cezalandıran bir kanun kabul ettiler. Ne var ki, açlık ve hastalıklar, kuşahlmış kentin belini büktü ve Atina teslim oldu. Çok ağır hükümleri içeren bir antlaşma yapıl­ dı: Atinalılar: 1 ) Muhafız gemileri dışında tüm donanmayı tes­ lim ediyorlardı. 2) "Uzun Duvar" yıkılacakh. 3) Deniz Birliği'ne son veriliyordu. 4) Demokrasi ortadan kaldırılıyordu. Atina gerçekten yenilmişti. Ama neydi Atina'yı yenen aslında? Köleci rejime özgü temel çelişmeler! Gerçekten, sömürü­ len köle kitlelerinin böyle bir rejimi tutmakta yararları yoktu; bağlaşıklar "uyruk" durumuna getirilmiş ve Üzerlerinde baskı kurulmuştu; kırsal kesimin aşağı tabakalarının çıkarları hor­ landığı için, onlar da kentteki demokratik rejime karşı düşmüş, giderek demokrasinin yeminli düşmanlarının, gericilerin işine yarar hale gelmişlerdi. Ne var ki, sonucu ne denli felaketle biterse bitsin, Pelopon­ nesos Savaşı, Atina' da demokrasiyi ortadan kaldıramadı. Gerçi Lysandros'un isteği üzerine Atina' da iktidar, başlarında sert bir aristokrat olan Kritias ile Theramenes'in bulunduğu "Otuz Tiran" denilen -oligarşik nitelikte- bir komitenin eline geçmiş­ ti. Ancak, hiçbir hak hukuk tanımayan bu terör rejimi sekiz ay sürebildi sadece. Dışarda sürgündeki demokratlar, başlarında Thrasyvulos, adım adım ilerleyerek Atina'yı ele geçirip Otuz­ ların zorbalığına son verdiler. Sparta' daki iç kavgalar da kolay­ laştırdı bunu. M.Ö. 401 yılında, demokrasi eski biçimiyle kurulmuştu. Ancak, egemen bir siyasal güç ve Yunanistan'ı birleştirme­ de temel etken olma gerekçe ve olasılığını yitirmişti şimdi de. HEGEMONYA GİRİŞİMLERİ Peloponnesos Savaşı, Yunan dünyasına korkunç zararlar verdi ve tam bir bunalım içine attı onu. En çok zarara uğrayan da Atina ile bağlaşıkları idi. Ancak, zaferi kazanan Sparta bile 266

çağdışı rejimindeki çöküş dolayısıyla zayıflamış bir halde çıktı savaştan. M.Ö. 4. yüzyılın ilk yarısı, Yunan dünyasında sonuç­ suz hegemonya girişimleri içinde geçecektir: Atina' dan sonra bu kez Sparta adaylığını koyacaktır üstünlüğe. Onu Thebai izleyecektir.

Sparta 'nın üstünlüğü Sparta zaferle çıkmıştı savaştan; ancak, yaşamın gereklerine uymayan siyasal ve sosyal rejimi çöküş içindeydi. Sparta yöne­ tici sınıfı gitgide küçülüyordu: Savaşta uğradığı kayıplardan çok, topraklarından yoksun ailelerin yoksullaşmalarından ileri geliyordu bu. Varını yoğunu kaybeden Spartalı, hypomeiones, yani aşağı sıraya düşüyor ve savaşçı sıfatını yitiriyordu. Zaten çağdışı olan rejime karşı çıkanlar arasına, işte bu sonuncular da katılmıştı. M.Ö. 399 yılında, böylesi bir kayba uğramış olan Kinadon'un, öteki hoşnutsuzlukları da içine alacağa benzeyen başkaldırısı tehlikeli bir görünüm aldı. Sparta' da rejim neredey­ se değişecekti. Kanla bastırıldı hareket. Bununla beraber, Sparta o günkü ortamda, Yunan dünya­ sının tek büyük gücüydü. Hellas'ın geri kalanı ise birbirinden bağımsız küçük siteler yığınıydı ve onların da içinde sosyal mücadele doruk noktasına çıkmıştı. Bu mücadele giderek artacaktır. Yunanistan'ı bu dönemde, Persler ve onun bazı satraplık­ larıyla sıkı ilişkiler içinde görüyoruz yeniden: M.Ö. 401 yılın­ da, Küçük Asya satrabı ve hükümdar Artakserkses'in kardeşi Kyrus, on bin Yunan paralı askeri de içine alan bir büyük orduyla iktidarı ele geçirmeye kalktı. Yunan ordusu, Babil yakı­ nında Pers birliklerini yendi. Ne var ki, Kyrus da savaşta ölenler arasındaydı. Yunanlıların, öyküsünü Xenophon' dan dinledi­ ğimiz pek zahmetli bir yurda dönüşleri vardır ki, Onbinlerin Dönüşü diye anılır. İşler o noktada kalmadı: Bu sefer, Sparta ile Perslerin de ara­ sını açtı. Sparta, Küçük Asya sitelerinin bağımsızlığını savunma bahanesiyle, ama aslında Yunan dünyasına egemen durumunu güçlendirmek amacıyla, Hellas'taki tüm birlikleri seferber etti. Başına Sparta kralı Agesilaos' un geçtiği sefer, bir sonuca ulaşa­ madı. Tersine, Sparta' nın Yunanistan' daki bütün hasımları bun267

dan yararlandılar. Başlıca düşmanı da Thebai oldu; onu Atina, Argos ve Korynthos da desteklediler. Persler, Sparta'ya karşı kurulmuş olan bu koalisyonla ilişkiye geçti ve Yunan siteleri bu dünkü düşmanlarından bol alhn da aldılar, alabildiler. Korynthos Savaşı (M.Ö. 395-387) Sparta'nın zayıflığını orta­ ya koydu. Kendisini kötü durumda gören Sparta, Perslerin yardı­ mını istedi. Persler de Yunan dünyasında olup bitenlere daha da cesaretle karışabilmek için yararlandılar bundan. M.Ö. 387 yılında Antalkidas Barışı denen bir antlaşma yapıldı Spartalı­ larla Persler arasında. Bu antlaşma, .s onuç olarak, tüm Yunan dünyasını Perslerin koruması allına alıyordu. Ne Dara'nın ne de Kserkses'in silahlarıyla elde edemedikleri bir sonuçtu bu. "Bu bir barış değildi; bir ihanet, bir sövgüydü Yunan'a." Plutarkhos böyle diyor haklı olarak. Bütün bir Yunan' a karşı yapılmış bir ihanet pahasına, Sparta hegemonyasını sağladı ve antlaşmanın hükümlerini uygulatma hakkını bile elde etti. Peloponnesos' ta kendisine karşı koyan kentlere boyun eğdirmek.le başladı işe. Ama asıl dikkati, büyük hasımları Atina ve Thebai ile -son yıllarda büyük bir gelişme göstermiş- Halkidikia Yarımadası'ndaki Olynthos idi. M.Ö. 382 yılında Olythos' a bir sefer düzenledi ve yolda, Thebai'nin kalesi Kadmos'u ele geçirip sürekli bir askeri birlik yerleştirdi oraya. Spartalılar Thebai' de tam bir terör rejimi uyguladılar. Yığınla demokrat, yurtlarının kurtuluşunu hazırlamak için Atina'ya sığındı. M.Ö. 379 yılında, bu yurtseverlerden bir grup, bir şölen­ de Spartalı subayların ve dostlarının arasına dansöz kıyafetinde girip boğazladılar onları. Başkaldıran Thebai, Sparta birliğini kovdu ülkeden ve Atina'yla anlaştı. Sparta başkaldırıyı bashr­ mayı denediyse de başaramadı ve azgın askeri zorbalığı tüm Yunan dünyasının kinini topladı üstünde.

İkinci Atina Deniz Konfederasyonu Bu arada, Atina demokrasisi, denizci kentleri kendi çevre­ sinde yeniden toplamayı başardı. M.Ö. 378 yılında, İkinci Atina Deniz Konfederasyonu bir antlaşma ile açıkça kuruldu; metni de büyük bir mermer levhaya kazınarak Atina' da herkese ilan edildi. Eşitlikçi ilkelere dayanan bir birlikti bu. 268

Birliğe girenler bağımsızlıklarını koruyorlardı. Ancak, hepsinin üstünde, her sitenin temsilcilerinden oluşan sürekli bir konsey (syned­

rion) bulunacakh. Toplantı yeri Atina'ydı bu konseyin; ama Atina devlet örgütünden bağımsızdı. Konsey, yüksek adli bir kuruluştu aynı zamanda; kararlarını Halk Meclisi müeyyidelendirecekti. Birliğe girenler, vaktiyle Atina Deniz İmparatorluğu'nun koyduğu ve onca hoşnutsuzluklara neden olan vergi (phoros) yerine, miktarını konseyin saptayacağı bir katkıyı (syntaksis) ödeyeceklerdi hazineye.

M.Ö. 5. yüzyıldaki imparatorluğun 200' den fazla üyesi var­ dı; bu kez daha az üyeden -70 dolayında- oluşuyordu birlik. Üyelerin bağımsızlığı ve aralarındaki eşitlik bakımından da farklılık vardı eskiyle yenisi arasında. Ne var ki Atina bazen bağlaşıkları için zorlayıcı önlemler almaktan geri durmadı ve bunlarla da şiddetli siyasal gerginliklere yol açh ve konfederas­ yonu sarsh durdu. Sparta, hegemonyasının elinden gitmesini bir türlü sindire­ memişti içine; öyle olduğu için de yeni birliğe karşı karada ve denizde harekete geçmeye kalktı. Her yerde de yenildi. Sonun­ da, Atina'nın konfederasyon içindeki üstünlüğünü ve Ege'nin kuzey kıyılarındaki haklarını tanımak zorunda kaldı. Ayrıca, sınırları dışına gönderdiği birliklerini de geri çekecekti. Hellas üzerindeki üstünlük iddiaları sona eriyordu böylece.

Thebai'nin üstünlüğü O sıralarda, demokratik bir hükümet darbesinden sonra, bir üçüncü gücün, Thebai'nin kavgaya katıldığını görüyoruz. Thebai, Boeotia' da üstünlüğünün tanınmasını istemektedir. Ancak, Spartalılar sürekli üstünlük arkasında koştukla­ rından reddederler bu isteği; ve Boeotia' daki birliklerini hare­ kete geçirirler. Ne var ki, Thebaililer, özellikle kırsal kesimde, Sparta'nınkilerden çok daha fazla sayıda yurttaşa sahip olduk­ larından, büyük demokrat ve yurtsever Epaminondas, Boeotia ordusunu yeniden örgütlemeyi başarır. "Kutsal tabur" denen şaşırhcı birlikleri kurar ve yeni bir savaş biçimi yaratır: Yanla­ masına saldırı. Leuktra Savaşı'nda, bu taktikle yener Spartalıları (M.Ö. 371 ). Zaferin büyük yankıları olur ve Hellas' ta güçler ilişkisini değiştirir: Atina'nın yanında başköşe Thebai'nindir artık. The269

bai, Boeotia' da birçok kenti çevresinde toplamıştır. Ayrıca, Pelo­ ponnesos' ta Arkadia da Sparta'ya karşı çıkar. Atina, Boeotia korkusuyla Sparta'ya yaklaşır. Epaminondas daha da ağır bir darbe vurur Sparta'ya: Körfeze değin tüm Lakonia'yı istila eder. Hele Epaminondas, Messenia'nın içinden geçip de onların özgürlüklerini ilan ettik­ ten sonra, perioikoslarla eilotesler efendilerine karşı korkmaz olurlar. Sparta, sömürdüğü kentlerin ve uyruklarının çoğunu yitirmiştir artık. Peloponnesos Birliği dağılır sonuçta. Böylece, M.Ö. 4. yüzyılın 60'lı yıllarında iki siyasal topluluk görüyoruz Hellas'ta: Thebai ile Atina grubu. Sparta üstünlüğü­ nü yitirmiştir. Ne var ki, sürekli olmadı bu gruplaşmalar. Ara­ larındaki mücadele sürdü. Sonunda, Mantineia' da karşılaşıldı (M.Ö. 362). Savaşı Thebai kazandı gerçi; ancak, Epaminondas da ölmüştü. Orta Yunanistan'daki eski bağlaşıklar Thebai'ye karşı çıktılar ve zayıflayan Thebai birliği ön planda rol oynayan bir güç olmaktan çıktı. Büyük çelişmeler, İkinci Atina Deniz Konfederasyonu'nu da çökertti. M.Ö. 4. yüzyılın ortalarında Hellas, onca toparlama giri­ şimine karşın paramparçadır. Demokratik güçlerin birleştirme çabaları iki muhalefetle karşı karşıyadır: Bir yanda Atina, The­ bai ve Olythos gibi birbirine rakip büyük merkezlerin muhale­ feti; öte yanda, M.Ö. 5. yüzyılda olduğundan daha da faal ve merkezi hep Sparta olmuş olan oligarşik güçlerin muhalefeti. Tüm Yunan dünyası ağır bir siyasal bunalımı yaşamaktadır; İran'ın böylesine parçalanmış bir dünyaya burnunu sokmak için kapılar ardına değin açıktır. MAKEDONYA'NIN YÜKSELİŞİ Peloponnesos Savaşı'nın sonlarına doğru, Makedonya, Epe­ iros, Arkadia gibi, daha önce geri kalmış birtakım yeni bölgelerin önemli bir rol oynamaya başladıklarını görüyoruz.

Makedonya 'nın başlangıçları Bunlardan Makedonya, Balkan Yarımadası'nın kuzey­ batısında dağlık geniş bir ülkeydi; güneyde ve güneybatıda Epeiros, Tesalya ve Halkidikia Yarımadası'yla komşuydu; 270

doğusunda, daha M.Ö. 4. yüzyılda birliğe kavuşmuş Trakya bulunuyordu; bahsında ise savaşçı İllirya kabileleri yaşardı. Makedonyalılar, Hellenlerin anlayamadıkları bir Yunan lehçe­ si konuşurlardı. Dağları ormanlarla kaplı ve ortasında bereketli bir ovanın yer aldığı ülkenin denize çıkışı yoktu hemen hemen; tarihsel gelişmesini geciktiren de bu olmuştu. Klan üzerine kurulu toplum yapısı M.Ö. 5., hatta 4. yüzyıla değin varlığını sürdür­ dü. Halkın başlıca uğraşı, hayvan -özellikle at- yetiştiriciliği ve tarımdı; dağları örten ormanlarda avcılık, Makedonyalılar için eşsiz bir savaş okulu olmuştur. Ticaret ve zanaat bütü­ nüyle Halkidikia' daki Yunan sitelerine tabiydi. Köle rejimi babaerkil nitelikteydi. Her kabile bölgesinin ayrı doğuştan soyluları vardı; yönetici rol onların, toprakların önemli bir bölümü de onlarındı. Makedonya' da siyasal rejim uzun süre askeri demokrasi nite­ liğini korudu. Hükümdarlık, hanedan ilkesine göreydi; hüküm­ darların iktidarları da sınırlı ve istikrarsızdı; asıl rolü, "hetaires" (kralın yakınları) adı verilen ve toprak aristokrasisinin temsilcileri­ ni toplayan bir kurul oynuyordu. Tüm savaşçıları bir araya getiren eski tipte bir halk meclisi de görüyoruz. M.Ö. 5. yüzyılın son çeyreğine doğru, özellikle Pelopon­ nesos Savaşı'yla ilgili olarak Makedonya, iktisadi yalnızlı­ ğından çıkmaya, Yunanistan'la mal değiş tokuşuna başlıyor. Hellen ekonomisinin olduğu kadar, kültürünün de etkisi baş­ lıyor böylece. Kendisinin Herakles'in soyundan geldiğini söy­ leyen Makedonya kralı Arkhelaos (M.Ö. 413-399) Olimpiyat oyunlarına arabalarını yollardı; Euripides' i de sarayına davet etmişti. Trakyalıların akınlarına karşı kurdurduğu kaleleri Yunan mimarlar ve mühendisler yapar ve ordusunu da Yunanlı komutanlar eğitirdi. Makedonya'nın askeri ve siyasal birliğinin kuruluşu, özel­ likle M.Ö. 4. yüzyılın ortalarında, il. Philippos (M.Ö. 359-336) zamanında büyük gelişmeler kaydetti. Makedonya gücünün gerçek kurucusu odur. Il. Philippos

Philippos, iyi bir Yunan eğitimi gördü, büyük bir siyaset adamıydı; özellikle kendi ülkesinin çıkarına olarak askeri gücü 271

kullanmasını biliyor, diplomasiden anlıyor, giderek baştan çıkarabiliyordu. Onun hükümdarlığı zamanında Makedonya uluslararası sahneye çıktı, sınırlarını alabildiğine genişletti ve Balkan Yarımadası'nın en güçlü devleti oldu. Philippos, her şeyden önce tek bir ordu kurdu. Ondan önce her bölgenin kendi halk milisi vardı; Philippos, bu birlikleri ve onların şeflerini, krallığın başkentinde, Pella' da kralın emri altında topladı. Yunanlıların hoplitlerini örnek alarak, tuttu ünlü Makedonya "falanj"ını kurdu. Falanj, aralıksız 16 asker sırasından oluşuyordu. Askerleri, bir kılıç ile, 5 metre uzunluğunda -" saris" de denen- bir mızrak taşıyor­ lardı. Bir önceki askerlerin omuzlarına yerleştirilmişti bu sarisler, bir demir kirpi görünümündeydi. Belirli ve anında manevralarıyla falanj, yekpare bir güç niteliğindeydi. Philippos, soylu muhafızlar arasın­ dan, eşsiz bir ağır süvari birliği de yarath. Yanlan süvarilerle korunan falanj, gerçekten korkunç bir güçtü.

Devleti kurarken mali önlemleri de ihmal etmedi. İşte bu askeri ve mali reformlarla güçlü bir devletin temel­ leri atılmıştı. İçerde Makedonyalı çalışan kitleleri ezip sömür­ mekten çok, emperyalist bir çapul politikasına yarayacak bir örgütlenmeydi bu. Nitekim, bu amaca hizmet etti.

Yunan üstünde egemenlik Philippos, Yunan sitelerini gitgide zayıflatan o ağır siyasal ve sosyal bunalımla, aralarındaki rekabetten yararlanıyordu. Hellas'ta Makedonya üstünlüğünden başka çıkış yolu olmadı­ ğını söyleyen yığınla yandaş kazanmıştı her sitede. Bunlar sos­ yal karışıklıklardan, ağır vergilerden, el koymalardan bunalmış zenginlerdi başta ve kitleleri dizginleyecek güçlü bir iktidarın bekleyişi içindeydiler. Yunan dünyasını Makedonya bayrağı altında birleştirip İran fethine çıkmayı arzulayanlar da vardı. Philippos, parayla satın almıştı bunları. Ne var ki, Atina' da ve öteki sitelerde halkın ezici çoğunluğu Philippos'la uzlaşmaz görünüyor ve demokrat şefleri tutuyorlardı; halkı, Philippos'la amansız bir mücadeleye çağıran ve Hellas'ı demokratik bir temele dayalı birleştirme politikası öneren kişilerdi bunlar. 272

Makedonya yandaşı ile Makedonya'ya karşı parti arasında­ ki bu mücadele, özellikle Atina' da yoğunlaşmışh. Makedonya yandaşı partinin şampiyonları, hatip Aiskhines, yazar Philokrates, hatip ve siyaset adamı Eubulos idi. Birbirinden farklı amaçların arkasındaydılar bunlar. Philokrates, Perslere karşı bir savaş için, Yunanlıların Atina'nın başkanlığında birleşmesini savu­ nuyordu. Atina'yı yücelten söylevlerini içeren ünlü Panegyricus'u bu amaa taşır. Yunanlıların yabancı bir el olmadan birleşmelerinden umutsuzluğa düşen Philokrates, sonunda Makedonyalı Philippos'ta gördü o birleştiriciliği ve kurtarıcılığı. Philippos' a gönderdiği bir mesajda, "Barbarlar" a karşı savaşmak için Yunanlıları birleştirip baş­ larına geçmesini öğütlüyordu. Philippos, Perslere karşı mücadelede bir araçh onların gözünde. Ama Makedonya kralının, önce Yunanlı­ ları ezmeye yöneldiğini görünce, Yunan özgürlüğünü savunanların safına geçti ve Khaironeia yenilgisinden sonra da canına kıydı. Aisk­ hines ile Eubulos ise açıktan açığa satın alınmışlardı. Makedonya' ya karşı olan partiye gelince, başlarında Demosthenes vardı. Demokrat Parti'nin Atina' daki şefi bir silahçının oğlu olan Demosthenes, "Barbar Makedonya ile kalleş amaçları"na karşı müca­ deleye adadı tüm yaşamını. Philippos' a karşı coşku ve nefretle dile getirdiği ünlü söylevleri Philippikos adını taşır.

Olythos'ta, Halkidikia ile Trakya kıyılarında bulunan öteki sitelerdeki siyasal mücadele, Philippos' a oralarını kendi ege­ menliğine almak için aradığı fırsatı verdi. Böyle bir davranış, Atina'nın Karadeniz kıyılarıyla ticaretine bir darbe vuracağı için Atina karıştı işe. Kutsal Savaş (M.Ö. 356-346) Makedonyalılara, Yunanlıların işlerine karışmak için en uygun bahane oldu. Phokaialılar [Foçalılar], Delphoi'de tanrı Apollon'a adanmış toprakları ele geçirmişlerdi. Tapınağın çıkarlarını korumak bahane­ siyle, Tesalya ile Boeotia, Phokaiahlara karşı çıkhlar. Önce yenilen Tesalyalılar, Phokaialılara karşı yardım istediler. Çekişmeler kimseye bir başarı sağlamadan sürüp gitti. M.Ö. 346 yılında da Philippos'un Atina' daki yandaşları Aiskhines, Eubulos ve Philokrates'in etkisiyle Philokrates Barışı denen bir antlaşma yapıldı. Makedonya'nın Yunanistan ve Trakya' daki tüm fetihlerini tanı­ yordu bu antlaşma.

273

Bu olaylar, Makedonya'ya karşı partinin faaliyetlerini Ati­ na' da yoğunlaşhrdı. Demosthenes' in girişimi üzerine, özgür­ lüklerin ve bağımsızlığın savunulması amacıyla, tüm merkezi Yunan siteleri bir koalisyon kurdular. Atina ve Thebai yöne­ tiyordu bu güç birliğini. Atina, deniz ve kara güçlerini Trakya kıyılarına yığdı; Philippos'un bu saldırıya karşı mücadelesi, uzun yıllar semeresiz kaldı. Öyle olunca da Philippos, Make­ donya yandaşı gruplara dayanarak, güçlerini merkezi Yuna­ nistan' a yöneltti. Kesin savaş M.Ö. 338 yılında, Boeotia' da Khaironeia' da oldu. Zafer Makedonyalılarındı. Bu zafer ve arkasından Korynthos Kongresi, Yunanistan' da uzun sürecek Makedonya hegemonyasını başlath: Sparta dışın­ da tüm Yunan sitelerinin temsilcileri, kongrede Makedonya hegemonyasını tanıdılar ve onun bayrağı alhnda bir konfede­ rasyonun kurulmasına razı oldular. Ayrıca Philippos da köle zenginlerinin çıkarlarını savunmayı üstleniyordu: Özel mülki­ yet kutsal ilan edildi; toprakların yeniden dağıhlması, borçların silinmesi, bir hükümet darbesi yapma amacıyla kölelerin azat edilmeleri yasaklanıyordu. Kongre, son olarak Philippos'un girişimi üzerine, "Hellen tapınaklarının kutsallıklarını çiğneme­ lerinin öcünü almak" amacıyla, Perslere karşı savaş kararı aldı. Philippos, "panhellenizm"in, yani Yunan birliğinin sözcülüğü­ nü yapmak istiyordu; gerçekte ise, oligarşiler yararına demok­ ratik güçleri bölüp parçalamakh yaphğı. Philippos, Perslere karşı seferini gerçekleştiremedi. M.Ö. 336 yılında, sefer hazırlıkları içindeyken, kızının düğün törenin­ de öldürüldü. Onun merkeziyetçi politikasının kendi haklarını zedelediğinden yakınan Yukarı Makedonya'nın zengin soylula­ rının parmağı olsa gerek bunda. Yakın bir savaşı savuşturmak amaayla Perslerin de dahli bulunduğu tarhşılmaz. Philippos'un kendi öz yakınları, eşi Olympias ile, tacın mirasçısı oğlu İsken­ der de komplonun uzağında değildiler büyük bir olasılıkla.

,- ' -' �

BÖLÜM VII KLASİK YUNAN UYGARLIGI: 1 SOSYAL VE SİYASAL YAŞAM

Yunan uygarlığı, M.Ö. 5. ve 4. yüzyıllarda "klasik" çerçeve­ sini kazanır. Her şeyden önce sınıflı bir toplumun uygarlığıdır bu uygarlık. Sosyal sınıfların tablosu, "köleci" bir üretim biçimi­ ni yansıhr. Toplumdaki sınıflılık, siyasal yaşama ve kültüre de yansımış durumdadır. Günlük yaşamı ise haydi haydi belirliyordu bu. Ne görüyoruz sınıflar tablosuna bakhğımızda? SOSYAL SINIFLAR

M. Ö. 5. ve 4. yüzyıllarda Yunan ekonomisi M.Ö. 5. yüzyılda, doruk noktasında bile, Yunan ekonomisi bir bütünlük göstermiyordu. Ülke, bilindiği gibi, birbirinden bağımsız çeşitli site ve bölgelerden oluşuyordu; iktisadi yapıla­ rı da farklıydı her birinin. Yunanistan'ın büyük bir bölümünde arkaik yaşam biçimiydi hüküm süren; bazı bölgeler çobanlıkla geçiniyor, bazı bölgelerde tarım başta geliyordu. Tarım yönün­ den de Tesalya öndeydi; yetiştirdiği buğdayın fazlasını dışarıya sathğı gibi, hayvan, özellikle de at yetiştiriyordu. Orta Yunanis­ tan' da ise öncelik Boeotia'nındı; Atina pazarını orası besliyordu. Adalar içinde de Evia, verimliliğiyle ayrılıyordu ötekiler­ den. Doğaldır ki, çobanlık ve tarımla geçinen bölgeler sosyal ve siyasal yönden geri kalmışlardı. Thukydides' e bakılırsa, M.Ö. 5. yüzyılda bile Homeros devrindeki gibi yaşıyordu bu insanlar: Elde silah kadın kaçırıyor ve köle kullanmasını bilmiyorlardı. Bazı belli bölgelerde ise, tarımla uğraşanların toprak sahipleri­ ne çeşitli bağlanış biçimleri ortaya çıkmışh. Sparta' da, bilindiği gibi, iktidardaki sınıfın topraklarını, boyun eğdirilmiş eilotes­ ler işliyordum. Onların durumu, Tesalya'daki penosteslerin, Girit'teki Mnoiteslerin ve Argolis'teki gymneteslerin durumunu hahrlahyordu. 275

Bu tarımsal bölgelerin zıddına, Atina, Korynthos, Aegina, Megara, Miletos ve ötekiler gibi çeşitli Yunan siteleri, Aegina Savaşları'ndan önce bile büyük ticaret ve sanayi merkezleri haline gelmişlerdi. Topraklarının tarıma pek de elverişli olma­ masından ileri geliyordu bu. Gelişmiş sitelerdeki meslekler ve zanaatlar M.Ö. 5. yüzyıl­ da pek ileri durumdaydı. Plutarkhos, dericilikten heykeltıraş­ lığa kadar hayli zengin bir liste veriyor bize. Atina gibi büyük sitelerde her mesleğin kendi çarşısı, mahalleleri vardı. Belli kentler belli konularda uzmanlaşmışlardı: Böylece Atina ile Korynthos'ta maden işçiliği, özellikle silah yapımcılığı, mobil­ yacılık, kumaşçılık, çömlekçilik ünlüydü. Korynthos'un vazo­ ları, daha M.Ö. 8. yüzyıldan başlayarak ta İtalya'ya kadar gön­ deriliyordu. Atina ile Korynthos'ta gemi yapımcılığı da vardı. M.Ö. 5. yüzyılda Atina' da, patronların aileleriyle beraber çalıştığı yığınla küçük işyeri görüyoruz; onlara bir iki, bazen daha fazla sayıda köle yardım ederdi. Zanaatkarın günlük kazana, M.Ö. 5. yüzyılda bir drahmiydi, M.Ö. 4. yüzyılda iki drahmiyi aşmıyordu. Yoksullar öyle yerlerde barınıyorlardı ki ev dene­ mezdi onlara. Zanaatkarlık Eski Yunanistan' da onur verici bir uğraş olarak görülmezdi; ücretlilere de aynı gözle bakılıyordu. Med Savaşları'ndan sonra, özellikle M.Ö. 4. yüzyılda, küçük işyerlerinin yanında köle çalıştırılan gitgide daha büyük işyerleri görüyoruz. Çoğunu işletenler metoikoslardı. Bu işlet­ melerin ortaya çıkışı, Orta Yunanistan'ın çevre ülkelere doğru dışsatımının artmasının sonucunda oldu. İmalat sanayisinde özgür işçi kadar köle çalıştırıldığı halde madencilikte -el emeği olarak- köle kullanılıyordu. Ticaretin gelişmesi de zanaatların gelişmesiyle at başı gidi­ yordu. Balkan Yarımadası'ndaki çeşitli Yunan devletleri arasın­ da, özellikle karadan yapılan iç ticaret büyük boyutlu değildi; yerel ticaretse bir pazar ticaretiydi. Bu ticaretin tipik temsilcileri, ayak satıcıları, dükkancılar, köylülerdi. Her kentin "agora" adı verilen bir pazar yeri vardı. Aynı zaman­ da kentin merkeziydi bu ve çevresinde genel binalar ve tapınaklar top­ laşmışb. Köle sabşları ayn bir alanda yapılırdı. Büyük ticaret kentleri­ nin agorasında, para değiş tokuşu yapanlara ve tefecilere rastlıyoruz. Her çeşit mali işlemi yapıyorlardı bunlar: Mevduat kabul edip istenen adrese gönderiyorlar, ödemede bulunuyorlardı vb. Faizler yüksekti; genel olarak yüzde 36'ya kadar yükseliyordu.

276

Eski Yunan'da büyük ticaret ve zanaat merkezleri, dış ülkelerle deniz ticareti de yapıyorlardı: Çünkü ülkede buğday, kereste ve el emeği (köle) yoktu. Yunanlılar Persleri yendikten sonra, Ege Denizi'nde ve Karadeniz' e açılan boğazlarda üstün­ lüğü ele geçirdiler yeniden. Perslerin deniz güçlerinin ezilmesi, Perslerin uyruğu ve Yunan armatörlerinin de eski rakipleri olan Fenikelileri de zayıflattı dolayısıyla. Orta Yunanistan'la Küçük Asya' daki kolonileri arasındaki ticaret olduğu gibi, Doğu'yla, Mısır'la, Halkidikia'yla, Trakya'yla, Makedonya'yla ve özellikle Karadeniz'in kıyı kentleriyle olan ticaret de canlan­ dı. Yunan ticaret gemileri Büyük Yunanistan' a yelken açıyor, İtalya' da Campania ile Etruria'ya uğruyor ve İspanya kıyıları­ na erişiyorlardı. Örneğin Atina, Karadeniz kıyılarından, Mısır' dan ve Sicilya'dan buğday, iribaş hayvan, hazırlanmış balık, deri, kürk, yün getiriyordu; aldıkları arasında Etruria'run tuncu, Mısır'ın papirüsleri ve yünlü kumaşları, Doğu'nun lüks halı ve kokuları, Afrika'run fildişi vardı. Yığınlar halinde köle de alıyordu dışardan; öyle ki, M.Ö. 5. ve 4. yüz­ yıllarda demokratik Attika'run başkenti, Hellas'ın başlıca köle pazar­ larından biri haline geldi. Dışardan aldıklarına karşılık Atina, zeytinyağı, incir, bal, mer­ mer, kurşun, gümüş, madeni eşya, dokumalar, çömlek satıyordu dışarıya.

İç ticaretin aksine dış ticaret büyük karlar sağlıyordu. M.Ö. 5. yüzyıldan başlayarak Atina aynı zamanda bir transit merkezi haline geldi: Buğday gibi bazı mallar Pire'ye geliyor ve oradan dışarıya satılıyordu. O yüzdendir ki, bir ticaret ve zanaat kenti­ nin pek düzenli bir limanı olmak gerekiyordu. En ünlü liman da Atina'run Pire' si oldu. Korynthos' un, Efes' in, Delos' un, Rodos' un, Siracusa' mn limanları da öyleydi. Üretimdeki artış, sanayi ve ticaretle ilişkisi olan halk katla­ rını da arttırdı ve güçlendirdi: Zanaatkarlar, küçük memurlar, gündelikçiler, liman ve depolarda çalışanlar, denizciler, giri­ şimci patronlar, tacirler, tefeciler . . . Aralarındaki çelişmelere karşın ortak çıkarları da vardı bunların: Ticaret ve sanayinin gelişmesi başta geliyordu. Özellikle Atina'nın deniz gücünün gelişmesi, öteki Yunan sitelerine el atmayı da beraberinde 277

getiriyordu. Bu fetihler, tacirler için yeni mahreçler açıyor ve devletin mali saygınlığını arttırıyordu; özgür halkın aşağı tabakası için, fethedilen ülkelerde toprak elde etmek, para ve ekmek dağıtımı, bayındırlık işlerinde çalışma, el emeğine iste­ ğin artması demekti. Son olarak da bütün özgür insanların, köleleri sömürmekte ve giderek onların direnişini kırmakta çıkarları vardı. Kentlerin zanaatkarları ve tacirleri, hükümetin iç ve dış politikasına köylülerden daha fazla tabi idiler ve bu politikada­ ki dalgalanmaların etkisini onlardan çok daha fazla duyuyorlar­ dı. Öyle olduğu içindir ki, örneğin Atina gibi büyük bir sitenin halkı için, Cumhuriyet'i kendisinin yönetmesi önemli oluyordu. Dağınık köylülerin aksine kentin dar sınırlan içinde toplaşmış pek faal ve politikada uzman kentliler, ilerlemiş birçok kentte, tarım kesiminin insanlarını saf dışı bırakıyor ve iktidarı ele geçi­ riyorlardı.

Kölelik M.Ö. 5. ve 4. yüzyılların öncü sitelerinin, hayli ilerlemiş köle­ ci bir ekonomisi vardı. Örneğin Attika' da, metoikoslar da içinde olmak üzere, özgür insanların sayısı aşağı yukarı kölelerin sayı­ sına eşitti; kölelerin sayısı daha fazla da olmuş olabilir. Bir özgür insana bir köle oranı da ölçü alınsa, M.Ö. 5. ve 4. yüzyıllarda Atina ekonomisinde kölelerin temel üreticiler olduğunu gösterir bize bu. Şunu da unutmamalı ki, kölelerin çalışma alanı giderek genişliyordu. Eski Yunan'da, köleci her toplumda olduğu gibi, kölenin emek gücü bir meta değildi ve bu gücün kazanılması, işe alma yoluyla değil, iktisadi olmayan bir yolla oluyordu; baskıyla, zorla yani. Köle, Yunanlıların deyimine göre, bir "beden" di yalnızca bir şey, basit bir üretim aletiydi. Tüm öteki aletler ve hayvanlar gibi köle de efendisinin mutlak mülkiyetindeydi; efendisi alırdı, satardı onu, öldürebilirdi hatta. Köleliğin başlıca kaynaklan, kaçırılmış yabancıların dışar­ dan salın alınması, korsanlık ve savaştı. Suriye' de, Frigya' da, Lydia' da ve öteki Asya bölgelerinde otu­ ranlar, İskitler, Trakyalılar, Mısırlılar Yunan kölelerinin çoğunluğu­ nu oluşturuyorlardı. Köle ticareti en karlı işlerden biriydi. Khios' da,

278

Samos'ta, Efes'te büyük köle pazarları vardı. Trakya'da tuz karşı­ lığında köle verilirdi. Kölelerin çocukları da köle oluyordu. Yuna­ nistan' da, ana-babanın bazı durumlarda çocuklarım satma adeti de vardı. Borcunu ödeyemeyen borçlu da köle oluyordu: Atina' da borç için köleliği Solon kaldırmışh; ancak, Yunanistan'ın başka sitelerin­ de devam ediyordu bu. Son olarak, mahkemeler bir ceza olarak da köleliğe hükmedebiliyordu; Küçük Asya' da, Lykia' da hırsızlığın, Atina' da yurttaşlık gasbının cezası kölelikti. Kölelerin fiyah, bir meslek sahibi olup olmamalarına göre deği­ şiyordu.

Köle emeği, zanaatkarların çalışma yerlerinde, madenlerde ve taşocaklarında kullanılıyordu. Bazen efendileri, kendi hesa­ bına bir işyeri açmakla yükümlü tutuyordu kölelerini. Böyle bir kölenin kendisi de yanında başka köleleri çalışhrıyordu. Bazen yükümlü köle, başka özgür kişilerin yanında işe giriyor ve aldı­ ğı ücretin bir bölümünü efendisine veriyordu. Köleler tarım işlerinde de çalışhrılıyorlardı. Kölelerden ev hizmetlerinde yararlanmaksa pek yaygındı. Hali vakti yerinde bir ailenin beş ya da allı kölesi vardı. Duru­ mu biraz daha aşağı olanlar bir köleyle yetiniyorlardı. Zengin bir ailenin ev işleri kapalı bir dünyaydı: Evin değirmeni vardı, fırını, dokuma tezgahı, zanaatkarları vardı. "Devlet köleleri" apayrı bir kesimdi. Attika' da, İskit köleler­ inden oluşan bir birlik vardı ki, polis görevi görürdü. Haberciler, katipler, muhasebeciler, para basımında çalışanlar devlet köleleriydi. Devlet hesabına bakılan bu köleler, büyük bir özgürlükten yararlanı­ yorlardı; hatta belli bir saygınlıkları da vardı bazen.

Hukuk, köleyi bir kişi olarak tanımıyordu. Kendi kusuru ya da efendisinin bir kızgınlığı, dayaktan işkenceye kadar yığınla cezaya uğrahyordu köleyi. Köleye sertçe davranmak kural­ dı. Ne var ki, kölelerin hayli çok olduğu sitelerde, başkaldırı korkusu, efendilerin keyfiliğini dizginliyordu bir ölçüde. Öyle olduğu içindir ki, bir kölenin öldürülmesi suçtu Atina' da. Ve efendisinin kötü davrandığı kölenin, bir tapınağa sığınma hakkı vardı. Adet o idi ki, böyle bir durumda köle bir başka efendiye sahlıyordu. 279

Köle mücadelelerinin çeşitli görünüşleri Bütün bunlar, doğal olarak, keskin bir sınıf mücadelesine götürüyordu Eski Yunan dünyasını da. Bu mücadelenin kapalı biçimleri vardı, açık biçimleri vardı. Kölelerin efendilerine karşı kapalı mücadelelerinin en yaygın biçimi, efendilerinin "tem­ bellik" diye adlandırdıkları şeydi: Ve kölelere karşı alınacak önlemler içinde, başta onların savsaklamalarına karşı olanlar geliyordu. Mücadelenin bir başka görünüşü, kaçmaydı. Köleleri özgür insanlardan ayıracak işaretler ya da kolyeler, kaçışları güçleştir­ mek içindi. Kaçakları izlemeyi meslek edinenler vardı. Ancak, kaçan köleleri araşhrma ve geri verme devlet otoritelerine düşüyordu; kaçan bir köleyi getirene bir ödül verilirdi. Köleler tek başlarına ya da grup halinde kaçıyorlardı. Savaş sıraların­ da devletin zayıflığından yararlanıyor ve kitle halinde kaçarak, efendilerinden öclerini alıyorlardı. Kölelerin kendilerini ezenlere karşı mücadelelerinin en uç noktası ise başkaldırıydı. M.Ö. 5. ve 4. yüzyıllarda Yuna­ nistan' da köle başkaldırıları, kendiliğinden bir nitelik taşıdı. Başkaldıranlar, köleci sistemi kaldırıp yerine bir başkasını koy­ mayı düşünmeksizin, yalnızca kendilerini kurtarmanın arka­ sındaydılar. Yunanistan' da en eski köle başkaldırılarından biri M.Ö. 494 yılında Argos'ta oldu. Herodotos'un anlatbğına göre, Spartalılar, Argos'a saldırarak Argosluların yandan fazlasını öldürmüşlerdi. "Ama Argos kanının son damlasına kadar tükenmişti; o kadar ki mal, mülk kölelerin eline geçti, iktidara geçip ili kendileri yönetmeye başladılar, ölen yurttaşla­ rın oğulları erkeklik çağına gelinceye kadar böyle gitti; Vakit gelince bu oğullar Argos'u ele aldılar, köleleri kovdular, onlar da gidip zorla Tiryus'i aldılar. İki kent iyi geçiniyordu, ama bir süre sonra kölele­ rin kentine bir kahin geldi, adı Kleandros' du. (-) Bu adam, köleleri efendilerine karşı yürümeye kandırdı. Bunu oldukça uzun süren bir savaş izledi ve sonunda Argoslular güçbela üstün gelebildiler." Herodotos'un bahsettiği, durumları Sparta'nın eiloteslerine benzeyen Argoslu gymneteslerin başkaldırısı kuşkusuz.

M.Ö. 464 yılında da Spartalı ve Messenialı eiloteslerin kor­ kunç başkaldırısını görüyoruz. 280

Plutarkhos'un anlattığına göre, Sparta' da Arkhidamos'un zama­ nında bir deprem oldu. Kent karışıklık içine düştü. Arkhidamos, böyle bir durumda asıl korkulacak şeyin ne olduğunun hemen farkına vara­ rak, sanki düşman kentin kapılarına dayanmışçasına, tehlike işaretini verdi ve yurttaşlarının vakit yitirmeden silahlı olarak yanına koşma­ larını istedi. Depremden kaçışan SpartaWan öldürmek için köylerden akın eden eilotesler geliyorlardı. Spartalılann silahlı ve savaş düzenine girdiklerini görünce de komşu kentlere çekildiler; kendileri de Sparta­ lılara saldıran Messenialılann yardımıyla, Spartalılara karşı açık bir savaş başlattılar. On yıla yakın sürecek olan Üçüncü Messenia Savaşı'run başlan­ gıcı oldu bu.

Köleler, özgür halkın çeşitli kanatlarının mücadelelerine de kahlıyorlardı sık sık. Bunun da ödülü, azat edilmek oluyordu.

Köleliğin Yunan ekonomisinin gelişmesindeki etkisi Kimi tarihçiler, ilkçağın iktisadi yaşamını birbirinden farklı biçimlerde, ama çok kez de yanlış olarak açıklar. Burada tanın­ mış iki tarihçinin, K. Bücher ile Edouard Meyer' in görüşleri üzerinde duralım. Bücher' e göre, Avrupa halklarının iktisadi yaşamı, birbirini izleyen üç aşamadan geçmiştir. İlk aşama, kapalı ya da "ailevi" doğal ekonomi aşamasıdır. Bu aşamada, ürünler yerinde tüke­ tilmektedir. Ticarete gereksinme duymayan, değiş-tokuşçu bir ekonomidir bu. Bu ekonomide başlıca üreticiler, kölelerdir. İkinci aşama, ortaçağın "kent" ekonomisi aşamasıdır ve bunun da tica­ rete gereksinmesi yoktur; ürünler, bu aşamada da doğrudan doğ­ ruya üreticiden tüketiciye, özgür zanaatkardan alıcıya geçmekte­ dir. Üçüncü aşama ise, modem "ulusal" ekonomi aşamasıdır. Bu aşamada, ürünler tüketiciye ulaşmadan önce çeşitli örgütlerden geçmektedir; "ürünlerin dolaşması dönemi" dir bu ve gelişmiş bir ticaret ile emekçilere dayanan büyük üretimi öngörür. Ne denli ilginç olursa olsun, ilkçağdaki iktisadi yaşamı basite indirgeyen bu görüş, Eski Yunan'ın gelişmiş bölgelerinin sanayi ve ticaret yaşamı üzerine bildiklerimizle çelişmektedir. Bücher'in temeldeki yanlışı şurada ki, ölçüt olarak değiş-tokuşu almakta ve değişik üretim biçimleriyle ona denk düşen üretim ilişkilerini göz ardı etmektedir. 281

Meyer'in kuramı çok daha başkadır: Ona göre, ilkçağ tari­ hinin başlangıçları bir feodalite devridir; bir "antik ortaçağ" dır o dönem. Ondan sonraki aşamada, Meyer, Bücher' in aksine, gelişmiş ekonomili devletleri ön plana koyar ve ilkçağ ekono­ misindeki yükselişi, M.S. 18. yüzyılda Bah Avrupa' daki ücretli ekonomi sistemine geçişle bir tutar ve "ilkçağ kapitalizmi"nden söz eder. Meyer'e göre, bu dönemde kölelerin üretimde oyna­ dıkları rol, genellikle düşünüldüğünden de azdı; çünkü kölele­ rin yanı sıra özgür halktan da çok büyük sayıda çalışan vardı. İlkçağ ekonomisinin gelişme derecesini abartan bu görüş mutlak olarak yanlıştır. Bilindiği gibi, Yunan toplumunun geliş­ mesinin başlarında, feodal üreticiler yoktu. İlkçağ ekonomisinin doruğuna vardığı aşamada ise, kaynaklarından yoksun köylüler ve zanaatkarlar ücretli emekçi durumuna gelmiyor, rastlantıya bağlı bir kazançla yaşayan parazit ve sefil insanlar olup çıkıyor­ lardı. Böylece, bu aşamada, ücretli emekçinin ağır basan rolün­ den bahsedilemez; tersine, ağır basan, kölelerin emeğiydi ve onların gitgide artan sayısıydı. M.Ö. 5. ve 4. yüzyıllarda, bazı Yunan sitelerindeki köleci ekonomi pek yüksek bir aşamaya varmıştı ve hiç kuşkusuz, ile­ rici bir olaydı bu. Engels şöyle der: "Ne denli çelişik ve aykırı görünürse görünsün, o günün koşullarında köleliğin işin içine girmesi bir büyük gelişmeydi"; ve ekler: "Yalnız köleliktir ki, çok geniş çapta olmak üzere, tarım ve sanayi arasındaki işbölümü­ ne olanak sağladı ve arkasından da ilkçağ dünyasını doruğuna, Hellenizme ulaşhrdı." Ne var ki, köleci rejim, zorla çalışhrmaya dayandığı için teknik, durgunluğa mahkumdu. Bunun başlıca nedeni, Karl Marx'ın da dediği gibi, şuydu: "Köle, insan olduğu için, hay­ vanlara ve çalışma araçlarına, kendisine eşit olmadıklarını gös­ teriyordu. Bunun tadına varmak için de bilerek kötü kullanıyor­ du onları. O yüzden, böyle bir üretim biçiminde kabul edilen bir iktisadi kural vardır: En sert ve en ağır çalışma araçları kullanıl­ malıdır; onların hantallık ve ağırlıkları, kırılıp parçalanmalarını daha güçleştirmektedir çünkü." Tekniğin ilkel, giderek emeğin üretkenliğinin pek aşağı düzeyde olduğu bir zamanda toplu­ mun gitgide artan mamul madde gereksinmesini karşılamak için tek bir çare vardı ancak: Toplumun ihtiyaçlarıyla orantılı olarak kölelerin sayısını arttırmaktı bu. Çalışanlar ordusunu, iktisadi olmayan zorlama ile, yani savaşla ve her türlü şiddetle 282

sürekli çoğaltmak, özgür insanların, onur kırıcı olarak gördük­ leri el emeğinden kaçmaya çalıştıkları ölçüde, üretimdeki geliş­ menin zorunlu bir koşulu oluyordu. Ne var ki, köleci üretim sistemi, bir noktadan sonra, üreti­ ci güçlerin gelişmesini köstekleyecek ve ilkçağ toplumu uzun sürecek bir bunalıma uğrayacaktır. ATİNA DEMOKRASİSİ Atina halkı kendi kendini yönetirdi: Halk Meclisi (Ekklesia) olarak bir araya gelip sitenin işleri için karar verirlerdi; Heliaia adı verilen mahkemede de toplanıp adaleti yerine getirirlerdi. Halk Meclisi' nde tartışılacak konuları hazırlamak ve yönetimin sürekliliğini sağlamak, Beşyüzler Kurulu (Bule) adlı bir kurulun göreviydi. Kanunların uygulanması, idare ve kumanda görev­ lerini yerine getirmek için bu kurul, elindeki yetkileri stra­ tegoslara devrederdi. Ancak, son sözün halkta olması için her türlü önlem alınmıştı. Atina'run "demokratik" bir yönetimi vardı. Neydi kurumlan bu demokrasinin? Ve nasıl bir nitelik taşı­ yordu?

Atina demokrasisinin kurumları Halk Meclisi, el kaldırarak (khirotonia) özel görevler için on strategos seçiyordu. Bu görevler, Hoplitlere kumanda, Attika surlarının savunması, gemi yapımı, Pire'nin yönetimi gibi çeşitli alanlarla ilgiliydi. Eğer aralarından birinin yaptığı işlem kınanı­ lır türdense, "mahkeme, cezasını ya da para cezasının miktarını saptayarak iptal eder" di. Ordu şefleriyle, ephebosların (yurttaşlık haklarından yarar­ lanan yurttaşların 18 ile 20 yaş arasındaki çocuk.lan) askeri eği­ timi ve öğretimi ile uğraşanlar da yine eller havaya kaldırılarak seçiliyorlardı. Halk Meclisi, maliye memurlarını, su yollarını tef­ tiş edenleri vb. de seçerdi. Genellikle, uzman ve özel işi olmayan, bir de kusurlarıyla devleti zarara uğrattıklannda bunu giderecek servetleri olan kişiler yeğleniyordu. Halk Meclisi, iktidarı kulla­ nan bütün bu temsilcileri istediği gibi denetleyebiliyordu; üyeleri çoktu çünkü ve hepsinin de suçlu görülen bir kimse hakkında dava açma hakkı vardı.

283

Halk Meclisi, yasama görevi de yapıyordu. Her üye, kanun tasarısı önerebilirdi ve tüm meclis bu tasarıların tarhşmasına kahlırdı; meclisçe kabul edilirse, Bule'ye, yani Beşyüzler Kuru­ lu'na sunulurdu. Meclis, kurulun kanısını öğrendikten sonra, onu da göz önünde tutarak konuyu yeniden incelerdi. Tarhş­ malar bittikten sonra kanun ikinci kez oya konur ve "prephisme", yani meclisin kararı olurdu. Ne var ki, ancak Heliaia'run özel bir komisyonunun uygun görmesinden sonradır ki, kanun yürürlü­ ğe girerdi (nomos ). Bu usulün yanı sıra grafe paranomos, demokra­ tik rejimin sağlamlaşhrılmasına katkıda bulunmaktaydı. Beşyüzler Kurulu da çok önemli bir devlet organıydı. Üye­ leri kurayla seçilirdi. Her dem, phyles başına 50 temsilci düşecek biçimde, sakinlerinin sayısıyla oranhlı olarak adaylarını sunar­ dı. Kurul pek seyrek toplanırdı. Phyleslerin sayısına göre on "prytan" a bölünmekteydi. Yıl boyunca, prytanlar sırayla topla­ nır ve bir aydan fazla -36 ila 39 gün- bir zaman toplanh yapar­ lardı. Bu usül, kurulu sürekli görev yapan bir kurum haline getiriyordu. Prytanlar ayrı bir binada toplanır ve devlet hesabı­ na yemek yerlerdi. Her gün yeni bir başkan (epistate) seçerlerdi. M.Ö. 5. yüzyılda başkan, kurulun ve Halk Meclisi'nin genel top­ lanhsına başkanlık ediyordu. Hazine ile arşivlerin anahtarları ve devlet mührü de ondaydı. Beşyüzler Kurulu, diplomatik ilişkilerde devleti temsil ederdi; yabancı elçileri kabul edip Halk Meclisi'ne sunan oydu. Ağır suçluları tutuklayıp mahkemeye (Heliaia) ya da cezaları o mahkemenin yetkisini aşıyorsa Halk Meclisi'nin önüne sevk etmekte sınırsız yetkisi vardı. Kurul, Halk Meclisi'nin kabul etti­ ği kanun tasarıları hakkındaki görüşünü de açıklayıp aydınlığa kavuştururdu. "Dokcimasia" hakkı, yani yurttaşlık haklarıyla, kendi üyelerinin ve arkhonların ahlaki niteliklerini araşhrma hakkı vardı. Prytanlar, Halk Meclisi'nin kararlarının yerine geti­ rilip getirilmediğini denetler, devlet ekonomisini yönetir, kamu çalışmalarını teftiş eder, ephebosların eğitimine göz kulak olur, donanmanın durumu hakkında yanıt verirlerdi. Kentte prytan­ lar asayiş görevini yaparlar, kurul üyeleri ile Halk Meclisi üye­ lerini toplanhya çağırırlar, oturumların gündemlerini saptar­ lardı. Böylece, Beşyüzler Kurulu, Halk Meclisi'nin yalnızca bir yürütme organı değil, aynı zamanda bir bürosu durumundaydı. Grafe paranomos ile Areopagos'un reformlarından sonra Heliaia mahkemesi, Atina' da büyük bir önem kazandı. Demok284

rasırun doruk noktasına vardığı dönemde, üyeleri 30 yaşını aşmış kişiler arasından kurayla seçiliyordu. Tümü, her phyes başına alh yüz kişi olmak üzere alh bin kişiydi. Duruşmalarda suçlayanlarla suçlananlar söz alıyorlar, arkasından da mahke­ me üyeleri, küçük taşlar kullanarak gizli oylamaya gidiyorlardı: Taş deliksizse beraat demekti bu, delikli ise mahkumiyet. Demokrasinin doruk noktasına vardığı dönemde Arkhon­ lar Heyeti ve Areopagos da görevlerini sürdürüyorlardı; ancak, üstünlüklerini yitirmişlerdi. Arkhonların görevi, adli işlere bak­ mak ve mahkemelere sevk etmekti yalnızca; birtakım dinsel görevleri de vardı. Ephialte'nin reformundan sonra Areopagos, daha önce de söylediğimiz gibi, adam öldürenleri, yangın çıka­ ranları ve kutsal şeylere saygısızlık edenleri yargılayan bir mah­ keme görevi de yapıyordu.

Atina demokrasisinin değeri M.Ö. 5. ve 4. yüzyıllarda Atina rejimi işte böyleydi. Atina, Engels'in dediği gibi, "pek yetkin bir devlet biçimine sahipti: demokratik cumhuriyetti" . Bu demokrasi, Yunan dünyasındaki aristokratik gerici devletlerle, Doğu despotluklarına oranla ileri bir adıma işaret ediyordu kuşkusuz. Devri için ilerici bir rejimdi yansıttığı. Ancak, Atina demokrasisini, giderek ilkçağ demokrasisini fazla da gözde büyütmemeli; çünkü "köleci" bir demokrasiydi o. Bu toplumda, asıl üreticiler köle durumunda olduğundan, özgür yurttaşlar çalışan kitlenin pek küçük bir bölümünü oluş­ turuyordu. Kölelerse herhangi bir sosyal hakka sahip olmak şöyle dursun, gelgeç her türlü direnişlerini izleyen devlet organ­ larınca eziliyorlardı. Böylece, sayıları özgür yurttaşlardan hiç de az olmayan köleler, her türlü insani haklardan yoksundular. Özgür halkın hemen yarısına yakın olan kadınlarla metoikoslar da siyasal yönden ayrıcalıklı değillerdi. Sonuç olarak, Attika' da halkın ancak altıda, ya da yedide biri siyasal haklara sahipti. Atina anayasası, ayrıca kenti, kırsal kesimin zararına koru­ yordu. Halk Meclisi, her sabah Atina'da, Pnyks Tepesi'nde toplanıyordu. Tacirler, dükkancılar, ücretliler, gündelikçiler ve öteki kentliler meclisin oturumlarına kahlabilirlerdi. Köylüle­ re gelince, onlar mecliste genellikle hiç temsil edilemiyor ya da küçük bir delege yollayabiliyorlardı ancak; çünkü mecliste 285

hazır bulunma, iki ya da üç güne mal alacaklı onlara. Böylece, kahlanların sayısı, Attika'nın özgür yurttaş sayısı 35.000 olarak hesaplanırsa, iki ya da üç bin kişi dolayında kalıyordu. Yunan demokrasisinin bir başka eksiğine daha değinmeli: Kanuna göre sitede her yurttaş, hangi makam için olursa olsun seçilebilirdi; ne var ki, bu makamların çoğu ücretsiz olduğun­ dan isteklileri de zenginler oluyordu ancak. Perikles, jüri üye­ leri, kurul üyeleri, arkhonlar, strategoslar için maaş usulünü getirmiş de olsa, bunlar ödenmediğinden, görevler, serveti olan kişilere kalıyordu ister istemez.

286

BÖLÜM VIII KLASİK YUNAN UYGARLIGI: DİN VE SANAT

2

Eski Yunan' da dinin doğuşunu ve niteliklerini daha önce anlatmışhk. M.Ö. 5. ve 4. yüzyıllarda bu din, özel yaşamın ve toplum yaşamının tüm görünümlerinde rol oynadı. Sanata ve tiyatroya esin verenlerin başında o geliyordu. Sanatsa, klasik görkemini o yıllarda kazandı. DİN VE İNANÇLAR Yunanlıların gözünde çok büyük bir önemi vardı dinin. Bir ailenin ya da bir sitenin üyeleri arasında çözülmez bağlardan birini kuran şey, beraberce yapılmış bir ayindi aynı zamanda. Din, çok geçmeden toplum yaşamının her kurumuna rengini vurdu.

Din, aile ve site Ayin ve ibadetler, evde aile sunağı, dışarda kahramanların mezarları önünde ya da tanrıların barınağı sayılan tapınakta yapılırdı. Tapınaklar, Küçük Asya ve Büyük Yunanistan' daki­ ler bir yana, genellikle bütün kalabalığı içine alamayacak kadar küçük olduğundan, törenler tapınakların dışında olurdu. İbadetlerin başlıcaları dua, saçı ve kurbandı. Saçıda bulunmak, bir bardakla yere birkaç damla şarap, yağ ya da süt dökmekle olurdu. Kurban için de, kanlı olmayanı, yemiş ya da tatlı sunmaktı; kanlısı ise, bir ya da birkaç hayvanı feda etmekle ger­ çekleşiyordu. Hayvan belli bir usule göre boğazlanır, etinin bir bölü­ mü tanrı adına yakılırken, geri kalanı müminler arasında dağıtılırdı.

Ailede dinin rahibi babaydı. Kendilerine dua edilen tanrılar, evde sunağın üstünde sürekli yanan bir ateşin temsil ettiği aile tanrıçası Hestia, evin çevresini koruyan Zeus ve son olarak da ataların ruhuydu; bu 287

ruhlar olmazsa huzurun olmayacağına, giderek canlıların yaşa­ mının bozulacağına inanılırdı. Çocuk doğar doğmaz baba onu kabul etmişse, aile sunağı­ nın önüne çıkarılır; sonra kendisine bir ad verilir; son olarak da baba, ailenin bağlı olduğu dinsel gruba, yani fratriye kaydetti­ rirdi onu. "Baba kabul etmişse" dedik, kabul etmediği zaman, yolda bir moloz yığınının üstüne bırakırdı çocuğu. Kız çocuklarının yazgısıydı çoğu kez bu! Evliliğin amacı soyu sürdürmek, giderek aile kültünün devamını sağlamakh. Eski Yunan' da bekarlar ve çocuksuz eşler hiçbir zaman hoş karşılanmamışhr. Sparta' da her yıl, evlenmemiş erkekleri kötülemek için resmi bir tören yapılırdı. Atina' da çocuksuz yurttaş, tanrıların hoşlanma­ dığı bir kimse olarak karşılandığından, çok yüksek görevlere çıka­ mıyordu.

Nişan için genç kızla erkek kutsanmış bir suda yıkanırlardı. Nikah günü kadın, baba ocağını terk eder ve beyazlar giyinmiş olarak, yüzü örtülü, içinde bir ateş yanan yeni evine götürülür­ dü. Koca, sözde kaçırıyormuş gibi, kollarına alarak eşik atlahr­ dı onu. Bunu, geleneksel bir şölen ile, evlilik ve site tanrılarına dualar izlerdi. Cenaze törenleri de dinsel kurallarla düzenlenmişti. Cesedi kadınlar yıkar, süsler, sonra da bir cenaze yatağına yahrırlardı. Dişlerinin arasına da bir metelik yerleştirilirdi. Kharon' un kayığıyla cehennemden geçişin ücetiydi bu. Mitolojide Styks, cehennemde karanlık bir ırmakhr. Yedi kez geçilirdi. Son duraklarına ulaşmak için, ölülerin ruhları bu ırmağı geçmek zorundaydılar. Cehennemin kayıkçılığını yapan Kharon adlı yaşlının kayığıyla ve bir metelik ödenerek yapılabilirdi bu geçiş. Öde­ yemeyen kıyıda kalır ve asla huzur yüzü görmezdi arlık.

Sonra ağıtlar ve cenaze şarkıları yükselirdi. Bunlara yardım edenler olurdu. Gömme günü, gün doğmadan aile efradı, bera­ berlerinde ağlayıcılar ve flüt çalıcıları, ölüyü, kollarında ya da bir arabanın üsünde, aile mezarının bulunduğu mezarlığa götü­ rürlerdi. Mezarın üstüne saçılar serpilir ve "lekit" adı verilen cenaze vazoları konurdu. 288

Bütün sitelerde her yıl, ölüleri hatırlamak için bir ya da bir­ kaç bayram yapılıyordu. Site tanrılarına bağlılık, toplum yaşamının her faaliyetinde kendini gösterirdi. Atina' da her kabilenin kutsal bir yeri, tapına­ ğı vardı. Meclis ve mahkemelerin toplantıları dua ve kurbanlar­ la açılırdı. Belli bir göreve seçilmiş magistratuslar, Akropol' de kurban kesmek için mersin dallarıyla taçlanırlardı. Her sitenin kendi büyük dinsel bayramları vardı. Atina'da, Attika köylülerinin büyük sevinçle kutladığı köy Dionysialarından başka, bütün sitenin katıldığı bayramlar vardı: Bunların en önemlileri, Büyük Dionysialarla Panathenaialar idi. Büyük Dionysialar kutlandığında, dram yazarları arasında önemli yarışmalar yapılırdı. Yunan tiyatrosunun şaheserleri işte bu vesileyle yarahldılar. Tanrıça Athena onuruna yapılan Büyük Panathenaialar her dört yılda bir, temmuz ayında kutlanırdı. Tam bir hafta müzik ve şarkı yarışmaları, at yarışları, spor hareketleri, on kabilenin şampiyonları­ nın

çekiştiği bayrak yarışları yapılırdı. Bayram, bir ayin alayıyla biterdi. Alay, bütün kenti dolaşır ve kutsal yolla Propilelerden Akro­

pol' e çıkar ve tanrıçaya, dört soylu genç kızın tam dört yıl boyunca büyük bir özenle işledikleri bir nadide giysi sunulurdu. Parthenon'un frizlerinde bu töreni ebedileşmiş olarak görüyoruz. Panathenaia bayramı, Athena'run olduğu kadar Atina'run da ululaşhrılmasıydı.

Panhellenik kültler Görüldüğü gibi, her ailenin, her sitenin kendine özgü çeşitli kültleri vardı. Bununla beraber din aslında kendi içinde parça­ lanmış Yunan dünyasına, kendi birliğinin bilincini sağlamada büyük rollerden birini oynuyordu. Aynı tanrılara tapıyorlardı Yunanlılar ve belli tapınakların öylesine bir ünü vardı ki, kutsal yerler olarak, Yunan dünyasının her yanından gelen hacılarca ziyaret ediliyorlardı sık sık. Bu tapınaklar ve kutsal yerlerle, büyük eğlenceler tüm Yunanlıları ortak bir heyecanın çevresin­ de yaklaştırıyordu birbirine. Onlar "panhellenik" idiler, bütün Yunanlılar için ortaktılar yanı. 289

Başta gelen kutsal yerler, Epidor, Delos ve özellikle Olym­ pia ve Delphoi tapınaklarıydı. Kutsal Delos Adası'nda bütün İyonlar, Apollon'la kız kar­ deşi Artemis'i kutlamak için toplanırlardı. Elide' de bulunan Olympia, aslında bir kent değil, Zeus'un bir tapınağıydı. Kutsal bir surun, Altis'in içinde, çeşitli anıtların ortasında eski Hera Tapınağı yükseliyordu. Aşağıda, Altis'in ayakları dibinde ise stadyum ile hipodrom bulunuyordu. Phokis'teki Delphoi, Apollon'un başta gelen tapınağıydı. Sivri ve görkemli bir noktada, Phaedriades kayalarının eteğinde kutsal yerin duvarları uzanıyordu. Kutsal yol, hacıları tapınağa götürüyor­ du; çevresinde heykeller ve minnettarlık duyan sitelerin yaphrdıkları küçük tapınaklar bulunuyordu. En değerli sungulann akhğı Delphoi, bütün sitelerin koruması alhndaydı. Aslında bu koruyucu rolü oyna­ yan içlerinden birkaçıydı yalnız. Sitelerin temsilcileri "Delphoi Anfik­ sionisi" adı altında bir kurulda toplaşırlardı.

Delphoi'nin ünü kahininden, Olympia'nınki ise oyunların­ dan geliyordu. Kendi özel işleri ya da kamuyu ilgilendiren konularda tan­ rıların görüşünü öğrenmekte meraklı olan Yunanlılar, kahinlere başvururlardı: Dodon' da Zeus, kutsal meşelerin uğultusuyla düşüncelerini belli ederdi; Epidor' da, Tamı Asklepios, kendi adına yükseltilmiş yuvarlak tapınağın avlusunda uykuya dalan hastalara, uyurlarken verirdi öğütlerini. Delphoi'de, kendi adına yapılmış tapınakta Tanrı Apollon, bir genç kızın ağzından konuşurdu: Pythia adını taşıyan genç kız, üç ayaklı bir iskemleye oturmuş bir halde, kutsal defne yaprağını çiğner, kayanın çatlaklarından çıkan buharlarla sarhoş, kendisinden geçmiş olarak ve sinirli hareketlerle sarsılarak belli belirsiz sesler çıkarırdı. Rahipler de gaipten haber verdiği sanılan bu hezeyanları, kısa ama baştan sona karanlık birtakım şiirlere dönüştürürlerdi.

Her şey sorulurdu kahine: Bir evliliğin yerinde olup olma­ yacağından bir savaş ilanına ya da bir koloninin kurulma­ sına varıncaya kadar her şey. Çok uzaklardan, ta Asya' dan, Mısır' dan ya da Sicilya' dan kahine danışılmaya gelinirdi ve ünü öylesine yaygındı ki, başkalarından önce ona danışma hakkı, üzerine titrenilen bir ayrıcalık olup çıkmışh. 290

Panhellenik oyunlar, spor yarışmalarıydı ki, birkaç tapı­ nağın gölgesinde, bütün sitelerin şampiyonlarını karşı karşıya getirirdi. Belli bir dinsel anlamı vardı bu yarışmaların: Atletlerin çabası tanrılara bir saygıyı dile getirirdi; başarı ise, tanrının bir yeğlemesi olarak görülürdü. Panhellenik oyunlar dört taneydi: Bunlar, Korynthos Berza­ hı' ndaki İsthmia Oyunları, Peloponnesos' ta, Neme Vadisi' nde Neme Oyunları, Delphoi' de Pythia Oyunları ve son olarak da Olympia Oyunları (Olimpiyatlar) adlarını taşıyordu. Olympia Oyunları, M.Ö. 776 yılından başlayarak, her dört yılda bir kutlanırdı. Doğuştan özgür bütün Yunanlılar, ama yalnızca onlar kahlabiliyordu bu oyunlara. Bu vesileyle, haber­ ciler kutsal bir mütareke ilan ederlerdi: Yunanlılar arasında tüm uzlaşmazlıklar kesilirdi ve haalar, Zeus'un koruması alhnda Olympia'ya çıkarlardı. Onlara saldırmak günah sayılırdı. Birkaç haftada büyük bir kalabalık bir araya toplanırdı. Açıkta ya da çadır alhnda yatar uyurlardı. Atletler, hakemlerin gözleri önünde yarışmalara hazırlanırlardı. Bir hafta süren oyunlar, bir kurban töreni ve yarışacaklarla hakemlerin oyunun kurallarına dürüstlükle uyacakları hakkın­ da bir yemin töreniyle başlardı. İlk başlarda alh yarışma vardı: Koşu, güreş, boks, ok atma, disk atma ve araba yarışı. Daha son­ ra, çeşitli yarışmalar eklendi bunlara: Bir silahlı yarışmanın yanı sıra pankreas ve beş yarışmayı -yüksek atlama, disk, ok atma, koşu ve güreş- bir araya getiren pentatlon. Stad, kırk bin seyirciyi içine alabiliyordu. Yenenlere, ödül diye, zeytin dalından örülme bir taç verilir­ di. Ancak, bütün Yunan dünyasında ünleri yayılır ve sitelerinde armağanlara ve şereflere boğulurlardı. Simonides ve Pindaros gibi büyük şairler, başarılarına şiirler düzerlerdi. "Kollarının sertliği ya da bacaklarının çevikliğiyle oyunlar­ da rakiplerini yenip cesareti ve gücüyle, en yüce ödülü alan kişi, şairlerin şiirlerini hak etmiştir ve mutludur." Pindaros öyle söyler. M.Ö. 5. yüzyıldan başlayarak, siteler arasındaki bölünmeler derinleştikçe, dinin panhellenik rolü azaldı. Delphoi, Yunanlı­ lar arasında, Kutsal Savaşlar adı verilen büyük savaşlara neden oldu. Oyunlar saygınlıklarını korudular gerçi, ancak, sportif görünüşleri dinsel anlamlarına ağır basmaya başladı. 291

Dinde gizemcilik Herkesin katıldığı törenler, dinden, bir yaşam kuralı isteyen ve ölümden sonraki yaşamları için de bir güvence bekleyen bazı müminleri tam anlamıyla doyurmuyordu. Orphizm ile Mysteriaların başarısını buna bağlamak gerekir. Neydi bunlar? Orphizm, kurucusu olan efsanevi bir kişiden, Orpheus' tan alıyor adını. Yunan mitolojisinde çok içli bir öyküsü vardır onun: Şarkılarıyla bütün doğayı etkiler ve büyülermiş. Kansı Eurydikhe'nin ölümüne dayanamamış, ölüler ülkesi Hades' e gidip onu geri vermelerini iste­ miş. Acıyıp vermişler gerçi; ancak, onunla beraber yeryüzüne çıkınca­ ya değin arkasına dönüp Eurydike'ye bakmamayı şart koşmuşlar. Ne var ki, bu koşulu yerine getirememiş Orpheus, dayanamayıp bakmış. Bakmış ve sevgilisini de kesin olarak yitirmiş böylece. İnsanın doğa sırlarım araşhrma isteğini simgeleyen bir öykü aslında.

Orpheus'un, giderek Orphizm'in söylediği şuydu: Ruh ölümsüzdür. Bedende hapsolmuş durumda bulunan ruh, ölümle bundan kurtulacak ve tanrılarca muhakeme edi­ lecektir; büyük mutluluğa ise, bedenden bedene göçerek yaşayacağı birçok yaşam süresince erişecektir. Günahlarından arınarak ve ancak öteki dünyada. Tanrılarla ilişki kurduklarına inanılan Orpheus rahipleri, büyüsel gizli yöntemlerle insanları mutluluğa ulaştırmaya çalı­ şırlardı. Kendinden geçme, coşku ve sonunda Tanrı Dionysos'la birleşme, orphik gizemsel törenlerin amacıydı. Çilecilik de bir öğe olarak beliriyordu. Aslında çilecilik geniş halk yığınlarının iktisadi ve sosyal koşullar yüzünden çekmekte oldukları çileyi kurumlaştırıyor­ du. Acı çeken insan yığınları bu dinde, çektikleri acıyı ölümden sonraki mutlulukları için gerekli sayma, kendilerinin de bir gün mutlu olabileceklerine inanma, dayanışma bilinci edinme, gizemsel törenler sırasında kendilerinden geçerek çektikleri acı­ ları ve yoksulluğu unutma yoluyla, dünyadaki yaşamlarında en büyük avuntuyu bulmaya çalışıyorlardı. Özellikle köleler, ruh­ larının, efendilerine ait bulunan ve bu yüzden bir ömür boyu acı 292

çeken bedenlerinden çıkıp rahat edeceği ve özgürleşeceği anı sabırsızlıkla beklemişlerdir. Orphizm, soyluların dünya görüşünü temsil eden mitoloji­ ye karşı, köylülerin ve kölelerin dünya anlayışını temsil etmek­ tedir. Bundan dolayıdır ki, Orpheus dininin mitolojiyle taban tabana zıt öğeleri vardır. Örneğin mitolojiye göre, ölümden sonraki yaşam, dünyadaki yaşamın bir süregelişidir; Orphizm­ deyse, dünyada çile çekilir ve ancak ölümden sonra mutlu bir yaşama erişilir. Mitolojide ölümden sonraki yaşam bedenlidir; Orphizmdeyse, beden dünyada kalır ve yalnızca ruh öbür dün­ yada yaşamayı sürdürür. Mitolojide güçsüzlükten güçlülüğe doğru ve en üstte en güçlülerin bulunduğu bir sıradüzeni var­ dır; Orphizmdeyse tüm insanlar birbirine eşittir. Orpheus dininde, sonradan Hıristiyanlığın alıp geliştirece­ ği, ruhun öbür dünyadan düşerek bedendeki varlığı meydana getirmesi gibi temel dinsel öğeler de bulunmaktadır. Orphizm, M.Ö. 8. yüzyılda oluşmuştur. "Sır" anlamına gelen "Mysteria", Eski Yunanlıların hemen bütün dinsel yaşamlarını adlandırır aslında. Mysterialarda söz konusu olan, insanı tanrısal yetkinliğe yaklaşhrmakhr; ta ki insan, tanrıların yapısındaki doğaüstü tözü kendine sindirebilsin ya da tanrısal sonsuzlukla kaynaşıp bunun içinde yok olabilsin. Bu eğilimin çağımızdaki adı "mis­ tizm" dir, yani ruhun, insanlığı aşıp tam anlamıyla tanrılığa yükselmesidir. Tapımlar daima gizli yapılır, dışarıya hiçbir bilgi sızdırıl­ mazdı. Bu gizli tapımların en ünlüsü de Attika' daki Eleusis gizli tapımlarıydı. Demeter ile kızı Kore ya da Persefone, bu konu­ daki büyük tanrılardı. M.Ö. 5. yüzyılda, gizli tapıma kabul edilenlerin sayıları pek çoğaldı ve Eleusis inanışını koruyan Atina, büyük bir çekicilik kazandırdı buna. Hacıların, Atinalı süvarilerin eşliğinde, Ele­ usis' e doğru alay halinde gidişleri, sitenin en büyük dinsel bay­ ramlarından biri haline geldi. GÖRSEL SANATLAR Mimarlık, resim ve heykel olarak görsel sanatlar, M.Ö. 5. ve 4. yüzyıllarda ve özellikle Atina' da klasik içeriğini kazandı. 293

Bu sanat daha sonra Roma sanatını, Rönesans' tan başlayarak da Batı sanatını etkileyecektir. Önce, neydi genel nitelikleri bu sanatın?

Genel nitelikler Eski Yunan sanatının niteliklerini şu noktalar çevresinde toplamak mümkün: 1 . Yunan sanatı, her şeyden önce dinsel bir sanattır: Tapınak, sanatın başta gelen anıtıdır; heykeller de tanrıları temsil eder. 2. Bu sanat, uzun süre kolektif bir nitelik taşıdı; atölyelerde çalışan sanatçılar, geleneklere ve yerel yöntemlere uyuyorlardı. Nitekim, M.Ö. 5. yüzyıldan önce adı belli sanatçılar nadir­ dir. 3. Bu sanatta ahenk, yalınlık, denge ve bütüne gerçekten uymuş bir süsleme egemendir. Atina' da Akropol' deki anıtlar ve heykeltıraş Phidias'ın eserleriyle Perikles yüzyılı, Yunan sanatının doruğudur. Ne var ki, o yüzyıldan önce, uzun bir hazırlanış dönemi geçmiştir ve bu dönemde Atina da tek merkez olmamıştır hiçbir zaman. M.Ö. 6. yüzyılın büyük eserleri, daha önce de gördüğümüz gibi, İyonya ve Büyük Yunanistan' da yaratıldı. Böylece, Yunan sanatı, arkaik dönem boyunca ağır ağır oluştu, biçimlendi. M.Ö. 5. yüzyılın başında ise, bu sanatın bütün öğeleri belirginleşmişti artık. Seramik sanatçıları, vazo ve kupalarını, hayvan ve insan­ ları canlı, zengin anlatımlı sahneler halinde süsleyebiliyorlar­ dı. Heykeltıraşlar, tekniklerine egemendiler: Heykellerinde, arkaik eserlerde rastladığımız çirkinlikle tutukluk ve becerik­ sizlik yoktur. Son olarak da Yunan tapınağının planı kesinlikle ortaya çıkmıştır. Klasik biçemler doğmuştur: Dor biçemi ile İyon biçemidir bunlar.

Mimarlık Eski Yunan' da tapınaklar, taş ya da mermer bloklardan yapılıyordu. Bunlar öylesine güzel yontuluyorlardı ki, birbirle­ rine bağlamak için bir çimentoya gereksinme kalmıyordu artık. Plan her zaman aynı değildi gerçi, ancak, sık sık belli planlar tekrarlanıyordu. 294

Bu plan üç bölümden oluşuyor: Önce bir hol (pronaos ), sonra bir tanrı salonu (naos), son olarak da hazine. Bir düz tabanın üstünde yükselirdi tapınak ve bu tabana dört bir yandan basamaklarla çıkılır­ dı. Tapınağı sütunlar çevirirdi, dam da bir pervaz aracılığıyla onlara dayanırdı. Çifte inişli damın önünde üçgen, heykelli bir alınlıkla kar­ şılaşıyoruz.

İki biçem görüyoruz: Dor biçemi ile İyon biçemi. "Dor biçe­ mi", daha sert görünüşlü olup bodur sütunlar doğrudan doğru­ ya tabana değer ve süslemesiz bir başlıkla sona erer. Pervazın üstünde riz, içinden bir yiv geçen belirgin taşlardan (triglij) ve yalın ya da süslü yüzeylerden (metope) oluşmuştur. Sicilya ve Güney İtalya' da tapınaklarla Olympia' daki Zeus Tapınağı Dor biçemindeydi. "İyon biçemi" daha zarif olup sütunlar daha yüksekti; taba­ na değen bu sütunlar ve başlıkları çifte kıvrımla süslüdürler. Küçük Asya' daki tapınaklar da bu biçemdeydi. Daha sonralan bir üçüncü biçem, "Korynthos biçemi" çıktı ki, özelliği kenger yaprağı biçiminde oymalarla süslü bir başlığı olmasıydı. Perslerin yerle bir ettiği Akropol'ü, sitelerine ve sitelerini temsil eden tanrıçaya değer anıtlarla süslemek için Atinalılar, bütün bir M.Ö. 5. yüzyıl boyunca çalıştılar. En önemli anıtları, özellikle Parthenon'u yaptıran da Perikles oldu. Başyardımcısı büyük heykeltıraş Phidias' tı. Parthenon' a varmak için kutsal sayılan bir yol, "Zafer Kazanmış" Athena ya da "Kanatsız Zafer" denen, İyon biçe­ minde küçük bir tapınağın önünden geçiyordu önce. Sonra, Mnesikles'in yaptırttığı Propile adlı anıtsal giriş, Akropol terasına götürüyordu. Dövüşen Athena (Athena Promakhos) adlı heykel orada yükseliyordu. Phidias'ın eseri olan bu hey­ kel, baştan aşağıya silahlı olarak kenti görür gözetir durum­ daydı. Sonra, mermerden Parthenon'la, içinde zeytin ağacın­ dan yapma ve tanrıçayı temsil eden eski bir putun bulundu­ ğu Erektheion geliyordu. Orta çaptaki boyutlarıyla Parthenon, İyon zarafetiyle Dor biçeminin sertliğini kaynaştırır birbirine. Bütün, aslında Dor biçemindedir; ancak, alışılmış Dorik tapınaklardan daha geniştir. Cephesinde sekiz sütun vardır: Daha geniş olan alınlıklar, biri Athena'nın doğuşu, ötekisi ise Poseidon'la tar295

tışmayı temsil eden iki önemli süslemeyi içerir. 92 metopesi heykellerle süslüydü. İyon biçeminde bir friz, dört duvarın en üst bölümünü taçlandırıyordu. Ünlü Panathenaia frizi işte buydu. O yüzyılın sonuna doğru bitirilmiş olan Erektheion'un, Kariatides adlı sütunlu bir girişi vardı; pervaz, sütunlara dayan­ mıyor, onu, yüzleri soylu ve ciddi bakışlı allı genç kız heykeli taşıyordu.

Heykel ve resim M.Ö. 5. yüzyılda, Phidias'tan önce, büyük heykelhraşlar Myron ile Polykleitos oldular. Ünlü Disk Ahcısı'nın (Diskobol) yarahcısı olan Myron, hareketin ustasıydı; Argoslu Polykleitos ise, Mızrak Taşıyıcısı'na (Doryfor) insan bedeninin ideal ölçüle­ rini kazandırdı. Dövüşen Athena ile Parthenon'un süslemelerinin dışında Phidias, Parthenon'un tanrı salonunda parlayan alhndan ve fildişinden muazzam bir Athena heykeli yapmışh. Olympia' da Zeus adlı heykel de şaheserleri arasındadır. Polygnotus gibi ünlü ressamlar da vardı; ancak, hiçbirinin eseri günümüze kadar ulaşamadı. Buna karşılık yığınla sera­ mik, vazo M.Ö. 5. yüzyıldaki süslemecilerin ustalığını sergile­ yip duruyor. Bu süslemeciler, siyah bir zemin üzerine kırmızı renkli, çizgileri kadar kompozisyonları da ilginç sahneler çizi­ yorlardı. M.Ö. 4. yüzyılda, sitelerdeki siyasal çözülme uygarlıktaki çözülmeyi de beraberinde getirmedi; aynı görkemlilik bu yüz­ yılda da sürdü. Mimarlar, tapınaklardan başka taştan tiyatrolar da yaphlar. Bu yüzyılda da büyük heykeltıraşlar görüyoruz: Örneğin, dokunaklılığın ustası olan bir Skopas, bir Praksiteles, M.Ö. 5. yüzyıldakinden farklı olarak, büyüklükten çok harekete ve ifadeye önem verirler. Yüceliğini sürdüren bir sanattır onlarınki de!

296

BÖLÜM IX KLASİK YUNAN UYGARLIGI: DÜŞÜN YAŞAMI

3

Klasik Yunan'ın dehası, yalnızca görsel sanatlarda değildir; edebiyattan felsefeye değin düşün yaşamının her alanındadır. Gelecek yüzyılları bir de bu alandaki ürünleriyle fethetmiştir. Atina, yine rakipsizdir bu bakımdan. EDEBİYAT, TİYATRO VE MÜZİK Yunan edebiyah deyince, başta şu iki tür akla gelir: Şiir ve tiyatro. Felsefe, tarih, belagat de, biçim olarak, o edebiyahn bir parçası olmakla beraber onları ayrıca inceleyeceğiz.

Şiir Kültürel gelişmesinin daha şafağında, Yunan halkı Homeros destanlarını yaratarak dehasını tanıtladı. M.Ö. 8. yüzyılın sonla­ rına doğru ya da 7. yüzyılın başlarında, Boeotia' da, adı ve eser­ leri bize ulaşmış bir şair ortaya çıkıyor: Hesiodos. Onun, halk destanlarının tüm biçimini koruyarak yazılmış, İşler ve Günler ile Theogonia' sı, yazarının kişiliğinin yanı sıra -bir yerde tarımla uğraşanlarınkinden başka bir şey olmayan- sosyal ve siyasal görüşlerini de yansıtır. Bu eserler aynı zamanda, yabancı birta­ kım etki ve eğilimlerin de Hellas' ı istila ettiğini gösterirler: Uzak deniz yolculuklarında mutluluk ve zenginlik arayışı, dağdağalı denizle ilişki . . . M.Ö. 7. yüzyılın başlarında, Hesiodos'la hemen hemen aynı zamanda, Hellas'ta içten duyguları şakıyan şiirin, "lirik şiir"in doğup yetkinleştiğini görüyoruz. M.Ö. 7. ve 6. yüzyıllarda Megara, Lesbos Adası'nda Mytilene; Khios, Atina gibi gelişmiş sitelerde, hatta Thebai ve Sparta gibi geri kalmış sitelerde üstün düzeyde yığınla şair yetişti. Edebiyattaki bu hızlı çiçekleniş, Hellas'ın iktisadi, sosyal ve siyasal gelişmesine denk düşüyordu. Arkhilokhos, Solon, Theognis, Terpandros, Tyrtaios gibi lirik şair­ ler, sosyal ve siyasal mücadelelerin birer yankısıydılar; Sappho, 297

Anakreon gibi ötekilerse, aşk ve yaşam zevklerini öne alıyorlardı. Lirik şairler nazım tekniğini geliştirdiler ve çeşitli ölçüler yarath­ lar; bütün öteki ülkelerin şairleri de yararlandılar bunlardan. Yunan lirik şairlerinin eserleri, halk şiirinden, folklorik tür­ külerden esinleniyordu.

Tiyatro Halkın yaşamı ve folklor, aynı zamanda, Hellen kültürü­ nün bir başka türünü doğurdu: Tiyatro, dramatik eserler ortaya çıkh. M.Ö. 6. yüzyılda Atina' da doğan tiyatro, şarap tanrısı Dionysos onuruna düzenlenen kırsal bayramlardan alıyor kay­ nağını. Bu şenliklerde oyunlar ve türküler, bu tanrının gelişini ve yazgısını dile getirir ve keçilerin (tragos) eşliğinde temsil edi­ lirlerdi. Yunanlıların öteki dinsel törenlerinde de bulduğumuz totemizmden kalan izler bunlar. Dionysos'un tutkularını dile getiren "tragedya"ları, yani "teke türküleri"ni, keçi derilerine bürünmüş türkücüler oynar­ dı; türküye hareketler, mimikler ve danslar da eşlik ederdi. Yavaş yavaş belli bir biçim aldı bu "tragedyalar"; M.Ö. 7. yüz­ yılın ünlü şair ve türkücüsü Arion, "dithyrambos " adıyla kesin­ leştirdi onları. Bu dithyrambosta bir "koryphe " (birinci türkücü) ve ona yanıt veren bir koro görüyoruz. Bu diyaloglu eylem, tiyatro temsilinin ilk biçimiydi aslında. Daha sonra, M.Ö. 530 yılına doğru ilk dram yazarı Thespis, Yunancada hypokrit, yani yanıt veren anlamına gelen oyuncuyu soktu tiyatroya. Böylece, seyirciler önünde birçok oyuncunun oynadığı, "tragedya" adını alan yeni bir edebi tür çıkh ortaya. Koro da varlığını sürdürdü ve oyunun kişileri arasında tiyatroya kahldı. Tiyatro, köy bayramlarında göründü önce; sonraları, daha sürekli ve örgütlü topluluklar, kentlerde gösteri sergilemeye başladılar. Bu gösteriler, kentte tahtadan peykeli barakalarda yapılırdı; daha sonra bir büyük binaya dönüştüler. M.Ö. 4. yüz­ yıldan başlayarak da taştan yapılmaya başlandı bu tiyatrolar. Çok kez, binlerce seyirciyi içine alacak kadar geniş, anıtsal eser­ lerdi bunlar. Bir tepenin yamacına dizilen yarım daire basamak­ lar, çevreden ortaya inen yollarla bölümlere ayrılırlardı. 298

Aşağı sıralar, gözde kişilerindi ve özel bir lüks taşırdı. Daha aşa­ ğıda, orkestra adı verilen, koronun dolaştığı daire biçiminde bir alan vardı; orkestranın arkasında, kulislerin, dekorların ve insanların kaçı­ rılması, tanrıların görünmesi gibi olağanüstü şeyleri temsil etmede kullanılan pek karmaşık aletlerin yer aldığı sahne (skene) bulunurdu.

Temsiller, halk bayramlarında, yılda birkaç kez verilir ve günler boyunca aralıksız sürerdi. Her defasında bir düzine oyun oynanırdı. Gösteri sabahtan başlar, akşama kadar sürerdi. Bir çeşit yarışmaydı bu. Her piyes serisi için bir jüri seçilirdi; bu jüri, kazananı belirler ve bir taçtan ibaret olan ödülünü verirdi. İlk trajedi şairleri, tek bir oyuncunun monologlarını ve koronun yanıtlarını yazıyorlardı. Daha sonra, bir başka biçim bulundu: Oyuncular arasında diyalog ortaya çıkh. Piyesler, hangi konuda olursa olsun, büyük bir çeşitlilik gösteren edebi bir içerik taşıyabiliyordu. M.Ö. 5. ve 4. yüzyıllarda, insanların özgürlüğü ve yazgısı, devletin ve yurttaşların görevleri, aşk, aile ödevi, kişisel mutluluk hakkı gibi çeşitli sorunları işleyen binler­ ce trajedi ve komedi görüyoruz. M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış üç büyük Yunan tragedya yazarı var: Aiskhylos, Sophokles ve Euripides. Bunların eserlerinden pek azı elimizde bulunuyor. Başka birçok yazarın eserlerin­ dense, sadece dağınık parçalar kalabilmiş günümüze. Aiskhylos (M.Ö. 525-456) 90'a yakın trajedi yazdı; içlerinden yalnızca yedisi korunabilmiş durumda. Onlardan biri, Persler, Kserkses'in Hellas' a karşı seferini, özellikle Salamis Savaşı'nı canlandırıyor; bir başkası, Zincire Vurulmuş Prometheus, Promet­ heus mitosunu, Zeus'un elinden ateşi kaçırıp insanlara veren, bu yüzden de Kafkaslar' da bir kayaya zincirlenen o gözüpek titanın öyküsünü anlahyor. Orestea üçlüsü, Homeros'un kişilerini yaşa­ hyor. Oyundaki kanlı mücadelede Aiskhylos, insanlara egemen yazgıyı (Moira) ve tanrıların bile onun önünde nasıl güçsüz kal­ dıklarını gösteriyor. Yazgı (Moira), sosyal gelişmenin karşı konul­ maz gücü hakkında henüz belirsiz bir düşünceyi dile getiriyor burada. Aiskhylos'un eserlerinde ilk kez, hem erkek, hem kadın rollerini oynayan iki oyuncu çıkıyor sahneye. Aiskhylos'un zamanında, oyuncuların oyunları pek saymaca idi. Daha sonra Sophokles ile Euripides, bir üçüncü oyuncuyu soktular sahne­ ye ve tiyatroyu daha gerçekçi hale getirdiler. Her ikisi de Atina 299

Uygarlığı'nın her alanda büyük bir yükseliş, sosyal ve siyasal yaşamınsa gelişme içinde olduğu "Perikles Çağı"nda yaşadılar. Sophokles (M.Ö. 496-406) yüzden fazla trajedi yazdı. Bun­ lardan yalnızca yedisi bütünüyle korunabilmiş durumda. En tanınmış olanları da Kral Oidipus ile Antigone. Trajedilerinin anateması, bireyle toplum arasındaki uzlaşmazlık, sosyal kanu­ na karşı çıkanın kaçınılmaz yok oluşudur. Arhk, tanrılar değil, yaradılışları ve tutkularıyla insanlardır Sophokles'i ilgilendiren: "Dünyada sayısız büyük güç var, ama doğada insandan daha güçlü olan hiçbir şey yok," der Antigone' deki koro. Eserlerinde etten kemikten insanlar olarak canlandırılmış kişiler, binlerce seyircinin canlı ilgisini topladı durdu. Sophokles'in çağdaşı olan Euripides (M.Ö. 480-406) ala­ bildiğine çeşitli ve çarpıcı gerçek yaşamdan alır esinini. O da Sophokles gibi, konularını Eski Yunan efsanelerinden seçmiş­ tir. Ancak onun kahramanları, pek özgürce yorumlanmışhr ve Perikles Çağı'ndaki Atina yaşamının çıkarlarını yaşarlar. Böylece Yakaran Kadınlar' da, Atina'nın efsanevi kralı Theseus, demokrasinin yararları üstüne bir söylevde bulunur. Medea' da şair, kadının temel hakları üstüne eğilir. Euripides'in bize kadar ulaşmış 18 trajedisi içinde, hep canlı gerçekliktir sahneye çıka­ rılan. Bir başka sahne türü olan komedi de Atina kökenlidir. Trajedi nasıl Dionysialardan doğduysa -komos kelimesinden gelen- komedi de "çakırkeyf köylülerin türküsü" anlamına geliyor aşağı yukarı. Keyifli korolar az çok yüksek makamlar­ daki kişilere yönelik nakaratlı ve açık saçık taşlamalar söyler­ lerdi. Yazarlar başlarda, ilk trajedilerdeki aynı diyalog biçimini kullandılarsa da komik ve yerginin içeriği, yeni bir sahne ve edebi eser tipini gerektirdi. M.Ö. 5. ve 4. yüzyıllarda Attika' da, yığınla "komik" şair görüyoruz. Bunların içinde gerçekten ustalar vardı. Ne var ki, eserlerinden ancak parçalar kaldı bize. Yazdığı 44 eserden sadece 1 1 'i günümüze ulaşmış tek büyük komedi yazarı ise Aristophanes. M.Ö. 5. yüzyılın sonlarıyla 4. yüzyılın başlarında yaşayan Aristophanes'in piyesleri, Atina'nın aşağı yukarı kırk yıllık bir döne­ mindeki sosyal ve siyasal yaşamı gerçekçi, ama karikatürsü, yani bozul­ muş ve çarpıblmış bir biçimde yansıbrlar. Bu eserlerde Aristophanes, ünlü siyaset adamlarını, askeri şefleri, şairleri, filozofları, siyasal partile-

300

ri ve programlan amansızca alaya alır. Örneğin Atlılar' da Kleon vardır,

Kurbağalar' da Euripides, Bulutlar' da Sokrates. Atina' da egemenliğin sahibi halk bile bu eserlerde kafadan çatlak ve gülünç bir ihtiyar olarak gösteriliyor. Aristophanes'in komedileri, kendisini doğuran folklorla yakın­ lığını sürdürür ve başka şeylerin yanı sıra savaşın bütün zulmüne uğramış köylülerin yaşam biçimi ile çıkarlarını yansıtırlar. Böylece eserlerinden bazıları (Barış, Atlılar) kentlilerin savaş hayranlığına kar­ şı bir protestodur; tatlı bir halk diliyle yazılmış bu eserler, açık saçık­ lığı da taşırlar ve alabildiğine tuhaftırlar. Aristophanes'in piyesleri, eğlendirmeden daha fazla bir şey veriyordu seyircilerine: Isıran bir yergi kılığına bürünerek, büyük kültürel, sosyal ve siyasal sorunları ortaya atıyorlardı.

Yunan musikisi Yunan musikisi üzerine bilgilerimiz o kadar kesin değil. Eldeki belgeler, yalnızca tamamı yazılmış beş altı parçayla, bir de birkaç bölümü bulunan bir o kadar parçayla sınırlı kal­ maktadır. Bunlar, Eski Yunan musikisinin 11teksesli" olduğunu gösteriyor bize. Bununla beraber, Platon ne türlü olduğu kes­ tirilemeyen bir çoksesten söz etmiştir. Herhalde Eski Yunan, görsel sanatlar, felsefe ve edebiyat alanlarında Batı, giderek dünya kültürüne kazandırdıklarını musiki alanında verebil­ miş değil. Yunan kültürünün genellikle bağımsız bir kültür olmadığını, Mısır' a, Fenike' ye ve Asya kültürlerine çok şey borçlu olduğunu biliyoruz. Bunun gibi Yunan musikisinin de çevre ülkelerden, özellikle Mısır' dan etkilenmiş olduğu sanılıyor. Eski Yunan' da kullanıldığı bilinen başlıca çalgıların Asya' dan gelmiş olduğu da anlaşılıyor. Bu arada, Yunan tapı­ nak dışı musikisinin simgesi olan çift borulu, sesi de zurnayı andıran /1 aulos" un daha eski örneklerine Asya' da rastlanmış­ tır. Bir telli çalgı olan kitara da Asya' dan gelmedir. Yunan musikisinde 11aulos" şarap tanrısı Dionysos'un, kitara ise sanat tanrısı Apollon'un simgesidir. Yunan musikisinin /1 altın çağı" diye anılan Homeros Çağı'n­ da bu çalgılar, kahramanlık şiirlerine eşlik için kullanılırdı. Daha sonra, Sappho'nun, Arkhilokhos'un, Anakreon'un şiirleri, hem edebiyat hem de musiki sanah olarak gösterilir. Bu çağda ve daha önce, Yunan dramının evrimi içinde, musikinin de bir 301

yeri vardı. Yunan dramında musiki, özellikle koronun söyleyişi ve oyuna "aulos"un eşliğiyle uygulanırdı. Kitara, asıl tapınak musikisinde kullanılırdı. Eski Yunan' da ses dizileri, pes ses­ ten tiz sese doğru, yani aşağıdan yukarı değil, yukarıdan aşağı sıralanırdı. Euripides, Miletoslu Timotheos ve Midillili Phirnis, araşhrıcılarca çağın başlıca musikişinasları olarak tamhlır. Yunan musikisinin daha sonra ne olduğu konusunda güve­ nilir hiçbir kanıt yoktur. Yunan'ın çöküp Roma'mn yükselmesiyle Yunan çalgıcı­ larının, şarkıcılarının, dansçılarının Roma' da kendilerine iş bulmaya çalıştıkları, gösterişe ve köksüz değerlere dayanan bir sanat için ülkülerini yitirdikleri söylenir; ancak, Roma' da çalınan ve söylenen musikinin gerçekten böylesine kötü olup olmadığını doğrulayacak bir kanıt da yok ortada. FELSEFE VE BiLiM Eski Yunanlılar, felsefenin ve bilimin gelişmesinde de büyük rol oynadılar. Yunanca "bilgelik sevgisi" anlamına gelen felsefe kelimesi de Hellas'ta doğdu. ·

Materyalist İyonya Okulu İyonya'mn ilerlemiş siteleri, Doğu kültürünün mirasım en erken özümsediler. Bu miras, doğa olaylarım açıklamaya çaba­ layan bilimsel düşünceyi de içinde taşıyordu: Doğuda sınıflar mücadelesi, toplumun yönetici katlarının, rahiplerle soyluların kafalara soktuk.lan inançlar karşısında eleştirici bir tutumun koşullarım yaratmıştı. Babil' de ve Mısır' da matematik, astro­ nomi ve doğa bilimleri hatırı sayılır ilerlemeler kaydetmişti. İyonya' da, ticaret ilişkileri -kolonizasyon yoluyla- daha da güç­ lenmiş olan girişimci tacirler, doğuştan soyluların yerine iktidara geçince, düşüncenin cesur atılımı için uygun fırsat doğmuş oldu. İyonya'mn başta gelen kenti Miletos, ilk Yunan filozofu, kendili­ ğinden materyalist görüşün babası Thales'in (M.Ö. 600' e doğru) yurdu oldu. Hali vakti yerinde bir tacir ailesinden gelen Thales, doğadaki ve yaşamdaki çeşitliliği, kendiliğinden akıp giden bir bütün olarak görüyordu; ona göre, var olan hiç de bir tanrının eseri olamazdı, ken-

302

diliğinden bir tek öğeden geliyordu bu: "su" dan! Bu yüzden de mete­ oroloji ve astronomiyle uğraştı ve M.Ö. 28 Mayıs 585 tarihinde güneş tutulmasını daha önce haber vermesiyle de büyük bir ün kazandı. Thales, doğa felsefesinin kurucusudur böylece.

Miletos Okulu'na bağlı öğrenci ve izleyicileri, onun bilim­ sel ve felsefi öğretisini geliştirip derinleştirdiler. Anaksimenes' e göre, canlı olduğu gibi ölü doğa da "hava" dan oluşmuştu. Havanın yoğunlaşması, katı ve sıvı cisimleri doğurmuştu; oysa ateş, bu yoğunluğun azalması sonucu ortaya çıkmıştır. Anaksimandros, "sonsuz" terimiyle anlattığı maddenin dün­ yanın temeli olduğunu söylüyordu. Canlı varlıkları doğuran buydu ona göre. "İnsan, öteki hayvanlardan geliyor," derken de belli bir ölçüde, Darwin'in evrimci öğretisini haber veriyordu daha o zamandan.

Materyalizm ve idealizm çatışması Ne var ki, Miletos Okulu'nun materyalist ilkelerinin par­ lak gelişimi, yenilmiş ve iktidardan uzaklaştırılmış soyluların muhalefetiyle karşılaştı. Bu muhalefet, idealist (düşünceci) fel­ sefede buluyordu anlatımını; gitgide yükselen halk hareketine ve demokratik rejime karşı çıkan gerici soyluların gizli dernek­ lerinde doğmuştu bu felsefe. M.Ö. 6. yüzyılın ikinci yarısında yaşayan Pythagoras, bu idealist felsefenin babasıdır. Samos Adası'nda, tiran Polykrates'i iktidara getiren halk hareketinin zaferinden sonra oradan kaçan Pythagoras, İtalya'run güneyindeki bir koloni olan Kroton soy­ lularının yanına sığındı. Ancak, Kroton' da da halk başkaldırıp aristokratik rejimin yerine köleci demokrasiyi geçirince, Pytha­ goras, çömezleri ve kendini izleyenlerle gizli bir dernek kurdu. Bütün Yunan dünyasına yayılan bu derneğin amacı, demokra­ siye karşı amansız mücadele etmekti aslında. Pythagoras'ın hiçbir eseri bize kadar ulaşamadı. Matema­ tiğin gelişmesindeki hizmetleri tartışılmaz. Ancak kendisi ve özellikle kendisinden sonra gelen izleyicileri, Pythagorasçılar, idealist bir dünya görüşüne inandılar. Her şeyin ölçülebilir ve rakamla dile getirilebilir olduğu tezinden hareket ederek, "sa­ yı"ya evrenin tanrısal özü olarak baktılar. Birlik, iki, üç, yedi, on 303

onlara göre dünyaya ahenk veren gizemli ve doğaüstü güçlerdi. Pythagorasçılar öğretilerini ancak aristokratların anlayabi­ leceğine ve bu sınıfın halk kitlesi üzerinde egemenliğini sürdür­ mesine yardım etmeleri gerektiğine inanıyorlardı. Materyalist ve idealist görüşler arasındaki bu mücadele, M.Ö. 6. yüzyılın sonlarıyla 5. yüzyılın başlarında yaşamış olan bir dahinin, Efesli Herakleitos'un felsefe sisteminde de yankısı­ nı bulur. Herakleitos, "diyalektik" yöntemin temellerini atar. Birkaç kısa parça ve dağınık bir-iki özlü sözün dışında hiçbir eseri ulaşamadı bize. Bununla beraber, elimizde bulunanlara baka­ rak anlıyoruz ki, Herakleitos' a göre, var olan her şey hareket ve olu­ şum içindedir; işte söylediklerinden birkaçı: "Her şey akıyor"; "aynı ırmakta iki kez yıkanılmaz"; "mücadelenin adalet olduğunu bilmek gerekir ve her şey zorunluluğun ebedi kanununa göre mücadele için­ de doğmaktadır" . Onun "bir bütün olan dünya, ne bir tanrı ne de bir insanca yarahlmışhr; dünya, belli kanunlara göre yanan ve sönen, sonsuza değin sürecek canlı bir ateştir ve öyle kalacakhr" sözlerini yorumlayan Lenin, "Diyalektik materyalizmin ilkelerinin pek güzel bir açıklaması," der onlar için.

Demokritos 'un çizgisi Bununla beraber Yunan bilimsel ve felsefi düşüncesi, doruk noktasına, köleci demokrasinin gelişmesi zamanında ve Demok­ ritos'un eserlerinde vardı. M.Ö. aşağı yukarı 460-370 yılları arasında yaşayan Demok­ ritos'tan yalnızca birkaç parça var elimizde. Demokritos, zama­ nındaki bilim dünyasının her dalının gelişmesine katkıda bulundu: Astronomi, fizik, biyoloji, matematik, coğrafya, sanat üstüne denemeler yazdı; tarih, tarım, askerlik bilgisi üstüne de eserleri var. Kendi felsefi öğretisini de işte bu geniş bilgi teme­ li üzerine kurdu: Ona göre, var olan her şey, Yunanca "atom" dediği kah ve bölünmez parçacıklardan oluşmuştur. Atomların biçimlerindeki çeşitlilikle onların durumları, Evren' deki çeşitli­ liği belirler; canlı varlıklar, bu arada "ruh"uyla beraber insan da atomlardan oluşmuştur. Ancak, atomların sonsuz sayısı yanın­ da sonsuz bir boşluk da vardır; atomlara sürekli bir hareketle canlılık kazandıran işte bu boşluktur: Evrendeki tüm değişiklik304

lerin ilkesi de işte bu sürekli harekettir. Tüm doğa, insanın duy­ guları, duyumları da atomların hareketlerinden doğmaktadu. Böylece Demokritos, tutarlı bir materyalist öğreti geliştirdi; ne var ki, tüm olayları mekanik hareketlerle açıkladığından, henüz "mekanist" bir materyalizmdi öğretisi. Ayrıca Demokritos, eserlerinin adlarının da gösterdiği gibi, sosyal ve siyasal yaşamın sorunlarına da büyük bir ilgi göste­ riyordu: Tarihle ilgili eserlerinde, devrinin uygar toplumunun kökenini açıklıyor, "altın çağ" düşüncesine sert bir biçimde kar­ şı çıkıyordu. Ona göre, uzak geçmişte insanlar, hayvanlar gibi acımasız bir yaşam sürmüşlerdi; sefalet, onlara ortak yaşamayı öğretti ve giderek uygun koşulları yarattılar. İnsanların bir baş­ ka öğreticisi doğaydı; insanlar, o doğanın olaylarını kaydediyor ve günlük yaşamlarına taşıyorlardı. Demokritos, eserlerinde devletle ilgili sorunlara da değiniyordu. Demokritos'un etkinliklerinin bu görünümü, Yunanis­ tan' da, M.Ö. 5 . yüzyılın ikinci yarısında sosyal ve siyasal yaşa­ mın incelenmesini başa alan pek geniş bir bilim ve felsefe akı­ mıyla yakınlığını kurar onun. Bilgeler anlamına, Sofistler diye adlandırılır bu akımın tem­ silcileri.

Sofistlerin rolü Materyalist filozoflar, doğayı ve doğa ile insan ilişkilerini açıklamaya çabalarken -siyasal hasımlarının "safsa tacılar" diye alay ettikleri- Sofistler sosyal bilimlerin temellerini atıyorlardı. Yunan dünyasının çeşitli sitelerinden kalkıp koştukları M.Ö. 5. yüzyılın ikinci yarısının Atinası, başlıca faaliyet alanı oldu onla­ rın. İçlerinden Protagoras' ın, Siyasal Rejimin Özü, Eski Devirde (Sosyal) Yaşamın Yapısı adlı kitapları var; Thourioi'nin Kanunları, köleci demokrasi açısından ülküsel bir sosyal ve siyasal rejim örneği çizer. Protagoras'a göre, insan toplumu, herkes için aynı olan bir kanuna dayanır; tüm insanlar, doğa yönünden birbir­ lerine eşittirler çünkü. Mümkündür ki, köleliğin meşruluğu ve tanrıların varlığı birtakım kuşkular doğurmuştur onda. "Tan­ rıların var olduklarını ya da olmadıklarını söyleyemem," der sakına sakına. Birçok Sofist, Protagoras'ın düşüncelerini geliştirip tamam­ ladı. 305

Kimisi (Prodikos örneğin) devlete olumlu büyük bir güç ola­ rak bakarken, ötekiler insan yaşamında tüm kötülük ve felaketlerin kaynağı olarak görüyordu onu. Böylece, örneğin Antiphanes, sosyal yaşama devletin zorbalığının değil, ruhların ahlaki ve siyasal bir­ liğinin yön vermesi gerektiğini öne sürüyordu. Buradan hareketle, bazı Sofistler, devletin, ilk devleti kuranlar arasındaki bir anlaşmaya dayanarak ortaya çıkhğı kuramını yaydılar. Yüzyıllar sonra, özellikle 17. yüzyılda Jean-Jacques Rousseau ile bu kuram büyük bir yaygınlık kazanacakhr.

Sofistlerin faaliyetinin, Atina' da köleci demokrasinin yük­ seliş zamanına denk düşmesi rastlantı değil kuşkusuz. Sofistler eserlerini, söylemek gerekirse, çalışma odalarının sessizliği için­ de yazmakla yetinmiyorlardı; ilkelerini halkın arasına karışa­ rak, onların anlayabileceği bir düzeye indirip yayıyorlardı. Böy­ lece, bu yeni öğreti, Yunan kültür yaşamının her alanına girdi. O devrin iki ünlü tarihçisi, Herodotos'la Thukydides, Sofistlerin kuramlarını büyük bir parlaklıkla yansıttılar eserlerinde; Sofist düşüncelerle hayli dolu olan Euripides'in trajedilerine dayana­ rak, tiyatro yoluyla da kitlelere yayılıyordu bu öğreti. Bir başka değerleri daha var onların: Kendi düşüncesini ispatlayıp hasmı­ nınkileri reddetme olanağı veren konuşma ve tartışma sanatının kurallarını da onlar yarattılar. Belli tezlerden hareket ederek doğru düşünebilmeyi öğreten bilim, yani "mantık"ın temelleri böyle atıldı. Bazı Sofistlerin herkesçe kabul edilmiş ve zamanlarında da geçerli şeyleri acı bir biçimde eleştirmeleri beraberinde tam bir kuşkuculuğu da getiriyor, bütün ahlaki kuralların yadsınması­ na ve aşırı bir bireyciliğin haklılığına varıyordu ister istemez. Bu ise, demokrasiye karşı oligarşik çevrelerin özel kinini çekiyordu Üzerlerine. Bu çevrelerin kuramcıları da Sofistlerin yöntemlerini kullanarak aynı silahlarla çıktılar onların karşısına. Sofistlerin en korkunç düşmanlarından biri Sokrates oldu.

Sokrates Hiçbir yazılı eser bırakmamış olan ve çömezi Platon'un da -ölçüyü şaşırarak- göklere çıkardığı Sokrates, Sofistleri kof bir biçimciliğe sapmak, siyasal ve bilimsel inançlara sahip olma­ mak, hasımları üzerinde yalnızca söz oyunlarına dayanarak 306

zafer kazanmakla suçluyordu. "Bunlar bilge değil," diyordu, "çömezlerinin kafalarını kuşkuculukla karıştırıp bozmaktan başka bir şey yapmayan bilgelik tacirleri"dir. Ama kendisi de, "ben bir şey bilirim, o da hiçbir şey bilmediğimdir," deyip dış dünyanın bilinmesi olasılığı hakkında kuşku yaratıyordu; ancak, öte yandan "kendini tanı" diyerek, insanın kendisini bil­ mesinin gerekliliğine parmak basıyordu. Sokrates, bir yurttaşın, devleti yönetmede gerekli olan üstün nitelikleri eğitim ve öğretimle kazanabileceğini söylüyor­ du: Böylece ona göre, her yurttaş devletin yönetimine katıla­ mazdı; ancak tam bir hazırlaruştan geçmiş yurttaşın işiydi bu. Bu son yurttaş kesimi, yani soylular, Atina demokrasisinde arka plana itildiğinden, "seçkinler"in, yani aristokratların daha da büyük bir gayretle yetkinleşmesi, birleşmesi ve toplumda siya­ sal durumunu güçlendirmesi gerekiyordu. M.Ö. 399 yılında, ülkede siyasal ve sosyal mücadelenin son derece gergin olduğu bir anda Sokrates, demokrasinin en korkunç düşmanı olarak ölüme mahkum edildi; gençliği siyasal yönden bozduğu suçla­ ması da vardı kendisine yöneltilen suçlamalar arasında. Ve haksız da değildi böyle bir suçlama! Sokrates'in felsefesi, Atina'da köleci demokrasinin bir buna­ lımına tanıklık eder aslında. Bu bunalım, askeri başarısızlıklar ve Peloponnesos Savaşı'nın sonunda Atina deniz gücünün çök­ mesi sonucu daha da derinleşmişti. Ülkenin sosyal, siyasal ve kültürel yaşamı üstünde -hissedilir- bir etkisi bulunan zengin köle sahipleri halk kitlelerinden kopmuştu. İşte bu dönemdedir ki, idealist felsefe materyalist felsefeye ve bilime bir karşı-ağırlık olarak açılıp serpildi; materyalist felsefe ile idealist felsefe müca­ delesi yeni bir aşamaya vardı. Platon da bu sırada ortaya çıktı.

Platon 'un çizgisi Zengin ve soylu bir Atinalı olan Platon (M.Ö. 427-377) dört dörtlük bir idealist felsefe sistemi yarattı. Bu felsefe, bugün de gerici idealist filozoflara örneklik eder. "Düşünce" anlamına "idea" kavramını ve terimini bile felsefeye Platon sokmuştur. Platon dünyayı, gerçekliği olmayan bir şey olarak görüyordu; ona göre, madde olarak dünya, asıl "gerçek" olan bir dünyanın, "idealar" dünyasının bir gölgesi, soluk bir yankısıdır ancak. 307

İnsanın bu dünyayla ilgili, kesin değil, aşağı yukarı bir bilgisi olabilir olsa olsa. Düşünceler dünyasının maddi bir varlığı yok­ tur: Bu dünyada ne evler vardır, ne masalar, ne insan bedenle­ ri, ne dağlar, ne denizler ne de somut başka herhangi bir şey; bütün maddi nesnelerin maddi olmayan özleri, "idealar" vardır yalnızca. Platon, insanlığı bir mağaraya zincirlenmiş bir mah­ kuma benzetir; yüzü duvara dönüktür bu mahkumun, güneşin aydınlattığı dış dünyanın yalnızca gölgeleridir duvarda gördü­ ğü. Platon' a göre, doğruya ancak yetkin insanlar yaklaşabilir. Böylece, öyle bir toplum yaratmalıdır ki, bilgelerden başka bir şey olmayan bu yetkinlerin seçimini, eğitim ve öğretimini ger­ çekleştirebilsin. Bu bilgelerin, bu yetkinlerin sınırsız bir yetkisi olmalı ("ya da bilgeler hükümdar olmalı ya da hükümdarlar bil­ ge olmalı") ve yurttaşların sosyal ve özel yaşamını, emirlerindeki özel kişiler aracılığıyla yönetmelidirler. Platon, "savaşçılar" diyor bu özel aracılara. Özenli bir askeri eğitimden geçen savaşçılar, ideal bir ortaklaşa rejim altında yaşamalıdırlar. Bilgeler ve savaş­ çılar her türlü maddi kaygıdan uzak olmalıdırlar. Devletin bütün maddi kaynaklarını yaratanlar, çalışan kitlelerdir; dünyasal kaygı ve uğraşlara gömülü bu kitlenin yönetimde sözü olmamalıdır. Açıkça görülüyor ki, Platon'un bu "ideal" devleti, Yunan demokrasisinin tüm fetihlerinin 180 derece karşısındadır; Spartalıların yönetici sınıfını hatırlatan, askeri aristokrat bir azınlığın egemenliği üzerine kuruludur bu devlet. Zaten Pla­ ton, Atina demokrasisinin düşmanı olarak, Sparta'ya yakınlık duyuyordu siyasal bakımdan. Böylece, idealist felsefe, ortaya çıkışından başlayarak halka karşı ve bilim düşmanı olan gerici bir ideolojiye bağlanıyordu.

Bilimin dallara ayrılmasının başlangıcı: Aristoteles Platon'un çömezi Aristoteles (M.Ö. 384-322) de Demokritos gibi, tüm bilgi alanlarını özümsemişti. Ancak, Demokritos' tan farklı olarak, idealist felsefeye eğilim duyuyordu ve böylece de köleci uygarlığın -daha önce de belirttiğimiz- bunalımını yan­ sıtıyordu felsefesi. Aristoteles' in değeri, bütün bilimsel bilgileri sistemleş­ tirmesidir başta. Şaşılacak bir derin bilgiyle, çeşitli alanlarda birikmiş verilerin bir bilançosunu yaptı ve bilimin birçok dalını 308

kurdu. Bir bilim dalına "fizik" adını verdi ki, o adı bugün de taşır bu bilim dalı; bitkiler bilimi anlamında "botanik"i yine ilk o yazdı; düşüncenin kanunları üstüne ilk kitaplar onun kale­ minden çıkmadır ve Sofistlerin denemelerinden yararlanarak "manhk" denen o önemli bilimi kurdu; devlet ve onun çeşitli biçimlerini inceleyen politika ile etik, retorik, poetika ve daha başkalarını ona borçluyuz. Böylece Aristoteles, gelişmelerini bugün de sürdüren pek çok bilim dalını yarattı ya da -daha doğrusu- örgütledi. Aristoteles Politika 'da, başta Sofistler olmak üzere, kendi­ sinden önce gelenlerin araşhrmalarını özetleyerek, devletle ilgili öğretisini açıklar ayrınhlı olarak. Aristoteles, iyice belirlenmiş köleci bir toplumun sözcüsüdür. Ona göre devlet, küçük kasa­ balardan (komai) oluşur; onlar da ailelere bölünür ve her aile kocayı, karıyı, çocukları ve köleleri alır içine. Bir uygar toplum kölesiz yaşayamaz: "Köle, mülkiyetin en yet­ kin biçimi ve aletlerin en gelişmiş olanıdır," diyordu Aristoteles.

Bununla beraber, köleciliğe karşı olanların hayli yerinde kanıtlarına yanıt verme zorunluluğunu duymakta ve onlarla giriştiği tarhşma­ lar eserlerinde büyük bir yer tutmaktadır. Öyle de olsa, Aristoteles insanların, doğası gereği bir bölümü özgürken, bir bölümünün köle olduğunu düşünmektedir. Tüm barbarlar köle olarak doğmuşlardır ona göre.

Aristoteles mümkün gördüğü bütün devlet biçimlerini inceler ve bunlardan üçünü "meşru" olarak ayırır: Monarşi, aristokrasi ve cumhuriyet; üç tanesi de "soysuzlaşmış" biçimler­ dir: Tiranlık, oligarşi ve demokrasi. Hükümet darbeleri üzerine büyük bir dikkatle eğilir ve onları önlemenin yollarını ince­ den inceye gözden geçirir. Son olarak, aslında tarıma dayanan küçük ve kapalı bir devlet modeli tasarlar. Çalışan kitleler bu devlet modelinde her türlü yurttaşlık haklarından yoksundur. Atina köleci demokrasisine açıktan açığa karşı olan Aristoteles, rejimini ideale yakın gördüğü Sparta'ya yakınlık duyuyordu. Sonuç olarak, Aristoteles de Atina' da köleci demokrasinin bunalımının derinden derine etkisi alhnda kaldı; geniş devlet birliklerinin, gelişmiş ticaret ve mesleklerin, girişimci ve siyasal yönden faal bir halkın yaşadığı büyük kentlere karşıdır. Aristoteles'in insanlığın kültürel gelişimi üzerinde çok 309

büyük etkisi oldu. 15. yüzyılın sonlarına değin, onun koyduğu ilkelerin tarhşılmaz bir saygınlığı vardı. Aileyi devletin hücresi olarak gördüğü Politika'sının temel tezi ise, tüm burjuva kuram­ cılarınca hep belirtilmiş durmuştur. TARIH Yunan'ın kendi geçmişini tanıma arzusu M.Ö. 6. yüzyıl­ da, Küçük Asya'nın İyon sitelerindeki logografların eserlerin­ de kendini belli eder ilk kez. Bunlar, Hellas'ın ilk devirlerini şu ya da bu biçimde yansıtan mitosları ve efsaneleri edebi bir biçimde anlatıyorlardı. M.Ö. 500 yılları dolayında yaşamış Miletoslu Hekataios'un, "kahramanlar"ın yaşamlarını anlattı­ ğı Genealogiai'si böyledir. "Tarihin babası" Herodotos M.Ö. 484-425 dolayında Halikarnassos'ta doğdu. O devirde, Persleri yenen Atina, Akde­ niz' in doğusuna egemen büyük deniz gücünün iktisadi, siyasal ve kültürel merkezi oluyordu. Köleci demokrasi rejimi de orada üstünlüğünü kabul ettiriyordu. İkinci yurdum dediği Atina' da yerleşen Herodotos, bu ideolojinin ateşli bir ideoloğuydu. Herodotos'un eseri, 9 kitaptan oluşuyor. İlk üçü Küçük Asya halkları, İran, Assur, Mısır ve komşu ülkelerle ilgili; dördüncüsü İskitler'i anlatıyor. Hepsi de Hellas'ın geçmişi üzerine değerli bilgiler veriyorlar. Sonuncu kitaplar (V-IX) Med Savaşları'na ayrılmış.

Herodotos sık sık saflıklar yapar; tanrıların insanların işi­ ne karışhğına inanır ve mitoslarla efsaneleri tarihsel olaylarmış gibi sunar bize. Öte yandan da tarihsel olayları ve insanların yaptıklarını akla uygun ve doğal nedenlerle açıklamaya çabalar. Daha da ileri gidip devletin ve toplumun gelişimi üstüne genel kuramsal sorunlar ortaya attığı olur; bu da o sıralarda Atina' da geçen yoğun ideolojik ve siyasal mücadeleyle yakın ilişkisini gösterir onun. Öyle olduğu içindir ki, Herodotos'un eseri, M.Ö. 5. yüzyılın ikinci yarısındaki Yunan'ın siyasal ve kültürel yaşa­ mını incelemede vazgeçilmez bir kaynakhr. M.Ö. 460-399 dolayında yaşayan Atinalı Thukydides -8 kitaba bölünmüş ve günümüze eksik olarak ulaşabilmiş- Pelo­ ponnesos Savaşı 'nın Tarihi adlı eserinde, tarihsel süreç üstüne daha derinliğine bir anlayışı açıklar bize. Tarihçi, bu savaşın 310

olağanüstü gelişimini ve tarihteki rolünü gösterir. Olayların tarihlemesini yapmada pek dikkatlidir; aynı zamanda olayların nedenlerini açıklamaya, içerdeki siyasal mücadeleyi gösterme­ ye çalışır. Bu mücadele, Thukydides'in parti başkanlarına söy­ lettiği söylevlerle canlandırılmışhr. Yazara göre, bu söylevler gerçekten söylenmiştir ve onları bize hemen hemen kelimesi kelimesine nakleder. Sınıf mücadeleleriyle ilgili tablolar, özel­ likle içine kölelerin faal olarak kahldıkları Korkyra' daki (Korfu) iç savaşın tablosu, gerçekten usta elinden çıkmadır. İç savaşla­ ra bağlı bozuluşun anlahldığı tablo daha da çarpıcıdır. Yazar, köleci toplumda sınıfların kinini, iç savaşta son noktasına varan kinin pek can alıcı bir tablosunu çizer. Thukydides'ten sonra da Yunan' da tarih bilimi gelişmesini sürdürdü. Özellikle, eserlerin sayısı hayli arttı. Ancak, şurası bir gerçektir ki, Thukydides' in bilimsel çözümlemede gösterdiği hüneri, çok nadir istisnalar dışında gösteren pek çıkmadı.

311

BÖLÜM X BÜYÜK İSKENDER VE HELLENİSTİK DÜNYA

M.Ö. 336-323 yılları arasında hüküm süren Makedonyalı İskender, ilkçağın en ünlü kişilerinden biridir. Ege Denizi'nden İndus havzasına, Libya Çölü'nden Hazar Denizi'ne kadar yayı­ lan geniş imparatorluğu ile, bütün fetihlerini gerçekleştirdiği zamanın kısalığı, çağdaşlarının belleğinde silinmez bir iz bırakh ve yığınla efsanenin kahramanı durumuna getirdi onu. Neler yaph? Ve nasıl yaph? İSKENDER'İN FETİHLERİ VE ESERİ İskender, yirmi yaşında çıkh tahta. Gördüğü Yunan usulü eğitim, gerçekten kültürlü bir insan yapmışh onu. M.Ö. 343 ile 340 yılları arasında öğretmenliğini yapan Aristoteles, yalnızca genişliğine bilgi vermekle yetinmedi ona; Yunan Uygarlığı aşkını da soktu yüreğine. Çocukluğundan başlayarak, otoriter ve tutkulu bir yarahlışta olduğunu belli ediyordu. Makedon­ ya'nın üstünlüğünü Yunan dünyasına yerleştirmeye çalıştığı ve Philippos'un bütün çevresini emperyalist iştahların sardığı bir dönemde büyüdü zaten. Bu da alabildiğine tutkularını arthrdı durdu. Hükümdarlığının başları güçlüklerle dolu geçti; cesur ve sert davranması gerekiyordu o yıllar. Önce, iktidarda hak ileri süren Makedonya soyluları ve kendi yakınlarıyla hesap­ laştı. Sonra, Trakya ve İllirya' daki kabilelerin başkaldırısını boğdu. Ölümü hakkında çıkarılan bir yalan haber üzerine, Yunan siteleri başkaldırdı. Thebai'ye karşı çok acımasız dav­ randı: Yıldırım hızıyla Boeotia'ya geçti; Thebai'yi alıp yerle bir etti, halkı da köle olarak satıldı. Yunanistan'daki hasımlarıyla hesabını gördükten sonra, babasının beslediği bir tasarının gerçekleştirilmesine, İran Sefe­ ri' ne hazırlanabilirdi. Öyle yaph.

313

Fetihten fethe Aşağı yukarı kırk bin kişilik bir orduyla Küçük Asya'ya geçti (M.Ö. 334). Bu ordu, küçük bir orduydu aslında. Ne var ki, son Ahamenişlerin İran'ı da pek doğru olarak kum üstüne otu­ ran bir sütuna benzetilirdi: Vergi ve her çeşit yükümlülüklerle ezilen ve satrapların zulmüyle inleyen halklar, Pers boyundu­ ruğuna karşı başkaldırıyorlardı sürekli. Kurtuluş hareketi özel­ likle Mısır' da güçlüydü. Böylece, Pers ordusu ne denli kalabalık olursa olsun, savaş gücü eksikti; ordunun temelini, satrapların topladığı birlikler oluşturuyordu ve bunlar da istemeyerek çar­ pışıyorlardı. Sayısı yirmi bine yükselen Yunan paralı askerleri hahrı sayılır bir güçtü; ancak, yurttaşlarına karşı bir savaşta pek güvenilemezdi kendilerine. Son bir nokta olarak, satrapla­ rın kendileri de başkaldırıp hüküm süren hanedanı devirmeyi deneyip duruyorlardı. Aslında son Ahameniş hükümdarları da alabildiğine yeteneksiz kişilerdi; kraliçeler ve gözdeleri, sarayda başta gelen bir rol oynuyor­ lardı. Bunlardan birisi, Haremağası Bagoas pek ünlüdür: Tahb, arka arkaya üç hükümdara verdi ve arka arkaya üçünü de öldürttü; son olarak verdiği 111. Dara Kodaman da onu öldürttü.

M.Ö. 334 yılında, bütün güçlerini -Trakya kıyısında­ ki- Amfipolis'te topladıktan sonra, İskender Çanakkale'ye doğru yola çıktı. Çanakkale'yi aştıktan sonra Makedonyalılar, Granicus (Biga Çayı) kıyılarında Perslerin öncülerini yendi­ ler. Daha sonra, İskender Küçük Asya' daki Yunan kentlerini -hem de kolayca- aldı; çünkü bunların çoğu, İskender' i bir kurtarıcı olarak gördüklerinden, savaşmadan katılıyorlardı kendisine. Yalnızca Miletos'la Halikarnassos direndiler ve korkunç çatışmalardan sonra alınabildiler. İskender çeşitli biçimlerde yanaşıyordu fethedilen kentlere: Bazısında hal­ kın demokrat katlarını davasına kazanıyor, bazısında ruhban takımına dayanıyordu; ünlü Artemis Tapınağı'nın bulunduğu Efes'te böyle oldu örneğin. Bazı durumlarda da eski hüküm­ darlarla hısımlık bağları kuruyordu; nitekim, Karia' da Prenses Ada evlat edindi kendisini. Ertesi yıl, İskender'in ordusu Akdeniz kıyılarının fethi­ ne çıkar. Toroslar'ı aşhktan sonra, 111. Dara'nın komuta ettiği 314

büyük bir Pers ordusuyla karşılaşır; İssos kasabasına yakın bir yerde korkunç bir yenilgiye uğratır onu. Dara, ailesi de içinde olmak üzere her şeyini bırakıp kaçar ve barış ister. İskender, yüksek perdeden konuştuğu mektubunda, kayıtsız şartsız tes­ lim isteyecek ve "Asya'nın sahibi" olarak gösterecektir kendi­ sını. Makedonya ordusu daha sonra Biblos'u, Sidon'u ve Tyr'i fetheder. Bunlardan pek müstahkem bir kent olarak Tyr, alh aylık bir kuşatmadan sonra alınabilmiştir. Bu sefer, İskender' e bütün Fenike'yi kazandırır. Akdeniz kıyıları üzerindeki ege­ menliğini sağladıktan sonra, Mısır' da halk, kurtarıcısı olarak karşılar onu. Yukarı ve Aşağı Mısır'ın firavunu olarak kutsanan İskender, başta rahiplerin desteğini aramaktadır. Mısır tanrıları­ na coşkulu bir kült adar ve Libya Çölü'nde, büyük tanrının ona­ yını almak için Amon kahinini ziyaret eder. Rahipler, Amon'un oğlu, yani firavun olarak selamlarlar kendisini ve dünya impa­ ratorluğunu önceden haber verip müjdelerler ona. İskender, fetihlerini sağlamlaştırmak için, fethettiği ülkeleri Hellenleştirmeye koyulur. Örneğin Memfis'te, özel olarak geti­ rilmiş Yunanlıların katılmasıyla beden ve müzik yarışmaları düzenler. Delta'nın batısında İskenderiye kentinin kuruluşu (M.Ö. 330) aynı amaçladır. Kentin yerini bile İskender'in ken­ disi seçmiştir. Mısır'ın yönetimini, iktidarı tek bir kişiye vermiş olmamak için, birçok kişi arasında bölüştürür. İskender, bu üç yıl içinde Yunan-Makedonya soylularının Akdeniz'in doğu kıyılarını ele geçirmek konusundaki düşünce­ lerini gerçekleştirir böylece. Atina Konfederasyonu, Perikles zamanında bunun düşü için­ deydi zaten; Demosthenes, birleşmiş Yunan'ın dünya hegemonyasın­ dan bahsediyordu söylevlerinde. Ne var ki, fethettiği uçsuz bucaksız yerlerde iktidarını sağlamlaşhrması gerekiyordu İskender'in; bu ise çok zaman istiyordu. Philippos'un eski silah arkadaşı ve yetenekli bir komutan olan Parmenion, İssos Savaşı'ndan sonra Dara'nın önerdiği barış koşullarını öğrenince -kuşkusuz haklı olarak- şöyle der İsken­ der'e: "İskender olsaydım, kabul ederdim"; İskender'in yanıh ise şudur: "Parmenion olsaydım, ben de."

Mısır' ın zenginliklerinden, Hellas ve Makedon ile ser­ best deniz ilişkilerinden yararlanarak İskender, M.Ö. 331 315

yılında Suriye'yi geçip Mezopotamya üstüne yürüdü. Orada, Gaugamela kasabası yakınında, Dicle üzerinde bütün sefe­ rin -belki de- en büyük savaşı oldu. Persler dev bir orduyu harekete geçirmişlerdi; onun yanında İskender' in güçleri pek küçük kalıyordu. Ancak, Pers ordusunda birliğin bulunmayışı ve askerlerini savaşın orta yerinde terk eden Dara'nın şaşkın­ lık ve korkaklığı zaferi sağladı İskender'e. Persler, ordularının büyük bir bölümünü yitirdiler ve imparatorluklarının gücü kesinlikle kırıldı. İskender, kendisini kurtarıcı olarak karşı­ layan Babil'e girdi. Arkasından da Pers İmparatorluğu'nun öteki merkezlerinin arka arkaya işgali geldi: Sus, Persepolis, Ekbatan, imparatorluk hazinesinin masalsı zenginliklerini ser­ di önüne. Bazı kaynaklara bakılırsa, eski başkent Persepolis' te krallık sarayını yaktırdı. Dara, Hazar kıyılarına kaçmıştı; orada da öldürüldü. Dara'nın ölümüyle de Ahamenişler sona erdi ve İskender, büyük kralın mirasçısı olarak ilan etti kendisini. Sonra da Pers­ ler karşısındaki politikasını değiştirdi: Soyluları destekledi, Doğulular gibi giyinmeye başladı, Asyalı törenleri örnek tuttu ve önünde secdeye kapanılmasını emretti. Baktria ve Sogdia' da yerlilerin keskinleşen direnişleri, Doğu'ya doğru ilerleyişini engelledi. İskender de Dara'nın öldü­ rülmesinin öcünü almak bahanesiyle girdi oralara (M.Ö. 329). Yer yer başkaldıranlar oldu yine de. İskender silahtan çok, dip­ lomasi yoluyla üstesinden geldi bunların: Örneğin, bir Baktria hükümdarının kızı olan Roksana ile evlendi ve düğününü ger­ çek bir politika gösterisi haline getirdi. Birçok stratejik önemli noktada, hep kendi adını verdiği müstahkem yerler kurdu. Sonradan hızla geliştiler oralar. Sogdia ve Baktria ülkeleri boyun eğdikten sonra İskender Hint' e doğru hareket etti. Makedonyalılar, Yunanlılar ve Asya­ lılardan oluşan büyük bir ordunun başında geçitleri aştı ve Pencap denen İndus Vadisi'ne indi. Binlerce insanın ve hayva­ nın yaşamına mal olan güçlüklerle dolu bir sefer oldu bu. Yolu üzerinde yine müstahkem noktalar kurmaya devam etti. Hintli hükümdarlar arasında bitip tükenmeyen mücadele, fethi daha da kolaylaştırıyordu. İndus'u ve Hydaspes'i aştıktan sonra, Batı Hint hükümdarı Poros'u yendi. İskender orada, son iki koloni­ sini, Nikaia ile Bukefaleia'yı kurdu ve Ganj Vadisi'ni fethetmek niyetiyle Hyphasis' e kadar yürüdü. Ne var ki, bu uzun ve çetin 316

seferden ordusu da bitkin duruma gelmişti. Onun Doğu politi­ kasını ve "Dünyanın sınırlarını kendi imparatorluğunun sınırla­ rı yapmak" tasarısını tutmayan yüksek rütbeli askerler arasında bile hoşnutsuzluk arhyordu gitgide. M.Ö. 330 yılından başlayarak komplolar hazırlanmaya baş­ lanır. İskender'in yanıtı pek sert olur bunlara ve en yakınlarını bile ortadan kaldırmakta duraksama göstermez: Yardımcısı Parmenion ve onun oğlu -süvari komutanı- Philotas bu yolda giderler. İskender, kendisinin Doğu politikasını ve Perslere çok yüz vermiş olmasını eleştiren dostu Klitus'u, bir şölende mız­ rakla öldürür. Son olarak, Hyphasis konaklamasında, bütün birlikleri, subayları da dahil, seferi sürdürmeyi reddederler. İskender, çadırında -mutlak bir sessizlik içinde- üç gün geçirdikten son­ ra, İndus' a inip Hint Okyanusu' na çıkmak üzere bir donanma yapılması emrini verir. M.Ö. 326 yılında başlayan dönüş pek zahmetli olur. İndus Deltası'na inildiğinde İskender, Pers Kör­ fezi'ne kadar olan -ve o zaman pek az bilinen- deniz yolunu izlemek üzere Nearkhos'u görevlendirir; kendisi de ordusunun geri kalan bölümüyle karadan, korkunç Gedrosia Çölü'nü aşa­ rak döner. Sefer M.Ö. 325 yılında Babil'de sona erer. Sınırsız imparatorluğunun merkezi Babil' de, bu kez Batı' ya doğru yeni bir sefer hazırlığına giriştiği sırada, M.Ö. 323 yılında sıtmadan ölür. Öldüğünde otuz üç yaşındadır.

İskender'in eseri Savaş süresince ve savaştan sonra İskender, bazen pek ilkel biçimde de olsa, Yunanlılarla Persleri kaynaştırmayı denedi; karma evlilikleri denedi: Bir tek günde on bin Yunanlı askerin Pers kızlarıyla evlendiği oldu. İskender'in kendisi de Büyük Kral'ın adetlerine göre, eş olarak iki Pers prensesiyle evlendi. Doğu soylularının etkisi, idarede, sarayda ve orduda giderek arhyordu. Şunu da belirtmeli ki, İskender Persleri Yunanlaş­ hrırken 30.000 Pers genci de Makedonyalıların savaş sanatını, adetlerini ve Yunan dilini öğreniyordu. Ne var ki, İskender'in bu politikası, gitgide palazlanan bir muhalefetle de karşılaşıyordu. M.Ö. 324 yılında, Dicle üzerinde 317

Opis'te, askerler gerçekten başkaldırdılar. İskender, içlerinden on üç elebaşıyı öldürterek -acımasızca- bashrdı bu başkaldırıyı ve sonra da Perslerin ağırlıkta, giderek ayrıcalıklı olduğu yeni bir ordu örgütlenmesine kalkh. Pers İmparatorluğu'nun fethinin pek büyük sonuçları oldu; Doğu'yla Bah arasındaki iktisadi ve kültürel yakınlaşmaya kat­ kıda bulunuyordu çünkü. "İskenderiye" adıyla bir düzine yeni kentin kurulması büyük rol oynadı bu yakınlaşmada; çünkü bu kentler, Yunan ve Makedonyalıların yerlilerle kaynaşmalarının ve kültürel alışverişin merkezleri oluyorlardı. Kari Marx'ın da dediği gibi, Yunan'ın "o dışa sınırsız açılışı" İskender devriyle gerçekleşir. Ancak, şunu da unutmamalı ki, Doğu fethi yalnızca Pers İmparatorluğu'nu yıkmakla kalmadı; yeni bir egemenliğin, yerli halklar üzerinde Yunan ve Makedonyalıların korkunç sömürü­ süne dayanan yeni bir egemenliğin kuruluşuna da yol açh. Pers İmparatorluğu'nun yıkılışı, halk kitlelerinin durumunu düzelt­ medi; Pers boyunduruğunun yerine yeni istilacıların getirdiği, daha ustaca, ama daha ezici bir başka sömürü geçti. Belirtmek gerekir ki, İskender'in o sınırsız imparatorluğuyla Perslerin imparatorluğu şu noktada birbirine benziyorlardı: Her ikisi de birbirinden farklı iktisadi, sosyal ve kültürel düzeyde devletle­ rin fethinden doğmuşlardı. Bununla beraber, İskender'in impa­ ratorluğu, dayanıksız ve geçici bir nitelik de taşımış olsa, köleci toplumun gelişiminde yeni bir aşamayı temsil eden, yeni sosyal ve siyasal ilişkilerin doğuşunu engelleyemedi. Bu imparatorluğun yıkıntıları üstünde yeni bir dünya doğacakhr. HELLENİSTİK DEVLETLER İskender'in Doğu seferi, "Hellenistik" adı verilen bir dev­ ri açar. Küçük Asya'nın ve Mısır'ın Romalılarca fethine değin sürecektir bu devir. Hellenizm, Yunan köleci toplumunun, Doğu'nun çeşitli böl­ gelerine yayılan pek gelişmiş biçimlerini sergiler; Akdeniz eko­ nomi ve kül tür çevresine bağlı Doğu ülkeleri ise, bu biçimlerin gelişmelerine katkıda bulunmuşlardır. İskender İmparatorlu­ ğu'nun toprakları üstünde, Doğu ve Yunan ülkelerinin garip bir karışımını sergileyen büyük bağımsız devletler kuruldu. 318

"Doğulu tipte bir merkezi monarşi" olan bu devletlerde, yöne­ tici tabaka Yunanlılardan, Makedonyalılardan ve Hellenleşmiş yerel soylulardan oluşuyordu; bu Hellenleşmiş yerel soylu­ larsa, ayrıcalıklı durumlarıyla, yabancı fatihlerin ezdiği kitlenin karşısındaydılar. Halkların sömürülmesi ve yağma savaşları, Hellenistik hükümdarlara, iktisadi ve kültürel yaşamda giriş­ tikleri büyük işler için maddi bir temel yaratma olanağı ver­ miştir. Küçük Asya, Orta Asya, Arabistan, Hint ve Çin Akdeniz ülkeleriyle ticarete başladılar. Maddi yaşamın büyük bir açılış gösterdiği bazı Hellenistik devletlerde Yunan bilimi büyük bir gelişme içine girdi ve teknik gelişmeyi de büyük ölçüde etkiledi. Doğu ülkeleriyle Yunanlıların iktisadi ilişkileri, kültürleri ara­ sında da karşılıklı etkilere yol açtı.

İskender İmparatorluğu 'nun dağılışı Makedonyalı İskender'in ölümünden sonra, generalleri keskin bir iktidar mücadelesine girdiler. İskender, doğrudan mirasçı bırakmamıştı. Hükümdarın ilanında ordu önemli rol oynadı. Silahlı bir çatışmaya dönme tehlikesi gösteren şid­ detli tartışmalardan sonra İskender' in -akılca zayıf- kardeşi III. Philippos Arrhidaios kral ilan edildi. Ancak, uygulamada iktidar, İskender'in bir yakını olan ve naip seçilen Perdikkas' a geçti. Az sonra İskender'in eşi Roksana, dünyaya bir erkek evlat getirince kral o ilan edildi. İskender'in öteki büyük gene­ ralleri de çeşitli satraplıkların yöneticileri oldular: Lagos'un oğlu Ptolemaios Mısır'ı aldı; Antigonos, Küçük Asya' da Büyük Frigya'yı, Lysimakhos da Trakya'yı. Ancak hiçbiri ne devletin birliğini ne de naibin yüksek iktidarını tanımak istiyordu. İsken­ der' in ölümünü izleyen dönem, önce İskender'in mirasçıları, sonra da onların mirasçıları arasında kanlı kavgalarla doludur. İlk uzlaşmazlık Perdikkas'la Ptolemaios arasında patlak verdi: Ptolemaios, saygınlığını yükseltmek için, Makedonya kral mezarlığı­ na gömülmek isteyen İskender'in tuttu cesedini ele geçirdi. Perdik­ kas' ın Ptolemaios' a karşı giriştiği Mısır Seferi başarısızlıkla sonuçlan­ dı ve Perdikkas bir komploda öldürüldü. Perdikkas'ın ölümünden sonra naiplik Antipatros'a geçti. Anti­ patros, birleşik bir imparatorluk arkasındaydı: Oysa gerçekte bu büyük güç gitgide bölünüyordu. Babil satrapı olan Seleucus da

319

çahşmacılar arasına girdi. Az sonra Antigonos ve oğlu Demetrios Poliorketes, Küçük Asya, Suriye, Fenike ve Yunanistan' da egemen­ liklerini sağladılar.

İskender'in ölümünden yirmi yıl sonra, imparatorluğu kesin olarak dağıldı. Ptolemaios, Seleucus, Lysimakhos, Kas­ sandros, en yüksek iktidara sahip olduğunu ileri süren Antigo­ nos'a karşı birleştiler: İpsos Savaşı'nda Antigonos yenildi ve üç büyük "Hellenistik devlet" ortaya çıktı: Mısır'ı Ptolemaioslar, Suriye'yi Selefkiler ve Makedonya'yı Antigonoslar yönetme­ ye başladı. O tarihten başlayarak da Makedonyalı İskender'in imparatorluğu üzerinde kurulmuş olan Hellenistik devletlerin tarihi, kuruluş ve yapılarına bağlı özellikler ortaya koyar.

Ptolemaioslar krallığı Lagos'un oğlu Ptolemaios'tan gelenler, Mısır'ı, Roma fet­ hine değin (M.Ö. 30) ellerinde tuttular. Bir yandan, Hellenistik Mısır'ın yönetimi, geçmiş yıllardan miras kalan ilkelere daya­ nıyordu: Hükümdarın despotça iktidarı, yaşamın her alanında sert bir merkezcilik, gelişmiş bürokratik bir idare örgütüydü bunlar. İdari bölünme eskiden olduğu gibiydi: Yukarı Mısır'la Aşağı Mısır, nomosları ve ortakçı örgütüyle devam ediyordu. Öte yandan, yeni nitelikler ortaya çıktı: Devlet örgütü, Yunan­ lılarla Makedonyalıların tekelindeydi; yerel halk ise arka plana itilmişti. Ezilen, sömürülen kitlelerdi onlar. Ptolemaioslar, özel mülkleri olarak bakıyorlardı Mısır' a. Hükümdar, toprakların başta gelen sahibiydi, büyük bir bölü­ mü de özel mülkiyetindeydi; babadan oğula küçük kiracıların, "hükümdarın çiftçileri"nin ekip biçtikleri "kral toprakları"ydı onlar. "Hükümdarın çiftçileri"nin özellikleri şuydu ki, iktisadi etkinliklerinde özgür değildiler. Yapacakları inceden inceye düzenleniyor; ekecekleri bitkilerin hem çeşidi hem de mikta­ rı saptanıyordu. Kiracı, emredilen kuralları değiştiremezdi ve bunların dışına çıktığında büyük bir para cezası öderdi. Çiftçilerin kendilerinin tarım araçları yoktu; aletleri, tohu­ mu ve hayvanları yerel otoriteler sağlarlardı onlara. Bütün bunları aynen öderlerdi; fazla olarak, ürünün bir bölümünü de faiz ve çeşitli vergiler biçiminde öderlerdi. Çok kez, tüm ürü320

nün yarısına yükselirdi bu ödeme. Bu "kiracılar"ın ekonomisi, devlet görevlilerinin denetimi altındaydı sürekli. Ekin ve hasat, kılı kılına hesaplanırdı. "Hükümdarın çiftçileri" topraklarını da terk edemezlerdi. Hanedan topraklarından başka, istenildiğinde geri alınabilen ve yine vergilerle yüklü, denetlenen "bahşedilmiş topraklar" vardı. Onlardan bir bölümünü hükümdar tapınaklara ve senyörlere bırak­ mışh. Onların da bir bölümü, "hükümdar çiftçileri" ekonomisinde olduğu gibi işletilir; bir bölümünde de köleler ve ücretliler çalışhrı­ lırdı. Bahşedilmiş toprakların bir başka bölümü askerlere, denizcilere ve subaylara verilen " kleru kh ia "ydı Başlarda, geçici olarak bırakılı­ yordu bunlar, giderek babadan oğula geçmeye başladılar. .

Bütün doğal zenginlikler, madenler, tuzlalar, taş ocakları vb. hükümdarındı. Aynı merkeziyetçilik sanayide de vardı; sana­ yinin belli başlı dalları, örneğin yağ üretimi ve dokumaalık, kral tekelindeydi. Kiraa çiftçiler, fiyatları devletçe saptanmış hammad­ deleri sabrı almak zorundaydılar. Başkasına sabş, sert biçimde cezalandırılırdı. Hammaddeler önce devlet mağazalarında istif­ lenir, sonra da hükümdarın işletmelerine yollanırdı. Yağ, tapı­ naklara ait işletmelerde de üretilirdi. Ancak, bu işletmeler, yılda sadece iki ay -o da devlet gözetimi albnda- olmak üzere çalışır­ lardı. Yılın geri kalan aylarında kapılan mühürlüydü. Bütün yağ presleri kayıtlıydı. Bu denli sıkı olmasa da dokumaalık da aynı durumdaydı. Bu konuda, tapınak işletmelerinin önemli bir yeri vardı. Sanayinin öteki önemli dalları, tuz, bira, cam, papirüs üre­ timi de -bir bölümüyle- tekel albndaydı. Çalışma süresi ile ücret oranı sıkı sıkıya düzenlerunişb. İşçilerden çoğu özgürdü gerçi, ancak pek kötü durumdaydılar: Bir nomosa bağlı olup müsaade almaksızın bir başkasına geçemezlerdi; bunu yapan zorla alınıp getirilirdi yerine. Yataklık edenler de cezalandırılırdı. Ticaret de tekel altındaydı: Ürünlerinin büyük bölümü, genel kiracılara ve kral ticaretinin örgütleyicisi memurlara gidi­ yordu; yabancı rekabeti ortadan kaldırmak için, dışardan getiri­ len malların akışını önleyen gümrükler korunuştu. Dış ticaret, Hellenistik Mısır'ın ekonomisinde önemli bir yer tutu­ yordu. Dışarıya, Akdeniz ülkelerine dokumalar, papirüs, cam, özellikle buğday sahlıyordu. M.Ö. 3. yüzyılın başlarından başlayarak, buğday

321

dışsatımında Mısır, rakiplerini, Trakya'yla Karadeniz kıyılarındaki ülkeleri saf dışı bıraktı. Dışardan ise, egemen sınıfların kullandıkları lüks eşya alınıyordu özellikle: Arabistan' dan koku, altın ve değerli taş­ lar; Hindistan' dan fildişi, boya, baharat, pirinç; Çin' den de ipekli.

Kara ticaret yolu, Arabistan' dan ve Suriye'nin güneyinden geçiyordu; deniz yolu ise Kızıldeniz' den. Öyle olduğu için de Firavun Nekao'nun emri üzerine kazılan Nil' den Kızıldeniz' e olan kanalı Ptolemaioslar onardılar. Ticaret gemilerinin hacmi üç yüz tona kadar çıkmışh; Ptolemaioslar, devrin en büyük ticaret filosuna sahiptiler. Kervan yolları çok büyük ölçüde can­ landı. Bütün toptan ticaret kralın tekelindeydi; bütün taşıma araçları kayıtlıydı ve hükümdarın ticareti için kullanılıyordu. Birçok kent alabildiğine gelişti. Dünya çapında bir önem kazanan İskenderiye ön plana geçti. Strabon, onu Coğrafya adlı eserinde anlatır. Büyük bir kentti bu: İki Yunanlı mimar, Rodos'lu Dinokrates ile Knidos'lu Sostratos'un çizdikleri plana göre yapılmıştı. İki anayolla kesilmişti: Öteki yollan ise geniş ve düzdü. Taş döşeli ve aydınlatılmış yollar, kanalizasyon, parklar, sütunlu girişler, tiyatrolar, hipodromlar, stadlar, zengin ve düzenli bir Hellenistik kenti belirleyen niteliklerdi. Kral sarayları­ nın bulunduğu mahallenin kendine özgü bir görkemi vardı; kentin hemen hemen üçte birini kaplıyordu bu. Her kral, kendinden önce­ kileri aşmak için bir saray yaptırıyordu kendine. Bahçeler, hayvanat bahçeleri, görkemli hamamlar, yığınla hizmetli için evler hükümda­ rın malikanesine bağlanıyordu. Kral mezarları da oradaydı; içlerin­ den birinde de İskender yatıyordu. Aynı mahallede müze ve ünlü kitaplık bulunuyordu. İskenderiye Müzesi, büyük bir bilim ve sanat merkeziydi. Her türlü giderlerini hükümdarın karşıladığı bilginler, Atina' da olduğu gibi kemeraltlannda ve gölgeli yerlerde derslerini veriyorlardı. Kitaplıksa yüz binlerce elyazmasıru içeriyordu. Birçok görevli, onların kopyasını çıkarıyor ve inceliyordu. Ptolemaioslar, bilgi ve eğitimleriyle, bilim ve sanat koruyuculuklanru sergilemeyi severlerdi. Bu alanda da, iktisadi yaşamda olduğu gibi, aynı merkez­ cilik ve aynı denetim vardı. Eski bir yazar, içinde bilginlerin kuşlar gibi beslendikleri bir kafese benzetir müzeyi.

İskenderiye'nin iktisadi önemi, pek düzenli iki limanından açıkça anlaşılıyordu. Faros Adası'nda bir kayanın üzerine kuru322

lan fener, ilkçağın harikalarından biriydi. Yüz metreden fazla yükseklikte beyaz mermerden bir kuleydi bu. Tepesinde gece­ leri bir ateş yakılırdı ki, ışığı madeni aynalar yoluyla uzaklara yansırdı. Bu fener, o zamanın parasıyla 800 talente mal olmuş­ tu ki, Ptolemaiosların masalsı zenginliklerini ve denizlerdeki gücünü gösterir bu. İskenderiye halkı karışıktı: Yunan, Makedonyalı ve Mısır­ lılardan başka, İranlılar, Suriyeliler, Araplar, Yahudiler vb. de vardı. Kentin o zamanki dünyada önemini gösterir bu da. Kent, etnik ayrılığa göre, birbirinden bağımsız birçok mahalleye bölü­ nüyordu. Sosyal ve siyasal açıdan, yerli halkla yeni gelenler -Yunan ve Makedonyalılar- arasındaki farklılık çarpıcıydı başta. Yerli­ lerin oturduğu ülke (tora), içinde Yunanlıların, Makedonyalıla­ rın ve öteki kolonların başrolü oynadıkları kentten (polis) ayrı­ lıyordu. Hükümdar, fetih hakkı olarak kendisine ait bulunan ülkenin mutlak sahibiydi. Krallar, Eski Mısır' da olduğu gibi tanrılaştırılmışlardı ve iktidarlarının biçimi Doğu despotluğuna yaklaşıyordu. Çoğu, Makedonyalı ve Yunanlı olan görevlilerin aracılığıyla yönetiyordu. Merkez dairelerinin başında, devletin mali örgütünün bütün dizginlerini elinde tutan dioikete bulunu­ yordu. Memurlar, armağan olarak toprak alır ve bütün ayrıca­ lıklardan yararlanırlardı. Yunan-Makedon paralı askerlerden oluşan ordu, hüküm­ darın desteğiydi. Ptolemaioslar, askerlerine karşı borçlulukları­ nı iyi bildiklerinden, onları türlü lütuflara boğarlardı. Büyük bir iktisadi gücü temsil eden Mısırlı ruhban zümresini de koruyor­ lardı. Tapınakların yığınla toprağı, sanayi işletmeleri ve köleleri vardı. Rahipler, askerler ve bürokratlar, vergiden bağışıktılar. Temsilcileri daha sonra yerel otorite olarak kullanılacak yerli halkın varlıklı tabakaları ile genel kiracılar da ayrıcalıklardan yararlanıyorlar, hızla zenginleşiyorlar ve Hellenistik uygarlığı isteyerek özümsüyorlardı. "Hükümdarın çiftçileri", halkın çoğunluğunu oluşturuyor­ du. Vergiler altında ezilen, etkinlikleri sıkı düzenlemelerle felce uğramış bu kitleler, bütünüyle genel kiracılara, denetleyicilere ve her tipten görevliye bağımlıydı. Tarımda ve sanayide köle emeği kullanılıyordu. Köle ticareti pek gelişmişti; büyük çoğun­ luğu da özellikle Nübye' den getirtiliyordu. 323

Hellenistik Mısır'ın devlet örgütünün ağırlığı çalışan kitle­ lerin omuzlarındaydı. Bütün idare örgütü, Yunan ve Makedon fatihlerin, ruhban zümresinin ve soyluların iktidarını güçlen­ dirmek, Ptolemaioslara ve onların görevlilerine lüks bir yaşam sağlamak için, yerli halkın aşağı tabakaları üzerinde bir baskı aracı olup çıkmıştı. Teknik ve ticaretin gelişmesinden, kültürün bütün nimetlerinden, toplumun yukarı katlarıydı yararlanan yalnız. Ptolemaiosların dış politikası, imparatorluğun sınırlarını Akdeniz' in doğusunda, başta da Ege Denizi havzasında sağ­ lamlaştırmak, güçlerini -deniz ve kara ticaretiyle Doğu'ya bağlı olan- Fenike ile Suriye'ye yaymaktı. İlk Ptolemaioslar devrin­ de Ege' deki birçok ada, Fenike, Filistin ve Suriye'nin güneyi Mısır'ın elindeydi. ili. Ptolemaios (M.Ö. 246-221 ) özellikle savaşçı politikasıyla kendini belli eder: Bu hükümdar, Küçük Asya' nın fethine kalkarak, Sardes' i ve Babil' i aldı. Ege havzası ile Suriye üzerindeki istekleri, Ptolemaiosları, Anti­ gonoslar ve Selefkilerle karşı karşıya getiriyordu. Küçük Asya' daki çıkarlarını, M.Ö. 3. yüzyılın sonuna değin -başarıyla- korudular. M.Ö. 217 yılında, IV. Ptolemaios'un birlikleri -Rafla yakınında- Suri­ ye kralı III. Antiokhos'u yendi.

Ancak, M.Ö. 2. yüzyıldan başlayarak Mısır geriledi ve Hel­ lenistik dünyadaki üstünlüğünü yitirdi. Aralıksız sürdürdüğü savaşlar için paralı askerler yetmiyordu; ezilen kitlelerin gitgide büyüyen direnişleriyle de karşı karşıyaydı hükümdarlar. Ptole­ maiosların, aşağı halk tabakasının köleleştirilmesi üzerine kuru­ lu iç politikalarındaki zararlı gelişmeler, ülkeyi zayıflatıyordu. Şiddetli bir sınıf mücadelesi, sürekli başkaldırılar ve özellikle köylülerin kitleler halinde göç edişleriyle belli ediyordu kendisi­ ni. Bütün bunlar, Mısır'ın yaşamını altüst ediyordu. Ayrıca, kanlı hükümet darbelerine yol açan hanedan çatışmaları imparator­ luğun temellerini çökertiyordu. Sosyal ve siyasal mücadelenin yoğunlaşması, ülkeyi çöküntüye götürdü sonunda. M.Ö. 30 yıllarında, Kleopatra, Ptolemaioslar Hanedanı'nın bu son kraliçesi, Actium yenilgisinden sonra canına kıyıp da İskenderiye'yi Romalılar alınca, Hellenistik Mısır'ın tarihi de sona erdi. Romalılar, Mısır'ı imparatorluklarına kattılar. 324

Selefkiler devleti Selefkiler devleti, İskender İmparatorluğu'nun Asya bölü­ münü oluşturan birbirinden farklı halkların ve ülkelerin bir yığı­ nıydı. Pek büyük bir çeşitlilik gösteriyordu bu bölgelerin coğrafyası: Büyük ırmakların suladığı verimli vadiler, dağlar, çöller, deniz kıyıları! Oralarda oturan halklar ve kabileler, ilkel çobanlıktan büyük uygar kent yaşamına değin birbirinden fark­ lı iktisadi ve kültürel düzeylerde bulunuyorlardı. Selefkilerin işleri pek zordu böylece: Bütün bu ülkelerden ve halklardan tutarlı bir bütün çıkarmak. Onları Ptolemaioslardan ayıran da buydu; çünkü Ptolemaiosların krallığı etnik ve coğrafi yönden birleşmiş bir durumdaydı. Şunu da belirtmeli: Doğu'ya, Orta Asya'ya, Arabistan' a doğru olmak üzere Doğu ticaret yollarıyla, Akdeniz' e doğru olmak üzere Bah ticaret yolları, Selefkilerin topraklarından geçiyordu. Bunlar, Fırat ve İran Körfezi gibi ırmak ve deniz yollarıyla, kervan yollarından olu­ şuyordu. Selefkiler Babil, Şam gibi eski ticaret merkezleriyle, Perslerin açhklan ticaret yollarını almışlardı miras olarak; daha önceki gelişim, halklar arasında etkin bir alışverişin koşullarını yaratmışh böylece. Sanayinin ve alışverişin gelişmesinde büyük rolün kentlere düştüğü Selefkiler devletinin iktisadi temelini baştan başlayarak etkiledi bu.

İskender'in politikasını sürdüren Selefkiler, devletlerinin temeli olarak 400' e yakın yeni kent yaptılar. Bunların bazıları dünya çapında ticaret ve sanayi merkezleri oldular: Dicle üze­ rinde Seleukia; imparatorluğun başkenti, Orontes Irmağı üstün­ deki Antiokheia (Antakya) gibi. Bu kentlerden başka, "katoika" adı verilen, çok kez kente dönüşen çeşitli askeri yerleşim mer­ kezleri vardı. Yunan Uygarlığı'nın bu ocakları, Yunan-Make­ donya oligarşisinin siyasal etkisini güçlendiriyor ve yerliler denizinde Hellenizmin adalarını oluşturuyorlardı. Ekonomi biçimlerinin çeşitliliği, hükümdarın üstün otorite­ si ile Yunan sitesinin özerkliğinin yan yana bulunduğu büyük kentlerin çokluğu, Ptolemaiosların gerçekleştirdikleri merkez­ ciliği kurmayı güçleştiriyordu. Selefkilerden de Yunan-Make­ donya topluluğunun ayrıcalıklı bir durumu vardı; Perslerin yerine onlardı yerlilere hükmeden. Hükümdar tanrılaştırılmıştı; hükümdara tapma resmi nitelikteydi. Hükümdar dininin rahip325

lerini hükümdarın kendisi seçerdi. Selefkiler, Yunan tanrısı Apollon' dan geldiklerini söylüyor; bir yandan da Babil tanrısı Baal Marduk'un iktidarına dayandıklarını ileri sürüyorlardı. Selefkiler iktidarının, Yunan-Doğu olmak üzere çifte niteliğini açıklar bu. Hükümdarın, vergilerin toplanması için, bir yük­ sek mali görevlinin (dioikete) yönettiği büyük bir memur kitlesi vardı elinin alhnda; halkı baskı alhnda tutmak amacıyla da pek karmaşık ve iyi işleyen bir sistemdi bu. Ne var ki, Mısır' da olduğundan daha az güçlü oldu bu mer­ kezcilik. Toprakların büyük çoğunluğu kralındı, ancak, büyük bir bölümü tapınaklara, kentlere ve özel kişilere bırakılmışh. Sanayi ve ticaret alanında, kralın tekelleri yanında özel işletme­ ler de gelişiyordu. Başlıca kentler, Doğu ve Bah arasında ticari aracılık yapan ve İskenderiye' den sonra en önemli site olan Antiokheia (Antak­ ya) ile Seleukia idi. Çoğu kent, Yunan biçimi özerklikten yarar­ lanıyordu; halk meclisleri, kurulları, seçimle gelen memurları, liseleri, gymnasiumları, beden eğitimi salonları vardı bu kent­ lerin. Selefkiler, halk üzerindeki etkilerini güçlendirmenin bir aracı olarak, din politikası adına tapınaklara büyük dikkat gös­ teriyorlardı. Öte yandan, tek bir askeri ve idari örgüt yaratarak devletlerini güçlendirmek istiyorlardı. Devlet, strategoslarca yönetilen 27 satraplığa bölündü; tek bir para ve takvim sistemi kabul edildi ve M.Ö. 312 yılından başlayarak "Selefkiler Çağı" başladı. Ancak, hayli dayanıksız oldu devletleri. İmparator­ luğa giren halklar özgürlük istiyorlardı. Mali boyunduruk ve memurların görevlerini kötüye kullanmaları, ayrılıkçı eğilimleri daha da güçlendiriyordu. Selefkiler devleti, yayılışının doruğu­ na, 1. Seleucus Nicator (M.Ö. 312-280) döneminde vardı; sınır­ lar, onun devrinde Küçük Asya' dan Hint' e kadar genişlemiş ve Suriye ile Fenike üzerinde de hükümranlık kurulmuştu. Ancak, onun hemen arkasından gelenlerin yönetiminde çözülme başla­ dı. II. Antiokhos (M.Ö. 261-247) Baktria ile Parthia'yı yitirdi; ili. Büyük Antiokhos (M.Ö. 223-187) dağılış noktasına varmış dev­ leti büyük güçlükle derleyip topladı. Bu hükümdar, Mısır' a karşı aralıksız bir mücadele sürdür­ dü. Geçici de olsa Filistin'le Fenike'yi işgal etti. Ancak, Roma'nın müdahalesi, Selefkilerin iktidarına son verdi. Antiokhos'un Manisa'da Romalılara yenilmesinden (M.Ö. 190) sonra Suriye, 326

Roma'run koruması altına girdi uygulamada; M.Ö. 64 yılında ise, imparatorluğun kalıntıları, Roma eyaletine dönüştü. Filistin'in, Antiokhos Epiphanes (M.Ö. 1 75-1 64) döneminde bağımsızlık için verdiği uzun mücadele, ezilen halkların direnişine bir örnektir. Bu hükümdarın, İbrani dinini yasaklaması ve Hellenleştirmeyi zorla uygulamasından doğmuştu bu hareket. Mathathias'ın oğlu -ve Makkabi diye adlandırılan- Yahuda, halk hareketinin başını çekti. Yabancılarla işbirliği yapan soylulara karşı da harekete geçilmişti. Kudüs, mücadelenin merkezi oldu. Başlarda yenildi ayaklananlar ve Antiokhos tüyler ürpertici bir kıyıma girişti: Erkekler öldürül­ dü, kadınlar ve çocuklar köle olarak sahldı ve Kudüs'ün duvarları da yıkıldı. Ancak, Yahudilerin direnişi kırılamadı; hareket genişle­ di ve Yahuda'run tacir ve zanaatkar zümrelerini de içine aldı. M.Ö. 142 yılında -Yahuda'run kardeşi- Simon Makkabi, Kudüs'ü aldı ve bağımsızlığını ilan etti. Mücadele ondan sonra da sürdü, çünkü Selef­ kiler Filistin'in elden çıkmasına bir türlü razı olamıyorlardı. Ancak, yeniden ele geçirmeyi de başaramadılar.

Antigonoslar İmparatorluğu Antipatros'un ölümünden sonra (M.Ö. 319) Makedon­ ya'yı oğlu Kassandros aldı ve bütün Yunan devletlerinin başına kendi yandaşlarını geçirdi. Böylece, Atina' da iktidara yeniden Phaleronlu Demetrios geldi ve Makedonya askeri birliğine dayanarak yönetti orayı. Demetrios, Aristoteles'in ilkelerini uygulayarak Atina demokrasisini ortadan kaldırdı; servet koşulunu getirdi ve zengin sınıfların iktidarını kurdu. Atinalılar bir tiran olanak görüyorlardı onu. Antigonos'un oğlu Demetrios Poliorketes, Atinalıların ve öteki Yunan devlelerinin "kurtarıcı" sı oldu. M.Ö. 307 tarihinde Pire'ye donanmasıyla geldi ve bir haberciyle, babasının kendi­ sini Atinalılara özgürlük vermek ve eski kanunları yürürlüğe koymakla görevlendirdiğini ilan etti. Phaleronlu Demetrios'u Atina' dan kovdu ve demokrasiyi kurdu. Ancak, bütün Yuna­ nistan'ı ele geçiremedi ve babası Küçük Asya'ya çağırdı onu. İpsos'ta babasıyla beraber yenildikten sonra, Asya' daki toprak­ larını yitirmiş olsa da donanması elinde kaldığı için ona daya­ narak bütün Yunanistan'ı fethetti ve Makedonya kralı oldu (M.Ö. 293). 327

Demetrios'un yönetimi (M.Ö. 293-288) azgın bir tiranlık örneği verdi. Balkan Yarımadası' na yerleşmesi ise, öteki Helle­ nistik krallıkların direnişiyle karşılaştı ve kaybetti mücadele­ yi sonunda (M.Ö. 286). Yerine geçen oğlu Antigonos Gonatas (M.Ö. 283-239) Antigonoslar Hanedanı'nı kurdu. Galatlara karşı mücadeleden başka, Yunanistan'ın kuzeyinde ve merkezinde Makedonya'nın hegemonyasını sağladı. Antigonos Gonatas, Yunan felsefesinin ruhuna göre yetiş­ tirilmişti ve Stoacıların bir çömeziydi; çevresini bilginlerle ve sanatçılarla doldurdu. Antigonosların iktidarı bir despotluk olmadı; hegemonya niteliğini korudu hep. Ege Havzası'nda üstünlük için sürdürdükleri mücadelede Antigonoslar, Pto­ lemaioslar ve Selefkilerle çatışıyorlardı; ayrıca, kuzeydeki ve doğudaki kabilelerle de çatışıp duruyorlardı. Makedonya, Balkan Yarımadası' nda bir kalkan hizmeti görüyordu. M.Ö. 3. yüzyılın sonlarından başlayarak, Romalılar girmeye başlar Balkanlar'a. Uzun bir mücadeleden sonra Makedonya, M.Ö. 148 yılında bir Roma eyaleti olacaktır.

Bergama Krallığı Bu devlet, İskender'in haleflerinden Lysimakhos'un kurdu­ ğu, Küçük Asya'nın eski bir kenti olan Bergama'da doğdu ve siyasal yönden uygun bir ortamda da bağımsızlığını kazandı (M.Ö. 283). Kral Attalos'un (M.Ö. 241-197) parlak zaferi, Galatların Küçük Asya' daki yayılışını durdurdu ve Bergama Krallığı'nın güçlenmesine yol açtı. Attaloslar Hanedanı'nın kralları, Ptole­ maioslar ile Selefkiler arasındaki bitmez tükenmez mücadele­ den ustalıkla yararlanıyor ve Roma'ya karşı ustaca bir politika güdüyorlardı. Bergama Krallığı, M.Ö. 2. yüzyılın ilk yarısında doruğuna vardı. Roma' run bir Akdeniz gücüne dönüştüğü ve Makedonya ve Suriyeli Antiokhos'la mücadele ettiği bir dönemdi bu. Doğu' da desteklenmek ihtiyacını duydukların­ dan, Romalılar, Bergama Kralı il. Eumenes'e, yardım için Küçük Asya'run büyük bir bölümünü vererek ödüllendirdiler onu. Bereketli topraklar, zengin otlaklar, ormanlar, madenler, sayısız liman ve bir o kadar da uygun etkenler Bergama' da büyük bir iktisadi gelişmeye yol açtı. Bazı sanayi dalları dünya çapında bir 328

önem kazandı: Dokumaları ve parşömenleri çok ünlüydü; güçlü bir donanma, Rodos ve Delos'la ilişkilerini sağlıyordu. Birçok kenti içine alan Bergama Krallığı, öteki Hellenis­ tik krallıkların ortak niteliklerini taşıyordu. Bergama kralları da ekonominin başlıca dallarında tekel kurmayı deniyorlardı. Ancak, ülkenin etnik karmaşıklığı, yerli halkın yanı sıra geliş­ miş Yunan kentleri, bu tasarılarını gerçekleştirmekte engelli­ yordu onları. Toprak mülkiyetinde, sanayi ve ticarette, kral mülkiyetinin yanı sıra tapınakların ve özel kişilerin de mülki­ yetleri vardı. Kölelerin, köylülerin ve hükümdarla özel kişilerin işyerlerinde çalışan özgür insanların insafsızca sömürülmeleri Bergama' da sınıflar mücadelesini keskinleştirdi ve -M.Ö. 133130 yıllarında- ünlü /1Aristonikos Başkaldırısı"na yol açtı. En küçük Hellenistik krallıklardan biri olan Bergama, uygarlık bakımından pek önemli bir rol oynadı. Hükümdarları, sanatın ve bilimin koruyucuları olarak ün kazanmak istiyorlardı. Yunan kültürünün hayranı olarak, saray­ larına bilginleri, sanatçıları çağırıyorlardı ve birçok bakımdan İskenderiye Kitaplığı'nı aşan bir kitaplık yarattılar. Bergama gym­ nasium'unu, gençlerin eğitim merkezi olarak kralları kurmuştu ve doğrudan gözetimleri altındaydı. Hükümdarlar, din olarak da Yunan dinini tutuyorlardı. Hellenistik özellik bu konuda da görülü­ yor: Krallar, büyük rahipleri seçiyor ve dinden, kral kültüne bağla­ yarak ve iktidarlarını güçlendirmek için yararlanıyorlardı. Bergama, Hellenistik kentlerin içinde, güzelliği ve yerleşimi bakımından ünlüydü. Akropolde Zeus onuruna dikilmiş dev bir tapı­ nak, anıtlar içinde en değerlisidir.

Attaloslar, M.Ö. 2. yüzyılın ortalarında, 11koruyucular"ı Romalılara bağımlı hale geldiler. 111. Attalos, direnişin yarar­ sızlığını görerek ve sınıflar mücadelesinin keskinleşmesinden daha da korktuğu için, krallığını Romalılara miras bıraktı; M.Ö. 133 yılında Bergama, /1Asya Eyaleti" adıyla bir Roma eyaleti olup çıktı.

Rodos Hellenistik dünyada, Rodos adası ayrı bir yer tutuyor. Küçük Asya, Suriye, Mısır ve Yunan devletleri arasında bir yer329

de bulunduğu için, Hellenistik merkezler arasında pek önemli bir aracılık rolü oynadı Rödos. Ticaret yollarının Ege Denizi' nin güneyine doğru kaymış olması, Büyük İskender'in Fenike kıyılarında eski ticaret merkezi Tyr üzerindeki zaferi, Rodos'u M.Ö. 3. yüzyılda büyük bir liman ve çok önemli bir aracı duru­ muna getirdi. Limanından gelip geçen başlıca mallar buğday, arpa, şarap ve esirlerdi. Alışveriş, doruk zamanlarındaki büyük Yunan limanlarını da geçiyordu. Rodos, tefecilik işlemleri bakı­ mından da ünlüydü. Borçluları arasında yabancı hükümdarları bile görüyoruz. Yüzeyi dar ve doğal kaynakları halkını beslemede yetersiz olduğundan, Rodos ticaretle geçiniyordu. Denizlerde güven­ lik için korsanlara karşı sürdürdüğü aralıksız mücadele bu yüzdendir; bu mücadele, Hellenistik devletler arasında deniz ilişkilerini güçlendirmede de çok önemli rol oynamıştır. Savaş gemilerinin yapımı zengin yurttaşlara düşüyordu. Rodoslu denizciler deneyimleriyle de ünlüydüler. Hellenistik devletler arasında, uluslararası ilişkilerin gelişmesi için zorunlu olan birliğin güçlendirilmesinin bilincinde olan Rodoslu­ lar, deniz yoluyla ticareti düzenleyen birçok ilke kabul ettiler ki, bun­ lar, "Rodos Kuralları" adıyla deniz hukukunun temelini oluşturur. Kentin dış görünümü, devletin gönencini gösteriyordu. "Rodoslula­ rın kenti limanları, yolları, surları ve resmi yapılarıyla, öteki kentleri aşmaktadır," diye yazar Strabon. Ancak, onların asıl hüneri, pek yet­ kin bir duruma getirdikleri doklarıydı; nasıl donahldıkları bilinmesin diye yabancılar sokulmazdı oraya.

Siyasal yönden Rodos, bir tacir cumhuriyetiydi; iktidar, kapalı bir tacir aristokrasisinin elindeydi. Oligarşik bir yöne­ timdi kısacası bu. İktidarın organları; halk meclisi, konsey ve magistratuslardı. Asıl rolü, konsey üyeleri arasından seçilen altı pritan oynuyordu. Askeri güç, "navarkhos"un elindeydi. Yük­ sek yöneticilerin hepsi aristokrat kökenliydi. M.Ö. 2. yüzyılın ortalarında Romalılar Akdeniz'in sahibi olup da Delos Adası'na, gümrüksüz serbest ticaret hakkı tanı­ yarak onu bir karşı ağırlık olarak kullanmaya kalktıklarında, Rodos'un çöküşü başladı.

330

Baktria, Sogdia ve Harezm Orta Asya, özellikle Harezm, uygarlığın eski merkezlerin­ den biridir. Orta Asya'ya doğru fethinde Büyük İskender, çiftçilikle ve çobanlıkla geçinen birçok kabileyle çatıştı. Selefkiler İmpa­ ratorluğu'nda, Orta Asya ülkeleri ve halkları gitgide artan bir önemde rol oynadılar. M.Ö. 255 yılında Satrap Diodotus, Baktria ve Sogdia' da hükümdarlığını ilan etti. O devirde, Sir­ Derya ve Amu Derya ırmakları arasındaki bu ülkelerin iktisadi ve kültürel gelişmesi, çok önceden yüksek bir aşamaya varmıştı. Romalı yazar Iustinus, "1000 kentli ülke" diye bahseder ora­ lardan. Arkeolojik araştırmalar da gelişmelerin büyüklüğünü vurguluyor. Diodotus ile ondan hemen sonra gelenlerin zamanında ülke, Selefkiler İmparatorluğu'nda Mezopotamyalı-Suriyeli bir çekirdekle kültürel ve iktisadi ilişkiler içinde oldu. Selefkilerin siyasal çöküşü ilerledikçe, Orta Asya'nın bu yeni devleti de hız­ la büyüyordu. M.Ö. 227 yılında, Yunan kökenli, enerjik bir aske­ ri şef olan Euthydemos, iktidarı aldı ve yerli kabilelere (Saces) de dayanarak Selefkilerin hükümdarı 111. Antiokhos' a karşı bir mücadele açtı. Devleti, Hazar Denizi'nden Çin sınırlarına değin Orta Asya'yı, hemen hemen tüm İran'ı ve Hint'e komşu ülkeleri içine alıyordu. Yüksek bir kültürü, gelişmiş bir ekonomisi olan bir ülkeydi bu. Amu Derya'nın suladığı topraklar, bozkırlara ve yarı-çöl bölgelere kadar dayanıyordu. Çiftçi halk, mimarisi hayli ileri büyük müstahkem kasabalarda yaşıyorlardı. Orta Asya tarihinin bu devrine "Kangui Uygarlığı" adı veriliyor. Bu büyük krallığın merkezi Semerkand'dı. Yazar Apollodoros'un "İran' ın incisi" dediği, uçsuz bucaksız bir bahçeydi bu. Fergana Vadisi de gönenç içindeydi. Krallık, idari bölümlere, satraplık­ lara bölünmüştü; ayrıca, yarı özerk bölgeler de vardı içinde. Amu Derya' da savaş gemileri dolaşırdı. Baktria devleti, bir yan­ dan Çin ve Hint'le, öte yandan da Mezopotamya ve Suriye'yle iktisadi ilişkiler içindeydi. Altın bakımından zengin Sibirya'ya seferler düzenlenirdi. Özetle, Orta Asya' da Hellenistik kültürün güçlü ve özgün bir ocağı oldu devlet.

331

Hellenistik Yunanistan Büyük İskender'in ölümünde, Makedonya boyunduruğun­ dan kurtulma umutları yeniden doğdu. Atina çekti bu genel hareketin başını. Başkaldırı, Lamia (Hellen) Savaşı (M.Ö. 323-322) diye anı­ lan bir savaşa dönüştü. Tesalya' da Lamia kentinde Makedon­ ya yöneticisi Antipatros kuşatıldı. Başlarda Yunanlıların işleri iyi gittiyse de zaferi Makedonyalılar kazandı ve ayaklananları kılıçtan geçirdiler. Makedonya hegemonyası yeniden kuruldu; Demosthenes, Atina'yı terk etmek zorunda kaldı; gıyabında ölüme mahkum edildi ve o da umutsuz bir halde kendini zehir­ ledi. Bununla beraber, Atina'nın inatçı direnişi kırılamadı. M.Ö. 3. yüzyılın ortalarında, Khremonides Savaşı adı verilen yeni bir savaş patlak verdi; o da Yunanlıların yenilgisiyle sonuçlandı. Atina demokrasisi boğuldu; ve Atina, bütün Hellas'ın bağım­ sızlığı ve özgürlüğü için önde gelen bir rol oynayamaz oldu artık. Bozgundan sonra üstünlük, Yunan tarihinde öteki dev­ letlere geçti. Köleci ekonominin bunalımı, Atina kadar gelişmiş devlet­ lerde özellikle şiddetli oldu. Ticaret yollarının, Ortadoğu'nun önem kazanmasından dolayı güneydoğuya kayması; İskenderi­ ye, Rodos gibi uluslararası yolları ele geçiren yeni merkezlerin ortaya çıkışı; yoksullaşmış kitlelerle varlıklı tabakalar arasın­ daki sosyal mücadelenin keskinleşmesi, bütün bunlar, eskiden o denli gönenç içinde olan Kıta Yunanistanı'ndaki devletleri ikinci plana atmışh. Buna karşılık, iç çelişmeleri o kadar keskin olmayan geri kalmış birtakım devletler, girişilmiş mücadelede, daha çok canlılık gösterdiler ve daha sert oldular. M.Ö. 111. yüzyılda, Yunan dünyasında baş yeri, sitelerin oluş­ turdukları federasyonlar tutar. Bunlardan ikisi özellikle önemli: Aitolia Birliği ile Akha Birliği. Zanaatkarlığın ve ticaretin gelişme­ siyle güçlenmiş olan Aitolia Birliği (M.Ö. 314'e doğru) M.Ö. 279 yılında Galatların istilasını püskürtebildi. Birlik Aitolia'yı, Orta Yunanistan'ın bazı bölgelerini, özellikle Delphoi'yi, Tesalya'nın güneyini ve öteki bazı siteleri alıyordu içine. Akhaia' dan başka, Korynthos ve Megara gibi pek önemli Yunan sitelerini içine alan Akha Birliği ise, sonunda Peloponnesos'un büyük bir bölümünü de ele geçirdi.

332

Daha önceki birliklerden farklı olarak, bu birliklere girenler, haklar bakımından birbirine eşit ve içişlerinde bağımsızdılar. Her iki birlikte de genel organlar görüyoruz: 1 ) Yılda iki kez toplanhya çağ­ rılan ve tüm üye devletlerin temsilcilerinin katıldığı bir genel meclis. 2) Sürekli bir organ olarak seçime bağlı bir konsey. 3) Askeri ve sivil iktidarın başı, seçimle gelen bir strategos. Her iki birlik arasındaki fark, içerikleri yönündendi: Akha Birli­ ği, Korynthos ya da Megara gibi büyük ticaret sitelerini içine alırken, Aitolia Birliği, aslında tarımla uğraşan ve savaşçı halkı da komşula­ rını sık sık tehdit eden daha geri bölgeleri kapsıyordu. Aitolia Birliği, oligarşik ilkelerin ağır bastığı Akha Birliği'nden daha demokratik bir nitelik taşıyordu.

Akha Birliği, Strategos Aratos (M.Ö. 245-213) dönemin­ de özel bir önem kazandı. Aratos, birliğin sınırlarını genişletti; Mısır ve Makedonya'yla dostluk ilişkileri kurdu. Onun çabala­ rıyla, Akha Birliği uluslararası planda ağırlık kazandı ve Pelo­ ponnesos' taki devletlerin yaşamına karışmaya başladı. Böyle­ sine oligarşik bir eğilim, öteki devletlerin, özellikle demokratik devletlerin tepkisiyle karşılaşh doğallıkla. Ve iki birlik arasında düşmanlık baş gösterdi ve Yunanistan' da hegemonya için çahşıp durdular aralarında. Sparta, ağırlığı olan tek devlet oldu. Parasal ilişkiler ve özel mülkiyetteki gelişme, M.Ö. 4. yüzyılda Sparta'run geri ekono­ misini çok değiştirmişti. Ephoros Epitadeus'un (M.Ö. 400 yılına doğru) çıkardığı bir kanun, ortakçılık rejimine son darbeyi vur­ du. Bu kanuna göre, topraklar serbestçe miras bırakılabiliyor, hatta sahlabiliyordu. Ayrıca, bir yandan, topraklar bir avuç Spartalı ailenin elinde toplaşırken, öte yandan toprakları elin­ den çıkan, yoksullaşan ve borca batan geniş yığınlar görüyoruz. Örfler de değişmeye başlıyor birden: Tarihçinin dediğine bakı­ lırsa, Sparta soylularında gümüş ve altın tutkusu başlamıştır; lüks, aşırı özen ve incelik, geçmişin yalın yaşam biçiminin yeri­ ne geçmişir. Sparta, pek zengin birkaç ailenin oligarşisi olup çık­ mıştır; ephorosluk da başlıca silahtır ellerinde. Yeni kişiliklerin mücadele alanına çıkması ve eski ailelerin çöküşü, kral iktidarı­ m daha da zayıflatmıştır. İç çelişmelerin keskinleşmesi, ister istemez pek gergin bir siyasal ortam yarattı ve giderek başkaldırıya dönüştü. Genç Kral iV. Agis'in (M.Ö. 245-241 ) reformları daha da hızlandırdı bunu. 333

On dokuz yaşındaki bu reformcu, yaşamın maddi nimetle­ rını reddeden Stoacı felsefenin ilkelerine göre eğitilmişti. Agis, Sparta'nın eski örflerini, sosyal yaşam için bir ülkü olarak görüyor ve Likurgos'un yüzyıllar önce kurduğu rejime dönmekle, ülkesine yeni bir ruh vereceğine inanıyordu. Agis, hiçbir haktan yararlanmayan yoksul Spartalılara toprak dağıtmayı programına aldı. Bunun için de Likurgos Yasası'na karşın kazanılan bütün toprakları oligarşinin elin­ den almaya kalkh. Paralı askerlere değil, savaşçı yurttaşlara dayanan yeni bir orduyla, Sparta'run askeri gücünü de diriltecekti böylece. Sparta'nın eski kurumlarını, özellikle devlet yoluyla eğitimi, yalın yaşamı da canlandırmak istiyordu. Ne var ki yukarıdan, var olan düzene dokunmadan dayatmak istiyordu bu programı; aynca, eski düzeni diriltmekti amacı. Başlarda başarı kazandı. Alacaklı senetleri yakıldı. Ama halk toprakların dağılımını da isteyince, Agis'in yoldaş­ ları açıkça karşı çıkhlar kendisine ve kralı uzaklaşhrmaya kalkhlar. Agis'in yokluğunda, reformlar olumlu bir sonuca varmadı; hele muhalefetin ve şeflerin ikiyüzlülüğü, toprakların dağılımını bütü­ nüyle engelledi. Halk aldahldığının farkına vardı. Agis, Sparta'ya geri döndüğünde hasımlarıyla mücadele edemedi. Her yandan gelen tehditler yüzünden bir tapınağa sığınmak zorunda kaldı; öyle de olsa, ephoroslar onu ele geçirip öldürdüler.

Ne var ki, M.Ö. 235 yılında kral olan Kleomenes, bu tasa­ rıları yeniden ele aldı. Planları daha geniş ve yöntemleri daha etkiliydi. Sosyal ve iktisadi önlemlerden başka, siyasal reformlar da yapmak istiyordu: Oligarşiyi ortadan kaldırmak, Sparta'nın dışarıya karşı durumunu güçlendirmek, hegemonyasını tüm Yunanistan' a yaymak! Büyük bir ücretli ordu oluşturarak Akha Birliği'ni ele geçirdi. Durumunu böylece güçlendirdikten son­ ra Sparta'ya dönerek bir hükümet darbesi yaptı: Ephorosları öldürttü ve ephorosluğu da kaldırdı; Gerusia tasfiye edildi ve oligarşinin yandaşları sürgüne yollandı; perioikoslarla eiloteslerin bir bölümü yurttaşlara katıldılar; el konmuş mülk­ ler ortak parçalar halinde dağıtıldı. Agis gibi Kleomenes de eskinin örflerini geri getirmeye çalıştı ve eski geleneklere göre hareket etti. Bir devrimci merkez haline gelen krallığı, kom­ şu devletlerin, özellikle Akha Birliği'nden devletlerin varlıklı sınıfları için büyük bir tehlikeydi. Arkadia' da, Korynthos'ta, her yerde halk, Kleomenes'in yanını tutuyor ve zenginlerin işini bitirmek istiyordu.

334

Sparta' daki sosyal harekete karşı mücadeleyi Ara tos yönet­ ti. Hellas' ın bağımsızlığını feda etmek pahasına, Yunanlıların yeminli düşmanı Makedonya kralını yardıma çağırdı. Tarihçi Plutarkhos, "bir Yunanlının onursuz adımı" diye nitelendiriyor bu hareketini. Onun da yardımıyla, Kleomenes yenildi (M.Ö. 221) ve Mısır' a kaçh. Sparta' da reformlar iptal edildi ve oligarşi yeniden kuruldu. Nereden geliyordu hareketin başarısızlığı? Özellikle şuradan: Kölelerin azat edilmeleri ve eiloteslerin durumunun düzeltilmesi, reformcuların doğrudan amaçları olmamıştı hiçbir zaman. Sparta' da sosyal bunalım, giderek daha keskinleşti ve zen­ gin köle sahipleri için korkunç bir tehlike haline geldi. M.Ö. 207 yılında Nabis tiran olunca ezilenlerin başına geçti. Onun hükümdarlığı zamanında sosyal mücadeleler doruğuna çıkar. Nabis, perioikoslara da, eiloteslere de yurttaşlık hakkı verdi, zenginleri sürgüne yolladı ve mallarını da yoksullara dağıth. Orduyu güçlendirdi, çok sayıda ücretli asker aldı ve Giritli korsanlarla deniz­ lerde talan için Girit'le bağlaşıklık kurdu. Eski tarihçiler ne denli aley­ hinde bulunurlarsa bulunsunlar, gerçek şu ki, Nabis cesur reformlar yaph ve Sparta'yı, Makedonya ve Roma'nın saygı duyduğu güçlü bir devlet haline getirdi.

On beş yıllık bir hükümdarlıktan sonra Nabis, M.Ö. 192 yılında, Akha Birliği'ne karşı mücadele ederken öldürüldü. Onun ölümünden sonra da Sparta' da halk hareketi kesinlik­ le boğuldu; Sparta, Akha Birliği'ne girmek zorunda kaldı ve bağımsızlığını yitirdi böylece. O yıllar, Roma'nın Yunanistan'da gözüktüğü yıllardır. Makedonya'nın olsun, öteki Yunan devletlerinin olsun, dış politikaları, Roma'yla ilişkilerine göre ayarlanmıştı. Roma'nın Balkan Yarımadası'nı işgali M.Ö. 3. yüzyılın sonlarında ger­ çekleşti. Genel durum da işgalcilerin hareketine pek uygundu. Yunan dünyasındaki parçalanış, yıkıcı iç savaşlar, sosyal müca­ delelerin keskinleşmesi Romalıların işini kolaylaştırıyordu. Yunan devletleri arasındaki kin öylesine yoğundu ki, rakiple­ rini yenebilmek için yabancı boyunduruğuna girmeye razı ola­ biliyorlardı. Roma'nın politikası da bu uzlaşmazlıkları gitgide sivriltmeye ve egemenliğini sağlamlaştırmada bunlardan yarar335

lanmaya dönüktü. Romalılar, Yunan aristokrasisinin yardımını da sağlamışlardı ayrıca. Balkan Yarımadası'nda Roma fethi, M.Ö. 215 ile 168 yılları arasındaki sürekli savaşlarla gerçekleşti. Tüm Hellas, Roma'nın eline geçti. M.Ö. 146 yılındaki sonuçsuz bir başkaldırıdan son­ ra Yunanistan, bağımsızlığını kesinlikle yitirdi; basit bir eyalet olup çıkh. Tarihi, Roma'nın tarihine bağlıydı arlık. HELLENİSTİK UYGARLIK Hellenistik dünya, ilkçağda uygar insanlığın büyük bir bölümünü içine alıyordu. Çoğu Akdeniz Havzası'nın doğusun­ da oturan ve M.Ö. 5. yüzyıldan başlayarak birbiriyle ilişkileri gitgide yoğunlaşan çeşitli halklardan oluşuyordu bu dünya. İskender'in fetihleri, bu halklar arasındaki kültür alışverişi­ ni önleyen siyasal engelleri kaldırıp ath ve Yunan Uygarlığı, Yunanistan' dan gelen binlerce yerleşimcinin (kolon) marifetiyle Doğu'ya köklü olarak yerleşti. Doğu'yla ilişkisinden sonra, Yunan Uygarlığı yeni bir biçi­ me bürünür: Hellenistik Uygarlık. Romalılar bu biçimiyle görüp kabul edeceklerdir onu.

Sosyal yaşam Hellenistik devletlerin, giderek Hellenistik kültürün başlı­ ca merkezleri yeni kentlerdi: Doğu'nun Babil, Memfis gibi eski siteleri ikinci plana ahldılar; Antakya ve İskenderiye, kelimenin bütün anlamıyla dünyanın merkezleri oldular. Bu kentlerin uluslararası niteliğini, içinde oturanların siya­ sal bakımdan milliyetlerine göre örgütlenmiş olmaları da gös­ teriyor: Örneğin, Yunanlıların mahallesi vardı, Yahudilerin ve başka halkların mahalleleri. Bunların her birinin ayrı birer kurulu ve yüksek makamlarla doğrudan ilişkisi olan ayrı birer başı bulunuyordu. Pratik ve kültürel yaşam kaynaşma içindeydi: Eldeki bel­ geler mesleki, kültürel, ahlaki ve dinsel çeşitli yurttaş dernek­ lerinin yoğun faaliyetini gösteriyor bize. "Thiasos" adı verilen dinsel dernekler, kent ahalisinin uygarlığını incelemek için özellikle ilginç. 336

Hellenistik kentlerin dış görünüşü, kentçiliğin ulaşhğı yük­ sek düzeyi gösteriyor bize. Çok kez, birçok eski Yunan kenti geniş tek bir sitede eriyor; merkezi alanlar ve resmi binaların bulunduğu mahalleler yeniden düzenleniyor; su yolları, çeşme­ ler, havuzlar yapılıyordu. Tiyatrolar ve gymnasiumlar, klasik devirde olduğundan daha büyüktüler; tiyatrolar on binden fazla insanı içine alan büyük taş yapılardı; gymnasiumlar yıkın­ hları, planlarının ahengiyle şaşırtıyor bizi. Son olarak, birçok kentte yeni bir kamusal bina tipi doğdu: "Kitaplıklar" . İsken­ deriye Kitaplığı en ünlüleriydi, arkasından Bergama Kitaplığı geliyordu; başka kentlerde de daha ufak çapta kitaplıklar vardı.

Bilim ve teknik Hellenistik Uygarlık'taki bu açılış, nitel değişiklikleri de beraberinde getiriyordu: Bu uygarlık, Doğu kültür mirasını özümsüyordu. Klasik Yunan Uygarlığı'nda ikinci planda gelen birtakım dallar büyük önem kazandılar: Teknik, matematik gibi kesin bilimler, doğa bilimleri, tıp, cerrahi, tarım bilimi görül­ memiş bir düzeye ulaşh. Buna karşılık sosyal bilimler, felsefe, edebiyat ve -bir bakıma- görsel sanatlar, bir gerileyişin işaretini taşırlar. Kitlelerin sosyal ve siyasal faaliyetindeki azalışla açık­ lanabilir bu da. Kentlerin geniş mekanlar üzerine kuruluşu, deniz ticareti­ nin gelişmesi, büyük deniz ve kara güçleri arasındaki savaşların ulaşhğı boyutlar teknik alanda yetkinleşmeyi gerektiriyordu. Hellenistik teknik hayret verici şeyler gerçekleştirdi: Gemiler, binlerce insanı taşıyabiliyorlardı artık; yüksek güvertelerde, halın sayılır yolcular için konfor ve eğlence de vardı. Askerlik sanatında ön sırayı saldırı ve kuşatma aletleri alı­ yor: "Katapult" ve "balista"lar, uzak mesafelere ve ağır taştan gülleler atabiliyorlardı. Bu atış silahları soğuk topçuluğun bir çeşidiydi. Ve bütün bu makinelerin planlarını yetkin mühendisler yapıyordu. Bu teknik gelişim, bilimdeki çok önemli gerçekleştirmele­ rin bir sonucu oldu aslında: Eukleides (M.Ö. 3. yüzyıl) düzey geometrinin temelini atmıştı. Ancak, gerek onun, gerek bir başka dahi matematikçi ve fizikçinin, Arkhimedes'in eserleri (Arşimet), yüksek matematiğin birçok ilkesini içeriyor. 337

Arkhimedes, mekaniğin, özellikle "kaldıraç kuramı"nın temel ilkelerini koyduğu ve geliştirdiği önemli eserlerini yazar. "Bana bir dayanak noktası verin, dünyayı yerinden oynatayım," sözü onundur. Düz ve yuvarlak aynalarla ısı dalgalarının yansıhlması kuramını kur­ du ve söylenenlere inanılırsa, Siracusa'nın Romalılara karşı savunma­ sında (M.Ö. 212) uygulayarak, onların saldırı silahlarını ve gemilerini yaktı. Çağdaşı Apollonios, matematiğin en güç dallarından birini, "sayılar kuramı"nı inceledi.

Astronomideki gelişmeler de pek göz alıcıydı: Erastosthe­ nis, yeryuvarlağının çapını ölçtü ve bu amaçla bugün de kulla­ nılan yöntemden, nirengi noktası yönteminden yararlandı. Elde ettiği rakamsa -aşağı yukarı- doğrudur. Samos'lu Aristarkhos, güneşin ve ayın büyüklüklerini pek doğru biçimde belirledi. Ancak, onun bulduğu en ilginç gerçek şu: Gök yuvarlağının tüm hareketleri, güneşin bir gezegenler sisteminin merkezinde olduğu ve gezegenlerin de onun çevresinde dönüp durdukları kabul edilirse, anlaşılabilir. Aristarkhos'un bu büyük buluşu yüzyıllarca unutuldu ve bin sekiz yüz yıl sonradır ki, Kopernik ve Galilei onu bilime kazandırdılar yeniden. O devrin bir başka büyük astronomu Hipparkhos, değeri şimdi şimdi anlaşılan gözlemlere girişti. Hellenistik hpta, özellikle cerrahlıkta varılan sonuçlar da çok önemli. Herophiles, yazdıklarında, anatomiyle ilgili, ceset­ lerin açımlamasından kazanılmış pek derin bilgiler veriyor. Cerrah Taranto'lu Heraklia, ameliyatlarında anesteziye başvu­ ruyordu. Bu önemli buluş yüzyıllarca unutuldu ve iki bin yıl sonra 1860 yılına doğru yeniden uygulamaya konuldu.

Felsefe ve edebiyat Kesin bilimlerde, doğa bilimlerinde ve özellikle askerlik sanahnda ilerleme pek çabuk oldu. Felsefe için aynı şey söylene­ mez. Düşüncelerini sözlü ya da yazılı olarak dile getiren yığınla filozof görüyoruz; ne var ki çoğu, özellikle bireysel ahlak sorun­ ları üzerinde durarak, kendilerinden önce gelenlerin öğretilerini sürdürüyor ve geliştiriyordu. Onlardan en tanınmışı Epikuros oldu. M.Ö. aşağı yukarı 341-270 yılları arasında yaşayan Epiku­ ros, materyalist Demokritos'un çömeziydi: Onun atomlar üze338

rindeki düşüncelerini tamamladı. Ne var ki Epikuros, özellikle kişinin yaşamı üzerinde duruyor ve insan mutluluğunun özü ve ona ulaşma biçimine daha çok dikkatleri çeviriyordu. Epiku­ rosçular, sosyal yaşama faal olarak katılmaktan kaçıyorlardı ve iç dünyalarındaki barışı bozmamak için "göze çarpmadan yaşa­ mak" çabasındaydılar. Onların materyalist öğretileri, insanları tanrı ve ölüm korkusundan kurtarma amacına dönüktü. Yüz­ yıllar sonra Kari Marx şöyle diyecektir bu felsefe hakkında: "Epikuros, ilkçağda düşünceleri aydınlatmak isteyen tek kişi oldu . . . Bütün Kilise Babaları'nın, Plutarkhos'tan Luther'e kadar herkesin gözünde Epikuros'un dinsiz ve tanrısız bir filozof diye ün kazanmasının nedeni budur." Aynı bireyci eğilim, o devrin bir başka felsefe okulunda da görülüyordu: Stoacılar. Bu akımın kurucusu, M.Ö. 4. ve 3. yüzyıllar arasında yaşayan Kıbrıslı Zenon' dur. Öğrencileri arasında, Hellenistik Doğu kentle­ rinden gelenler çoğunluktaydı. Stoacılar felsefeyi üçe bölüyorlardı: Ahlak, fizik ve manhk. Fizikte, dünyanın maddesel birliğini savunu­ yorlardı; özünde de dinamik bir öğe, ateş vardı bu birliğin. Yaşam birtakım sert kanunlarla yönetilir ve daha önceden belirlenmiştir. Böylece görülüyor ki, başlangıçlarda Stoacıların, Herakleitos'la Aris­ toteles'in öğretilerinden kaynaklanan fiziği -belli bir noktaya değin­ maddeciydi. Ne var ki Stoacılar, asıl büyük önemi ahlaka veriyor­ lardı: Onlara göre, doğru ve mutlu bir yaşam sürebilmek için insan, bilinçli olarak doğanın kanunlarına uydurmalıdır bu yaşamı. Dünyanın düzenli akışına akılcı ve faal kahlış, insanın başta gelen ödevidir. Bu ödevi yerine getirmek erdemidir ki, gerçek mut­ luluğa götürür. Tersine, bireyin arzu ve tutkularım doyurmak için bu ödevi yerine getirmemesi ise kötülüktür. Ne var ki, ancak bilge mutludur: O, gerçeği anlamışhr ve tutarlılık içinde yaşar çünkü; mut­ lak ruh barışına erişmiştir; bu dünyanın acıları, önemsemediği için sarsmaz onu. Yoksulluk içinde zengindir, zincirler içinde özgür, has­ talıklar ortasında da mutlu.

Stoacıların sosyal ve siyasal görüşleri, geçmiş dönemin Sparta oligarşisini göklere çıkartan ve Atina demokrasisinden tiksinen demokrasiye karşı çevrelerin görüşlerinin bir yankısı­ dır çok kez. Ancak, Stoacı öğreti "doğal hukuk" un bazı öğeleri­ ni de içeriyordu ki, bu daha sonra insanın her şeyden önce dün339

ya yurttaşı olduğunu savunmaya götürdü onları; köleci devlet rejiminde, insan soyunun birliğini öğütlüyorlardı. Köleci toplumdaki çözülme, etkisini, Antisthenes'in kurdu­ ğu Kinik Okul'un öğretisinde gösterdi başta. Antisthenes'in ve çömezlerinin kuramı -ki bunlar arasında Diogenes'le onun çömezi Krates, Büyük İskender'in çağdaşlarıydılar- özgür insanlar ve köleler, giderek halk kitleleri arasında büyük yaygınlık kazandı. Doğal hukuk kuramının aşırı temsilcileri oldu Kinikler, yalınlığa, doğaya yakın bir yaşama çağırıyorlardı insanları; lüks ve zengin­ lik tamahı ile alay ediyorlar, devletle toplumun insan kişiliği üze­ rindeki iktidarını yadsıyorlardı. Adetleri horlamak için Diogenes, çırılçıplak, bir fıçının içinde geçirdi yaşamını; vazgeçilebileceğini anladığı anda elindeki tek çanağı da kırıp ath. Yaşamından ötürü, tuzu kuru takımı, "kuon", yani köpek adını takhlar ona. Antist­ henes' in izleyicilerine verilen "kinik" adı işte buradan geliyor. Öğretileri renkliliğe, mesellere, hoş sahnelere büründükçe, köle­ ler ve yoksullarca sevilip tutuluyorlardı. Ancak şu da var ki, bu öğretide emirler yoktu; öyle olunca da anarşinin ve pek aşırı bir bireyciliğin barışçı propagandası olup çıkh sonunda. Hellenistik devrin edebiyatı pek boldur, ancak birkaç istis­ na bir yana parlak bir nitelik göstermez. Bu edebiyat, daha önce­ ki devrin edebiyatında ağır basan sosyal ve siyasal çıkarlara yabancıdır. Menandros'un parça parça elimizde bulunan kome­ dileriyle (Kardeşler, Kahraman vb.) son yıllarda bütünü bulunan Huysuz Adam (Dyskolos) M.Ö. 4. yüzyıl sonundaki Yunan toplu­ munun adetlerini pek yakından çizer. Lirik şiir de çiçeklendi bu devirde; ele aldığı konular, kişisel heyecanlar, incelmiş zevkleri arayış, kentin yorgunluklarından uzakta doğanın bağrına kaçış­ tı. Lirik şairlerin buluşma yeri, Mısır' da İskenderiye idi. M.Ö. 3. yüzyılın en iyi şairlerinden biri olan Theokritos, yaşamının büyük bir bölümünü doğum yeri olan Sicilya' da geçirdi. Kırla­ rın güzelliğini ve yorgun kentliye esinlettiği duyguları canlan­ dıran şiirler yazdı. O devrin öteki şairleri gibi, Theokritos da şiirde biçime büyük önem veriyordu. Mısralara süslemeyi getirmiştir.

Görsel sanatlar Bir parça yapmacıklı ve doğallıktan uzak aynı biçim, görsel sanatları da niteler. 340

Heykelde birbirinden özerk merkezler, İskenderiye'de, Rodos' ta, Bergama' da ve başka yerlerde kurulmuştu. Üç Rodoslu heykelhraş, Agesandros, Athenodoros ve Polydoros "Laokoon" adı verilen anıtı yonttular. Bu eser, korkunç yılan­ ların boğduğu insanları gösterir; yüzlerdeki acılı ifade ve ada­ lelerdeki gerilim öylesine belirgindir ki, onu gerçekçi bir eser­ den çok doğacı bir eser yapar. Gene Rodos'tadır ki, 30 metre yüksekliğindeki Güneş tanrısı heykeli tunca döküldü. "Rodos Heykeli" dünyanın yedi harikasından biriydi. Bergama heykel okulu, ustalığı ile kendini belli eder. 19. yüzyılın sonlarında bu kentte, "gigantomakhia" adı verilen, tanrılarla devlerin savaşını dile getiren, 120 metre uzunluğunda bir kabartmayı içeren mer­ merden bir Zeus sunağı bulundu. Bergama Tapınağı, Yunan sanatının iyi korunmuş nadir örneklerinden biridir. Hellenistik devrin heykeli, hiç kuşkusuz göze çarpıcıydı; ancak daha önceki devrin heykeli ile karşılaştırıldığında, çöküş belirtileri görüyoruz daha şimdiden: Hareketlerdeki abartma, büyüklük zevki ve natüralizm. Hellenistik Uygarlık, M.Ö. 3. ve 2. yüzyıllarda, Akdeniz Havzası'nın ilerlemiş insanlığının büyük bir bölümüne yayıl­ mıştı. Onu izleyen yüzyılda, siyasal yaşamın merkezi Batı'ya, Roma'ya geçtiğinde de devam etti bu uygarlık. Gitgide deği­ şerek, Ortadoğu' da ortaçağda da varlığını sürdürdü. Doğulu halklar pek yararlandılar ondan, özellikle de Araplar. Araplara Avrasya' da uzun zaman kültür hegemonyasını sağlayan da bu olmuştur.

341

ili

ROMA

İtalya, üç yanı denizle, Adriyatik, İyon ve Tiren denizleriy­ le çevrili. Bulunduğu yarımada üzerinde, kuzeyde aşılması güç Alpler, Avrupa'nın geri kalanından ayırır onu. İlkçağın coğraf­ yacısı Strabon, pek haklı olarak, Alpler ve deniz der, İtalya'yı istilalardan koruyan "güven verici bir sur" olmuştur. Ne var ki deniz, her yöne açık bir yol oldu aynı zamanda; İtalyotlar da (İtaliotai) bu yoldan yararlanarak, pek erkenden, Akdeniz Havzası'ndaki halklarla ilişki kurdu ve onların kültürlerini özümsedi. İtalya'nın bir başka özelliği ise iklimindeki uygunluk. Kışın ortalarında hava sıcaklığı, 6 ile 1 1 derece arasında değişiyor. Hayvanları bütün bir yıl otlağa salmak mümkün böylece. Çok eski zamanlardan başlayarak İtalyotlar -arpa, yulaf, darı gibi­ tahılların yanı sıra buğdayı, kestaneyi ve dutu tanıyorlardı; daha sonra, Yunanlılar ve Fenikeliler zeytini, hurmayı ve narı soktular İtalya'ya. İklimdeki tatlılık -örneğin giyim gibi- başka görünüşlerini de etkiledi yaşamın. Özellikle, Güney İtalya' daki ev tipi, üstü açık ve havuzlu bir "atrium"un çevresindeki yapı­ sıyla, Yunan evinin bir hısımıdır. Ancak, doğal koşullardaki bu benzeyişin yanı sıra, İtalya ile Yunanistan arasında coğrafi bünye farklılıkları da var: Önce, İtalya'nın yüzeyi -aşağı yukarı 300.000 km2- Yunanistan'ınkin­ den en az beş misli büyük ve sonuç olarak, nüfusu da çok daha fazlaydı. İtalya' da görülen tüm tarihsel olayların ölçüsündeki "büyüklük" bundan kaynaklanıyor. İkinci olarak, İtalya Yarı­ madası, Balkanlar gibi dağlık da olsa, Apennin Sıradağları, Yunanistan'dakilerden daha az sarp, daha aşılması kolay ve dağ kolları Yunanistan' daki sarp dağların yaptığı gibi, İtalya'yı öyle birbirinden kopuk, giderek birbirine kapalı bölgelere ayır­ mıyor; İtalya' daki su yolları da gidiş gelişi kolaylaşhrıyordu. Bununla beraber bu ırmaklar, aşağıya inerken kumlu alüvyonla yüklü olduklarından, bataklık yapıyor; bu da oralara insanların yerleşmelerini engellediği gibi, liman yapımına da uygun düş­ müyordu. İtalya kıyıları, genel olarak, Yunanistan'ın körfezlerle ve koylarla bezeli kıyılarından çok daha az denizciliğe elverişli. 345

Son olarak, bereketsiz ve kayalık Yunanistan'ın zıddına, İtal­ ya Yarımadası bir tarım ülkesi. İlkçağın yazarları, İtalya toprağın­ daki verimlilikten şaşırarak bahsederler. Po Havzası'yla, Etruria, Latium ve Campania'yı içine alan babdaki ova bu bakımdan göze çarpıyor; Campania yılda üç kez ürün veriyordu. Alpler' de­ ki otlaklarla, ırmakların ağzındaki gür bir bitki örtüsüyle kaplı bataklık yerler, hayvanalığın gelişimine katkıda bulunuyordu. Bruttium' a, Viteliu, yani "danalar ülkesi" de deniyordu; İtalya kelimesi de oradan geliyor büyük bir olasılıkla. Ülkenin işte bu tarımsal niteliği, ilkçağda, yarımadanın iç tarihinin tüm akışını etkiledi; gerçekten bu tarih, çeşitli halkların ve halkın da çeşitli katlarının toprak adına yaphkları bir mücadeledir aslında. Başlarda, İtalya köylülerinin önemsiz küçük bir kasaba­ sı olan Roma, zamanla palazlanarak yavaş yavaş yarımadayı fetheder, sonra bütün Akdeniz dünyasına egemenliğini yayar; M.S. 2. yüzyılda da en büyük boyutlarına ulaşmış bir büyük imparatorluğun merkezi olup çıkar. Roma tarihini dört büyük devre ayırmak adet olmuştur: Roma'nın ilk devri "krallık devri" dir. Genellikle kabul edilen bir tarih geleneğine göre, krallık, M.Ö. 509 yılında devrilmiş ve yerine M.Ö. 27 yılına değin, beş yüzyıla yakın sürecek cumhuriyet geçmiştir. Cumhuriyeti, monarşi rejimi, giderek imparatorluk izler. İmparatorluk da ilk ve son imparatorluk diye ikiye ayrılır: Son imparatorluk, M.S. 476 yılına değin sürer; Doğu' da, eski devrin görkemi bin yıl daha devam edecektir. Başka bir tarihtir o ama.

346

BÖLÜM I İLKEL İTALYA VE ROMA'NIN DOGUŞU

Uygarlığa adımını çok eski zamanlardan başlayarak atan ilkel İtalya bir halklar mozaiğidir; Roma, bu mozaiğin içinde sivrilir. Uzun bir dönem klan toplumunun çözülüşüne sahne olur Roma; onu, klan kalınhlarının tasfiyesi ve yıkınhları üze­ rinde yeni bir toplumun, sınıflı bir toplumun, onunla ilişkili olarak da Roma devletinin ilerici biçimlerinin ortaya çıkışı izler. Bu geçiş, "krallık"tan "cumhuriyet"e geçiş olarak da bilinir. İLKEL İTALYA Arkeolojik araşhrmaların gösterdiğine göre, insanlar İtal­ ya Yarımadası' nda Balkanlar' dan çok daha erken oturmaya başladılar; İtalya Eskitaş Çağı'nı yaşadı, oysa Balkanlar' da bu çağın izlerine bugüne değin rastlamış değiliz. Yenitaş Çağı ise M.Ö. 4. bin yıldan başlayarak bütün yarımadada, Sicilya' da ve Sardinya' da dolu doluya yaşandı. Birçok belirti, kara ve deniz avcılığının önemini gösteriyor o çağda. M.Ö. 3. bin yıldan başla­ yarak, taşın yanı sıra çeşitli eşya yapımında bakır kullanılmaya başlanıyor (Kalkolitik Çağ); hayvancılığı, özellikle küçükbaş hayvancılığı görüyoruz.

Bir halklar mozaiği M.Ö. 2. bin yılda Tunç Çağı'nı, Kuzey İtalya' da Terramare Uygarlığı temsil ediyor: Bu uygarlığın temsilcileri, kazık temel­ ler üzerine kurulmuş ve çok kez bir yamuk görünümündeki müstahkem büyük barınaklarda yaşıyorlardı. İlk zamanlar taştan ve kemikten aletler yaparak, ağır ağır bakır ve hatta tunç kullanımına geçtiler. Başlıca uğraşları olarak varlığını sürdüren kara ve balık avcılığının dışında hayvan da yetiştiriyorlardı; tarım doğuyordu. Ölülerini yakıyorlar ve küllerini koydukları kavanozları, sık sıralar halinde, barınaklarının dışında yeraltı mezarlıklarına gömüyorlardı. 347

Orta ve Güney İtalya' da ise, M.Ö. 2. bin yıl boyunca Tunç Çağı uygarlığı, Girit-Miken Uygarlığı'yla ilişki içindedir. Ter­ ramare Uygarlığı'ndan açıkça bir kademe daha yüksek olan bu uygarlık, Apennin Uygarlığı diye adlandırılıyor. Latium' daki büyük ağaçlama çalışmaları, Miken' dekine benzer dev duvarlar ve süslü bir seramik bu uygarlığın niteliklerini belirliyor. Kuzey­ de gördüğümüzün tersine, burada adet ölüleri gömmekti. M.Ö. 1 . bin yıl, İtalya Yarımadası'nda, Demir Çağı'run başlangıcıdır. Bu çağın merkezleri hayli bol, özellikle Kuzey İtalya' da ve Orta İtalya' da. İlk Demir Çağı uygarlığını, Orta İtalya' da Villanuova Uygarlığı temsil ediyor. Bologna'ya yakın bir yerden alıyor bu adı da. Bu uygarlığın niteliği, tuncun henüz egemen olduğu bir dönemde, ilk demirden eşyayı ortaya koy­ muş olması. Kent tipinde toplaşmalar da görüyoruz; tarıma ve hayvan yetiştirmeye geçiş tamamıyla gerçekleşmiştir. Kütük­ lerden yapılmış ve duvarlarına balçık sıvanan daire biçiminde barınaklar, özel bir sömürüye tabi ailelerin varlığını gösteriyor; önemli hazineler, bu aileler arasında bazılarının zenginliğinin belirtisi. Yunan seramiğinden yapılmış odalar ve -fildişi, incik boncuk gibi- Fenike' den gelmiş şeyler, komşularla ticaret ilişki­ lerinin başladığına işaret ediyor. Villanuova Uygarlığı İtalya' da, tarihsel döneme doğru geçi­ şin bir temsilcisi denebilir. İtalya Yarımadası'nda ilk oturanların, Ligurlar ve Yenitaş çağı ile tüm Tunç Çağı boyunca Orta ve Güney İtalya' da yaşa­ mış birbirine hısım halklar olduğu sanılıyor. M.Ö. 2. bin yılın başlarında, Alpler'in ötesinden, Tuna ve Karpat bölgesinde yaşayan ve -büyük bir olasılıkla- İtalyotların ataları olan halk­ ların göçü başlıyor İtalya'ya; Terramare Uygarlığı'nı yaratanlar, onların öncüleriydi herhalde. Bunların ilk kafilesi, Apenninler'i aşarak güneybatıya ve Latium'a (Latinler), Campania'ya ve Bruttium'a (Sikullar) yayıldı. M.Ö. 1200-l l OO'e doğru, bu ilk gelenlerin etnik olarak yakınları olan yeni bir dalga, "Ombros­ sabellienler" ile "Osque"lar kuzeyden çıkageldiler ve Apennin­ ler'in özellikle dağlık bölgelerine yerleştiler. Villanuova Uygar­ lığı'ru kuranların bu Ombrialılar oldukları sanılıyor; Picentinler, Sabinler, Samnitler ve Lucanialılar onların güneydeki dalları. Mümkündür ki, yarımadada eskiden oturanlardan bir bölümü, öteki halkları daha az yaşanabilir bölgelere süren istilacılarla karışıp kaynaştı. Örneğin Ligurlar, Apenninler'in kuzeyinde, Sikullar ise Sicilya' da tutundular. 348

Daha sonra İlliryalı halklar (Venetiler, İapyges) ile Tirenliler ya da Etrüskler gelip yerleştiler yarımadaya ve daha sonraki bir devirde de Keltler ya da Galyalılar tüm kuzey bölgesini işgal ettiler. O yüzdendir ki, bütün bir Po Vadisi, bugünkü Fransa'yı içine alan Gallia Transalpine (Alp-ötesi Galya) karşıtı olarak, adını almıştır. Bütün bu göçlerin ve etnik lehimlenişlerin sonunda, İtalya Yarımadası' nda yazılı tarihin eşiğinde, birbirlerinden farklı en az on iki dil ortaya çıkmıştır; çeşitli halkların birbirinden pek farklı lehçelerini ise hesaba katmıyoruz. Böylece, güneyden baş­ layarak farklı nitelikler taşıyan bölgeler oluştu: Bunların başlıca­ ları Bruttium, Lucania, Apulia, Samnium, Campania, Picenum, Ombria, Etruria ve Gallia Cisalpine (Alp-berisi Galya). Bu etnik mozaik, ilkçağda yaşayanları bile şaşırtıyordu. Kuşkusuz, söylediğimiz göçlerden doğdu bu mozaik. Ne var ki, İtalya'nın ilk halklarının kökeni ile, onların yarımadada arkeolojinin saptadığı uygarlıklarla ilişkileri, bugün bile çözüm bekleyen sorunlar atmış bulunuyor önümüze.

Yunanlılar M.Ö. 8. ve 6. yüzyıllarda İtalya Yarımadası'nın tüm batı ve güney kıyıları Yunan kolonileriyle kaplanmıştı (Cumae, Rhegi­ on, Sybaris, Herakleia, Taranto vb. ); Sicilya'nın doğu ve güney kıyılarında bu ağ daha da yoğundu. Bu siteler içinde en önem­ lisi de Siracusa idi. Yunan kolonileri, yerli halka, o devir için pek ileri sayılabile­ cek tekniklerinin yanı sıra beğeni ve adetlerini de yaydılar. Orta İtalya' da, çok erkenden, bir Halkidikia kolonisi olan Cumae'nin etkisini görüyoruz; onlardan Etrüskler, Etrüsklerin aracılığıyla da Latinler alfabelerini alıyorlar. M.Ö. 6. yüzyılda, kazılardan çıkan seramiklere bakarak söyleyebiliriz: Atina'nın Latium ve Roma üzerinde büyük bir kültürel etkisi vardı. M.Ö. 5. yüzyılın başlarında, Yunan biçeminde ilk Roma tapınağı yükselecektir Aventino Tepesi'nde. Büyük bir olasılıkla aynı devirde, Cumae sanatçıları Capitolium'un ünlü kurdunu kalıba dökerler. Yunan'ın maddi ve manevi yüksek kültürü, Roma'nın ikti­ sadi ve sosyal yaşamının gelişmesinde gerçekten hızlandırıcı bir etken olacaktır.

349

Etrüskler Bilim, Etrüsk sorununu çözemedi henüz. Bu halkın adı bile iyice saptanabilmiş değil: Yunanlılar, "Tyrhennes" derlerdi onlara, Mısırlılar "Tursch", Romalılar "Tusci"; Etrüskler ise "Raseni" diye adlandırırlarmış kendileri­ ni. Binlerce Etrüsk yazıtı bulunduğu halde dillerini de sökebil­ miş değiliz. Ama İtalyot denen halklardan olmadıkları bir gerçek. Herodotos, Küçük Asyalı olduklanru tahmin ediyor; modem bil­ ginlerin çoğu da bu görüşü paylaşmakta. Bazıları, Troya'run düşüşün­ den sonra, Orta İtalya'ya geçmiş Troyalı kolonlar olarak görüyorlar onları. Gerçekten de Etrüsk Uygarlığı'nda, Küçük Asya' dan, Ege ya da Girit-Miken'den gelen hayli öğe var.

M.Ö. 7. ve 6. yüzyıllardan başlayarak, Etrüsklerde zanaat ve ticaret büyük bir gelişme gösterir. Büyük kentler kurdukları gibi, sınıflı toplum aşamasına da varmışlardı. Sınıflı topluma geçtiklerini, Etruria' daki hem askeri, hem ruhban aristokrasi­ si, Lucumonlar doğruluyor; kölelerin ve büyük bir olasılıkla toprakların sahibi olan bu sınıf, silahlı adamlarıyla, dağların tepelerinde müstahkem şatolarda yaşıyorlardı. M.Ö. 6. yüz­ yıldaki mezar odalarının lüksüne bakarak söylemek gerekirse, Lucumonların büyük servetleri vardı ve bunun büyük bölümü de topraklarının işletilmesinden değil, çapul savaşlarından ve haydutluktan geliyordu. Etrüsklere bağımlı Etruria, Ombria ve Orta Po Vadisi halk­ ları, Lucumonlar önünde farklı bağımlılıklar içindeydiler: Bazı­ larına Lautni adı veriliyordu; daha fazla sömürülenler Hetera diye adlandırılıyordu. Bu bağımlı halkın vergi ve angarya gibi çeşitli yükümlülükleri vardı. Kalabalık köleler ayrı bir sınıftı. Etrüsklerin siyasal kurumları üstüne pek az bilgimiz var. Bazı kentler, açıktır ki krallarca (lars) yönetiliyordu; ancak, hep­ sinin de üstünde -seçimle gelen- bir 11krallar kralı" (zilat) vardı. Bu krallar kralı, en eski on iki kent federasyonunun başında, onların temsilcilerinden oluşan meclislere başkanlık ediyor, kendisi­ ne büyük saygı gösteriliyor ve alabildiğine lüks içinde yaşıyordu; bir

350

demet çubuğun içinde bir de balta taşıyan koruyucuları ve cellatları on iki Lictor ile beraber yürürdü.

Etrüsklerin dininde başyeri, Tinia (Iupiter), Uni (Iuno) ve Mnerfa' dan (Minerva) oluşan bir yüce tanrılar üçlüsü alıyordu. Bu büyük göksel tanrılarla, ikinci derecedeki tanrılar kültünün yanı sıra iyi ve kötü sayısız ruha inanış da vardı Etrüsk dinin­ de. Tanrıların yardımını kazanmak amacıyla, rahipler büyüye başvururlardı. Tanrıları ve ruhları yahşhrmak için insan da kurban ediliyordu ayrıca. Büyülerin yanı sıra kuşların uçuşuna, hayvanların bağırsaklarına, şimşeğe ve gök gürültüsüne bakıp kehanette bulunmak, rahiplerin gizli sanahydı. Böylece, halkın büyük çoğunluğunu acımasızca sömüren azınlıktaki küçük bir sınıfın ortaya çıkışıyla ilişkili olarak şu düşünce de sürdürülü­ yordu: Halktan bir kişi, tanrıların desteğini ya da kötü ruhlara karşı korunmayı, ancak bağlı olduğu askeri ve dinsel soyluların aracılığıyla elde edebilir. ROMA'NIN DOGUŞU Kalkolitik devirle Tunç Çağı'nın başlarında, özellikle Terra­ mare Uygarlığı zamanında İtalyotlar, ilkel ortaklaşacı rejimde, anaerkil aşamada bulunuyorlardı. Birçok belirtisi var bunun. Tunç Çağı' nın doruğuna ulaşhğı bir zamanda ise ataerkilliğe geçilir. Ataerkillik, tarım ve hayvancılığa uygun koşulların etki­ siyle erken gelir ve uzun süre kalır.

Latium ve Roma'nın kökenleri Bataklık ve engebeli bir ova olan Latium, İtalya'nın bah yakasının ortasında bir yerde. Oraya gelip yerleşen Latinlerin ataları, uygarlık bakımından, kendilerinden önce oraya gelen ve Apennin Uygarlığı'nı temsil edenlerden aşağı bir düzeyde bulunuyorlardı. Ağaçlama çalışmalarını terk ettiler, bataklıklar yayıldı. İlk zamanların Latinleri tepeler üstünde sefil kulübeler­ de yaşıyor ve bu kurak vadilerde hayvancılık ve ilkel bir tarımla uğraşıyorlardı. Kentleri yoktu, sarp yerlerde sığınaklar yapıyor­ lardı yalnız. M.Ö. 1000 yılında kurulan, Etrüsklerle Sabinlere komşu bu kuzeydeki Latin kasabası, Roma adını alacakhr daha sonra351

lan. Kaynağından yirmi kilometre kadar uzakta, Tiber Irmağı boyunca uzanan tepelerin üstünde, sık bir ormanla bataklığa dağılmış yedi çoban köyünden oluşan bir topluluktu bu. Pala­ tium Tepesi'nde, dört köşe ortak bir kaleleri olan "yedi tepe" konfederasyonunu oluşturdular erkenden. Velia adı verilen en yakın tepede, ortak ataların tapınağı, daire biçimindeki Vesta Tapınağı yükseliyordu. Bu tapınakta, "Vestales" adı verilen bakireler sürekli yanan ateşi korur gözetirlerdi. Arkeoloji ve linguistik, Roma' nın başlangıçlarını, işte bu sade görünüşler altında gösteriyor bize. Roma'nın doğuşu, Romulus ve Remus tarafından "kuruluşu" üstüne ortaya çıkan birçok renkli efsane, modem bilimin eleştirisinin ışığında, rahiplerin icat ettikleri şeyler ve ilkçağ biliminin, özellikle de - M.Ö. 3. ve 2. yüzyıllarda yaşamış- Yunan tarihçilerin çocuksu varsayımları olarak görülüyor. Caesar'ın (Sezar) çağdaşı Romalı bilgin Varro'nun, "Roma'nın kuruluşu"nun tarihinin M.Ö. 754 ve 753 yılları arasında olduğunu ileri süren hesapları ise, daha sonraki tarihçilerin -hiç de haklı olmayarak- güveninden yararlandı durdu uzun zaman.

Daha sonra Roma'yı oluşturacak köyler, Tiber Irmağı üze­ rindeydi. Latium'un en büyük ırmağı olan bu ırmakta, deniz­ den gelen gemiler Aventino'ya kadar çıkabiliyorlardı. Bundan başka, Palatium'un eteklerinden, kıyıdaki tuzlalara götüren o eski "Via Salaria" geçiyordu ve yine bu yerde, Tiber üzerinde kazıklar üzerine kurulu tahtadan bir köprü atılmıştı. Bu köprü, sonradan Roma'run belli başlı dinsel kuruluşu haline gelecek olan -köprü yapanlar anlamına- "pontifler"topluluğunu koru­ yordu. Komşu Quirinalis Tepesi'nde, Sabinli tacirler yer tut­ muşlar, kıyıya egemen Capitolium kayasının tepesinde kendi kalelerini kurmuşlardı. İşte bu uygun durum sayesinde "Yedi Tepe", M.Ö. 8. ve 7. yüzyıllardan başlayarak yörenin kasabaları içinde en güçlüsü ve Latin halklarının askeri ve dinsel konfederasyonunun merke­ zi olup çıktı ve topraklarını da genişletti; Quirinalis' deki Sabin topluluğu da "Yedi Tepe" kentiyle birleşti. Ligurların Aventino kasabasına zorla boyun eğdirildi; sonra da rivayete göre Uzun Albe ele geçirilip yıkıldı ve Iupiter Bayramı'nın yönetimi gitgi­ de yükselen ilkel Roma'ya geçti.

352

Sosyal temeller İlkel Latium'un sosyal örgütlenişi daha o zamandan açık­ ça ataerkil bir biçim gösteriyor. Roma halkı, çok eski zaman­ lardan beri, kapalı bir iktisadi yaşam sürdüren klanlar (gentes) topluluğu, yani kendini aslında hayvancılığa vermiş ilkel ortaklaşacı topluluklardır. Hayvanlardan ve otlaklardan ortak yararlanma, bu "çobanlar"ın ataerkil topluluklar halinde bir­ leşmelerine katkıda bulundu; bu nedenle, toprak bile, klanın ortak mülkiyeti ya da yurdu (patria) olarak görülüyordu. Özel mülkiyet, ataerkil dönemin başlarında, hayvanların artışı, silahlar, takılar, ev eşyası ve küçük sebze bahçeleriyle sınır­ lıydı. Sürülmemiş toprak hiç kimsenin mülkiyetinde sayılma­ dığından, tüm halkındı (ager publicus ); şu ya da bu gensten olanlar bu toprağı işgal ediyor (occupatio) ve böylece de mülki­ yetine geçiriyordu (possessio ). Ataerkil toplulukta bir başka birleştirici güç, gensin tüm üyeleri için, silah taşıma ve savaşlara kahlma yükümlülüğüydü; savaşlarsa, o zamanlar iktisadi faaliyetin özel bir biçimiydi: Ganimet almak, en başta hayvan kaçırmak, komşu topluluklara çapula gitmek ve düş­ manların akınlarını savuşturmak için silaha sarılmak. ..

Kan davası da bunlar arasındaydı. Anaerkil toplulukta olduğu gibi, bir ideolojik etken de ataerkil topluluğun birliğine katkıda bulunuyordu: Ortak bir atadan gelen herkesin kardeşliği. Bu ortak atanın bir mitos nite­ liğindeki mezarı da gensin tüm üyeleri için kutsal bir yer, klanın yeralh mezarlığının ve atalar kültünün merkeziydi. Kökenlerini göstermek için tüm gens üyeleri, atalarınkinden gelen ortak bir ad taşıyorlardı: Iulius' dan gelenler Iulii, Clausus' tan gelenler Claudii vb. Yaşça büyük olanın ya da pater familias'ın, yaşam ve ölüm de dahil, tüm gens üyeleri üstünde mutlak bir yetkisi var­ dı: Çok eski zamanlarda, yeni doğanları gense kabul ediyor, evlenecek kızları satıyor, erkek çocukları köle olarak veriyor, örfleri çiğneyenleri kovuyor ya da cezalandırıyor, ortak mallar ve çabalar üzerinde istediği gibi hareket edebiliyordu. O devir­ de dışardan olan evlilik, nişanlıların kaçırılması ya da satın alınması biçimindeydi; evli kadınlar, klana yabancı sayıldık353

!arından, geldikleri gensteki adlarını taşıyor ve hiçbir haktan yararlanamıyorlardı. Üretici güçlerin gelişmesi ve savaş ganimetlerinin birikme­ si sonucu özel mülkiyetin gitgide önem kazanması, servetler giderek gensler arasında bir farklılığı beraberinde getirdi. Bu genslerden bir kısmı büyük, bir kısmı küçük olarak görülüyor­ du. Genslerin şefleri (patres), kardeşleriyle ve oğullarıyla onlar­ dan gelenler, arhk doğuştan soyluları oluşturmaya başladılar ve -patres'in oğulları anlamında- "patriciler" adını aldılar. Genste­ ki ayrıcalıklı durumlarından yararlanarak patriciler, o zamana değin ortak olan toprakları, öteki malları ve gensin tapınma yerlerini mülkiyetlerine geçirdiler. Öteki üyeleri de kendilerine tabi "kliens" durumuna getirdiler. Bu insanlar toprak paylarını patricilerden alıyorlardı artık ve onları -babanın yerini tutan- "patron"lan olarak görmek, evlerinde hizmet etmek, komutalarında savaşa gitmek, esir düşmüşlerse yer­ lerine fidye ödenmesine kahlmak, kızlarına çeyiz vermek gibi çeşitli yükümlülükleri vardı. Patronlar da klienslerini her konuda koruyup gözeteceklerdi. Yabancılar ve azatlılar da kliens olarak kabul edildiler.

Klan rejimindeki çözülüşün ilk işareti oldu bu farklılaşma. Daha da göze çarpan bir başka işaret, daha aşağı, kli­ enslerden daha kalabalık bir ikinci tabakanın doğuşu oldu: "Plebler" . Pleblerin kökeni hakkında tarihçilerin birbirinden farklı görüşleri var. Pleblerin büyük bir bölümü, Latium'un boyun eğdirilmiş en eski halklarıydı aslında; sonradan gelen­ lerden çok daha yüksek bir kültür düzeyi olan bu halk, fetih­ ten sonra bu durumunu yitirmişti. Bu kitlelere, İtalya'nın çeşit­ li yerlerinden gelen kolonlar da ekleniyor. Plebler, klan örgüt­ lenişine sahip olmadıklarından, ortaklaşacı rejimde değil, özel aile ekonomisi alhnda yaşıyorlardı. Kadınlar, pleb ailelerinde çok daha özgür bir durumdaydılar; patricilerle plebler arasın­ da evliliğin yasak edilmiş olmasının nedenlerinden biri de bu belki. Plebler, atalar kültünü tanımıyorlardı; baştanrıları, tapı­ nağı surların dışında, Aventino' da yükselen, bereket tanrısı Ceres idi. Plebler, patricilere karşı ağır bir bağımlılık içindeydiler. Genellikle küçük çiftçilerdi bunlar; içlerinden bazıları zanaat354

karlık ya da küçük ticaretle uğraşıyordu ayrıca. Otlakları ve ekilebilir toprakları olmadığından, "ager publicus" tan, ancak patricilerin girebilecekleri bu topraklardan parçalar kiralamak zorundaydılar. Patriciler bu parçaları kiraya verirken, ayrıca tohum, hayvan gibi "yardım"larda da bulunurlardı bazen. Her kötü hasatta, her yıkıcı istila ya da bir başka felakette, çiftçi bor­ cunu ödeyemez duruma geliyor ve eski hukuk gereğince ala­ caklısının kölesi oluyordu. Ve alacaklılar çoksa, On İki Levha Kanunları'na göre, borçlunun "bedenini bölüşebilir ve bundan dolayı suç işlemiş sayılmazlardı" (III, 6 ) . Bundan başka, plebler uyruk olarak görüldüklerinden her biri üzerinden bir "vergi" alınıyordu. Savaşta ganimetin bölüşümüne kahlmayacakları gibi, genslerin milislerine de giremezlerdi. Böylece, eski yazar­ ların da belirttiği gibi, plebler patricilerin boyunduruğu altında "köle durumuna" düşürülmüşlerdi. İşte, M.Ö. 1 . bin yılın başlarında Roma toplumunu ve büyük bir olasılıkla Latin toplumu ile ilkel İtalya'yı niteleyen çizgiler: Ataerkil klanın gelişmiş rejimi, patricilerle onlara bağımlı sos­ yal tabakaların ortaya çıkışı; kliensler ve her an köle durumuna düşme tehlikesinde bulunan "atasız" plebler!

İlkel Roma 'nın uygarlığı En eski zamanlardan başlayarak, Roma' da üç iktidar organı görüyoruz: Kral (rex), senato ve halk meclisi (comice). Roma kralları, bugün anladığımız anlamda monark değil, klanların ortak çıkarlarını temsil eden kabile şefleriydi daha çok. Kabilelerin bir araya toplaşmış milislerine komuta eder, kan davalarını savuşturmak için uzlaşmazlıkları çözer ve büyük rahiplik görevini yerine getirirlerdi. Babadan oğula da geçmez­ di krallıklar; genslerin şefleri ve "Roma halkı" nca seçilirlerdi. Geleneğe bakılırsa, krallar M.Ö. 510 yılına değin yönettiler Roma'yı. Adlarım bildiğimiz yedi kraldan yalnız son üçü Kadim Tar­ quinius, Servius Tullius ile il. Yüce Tarquinius tarihsel kişiler olarak görülebilirler. Bunlardan bazılarının adlarına Etrüsk yazıtlarında da rastlıyoruz. Ötekiler, Roma sitesinin "kurucu" su Romulus, Roma kül­ tünün örgütleyicisi olarak bilinen Numa Pompilius, Tullus Hostilius ve Ancus Martius efsanelerle karışık kişiler.

355

İktidarın ikinci organı senato, genslerin şeflerinin ya da "yaşlılar"ın (senex, yaşlı demek) bir kuruluydu; o yüzdendir ki, senatörlere "babalar" (patres) da denilirdi. Geleneğe bakılırsa, başlarda 100 kişiydi bunlar; sonra, yeni genslerin kahlmasıyla sayıları 300' e yükseldi. Halk meclisi (comice) Roma' da pek eskilere çıkan bir kurum­ du: Roma topluluğunu oluşturan "halk", bu mecliste toplanı­ yordu. Bu meclis, eski bir örfe göre, boylara (comices curiates) bölünmüştü. Krallar işte bu boy meclislerinden yetkilerini ve buyurma haklarını (imperium) alırlardı; her otuz boyun bir oy hakkı vardı; savaş ve barış ilanı, kanunların kabulü, yeni gens­ lerin topluluğa kabulü vb. kararlar verilirdi toplanhda. Yalnızca patriciler ve onların kliensleri kahlırlardı oylamaya; "atasız plebler" in ise oy hakları yoktu. Aslına bakılırsa, ilkel Roma henüz sınıfsız bir toplumdu ve kamu işlerinin yürütülmesi ataerkil, ortaklaşacı ve devlet öncesi bir nitelik taşıyordu. Ne var ki, klienslere ve gitgide köleleştiri­ len pleblere karşı bir yönetimin ilk tohumları ahlmışh daha o zamandan. İlkel Romalıların ve Latinlerin kültürü o sıralar pek aşağı düzeydeydi. Kasabalar, ağaç dallarından ve iç duvarları ker­ piçten yapılma yuvarlak kulübelerden oluşuyordu. Çömlek yapmasını bilmediklerinden tahtadandı kap kacakları. Önce hayvan derilerine bürünürlerdi, sonra ev işi, yünden gömlekler ve ıhramlar (toga) giymeye başladılar. Süt ve öteki hayvansal ürünler, yiyeceklerinin temelini oluşturuyordu. Dinlerine animizm, yani sayısız ruha inanç egemendi. Örneğin, kapı ruhu (Ianus), tarla sınırı ruhu (Terminus), içki ruhu (Potina) vb. vardı. Bunlara, ölmüş atalarn ruhları, iyi ruh­ lar ve kötü ruhlar da ekleniyordu. Bu kötü ruhların şerrinden korunmak ve onları yahşhrmak için vahşi ayinlere, kehanete, büyüye başvuruyorlardı. Bazıları sonradan da sürüp gitti bunların.

Krallıktan cumhuriyete M.Ö. 7. yüzyılda Etrüskler, Latium'u ve Campania'nın büyük bir bölümünü de içine alan büyük bir devlet kurdu­ lar. Yedi Tepe'nin eski köyleri Etrüsk tipi kentlere dönüş­ tü. Roma'nın adı bile büyük bir olasılıkla Etrüsk kökenlidir. 356

Yenenlerin etkisiyle, Roma bir zanaat ve ticaret merkezi oldu, surlarla çevrildi ve kanalizasyon yapıldı. Capitolium' da lupiter'e adanan Etrüsk biçeminde heybetli bir tapınak yüksel­ tildi ve Romalıların da başlıca tapınağı oldu bu. Latinlerin ve Romalıların iktisadi alanda ve örfler bakımından E trüsklerden aldıkları birçok şey, onların maddi gelişimle üretimdeki geli­ şimlerine katkıda bulundu: Daha iş gören bir saban, bina tek­ niği, atrium'uyla yeni bir ev tipi, köle emeğinden daha yaygın yararlanma, para ve alfabeydi bunlar. Roma geleneğine bakılırsa, M.Ö. 6. yüzyılda Roma' da üç Etrüsk kralı hüküm sürdü: Kadim Tarquinius, Servius Tullius ve Yüce Tarquinius. Romalıların anlattıklarına bakılırsa, bu sonun­ cusu halkı ezen bir despotmuş. Büyük bir olasılıkla, bu üç Etrüsk hükümdarının üçünün de iktidarları, kendilerinden önceki kral­ lardan farklı olarak despot bir nitelik taşıyordu. Gelenek, "Servius Tullius Reformu"ndan bahseder bu dönemde. Engels, bu reformdan söz ederken, "Böylece," der, "Roma' da da sözde 'krallığın' ortadan kaldırılmasından önce, kişisel kan bağı üzeri­ ne kurulu eski sosyal düzen bozuldu ve onun yerine gerçekten yeni bir devlet, toprakların yeniden paylaşımı ve servet farklılığı üzerine kuru­ lu yeni bir anayasa düzeni geçti."

Böyle bir değişimin temel nedeni, pleblerle patriciler ara­ sındaki mücadelenin yoğunlaşmasıydı kuşkusuz; plebler, üre­ timdeki gelişmeyle güçlenmiş, patriciler ise Etrüsk egemen­ liği altında üstünlüklerinden çok şey yitirmişlerdi. Böyle bir mücadelenin doğal sonucu ise, klan toplumundaki çözülüşün artması olacaktı. Öte yandan, yabancı efendilerin çıkarları da eski düzenin tasfiyesine katkıda bulunuyordu; çünkü soylu patricilere de plebler gibi uyrukları olarak bakıyorlardı. Bunun sonucu olarak, şu ya da bu gensten oluşa göre değil, yalnızca servet durumuna bağlı bir ayrılış başlıyor. Her beş yılda bir, nüfus ve mal sayımı yapılıyor ve malların beş "sınıf"a bölünüşü saptanıyordu; yurttaşların bu sınıflara ayrılışı ise, servetlerine ve ödedikleri vergilere göreydi. Kuşkusuz, o koşullarda ilerici bir ilkeydi bu. Gensin mülkü değil, özel mülkiyet göz önünde tutuluyordu çünkü. 357

Hiç toprağı olmayanlar -büyük bir olasılıkla- sınıf dışı ola­ rak görülen zanaatkar ve tacirlerle, gerçekten yoksul olanlar, "proleterler", "baş" olarak hesaba geçiriliyordu. Bu yeni "servet"e göre bölünüş, çeşitli edimlerin, özellikle asker­ lik hizmetinin (militia) belirlenmesinde ve -görünüşe göre- vergi (tri­ but) biçmede de işe yarıyordu. Kent, çevresiyle beraber, dört bölgeye (tribus) aynlmışh. Patrici ya da pleb, tüm halk askerlik hizmetiyle yükümlüydü arhk ve her biri, mal varlığıyla oranhlı olarak kendi hesabına silahlanmak zorundaydı.

Bu yeniden örgütleniş, genslere dahil olsun olmasın eski Roma halkının tüm insanlarını birbirine karışhrıyordu. Plebler, daha önce tabi olmadıkları askerlik hizmeti gibi yeni yüküm­ lülükler getirmiş de olsa, "Servius Tullius Reformu"nu hoş karşıladılar; çünkü bu reform -bir noktada da olsa- patricilerle eşit duruma getiriyordu onları. Doğuştan soylular üzerinde ilk zaferlerinden biriydi bu onların; o yüzden de uzun zaman bu kralı "velinimet"leri olarak anıp durdular. Etrüskler Roma' dan M.Ö. 500 yılları dolayında kovulurlar. Başkaldırı, büyük bir olasılıkla, Etrüsklerin yüzyıllık düş­ manları Yunan kolonilerinin destekledikleri Latium köylerinin ayrılmasıyla başladı. Etrüskler bu mücadelede yenildiler ve Roma' da bir ayaklanma patlak verdi. Başı patriciler çekiyordu, ama tüm halk da destekliyordu onları. Patriciler, doğuştan ayrı­ calıklarının Etrüsk hükümdarlarınca engellenmesinden hoşnut­ suzdular; halk ise, son Etrüsk Kralı il. Tarquinius'un koyduğu vergiden ve angaryadan eziliyordu. Etrüsk kralı, adamlarıyla kaçmak zorunda kaldı sonuçta. Böylece, Roma tarihinin "krallık devri" ve onunla beraber sosyal gelişimin bir dönemi sona erer. Bu dönemde klan top­ lumu tam bir çözülme halindeydi: Bir başka devir başlıyordu; klan kalınhlarının tasfiyesi ve yıkınhları üzerinde de yeni bir toplumun, sınıflı bir toplumun, onunla ilişkili olarak Roma dev­ letinin ilerici biçimlerinin ortaya çıkış devriydi bu.

358

BÖLÜM il CUMHURİYETİN BAŞLANGIÇLARI

Cumhuriyetin başlangıçları, M.Ö. 5. ve 4. yüzyılları içine alır. Bu dönem, bağımsız Roma'nın, özellikle patrici ve pleb mücadeleleriyle dolu olduğu yıllardır. İlerde büyük fetihlerin çok değiştireceği sınıfsal yapının temelleri bu dönemde billur­ laşır. İtalya'nın fethi de bu dönemdedir. BACIMSIZLICIN İLK YILLARI Roma' da bağımsızlığın ilk yılları, komşulara karşı sürekli bir mücadelenin verildiği, askeri reformlara gidildiği ve cum­ huriyetin ilk kurumlarının biçimlendiği yıllardır.

M. Ö. 5. yüzyılda Roma ve komşuları Roma, Etrüsk boyunduruğundan kurtulduktan sonra, kom­ şularına karşı pek çetin savaşlar yapmak zorunda kaldı. Başta Etrüsklere karşı verilen savaşlar geliyor. Etrüskler, Latium'u ve Roma'yı yitirmiş olmayı bir türlü sindirememişlerdi içlerine. Bu mücadele M.Ö. 5. yüzyıl boyunca, yüz yıla yakın bir zaman sürer. Bu savaşlar olurken, kuzeydoğudan bir başka komşunun, Sabinler' in saldırılarını da göğüslemek gerekir. M.Ö. 5. yüzyılın başlarında, Latin kentleri bir birlik oluş­ tururlar. Etrüsk tehdidi altında bulunan Herniciler de vardır aralarında. Roma bağlaşıklık kurar hepsiyle. Birbirine hasım halkları sıkı sıkıya birleştiren böylesine bir bağlaşıklık, Orta İtal­ ya'ya genel bir istikrar getirirken Roma'yı daha da güçlendirir. Ne var ki, M.Ö. 4. yüzyılın ilk on yılları boyunca, Kuzey ve Orta İtalya, Keltlerin ya da Galyalıların istilasıyla altüst olur. Keltler, Atlantik'ten Tuna'ya kadar tüm Batı ve Orta Avrupa'yı kaplamışlardı. M.Ö. 5. yüzyılın sonlarında içlerinden bir bölü­ mü Alpler'i aşar ve Po Ovası'nı işgal eder; bölgenin adı da Alp -berisi Galya anlamına gelen "Gallia cisalpine" olur. Ovadan güneye doğru ilerler, Ombria'yı fetheder ve Etrüsk kentlerini 359

ele geçirmeye başlarlar. Sonunda, Allia kavşağında Roma ordu­ sunu da yener, Roma'yı alıp ateşe verirler ve halkının büyük bir bölümünü kılıçtan geçirirler. Yalnız, Capitolium kalesi kalır ayakta. Galyalılar, büyük bir kurtuluş akçesi ödeterek çekilirler Roma' dan. Keltlerin saldırıları o tarihten sonra bir kırk yıl daha süre­ cektir. Zayıflayan Roma, Latium' daki üstünlüğünü yitirir ve eski durumunu kazanmak için yeniden mücadeleye başlar. Saldırıya, karşı saldırıyla yanıt verecek kadar gücü M.Ö. 4. yüz­ yılın ortalarında elde edebilir ancak: Aekuiler, Volsciler kesin­ likle alt edilirler; Etrüsklerden de Caere kenti alınır. Galyalılar, Latium' da dolaşmaz olurlar arlık. Roma'nın ve bağlaşıklarının toprakları biraz daha büyür. Tarihinin en büyük tehlikelerinden birini savuşturmuştur Roma.

Askeri reformlar Hemen hemen aralıksız yüz elli yıl süren yıpralıcı savaşlar Roma'nın, kendisinden daha gelişmiş komşularıyla olan ticari ve kültürel ilişkilerini yarıda bıraklı. Maden ve tahıl eksikliği başladı; Kıta Yunanistanı'ndan dış alım durdu. Etrüsk egemen­ liği zamanında gönenç içinde olan zanaatkarlar ile tacirlerin de önemi azaldı. Buna karşılık, toprak sahiplerinin ve tarım kesiminin rolü artlı. Roma'run güneyine, Tiber Irmağı'run sağ kıyısı boyunca, toprağı ekip biçmek için kolonlar yerleşmişti. Bu köylü kabileler, kenttekilere baskın durumdaydılar. Büyük bir uğraş pahasına Romalılar, bataklıkları kuruttular ve tüm Lati­ um' u bir çiçek bahçesi haline getirdiler. Ayrıca, bağımsızlığını ve özgürlüğünü ne olursa olsun korumak için de tüm gücünü ortaya koymak zorundaydı bu halk. Ordu, önemli bir rol oynadı bu konuda. Roma ordusu daha önce iki tümenden (legion) oluşurken, şimdi dört tümen olmuştu; aynı anda birkaç noktada birden harekete geçme zorunluluğu vardı çünkü. Tümenlerin sayısı bir misli çoğalınca, mevcutları da yarı yarıya inmişti: Her tümen 4200 kişiden oluşuyordu; süvariler, müzikçiler ve öteki öğeler buna dahil değildi. Ancak, asıl savaşçı birliklerin sayısı çoğal­ lılırken, süvari desteği de bir misli arthrılmışlı. Ayrıca savaş, dağlık ve engebeli bir arazide, pek hareketli bir düşmana karşı 360

yapıldığından, her tümen, "manipulus" adı verilen, bağımsız hareket edebilen küçük birliklere bölündü. Her tümende otuz tane vardı bunlardan ve her biri de yüzer kişilik (centuria) ikişer bölükten oluşuyordu. Böylece tümen, karmaşık ama eklemleri pek iyi hesaplanmış, bağımsız hareket edebilen küçük savaş bir­ liklerinden meydana gelen bir heyetti. Ancak ortak bir plana göre de hareket edebiliyordu. Savaşa kahlma, Yunan "falanj"ında olduğu gibi yekpare değil­ di; "manipulus"lar, aralarında belli bir mesafe bırakarak, dama tah­ tası gibi diziliyorlardı. İlk hatta yer alan on manipulus, mızraklı hastati'lerden oluşuyordu; onların arkasındaki ikinci sırada, belli bir mesafede savaşa alışkın askerlerden (principes) oluşan başka on manipulus yer alıyordu; son olarak da seçme ve deneyimli askerler­ den oluşan triarius manipulusları geliyordu. Bütün bu hatlar birbiri arkasından savaşa girişiyordu; ve triariusların ezici darbesi ise ilk iki hattın daha önce yarıp bitkinleştirdiği düşmanın işini bitiriyordu. Taktik buydu savaşta.

Aynı devirde, tümenlerin silahlanması da değişti ve özel­ likle, maden eksikliğinden dolayı savunma silahları, madeni bölümleri en aza indirilerek tabaklanmamış kalın ve dayanıklı deriden yapıldı. Ama bu, Roma birliklerini daha hareketli, uzun yürüyüşlere ve düşmanın arkasına sarkmaya daha yetenekli hale getirdi. Bu arada, saldırı silahları da yetkinleşti. Pilum hem ok, hem mızrak niteliklerini taşıdığından, en önemli yenilikler­ den biriydi. Ucu sivri, çifte ağızlı kısa kılıç hem ucu, hem ağzıy­ la vurmak olanağını veriyordu. Yine aynı devirdedir ki, Romalılar kamp kurmada pek yet­ kin bir plan geliştirdiler: İki yolun birbirini kestiği dört köşeli bir yerleşmeydi bu. Dört yandan bir çukur, kampı kuşahyor ve üstüne kazıklar dikilmiş bir toprak barikat da gizliyordu onu. Ordunun moraline ve askeri eğitimine büyük özen gösteri­ liyordu. Disipline aykırılığın, askeri ödeve ihanetin sert cezaları vardı; yiğitlikse bütün birliklerin önünde ödüllendiriliyordu.

Cumhuriyetin ilk kurumları Savaş sorunlarının başta gelen ağırlığı, yönetimin de yeni­ den ve kökten örgütlenmesine yol açtı. Tam bir askerileştirme doğrultusunda oldu bu. 361

Nasıl? Krallığın ortadan kaldırılmasıyla yönetim, "halkın malı" (res publica) oldu. O yüzdendir ki Roma devleti, "cumhuriyet" (republica) adını aldı. Ne var ki, bu sürekli savaşlar döneminde "halk" diye, silahlı halk, Romalıların ordusu anlaşılıyordu. "Comices centuriates", yönetimin en üst organı oldu o nedenle. Yüzer kişilik birliklerden (centuria) oluşan tüm ordunun topluluğu demek olan bu meclisler, bütün askeri sorunları çöz­ mek, özellikle de savaşa ya da barışa karar vermek, generallerin yıllık seçimlerini yapmak için toplanıyordu. Meclisi toplanhya çağıran şef bir söylevde bulunur ve orduya şu soruyu (rogatio) yöneltirdi: "Şu ya da bu ülkeye savaş açmayı istiyor, emredi­ yor musunuz?" Birliklerin komutanlığı için önerilen kişileri de belirliyordu aynı zamanda. Hiçbir tartışma yapılmadan oylamaya geçiliyordu. Sonucu belirleyen, servetin derecesiydi. Bütün birlikler sıraya diziliyor ve geçerken oyunu veriyordu. Önce 18 süvari birliği oyunu kullanıyordu. Öyle olduğu için de "ayrı­ calıklılar" denirdi onlara. Sonra, ağır silahlı piyadelerden oluşan 1 . sınıfın 80 birliği oy veriyordu. Eğer süvarilerle aynı doğrultuda oy kullanmışlarsa, çoğunluk (98 birlik) sağlanmış demekti. Bu durumda geriye kalan 95 birliğe danışılmıyordu artık. Tersi olursa, bir karara varmak için sürdürülüyordu oylama. Böylece en yoksul yurttaşların birliklerine pek seyrek danışılmış oluyordu; en iyi silahlanmış olan­ lar, yani aslında en zenginler belirliyordu sonucu.

Ancak, öyle de olsa, servet esasına dayanarak silahlanmış ve örgütlenmiş bu meclis, Roma köleci demokrasisinin çekirdeği oldu. Gens temeline dayanan eski meclisler (comices curiates), bu comices centuriates'in seçtiği şefleri onaylama ve onları yüce yet­ kiyle (imperium) donatma haklarını elinde tutabildi yalnız. Boş bir biçimde kalan haklardı bunlar da. Her yıl -ve ilk zamanlar yalnızca patriciler arasından­ seçilen "magistratuslar", Roma Cumhuriyeti'nin ikinci temel organıydı. Başlarda praetor, yani başkan diye adlandırıldılar. Orduda komutanlığın yanı sıra sivil yaşamda da sınırsız yetki­ leri vardı. Göreve başlarken yayımladıkları bildiriyi, "praetor bildirisi" ni ihlal edenleri şiddetle cezalandırırlardı. 362

Sopa ya da baltayla kafayı uçurmakh ceza. Bununla beraber, askeri gerilim azalıp kanunların gücü de arthkça praetorların despotça yetkileri sınırlandırıldı. praetorla­ rın her birine, ötekinin aldığı kararlara karşı müdahale (interces­ sio) hakkı tanındı. Bu da daha önceden birbirlerine danışmanın yolunu açh. Böylece, praetorlar sık sık bir araya geliyorlardı (concilium); adları da "konsül" oldu ve gitgide askeri unvanla­ rının yerini aldı. Bir ikinci grup magistratusluğun, "quaestor"lukların kuru­ luşu ve bağımsızlıkla yetkilerinin gitgide artışı, praetorların iktidarının sınırlandırılmasında yeni bir aşama oldu. Sayıları başlarda iki olan, sonraları dörde çıkarılan quaestorlar, praetorların ya da konsüllerin yardımcısıydılar. Önceleri praetorlar seçerdi kendilerini; M.Ö. 5. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak da seçimle gelmeye başladılar göreve. Quaestorlar ceza ve disiplin soruşturmalarına bakarlardı; özellikle iktisadi ve mali nitelikte idari işleri de görürlerdi. Onların müdahalesi olmadan hiçbir ödeme yapı­ lamazdı. Yetkileri giderek çoğaldı sonra: Vergilerin, para cezalarının alınması, ganimet ve savaş esirlerinin satılması, para basımı vb. Kon­ süllerin yardımcıları olma görevini de sürdürdüklerinden, savaşta onlara katılıyor ve yaralanma ya da hastalık gibi durumlarda yerine geçiyorlardı.

Magistratusların iktidarına en önemli sınırlama, ölüme mahkum edilmiş bir yurttaşın Halk Meclisi' ne başvurma hakkı­ nın (provocatio ad populum) kabul edilmesiyle oldu. Ne var ki, iç ve dış olağanüstü tehlike hallerinde, askeri magistratusluğun mutlak otoritesi, bir "diktatör" seçimiyle geri geliyordu. Diktatör, en liyakatli patriciler arasından seçiliyor­ du ve -yalnızca altı aylığına- yetkilerle donanıyordu. Normal duruma bu süreden önce dönülmüşse, diktatörün mühlet dol­ madan yetkilerini kendiliğinden terk etmesi de adetti. Yönetimin askerileştirilmesi "senato"yu da etkiledi: Eski askeri magistratuslar, görevlerinin bitiminde kendiliğinden gelip sıralarına oturdular. Vaktiyle konsüllük, praetorluk, quaestorluk yapmış bu senatörlerdir ki, senato toplantılarında söz alabiliyor ve şu ya da bu önlemi önerebiliyorlardı; "baba­ lar" adı verilen ötekilerse, bir yanı ya da öteki yanı tutarak oy verebiliyorlardı yalnız. Bu yüzden de alay olsun diye "piya363

de"ye çıkmıştı adları. Böylesine askerileşen senato, uygulamada tüm magistratusları kendine bağımlı kılmakta gecikmedi; onun verdiği kararların (senatus consultum) birer icracısıydılar bu magistratuslar artık. Böylece Roma Cumhuriyeti, ilk zamanlardan başlayarak, senatonun askeri ve ataerkil soylularının egemenliğini temsil ediyordu. PLEB VE PATRİCİ MÜCADELESİ Klan kalıntılarının tasfiyesi, Yunan' da olduğu gibi Roma' da da devrimci yoldan oldu. "Servius Tullius Reformu"ndan hay­ li sonra gerçekleşti bu. Devrime götüren de pleblerle patriciler arasındaki mücadele oldu.

Pleblerin başkaldırısı ve pleb örgütlenişinin başları "Roma halkı"nın egemen tabakası olan patriciler, ayrıcalık­ larını korumanın arkasındaydılar. Krallık sona ermişti, ama ikti­ dar bir avuç patrici ailesinin elindeydi. Patriciler, aynı zamanda eski gens ortaklığını da sürdürmek istiyorlardı. Oysa gensin toprakları gitgide daralmıştı: Otlaklar ve topraklardan kendi üyelerine ve klienslerine geçici olarak verilen parçalar giderek özel mülkiyete dönüşmüştü. Böylece, gens ortaklığı iktisadi bakımdan varlık nedenini yitiriyor ve çözülüyordu. Bu koşullarda patricilerin çıkarı, ager publicus, yani gensler arasında bölüşülmemiş ya da fetih yoluyla kazanılmış toprak­ lardaydı. Patriciler daha büyük bir hırsla sarıldılar onlara. Aynı zamanda yeni bir sosyal tabaka doğuyordu: Hali vakti yerinde kent plebleriydi bunlar. Zengin pleb aileleri, patricilerle siya­ sal haklarda eşitliği, pleblerle patriciler arasında evlilik izniyle magistratusluklara girmeyi gitgide artan bir inatla istemeye baş­ ladılar. Borçlar sorunu da pleblerin aşağı tabakalarını sarmıştı. M.Ö. 5. yüzyılda, ager publicus üstünde patricilerin arazilerinde ortakçı olarak yerleşmiş pleblerden bir bölümü, borçlarından dolayı daha şimdiden köle durumuna düşmüştü ve aynı yazgı bekliyordu geri kalanını da. Özellikle plebler için temel sorun toprak sorunuydu, yani ager publicus 'tan yararlanma ve boş toprakların, patricilerle eşit olarak işgaliydi. Bütün kötülükleri -doğal olarak- patricilerin 364

yönetiminden bilen plebler, kendi yönetici grubunun siyasal istemlerini desteklemeye pek yatkındı. Kent pleblerinin başını çektiği mücadelede ayrılıkçılık, 11 göç" ve /1 çekilme" biçimlerine büründü. M.Ö. 494-342 yılları arasında birçok örneğini görüyoruz bunların. Ordunun pleb kökenli öğelerinin başkaldırısı tüm orduyu teh­ dit ettiğinden iktidardaki patrici oligarşisi için daha da tehlikeliydi. O yıllarda esas olarak pleblerden oluşan ordu, askeri bakımdan kri­ tik sayılabilecek anlarda, savaş için yola çıkmayı reddediyor ya da bulunduğu yeri terk ederek kente yöneliyordu. Hoşnutsuz pleblerin buluşma yeri, Roma'nın bir mahallesi olan Aventino idi: Pleblerin tanrıçası Ceres (Demeter) adına yapılan tapınak da oradaydı. Başkal­ dıranlar orada, seçilmiş şeflerin başkanlığında "kutsal tabur"u oluş­ turuyorlardı. Birbirlerine yemin edip bağlandıktan sonra kentte geçit resmi yapıyor ve kentin dışında bir yerde -sonradan "kutsal" sıfahnı alacak olan bir dağda- karargah kuruyorlardı. Bu "çekiliş" süresin­ ce, kentin iktisadi yaşamı kesintiye uğruyor, tarlaların ekimi biçimi terk ediliyor, patricilerin evleri arazileri yağmalanıyordu. Sınırlar savunmasız kalınca, düşmanlar da Roma topraklarına giriyor, yakıp yıkıyorlardı.

Patrici otoriteleri ve askeri şefler, başkaldıranlarla uzlaş­ mak için ödünler vermek zorundaydılar; öyle yapıyorlardı nitekim. Kendilerine bir heyet gönderiyor ve uzlaşmaya varı­ lıyordu. Patricilerden koparılmış böylesine ödünlerle plebler, derece derece gerçekleştiriyorlardı programlarını.

Pleb meclislerinin ve halk temsilciliğinin doğuşu M.Ö. 5. yüzyılın başlarında, bu başkaldırıların ilkinin arka­ sından 11pleb meclisleri" (concilia plebis) doğdu. Patriciler tanı­ mak zorunda kaldılar onu. Bütün plebleri içine alan bir kuru­ luştu bu: Kararlar (plebisit) tüm pleb topluluğu için geçerliydi; tacir ve köylülerin bir araya geldikleri pazar günlerinde pazar alanında (forum) toplanırdı. İkinci 11çekiliş"ten sonra, tüm halkın meclisi rolüne soyu­ nacakhr. 11Vetribute Meclisi" adını alacaktır. 365

M.Ö. 449 yılında comices centuriates, plebisitlerin tüm Roma halkı için yasa gücü taşıdığını belirten bir kanun kabul etti. Tri­ butes Meclisleri'nin birçok kararı, örneğin patricilerle plebler arasında evliliğe izin veren Canuleia Kanunu yürürlüğe girdi. Ancak, bu meclislerin gerçekten kanun yapar durumuna gel­ meleri daha sonradır. Yine ilk başkaldırı yılında (M.Ö. 494) plebler, Kutsal Dağ' da ilk halk temsilcilerini, daha doğrusu ilk pleb temsilcile­ rini (tribun) seçmişlerdi. Bu temsilcilerin kişilikleri "dokunul­ maz ve kutsal" dı. Tributes Meclisleri'nce bir yıllığına seçilir­ lerdi. Hangi patrici otoritesi olursa olsun, aldıkları önlemlere karşı -pleblerin yararına- "intercessio " yoluyla ya da bu önlem­ ler pleblerin çıkarını zedeliyorsa "veto " yoluyla müdahalede bulunurlardı. Halk temsilcisi her türlü adli davayı durdurup kendi yargılamasına alabilirdi. Pleb meclislerini toplantıya çağırıyor, önerilerde bulunuyor ve başkanlık ediyorlardı. Böy­ lece, halk meclislerinin kişiliğinde plebler, patricilerin keyfi davranışlarına karşı geniş yetkilerle donanmış savunucular kazanmış oldular. Yine de ciddi sınırları vardı bu yetkilerin. Önce, halk temsilcilerinin "imperium", yani askeri komuta yet­ kisi yoktu. Sonra, kentin surlarıyla sınırlıydı bu yetki, kırsal kesimi içine almıyordu. Yıllık görev süresi boyunca, halk temsilcisi kenti terk edemez, evinin dışında bir yerde geceleyemezdi ve kapısı, her gele­ nin her saat başvurabilmesi için açık olmak zorundaydı. Ancak, bir diktatör seçiminde ve sıkıyönetim zamanlarında, halk temsilcilerinin yetkileri askıya alınıyordu.

Halk temsilcilerinin sayısı ikiydi başlarda; daha sonra dör­ de beşe çıktı, sonunda da on oldu. Yetkilerini de istedikleri gibi arttırdılar giderek; hatta senatonun kararlarını denetlemeye başladılar. Senatodaki tartışmaları kapı önünde izler, alınan bir karar pleblerin çıkarlarına zarar verici ya da karşı ise, temsilci­ lerden biri kalkar vetosunu belirtirdi.

On İki Levha Kanunları Pleblerin en büyük fetihlerinden biri yazılı kanun oldu. Genslerin örf ve adet hukuku (mos maiorum: "atalar örfü" ) pat366

ricilerin elinde bir sırdı; konsüllerin yargılamasında keyfiliğe götürüyordu bu da. Buna bir çare olarak, M.Ö. 5. yüzyılın orta­ larında senato, halk temsilcilerinin direnişi üzerine, kanunların yazılmasına ve yayımlanmasına karar verdi. M.Ö. 452 yılında on iki üyelik (decemvir) bir komisyon seçildi. İki

yıl çalışlı komisyon. Başta hepsi patriciydi üyelerin; sonra beşi patri­ ci, beşi pleb oldu. Başlarına da patricilerin pek ünlü temsilcilerinden Appius Claudius geçti. Çalışmaların sonucu tunçtan on iki levhaya kazınarak ilan edildi.

Ne getiriyordu bu kanun? Çoğu maddesi eskiyi sürdürüyordu: Örneğin, uzlaşmazlık halinde taraflar bir hakeme başvururlardı. Dava cının davalıyı, "üstüne el koyarak" (m. 1 ) yargıcın önüne getirmek hakkı kabul ediliyordu. Yakınan, tanıklarını da kendisi bulacaktı. Ceza huku­ kunda ise kısas ilkesi ağır basıyordu: Başkasını yaralayıp sakatla­ yana aynı şey yapılacaktı. Ölüm cezası, yalnızca yangın çıkarana ya da geceleyin başkasının tarlasına zarar verene değil, "hasata büyü yapan"a, "uğursuz şarkılar söyleyen"e de verilecekti. Bazı cezalar da dinsel lanetleme niteliği taşıyor. Ne var ki, On İki Levha Kanunları'nın bazı hükümleri ileri eğilimlerden esinleniyor: Örneğin, gens şeflerinin keyfi davra­ nışlarını zayıflatmayı hedef tutan özel mülkiyetin savunması ile, borçlar hakkındaki kuralları insanileştirmek isteyen hüküm­ ler böyledir. Borcunu vadesinde ödemeyene otuz günlük bir mühlet veriliyordu; hapse atılmışsa, alacaklı açlık çektiremezdi borçlusuna; boynuna geçirilecek demir halkalar da on beş kilo­ yu aşamazdı. Borçlu, altmış günden fazla hapiste tutulamazdı; pazar kurulan günlerde foruma götürülecekti, orada isteyenin onu satın alma hakkı vardı vb. Böylece, atadan kalma ve daha o zamandan eskimiş "örf ve adet hukuku" nun önemli birtakım kalıntılarını taşısa da On İki Levha Kanunları ilerici bir nitelik taşıyordu yine de.

Pleb ve Patrici mücadelesinin sonu On İki Levha Kanunları'ndan sonra plebler -ve belki o sıra­ lar onlara katılmış olan kliensler- mücadelelerini sürdürdüler ve pleblerin zaferiyle bitti bu kavga. 367

Önce, pleblerin üst tabakalarının yararına olan kanunlar kabul edildi: M.Ö. 445 yılında patricilerle plebler arasındaki evliliklere izin çıktı; pleblerin konsüllük makamında gözleri olduğundan, M.Ö. 444 yılından başlayarak, konsül yetkisiyle donanmış askeri halk temsilcileri seçilmeye başlandı. Sade­ ce senatoya giremiyordu bunlar. Daha sonraları, askeri halk temsilciliği, hemen tamamıyla konsüllüğün yerini aldı. Bu magistratuslar arasında zorunlu olarak birçok pleb vardı. Ne var ki patriciler, siyasal ayrıcalıklarını inançla savunu­ yorlardı. Böylece, M.Ö. 443 yılından başlayarak, her beş yılda bir, on sekiz aylığına iki "Censor" seçilmeye başlandı. En seçkin konsüller arasından seçilen bu Censorlar, yurttaşların ve malla­ rının sayımıyla görevliydiler. Sayım, bir meydanda yapılıyor­ du. Mallarla ilgili her bildirim inceden inceye araştırılıyordu ve yurttaşların yaşayışlarına özel bir önem veriliyordu. Örneğin özentili ya da sefih bir yaşam, sınıf düşmeyi gerektiriyordu. Censorlar, senato listelerini de düzenliyorlardı ayrıca ve "liya­ katsiz" olanlar listeden çıkarılıyordu. Censorların bütün bu geniş yetkileri, hele yurttaşların yaşayışlarını denetleme, patri­ cilerin elinde sosyal gelişmeyi köstekleyen güçlü bir araç olup çıktı. Bunun dışında, topraklar, kamu madenleri, yolların, su yollarının ve resmi binaların yapımı gibi konularda bütün bil­ giler, Censorların eline geçmekte gecikmedi. Bunun sonucunda çok sayıda işadamı Censorlara tabi oldu; bu da pleblerin içinde, patricilerin en tehlikeli siyasal rakipleri olan girişimci kişilerin etkinliği ve siyasal davranışı üstünde etkide bulunma olanağını verdi Censorlara. Pleblerin aşağı tabakaları da sosyal ve iktisadi planda birta­ kım kazanımlar elde ettiler. Örneğin, yeni fethedilen topraklar­ da, toprak dağıtımı gitgide daha sık görülür oldu. Galyalıların o korkunç akınlarını izleyen yıllarda doruğuna vardı mücadele. Patricilerin, halk hareketini arka arkaya dik­ tatörlüklere başvurarak kırma girişimleri boşa çıktı. M.Ö. 367 yılında iki halk temsilcisinin sunduğu bir kanun tasarısını, sena­ to kabul etmek zorunda kaldı. Licinia ve Sextia Kanunu adım taşıyan bu kanun, pleblerin prog­ ramındaki üç önemli sorunla ilgiliydi: Toprak sorunu, borçlar sorunu ve siyasal sorundu bunlar da. Başta, bütün yurttaşların kamu top­ raklarından yararlanma haklan kabul edildi; patricilerin tekeline son

368

verildi ve sınırlar kondu. İkinci olarak, borçluların daha önce ödedik­ leri faizler, borçtan indirildi. Son olarak da konsül yetkisindeki askeri halk temsilciliği kaldırıldı ve yerine -biri pleb- yıllık iki konsülün seçimi kabul edildi.

Patricilere bir ödün olarak da praetorluk konsüllükten ayrıldı ve patricilere özgü ayrı bir yargı makamı oldu. Prae­ torlar, konsüllerden sonra geliyorlardı. Ve yeni bir patrici magistratusluğu kuruldu: "Aedilis Kurulları" . Bayramların ve genel oyunların örgütlenmesiyle yükümlüydü bunlar. Ne var ki, bir iki yıl sonra plebler de bu makama seçilmeye başladılar; praetorluğa ve diktatörlük de dahil tüm öteki makamlara otur­ makta gecikmediler. Plebler M.Ö. 357 yılında, faiz tavanının % 10 olmasını elde ettiler ve son olarak M.Ö. 326 yılında çıkarılan bir kanun (lex Poetelia) borç için köleliği kaldırdı ve daha önce bu yüzden köle durumuna düşmüş yurttaşlar serbest bırakıldı. Böylece, uzun süren bir mücadelenin sonucu, eski klan toplumunun kalıntılarından çoğunun tasfiyesi gerçekleşti: Pat­ ricilerle plebler, şimdi tek bir egemen sınıfı, "Romalı özgür yurttaşlar sırufı"nı (cives Romani) oluşturuyorlardı. Yurttaşlar, arhk kökenleri bakımından değil, servet ve görev­ leri yönünden ayrılıyorlardı birbirinden. O tarihlerden başlayarak, "pleb" deyince kentin yoksul halkı, özellikle yerli kentliler anlaşılır oldu. Patriciler ve pleblerin yukarı tabakalarından doğan yeni aris­ tokrasiye ise soylular (nobilitas), yani "bilinmeye değer", "ünlüler" ve daha sonra da "optimates", başka bir deyişle "en iyiler" denmeye baş­ ladı. Her Roma yurttaşı, kökeni ne olursa olsun, yüksek magistratus­ luklara erişmeyi başarmışsa, soylu olabiliyordu.

Bunun yanı sıra yeni bir sınıf oluşuyordu: Köle sınıfı! İktisadi olayların dışında bir nedenle, zorla özgürlüğünden edilmiş kişilerden oluşan bir sınıfh bu: Savaş esirleri, haydut ya da korsanların kaçırdığı insanlar vb. On İki Levha Kanunları' nda da adları geçer çok kez. Bu insanlar, kendilerine sahip olanın mülkiyetinde, değiş tokuş edilebilen, sahlabilen, hatta yok edilebilen bir şeydi. "Kö­ le ya da başka bir hayvan" : Roma hukukunun kullandığı deyim 369

buydu onlardan söz ederken. Şu da var ki, M.Ö. 5. ve 4. yüzyıl­ larda Roma' da egemen olan kölelik biçimi aile köleliğiydi; geniş ölçüde doğal ekonomi yürürlükteydi çünkü. Roma' da sınıflı toplumun doğuşuyla, yönetimin örgütleni­ şi de tam bir gelişme içine girdi. Bu köleci devletin belirgin iki niteliği vardı: Askeri biçim ve sözde demokrasi. Bu devlette iktidar, "Roma halkı"ndan, Romalı özgür yurt­ taşlar topluluğundan geliyor diye kabul ediliyordu. Her önemli sorunda, "halkın rızasını sormak" zorunluydu. Ne var ki, uygu­ lamada iktidar, halkın iktidarı olmaktan uzakh. Başta şu neden­ le ki, Halk Meclisi'nin kararları, genel yönerge niteliğindeydi ve magistratusların önerileri üzerine alınabiliyordu ancak. İkinci olarak, halk meclisinin üç biçimi içinde en demokratik olanı, yani comices tributes bile, orta ve büyük mülk sahiplerinin çıkar­ larım temsil ediyordu aslında. Küçük çiftçiler, yani köylüler pek seyrek Roma'ya gelip seçimlere ve oylamalara kahlabiliyorlar­ dı. Comices centuriates ise, ilke olarak servete bakıyordu ve mut­ lak çoğunluk da orta ve yüksek sınıfın elindeydi. Son olarak, comices curiates, meclislerin kararlarını "Centuria" üzerinden onaylıyordu. Böylece, halkın iradesini saphrmak için geniş ola­ naklar vardı. Ayrıca, yüksek magistratuslar fala bakhğından, her tür kararı askıya almak ya da iptal etmek, hatta meclisi bile dağıtmak için dinsel bir bahane bulabiliyorlardı çok kez. Magistratusların rolleri ise pek büyüktü devletin yaşa­ mında. Ne var ki, yönetici gücü oluşturan bu magistratusluklar yeni aristokrasinin, soyluların küçük bir grubunun tekelindeydi ve bu sınıf, "yeni kişiler" in gelip aralarına girmemesi için dire­ niyordu. İki ilke koymuştu bunun için: Kamu görevlerinin kar­ şılıksız oluşu; bir de bir yüksek göreve gelebilmek için, ondan bir önceki görevde bulunmuş olma. Ayrıca, yaş sınırlamaları da vardı. Örneğin, ancak 43 yaşından sonra konsül seçilebilirdi bir kimse. Böylece, Roma soyluları bir oligarşi olup çıkh sonunda! Bundan başka, Roma devletinin gerçek sahibi tartışmasız Senato idi arhk. Hazine elindeydi: Bununla komutanları kendi­ ne bağlı kılıyordu; çünkü Senato'nun emri olmadan ordu için herhangi bir gider yapılamazdı. Ayrıca, tüm ekonomik önlem­ leri Senato alabiliyordu. Bunun dışında, magistratuslar arasın­ da görevleri dağıtan, yıllık görev süresinin bitiminde mühleti 370

uzatan, raporlarını inceleyip onaylayan, zafer töreni yapılıp yapılmamasını kabul eden de oydu. Senatörler, praetor mahke­ meleriyle öteki mahkemelere yardımcı sıfatıyla katılırlardı. Elçi­ leri Senato kabul ediyor ve gönderiyor, antlaşmaları da yine o onaylıyor ya da reddediyordu. Hiçbir magistratus, Senato'nun önceden onayını almadan, Halk Meclisi'ne herhangi bir kanun tasarısı ya da herhangi bir yeni önlem önerisinde bulunmaya cesaret edemezdi. Senato, halk temsilcilerini kendi içine alıp üyeleri arasına katmakla, onların başlarda kendisi için tehlikeli olan iktidarlarını kırmayı bile başardı. Roma devletinin bir başka özelliği, açıkça askeri bir nitelik taşımasıydı. Savaşçı köylülerin siyasal bir örgütüydü bu çün­ kü. Roma ordusu köylüydü aslında; çünkü askere almada kul­ lanılan servet ilkesinde ölçü, toprak sahibi olmaktı. Bir kentli, varlıklı da olsa, toprak sahibi değilse ordunun yan hizmetlerine kabul edilebilirdi ancak. Süvari sınıfı bile yine toprak sahiplerine ayrılmıştı; sıradan köylülerden daha varlıklı olan bu kişiler aynı zamanda saygınlığı olan "equites" sıfatını taşıyorlardı. M.Ö. 4. yüzyılda savaşlar kesinlikle kendine özgü bir zanaat niteliğine büründü; konusu, komşu halklara karşı aralıksız sürdürülen sal­ dın hareketlerine dayanarak mal mülk edin.meydi bu zanaatın. Bunun sonucu şu oldu ki, Censorlarla halk temsilcileri dışında bütün belli başlı magistratuslar, kumanda mevkiinde, askeri şef olup çıktılar. Sivil görevler artık ikinci derecedeydi onlar için; silahlan ellerinden bıraktıklarında ya da iki savaş arası ateşkes­ lerde yerine getirmeye çalışıyorlardı bu görevleri. Senato bile askerileşmiş Roma devletinin sürekli bir genelkurmayıydı bir çeşit. Her şey savaşın zorunluluklarına bağlı kılınmıştı. Halkın ihtiyaçları bile! Bütün bu kurallar Roma halkının geleceği üstünde büyük etkiler yarattı ve giderek tarihinin bundan sonraki dönemini, İtalya savaşlarını, sonra yarımada dışındaki fetihleri, kısacası Roma'yı bir Akdeniz imparatorluğu yapacak süreci belirledi. İTALYA'NIN FETHİ Roma, bütün İtalya'yı birleştirecektir. Bu fetih, Orta İtal­ ya' dan başlar, güneye doğru yayılır. Ortaya çıkan, Roma hege­ monyasında karmaşık bir sistemdir.

371

Orta İtalya 'nın fethinden Güney İtalya 'nın fethine M.Ö. 4. yüzyıldan başlayarak Güney ve Orta İtalya' da, üre­ tici güçlerin büyük gelişmesinin bir sonucu olarak, o zamana değin birbirinden kopuk klanlar halinde yaşamış halklar arasın­ da "savaşçı federasyonlar"ın kurulduğunu görüyoruz. Bunlardan Samnit Birliği büyük bir güç kazanmışh. Ve M.Ö. 4. yüzyılın ikinci yarısında bütün İtalya'yı ele geçi­ recekti neredeyse. Ne var ki, yarımadadaki halkların birleştirilmesi, Roma'run eseri oldu; oldu, çünkü Roma İtalya' daki kentlerin en önemlisi, ülkesi ve halkı en geniş ve kalabalık, sosyal ve siyasal örgütle­ nişi en ileri olanıydı. Köleliğin yerleşmesi ve zengin pleblerin siyasal etkisiyle, Roma, saldırgan bir politikaya yöneldi gide­ rek. Ordusunun yetkin örgütlenişi ve devletin askerileştirilmesi sayesinde, Roma birçok çetin savaştan zaferle çıkh ve tüm İtal­ ya'run en güçlü devleti haline geldi. İlk aşamada bütün Orta İtalya fethedildi. Orta İtalya'run fethinden sonra Roma'run yönetici çevreleri gözlerini Güney İtalya' ya çevirdiler. Güney İtalya' da, tacir zen­ gin Yunan siteleri vardı ve üstünlüğü ellerinde tutuyorlardı. Lucanialılara karşı Yunan kenti Thourioi'ye yardım etti diye, Roma birlikleri ve gemileri Taranto önünde göründüğünde Güney İtalya' daki bu en güçlü Yunan kolonisinin demokrat hükümeti, Roma'yla anlaşmayı savunan aristokrat partinin şef­ lerini kovarak savaş ilan etti. Ve yardımına da Pyrrhus'u çağırdı. Büyük İskender'in mirasçılarından biri olan Pyrrhus, Yunanistan' da Epeiros kralıydı. O da Batı Akdeniz' de üstünlük iddiasındaydı. Pyrrhus M.Ö. 280 yılında, dört başı mamur bir orduyla İtalya' da karaya ayak bastı. Orada da kendisine kah­ lanlar oldu. Özellikle filleri sayesinde büyük başarılar kazandı; ancak hiçbirinden yararlanamadı bu zaferlerin ve güçlerini dağıttı. Kısacası havaya gitti yaptıkları. Boşa giden ve kazana­ nı da tüketen zaferlere "Pyrrhus Zaferi" denmesi bu yüzden. Sonunda, Yunanistan'a döndü. Romalılar, Kartacalıların da yardımıyla Taranto'yu aldılar (M.Ö. 272). İtalya'run fethi tamamlanmıştı.

372

Roma hegemonyasında İtalya konfederasyonu İtalya'ya boyun eğdiren Roma, onu tek bir devlet halinde örgütlemedi. Tüm siteleri, antlaşmalarla, pek karmaşık federal bir sistem içinde topladı. Bu antlaşmaların koşulları, farklı durumlar göz önünde tutulduğu için birbirinden farklıydı. Yine de kural, eşitlikti. Buna göre, bağlaşık siteler özelliklerini koruyor; ancak, kendi­ liklerinden savaş açamıyor ve diplomatik ilişkilerde buluna­ mıyorlardı; Yunan kolonileri, birçok Etrüsk kenti, Latium' daki bazı sitelerle yapılan antlaşmaların koşulları böyleydi. Samnit­ ler, Lucanialılar ve Bruttiumlular, topraklarının büyük bir bölü­ mü ellerinden alındı, başka halklarla ilişkileri bütünüyle yasak­ landı. Siteler örflerini ve kanunlarını koruyorlardı gerçi; ancak Roma, magistratusların, kendi yandaşı aristokrasinin üyeleri arasından seçilmesine dikkat ediyordu. Yenilenlerin ellerinden alınan toprakların üstünde Roma yurttaşlarından ya da ayrıca­ lıklı "Latin bağlaşıklar" dan oluşan askeri koloniler kuruyordu. Böylece, Latin siteleri, bağlaşıklar (socii) sıfatı da tanınmış olsa, bağımlı durumdaydılar yine de. En çok bağlılık gösteren, en iyi koşullu duruma geçiyordu. "Böl ve yönet" politikasıydı Roma'nınki! Kolonilerdeki topraklar topraksız Roma köylülerine dağı­ tılmıştı. Fethedilen topraklardan dağıtılmayıp "ager publicus" a katılanları devletten kiralayarak "işgal etmek" mümkündü. Güney İtalya' da özellikle hayvancılık yapmaya uygun geniş araziler oluştu bu yolla. Roma toplumunda pek çeşitli tabaka­ ların, giderek köylülüğün İtalya'nın fethine bilinçli olarak katıl­ mış olmasının nedeni budur başta.

373

BÖLÜM ili ROMA FETHİ

İtalya'nın fethi, Roma'yı Akdeniz'in en büyük güçlerin­ den ve o zamanki dünya politikasının en etkili merkezlerin­ den biri haline getirir. İlk kez Mısır'la diplomatik ilişkiler başlar. Yarımadadaki büyük ticaret merkezlerinin ele geçiril­ mesi ve bağlaşıklara dayatılmış -kendi aralarında doğrudan doğruya- ticaret yapma yasağı, tüm İtalya' da Romalı tacir­ lere bırakır ticaret tekelini. Yunanistan'la ticaret zaten baş­ lamıştır. Bu yeni sınıfın temsilcileri Roma politikasını kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek istemektedirler. M.Ö. 3. yüzyılın ilk yarısında bu sınıf öylesine bir ağırlık kazanır ki, İtalya'nın fethinden az sonra, Roma Batı Akdeniz hegemonyası adına büyük rakibi Kartaca ile karşı karşıya gelir. Roma fethi başlamıştır. İktisadi, sosyal, siyasal ve kültürel büyük sonuçları olacak­ hr bunun. KARTACA SAVAŞLARI M.Ö. 264 yılında başlayıp bir yüzyıldan fazla süren ve sonunda Kartaca'nın kesin yenilgisiyle sonuçlanan savaşlara Kartaca Savaşları adı verilir. Romalılar Kartacalılara "punicus", yani Fenikeli dedikleri için, Pön Savaşları diye de anılır. O zamanın dünyasında işitilmedik bir gerilime yol açan ve her iki tarafın halklarına felaket ve yoksulluk getiren bu savaşlar, iki kolonici ve fatih oligarşi arasındaki çıkar çalışmasından doğdu­ ğu için düpedüz emperyalist bir nitelik taşıyordu. Ama her şeyden önce kimdi bu Kartaca?

Kartaca Kartaca M.Ö. 9. yüzyılda, Fenikelilerin Kuzey Afrika'da kurdukları bir siteydi. Kaart-hadtha da "yeni kent" demek. Afrika' dan uzanan bir yarımadanın üstünde kurulan kentin coğrafya bakımından pek uygun bir konumu vardı. 375

Kartacalılar, yaygın bir deniz ticaretine dayanan büyük bir imparatorluk kurmuşlardı. Bütün Batı Akdeniz kıyılarını ve adalarını içine alıyordu bu imparatorluk: Kuzey Afrika'ya, İspanya'nın güneyine, Batı Sicilya'ya, Korsika ve Sardinya'ya ve Balear Adaları'na koloniler ve ticaret merkezleri serpiştir­ mişlerdi. Oralardaki halkı Kartacalı yöneticiler yönetirdi. Fenike denizcilerinin girişim ruhu, cesaret ve hüneri sayesinde kor­ kunç zenginlikler akıyordu Kartaca'ya: Batı Afrika kıyılarından kara derili köleler, altın tozu, fildişi, İngiltere' den kalay, Kuzey Denizi' nden amber . . . Polybios' a sorarsanız, dünyanın en zengin kentiydi Kartaca o yıllar. Kurduğu imparatorluğu savunmak ve genişletmek için Kartaca büyük bir ordu yaratmıştı. Yerlilerden zorla alınan insanlarla, paralı askerlerden oluşuyordu bu ordu. Bu birlikler, Kartacalıların komutasında pek güzel donanmıştı; orduda çok sayıda savaş fili de vardı. Donanmasına da söz yoktu. Beş sıra kürekli büyük gemileri ilk kez Kartacalılar yaptılar ki, Yunan trierlerinden çok daha büyük ve çok daha hareketliydi. Kartaca' da siyasal iktidar zengin köle sahipleri, tacirler ve büyük toprak sahiplerinden oluşan küçük bir grubun elindeydi. Çünkü tarım da bu kent ekonomisinde büyük bir rol oynuyor­ du: Verimli Bagradas Vadisi'nde, köle emeği kullanan geniş araziler vardı. İşte bu yüzdendir ki, Kartaca' nın iç politikasın­ da iki grup, tacir ve tarım zümresi çatışıp durmuştur; yönetici oligarşi bunlardan oluşuyor, post kavgası da bunlar arasında oluyordu. Bütün makamlar satın alınabiliyordu. Diktatörlük yetkilerine sahip "Beşler Konseyi" ile, tüm yöneticilerin kendi­ sine bağlı olduğu "Yüz Yargıç", en zengin ailelerin temsilcileri arasından seçiliyordu. Bir de Halk Meclisi vardı ki, halktaki hoşnutsuzluğu yan­ sıtırdı. Yöneticilerin insanlık dışı eylemlerini haklı göstermek için rahipler, halkın ruhuna bile bile vahşeti telkin ederlerdi: Tanrıça Tanit'e (Fenikelilerin Astarte'si) köleler, mahkumlar, Baal'a (Molok) da yeni doğmuş çocuklar kurban edilirdi. Zenginler yoksulların çocuklarını sahn alırlardı bu amaçla. İnsan kurban etme adeti Karta­ ca' da öteki ilkçağ halklarından çok daha uzun süre devam etti durdu.

376

Boyun eğdirilmiş halklar üzerindeki baskı, işitilmemiş boyutlara varmışh Kartaca'da. Libyalı köylülerden alınan vergi­ ler, onların topraktan kazandıklarının yarısını aşıyordu. Kartaca ticaretinin belli başlı konularından biri de kölelerdi. Zenginlerin topraklarında kullanılan emek de köle emeğiydi. Aşikardır ki, sosyal ilişkiler pek gergindi Kartaca' da. Oligarşinin kanatları arasındaki mücadelenin yanı sıra halktan da sık sık başkaldırılar görüyoruz. İç sosyal çelişmeler, köleliğe dayanan Kartaca devletinin en zayıf noktasıydı. Ne var ki, bu çelişmeler Roma' da olduğu kadar keskin değildi o yıllar ve Kartaca'nın hala ilkel kalmış sosyal yapısı, bundan dolayı daha bağdaşıkh Roma' dan.

Birinci Kartaca Savaşı Roma' nın Kartaca ile ilişkileri, tarım erbabı Roma' da ege­ men olduğu ve her iki devlet de Yunanlılarla Etrüskleri ortak düşman olarak gördükleri sürece iyi gitmişti. Ancak, Roma'nın dış ticareti geliştikçe zehirlenmeye başladı bu ilişkiler. Romalı tacirler ve zanaatkarlar, Kartacalıların gitgide güçlenmesinden kaygılanmaya başladılar; hele Pyrrhus'un Sicilya' daki yenil­ gisinden sonra Sicilya tümüyle Kartacalıların eline düşeyazdı. Öyle olduğu içindir ki, Sicilya' daki Messina kentinin Kartacalıla­ rın eline düştüğü haberi olmadık yere heyecanlandırdı Roma'yı; bu kent, Sicilya ile İtalya arasındaki boğaza egemendi çünkü. Daha önce, M.Ö. 280 yılına doğru, paralı Samnit askerleri (Mamertinler) Siracusa' dan dönerken bu kenti ele geçirmişlerdi. Siracusa tiranı II. Hieron'un misillemesinden korkan Mamertiniler (Messinalılar), tutup Kartacalıları yardıma çağırmışlardı. Onlar da gelip Messina'ya bir birlik yerleştirmişlerdi. Böylece kentin sahibi olmuşlardı aslında. Sicilya ile İtalya arasındaki boğaza da egemen.

İtalyalı yurttaşlarının imdadına koşma bahanesiyle, tacirle­ rin ve zanaatkarların patronu Appius Claudius ailesi, "Messina davası" na bumunu soktu ve bundan bir savaş çıkartmayı başar­ dı. Senato hiç istemediği halde Halk Meclisi, Konsül C. Appius Claudius' a Messina'yı "kurtarma" görevi verdi. O da büyük bir hararetle sarıldı işe: Kartacalıları, birliklerini Messina' dan geri çekmeye zorladı ve -savaş ilan etmeksizin- Siracusa ile Kartaca377

lılara karşı askeri harekata girişti. Bunu gören Hieron, az sonra Romalılara sırtını döndü ve Kartaca da Roma'ya karşı açıkça savaş durumuna geçti. Roma-Kartaca çatışması başlamıştı (M.Ö. 264). Romalılar başlarda pek başarılı sonuçlar elde ettiler. Kartaca­ lıların Sicilya' daki belli başlı müstahkem mevkilerini ele geçireme­ dilerse de adadaki en önemli Yunan kentlerini aldılar; ve büyük bir donanma yaparak acı bir yenilgiye uğrattılar Kartacalıları. Forum' da ilk anıt, bu zaferin onuruna yükseltilmişti. Ne var ki, başarılarını abarttılar Romalılar. Kartaca donan­ masını bir ikinci kez yendikten sonra büyük bir orduyla Afri­ ka'ya ayak bastılar ve Kartaca'nın yöresini yakıp yıktılar. Hal­ kın büyük bir bölümünü esir edip Roma'ya yolladılar. Ancak, böyle uzak seferlere çıkmaktan, kendi topraklarını yüzüstü bıraktıkları için hayli sızlanan köylü askerlerin hoşnutsuzluğu sonucu, Afrika' da M. Atilius Regulus kumandasında bir küçük ordu bırakarak çekildiler. Sonra bir yığın çatışma olacaktır. Kartacalılar, Regulus'un küçük ordusunu ezeceklerdir. Bu yetmi­ yormuş gibi, Regulus'un kalınhlarıru kurtarmak için yollanan Roma donanması yolda batacakhr. Bir başka Roma donanması da Kartacalıların eline geçecektir. Bu ağır kayıplar yüzünden denizlerdeki üstünlüğü ele geçirmekten vazgeçmiştir Roma. Kartaca gemileri, İtalya kıyılarını yakıp yıkmaya başlamışlardır. M.Ö. 249-241 yıllan, Amilkar Barka'run komuta­ sındaki Kartacalıların başarılarıyla doludur.

Roma' da hazine boşalmış ve Romalı çiftçiler de kendilerini tüketen savaştan yorgun düşmüşlerdir. Her şey yitirilmiş gibidir. İşte o sıralar, savaşı başlatan ve başarıyla sonuçlanmasında büyük çıkarları olan Romalı tacir ve zanaatkar zümre, kendi hesaplarına büyük bir donanma yaptırdılar. Konsül C. Lutatius Catulus komutasındaki donanma, Kartaca donanmasını çok acı bir yenilgiye uğrattı. Gemi kayıplarının yanı sıra Sicilya' daki birkaç kenti de yitirdi Kartacalılar ve görüşme masasına otur­ dular: M.Ö. 241 tarihli barış antlaşmasına göre Kartaca, Sicil­ ya' daki topraklarından olduğu gibi, kıyılarındaki adalardan da vazgeçiyordu; on yıl boyunca büyük bir savaş tazminatı ödeye­ cekti; bütün Romalı esirleri karşılıksız geri verecek ve İtalya' dan paralı asker tutamayacaktı artık. 378

Bah Sicilya, Roma'nın ilk "eyalet"i oldu. Bah denizleri, Roma'nın savaş ve ticaret gemilerine açıkh şimdi; elbette yeni askeri ve ticari girişimlerine de.

İki savaş arası Kartaca ve Roma Kartaca, savaştan öylesine bitkin çıkmıştı ki, Sicilya' dan dönen askerlerinin ücretlerini bile ödeyemez durumda kaldı; o ücretli askerler de başkaldırdılar; vahşice sömürülen Libyalı yerlilerle, Kartaca plantasyonlarında çalışhrılan köleler de kahl­ dılar onlara. Yüz bine yakın olduğunu söylerler başkaldıranların. Hieron'la Roma Senatosu, Kartaca'nın düşmanı da olsalar, baş­ kaldırının sınıfsal niteliğinin bilincinde olduklarından, Kartaca'nın yardımına koştular. Üç yıl sürdü başkaldırı ve kanla bastırıldı. Polybios, bilinen bütün savaşlar içinde en zalimi olduğunu söy­ ler bunun. Doğrudur; sınıfsal niteliği göz önünde tutulursa, doğaldı da bu.

Bu başkaldırının bashrılmasında büyük rolü olan Amilkar, Kartaca'run bah eyaletlerinin üzerindeki otoritesini yeniden kurmak ve İberya' da (İspanya) Romalılara karşı girişilecek yeni bir savaşta güçlü bir üs kurmak için görevlendirildi. Amilkar, başarıyla yerine getirdi bu görevi; Sierra Nevada madenlerini ele geçirdi ve dağlılara boyun eğdirdikten sonra 150.000 kişilik bir ordu oluşturdu onlardan. Bir seferin ertesinde öldürüldük­ ten sonra yerine geçen Asdrubal, savaş hazırlığını sürdürdü. Kartaca'nın İspanya' da başlıca müstahkem mevkii haline gele­ cek olan Yeni Kartaca'yı kurdu. Yöredeki gümüş madenlerinde 20.000'e yakın köle çalışıyordu. Romalıların kuşkularını törpü­ lemek için de tuttu bir antlaşma yaph onlarla. Ebra Irmağı, iki devletin etki alanının sınırı olacakh. Roma'ya gelince, Kartaca'ya karşı kazanılan zafer, yığınla insanı zengin etmişti; denizaşırı yeni toprakların fethini gün­ deme getirdi bu. Yönetici aristokrasinin içinde bile kendisini ticarete veren senatörler oldu. Ve bu arada, Sardinya ile Korsika işgal edilerek eyalet haline getirildi ve halkı da köle olarak satıl­ dı sonra. Arkadan İlliryalı korsanlarla mücadele bahanesiyle Korfu alındı ve İllirya Krallığı' na son verildi.

379

Ticaret ve zanaat çevrelerinin bu dış politikası, köylü kitlele­ rin muhalefetiyle karşılaşb ve yeni Halk Partisi'nin etkisi artlı. Bu partinin comices Centuriates' te sağladığı bir reform sonucu, diz­ ginler orta sınıfların eline geçti: Temsilcilerini iktidara geçirmeye başlayan küçük ve orta mülk sahipleri, yeni toprakların kazanıl­ masına ve tarımda kolonizasyona itiyorlardı Roma'yı. M.Ö. 223 yılında, genç bir halk temsilcisi C. Fl arninius, Ager Gal­ licus'u köylüler arasında bölüştürmeyi öngören bir kanun çıkarttı. Arkadan Halk Partisi'nin programındaki Alp-berisi Galya fethedile­ rek, topraklan üstünde yığınla koloni oluşturuldu. "Via Flarninia", Roma' ya bağlıyordu bütün bu kolonileri. M.Ö. 218 yılında da bir başka halk temsilcisi, Claudius senatörlere ticareti ve büyük gemilere sahip olmayı yasaklayan bir kanun çıkarttı büyük gürültü ve patırdılarla.

Neydi bütün bu değişikliklerin anlamı? Roma'run tüm eski siyasal ve sosyal yapısını değiştiren bu derin değişiklikler, açıkça demokratik bir anlam taşıyorlardı. İşte bu nedenledir ki, Roma soylularının kalesi Senato, ayağının albndan toprağın gitgide kaymakta olduğunu gördüğünden, halk kitlelerinin dikkatini iç sorunlardan dış sorunlara çevir­ mekte buldu çareyi. Roma diplomasisi, Kartaca'ya karşı ikinci bir savaşı çabuklaşbrmaya koyuldu. Claudia Kanunu'nu Halk Meclisi' nin kabul ettiği aynı yıl savaş da patladı.

İkinci Kartaca Savaşı M.Ö. 221 yılında, az bir süre önce bir İspanyol yurtseve­ rinin öldürdüğü Asdrubal'in ölümünden yararlanarak Roma Senatosu, İspanya' daki Sagonte kentini korumasına alıp vaktiy­ le Asdrubal'le yapmış olduğu antlaşmayı bozdu. İspanya' daki Kartaca ordusunun komutanlığına, Amilkar Barka'run oğlu, yirmi beş yaşındaki Hannibal seçilmişti. Babası, daha çocukken, Romalılara karşı sönmeyecek bir kin aşılamışb ona. Yunanlı eği­ ticilerin elinde pek yetkin bir eğitim gören Hannibal, az sonra parlak bir komutan olup çıkb. Bir savaşa yol açmak için bahane aradığından, tuttu Sagonte'yi kuşatıp aldı. Romalılar, Hanni­ bal' in kendilerine teslim edilmesini istediler; Kartaca reddetti; Roma da Kartaca'ya savaş ilan etti (M.Ö. 218). 380

İkinci Kartaca Savaşı başlamıştı. Roma Senatosu çabuk ve kesin bir savaşın arkasındaydı; Afrika'ya çıkılacak ve bir hamlede Kartaca'nın hesabı görüle­ cekti. Ancak Hannibal, bütün bu planları bozdu: M.Ö. 218 yılı­ nın ilkbaharında, büyük bir orduyla karadan İtalya'nın üzerine yürüyüşe geçti. Ordusunda çok sayıda fil de vardı. Güney Gal­ ya kıyıları boyunca yürüyerek -bin zahmetle- Alpler' e vardı ve onları aşarak Po Ovası'na indi. Ordusunun yarısından fazlası erimişti yollarda. Ne var ki, az önce Roma'ya boyun eğmiş Kelt­ ler, duraksamadan katıldılar kendisine. Hannibal, Romalıların öncülerini yendikten sonra Po'yu aştı ve M.Ö. 218 yılı aralık ayında -kendisini karşılamakta sabırsızlık gösteren- Konsül Tiberius Sempronius ile P. Comelius Scipio'nun ordularını boz­ guna uğrattı. Bütün bu kayıplar, özellikle Halk Partisi'nin çabalarıyla son yıllarda elde edilmiş toprakların yitirilmesi büyük bir kaynaşma içi­ ne soktu Roma'yı ve partiler mücadelesi kızıştı. Senato ve soylular, halkın çıkarlarını savunmada yeteneksizlik ve savsaklamayla suçla­ nıyordu. M.Ö. 217 yılında halkın gözdesi C. Flaminus konsül seçildi ve -Senatonun muhalefetine karşın- komutanlığı üzerine aldı. Ve Roma'ya giden yol üzerinde mevzilendi. Hannibal, dahice bir manev­ rayla, Flaminus'un ordusunun gerisine sarktı ve Trasimene Gölü'yle onu çevreleyen dağlar arasındaki dar bir geçitte tuzağa düşürdü Romalıları. Flaminus da içinde olmak üzere bütün bir ordu mahvolmuştu. Yalnızca Romalıların uğradığı ikinci bir askeri yenilgi değildi bu; Halk Partisi'nin de yenilgisiydi aynı zamanda.

Roma'ya giden yol ardına kadar açıktı artık. Ne yaptı Hannibal? Doğrudan doğruya Roma'nın üzerine yürüyecek yerde, tuttu Roma Konfederasyonu'nu dağıtmaya kalktı. İtalya' daki halkların kurtarıcısı olarak ilan ediyordu kendisini. Yolu üzerin­ de Romalılara ve Latinlere ait de ne varsa yakıp yıkıyordu. Sena­ to'nun adamı diktatör Quintus Fabius ise pek ihtiyatlı bir davra­ nış içindeydi. O yüzden de kısa sürede halkın gözünden düştü. Yerine, Senato'nun bir başka adamı L. Aemilius Paulus ile Halk Partisi'nin temsilcisi G. Terentius Varro konsül seçildiler. Hal­ kın isteğine uyarak, Senato kesin savaş emri verdi konsüllere. 381

Ancak, iki konsül arasındaki anlaşmazlık yüzünden, Romalılara hiç de uygun olmayan koşullarda yapıldı bu savaş. Hannibal, M.Ö. 216 yılının yazında, Cannae' de, aşağı yukarı 80.000 kişilik bir Roma ordusunu çevirerek hemen bütünüyle yok ediyordu. Yalnız Varro'ydu kurtulan bir avuç askeriyle! Cannae'den sonra Roma'nın durumu felaketti. İtalya'da­ ki hemen bütün halklar Roma'ya başkaldırmış ve Hannib al'in yanına geçmişlerdi. Başka yerdeki Roma birlikleri de birer birer yok ediliyordu. M.Ö. 21 1 yılında Hannibal Latium'a girer, Roma'ya yaklaşır ve bir tepeden kinini taşıyan ilk mızrağı fır­ latır kente. Roma devletinin çöküşüne bir adım kalmıştır. Ne var ki, Roma yıkılmadı; çalışkan halkının özverisi ve direnci sayesinde bir kez daha kurtuldu. Yeni bir ordu kurmak gerekiyordu, o kuruldu. İhtiyat, baş politikaydı. Yapılacak olan, Hannibal'in asıl planım, yani İtalya Konfederasyonu'nu dağı­ tarak Roma'ya karşı bütün düşmanlarım birleştirme plamm bozmak; yeni güçler ve yandaşlar elde etmesini de engelleyerek onu çevresinden soyutlamaktı. Tam on yılda, M.Ö. 215' ten 205 yılına kadar süren bir zaman içinde bu plan gerçekleştirilir: Roma, yarımadada duru­ munu güçlendirir ve Hannibal, İtalya'mn güneyine hapsedilir sonunda. Bu arada Sicilya alınır ve Yunanistan' da durum güç­ lendirilir (Birinci Makedonya Savaşı). Hannibal için en ağır darbe, İspanya' daki birliklerin yenilgisi olur. İspanya' daki Roma ordusunun başında ise genç bir kumandan görüyoruz: P. Cornelius Scipio. Bu ad önemlidir. Savaşın on üçüncü yılında Roma, planının son aşamasına gelmiştir: Doğrudan doğruya Kartaca'ya saldıracaktır. M.Ö. 205 yılında Scipio, ordusunu Afrika'ya geçirir ve tahıl ambarı Bagradas Vadisi'ni yakıp yıkar. Kartaca'yı açlığa mahkum ede­ rek almaktır niyeti. Numidya Kralı Massinissa da onun yanı­ na geçmiştir. Kartaca Senatosu barış önerisinde bulunmuştur daha şimdiden; ancak, Halk Meclisi başkaldırır ve Hannibal' i çağırmaya ve doğduğu kentin savunulmasını ona vermeye karar verir. Ve Hannibal döner. Ne var ki, Zama Meydan Savaşı'nda acı bir yenilgiye uğrar (M.Ö. 202). 382

Barış antlaşmasının koşulları pek ağırdı: Kartaca'ya Afri­ ka'da küçük bir toprak parçası bırakılıyordu; Roma'nın izni olmadan komşularıyla savaşa kalkamayacaktı; ordusunu salı­ verecek, donanması da olmayacaktı; Roma ordusu Afrika' dan çekilinceye kadar bakımını sağlayacaklı; korkunç bir tazminat ödeyecekti ayrıca. Kartaca her şeyini yitirmişti. Hannibal, Doğu'ya, Roma'ya karşı yeni bir savaş kazanmak için Suriye Kralı Antiokhos'un yanına kaçar. Roma, tehlikeli düşmanına karşı kazandığı zaferi büyük coşkunlukla kutladı. Scipio, Afrika' dan büyük bir servetle döndü; devlette bir numaralı kişidir arlık ve /1 Afrikalı" diye anılacaklır. Ne var ki, on beş yıl süren savaş, Roma'ya iktisadi bakımdan korkunç kayıplara mal olmuştu. Ancak, öyle de olsa, Roma'mn yüksek sınıflarının, özellikle tacir ve zanaatkarlarının gönenci, Birinci Kartaca Savaşı sonrasında olduğundan da faz­ la artlı. Zayıf düşen ve saygınlığı azalan Halk Partisi, politika sahnesinden çekildi ve gitgide gelişen Roma plutokrasisine karşı muhalefeti durdu. Bu nedenlerle Roma politikası, Kartaca üzerindeki zaferi izleyen o yıllarda, akışını hiçbir engellemeyle karşılaşmadan sürdürdü. Bu akışın yönünü ise zenginleşmiş soylular ile savaş malzemesi salımından ve kolonilerden edin­ diği yararlardan gitgide servetini artlıran /1 equitesler" çiziyor­ du. Akdeniz'in balısı fethedilmişti; Roma'nın egemen sınıfları, yayılma tutkularını dizginleyecek hiçbir sınır olmadığından, vakit geçirmeden Doğu'nun fethine başlayabileceklerdi. Öyle de yaplılar nitekim. ROMA'NIN DOGU HEGEMONYASININ BAŞLANGIÇLARI Roma, Akdeniz'in doğusunda önce üstünlüğünü, giderek egemenliğini, Batı' da yaptığından çok daha kolay gerçek­ leştirdi: Kartaca'yı yenmek için 63 yıl gerekmişti; Doğu' daki üstünlük ise M.Ö. 200 ile 190 yılları arasında, yani on yılda kurulabildi. Nereden kaynaklanıyordu bu hızlı başarı? O devrin uluslararası ilişkilerinden. Gerçekten M.Ö. 3. yüzyılda, Batı'da üstün bir durumda olan yalnızca Kartaca'ydı. Doğu' da ise, bağımsız siteler ya da 383

onların birlikleri arasında olduğu gibi, irili ufaklı çeşitli Helle­ nistik devletler arasında da sürekli bir mücadele görüyoruz. Fazla olarak da yoğun bir sınıflar mücadelesi, dışarıya karşı direncini zayıflatıyordu bu devletlerin. İşte bütün bu koşullar, Roma'ya yalnızca silaha başvurarak değil, usta bir diplomasiy­ le bu devletleri birbirinin karşısına çıkararak hareket serbestliği veriyordu.

İkinci Makedonya Savaşı Roma'nın köleci ve askeri oligarşisi, İkinci Kartaca Sava­ şı'nın hemen arkasından, Makedonya'ya müdahale etti ve dört yılda işini tamamladı. İkinci Makedonya Savaşı diye adlandırılır bu (M.Ö. 200197). Savaş için bahane, başta Kral V. Philippos'un Hannibal'e yardım etmiş olmasıydı; ayrıca Philippos, V. Ptolemaios'un küçüklüğü nedeniyle, Mısır sarayındaki karışıklıklardan yarar­ lanıp Mısır'ın Asya' daki topraklarını (Karia ve Lydia) almaya girişecek kadar gücünü arttırmıştı ve Hellespontos' taki bazı sitelerle Kykladesler'i de ele geçirmişti. Rodos, Bergama ve Ati­ na buna bakıp da Roma' dan yardım isteyince, Roma' daki savaş yandaşları Doğu işlerine karışmak için uygun zamanın geldiği­ ne hükmedip -Halk Meclisi'ndeki büyük muhalefete karşın- bu fırsatı elde ettiler. Savaşın ilk iki yılında, küçük bir Roma ordusunun hlirya'yla Yunanistan'a giriş denemesi boşa çıktı. Romalılar arkadan, genç ve kurnaz ama aynı zamanda Yunan kültürüne hayran bir poli­ tikacıyı, T. Quinctius Flamininus'u gönderdiler Yunanistan'a. Flamininus, savaşın amacının "Makedonya'nın boyunduruğun­ dan Hellenleri kurtarmak" olduğuna inandırabildi onları; Epei­ roslular, arkadan Orta Yunanistan ve Peloponnesos katıldılar kendisine. Onların da yardımıyla Philippos'u yendi. Makedonya' nın Yunanistan' daki yüz elli yıllık egemenliği ve Doğu Akdeniz' deki üstünlüğü sona ermişti böylece. Yunan sitelerinin özgürlüğünü ilan etmiş olmasına karşın Flamininus, sitelerdeki Demokrat Partilileri ezmeye ve yerle­ rine, kendi halklarından korktukları için Roma'nın desteğini arayan oligarşik partileri geçirmeye başladı. 384

Sparta' daki gelişmelere ise özel bir dikkat gösterdi. Sparta'nın başında Nabis bulunuyordu. Nabis, zenginleri ülke­ den kovmuş ve mallarını da köleler, yoksullar ve ücretli askerler arasında bölüştürmüştü. Flamininus, Nabis'e karşı cezalandırıa bir sefer düzenledi. Nabis, antlaşma yapmak zorunda kaldı: Buna göre, ülkeden kovulanlar geri dönecek, azat edilen köleler sahiplerine geri verilecek, ordu terhis edilecek, donanma yakılacak ve yıllık bir vergi ödenecekti. Az sonra da öldürüldü Nabis ve gerici göçmenler Sparta'ya dönerek oligarşiyi kurdular ve demokrasi yandaşlarına karşı korkunç misillemede bulunup kan kusturdular.

Romalı birliklerin M.Ö. 194 yılında geri çekilmesinden son­ ra bile Roma, Yunan sitelerinin içişlerine burnunu sokmayı sür­ dürdü; her yerde oligarşiyi korudu ve bunun sonucu olarak da demokratik çevrelerin kinini üzerine çekti durdu.

Suriye Savaşı Roma'nın Yunanistan'da egemen duruma geçmesi, Suri­ ye'yle karşı karşıya getirdi onu. Suriye ise, Hellenistik dün­ yanın en büyük gücüydü o yıllar. Başında da III. Antiokhos bulunuyordu. Antiokhos, Büyük İskender'in imparatorluğunu diriltmenin düşünü görürdü. Makedonya'nın zayıflamasından yararlanmaya kalktı. Hannibal'in kaçıp yanına gelmesinden sonra Roma'ya karşı savaş hazırlığını bir kat daha arttırdı. Savaşın amacının da Yunanistan'ın bağımsızlığı olduğunu ilan etti. Çoğu siteden destek vaadi de aldı. Ne var ki, M.Ö. 192 yılında, küçük bir ordunun başında Orta Yunanistan'a çıktığında, Roma'ya karşı genel bir başkaldı­ rı olmadı. Tersine, Akha Birliği, Bergama ve Rodos, Suriye' den korktukları için kesin olarak Roma'nın yanına geçtiler; aynı gerekçeyle Mısır Kralı V. Ptolemaios da. Romalılar bu destek­ ten de yararlanarak Thermopylai'de Suriye birliklerini bozguna uğrattılar. Ertesi yılki büyük Manisa Savaşı ise, Küçük Asya'nın yaz­ gısını çizdi. Suriye, koşulları çok ağır bir antlaşma yapmak zorunda kal­ dı: Küçük Asya' da Toroslar'a kadar olan topraklarını kaybedi385

yor ve uygulamada Roma koruması alhna giriyordu. Romalılar, Küçük Asya' da Antiokhos'tan aldıkları toprakları bağlaşıkları­ na, Bergama ile Rodos' a verdiler. M.Ö. 192-188 yıllarını kapsayan Suriye Savaşı, Roma'ya tüm Doğu Akdeniz' de kesin egemenliği verdi; Doğulu elçiler, Romalılardan "evrenin sahipleri" diye bahsetmeye başlamışlar­ dı. Ne var ki, Doğu' daki egemenliğini sağlamak için Bah' da kul­ landığından bambaşka yöntemler kullanıyordu Roma: Boyun eğen devletler eyalet haline getirilmiyordu; tersine, eski yöne­ tim biçimleri olduğu gibi bırakılıyordu. Ancak, aralarında bir denge politikası uygulanıyordu. Roma, usta diplomasisiyle, bu devletler arasında sürekli bir rekabeti ve sivri sürtüşmeleri sıcak tutuyor ve o yolla bağlılıklarını sürdürüyordu kendisine. Böylelikledir ki, sesi her yerde üstündü ve Doğu devletlerinin o karmaşık politikasını, kendi amaç ve çıkarları doğrultusunda yönlendiriyordu. ULUSAL KURTULUŞ HAREKETLERİNİN EZİLMESİ VE TÜM AKDENİZ EGEMENLİGİ Baş eğdirilen devlet ve ülkelerin halk kitlele rinin direncini kırmak için, Roma -aşağı yukarı - elli yıl azgın bir mücadele yürütmüştür.

Üçüncü Makedonya Savaşı M.Ö. 180 ile 1 70 yılları boyunca, Yunanistan' daki demokra­ tik partiler açıktan açığa karşı-Romacı bir nitelik aldılar; nedeni de Roma'nın Yunanistan' daki aristokratik ve plutokratik komp­ loları ve fesat yuvalarını koruyup gözetmesiydi. Bütün gözler, o zamana değin herkesin lanetini üzerine toplamış olan Make­ donya'ya ve onun kralı Perseus' a çevrildi. Herkes Roma boyunduruğuna karşı mücadelenin şefi ola­ rak görüyordu Perseus'u. Perseus, Roma'ya karşı büyük bir koalisyon oluşturdu: Yunan demokratları, Suriye, Kartaca ve Rodos kendisiyle bera­ berdi; bir Bergama yan çizdi. Durumu gören Senato, üçüncü kez savaş ilan etti Makedonya'ya (M.Ö. 171 ). Ancak, Perseus Yunan halk kitlelerini mücadeleye çağırmaktan korktuğu için kendi ülkesinin savunulmasıyla yetindi. 386

Ve Pydna Savaşı'nda yenildi. Makedonya devleti ebedi olarak tasfiye edildi ve dört özerk bölgeye ayrıldı. Romalılar, hükümdarlık mallarına el koydular, altın ve gümüş madenlerini kapattılar ve halka ağır bir vergi saldılar. Perseus' a karşı yakınlık göstermiş olan Yunan çok acı bir biçimde cezalandırıldı. Kentlerin çoğu yağmalandı ve halkın büyük bir bölümü köle olarak satıldı. Bağımsızlık için başkaldı­ ranlar ölüme mahkum edildi; kuşkulular İtalya'ya götürüldü. Rodos'un Küçük Asya kıyılarındaki toprakları elinden alındı. Romalılar Delos Adası'nda serbest bir liman kurarak Atina'ya verdiler. Rodos'un ticaret yaşamı büyük bir darbe yemiş oldu bununla. Delos, az sonra, tüm Ege Denizi'nin ticaret merkezi olup çıktı. Öteki büyük Hellenistik devletler de Roma'ya bağım­ lı hale geldiler gitgide. Suriye öyle, Mısır öyle. Roma'nın köleci oligarşisinin Doğu'da uyguladığı bu kur­ naz politika, M.Ö. 160 ve 150 yılları boyunca da sürdü. Doğu Akdeniz havzasının uluslararası ilişkilerinde Roma, gerçekten egemen durumdaydı. Ne var ki, bütün Doğu halkları nezdinde kendisine karşı bir kin de yoğunlaşıp duruyordu. Yeni bir kaynaşma doğacaktır bundan.

Yunan başkaldırısı Makedonya, Roma tarafından amansızca ezildikten sonra, ulusal kurtuluş hareketinin başlıca merkezi haline geldi. Roma­ lıların dayatmış oldukları aristokrat hükümetlere karşı başkal­ dınlar daha önceki yıllardan başlamıştı zaten. M.Ö. 150 yılında ise, tüm Makedonya başkaldırdı ve bir maceracının çevresinde birleşti. Andriscus idi bu maceracı. Andriscus, Küçük Asyalı bir çırpıcının oğluydu. Ancak, Perse­ us'un oğlu ve adının da Philippos olduğunu söylüyordu. Bizans'ın ve öteki Yunan sitelerinin desteğini sağlayan Andriscus, kendisini arayan Roma birliklerine karşı birtakım başarılar kazandıysa da sonunda, Roma'nın gönderdiği praetor Quintus Caecilius Metellus' a yenildi. Andriscus yakalanıp Roma'ya götürüldü ve idam edildi ora­ da; Metellus da "Makedonyalı" lakabını aldı. Makedonya, Epeiros ve hlirya, özerkliklerinden geri kal anını da yitirdiler ve bir praetorun yönetiminde eyalet haline getirildiler.

387

Ne var ki, düzmece Philippos'un başkaldırısı ezildikten sonra bir elli yıl daha Makedonya' da yeni düzmeceler çıkacak ve çeşitli köşelerde yeni başkaldırılar olacakhr. Nitekim, M.Ö. 147 yılında Orta ve Güney Yunanistan'da bir halk hareketi görüyoruz. Merkezi de Akha Birliği'ydi bu hareketin. Gerçi Perseus'u yenmelerinin hemen arkasından Romalılar, bu bir­ liği dağıtmaya çalışmışlardı. Bunun sonucu Romalılara karşı düşmanlık gitgide büyümüştü. Düzmece Philippos'un yenilgi­ sinden sonra Demokratik Parti'nin şefleri Diaeos ve Kritolaus açıktan açığa bir başkaldırı hazırladılar. Hareket, Peloponnesos'tan Boeotia'ya yayıldı ve merkezi de Thebai oldu. Kritolaus, Boeotia' daki başkaldırıyı desteklemek istedi. Ancak, Metellus' a yenildi. Tüm Thebai halkı Romalıların eline düşmemek için dağlara sığındılar. Kritolaus'un yerine geçen Diaeos, halkın direnişini güçlendirmek için köklü sosyal önlem­ ler aldı: Borçları affetti ve küçük vergilerden vazgeçti; hapse­ dilmiş borçlular salındı ve eli silah tutan herkes askere alındı; 12.000 köle azat edildi ve başkaldırının merkezi Korynthos'un savunulması için askeri birlikler haline getirildi; varlıklı yurttaş­ lara ağır vergiler kondu. Hareket tüm Peloponnesos' u içine alınca, Romalılar Konsül L. Mummius'un komutasında bir ikinci ordu gönderdiler. Mum­ mius pek kanlı bir biçimde bashrdı başkaldırıyı: Diaeos kendini öldürdü, Korynthos alınıp yerle bir edildi; erkekleri öldürülüp kadınlar, çocuklar ve Diaeos'un azat ettiği köleler de açık arthr­ ma ile sahldı. Başkaldırıya kahları bütün kentlerin surları yıkıldı ve halkına silah taşımak yasaklandı; demokratik anayasalar kal­ dırılarak oligarşik anayasalar kondu yerlerine; siteler arasındaki bütün birlikler feshedildi ve tüm Hellas vergiye bağlandı; Orta ve Güney Yunanistan, Akhaia adıyla Makedonya eyaletine kahldı. Geçmişlerine duyulan saygıdan ötürü Sparta, Atina ve Delphoi -o da varsayımda kalan- bir özerklikten yararlanacaklardı. Tüm bu baskıcı önlemler kimin eseriydi? Görünüşte işgal ordusunun şefi Mummius'un. Ne var ki, Roma otoriteleri zenginlerden destek alıyorlardı. Böylece, Yunan bağımsızlığından kalanların tasfiyesinin sorumluluğu, Romalı askerler kadar büyük köle sahiplerine de düşüyordu. Bu sorumlulukta, kendi halkına ihanet edip sosyal bir devrim tehdidine karşı güvenceyi yabancı işgalinde arayan Yunan top­ lumunun yukarı tabakalarının da rolü büyüktü elbette.

388

Üçüncü Kartaca Savaşı ve Kartaca'nın sonu Kartaca, İkinci Kartaca Savaşı'ndan sonra yeniden kendi­ ne gelmişti; ve Doğu'yla, özellikle Mısır ve hatta Karadeniz'le ticaretinde pek büyük bir açılış olmuştu. Kartaca tacirlerinin rekabeti, Romalı işadamlarını ve tacirlerini ürkütüp duruyordu. Başı da M. Porcius Cato'ydu bu zümrenin. Senatodaki söylevleri hep şu cümleyle biterdi Cato'nun: "Aynca, inanıyorum ki Kartaca'yı yıkmak gerek." O yüzdendir ki Roma, Numidyalılann Kralı Massinissa'nın, Afrika kıyıların­ daki Kartaca topraklarını ele geçirmesine ses çıkarmıyordu pek. O kadar ki, Massinissa M.Ö. 150 yıllarından başlayarak, Libya' da 120 kent ve kasabanın sahibi olup çıkmışb. Öyle de olsa, böyle­ sine müdahalelere karşı kendini savunmak amacıyla Kartaca'nın -yine de talihsiz- bir girişimi, Roma'ya, eski rakibini kesinlikle ortadan kaldırmak için aradığı bahaneyi verdi. Büyük bir ordu Afrika'ya çıkh; Kartacalılara kentlerini kendi elleriyle yıkmaları ve kıyıdan da on beş kilometre kadar içeriye çekilmeleri emrini verdi. Anlamı şuydu bu isteğin: Kartaca her türlü deniz ticaretin­ den vazgeçecek ve bir tarım toplumuna dönüşecekti. Yanıb, halktan gelen bir başkaldırı oldu bunun. Başına da deneyimli bir kişi, Asdrubal geçti savunmanın. İki yıl boyunca (M.Ö. 149-147) Roma'ya karşı kahramanca direnildiyse de Roma ordusunun başına Publius Comelius Scipio Aemilius'un da geçmesiyle savaşın seyri değişti ve Karta­ ca alındı sonunda: Taş taş üstünde bırakılmadı; hemen tüm hal­ kı kılıçtan geçirildi ve kalanı köle olarak sabldı; kent yağmalan­ dı ve tüm zenginlikler Roma'ya taşındı. Kartaca'nın toprakları, Roma'nın bir eyaleti haline getirildi. Büyük tarım işletmeleri de Roma soylularının mülkleri arasına katıldı. Roma' nın köleci oligarşisinin, rekabetinden korkacağı bir Kartaca yoktu artık.

İspanya başkaldırısı Roma fethi, İspanya' da da korkunç bir direnişle karşılaştı. O kadar ki, Roma'ya karşı silahlı mücadele iki yüzyıla yakın sürmüştür orada. İkinci Kartaca Savaşı'ndan sonra Romalılar İspanya'da güney ve doğu kıyılarını işgal etmişlerdi. İspanya'nın bu en verimli, madence en zengin ve en uygar bölgesi pek kolaylıkla 389

Romalılaştı. Ama yarımadanın ortası, batısı ve kuzeyi ele geçi­ rilememişti. Buralarda savaşçı ve üstelik hala klan rejimi altında yaşayan kabileler vardı. Roma fethine karşı büyük direniş gös­ terdi bu halklar; baş da eğdirilseler, güneydeki komşularından farklı olarak, bağımsızlıklarını yitirmeye razı olmadılar hiçbir zaman ve başkaldırılar sürdü durdu. Viriatus ve Numancia savaşları bu başkaldınların simgele­ ridir. Romalılar İllirya' da, Dalmaçya' da, Galya' da ve Liguria' da­ ki öteki "barbar" halkların da büyük direnişiyle karşılaştılar. Onlarla mücadelelerinde her türlü hileyi, ihaneti, oyunu, söz­ den ve antlaşmalardan dönmeyi, kimi şefleri satın almayı, yağmayı, sürgünü ve kitle halinde kıyımı meşru görüyorlardı. Romalılar "evrensel egemenlik" e doğru yürüyor ve "büyük Roma İmparatorluğu"nu kurmaya çalışıyorlardı. Bu iğrenç ve kanlı yollardan yürüyerek ama!

390

BÖLÜM iV FETİHLERİN MİRASI

M.Ö. 3. ve 2. yüzyıllardaki büyük Roma fetihleri ulusal ekonominin her alanında çok derin etkiler yapar; eyaletleri içi­ ne alan bir çapul ekonomisini geliştirirken, köleliğin ilkçağda, o zamana değin görülmemiş bir gelişme ve genişlik kazandığı bir toplum çıkarır ortaya. Toprak rejimini, giderek köylülüğü de etkiler fetihler. Yaşamın her noktasındaki köklü değişiklik, maddi ve manevi uygarlık alanında da bir devrimi, bir kültür devrimini beraberinde getirir. KÖLECİ ROMA İMPARATORLUGU'NUN GELİŞMESİ M.Ö. 3. ve 2. yüzyıllardaki Roma fetihleri, ulusal ekono­ minin her alanında gerçekten çok derin değişiklikler yapmıştı. Tarım, hayvan yetiştiriciliği, zanaat ve ticaret, özgür küçük üreticilerin çalışmasına dayanan bütün bu barışçı meslekle­ ri, dinmek bilmeyen fetih ve misilleme savaşları ikinci plana atmıştı artık. Silahların kaba gücü, ganimet ve savaşın sağladığı öteki yararlar tüm devletin olduğu gibi kişilerin de başlıca zen­ ginlik kaynağı olup çıkmıştı.

Eyaletler ve sömürülme yöntemleri Bu çapul ekonomisinin temel konusu "eyaletler" oldu Roma için. O dönemde "eyalet" diye, İtalya'nın dışında kalan, "zaferle elde edilmiş" ülkeler kastedilirdi ve ölü ve diri her şeyiyle "Roma halkının ganimeti" olarak görülürlerdi. M.Ö. 130 yılında altısı batıda, üçü doğuda dokuz eyalet görü­ yoruz. Romalılar şu ya da bu ülkeyi ele geçirdiklerinde sistemli bir yağmaya başvururlardı. Halk, elindeki altını ve gümüşü teslime zorlanırken, askerlere de geri kalanını yağma etme izni veri­ lirdi. Doğaldır ki, aslan payını subaylar, yüksek rütbeli şefler, 391

konsüller ve praetorlar alırdı. Eyaletlerin askeri yöneticilerini de Senato, görevlerinin bitiminden başlamak üzere, bu konsüller ve praetorlar arasından seçerdi. Ayrıca, bütün madenler, taşacakları, tuzlalar, tersaneler, limanlar, işletmeler, ormanlar, özetle her türlü taşınmaz mala, devlet yararına el konuluyordu. Bütün bunlar, Censorların eliy­ le, açık arttırmayla, bunlara bakacak olanlara satılırdı ki, Roma­ lılar "publicanus" derlerdi onlara. Halk ise, gelirinin ortalama onda birini vergi olarak öderdi. Bazen, Roma' nın tahıl ambarı olan Sicilya gibi yerlerde tahıl olarak ödenirdi bu vergi. Roma yönetiminin bütün bu gelirlerine, yenilmiş devletlere yüklenmiş katkıları da eklemeli. Son olarak da eyalet yöneticileri sayarlardı halkı. Böylece altın, gümüş, sanat eseri, her çeşidinden eşya ola­ rak, korkunç bir zenginlik ırmağı fethedilen ülkelerden akıp duruyordu Roma'ya.

Köleliğin kaynakları Köle el emeğinin bir araya getirilmesi de malların bir araya getirilmesindeki yöntemlerle, yani zorla oluyordu. Üretim aracı olarak köleliğin gelişmesinin belirgin niteliği budur. Roma bu bakımdan pek uygun bir durumda bulunuyordu. Akdeniz havzasının en uygar, iktisadi yönden de en gelişmiş bölgelerini fethetmişti. Bu bölgelerde üretim, İtalya' da oldu­ ğundan daha örgütlüydü ve el emeği yönünden daha nitelik­ liydi. Sonra, fethedilen ülkelerin yakınlığı sayesinde, kölelerin taşınması özel güçlükler göstermiyordu. O yüzden de Roma toplumundaki yeni sosyal tabakaların vurguncu ve çapulcula­ rı, ele geçirilen ülkelerin halk kitlelerini köle durumuna getirip İtalya' da toplamayı amaçlıyorlardı. Böylece, başta gelen üretici bir öğe oldu köle ve o tarihten başlayarak da köle emeğinin kul­ lanımı büyük bir gelişme gösterdi. Kölelik, ya doğuştandı ya da özgürken zorla köle olunuyordu. Sonradan köle olanların başında, borçlarını ödeyemeyenleri görüyoruz. M.Ö. 326 tarihli Poetelia Kanunu, ancak Romalı yurttaşlar içindi. Borç için kölelik, Roma yurttaşlığı hakkını kazanmamış İtalya­ lılar için devam ediyordu; eyaletlerde, publicanuslar da insanları köle haline getirmek için bu yoldan yararlanıyorlardı. Aynca terk

392

edilmiş, kaçırılmış çocuklar, onları bulup besleyenlerin mülkü olarak görüldüğünden köle oluyorlardı. Haydutların, korsanların kaçırıp sattıkları insanların yazgısı da buydu.

Bununla beraber, M.Ö. 3. ve 2. yüzyılların bitip tükenme­ yen savaşları, pazarlara sayısız esiri yığdığından, köleliğin baş­ lıca kaynağı oldu. Şu örneği hatırlatmak yeter: M.Ö. 167 yılında, Epeiros fatihi Paulus Aemilius, bu ülkenin 70 kentinden 150.000 insanı köle haline getirmişti. Böylece köle ticareti, günlük ve pek karlı bir ticaret biçimi olup çıktı. İmparatorluğun değişik noktalarında önemli köle pazarları vardı. Bazıları sürekliydi bunların. Fiyatları değişiyordu köle­ lerin: Okuryazar olması, meslek sahibi olması fiyatım arttırı­ yordu. M.Ö. 2. yüzyılda Roma ve İtalya' daki kölelerin sayısını, kaba rakam olarak, pek bilmiyoruz; ama özgür insanlardan fazlaydılar büyük bir olasılıkla. Bu sayı zamanla artlı: İmpara­ torluk devrinde, çoğu zenginin 20.000 kölesi olabiliyordu. Kölelik her türlü üretimin temeli olup çıktı.

Kölelerin sömürülme biçimleri Ticaret ekonomisinin gelişmesi nedeniyle, köle emeğinin sömürülmesi, Romalılarda en uç noktasına vardı. Bir Romalı yazar, Varro, "böğüren aletler" le "dilsiz aletler" den ayırarak, "konuşan alet" diye tanımlar köleyi. Köle sahipleri ölüm, kaçma ya da sakatlanmasıyla bu aletin ellerinden çıkacağından kork­ tukları için, yalnız çokça yararlanmayı değil, verdikleri parayı en kısa zamanda çıkaracak biçimde kullanmayı amaçlarlardı. Böylece, kölelerin çalışması, bedensel güçlerinin son çizgisi­ ne gelip dayandı sonunda. Bu acımasız sömürü, hepsinden önce tarımdaki kölelerin sırtındaydı. Romalı kölelerin çoğunluğu da onlardaydı. Yılda iki bayram dışında durmadan çalıştırılırlardı ve açlık içinde tutulurlardı sürekli; yiyip içtikleri gibi giydikleri de öyleydi. Sicilya' daki geniş toprak­ larda bu rejim o durumdaydı ki, Yunan kökenli bir Romalı tarihçi, Diodoros bile kölelere karşı gösterilen ölçüsüz tamahkarlığa, hainliğe, hileci tavırlara bakıp "utanmazlık"la niteler rejimi. İşler oraya vardı

393

ki, Sicilya' daki kölelerin büyük bir bölümü yiyecek, giyecek için hay­ dutluğa başladılar sonunda.

Madenler, taşocakları, tuğla harmanları, yağ imalathanele­ ri, değirmenler, fırınlar, seramik ve dokuma atölyelerinde çalış­ tırılan kölelerin tabi oldukları sömürü ise çok daha korkunçtu. Kölelerin bu insanı ürküten çalışması, doğaldır ki zorla ve terörle sağlanıyordu. Dövmek ve kırbaçlamak günlük cezalar­ dandı; kaçanlar "kaçmış" diye kızgın demirle dağlanırlardı. En dik kafalılar, "kötü" köleler yeraltındaki mahzenlerde zincire vurulur ya da taşocaklarına gönderilirlerdi; daha da olmazsa çarmıha gerilirlerdi. En büyük cezaydı bu. Romalı zenginlerin kentlerdeki evlerinde çalışan kölelerin durumu, üretimde çalıştırılan kölelerin durumundan hayli fark­ lıydı. Bahçıvanlıktan müzik eğitimine varıncaya değin çeşitli işlerde yiğınla köle görüyoruz bu evlerde. Bununla beraber, efendileri, gözdeleri bir yana, onlara karşı da insanlık dışı dav­ ranışlarda bulunmaktan kaçınmazdı zaman zaman.

Roma hukuku ve köle Bu terör ve keyfilik rejimini meşrulaştırmak için Romalı hukukçular hayli anlamlı formüller buldular: İnstitutiones 'te, "Köle, kişi değildir," diye yazılıdır; hukukçu Gaius, "köleler, hayvanlar, başka şeyler" diyerek daha da aydınlığa kavuşturur formülü. Ünlü Roma hukukçusu Ulpianus pek açık konuşur: "Köle ya da başka bir hayvan" der. Roma hukuku, bu temel önermeden kalkarak bir şey, bir hayvan olarak görülen köle üzerinde sahibinin sınırsız iktidarı olduğu sonucuna varıyordu; köle sahibi, kölesi üzerinde ölüm­ kalım hakkına sahipti. Böylece hukuk, kölelerin çalışmasının verimini son çizgisine çıkarmak için her türlü zorlama araçlarını vermiş oluyordu köle sahiplerine. Ayrıca köle, en temel medeni haklardan da yoksundu. Özgürlüğüyle beraber kendi öz adını bile yitiriyor ve hayvan­ lara benzeyen bir takma ad veriliyordu kendisine. Evlenme ve aile kurma hakkı bile yoktu kölenin; efendisinin isteğine, bazen de emrine bağlı, yalnızca bir geçici birleşmeydi kadınla erkek arasındaki. Bu birleşmeden olan çocuklar da efendinin oluyor394

du. Hukuk, mülkiyet hakkı da tanımıyordu köleye. Son olarak köle, eylemlerinden dolayı mahkemeler önünde sorumlu değildi; bir yurttaşa verdiği zararı sahibi öderdi; sahibininse, köleyi zarar gören tarafa terk ederek tazminattan kurtulma hakkı vardı. Böylece, Roma' da M.Ö. 2. yüzyıldan başlayarak köleliğin ilkçağda o zamana değin görülmemiş bir gelişme ve genişlik kazandığı bir toplum çıkh ortaya. LATİFUNDİA'NIN DOGUŞU VE KÖYLÜLÜK Büyük fetihler toprak rejimini de etkiledi: M.Ö. 2. yüz­ yılda, gitgide genişleyen topraklar kapalı ve göreneksel nite­ liklerini yitirip pazar için üretim yapan tarım işletmeciliğine, "latifundia"lara dönüştü. Bunun bir önemli sonucu olacaktır: Köylüler topraklarından koparılacak, kentlere doluşacak ve "kent plebleri" zümresi doğacaktır. Nasıl?

Latifundia 'nın doğuşu Gitgide zenginleşen soylular ve -belli bir ölçüde- equites­ ler, parasal kaynaklardan ve kölelerin el emeğinden doğan kazanç fazlasını, kölelere ekip biçtirilen büyük tarım toprakları ya da "villa" alımına ayırıyorlardı. Kendilerini özellikle tefeci­ liğe ve vergi kesenekleri üstüne spekülasyonlara vermiş olan equitesler, ellerindeki sermayenin bir bölümünü sanayiye ve ticarete yahrıyorlardı. Ne var ki, sanayi malları küçük işyer­ lerinde üretiliyor ve en yakın pazarlara sürülüyordu. Böylece tacir, bu alana önemsiz bir alıcı olarak çıkabiliyordu ancak. Ayrıca, Roma ticareti, özellikle deniz ticareti aracı durumday­ dı ve Doğu Akdeniz ülkeleriyle yarışmaya giremezdi. Doğulu meslektaşlarının (Yunanlılar, Küçük Asyalılar, Suriyeliler, Feni­ keliler, Yahudiler) deneyimi, girişkenliği ve ilişki dünyasına sahip olmayan Romalı ve İtalyan tacirler, Doğu mallarının alım salımı ile yetiniyorlar ve Suriye ile İskenderiye' den daha uzağa gidemiyorlardı. Ayrıca sıkıntısı, tehlikesi olan ticaret onur verici bir uğraş olarak karşılanmıyordu genellikle. Ama toprak edinmek, gelir sağlamada en rahat, en güvenli, giderek en "soylu" yol olarak görülüyordu. 395

Büyük toprakların sahipliği toplumda yükselişin de yolları­ nı açıyordu: Zengin bir toprak sahibi, müşterileri durumunda olan kolonların, çiftlik kiracılarının, küçük mülkiyet sahiplerinin, çevrede­ ki kentlerin şahsında, kendine bağlı seçmenler kazanmış oluyor, onla­ rın oylarıyla da magistratuslukları hrmanıyor ve magistratusluk da eyalet yönetiminde bir başka makamın yolunu açıyor, giderek daha da zengin olmanın dizginleri ele geçirilmiş oluyordu.

Nasıl büyük toprak sahibi olunabiliyordu? İtalya'nın fethi sıralarında, fethedilen topraklar iki kate­ goriye ayrılmıştı: 1 ) Roma kolonlarına dağıtılmak, satılmak ya da kiralanmak için bölünmüş ekili topraklar; 2) Daha da geniş olan ve "kamu toprağı" (ager publicus) durumundaki ekilmemiş topraklar. İsteyen, devlete ürünün 1 / lO'unu, yemişin de 1 / 5'ini vererek, bu kamu toprağından bir parça edinebiliyordu. Bu hükümler, küçük köylüleri hoşnut etme amacına dönüktü. Ne var ki, bunun tam karşıtı bir sonuç ortaya çıktı: Bu boş toprak­ ları işgal eden ve uzun süre ellerinde tutup zamanaşımından da yararlanan zenginler, başladılar komşuluklarındaki yoksulların topraklarını kendi topraklarına katmaya. Ya karşılığını ödeye­ rek ya da zorla geçiriyorlardı ellerine bunları. Sonunda, orta büyüklükteki topraklar yerine uçsuz bucaksız toprakların sahi­ bi olup çıktılar. Latifundialar işte bunlar. Böylece latifundialar satış yoluyla değil, özellikle kamu top­ raklarının işgali (occupatio) yoluyla oluşuyordu. Tarımla ilgili yığınla eserin de yayımlandığı yıllardır o yıllar. Bu eserlerden öğreniyoruz ki, latifundialar aslında ticaret amacına dönük tarım işletmeleri. İlke şu: "Mülk sahibi müm­ kün olduğu kadar fazla satmalı ve mümkün olduğu kadar az satın almalı." Bu amaçladır ki, bir toprak satın alınırken, yal­ nız verimliliğine dikkatle yetinilmemeli; yakınında önemli bir kent olmalı, malların taşınması ve satımı için denize, taşımaya elverişli bir ırmağa ve işlek bir yola da yakın olmalıydı. Bu yeni tip topraklarda tahıl ekimi ikinci plana atılmıştır; sorun, en çok kar getiren ekimin ne olduğu sorunudur. Bu bakımdan önde bağlar geliyor; onu, önem sırasına göre, sebze bahçele­ ri, sorgunluklar, zeytinlikler, otlaklar, ekilebilir topraklar ve ormanlar izliyordu. 396

Böylece topraklar M.Ö. 2. yüzyılda, pazar için üretim ve sahş yapmak amacıyla örgütlenmeye başlar; işletilmeleri bakı­ mından kapalı ve göreneksel niteliklerini yitirmişlerdir arhk. İşletmenin başına, kahya olarak, genellikle bağlılığı denenmiş, tanından anlayan bilgili bir köle (villicus) getirilirdi. Emekçiler de esas olarak kölelerden oluşuyordu. Sayılan da işletmenin çeşidine göre değişiyordu. Asıl işi bunlar yapardı. Ne var ki, ivedi işler için özgür işçiler de (politores) alınırdı işe; çalışmalarının karşılığında da ürünün 1 / 8'inden l / S'ine kadar değişen bir miktarı alırlardı. Zeytin toplamada büyük taşaron toplulukların başkanlarıyla anlaşmaya gidilirdi. Çalışma­ ya uygun olmayan ya da sağlığa aykırı yerlerdeki topraklar, kolonlara, aileleriyle ekip biçen özgür durumdaki yoksul köylülere kiralanırdı. Beş yıllık kiralar, aynı süre için yenilenebiliyordu.

Tarım aletleri M.Ö. 2. yüzyılda, daha sonraki yüzyıllarda da olduğu gibi, kaba ve ilkeldi. Ne var ki, büyük bir tarım işletme­ ciliği köle emeğine dayandığı için teknik gelişmenin ve rasyona­ lizasyonun da önünde bir engeldi. Ancak, köle sahiplerinin asıl korkusu, kölelerin tarım aletlerini ve hayvanları gizlice parça­ layıp telef etmeleri değildi yalnız; hoşnutsuzluk, açıktan açığa karışıklıklara ve yağmaya dönüşüyordu.

Köylülüğün durumu 11Latifundialar, İtalya'yı mahvettiler." Romalı yazar Plinius, daha M.Ö. 1. yüzyılda böyle söylü­ yordu. Gerçekten M.Ö. 3. ve 2. yüzyılların sürekli savaşları ve onları desteklemek üzere konan olağanüstü vergiler, tarımda köle emeğinin kullanılmasının gitgide yaygınlaşması, fethe­ dilen ülkelerden ucuza bol miktarda buğday gelmesi, küçük işletmeleri yıkmış ve çok büyük sayıda çiftçinin, toprağından olması için uygun bir ortam yaratmıştı. Bundan yararlananlar da büyük mülk sahipleri oldu; yoksul köylülerin topraklarını, kah sahn alarak, kah kiralayarak, bazen de zorla el koyarak kovdular onları. Köylülüğün toprağından olması, bölgelere göre değişi­ yordu ve bütün İtalya için tam olmaktan uzaktı: Güneyin hay­ vancılıkla uğraşan bölgeleri en çok etkilenen bölgeydi; dağlık 397

yerler pek etkilenmemişti olaydan; Kuzey İtalya ise, küçük ve orta mülkiyetin yurdu olmakta devam ediyordu. Ne yapıyordu toprağından olan köylüler? Bir bölümü çiftlik kiracısı olarak orada kalıyor, bir bölümü de ücret karşılığında gündelikçi ya da yarıcı (partiarii, politores) oluyordu. Bu tarım işçilerinin kazançları pek düşük ve yalnız­ ca mevsimlikti. Öyle olunca da bu tarım proleteryasının büyük mülk sahiplerine hasım bir zihniyet taşımalarında ve bu mülk­ lerin ve öteki malların bölüşülmesini akıllarından geçirmelerin­ de şaşılacak bir şey olmasa gerek. M.Ö. 3. yüzyıldan başlayarak, kırsal kesimin toprağını yitir­ miş kitleleri, yaşayabilmek için kentlere göç etmeye başladılar. Çeşitli işler yapıyordu bir bölümü; M.Ö. 3. yüzyılda Roma' da yığınla fırın, boyacı ve temizleyici, keçeci ve kunduracı dükkanı açıldı. Bir bölümü küçük ticaretle uğraşıyor ya da meyhane açı­ yorlardı; duvarcılık, kayıkçılık, hamallık, tayfalık vb. yapanlar da vardı içlerinde. Ne var ki, çoğunluğu sürekli ve gelirli bir iş bulamadığı için serseri oluyor, nerde sabah orda akşam, beş parasız ve asalak bir yaşam sürüyorlardı. Bu aç kalabalıklar, günlerini, forumda ya da pazarlarda, karınlarını doyuracak bir­ kaç kuruş kazanmak için geçirirlerdi. Çaptan düşmüş komed­ yenler, "şakşakçı" diye kiralarlardı kimini; seçimlerde adaylar da gerekli oyu sağlayabilmek için çoğunu satın alırdı ve bir bölümü de zenginlere kapılanır, fedai olurlardı. Böylece Roma' da ve İtalya'nın öteki büyük kentlerinde bir aşağı halk tabakasının doğduğunu görüyoruz: Çağdaşla­ rı, küçümseyerek "kent plebi" (plebs urbana) diye adlandırır­ lar onları. Üretimin hemen her alanında ucuz köle emeğinin kullanılması, kent pleblerinin ücretli özgür bir sınıf olmasını engelliyor ve rastlantıya bağlı üç-beş kuruşla ya da zenginlerin sadakalarıyla geçinen aç ve aylak bir yaşama mahkum ediyor­ du onları. Bu koşullarda kent pleblerinin, çalışma için her türlü yeteneklerini, hatta sürekli bir iş bulma arzularını giderek yitir­ melerinden daha doğal ne olabilirdi? İşte o yüzdendir ki Kari Marx, Romalı bu "aylak serseri"yi modem dünyanın işçilerinden ayırır ve şöyle der: "Roma pro­ letaryası toplumun zararına yaşıyordu; oysa modem toplum, proletaryanın zararına yaşamaktadır." Doğrudur söyledikleri! Sonra, Roma'nın sosyal hareketlerinde kent plebleri, mo­ dern proletaryadan farklı olarak, ilerici ve devrimci bir güç 398

oluşturmuyor; tersine, sosyal gelişmeyi frenleyen, tam anlamıy­ la zararlı bir rol oynuyordu. ROMA'DA KÜLTÜR DEVRİMİ Roma'nın köleci büyük bir imparatorluk haline gelmesinin yol açtığı derin iktisadi ve sosyal değişiklikler, yaşamın her noktasında köklü bir dönüşümü, maddi ve manevi uygarlık alanında gerçek bir devrimi de beraberinde getirdi.

Roma kenti ve yeni yaşamı Her şeyden önce, Roma genişliği ve nüfusu bakımından dev bir kent olup çıktı. İtalya'mn her yanından insanlar akıyor­ du oraya; özellikle Yunan, Suriyeli ve Yahudi yığınla yabancı da gelip yerleşiyordu kentte. Roma tüm Akdeniz dünyasının başkenti olma yolundaydı. Büyük devlet binaları ve özel evler yapılıyordu; yollar, pazarlar ve alanlar taşla döşeniyor, Tiber üzerine yeni köprüler kuruluyordu. Ne var ki, bunlar olurken dış görünüşü bakımın­ dan da Roma, kendi yarattığı geniş imparatorluğun temelindeki derin çelişmeleri de pek açık biçimde sergilemekteydi. Pleblerin pis kulübelerinin yam sıra girişimciler ucuz fiyata, toprakaltı hesaba katılmazsa, bazen üç ya da dört katlı evler yaptırmaya başlamışlardı. Ahşap bir iskelet üzerinde pişmiş tuğladan yapı­ lan bu evler çok kez yıkılıyor ve sık sık da yanıyordu. Katlar da merdivenlerle birbirine bağlanıyor ve her türlü konfordan yoksun, içine yoksul ailelerin yığıldığı küçük odalara bölünü­ yorlardı. Süprüntüler avlulara ve yollara atıldığı için salgın hastalıklara yol açıyordu. Öte yandan, bu loş ve yoksul evlerin yam başında yeni zenginlerin evlerinden oluşan mahalleler doğmaya başlamıştı. Özellikle Palatino Tepesi'ni kaplayan bu mahallelerde evler, çevresi sütunlu iç avluları, sanatkarca tıraş edilmiş şimşir ve porsuk bahçeleriyle Hellenistik biçemde yapı­ lıyordu. Banyolu, mozaik döşeli, duvarları değerli mermerden ya da freskolarla süslü, yaldızlı, fildişinden mobilyalı konforlu apartmanlar görüyoruz bu mahallelerde. Roma aristokrasisinin, güzelliğiyle ünlü yerlerde ve deniz kıyılarındaki "kent villa"la­ rında da aynı lüks görülüyordu. 399

Roma soyluları, çok geçmedi her türlü zevkin kucağına alı­ verdiler kendini. Davetlilerin akıl almaz bir oburluk ve ölçüsüz­ ce bir sarhoşluk içinde boğuldukları şölenler için hiçbir gider­ den kaçınılmıyordu. Adetlerdeki o eski ağırbaşlılık ve yalınlık kaybolmuştu: Kadınların eski yalın giysilerinin yerini pahalı kumaşlardan giysiler almışh. Şemsiye ve tavus tüyünden yel­ paze ve akıl almaz serpuşlar ve saç tuvaletleri modası gelmişti. Pandomima temsillerine, vahşi hayvanlar için sürek avlarına, halkın günlük seyirliği haline gelen kanlı gladyatör oyunlarına rağbet de işte bu zamanlara rastlar. O devre kadar, bu tür öldür­ meler, insan kurban etmenin bir kalınhsı olarak, ancak cenaze törenlerinde yapılıyordu. Şimdi ise arenalardaydı!

Edebiyat ve sanat Ne var ki, dışardan gelen bu kötü eğilimlerin yanı sıra yabana uygarlıkların, özellikle Yunan'ın kültürel değerleri de yayılmaya başlıyordu. "Tutsak Yunan, kendisini yenen vahşiyi fethetti ve sanahyla, yontulmamış Latium'un gözünü büyüledi." Horatius, daha sonra böyle söyleyecektir. M.Ö. 2. yüzyıldan başlayarak, Yunan eğiticiler her zengin Roma evinin zorunlu bir parçası olup çıkh. Hellenizme karşı bu hayranlığın etkisi alhnda, M.Ö. 3. yüzyılın sonlarından başlaya­ rak ve 2. yüzyılın ilk yarısında, gerçekten Romalı yeni bir kültür oluşmaya başladı. Başta edebiyatta kimleri görüyoruz? Roma edebiyatının babası, Yunan kökenli bir eğitici köle oldu: Taranto'lu Livius Andronicus. Andronicus, -M.Ö. 240 yılı dolayında- Homeros'un Odysseia'sını Latinceye çevirdi ve Yunan örneklerini göz önünde tutarak ilk Roma komedi ve tra­ jedilerini yazdı. Roma'nın ikinci şairi, Campania'lı Sneius Naevius oldu. Yedi kitaplık Kartaca Savaşı adlı eseri, Roma edebiyahnın ilk epik poemidir. Naevius, bundan başka, Yunan komedi ve traje­ dilerinden çeviriler yaph; kendisi de komedi ve trajediler yazdı. Eserlerinin birinde şu cümleyi buluyoruz: "Özgürlüğe yürekten bağlandım ve paranın çok üstünde tuttum onu." "Roma'nın Aristophanes'i" olmak isteyen Naevius, göz önündeki bazı kişilerin kötü yanlarıyla alay ediyordu; hapse ahlmasına neden 400

oldu bu, Roma' dan kovuldu -M.Ö. 200 yılına doğru- sürgünde öldü. Plautus'un eserlerine esin veren de aynı demokratik ruhtur. Ombria'lı yoksul bir göçmen olan Titus Macius Plautus (M.Ö. 254-184 dolayı) Roma' da tüm meslekleri denedikten sonra tiyatroya hizmetkar olarak girdi; ama sonradan halkın pek tuttuğu komediler yazdı. Bunların içinden ancak 21'i günümüze kadar ulaşabildi. Bu piyeslerin sahneleri Yunanistan' da geçer; ancak, "Yunan adetleri"yle alay ederken aynı şeylerin Roma' da da olduğunu anlatmak ister. Eleştiri gücü, özellikle yeni Roma toplumunun halka pek iğrenç gelen birtakım görünüşlerine yönelmiştir: Zafer arkasında koşan başıboş askerlere (Sahte Kahraman), zenginliğe susamış insanlara (Tencere) çatar; öte yandan, yoksul insanlara, hatta kölelere (Stichus) büyük yakınlık gösterir.

Ne var ki, Roma' da M.Ö. 2. yüzyılın ilk yarısında başlayan siyasal gericilik, kendi şairlerini de yetiştirdi. Calabria'lı Ennius, M.Ö. 204 yılında Roma'ya geldi ve Roma aristokrasisinin ozan­ lığına soyundu. "Naevius yontulmamışı" ile açıkça alay ediyor ve onun tam karşısına geçerek, Afrikalı Scipio'yu göklere çıka­ rıyordu. Annales adlı poeminde, Aineias'tan "Oyalayıcı" Fabi­ us Maximus' a kadar Romalı kahramanları şakıyor ve halktan nefret ediyordu. Bunları yaparken, Yunanistan'ın maddeci ve akılcı filozoflarının öğretilerini de sergiliyordu mısralarında. Yurttaşlık hakkını kazanarak M.Ö. 169 yılında öldü. Scipiolar, kendi aile mezarlıklarında bir anıt diktirdiler adına. Ennius'un yeğeni, şair ve ressam Pacuvius (M.Ö. 220-130) Aiskhylos, Sophokles ve Euripides'e öykünen trajedileriyle ün kazandı. Ancak, halk kayıtsız kaldı eserlerine. Aristokratik eğilimler taşıyan azatlı komik şair Terentius'un (M.Ö. 190-159 dolayı) eserlerine karşı da aynı ilgisizliği görüyoruz. Topu topu allı adet komedisinde Terentius, Roma toplumundaki aydın seçkinlerin beğeni ve düşüncelerinin sözcülüğünü yapıyordu. "İnsanım; insana dair hiçbir şey bana yabancı değildir." Dillere destan olmuş bu söz onundur. Ve gerçekten de güzel bir sözdür dediği! Yunan sitelerinden yağmalanmış ve özellikle Paulus Aemilius ile L. Mummius'un Roma'ya getirdikleri sayısız şahe­ ser sayesinde güzel sanatlar da çiçeklenmeye başladı. O tarihten 401

başlayarak sanat eserlerinin koleksiyonunu yapma modası aldı yürüdü ve özgün eserler istekleri karşılayamadığından, Yunan örneklerini kopya etme devri açıldı (Belveder Apollon'u bu kopyalardan biridir). Ressamlar, başta Yunanlıydılar; kendileri­ ne yapılan en önemli ısmarlamalar da savaş tablolarıydı. Romalılar, sonra kendi ressamlarını yetiştirdiler. M.Ö. 304 yılından başlayarak, Fabiuslardan biri kendi elleriyle Salus Tapınağı'ru süsledi; sonraki kuşaklara geçen Pictor (ressam) takma adı buradan gelir. Şair Pacuvius da Herkül Tapınağı için yap­ bğı tablosuyla ün kazandı. M.Ö. 3. ve 2. yüzyılların bu eserlerinden elimizde kalan, M.Ö. 3. yüzyıla ait bir mezardaki yalnız küçük bir parça yazık ki. Ancak, bu devrin Roma heykeli hakkında daha çok bilgi var eli­ mizde. Ölenin yüzünün kalıbını alma adeti, o yüzdeki çizgileri taşa ya da mermere, olanca benzerliğiyle, yüzdeki bozukluklara varıncaya dek tüm özellikleriyle geçirme adetini doğurdu. Canlı bir gerçekçiliği yansıtan Roma büst sanabnın kökeni budur. O devrin mimarlık anıt­ larından elimizde kalan, M.Ö. 1 79 yılında yapılan Aemilius Bazilika­ sı'run bazı kalınblan yalnız.

Bilim ve din Yunan felsefesinin etkisi altında, geçmişin çocuksu görüş­ leri de toplumun -hiç olmazsa- yüksek çevrelerinde değişik­ liğe uğruyordu. Scipio Aemilius'un dostları arasında Yunan filozofu Panetius'la tarihçi Polybios da vardı ve seferlerinde yoldaşlık ediyorlardı kendisine. Cato'nun arkasında topla­ nan köhnemiş Roma geleneğinin yandaşları, Yunan'ın felsefi düşüncelerinin sızmasını önleyebilecek güçte değildi; Yunan filozoflarını birçok kez İtalya' dan sürüp çıkarmayı amaçlayan Senato kararları da boşa çıktı. Tarihçilik de M.Ö. 3. yüzyılın sonlarından başlayarak geliş­ meye başladı. Fabius Pictor M.Ö. 200 yılına doğru resmi kro­ niklere, aile geleneklerine ve başka kaynaklara dayanarak, kuruluşundan kendi zamanına değin ilk Roma tarihini yazdı. Yunanlılara Roma devletinin gücünü göstermeyi amaçlayan bu eser, Yunanca yazılmıştı. Ondan sonra gelen birkaç tarihçi de öyle yaptı. Yalnız Cato, Latince yazdı tarihini. Tarihçilerin büyük adamlara karşı gösterdikleri aşırı öneme karşı çıkarak 402

şöyle diyordu: "Perseus'u yenen Konsül Paulus değildir, Roma halkıdır." Büyük bir olasılıkla, doğa bilimleri ve matematik de serpi­ lip gelişmeye başlamıştı bu devirde. Matematik bilgisi olmadan, Roma mimarlarının ve mühendislerinin bazilika, su kemerleri, köprüler gibi onca eseri, beş sıra kürekli gemileri vb. yapa­ bilmeleri imkansız olurdu. Ancak, o devirde yaşamış Romalı matematikçi, fizikçi ya da mekanikçilerden hiçbirinin adını bil­ miyoruz. Tek bildiğimiz, M.Ö. 168 yılındaki güneş tutulmasını önceden haber verenin bir Romalı subay olduğu. Din alanında da büyük bir devrim oldu. M.Ö. 6. ve 5. yüz­ yıllardan başlayarak, tarımın gelişmesiyle, ilkel animizm tarla çalışmalarına göz kulak olan tanrılar kültünde billurlaşmaya başlamışh. Köylünün uğraşını etkileyen doğa güçleri büyük bir önem kazandılar; Romalılar için "baba tanrılar" oldu onlar. Toprağı sürüp işleme tamıları olarak Vevactor ile Reparator; ekim tanrısı olarak İnsitor, çimlenip filizlenme tanrısı olarak Proserpi­ na, çiçeklenme tanrısı olarak Flora, olgunlaşma tamısı olarak Matura böyleydi. Köylülere patronluk eden bu tanrıların başında bir üçlü gelirdi: Gök, fırhna ve yağmur, daha soma şarabın da tanrısı Iupiter; tarlaların, tarım çalışmalarının ve aynı zamanda savaşın tamısı Mars ve görevleri açıklıkla belirlenmemiş Quirinus.

Bu ilk Roma kültünün göze en çok çarpan niteliği, gerçekten akli, yalın ve tam anlamıyla faydacı bir nitelik taşımasıdır. Duru­ ma göre şu ya da bu tanrıya dua ederken onunla aranılan, her iki tarafı da; dua edeni de, tanrıyı da bağlayacak bir sözleşmenin (religio) kurulmasıydı. Dinsel eylem belli formüller halinde orta­ ya çıkardı. Eski Roma kültünün bu biçimciliği, ilk zamanların yaygın tipi olan yükümlülüklerine sıkı sıkıya bağlı küçük çiftçi­ nin içini rahatlatıyor, kaygı ve tasalarını gideriyordu. Ancak, Etrüsk egemenliğinden başlayarak Roma' da zanaat ve ticaretin gelişmesi ve İtalya'nın komşularıyla yakın ilişkilerin kurulmasıyla Roma dininde, sayıları gitgide artan yabancı "yeni tanrılar" ın yer aldığını görüyoruz. Etruria' dan gelen Iuno ile Minerva, Iupiter'le ortaklaşa "Capitolium Üçlüsü"nü oluşturdu ve resmi panteonun en üstün tamıları oldular. M.Ö. 500 yılına doğru Yunan Herakles, Castor ve

403

Pollux, Apollon ve Artemis (Diana) kültleri Roma'ya sızmaya başla­ dı. Eski Roma tanrılarının adlarını alan Demeter'le uyduları Dionysos ve Kore kültleriyle Ceres, Liber ve Libera, Sicilya' dan çıkıp geldiler; Sicilya' dan, çünkü Romalıların ihtiyaçlarını karşılayan buğday alımı sürekli bu adadan yapılıyordu. Ticaret, kültleri de beraberinde alıp getirmişti. Aventino Tepesi'nde M.Ö. 496 yılında yükseltilen tapınak, Yunan biçeminde yapılmıştı ve Yunan rahiplerince "Yunankari" kutlanırdı kült. Apollon kültü ile aynı zamanda, büyük bir olasılıkla Cumae' den, "Sibylla Kitapları" da Roma' ya getirildi; Yunan kadın peygamberlerin kehanetlerini bir araya getirdiklerine inanılıyordu bu kitapların.

Böylece, Roma dini M.Ö. 2. yüzyılın ortalarında, eskiyle yeni öğelerin acayip bir bileşimiydi. Toplumun yukarı katla­ rı dine karşı kayıtsız, hatta kuşkucu olmuştu. Gözde birçok devlet adamı, görevlerini yaparken kehanetlerle açıktan açığa alay ediyorlardı. Halka gelince, Roma' da olduğu gibi İtalya' da da (Orpheusçu, Dionysosçu, vb. ) çeşitli Yunan eğilimleri, gizli dernekler halinde örgütlenmiş olarak kendilerine yandaş topla­ yıp duruyorlardı. Yaşlı Romalıların, bu sapkın mezheplere karşı zaman zaman korkunç kışkırtmalarda bulundukları doğrudur. Örne­ ğin, M.Ö. 186 yılındaki, yedi bine yakın insanı cezalandıran Bacchanalia Davası'nda böyle olmuştur. Ancak, hiçbir resmi önlem, devlet dininin boyunduruğundan kurtulmuş halk kitle­ lerini o boyundurukta tutabilecek güçte değildi. Roma' nın oligarşik yönetimi, özgür halkın aşağı tabakaları üzerindeki baskısının araçlarından biri olan bu manevi freni kullanabilecek durumda değildi arhk.

404

BÖLÜM V ROMA DEVRİMİ VE TEPKİLERİ

Köleci büyük bir imparatorluğun kurulması, onun ortaya çıkardığı iktisadi ve sosyal ilişkiler, Roma' da ve eyaletlerinde M.Ö. 2. yüzyıldan başlayarak keskin sosyal çelişmelere yol açtı. Temeldeki çelişme, kölelerle efendileri arasındaki uzlaşmazlık­ h ve köle emeğinin kullanılmasının artması nedeniyle daha da keskinleşmişti. Bu çelişmelere başkaları da eklenecektir. Bu devrimci hareket tepkisini de çağıracakhr çok geçmeden. KÖLELERİN DEVRİMCİ HAREKETİNİN BAŞLANGICI M.Ö. 200 yılından başlayarak büyük malikanelerin çoğal­ masıyla kölelerin başkaldırıları önemli bir boyut kazanır. Yüz­ lerce ve binlerce kölenin kahldığı başkaldırılardır bunlar. Ne var ki, "yöresel" bir nitelik taşımaktadırlar başlarda.

İlk başkaldırılar Bu nitelikte ilk başkaldırı, M.Ö. 198 yılına doğru Latium' da­ ki bir Roma kolonisinde patlak verir. Bu kolonide Kartaca' nın tanınmış ailelerinden alınmış tutsaklar oturuyordu. Çevrelerin­ de de belki yine Afrikalı köleler vardı. Bir bayram günü başkal­ dıracak; herkesi öldürdükten sonra, limandaki gemilere binip yurtlarına döneceklerdi. Tertip başarıya ulaşamaz; ihanete uğrar çünkü. Yığınla tertipçi işkenceye verilir hemen; kaçanlar da ele geçirilir sonradan. Birçok gözü pek insanın girişimi, yurda dönme arzusu, içerden ihanetlerin yol açtığı başarısızlıklar çoğu patlamanın genel nitelikleridir o yıllarda. Daha büyük çapta bir ikinci başkaldırı, Etruria' da oldu (M.Ö. 196). Etruria, büyük toprak mülkiyetinin başta geldiği bir Roma eyaletiydi. Başkaldıranlar gerçekten bir ordu oluştu405

rurlar; öyle ki, Üzerlerine bir tümen yollanır. Ancak, düzenli bir savaşta yenilir köleler: Çoğu öldürülür, başları çarmıha gerilir, ötekiler cezalandırılır ve efendilerine teslim edilir. Boyutları bakımından pek önemli bir başkaldırıdır bu. M.Ö. 185 yılında da Apulia'nın çobanları ayaklanır. Böylece, köle başkaldırıları M.Ö. 2. yüzyılın başlarında, yöresel de olsa gitgide daha geniş topraklara yayılır gibidir ve başkaldıran kitlelerin direnci de artmaktadır giderek. M.Ö. 2. yüzyılın ikinci yarısında ise bu başkaldırılar sürecek, o zamana değin işitilmemiş bir şiddete bürünerek tüm eyaletlere sıçra­ yacak ve genel bir yangına dönüşme tehlikesini haber verecek, köleci dünyayı derinden derine sarsacakhr. Sicilya' daki köle başkaldırıları böyleydi. Attika ile Asya eyaletlerindekiler de öyle.

Köle başkaldırılarının yaygınlaşması Sicilya' da patlak veren ilk başkaldırı tam yedi yıl sürdü (M.Ö. 138-132). Kölelerin çalışhrıldığı büyük plantasyonlar sisteminin Sicil­ ya' da kökleri pek eskiye gidiyor. Sistem, daha Yunan ve Karta­ ca kolonizasyonu zamanında gelişmeye başlamışh: Sicilya'nın köle durumuna getirilen asıl yerli halkına Yunanlılar, dışardan getirdikleri büyük köle yığınlarını da katmışlardı. Suriye' den mahir işçiler ve tarımdan iyi anlayan çok sayıda köle salın alı­ nıyordu. Kölelerin sayısı hesapsızdı. Sicilya, Romalıların eline geçtikten sonra, köle emeğiyle ayakta duran bu malikaneler sahip değiştirmiş oldular sadece. Sicilya' daki köleler ilkçağda bile işitilmemiş bir sömürü­ nün kurbanıydılar. Sicilya'nın tahılı, şarabı, zeytinyağı, yalnızca Roma ve İtalya' da değil, ta Peloponnesos' a kadar alıcı buluyor ve büyük karlar sağlıyordu. Köle sahipleri daha çok kar elde etmek için onları soyguna itecek kadar kölelerin nafakasından kesiyorlardı. Ne var ki, bu büyük ve yoğun tarım sistemi, köle­ leri kendine özgü bir örgütlenmenin içine de sokmuştu; ve bu örgütleşme, tiksinti duyulan efendilere karşı mücadelede rahat­ ça devrimci bir boyut kazanabilecekti. Nitekim öyle oldu. İlk başkaldırı, M.Ö. 138 yılının hasat mevsiminde, Henna kentinde bir tertiple başladı. Başlarında, komünden gelmişe 406

benzeyen Suriyeli Eunos vardı. Öteki köleler de katıldı onlara. Kendilerine insanca davranmış olanlar dışında bütün sömü­ rücülerden çok acı bir öç aldılar. Henna örneğini Sicilya'nın doğusundaki öteki kentler de izledi. Tarihçilere bakılırsa, sayıları 200.000' e kadar çıkmıştı başkaldıranların. Kentlerin yoksul pleblerinin tavrı da kaygı vericiydi. Tüm Doğu Sicil­ ya'yı saran hareketi yerel güçlerin durdurması olanaksızdı; İtalya' dan gönderilen iki konsül ordusu da bir şey yapama­ dı. Başkaldıranlar, aşağı yukarı dört yıl Sicilya'nın büyük bir bölümüne egemen oldular; Henna başkent olmak üzere kendi devletlerini kurdular. Bu devlette büyük bir gönenç içinde yaşıyorlardı. Tarihçi Diodoros öyle diyor. Bu köleler devletinin pek tuhaf bir örgütü vardı. Hükümdarlık­ la demokrasinin özgün bir bileşimiydi rejim: Başkaldıranlar, şefleri Eunos'u -Antiokhos adıyla- kral seçmişlerdi. Bu seçilmiş "kral"ın kaftanı, başında tacı, hatta "kraliçe" si de olsa, Hellenistik tipte bir hükümdar görünümünde değildi: Bir halk meclisi vardı; ayrıca baş­ kaldıranların çoğunlukta olduğu bir halk mahkemesi görüyoruz. Kra­ lın yanında, kölelerin içinde önde gelen kişilerden oluşan bir "kurul" yer alıyordu. Ve tam bir anlaşma içindeydi kurul. Bu "köleler krallığı" nın aldığı iktisadi önlemler de pek ilginç: Baş­ kaldıranlar, geleceği düşünerek küçük villaları yakmıyor, aletlere de, erzaka da dokunmuyorlardı. İşletmelerin bölüşümünden sonra ken­ dileri de özgür ve bağımsız küçük köylüler durumuna gelmenin düşü içindeydiler. Kentlerde, silahşörlerin yaşamı bağışlandı ve başkaldıran­ lar ordusunun ihtiyaçları için, "zincirler içinde" işbaşına gönderildiler.

Ne var ki, bir büyük eksiği vardı hareketin: Her şeye kar­ şın savunmacı bir nitelik taşıması, yerel çerçeve içinde kalıp o zamanki Roma İmparatorluğu'nun çeşitli yerlerinde patlak veren öteki başkaldırı yuvalarıyla ilişki kurmakta gösterdiği yetersizlikti bu eksiklikler. O başkaldırılar içinde en önemlisi, Aristonikos'un başkal­ dırısıydı. Bu başkaldırı, kısa bir süre önce Roma' run bir Asya eyaleti olmuş Bergama' da, M.Ö. 133 yılında patlak verdi. Bergama kölelerine

407

"mülksüzler", krallığın büyük halı ve parşömen işliklerinde çalışan özgür işçiler, köylüler, hükümdarlık malikanelerinin küçük çiftçileri de kahlmışh. Aristonicos, başkaldıranlara Bergama' da Heliopolis'i (Güneş sitesi) kuracağını vaat etmişti. Bu düşünce, İamboulos'un bu adla yazdığı ve o zamanlar halk arasında pek tanınmış bir ütopyacı romanda dile getirilmişti. İamboulos kitabında, içinde herkesin tam bir eşitlik, kardeşlik ve özgürlük içinde yaşadığı mutlu bir ada tasar­ lıyordu; bu adada herkes kendi isteğiyle topluluğun ortak yaran için çalışıyordu ve boş zamanlarını, herkesin erişebileceği ve tadabileceği zevklere adamışlardı. Ve doğadan gelecekti bu zevkler, sanattan ve bilimlerden gelecekti.

Ne var ki, hiçbiri başarıya ulaşamadı bu hareketlerin. Arka arkaya kanla bastırıldı hepsi de. Sicilya' da, otuz yıl sonra bir ikinci genel başkaldırı daha olacaktır kölelerin ve tam üç yıl boyunca kasıp kavuracaktır ortalığı (M.Ö. 104-101 ). Ancak, bu kez de aynı zaafı taşıyor­ du başkaldırı: Girişim eksikliği ve taktikteki savunucu nitelik. Pek acımasızca bastırıldı o da ve Sicilya köleleri, devamlı kor­ ku altında yaşatmak için sürekli bir terör rejimi altına sokuldu sonunda. O kadar ki, otuz yıl sonra, Spartacus başkaldırdığında Sicilyalı köleler yeniden ayaklanabilecek durumda değildiler. Büyük bir olasılıkla aynı yıllarda Saumacus başkaldırısı­ nı görüyoruz. Sicilyadakinin belki de uzak bir yankısı olarak, Karadeniz' deki Bosporos Krallığı'nda, İskit köleleri ayaklan­ mıştı bu kez de. Neyi gösteriyor bütün bunlar? Köleci toplumun bağrında, onu kıvrandıran şiddetli ve korkunç bir sınıf mücadelesinin varlığını. Ne var ki, bu başkal­ dırılar yerel ve birbirinden kopuk nitelikleriyle köleci hareketin zayıflığını da sergileyip duruyordu. ROMA VE İTALYA'DA DEMOKRATİK HAREKET Köle başkaldırılarına koşut olarak kentlerdeki ve kırsal kesimdeki özgür halkın aşağı tabakalarının hareketi de gitgide artan bir hızla gelişiyordu. Bu demokratik ya da Romalıların dediği gibi "halkçı" hareket, M.Ö. 3. yüzyılın ikinci yarısında 408

ortaya çıkan ve M.Ö. 2. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak yeniden canlanan köylü hareketinin bir devamıydı. Başka noktalardan gelen etkiler de vardı.

Reformlar dönemi; Gracchuslar Köylülüğün toprağını yitirmesi sürüyordu; "kent pleble­ ri"nin durumu yürekler acısıydı. Köleci hareketteki gelişme­ ler de özgür durumdaki halk kitlelerini kendi isteklerini daha etkin biçimde savunmaya itiyordu. Sicilya başkaldırısı İtalya' da demokratik hareketin kızışmasına dolaylı olarak yol açmış­ tı. Şu nedenle ki, Sicilya'nın insafsızca yakılıp yıkılması, onu belli bir süre için Roma' nın tahıl ambarı olmaktan çıkardı; bu ise, kentlerdeki kitlelerin durumlarını çok daha ağırlaştırırken, toprağından olmuş köylülerin yeniden topraklarını ele geçirme arzularını bir kat daha kamçıladı. Geçim derdi ve toprak soru­ nu, her ikisi de olağanüstü bir ağırlık ve güncelliğe büründü. Bu sorunlara, yönetimdeki sorunlar da ekleniyordu. M.Ö. 149 yılında Halk Meclisi, eyaletlerdeki yöneticiler hakkında, "görevi kötüye kullanmanın soruşturulması" ile ilgili bir komisyon kuruyor­ du. M.Ö. 139 yılında da Comislerde yazılı ve gizli oylamaya gidilmesi kanunlaşh.

Böylece, geniş bir demokratik önlemler programı oluşu­ yordu. M.Ö. 130 yılından başlayarak, forum özel bir canlılık kazan­ dı: Her yöreden kalabalıklar doluşuyordu oraya; hatipler mec­ lislerde ateşli söylevler veriyor, duvarlar halkın isteklerini daha da cesurca savunmaya çağıran yazılarla donanıyordu. Reform yandaşlarının mektuplarının kopyaları dolaşıyordu elden ele. İçerikleri bir yergiyi de dile getiriyordu ister istemez. Demokratik hareket M.Ö. 133 yılında, Tiberius Sempronius Gracchus'un halk temsilciliğine seçilmesiyle doruk noktasına vardı. Senato'yla arasındaki kişisel bir sorun bu genç ve zen­ gin Roma soylusunun halk muhalefetinin saflarına geçmesiyle sonuçlanmıştı. Başka nedenler de vardı bu geçişi kolaylaştıran. Neler yaptı Tiberius Gracchus? 409

Tiberius halk temsilcisi olunca, "ager publicus"u, yani kamu topraklarını işgali düzenleyen bir kanun tasarısını ele aldı. Soy­ lular ne denli tiksinirse tik.sinsin, ılımlı ve yumuşak bir tasarıydı bu aslında. Ve bu topraklarla ilgili bir kanunun (M.Ö.

367 tarih­

li Licinia ve Sextia Kanunu) unutulmuş hükümlerini, şurasına burasına -özellikle büyük mülkiyet sahipleri yararına- birkaç değişiklik getirerek yeniden yürürlüğe koyma girişimiydi.

Kamu topraklarının işgalinde -25 hektarlık- bir sınırlama getiril­ mek isteniyordu; onun bile istisnaları vardı; sınırı aşan fazlalıklar belli bir tazminat karşılığında hazineye dönecekti. Devletin ele geçireceği topraklarsa, yoksul yurttaşlara, bir ödenti karşılığında ve başkasına devredilmemek koşuluyla dağıhlacakh. Bunun için de üç üyelik bir komisyon kuruldu. Yumuşak da olsa, halkın hoşuna gitti bu reform önerısı. Ancak, büyük mülk sahipleri içinde kamu topraklarını gasp etmiş olanların korkunç muhalefetiyle karşılaşh. Ve onların kışkırtma­ sıyla, kendisi de büyük mülk sahibi olan halk temsilcisi Marcus Octavius, vetosunu kullandı ve kanun geçmedi meclisten. Sorun, bir anayasa sorununa dönüşmüştü bir yerde. Tiberius, Halk Meclisi' ne, Octavius'un, halk temsilcisi olarak "halkın çıkarlarına aykırı hareket ettiği" gerekçesiyle, görevine son verilmesi ve yerine yükümlülüklerinin bilincinde bir başka­ sının seçilmesini önerdi. Böylece, magistratuslann üzerinde halk denetimini kurmak gibi, eski Roma anayasasına yabana pek köklü bir ilke getiriliyordu: Roma' da kamu görevlileri, görev sürelerinin bitimine değin azledilemezdi; şimdi, yazılı bir ana­ yasa bulunmadığından, Tiberius'un önerdiği önlem sayesinde, Halk Meclisi şu ya da bu magistratusu görevinden alabilecekti. Öneri, büyük bir tepkiyle karşılaşh o yüzden. Ne var ki, meclisten kanun çıkh, Octavius görevinden alındı ve yerine Tiberius'un yandaşı bir halk temsilcisi seçildi. Kamu topraklarının yeniden dağılımı hakkındaki kanun tasarısı da yeniden Halk Meclisi'ne sunuldu ve kabul edilerek yürürlüğe gir­ di. Bir toprak komisyonu seçildi; 18 yaşındaki kardeşi Caius'un yanı sıra, Gracchus' un kendisi de üyeydi bu komisyonda. Tiberius'un, Senato'nun mali ve eyaletlere ilişkin konular­ da yetkilerini azaltmak için girişimde bulunması daha korkunç bir tepkiye yol açh. Toprak komisyonu, görevini yerine geti-

410

rebilmek için Senato' dan bir miktar para istemişti; Senato da reformun düşmanlarından ve kendisi de büyük toprak sahibi Publius Scipio Nasica'nın tavsiyesi üzerine, gündelik küçük bir para ayırdı komisyona. Tiberius da gerekli parayı sağlayabil­ mek için Halk Meclisi' nden "Asya eyaletinin yönetimi" üstüne bir üçüncü kanun geçirdi. Gerekçesi de şuydu: Bu eyaleti, yani Bergama'yı, Kral Attalos, Roma halkının kendisine bırakmışh. Öyle olduğu için de Senato'nun eli çekildi ve eyaletin yönetimi Halk Meclisi' ne devredildi; gelirleri de Toprak Komisyonu' nun emrine verildi. Toprak Komisyonu işe koyuldu ve dağıhmlarına başladı. Ne var ki, soylularla Senato'nun, Halk Meclisi'ne karşı kini son derecesine varmışh; Halk Meclisi, şu kadar yüzyıllık ikti­ darlarını budamışh son aldığı önlemlerle. Bir iftira kampanya­ sıdır başlathlar. Aristokratik rejimin yandaşları, egemenliklerini sürdürmek için her şeye hazırdılar; Tiberius'un canına bile göz dikmişlerdi ve başardılar da. Tiberius M.Ö. 132 yılında, halk temsilciliğini ikinci kez istediğin­ de, felaket de gelip buldu kendisini. Seçimler Gracchus'un aleyhinde koşullar içinde yapıldı; Senato adetlere aykırı olarak, kırsal kesimden kimsenin -çalışmalar nedeniyle- kahlamayacağı bir mevsimi, yani yazı seçmişti seçim için. Kentlerin yoksul halkları kendisini büyük ölçüde desteklediler yine de. Ne var ki oylama, Gracchus'un yeniden seçilmesine karşı olan bazı halk temsilcilerinin kalleşçe davranışları yüzünden gırtlak gırtlağa bir mücadeleye dönüştü. Forum'un pek yakınında toplanmış Senato bile bu kavgaya karışh. Ellerinde masa ve sandalye ayakları, kırılmış sıra parçaları olduğu halde senatörler Scipio Nasica'nın arkası sıra halkı yarıp Gracchus'un bulunduğu yere kadar geldiler ve kendisine bağlı üç yüz yandaşıyla beraber öldürdü­ ler onu. Cesetlerini de Tiber Irmağı'na athlar. Kinin derecesine bakınız: Tarihçi Plutarkhos diyor ki, "Öç almakta bununla da yetinmediler; dostlarından kimini sorgusuz sualsiz sürgüne yolladılar ve tutuklanan herkesi de ölüme mahkum ettiler."

Neydi Tiberius Gracchus'u yenen aslında? Elbette bütün suç soylulardaydı. Soylular kendi sınıflarının egemenliğini sarsabilecek herhangi bir siyasal çözümün kar-

41 1

şısındaydılar; reformlar kendi çıkarlarına aykırı olabilecek bir noktaya gelir gelmez, her türlü "hak", her türlü "kanunsallık"ı tanımaz olmuşlardı. Tiberius Gracchus yenildi; bu kavramların tamamıyla görece birer değer taşıdıklarının farkında değildi çünkü. "Kanunlara saygı" anlayışı içinde yetişmişti; barışçı ve anayasal yoldan gerçekleştirilebilecek reformlara da çocukça inanabiliyordu. On iki yıl sonra, ağabeyinin eserini sürdürmek isteyen küçük kardeşi Caius Gracchus'un da akıbeti aynı oldu. Büyük bir hatipti Caius Gracchus; halk kitlelerini arkasından sürük­ lüyordu. Ağabeyinin acı ölümünden sonra, M.Ö. 123 yılında halk temsilcisi seçildi. Kitlelerin daha kararlı bir yoldan götü­ rülebileceğini o da bilmiyordu; aslında o da Tiberius'un ılımlı programının bir sürdürücüsüydü ve reformcuydu. Ancak, Halk Meclisi'nin kanunlarına tartışılmaz bir otorite sağlamak için, Senato'ya ve soylulara karşı tüm öğeleri birleştirmeyi ara­ dı. Senato'nun bütün hasımlarını halkın davasına kazanmak için tam bir demokratik istemler programının öncülüğünü üstlendi hemen. Neler yaptı? Köylüler için, Tiberius Gracchus'un toprak kanunu, olduğu gibi yürürlüğe kondu yeniden. Toprak Komisyonu işe başladı. Bir başka kanun, askerlere silah ve giyecek sağlanması işini dev­ lete yükleyerek, köylülerin askerlik hizmeti koşullarını hafifletti. Kendi paralarıyla donanmak yükümlülüğünü kaldırarak, küçük mülkiyet sahiplerinin yıkılışı önlenmek isteniyordu böylece. Bir üçüncü kanun, köylülerin pek yararına olarak, yol yapı­ mı başta olmak üzere, geniş bir bayındırlık çalışması progra­ mı saptıyordu. Bununla, kırsal kesim halkına hatırı sayılır bir ekmek kapısı açılmış olacaktı. Çoğu kentlinin de çıkarı vardı bunda. Gracchus yığınla işçi ve emekçiyi kazanmış oluyordu böylece. Bir başka kararla, kent halkı, çok düşük bir fiyatla aylık buğday dağıtımından yararlanacaktı. Bu önlem, aşağı taba­ kaların durumunu hatırı sayılırcasına düzeltti. Equiteslere de birtakım yarar ve ayrıcalıklar sağlayarak, onların da Senato'ya karşı muhalefetini kazandı. Eyaletlerin Roma yurttaşları çıka­ rına sömürülmesi de tasarladıkları arasındaydı ve Kartaca'nın yıkıntıları üzerinde bir koloni kurulmasına bile girişildi. Bu arada, Latin ve İtalyan bağlaşıklara yurttaşlık hakkı tanımayı düşünüyordu. 412

Bu önlemlerle, bir tarihçinin deyimiyle, "Roma devleti, temellerinden sarsılmış oldu" . Senato'nun eski manevi gücü kalmamışh arhk; tüm iktidar, equiteslerle halkın elindeydi. Halk meclislerinin sayısı arth; faaliyetleriyle, aristokratik reji­ min yerine arhk, bir demokrasiden bahsedilebilirdi. Halk şefle­ rinin, hele Caius Gracchus'un saygınlığı sonsuzdu. Halk temsilciliği, Roma' da başta gelen bir magistratusluk olup çıkmışh. Ne var ki, Caius Gracchus, Senato'nun ve soyluların dire­ nişini küçümsüyordu; bu direnişse kırılmış olmaktan uzakh henüz. Soylular, kitleleri ondan koparmak, giderek otoritesini azaltmak için yalana ve gerçekleşmesi olanaksız vaatlere, düpe­ düz demagojiye başladılar. Bu konuda, Caius Gracchus'un yan­ daşlarından kimseler bile bulabildiler bu iş için. Bu kin dolu, gözü dönmüş kampanya, sonucunu da verdi: Caius Gracchus, halk kitleleri yanındaki otoritesini yitirdi. Arka arkaya iki kez halk temsilcisi seçildiği halde üçüncü bir kez seçilemedi ve aristokratik parti sırılsıklam bir gericiyi, Lucius Opimius' u konsül seçtirmeyi başardı. Halk Meclisi, İtalya' daki bağlaşıklara yurttaşlık hakkı vermeyi reddetti ve Senato, Kar­ taca' mn "lanetlenmiş toprağı" üzerinde bir koloni kurulmasını engelledi. Gracchus'un yandaşlarıyla hasımları arasındaki bir sokak kavgası da gericiliğin harekete geçmesi için bahane oldu. Bu kavgada Opimius'un koruyucularından biri öldürülmüştü. Opimius, düşmanlarının kamu görevlilerine karşı toplu bir kıyıma hazırlandıklarını ileri sürüp sorun yaph Senato önünde olayı. Senato ise, büyük bir keyifle, bu bahanenin üzerine atladı ve Opimius' u sınır­ sız yetkilerle donatb; o da, vakit yitirmeden Halk Partisi'ni acımasızca kovuşturmaya başladı. Gracchus'tan daha cesur ve daha kararlı olan Fulvius Flaccus, adamlarını silahlandırdı ve pleb hareketlerinin eski merkezi olan Aventino Tepesi'ni işgal etti; geç de olsa, halkı ayaklan­ maya çağırmak niyetindeydi kuşkusuz. Ancak, Gracchus silahlanmak istemedi ve evinden her zamanki giysileriyle çıkarak foruma gitti; belinde küçük bir hançer vardı yalnız, hain düşmanlarınınsa her şey. Opimius'un birlikleri Aventino'ya saldırdılar. Gracchus'la Fulvius Flac­ cus acımasızca öldürüldüler ve kesik başlarını getirenlere de Opimius altınla tartarak bahşiş verdi. En az üç bin halkçı vahşice boğazlandı. Ve soyluların serbest bıraktığı bir kudurganlık, kastı kavurdu ortalığı.

413

Bütün bunların sonunda demokratik hareket belli bir zaman için durduruldu. Roma' da halk hareketinin reformcu nitelikteki ilk dönemi de başarısızlıkla sona eriyordu böylece. Neydi nedenleri bu başarısızlığın aslında? Hareketin başında bulunan şeflerin ihtiyatlı ve pek ılımlı bir davranış içinde olmaları, bir uzlaşma politikası gütmeleri. Gerçekten, köle hareketlerini yöneten şeflerden farklı ola­ rak, halkın başına geçenler, rastlanhnın doğurduğu, soylular­ dan gelen ve o sınıfın ideolojisiyle bağlarını bütünüyle kopar­ mamış kişiler bir çeşit "yol arkadaşlan"ydılar. Harekete ahlım kazandırmaktan çok frenliyorlardı onu. Ancak, verdikleri bir siyasal ders de vardı ki, şuydu o da: Halk Meclisi'nin kabul ede­ ceği yasal reformlarla, kendi egemenliğini savunmak için hiçbir şey önünde gerilemeyen aristokrasinin korkunç gücünü kırıp atmak olanaksızdı. Böylece Gracchuslar, bilmedikleri halde, siyasal mücadelenin derinleşmesine ve halk kitlelerinin siyasal bilincinin uyanışına katkıda bulundular. Halk kitleleri ise daha kararlı bir davranış içine giriyorlardı.

Marius: Demokratik askeri diktatörlük girişimi Caius Gracchus'un ölümünden sonra on yılı aşkın bir süre gericiliğin amansız bir tepkisi hüküm sürdü Roma' da. Sena­ to'nun büyük toprak sahipleri, kamu topraklarından gasp ettik­ leri mülklerin üstüne yatmak ve böylece yeni bir paylaşmaya götürecek her türlü girişimi önlemek için, kazandıkları zaferden yararlanmaya koyuldular. Toprak Komisyonu'nun faaliyeti durduruldu ve komisyonca alınmış ve dağıhlmış bütün toprak­ lar eski sahiplerine verildi. Gericiliğin kurbanları yoksul köylüler oldu başta. Ve soylular en iğrenç yollarla zenginliklerini arthrmaya başladılar: Magistratusluklar, devlet parasını çalma ve rüşvet yatağı oldu; hileli gelirler işitilmemiş bir lükse yol açh. Çoğu, başkalarından geri kalmamak için gelirinin üstünde yaşıyordu; bir kez de borçlanınca, zenginleşme için kanunsuz kaynakları arıyordu. Yönetici soylulardaki bu ahlaki çözülme, Roma'run dışar­ daki durumunu da etkiliyordu. Cumhuriyet, elinde hesapsız olanaklar da olsa, Numidya'nın küçük kralı Jugurtha'run tam altı yıl (M.Ö. 1 1 1-105) üstesinden gelememişti. 414

Jugurtha, üstelik kendi üzerine yollanan Romalı generalleri parayla satın alıyordu. Bunlar arasında, Caius Gracchus'un yandaş­ larını öylesine acımasızca tepelemiş olan Lucius Opimius utanmazı da vardı. İnanılmaz şey, bir keresinde Roma'ya da geldi Jugurtha; bol yönetici satın aldı altınla ve ayrılırken de şöyle dedi: "Alıcı bulsun, kendini de satar bu kent!" Kuzey Afrika'run, Romalı fatihlerden nef­ ret eden yerli halkları arasında saygınlığı öylesine artmıştı ki, Afrika eyaleti tam bir tehlikenin eşiğindeydi. Soylu bir aileden de gelse dü­ rüst kalabilmiş Quintus Caecilius Metellus, Jugurtha'yı bir keresinde acı bir yenilgiye uğrathysa da yönetimdeki savsaklamaların ardı arkası gelmediğinden kesin sonucu alamadı. Özetle, tam bir skandaldı bu Jugurtha savaşı.

Kuzeyde de parlak değildi durum. Başlarda, M.Ö. 120 yılla­ rı boyunca işler iyi gitmişti, hatta Alpler'le Pireneler arasındaki bölgede, Gallia Narbonensis adıyla yeni bir eyalet kurmuşlardı Romalılar. Ancak, Cermen halklarının (Kimberler ve Tötonlar) istilaları önünde arka arkaya korkunç yenilgiler başlamışh. Bütün bu koşullar, demokratik hareketi yeniden canlandı­ rıp muhalefet güçlerini, yani köylülüğü, kentlerin aşağı taba­ kalarını ve equitesleri toparlanmaya götürdü. Gracchusların anayasal taktiklerinin bir yere ulaştırmadığını -her şeye kar­ şın- fark etmiş olan ve soyluların taşkınlık ve keyfiliğinden bıkıp usanan kitleler daha sert ve keskin bir eyleme yatkın­ dılar şimdi: Kendi aralarından çıkacak gözü pek ve yetenekli bir asker arıyorlardı; bu asker, savaş alanlarındaki felaketleri tersine çevirecek, sonra da aynı askeri yöntemlere başvurarak içerde reformlar yapacaktı. Caius Marius'un kişiliğinde buldular bu adamı. M.Ö. 1 1 9 yılında halk temsilcisi olan Marius, bir köylü çocu­ ğuydu. Köylü tavırlı, fazla bilgisi olmayan bu kişi, asker yalın­ lığı, insanlarla konuşma biçimi, doğal yetenekleri ve demok­ ratik düşünceleriyle büyülüyordu kitleleri. Çok geçmedi putu oldu halkın. Çevresinde toparlanmış equiteslerden, tacirlerden, zanaatkarlardan ve köylülerden "Mariusçu Parti" doğdu. Bu parti her seçimde onun adaylığını tuttu ve en yüksek makamla­ ra yükseltti: Praetorluk, arkasından İspanya yöneticiliği, sonra Metellus'un Numidya'da elçisi; M.Ö. 1 07 yılında da Jugurtha savaşını bitirmek göreviyle konsül seçildi. Halkça öylesine tutu­ luyordu ki, arka arkaya alh kez konsül seçildi. Roma' da ilk kez

415

oluyordu böyle bir şey. Böylece, yeni şeflerinin çevresinde sıkı sıkıya birleşmiş Mariusçu demokratların hüküm sürecekleri allı yıllık bir dönem başlıyordu Roma' da. Neler yaph Marius? Önce sürüncemedeki Jugurtha savaşını sonuçlandırdı başarıyla. Hem de yakalanarak Roma'ya getirildi Jugurtha; göğsünde krallığın bütün işaretleriyle Marius'un zafer alayı­ nı izledi ve sonra da öldürüldü. Marius, arkadan başkomu­ tan seçilip Kimberler ve Tötonlara karşı savaşa hazırlanmaya başladı. Bu kavimlerin tehdit ettiği bölgelerde tarım kolonileri bulunduğundan, halk için çok değerliydi oralar ve demokratlar pek önem veriyorlardı bu savaşa. Aşağı yukarı aynı yıllarda, o ünlü askeri reformunu gerçek­ leştirdi. Caius Gracchus'un bazı önlemlerinin de gösterdiği gibi, Demok­ rat Parti'nin uzun zamandan beri programındaydı böyle bir reform. Şunlar yapıldı: Askeri hizmetin yükünü hafifletmek için askerlere, devlet hesabına silah ve yiyecek sağlanmasının yanı sıra düzenli bir ücret de verilecekti artık; görevin niteliğine göre değişiyordu ücretin miktarı. Öte yandan, askere alma usulü, köylülere en uygun gelecek biçimde değiştirildi. Birlikleri oluşturmak için gönüllüler çağınlıyor­ du önce; kent proletaryasının işsiz güçsüz takımı ise can ahyordu gönüllü olmak için. Yalnızca eksikliği tamamlamak amacıyla ve ihti­ yaç duyulduğunda askere alma yoluna gidilecekti. Önemi şurada ki, eski halk milisi, mesleki ve paralı bir orduya dönüşüyordu böylece. Ancak, henüz sürekli bir ordu değildi bu doğallıkla. Teknik açıdan da önemli şeyler yapıldı; bağımsız bir taktik birlik olarak üç ya da daha fazla manipulden oluşan piyade birlikleri kuruldu. Ordunun bünyesi daha bir düzenlilik ve açıklık kazandı. Savaş malzemesi de güçlendirildi.

Ne var ki, sosyal yönden olumsuz sonuçları oldu bu refor­ mun: Sivil halk askerlik yaşamından koparılırken, yurttaş kitleler dışında, savaş sanatında usta, meslekten askerlerden oluşan korkunç bir askeri güç doğuyordu. Halk ve ordu ayrıl­ mıştı ve bu ayrılığın Roma' da demokratik hareketin yürüyüşü boyunca felaketli etkileri görülecektir. M.Ö. 102 yılında Marius'un hazırlıkları bitmişti. Büyük bir ordunun başında, Kimberleri ve Tötonları korkunç bir yenilgiye 416

uğrath. Aynı yıl, yardımcısı Konsül Manius Aquillius da Sicil­ ya' daki ikinci köle başkaldırısını eziyordu. Marius'un ününü daha da arthrdı bu; "Roma'nın kurtarıcısı", "İkinci Romulus"e çıkmışh adı. Kendisinden şimdi tek şey bekleniyordu: Cesur ve sosyal reformlar! Demokrat Parti'nin şeflerinden olan ve Marius'u seçimlerde hararetle desteklemiş bulunan L. Apuleius Saturninus, M.Ö. 1 00 yılında Marius' a geniş bir reform tasarısı sundu. Tasarı, Gracchusların toprak reformuyla ilgili kanunların daha da geliştirilmesini istiyordu: Çeşitli eyaletlerde yeni kolo­ niler kurulacak, sırayla önce Marius'un askerlerine, sonra Roma yurttaşlarına, son olarak da İtalyan bağlaşıklara -hatırı sayılır ölçülerde- toprak dağıhlacaktı bu kolonlarda. Gracchusların reformlarının başına gelenler bu kanunun da başına gelmesin diye tüm Senato'ya da ant içirilmişti. Tasarı, Halk Meclisi'nde pek gergin bir havada tartışıldı. Bölünmeler oldu. Çiftçiler ve özellikle İtalyanlar hararetle destekliyorlardı tasarıyı. İtalyanlar için önemliydi, çünkü ilk kez Romalılarla hukuksal bir eşitlik kurulmuş olacaktı arala­ rında. Roma' da ise tersine, İtalya üzerinde egemenliğini sür­ dürmeye alışkın halk, "İtalyanların çıkarını destekliyor" diye karşısındaydı tasarının. Ama tasarının asıl hasımları equitesler­ di. Onların karşı çıkışı ve demokratik bloktan ayrılmaları, Mari­ us'un da durumunu belirledi. Servet yapmış ve bu arada Iulius Caesar'ın kız kardeşiyle evlenerek soylularla hısımlık kurmuş olan Marius da durumunu değiştiriyordu. Aslında böyle bir ilişkinin kuruluşundan önce de Marius, demokratik hareke­ tin sağ kanadı, yani equiteslerle sıkı fıkıydı; bütün bunlardan sonra ise Senato'yla uzlaşmaya gidebilirdi. Böylece, Demokrat Parti' nin dağılışını hızlandırdığı gibi, partinin başına karşı da güvensizlik yarattı çevrede. Marius, saygınlığını yitirmişti. M.Ö. 100 yılı seçimleri, bunalımı keskinleştirdi ve gerçek bir silahlı başkaldırıya dönüştü seçim mücadelesi. Bundan yarar­ lanmak istedi demokratlar. Senato "devletin tehlikede olduğu­ nu" ilan etti ve önlemler aldırttı. İşler tersine gitti ve demokrat şefler yaşamlarıyla ödediler bu girişimlerini. Halk hareketi, bu üçüncü bastırılıştan sonra on yıllık bir sessizliğe girdi. İkiyüzlülüğü yüzünden kitleler yanında tüm saygınlığını yitirmiş olan Marius, bir zaman için ortadan çekildi ve -kutsal yerleri ziyaret edeceği bahanesiyle- Doğu'ya hareket 417

etti. Ne var ki, kısa bir süre için yahşmıştı hava ve daha da kor­ kunç bir biçimde patlayacak bir fırtınanın öncesiydi aslında bu. O fırtına patladığında da bu kez yalnızca Roma'yı sarsmakla kalmayacakh, bütün İtalya, hatta eyaletler de sarsılacakh. Demokratik hareketin bu üçüncü aşaması "Sosyal Savaş" diye anılır tarihte.

İtalya'daki sosyal savaş ve Doğu eyaletlerinin başkaldırısı Sosyal mücadele İtalya' daki halkları daha fazla yörüngesi­ ne alıyordu. Gerçekten, ne buğday ne de toprak dağıhmından pay aldıkları halde askerlik hizmetinin yüklerini bütün ağırlı­ ğıyla sırtlananlar İtalya' daki bağlaşıklardı. Onların giderek artan istemleri, demokratik hareketin şeflerini de zorlayıp duruyordu. Yurttaşlık hakkını İtalya' daki bağlaşıklara kadar yaymak: "Sosyal sorun" deyince bu anlaşılıyordu. M.Ö. 1 . yüzyılın ilk yıllarından başlayarak İtalya' daki halkla­ rın kendileri de açık mücadeleye hazırlanmaya koyuldular. M.Ö. 90 yıllarında "İtalia" adıyla gizli bir konfederasyonun doğduğu­ nu görüyoruz. Her yana dal budak sarmışh bu birlik; üyeleri ulak marifetiyle birbiriyle ilişkide bulunuyor, Roma'ya karşı başkaldı­ rının bayrağını açmak için silah ve kaynak topluyordu. Bir olay, bu bayrağı açh ve başkaldırı hızla yayıldı. Başkaldıranlara çok sayıda tarım kölesi ve büyük malika­ nelerden kaçanlar da kahlıyordu. İsyan, sonunda korkunç bir iç savaş boyutuna ulaşh. Roma tarihçileri "Sosyal Savaş" (bellum sociale) diye adlandırırlar onu. Başkaldıranlar, yalnızca yüz bin kişilik düzenli bir ordu oluşturmakla kalmadılar, bir federal yönetim de kurdular: Kendine özgü bir sena tosu, halk meclisi vardı bu yönetimin. Ve para da basmışh. Başkaldıranlar, savaşın ilk on sekiz ayında (M.Ö. 90-89) kendi Üzerlerine yollanan Roma ordularını yenmeyi de başardı­ lar. Roma bile tehlikedeydi, yakınlarında çarpışılıyordu. Cum­ huriyetin durumunu daha da ağırlaşhran, Doğu' da başlamış olan savaşlı. Sosyal Savaş'la aşağı yukarı aynı yılda, M.Ö. 89 yılında başla­ yan bu uzlaşmazlık, Doğu' daki hemen bütün eyaletleri almışb içine. Karadeniz kıyılarında, Roma'nın elinin uzanamadığı bir yerde yeni

418

ve güçlü bir Hellenistik devlet kurulmuştu: Pontus. Bu devletin, M.Ö. 3. yüzyıldan başlayarak Kuzey Kapadokya' da doğduğunu görüyoruz aslında; ne var ki, VI. Mithradates zamanında (M.Ö. 114-63) Karade­ niz'in hemen bütün kıyılarına yayılmışh. Bu hükümdar, Romalıların içinde bulundukları güçlüklerden yararlanarak, M.Ö. 89 yılında açık­ ça savaşa girişti onlarla. Romalıların aceleyle topladıkları birlikleri kolayca yenerek, Bithynia'yı, hatta Asya eyaletini ele geçirdi; donan­ ması boğazlan ve Ege adalarını alırken, güçlü bir ordu da Trakya yoluyla Makedonya ve Yunanistan'ı işgal ediyordu.

Roma yönetiminin ve eyalet yöneticilerinin yağmasından ve şiddetinden bitip tükenmiş olan halklar, Mithradates'i bir kurtarıcı olarak karşıladılar her yerde. Öyle ki Atina, daha onun birlikleri gelmeden başkaldırmıştı. Mithradates, halkın sevgisi­ ni daha da kazanmak için, kendisine katılacak ülkelerde büyük sosyal reformlar yapacağını ilan etti; borçlar silinecek, topraklar dağıtılacak, köleler azat edilecekti. Emri üzerine ve halkın da katılmasıyla tüm Romalı yöneticiler, tefeciler, tacirler ve onların işbirlikçileri, nerede bulundularsa öldürüldüler. Sayıları seksen bine varıyordu boğazlananların; malları dağıtıldı ve köleleri de özgür ilan edildi. Mithradates, bununla da yetinmedi, İtalya' da başkaldırmış olanlarla da yakın ilişkiye geçti ve hemen yardım­ larına geleceğini vaat etti onlara. Bütün bunların sonucu, o güne değin görülmemiş bir para bunalımı Roma' daki durumu tam bir felakete dönüştürdü. Paranın ayarı düşürülmek zorunda kalındı; tam ayar para ise çekildi ortadan. Alacaklılar mühlet tanımaz oldular. Borçlula­ rın durumunu düzeltmek için moratoryum öneren bir praetor, azgın alacaklıların başkaldırısı sonunda öldürüldü. Böylece, M.Ö. 80 yılına doğru Roma' da ve egemenliği altın­ daki topraklarda sosyal mücadele doruk noktasına varmıştı. KÖLECİ ASKERİ DİKTATÖRLÜCÜN BAŞLANGICI: SYLLA

Bağlaşıkların bastırılması İşte bu felaketli durumdadır ki Roma Marius'un yarattığı yeni askere alma sistemini ilk kez ve büyük çapta uyguladı. Çok asker gerektiriyordu bu savaş. Bunu köylüler arasından topla419

mak güven verici değildi; öyle olduğu için de paralı askerliğe ve gönüllülere başvuruldu. Barbarlar (Galyalı, Numidyalı) arasın­ dan asker kiralandığı zaten oluyordu; ve ilk kez azatlılar askere alınmaya başlandı. Özellikle kentlerin aşağı tabakaları kitleler halinde askerliğe başvuruyorlardı; para ve ganimet umuduydu çeken onları. Hükümetse, ücretleri ödemek için tapınakların gelirlerine ve kutsal yerlerdeki yüzyıllardan beri birikmiş hazi­ nelere el koyuyordu. Roma ordusu gerçekten değişmişti; baştan aşağıya mesleki ve halka karşı bir nitelik kazanmışh arlık. Bunu, iç savaş sırasındaki davranışlarıyla pek güzel koyacakhr ortaya: Ele geçirilen İtalyan siteler, hpkı yabancı siteler gibi yağmalana­ cak ve içindeki insanlar da köle diye sahlacaktır. Askerler, yal­ nızca kendi üstlerine bakmaktadırlar; onlarsa, böylesine aşırılık­ ları önlemek şöyle dursun, kendileri de kahlmaktadırlar buna. Marius'un Jugurtha seferinde quaestorluğunu yapmış olan Lucius Cornelius Sylla büyük bir ün kazandı bu savaşta. Varını yoğunu yitirmiş büyük bir patrici ailesinden geliyordu; zeki ve bilgiliydi; siyasal yönden serüvenci, yalnız kendi kişisel çıkarına bakan, yıldızına inanan bir kişiydi. Bu nitelikleriyle Sylla, devrin çözülme içine girmiş aristokrasisinin tipik bir tem­ silcisiydi. İtalyanlara karşı bir sefer için kumandan seçildiğinde, parayla ödüllendirerek, yağmalara göz yumarak, özetle her yola başvurarak askerleri kendine bağladı. Ve büyük bir ün sağladı bununla. Roma M.Ö. 89 yılında, işte bu nitelikte birlikler ve bu tiynet­ te generallerle zaferi elde edebildi. Başkaldıran halkların arasına diplomatik yoldan da ayrışık­ lıklar sokuluyordu. Örneğin, M.Ö. 90 yılında Senato, kendisine bağlı kalan ve başkaldırıya katılmamış tüm İtalyanlara yurttaş­ lık hakkı bahşettiğini ilan etti; arkadan bir başka kanun, iki ay içinde silahları bırakacak olan tüm başkaldıranlara da bu hakkı veriyordu. "Bağlaşıklar" içinde uzlaşmaya en yatkın olanlar da yüksek ve varlıklı sınıfların temsilcileriydi; zengin tacirlerin oturduğu büyük kentler zaten kavganın dışında kalmışlardı, hatta hareketin ezilmesi için Romalılara yardım bile ediyorlardı. Bütün bunlar sonucunu verdi: Birkaç istisnayla, İtalyanlar M.Ö. 88 yılında silahlarını bıraktılar ve Roma' ya baş eğdiler. Sosyal Savaş yine de büyük ölçüde değiştirdi İtalya'yı. Eski Roma-İtalya federasyonu birleşik bir devlete dönüştü. Bu devlette hemen tüm özgür insanlar birbirlerine eşittiler; en

-±20

azından özel hukuk açısından böyleydi bu. Bütün İtalyan kent­ leri, Roma'yı örnek tutarak belediye kurma hakkını kazandılar ve Roma da hepsinin başkenti oldu. Ayrıca, birbiriyle çatışan partilerin safları da -büyük ölçüde- genişledi: İtalyan kentleri­ nin soyluları, optimasların ve equiteslerin saflarını genişlettiler; bağlaşık sitelerdeki aşağı tabakaların temsilcileri de Roma pleb­ lerinin saflarını kabartıp güçlendirdiler.

İlk askeri hükümet darbesi İtalya' ya barışın gelmesi, Mithradates' e karşı daha etkili bir savaş sürdürmek, giderek Doğu eyaletlerindeki başkaldırıları bastırmak olanağını verdi Roma'ya: Büyük bir "Doğu Ordusu" hazırlandı ve başına da Sylla geçirildi. Ne var ki, Doğu sorunu, Romalı olsun İtalyan olsun, özel­ likle tacir ve tefeci çevreleri hareketlendiriyordu; bu çevrelerin Doğu' da, başta da Asya eyaletinde bir yığın girişimleri vardı çünkü. Sylla'yı değil, Marius'u tutuyorlardı. Doğu ordusunun kumandanlığının ona verilmesini istiyorlardı. Yeni İtalyan yurt­ taşlarının orta katları ile aşağı tabakalarının da isteği buydu. Ayrıca, Sosyal Savaş'ın yıkıp çökerttiği yığınla İtalyan, kendi­ lerine zengin bir ganimet kapısı açacak olan bu sefere katılmak istiyorlardı. Doğu savaşı, Forum' daki parti mücadelelerini de canlan­ dırdı. Bu mücadelelerde Demokrat Parti, eski "bağlaşıklar" a yurttaşlık hakkı verilmesiyle hatırı sayılır derecede büyümüş ve güçlenmişti. Ne var ki, bu yeni yurttaşların siyasal haklarındaki bazı kısıtlamalar, demokratik öğelerin üstün bir duruma gelme­ sini engelliyordu. Tam eşitlik temel sorun olup çıktı o tarihten başlayarak. Genç ve cesur bir demokrat, aynı zamanda Marius'un yandaş­ larından halk temsilcisi Publius Sulpicius Rufus M.Ö. 88 yılında bir kanun tasarısı sundu bu amaçla. Tasarı pek geniş kapsamlı bir ana­ yasa reformu da içeriyordu: Halk Meclisi'nin bütün niteliğini değiş­ tiriyor, Romalı meclis İtalyan olduktan başka, İtalyan öğe üstün bir duruma da geliyordu mecliste. Bu önlem, Roma' da, bütün partilerde büyük bir kaynaşmaya yol açtı doğallıkla. Yine taşlar, sopalar karıştı işin içine. Her şeye karşın tasarı onaylandı mecliste. Yeni bir içeriğe kavuşan Halk Meclisi, hemen arkasından, Sylla' dan Doğu ordusunun

421

komutanlığım aldı ve Marius' a verdi. Eski başkaldıranların arzusuna uygun olarak da yeni birlikler alınacakh orduya.

Ne var ki, demokrasinin düşmanları, içinde bulundukları önemli anın tam bilincinde olduklarından, iktidarlarının tasfi­ yesini önlemek için her şeyi yapmaya hazırdılar. İki aristokrat konsül, Sylla ile Quintus Pompeus Rufus, Halk Meclisi'nin kara­ rını tanımadılar ve Roma'dan kaçhlar. Sylla, Roma dışındaki askerlerini yeni rejime karşı ayaklandırdı ve kente saldırdı. Halk, demokratları tutuyordu; Marius da kölelere özgürlük vaat etti. Başkaldıran ordu, Roma' da korkunç bir direnişle karşılaşh böylece. Ancak, büyük güçlüklerle de olsa direniş kırıldı: Sulpicius öldürüldü; Marius ve Demokrat Parti'nin birkaç şefi canlarını kurtarabildiler ve Roma, Sylla'nın ve askerlerinin eline geçti (M.Ö. 88). Ne anlama geliyordu bu zafer? İki anlamı vardı. Önce, yeni ordu, sivil hükümet üzerinde bir zafer kazanmıştı: Ordu, Roma devletinin yalnızca savunucusu değil, sahibi olduğunu da göstermişti; ve iradesi, Halk Mecli­ si' nin, Senato'nun ve öteki normal hükümet organlarının irade­ sinden çok daha ağır basıyordu. İkinci olarak, tam bir gericiliğin zaferi idi bu zafer. Nitekim Sylla, aldığı ilk önlemlerle, halk iradesinin ortaya çıkışında aracılık yapan tüm demokratik organlan yıkıp par­ çaladı. Kenti alışının ertesinde, dehşetten hala titreyen yurt­ taşları bir "Halk Meclisi"nde topladı ve o meclis de yenenlerin doğrudan baskısı altında, halkı her türlü siyasal ağırlıktan ve iktidardan yoksun kılan yeni bir anayasa kabul etti. Sulpici­ us' un kanunları kaldırılarak, bağlaşıklar yeniden ikinci sınıf yurttaş durumuna itildiler. En demokratik kuruluş olan Comi­ ces Tributes yasaklandı; servet esasına göre kurulmuş olan ve zenginlerin egemen olduğu Comices Centuriates kaldı yalnız. Halk temsilcilerinin elinden, başlıca silahları olan veto hakkı alındığından, hemen hemen hiçe indi halk temsilciliğinin öne­ mi. Sylla'nın en kudurgan yandaşlarıyla bir hamlede dolduru­ lan Senato, en üst hükümet organı olarak ilan edildi. Ne türlü önlem alınırsa alınsın, zaten iğdiş edilmiş olan Halk Meclisi'ne sorulmadan önce, Sylla'nın uşağı olan bu Senato' da tartışılıp onaylanacaktı. ill

Özetle, Roma' da siyasal yaşam dört yüzyıl geriye götürül­ müş oluyordu böylece ve İtalyanların da katılmasıyla, Roma devletini yeni bir temel üzerinde yeniden örgütleyerek, demok­ rasiye daha başka bir kapsam veren ilk girişim de korkunç bir yenilgiye uğramış bulunuyordu.

Cinna 'nın hükümeti Bununla beraber, aristokratik tepkinin bu ilk zaferi geçici oldu. Sylla ve ordusu, başkaldırının gitgide genişlediği Doğu'ya doğru yola çıktı. Roma halkı Sylla' dan ve rejiminden tiksiniyor­ du: M.Ö. 87 yılındaki seçimlerde onun konsül adayları reddedildi ve yerlerine ona karşıt iki kişi seçildi: Sneius Octavius ve Lucius Comelius Cinna. Cinna, açıktan açığa Marius'un ve Sulpicius'un yandaşıydı. Hemen arkadan, Sylla'ya karşı bir dava açmak ve Sulpici­ us'un kanunlarım yeniden yürürlüğe koymak için bir girişim oldu. Onu, Sylla' cıların ve suç ortaklarının başım çektikleri kor­ kunç bir kıyım izledi. On bine yakın insan ölmüştü. Demokrat konsül Cinna, altı halk temsilcisiyle beraber Roma'yı terk etti ve Sylla'mn yandaşlarına karşı savaşmak üzere bir ordu topladı. Bağlaşıkların kentleri para yardımı yapıyorlardı ona; ölümden yakasını sıyırabilmiş bütün demokrat şefler de gelip katıldılar kendisine. Sığındığı Afrika' dan dönen Marius da bir ikinci ordu kuruyordu. Kırların ve kentlerin aşağı tabakalarının kitleler halinde katılmasıyla, dönemin demokratik programı gerçekten köktenci bir nitelik kazandı. Sorun, yalnız tüm İtalyanların hakça eşitli­ ği sorunu değildi; bir seri sosyal reform da gündeme alınmaya hazırdı. Demokrat şefler, köleliği sınıf olarak tasfiye etme niyetini taşımasalar da taktik nedenlerle, kendileriyle ortak hareket eden yığınla kölenin azat edilmesine kadar yaymışlardı programlarım. Marius, "kışlalar dolusu tarım kölesi" ni silahlandırırken, Cinna da daha önce yaptığı gibi, köleleri yardıma çağırıyordu. Senato, bunu bahane edip Cinna'yı konsüllük görevinden azletti. Cinna ile Marius'un birleşik ordusu Roma'yı kuşattıklarında, Cinna kendisine katılacak kölelere özgürlük vaat etti; yığınla köle katıl­ dı kendisine. Böylece köleler, siyasal yaşamda önemli ve bazı halkçıları da korkutan bir rol oynamaya başlamışlardı. 423

Sylla'nın kurduğu gerici hükümet bir iki savunma girişi­ minde bulunduysa da sonunda teslim oldu; eski anayasa yeniden kabul edildi ve demokratik bir iktidar kuruldu. Sylla'nın evi halk düşmanı ilan edilip temelinden yıkıldı ve mallarına el kondu. Kimi gerici dost ve yandaşı da öldürülerek, kelleleri Forum' da teşhir edildi. İlginç olanı şu ki, demokrat şefler, Cinna' nın asker­ lerinden, yeni azat olmuş ve eski efendilerinden öç almayı kolla­ yan kölelere karşı hoşgörülü davranmadılar. Tarihçinin söyledi­ ğine göre, "Cinna, böyle hareket etmemelerini çok kez hahrlattı onlara; sonuç elde edemeyince de bir gece bir Galyalı birliğe çevirtti onları ve tümünü boğazlattı". Eski köleci demokrasinin sınıfsal çehresini bütün çıplaklığıyla gösterir bu olay. Ne var ki, siyasal yaşamda pek cesur önlemler alındı yine de: M.Ö. 86' dan 82'ye, kesintisiz beş yıl, konsüllük, gitgide daha gözü pek demokrat şeflere kaldı. Marius'un ölümünde yerine geçip konsül olan L. Valerius Flaccus, kitlelerin isteklerinin de önünde gidip bir kanun çıkartarak tüm borç ve kiralan dörtte bire indirtip yoksulları ferahlattı. Arkadan Capua' da önemli bir koloni kurulmasına karar verildi. Halkçı şefler, açıkça toprak reformu programının gerçekleştirilmesine başlıyorlardı böylece. Yarımadanın tüm sosyal yaşamı köklü bir değişikliğe uğra­ dı. İtalyanların istemleri doğrultusunda oldu bütün bunlar; çün­ kü Roma demokrasisinin temel dayanağı onlardı arhk. İtalyan siteleri, Roma belediyeleri örneğinde yeniden örgütlendiler; seçilmiş magistratusları, senatoları ve halk meclisleri vardı. Kır­ sal kesimde de aynı şey oldu. Ve yeni bir ordu toplanarak, Vale­ rius Flaccus'un komutasında Mithradates'in üstüne yollandı.

Mithradates 'e karşı savaştan iç savaşa Ne var ki, demokrasinin düşmanları uyumuyorlardı. O sırada Yunanistan' da seferde bulunan Sylla'nın yanına göçü­ yorlardı yığınlar halinde. Ancak, Sylla ve ordusu da pek büyük güçlükler içindeydi. Yurt düşmanı ilan edildiği için Roma'dan hiçbir yardım alamadığı gibi, Flaccus' a da yalnızca Mithra­ dates'i değil, Sylla'yı da tepelemesi ve Roma'run demokratik yönetimine boyun eğdirmesi emri verilmişti. Bütün Yunanistan başkaldırmışh; Mi thrada tes' in donanması Pire' de demirlemiş ve büyük bir ordu da Trakya' dan yaklaşıyordu. Umutsuz bir görünüşü vardı Sylla'run. 424

Sonunda bağımsız hareket etmeye karar verdi. Roma yöne­ timi tanınmayacak ve Mithradates' e karşı savaş özel sorunları olacaktı. Para sağlamak için, Roma'ya bağlı kalmış Yunan böl­ gelerine keyfi vergi biçtiler; Olympos'un ve Delphoi'nin ünlü tapınakları yağmalanarak, altından ve gümüşten şaheserler eri­ tilip para basıldı ve o paralar avuç dolusu dağıtılmaya başlandı. Sylla ve yandaşları bu yolla, ganimet adına, kimin için olursa olsun savaşmaya hazır yığınla Yunan paralı askerini kendi saf­ larına çekmeyi başardılar. Sylla, başkaldırının merkezi Atina ile Pire'yi, Mithra­ dates'in ordusu gelmeden almak istiyordu. Başardı da. Açlık­ tan bitkin hale gelen Atina düştü. Tarihçi diyor ki, "korkunç ve merhamet tanımayan bir kıyım başladı. . . ne kadınlar kur­ tulabildi bundan ne de çocuklar; Sylla, kılıcın ucuna kim gelir­ se gelsin herkesi öldürmeyi emretmişti" . Pire de aynı akıbete uğradı. Sonra, düzenli iki savaşta Mithradates'in iki ordusunu yendi ve tüm Yunanistan'ı Mithradates'in güçlerinden temizle­ di. Arkadan Trakya yoluyla Asya'ya geçti, hayli zayıflamış olan Mithradates' e ezici bir darbe vurmak istiyordu. Ne var ki, Sylla'yı ve gerici dostlarını Mithradates değil, ondan da çok Roma demokrasisinin Anadolu' daki ordusunun başarılan ve Roma' daki durum ilgilendiriyordu. Serbest kalabil­ mek için Sylla bir barış antlaşması yaptı Mithradates'le (M.Ö. 85): Mithradates küçük bir tazminat ödeyecekti; krallığını koruyordu, ancak "Roma halkının dostu ve bağlaşığı" olarak kalacaktı. Roma için bir yerde haysiyet kırıcı olan bu antlaşmayı yap­ tıktan sonra Sylla, Roma'nın Asya ordusunun üzerine yürüdü. Bergama dolaylarında çevirdi onu. Uzun bir süreden beri anlaş­ mazlık içinde olan askerler Sylla'ya karşı savaşmayı reddettiler ve onun safına geçtiler. Roma demokratik yönetimi, Asya eyaletini yeniden yitirmişti. Doğu' daki işlerini böylece bitirdikten sonra Sylla, Roma' ya çevirdi yüzünü. İtalya'ya ayak bastığı haberi üzerine bütün İtalya, demokratik Roma hükümetinin çevresinde birleşti ve savunma için büyük bir ordu kuruldu. İç savaş başlamıştı. Sylla ancak bir buçuk yılda kırabildi bu direnişi. M.Ö. 83 yılından 82 yılına değin süren bu korkunç iç savaşta Sylla'nın zafere ulaşması birçok koşulun ondan yana bir araya gel-

425

mesiyle açıklanabilir: Roma'mn büyük aileleri, giderlerini kendileri ödeyerek, büyük asker yardımı yaphlar; aristokratik gençlik coşkular içinde gelip kahldı saflarına; yüksek sınıfların yardımıyla Sylla'mn hazinesi, uzun karışıklık yıllarının zaten tükettiği demokratik hükü­ metin hazinesiyle karşılaşhrılamayacak derecede zenginleşti. Sylla da bu olanaklardan, demokratik orduyu bölüp parçalamak için bol bol ve ustaca yararlandı. Askeri harekat da demokratlar için felaketlerle dolu geçti.

Korkunç iç savaşın bitiminde, demokratik hükümetin yeri­ ni bir terör rejimi aldı. Kalem aciz kalır o vahşeti anlatmakta . . . Demokratlara karşı yöneltilen bitip tükenmez sürgünlerin, kitle halinde kıyımların, tüm mallara ve topraklara el koyup kendi askerlerine ve gericilere peşkeş çekmenin yanı sıra Sylla, İtalya'nın bütün demokratik kurumlarını sistemli bir biçim­ de yok ederek tamamladı eserini: M.Ö. 82 yılında kabul ettiği yeni bir anayasayla yaph bunu; M.Ö. 88 yılındaki anayasadan çok daha gerici olan 82 anayasası, her tür demokratik girişimi yasaklıyordu. Şer ortaklarından birinin önayak olmasıyla Sylla, sınırsız yetkilerle diktatör ilan edildi: Kanunları istediği gibi değiştirebilecekti; her Romalı yurttaş hakkında yaşam ve ölüm hakkına sahipti; mallara istediği gibi el koyabilecek ve kullana­ bilecekti; bağlaşık krallara taç vermekte ve taçlarını almakta ser­ bestti. Forum' da da altından atlı bir heykelini diktiler bu rezilin. Kaidesinde de şu yazıyordu: "Cornelius Sylla, Felix İmperator." "Comelius Sylla, Mutlu İmparator" demek. Ne pahasına kazanılmış bir mutluluk ama? Sylla ve yandaşları, demokrasinin özellikle temel fetihleri­ ni oluşturan kurumlardan nefret ediyorlardı: Comices Tributes yeniden kaldırıldı ortadan; halk temsilciliğinin silahları bir kez daha alındı ellerinden ve bu görevin saygınlığını kırmak için halk temsilcisi olacak kimselerin bir başka magistratusluğa seçi­ lemeyeceği kararlaşhrıldı; yargıçlık görevi equiteslerden alınıp Senato'ya verildi; buğday gibi, toprak gibi halka yapılan her türlü dağıtım son buldu. Bütün bu önlemler, Roma ve İtalya' daki demokratik hare­ kete öylesine korkunç bir darbe vurdu ki, bir daha kendine gele­ mezdi. Roma devleti, yeni bir yoldaydı arhk ve bu yol askeri ve köleci bir diktatörlüğe götürüyordu onu.

426

BÖLÜM VI CUMHURİYETİN BUNALIMI VE ÇÖKÜŞÜ

Roma' da cumhuriyet rejiminin bunalımını, giderek çökü­ şünü hazırlayan nedenlerin tohumları çok önceden atılmıştı. Ancak, Sylla rejimiyledir ki bunalım açıkça başlar. Kendi yıkı­ lışını hazırlayan bu koşullarda, köleci rejim, kölelerin yeni ve korkunç bir başkaldırmasıyla beraber Roma' da demokratik harekette de yeni bir canlanış görülür; ancak, sonucu olmaz bunların. Her biri Cumhuriyetin kuyusunu daha da kazan dik­ tatörlükler görülür arka arkaya. Monarşiye doğru gitmektedir Roma. BUNALIM YILLARI

İktidardaki oligarşi Sylla'yı ülküleştiren tarihçiler vardır; "Cumhuriyeti, dema­ gojik bağnazlığın elinden o kurtarmışhr," derler. Eleştiri diye de Roma' da monarşiyi yerleştirecek "fırsah kaçırdığını", kimse zorlamadığı halde o koca iktidardan isteğiyle vazgeçtiği eleşti­ risini yöneltirler sadece. Gerçekten, herkesin önünde tir tir titrediği, giderek kendi­ ni tam bir güvenlik içinde duyduğu bir sırada, M.Ö. 79 yılında diktatörlükten çekildi. Ne var ki, biçimde kalan bir çekilişti bu; uygulamada son söz onundu yine. Roma dışındaki görkemli evinde, "zevk ve sefa içinde geçiriyordu günlerini" . Kanunları kaleme alıyor, yöneticileri huzuruna çağırhyor ve hoşlanmadık­ larını uşaklarına öldürtüyordu. M.Ö. 78 yılında öldüğünde, hükümdarlara yapılan bir törenle gömüldü. Sylla öldükten sonra, Roma'ya dayatmış olduğu oligar­ şik gerici rejim, başı kopmuş bir halde, tam bir istikrarsızlık ve güçsüzlük içine yuvarlandı. Böyle bir ortamda parsayı, her çeşidinden işadamları ve spekülatörler topladı; nice kanunsuz­ luk, şiddet ve yıkılışlarla dolu bir dönemde, M.Ö. 80-70 yılları 427

boyunca, utanılacak biçimde, rezilce, kepazece zenginleştiler. Her çeşit vergi, ceza, yükümlülük altında inleyen Doğu eya­ letlerinde büyük bir etkinlik alanı açılmıştı önlerinde. Roma yaşamını geçmişin boğucu çerçevesi içine sokmak isteyen, per­ de arkasındaki daha da aşırı gericilerden farklı olarak bunlar hareketli ve savaşçı, giderek kendi iktisadi hedeflerine daha uygun bir başka hükümetin düşünü görüyorlardı. Aç gözlerle Mısır' a, Suriye' ye, Fırat bölgesine ve daha da ötelere; Erme­ nistan' a, masalsı Hint ve Çin diyarına çevirmişlerdi yüzlerini. Mithradates' e karşı kendilerine Doğu yolunu açacak yeni bir seferin özlemi içindeydiler. Bu bakımdan, Sylla'nın en yakın arkadaşlarından çoğuyla, diktatörün, saçlarına kadar gerici insanlarla sıkı ilişkisini sağlı­ ğındayken hoş karşılamayan bu kişilerle uzlaşıyordu görüşleri. Sylla'nın, askeri başarılarından ötürü "Büyük" sıfatı verilen yardımcısı Cneius Pompeius ile, "Zengin" adını almış rakibi Licinius Crassus bu kişiler arasındaydı. Her ikisi de büyük top­ rakların sahibi, alabildiğine zengin ve daha da zenginleşmek isteyen açgözlülerdi. Pompeius, Crassus ve bir de Aemilius Lepidus, mültezimler ve equitesler ile aynı görüşte, var olan hükümet sistemini top­ yekfin mahkum etmekte birleştiler sonunda. Ancak, Sylla'run rejiminden hoşnut olmayanların asıl umudu İspanya' daydı. Orada, Roma demokrasisinin bir mirası kaldığı gibi, bu miras İspanya'nın ulusal kurtuluş hareketiyle de birleştirilmişti. Ken­ di senatoları, praetorları, quaestorları, Halk Partisi'nin Romalı subaylarının eğittiği orduları vardı. Bu demokratik devletin şefi, Cinna'nın en yakın silah arkadaşlarından biriydi: Quintus Sertorius' tu adı. Yetenekli ve yiğit bir komutan, büyük bir örgütleyici olan Sertorius, Cinna zamanında İspanya'ya yöne­ tici seçilmiş ve davranışlarıyla da eyalet halkına sevdirmişti kendisini: Vergileri indirmiş, halkın askeri birlikleri konaklama yükümlülüğünü kaldırmış, İspanyalı çocuklar için okullar bile açmıştı. Bütün İspanya ayağa kalkmış, kendiliğinden ve gönülden tutuyordu Sertorius'u. Roma'da bile, Hannibal örneği, İtalya üzerine yürümesini bekleyenler vardı. Roma hükümeti tam sekiz yıl (M.Ö. 79-71 ) azgın bir mücadele yürüttü ona karşı; Metellus-Pompeius gibi en yetenekli generallerini gönderdi, başa çıkamadı. Sonunda yine Pompeius, çevresine sızmış bir 428

haine öldürttü onu ve İspanya başkaldırısını ezdi. İlginçtir, Pompeius, Sertorius'la Roma'mn ileri gelen yığınla kişisi arasın­ daki ilişkilerin kanıtlarım ortadan kaldırmak için tutup Sertori­ us'un arşivini de yaktırdı. Oligarşik hükümetin güçsüzlüğü o noktaya varmıştı ki, tüm İspanya savaşı özel kişilerin yardımıyla yürütüldü. O sıra­ da patlak veren Doğu Savaşı'nda Mithradates'e karşı sefer de özel bir girişim niteliğine büründü. Gerçekten, vaktiyle Sylla'yla yaptığı antlaşmanın geçici bir nitelik taşıdığına hükmeden Pontus Kralı, Romalılara karşı kesin darbeyi vurmaya hazırlanıyordu. Transkafkas'tan Tuna'ya kadar herkesi arkasına almıştı. Savaşı tutuşturmak için bir bahane gerekiyordu. Onu da Bithynia Kralı Nikomedes verdi: Romalı mültezimlere gırtlağı­ na kadar borca batmış Nikomedes, ölürken ülkesini Romalılara vasiyet etti; onlar da hazırlanıyorlardı buna zaten. Mithradates daha önce davrandı ve Bithynia'yı ele geçirdi (M.Ö. 74). Ken­ dilerini Romalı tefeci ve spekülatörlerin dayanılmaz boyundu­ ruğundan kurtaracağı umuduyla, tüm Bithynia halkı sevinçle karşıladı Mithradates'i. Öte yandan Tuna bölgesindeki Trakyalı halklar Makedonya'yı işgal ettiler. Ege Denizi de Mithradates'in açıkça anlaştığı korsanlarla doldu. Durum, on beş yıl önceki felaketli durumu hatırlatıyordu Romalılar için. M.Ö. 74 yılında Roma hükümeti, Mithradates'e karşı iki konsülü, M. Aurelius Cotta ile L. Licinius Lucullus'u yolladı. Her birine birer tümen verebilmişti sadece. Cotta çabucak yenildi. Ancak, Sylla'nın vaktiyle sağ kolu olan Lucullus, savaşı ustasının yöntemleriyle yürüttü: Birliklerini bulun­ duğu ülkelerden toplayarak ve kaynaklarını da gene o ülkelerden sağlayarak Mithradates'i Doğu'ya doğru çekilmek zorunda bırakh. Donanmayı da olduğu yerden sağlayıp arkasına düştü ve Küçük Asya kıyıları boyunca yelken açıp bütün Bithynia kentlerini, sonra da Pontus'u ele geçirdi ve yağmaladı tümünü. Müstahkem yerle­ rin komutanları Lucullus'un safına geçmeye başladılar birer birer.

Mithradates'in öz oğlu Bosporos yöneticisi Makares bile babasına iha­ net ederek, Lucullus' a bir alhn taç yolladı. Herakleia ile Sinop uzun süre direndilerse de onlar da düştü sonunda.

429

Lucullus'un seferi sonunda Karadeniz bölgesi, Roma'nın yörüngesine giriyordu ilk kez. Bütün bu bölgedeki kentler ağır vergilere bağlandı. Sylla' cı yöneticilerin ve çevresindekilerin şiddeti ve yağması her eyalete yayılmışh. Sylla'nın Roma'ya miras bıraktığı gerici rejim, iliğine varıncaya değin sömürüyor­ du imparatorluğu ve en hayasız sosyal güçlerin değirmenine su taşıyordu.

Spartacus 'ün başkaldırısı Kendi yıkılışını hazırlayan bu koşullarda köleci rejim, köle­ lerin yeni ve korkunç bir başkaldırısıyla da sarsıldı. Spartacus yönetiyordu bu başkaldırıyı ve bu kez bütün İtalya'yı içine alı­ yordu hareket. Genel olarak öteki köle başkaldırılarında olduğu gibi, Spartacus'ün başkaldırısı da bir tertiple başladı. Ne var ki, bu kez gladyatörler, yani silah kullanmasını bilen kişilerdi tertibi hazırlayanlar. Kaçıp Vezüv'ün erişilmez yerlerine sığındılar. Spartacus, Trakya kökenliydi. Daha önce orduda -belki de- Mithradates'in birliklerinde savaş­ mış, sonra esir düşüp köle olarak sahlmışh. Tarihçinin dediğine bakı­ lırsa, "bedensel gücü ve olağanüstü cesaretine, ihtiyatlılık ve yumu­ şaklık da eklenmişti" ve "bir barbar olmaktan çok bir Yunanlı den­ meye layıkh" . Yanındaki öteki iki şef, Oenomaus ile Crixus da Küçük Asya' da savaşçı Galatlardan geliyorlardı ve Sylla'ya karşı mücadele­ sinde Mithradates'in ordusunda savaşmış kişilerdi onlar da.

Aynı kumaştan birçok insan bu ihtilalci gruba kahlmakta gecikmedi ve Spartacus'ün çevresinde yedi bin insandan oluşan bir birlik çıkh ortaya. Aralarında kadınlar da vardı. Hareket karşısında özgür halkın tutumu da önemliydi. Sylla olsun, Sylla'ya karşı savaşanlar olsun, kölelerden oluşan birlik­ leri de almışlardı saflarına; böylece, kölelerle aşağı sınıfın özgür insanlarını vaktiyle ayıran uçurum hayli daralmışh son yıllarda. Tarihçilerin söylediklerine bakılırsa, özgür durumdaki köylüler de kahlıyordu Spartacus' e ve hareketi tepelemek için kullanılan yerel milisler, başkaldıranlara karşı savaşmayı reddediyorlardı. Böylece, hareket kısa sürede pek büyük bir genişlik kazandı ve Spartacus, hasımlarına hayli sert darbeler indirebildi. 430

Ayrıntılara girmeyelim. Sylla' cı hükümetin güçsüzlüğünden ve savsaklamaların­ dan da yararlanarak Spartacus, M.Ö. 73 yılını büyük bir hazır­ lık yaparak geçirdi. Silahlanmanın yanı sıra disipline de önem veriyordu. Ganimet eşit olarak dağıtılıyordu aralarında; altın ve gümüş kullanmaksa yasaklanmıştı. Kullandığı yöntem "inan­ dırma" ydı daha çok. Kölelerin zaman zaman kanlı aşırılıklarına karşı çıkıyordu. "Ülkeyi kendi ülkeniz gibi görüp gözeteceksi­ niz," diyen Athenion'un geleneğini sürdürüyordu. Ne var ki, bu konuda olsun, harekatın yönetim biçiminde olsun, şefler arasında uzlaşmazlıklar görülüyordu. Öyle ki, yağmayı doğal gören Crixus ve soydaşları Spartacus' ten ayrıldılar ve gidip baş­ ka yerde karargah kurdular. Ama çok geçmedi, Romalılarca sarıldılar ve yok edildiler. Spartacus öylesine güçlenmişti ki, Roma, üzerine bütün askeri güçlerini sevk etmek zorunda kaldı. M.Ö. 72 yılında kendisini çevirmeye gelen iki konsülün ordusu ağır bir yenilgi­ ye uğradı. Fazla olarak, daha şimdiden yüz bin kişiye ulaşmış ve Romalılardan alınmış silahlarla iyice donanmış ordusunun başında, köle hareketinin tarihinde ilk kez olmak üzere, saldırı­ ya geçti. Güneyden kuzeye yöneldi ve Po yakınlarına geldi; ora­ da önünü kesmek isteyen bir Roma ordusunu bozguna uğrattı. Sonra yeniden güneye döndü. Niçin öyle yaptı? Belki Alpler'i aşıp gidecekti ve herkes kendi ülkesine kavu­ şacaktı böylece. Gözüne kestirememiş de olabilir bunu. Ama akla en yakın olasılık şu olsa gerek: Kazandığı askeri başarı­ lardan cesaret bularak, Roma üzerine yürüme planını kurdu. Ne var ki uygulamadı bu planı, güneye doğru çekildi. Yolda Picenum Savaşı'nda Romalıları bir kez daha bozguna uğrattı. Sicilya' ya geçme umuduyla daha güneye çekildi; Sicilya' da­ ki köleleri de ayaklandırmak istiyordu, gerçekleştiremedi. O sırada Trakya' dan ve İspanya' dan çağrılan Roma orduları da geliyordu. Saflarından yeniden ayrılmalar oldu Spartacus'ün. Romalılar onları da yok ettiler. Kendisiyle Crassus arasındaki savaş ise, Lucania'nın kuzeyinde bir yerde oldu bir gün. Tarihçi öyle anlatıyor: Savaş başlamadan önce atını getirir­ ler. Spartacus kılıcını çeker ve atı öldürür: "Zaferi kazanırsam, der, düşmanlarımdan çok at bulacağım; kaybedersem, zaten gerek kalmayacak." Ve elinde kılıcı kalkanı, düşman saflarına 431

dalar. Savaş uzun ve korkunç olur. Bir ara bir okla kalçasından yaralanır, dizüstü düşer, ama doğrulur; üzerine çullanan yığın­ la insana yaşamını pek pahalıya ödeterek ölür. Şefleri öldükten sonra ordu çözülür, kalanı dağlara sığınır. Crassus yakalaya­ bildiği altı bin köleyi, Roma'ya giden yolda çarmıha gerdirir. Kuzeye doğru çekilme fırsatını bulanları ise Pompeius yok eder; "köklerini kazıdım" diye övünecektir sonra. Kölelerin hareketi bir kez daha ezilmişti. Ne var ki, Spartacus' ün silahlara yenilen davası, manevi planda zaferini kazanmıştı. Yalnızca bir efsane kahramanı olmakla kalmadı; köleci bir temel üzerine kurulu toplumda, egemen sınıflar için korkutucu bir simge olup çıktı. Köleci toplumun tarihçilerinin bile adından saygı duyarak bahsedişleri şunu gösteriyor bize: O yıllar toplumda var olan köleleri sömürme yöntemleri artık kabul edilmez bir durumdaydı ve tehlikeliydi. Bu yazarlar, köleci toplumdaki yeni kuşakların düşünsel tavrını da ortaya koyuyorlar yazdıklarıyla. Belli ki, köle emeğinin verimli olma­ dığı, emekçileri, özgürlüğü parayla satın alma, kolonluk gibi başka sömürme biçimlerine geçmenin doğru olacağı düşünül­ meye başlanmaktadır yavaş yavaş. Spartacus hareketinin tarihsel önemi buradadır. Nitekim o yıllardan başlayarak, başka ama daha ileri iktisa­ di ve sosyal ilişkilere doğru geçiş hızlandı.

Roma 'da halkçıların son girişimi: °Catilina tertibi " Kölelerin başkaldırısıyla beraber Roma' da demokratik harekette de yeni bir canlanış, giderek kızışma görüyoruz. Eleştiriler başlamıştır. M.Ö. 77 yılından başlayarak, Marius'un eşinin yeğeni, Cinna'nın da damadı, genç Caius Iulius Caesar, geleceğin ünlü Caesar'ı, kendisini Demokrat Parti'nin şeflerin­ den biri olarak gördüğünden, Sylla'nın çevresini çekinmeden itham etmektedir; M.Ö. 73 yılında daha da gözü pek bir halk temsilcisi, aynı zamanda tarihçi C. Licinius Macer, zenginlerin davası için savaşmamaya, askerlik hizmetini reddetmeye teşvik etmektedir halkı; son olarak, M.Ö. 71 yılında -o yıllar demok­ rasiye bağlı- Cicero, Sicilya yöneticisinin yolsuzluklarını diline dolamıştır. Öylesine ki, bu yolda yazdıkları, rezilliği ayyuka çıkmış bir rejimi topyekun mahkum etmeye varır ve öldürücü bir darbe indirir ona. 432

M.Ö. 70 yılında Sylla'nın adamları, Pompeius ve Crassus açıkça demokrasi saflarına geçerler. Spartacus'le Sertorius' a karşı kazandıkları zaferden sonra, ordularıyla Roma'nın kapı­ larına dayanıp her biri kendi çıkarına hükümet darbesi yap­ mak ister. Halkı kazanmak için Sylla'nın yıkhğı rejimi yeniden kuracakları vaadinde bulunurlar. Demokrasinin şefleri ise her iki general arasındaki rekabetten büyük bir sonuç elde etmeyi başarırlar: Bir iç savaşı önlemek amacıyla iki generali uzlaştı­ rırlar ve her ikisine birden konsüllük verirken, Sylla'nın yıktığı kanunları yeniden getirtirler. Böylece, M.Ö. 70 yılında Sylla'nın anayasası tümüyle kaldırılmışh ortadan ve yerine Marius ve Cinna zamanındaki Cumhuriyet rejimi getirilmiş bulunuyordu. Onu izleyen yıllarda Demokrat Parti, son başarısızlığının bilincinde olarak, daha örgütlü hareket etmeye başladı ve prog­ ramını genişletti. Meslek kuruluşları (collegia) ve halk dernekleri harekete katıl­ dılar. Bu gruplar çok eskiden beri vardı Roma' da, şimdi ise gerçek birer halk kulübü haline gelmişler ve "Halk Partisi"nin bir çeşit taban kuruluşu olmuşlardı. Yurttaşlık hakkı yine İtalya'nın tümüne yayıl­ dı. Gracchuslar ailesinden Sempronia gibi ileri düşüncede kadınlar, Caesar ve öteki demokratlar harekete katılıyorlardı. Açık ve gizli top­ lantılarda konuşulanlar şuydu: Borçları silmek, eskiden olduğu gibi toprağı kullanana verecek yeni ve adil bir "toprak kanunu" yapmak! O sıralar Roma'ya eğitime gelen yığınla hatip, Stoacı ve Epikurosçu filozofun beraberlerinde getirdikleri, Yunan sosyal öğretilerinin de kamuoyu üzerindeki etkisini hesaba katmalı.

Yine de zayıf yanları vardı halkçı hareketin: Kendi gücüne az güveniyor, selameti bir kurtarıcıdan, deyim yerindeyse, bir "karşıt Sylla" dan bekliyordu. Belki bu yüzdendir ki, Marius' a gereğinden fazla önem ve yer verildi. Demokrat Parti'nin ılımlı kanadına kesinlikle gelip girmiş olan Pompeius, bir "Yeni Marius" olmanın özlemi içindeydi. Caesar henüz pek genç olduğundan, böyle bir rolü oynaya­ bilecek daha yetenekli kimse de bulunmadığı için Halk Parti­ si'nin öteki şefleri onu tuttular. M.Ö. 67 yılında Roma'yı kırıp geçiren açlık, Akdeniz' deki korsanlardan biliniyordu. Onları temizlemek amacıyla Halk Meclisi, "denizlerin diktatörü" ilan edip tüm Akdeniz kıyılarının komutanlığını ona verdi; emrine 433

de işitilmemiş olanakları. Pompeius, umulmadık bir hızla işini bitirdi; M.Ö. 65 yılında da daha önemli bir göreve ve sınırsız yetkilerle atandı: Mithradates' e karşı Doğu komutanlığıydı bu. Pompeius, Pontus'u ele geçirdi ve Mithradates'i kaçmak zorun­ da bıraktı. Roma'nın bu amansız düşmanı da sonunda canına kıydı (M.Ö. 63). Mithradates'in bağlaşığı Ermeniler Roma'ya bağlılığı kabul ettiler. Azerbaycan ve Gürcistan' a yapılan sefer, biçimsel bir bağlılığı tanıthrabildi ora halklarına. Karadeniz'in güney kıyılarında iki yeni eyalet oluştu: Bithynia ve Pontus. Suriye de bir Roma eyaleti haline getirildi. Galatia' da, Kapadok­ ya' da ve Yahuda' da Roma' ya açıktan açığa bağlı yeni krallar başa geçirildi. Roma'nın Fırat ve Mısır sınırlarına kadar gidip dayanan büyük toprak kazanımları oldu böylece; ele geçirilen ganimet de büyüktü. Ne var ki, böylesine sınırsız yetkilerle donanmı ş şef­ lerle Roma demokrasisi gelecekteki efendisini de hazırlıyordu. Ancak, o efendi geldiğinde, demokrasi de gidecekti. Pompeius'un rakibi bir başka tutumun içine girdi. Mısır'ın fethini düşledi belli bir süre. Tek bir imparatoru yeter gören­ ler iltifat etmediler pek. Üstü kapalı yollara daldı o da. Tutup Caesar' a ve Demokrat Parti' nin sol kanadının öteki şeflerine yanaştı ve Pompeius'un yokluğunda otoritesini ve halk nezdin­ deki ününü aşındırıp tüketmek için, sınırsız servetiyle, içerde köktenci önlemler lehine kampanyayı desteklemeye koyuldu. Açıktır ki, onun desteğiyle Demokrat Parti M.Ö. 66 seçimle­ rinde büyük bir zafer kazandı: Partinin iki adayı konsül seçildi; Crassus censor oldu, Caesar da aedilis. Ne var ki Senato, demok­ ratların hükümette egemen duruma gelmelerinden korkarak, iğ­ renç manevralarla, seçmenleri satın aldıkları suçlamasıyla tutup iki konsülün seçimini geçersiz saydı ve yerlerine kendi tuttuğu iki kişiyi seçtirdi. Buna bakıp Demokrat Parti' nin şefleri ( Caesar, C. Calpurnius Piso ve L. Sergius Catilina) Crassus'un evinde top­ landilar. O toplantıda, bir hükümet darbesi tasarısı üzerinde tar­ tışmaya kadar gidildi: Bu oyunu çeviren senatörler ve seçtirdiği iki kişi öldürülecek, arkasından da Crassus ve Caesar -belli bir süre- diktatör ilan edilecek; düzen sağlandıktan sonra da iktidar, Senato'nun bertaraf ettiği demokrat konsüllere bırakılacaktı. Crassus'un önayak olduğu tertip gerçekleşmedi. Nedenini bilmiyoruz. Ancak, olay kulaktan kulağa yayıldı. Crassus' a bir şey yapılamazdı gerçi, ancak, Calpurnius Piso İspanya'ya sürüldü. 434

Bütün bunlar, demokrasinin köktenci öğelerinin etkinlikle­ rindeki canlanışı gösteriyor bize; cesur girişimlere hazırdı onlar. Nitekim, M.Ö. 64 yılında, genç halk temsilcisi Servilius Rullus, Halk Meclisi'ne, temsilcilerinin bütünü adına, pek geniş kap­ samlı bir toprak kanunu tasarısı sundu; latifundiaların aley­ hine küçük mülkiyeti yaygınlaştıran ve seçeceği on kişilik bir komisyona da Senato'nun elindeki birçok yetkiyi veren bir tasarıydı bu. Tasarı, büyük toprak sahipleri, mültezimler, hatta ılımlı demokratlar arasında büyük korku yarattı. Equitesler, M.Ö. 100 yılında yaptıkları gibi, halkçılarla bağlaşıklığı bozdular. M.Ö. 63 yılında konsül seçilen ve kendisine hala "demokrat konsül" diyen, ama aslında işadamlarının yanını tutan Cicero, tasarının Halk Meclisi'nde başarısızlığa uğraması için senatörlerle equites­ leri bütünleştirmeyi başardı ve tasarının sahibi Servilius Rullus' a karşı üç tumturaklı söylevde bulundu. Alay, yalan, iftira, yıldır­ ma, özetle tüm demagojik yollarla kent pleblerini de tasarının aleyhine çevirerek sahibini, tasarıyı geri almaya zorladı. Cicero'nun söylevleri o sıralar Roma demokrasisindeki iki eği­ limi sergiliyor bize: Sloganı "barış, özgürlük ve kaygılardan uzak bir yaşam" olan bir eğilim, genel olarak equiteslerin ve -Cicero'nun deyimiyle- "namuslu kişilerin" çıkarlarını temsil ediyordu; öteki­ si, yoksulların çıkarlarını savunuyor ve devletin tüm iktidarını ve bütün maddi kaynaklarının harekete geçirilmesini istiyordu. Cice­ ro'ya göre bu "sapık" bir öğretiydi ve "yalnızca iktidarın temellerini çökertmekle kalmıyor, Roma halkının huzurunu da bozuyordu"; Forum'a korku eken "yeni bir despotizm biçimi"ydi bu. "Namuslu adamlar"ın gözünde pek tehlikeli olan bu ikinci eği­ limin temsilcisi de L. Sergius Catilina idi.

Catilina, Roma toplumundan, hatta Senato çevresinden, gözde ve aynı zamanda iktisadi bunalımdan ya da Senato'nun keyfi davranışlarından acı çeken yığınla insanı toplamıştı çev­ resine. Başta gelen bir rolü olmasa bile Caesar da bu gruba bağlıydı ve grubun, eskiden olduğu gibi Crassus'la da ilişkisi sürüyordu. Ancak, dayanmak istediği kitle, kentlerin ve kırsal kesimin ihtiyaç içinde kıvranan öfkeli yığınlarıydı. Değişikliğe susamış tüm halk, Catilina'yı alkışlıyordu. 435

Cicero, Catilina'nın kişiliğinde, "tüm dünyayı kan ve ateş içine atmak isteyen" bir masalsı canavar görüyordu; dost ve yandaşlarına gelince, onlar da "sefahat içinde boğulmuş alçak hergele alayı" idi. Aslında bütün bu sövgülerin altında, hareke­ tin köktenci niteliğinin varlıklı sınıflarda doğurduğu korku ve kin yatıyordu. Catilina ise, Pompeius ve Crassus gibi, Sylla'nın çevresinden halk katına dönmüş bir kişiydi ve -doğrusu istenir­ se- geçmişi onlar kadar bozuk, özel yaşamında da onlar kadar sefihti. Şu var ki, sürgün malıyla zenginleşmemişti her şeye karşın ve yönetici oligarşiye karşı duyulan derin düşmanlığı o da duyuyordu. M.Ö. 65 yılından başlayarak Cicero da ona yaklaşmayı arar. Bilgilerimiz düşmanlarının kaynaklarından da gelmiş olsa Demokrat Parti'nin bu kanadının programı, borçların affını, yeni bir toprak kanununu ve iktidardaki oligarşinin devrilmesi­ ni içeriyordu. Aynı sorunlar yirmi yıl önce Cinna zamanında da gündemdeydi. Böyle bir programın ise, halk kitlelerini Cicero ve yandaşlarının düşüncelerinden çok daha fazla doyuracağı ve yığınlarca hoşnutlukla karşılanması doğaldı. Halk Partisi'nin bu köktenci kanadı, programını gerçek­ leştirmek amacıyla, Catilina'yı konsül seçtirmek için üç kez girişimde bulundu ve her defasında da (65, 64 ve 63 seçimleri) gerici oligarşinin ve onlarla işbirliği yapan sağ demokratların azgın direnişleri yüzünden yenildi. M.Ö. 63 yılında Catilina, kazanmak için hemen bütün şanslara sahipti: Yığınla köylü onun adaylığını desteklemek için Roma'ya akmıştı; başkentin plebleri harekete geçirilmişti; kadınlar, gençler ateşli bir kam­ panya yürütüyorlardı onun için. Demokrasinin sol kanadı, o yıl her zamankinden güçlüydü: Halkın bir başka gözdesi, Caesar, büyük rahip seçilmişti; yine aynı yıl praetor da seçildi. M.Ö. 63 yılı konsül seçiminde Senato'nun gerici takımı, Catilina'yı yenmek için tüm yollara başvurdu. Adayları Mure­ na, açıktan açığa o kadar seçmen satın aldı ki, skandala dönüş­ tü ve tutucu soylular arasında bile protesto yükseldi. O sıra konsüllük yapan Cicero ise büyük bir hayasızlıkla, üstelik de hararetle Murena'yı savundu ve Catilina ile yandaşlarına kar­ şı olmadık iftiralarda bulundu; "kiralık katiller", "kılıç elde tertipçiler" diye niteliyordu onları. Bununla da yetinmedi, Senato' dan sıkıyönetim kararı çıkarttı ve boşuna beklemekten yorgun köylüleri evlerine dönmeye zorlamak için seçimleri 436

erteletti ve aynı zamanda mesleki kuruluşlarla halk dernekle­ rini kapattırdı. Arkasından da seçmenlerin gözünü korkutmak için Campus Martius'u askerlerle kuşattı; kendisi de zırhım kuşanmış ve silahlı gençlerden oluşan bir birlikle oraya geldi; bir nutuk ath ve "Devleti bu vebadan kurtarmak isteyen herkes hemen Murena'run tarafına geçsin," dedi. O koşullarda Catilina seçilemezdi, seçilemedi nitekim. Yönetime yasal yoldan kahlmayı deneyen halkçıların arka arkaya bu üç yenilgisi, soyluların aşağılık seçim dalaverelerinin ve baskılarının bir sonucuydu. Böyle bir ortamda, öfkeli demok­ ratların kendilerine açık tek yola, yani silahlı mücadele yoluna sapmalarından daha doğal ne olabilirdi? M.Ö. 63 seçimleri skandalının hemen arkasından buna hazırlanmaya başladılar. Şu şekilde saptandı başkaldırı planı: Seçimlerin hemen arkasından yer yer başkaldırı birlikleri oluşturmaya zaten başla­ mış tarım kesimi seçmenlerinin öfkesinden yararlanarak, onlar­ dan bir ordu oluşturulacaktı ve başına da Catilina geçecekti bu ordunun; hareketin öteki şefleri Roma' da plebleri ayaklandı­ racaklardı bu orduya yardım için; Roma dışında ayrıca çoban köleler isyana itilecekti; son olarak da Cicero öldürülecekti. Aslında M.Ö. 87 yılında Cinna'mn giriştiği hükümet dar­ besinin bir tekrarıydı bu. Cicero da Catilina'yı "İkinci Cinna" diye niteliyordu zaten. Ne var ki, başka yollara başvuran, yete­ rince hazırlanmamış, Roma' da olsun eyaletlerde olsun, büs­ bütün başka koşullar içinde bulunan bir hükümet darbesiydi söz konusu olan. Cicero pek iyi örgütlü bir casus şebekesine dayanarak tertibi hemen öğrenmişti. Sıkıyönetim ilan edilmişti ve ordu Roma'mn surlarının dibinde hareketi anında bastırmak için hazır bekliyordu. Cicero, olağanüstü toplantıya çağırdığı Senato'nun önünde o ünlü "Catilina Söylevi"ni verdi; "her şeyi bildiğini" söyleyip övünüyordu. Böylece, Catilina'yı vaktinden önce Roma'yı terke zorladı. Catilina da bütün hesaplarım kur­ duğu ordu yerine, şöyle böyle silahlanmış, ancak daha şimdi­ den hükümet güçlerince çevrili bir köylü birliğiyle yetindi. Olayların yarattığı karışıklıktan yararlanarak Cicero, Forum' da dehşet verici ve inanılmaz abartmalarla dolu söy­ levleriyle halkı ürküttü: Örneğin tertipçiler Roma'yı ateşe verecekler, bütün namuslu yurttaşları boğazlayacaklar ve kenti haydut yatağına çevirecekler, diyordu. Kuşkusuz, yalan 437

söylüyordu. Arkadan, Catilina'nın kentte kalmış yandaşları­ nı tutuklattı. Ertesi günü "Catilinacılar"ı, yargılama yetkisi olmadığı halde Senato önünde sorguya çekti ve gözü önünde boğazlattı. Catilina'nın üstüne de bir birlik yollandı. Çarpış­ mada, Catilina ve üç bin kişilik birliği yok edildi. Hareketin, İtalya'nın öteki bölgelerine yayılmış ocakları ise vakit geçir­ meden söndürüldü. "Zafer" ini kutlamak için Senato bir ay sürecek şenlikler ilan etti; ne var ki, bütün bunlara karşın, halk hareketini bütünüyle ezemedi. M.Ö. 62 ve 61 yıllarında Senato'ya karşı şiddetli başkal­ dırılar görüyoruz. Senato da yeni sıkıyönetimler ilan etmekte ve hoşnutsuzlukları silah zoruyla bashrmak için başkaldıranların üstüne birlikler göndermekten ve Halk Meclisi'nde Senato'daki aşırılara karşı seslerini yükselten -praetor Caesar, halk temsilcisi Metellus Nepos gibi- yöneticileri görevlerinden almaktan başka bir şey yapamamaktadır. Cicero'nun kendisi de gözleriyle gördü ki, halk Catilina'nın anısını yaşatmakta ve ölüm yıldönümünde, son savaşını verdiği yerde anısı önünde eğilmektedir. Cicero da pek acılı bitirdi konsüllüğünü zaten. Daha "tertip­ çiler"in ölüme mahkfun edilmeleri üstüne yapılan oylama sırasın­ da, Caesar başta olmak üzere senatörlerin büyük bir bölümü karşı çıkmışh ona; özgür ve köle, büyük bir insan kitlesi, mahkfun olan­ ları cellatların elinden almak için toplanmı şh. Görevinin sonuna doğru Cicero, genel bir düşmanlıkla karşı karşıya bulunduğunu açıkça gördü. Tarihçi diyor ki, "çeşitli vesilelerle hoşnutsuzluğu­ nu gösterdikten sonra halk, konsüllüğünün son günü kendisini savunmaya kalkhğında, üzerine yürüyüp susturdu onu." CUMHURİYETİN YIKILIŞI

Birinci üçlü yönetim ve sona erişi Eyaletlerin kurtuluş hareketi, kölelerin korkunç başkaldırı­ sı, halkçıların kaynaşması Roma devletini temelinden sarsmışh. Bütün bunlar açıkça gösteriyordu ki, köleci toplumu ayakta tutabilecek tek güç, ordu ve onun şefleriydi. Bunun bir sonucu olarak, başarısızlıklarından öfkeli halkın aşağı katlarında oldu­ ğu gibi iktidarda umutsuzca tutunan aristokrat çevrelerde de umutlar, "kurtarıcı" bir askere bağlanıyordu yavaş yavaş. O yüzden de M.Ö. 62 yılının sonlarında "büyük" Pompeius'un 438

seferden dönüp İtalya' da karaya ayak bastığı haberi bütün Roma'yı dalgalandırdı. Ne var ki Pompeius, ustası gibi hareket etmedi; anayasaya saygılı kalıp hükümet darbesi yapmadı. Bir­ liklerini ödüllendirip salıverdikten sonra, kalabalık olmayan bir maiyetle Roma'ya gelip girdi. Niçin böyle yaptı? İtalya' da sayısız toprağın ve malikanenin sahibiydi. Fela­ ketli sonuçlarından korkup yeni bir iç savaşı başlatmak istemi­ yordu. Rastlantıların kendisini getirip yaklaştırdığı demokrasi ise, ikinci planda düşündüğü bir şeydi. Roma'daki siyaset fırtınasına bir çeşit bağımlı olan Pom­ peius, beklenildiğinden de zayıf kaldı: Güçlü rakipleri kıskanı­ yorlardı onu; Senato karşı çıkıyordu her vesileyle; halk kitleleri ise, yandaşlarının olanca propagandasına karşın, soğuk karşılı­ yordu onu daha çok. Zafer resmigeçidi bir yıla yakın beklendi ve M.Ö. 61 yılı Ağustos'unda yapılabildi ancak; Senato ise fet­ hettiği ülkelerin örgütlenişiyle ilgili olarak aldığı önlemleri ve askerlerine yaptığı toprak dağıtımını onaylamadı. Bunu gören Pompeius da kendine bağlaşık aramaya çıktı: Cicero'ya yaklaştı önce, yüz bulamadı; kala kala Halk Parti­ si'nin şefleri kalıyordu: Crassus eski rakibiydi; Caesar, halkın son gözdesiydi ve Senato'yla sürtüşmeleri ön plana çıkarmıştı onu. Gerçekten, praetorluğu zamanında, Catilina'run yandaşla­ rına karşı sürdürülen cezalandırmaları şiddetle protesto etmiş ve gerici partinin şeflerinin aşırılıklarına karşı çıkmıştı. Senato bile görevine son vermek istemiş, ancak büyük bir halk gösterisi sonunda kararını geri almak zorunda kalmıştı. İşte Pompeius, halk partisinin şefleriyle, Crassus ve Caesar'la M.Ö. 70 yılında olduğu gibi yeni bir uzlaşmaya gidebilirdi. Öyle de yaptı: M.Ö. 60 yılında, Roma'nın en etkin ve halkça en tanınan üç kişisi ara­ sında, başlarda gizli tutulan bir anlaşma yapıldı. "Birinci Üçlü Yönetim" (triumvira) diye adlandırılır bu. Aristokratik yönetimi devirmek için de olsa, bir hükümet darbesiydi aslında bu ve -kolektif ve gizli- bir diktatörlüğü temsil ediyordu. Üçlülerin hoşuna giden her önlem rahatlıkla alınabiliyordu artık. M.Ö. 59 yılında konsül seçilen Caesar büyük bir ustalıkla yürütüyordu işleri. Latife olsun diye, "lulius'un ve Caesar'ın konsüllüğü" yılı denir o yıla. Senato'yu toplantıya asla çağırmı­ yor ve Halk Meclisi yoluyla hareket ediyordu. 439

Rullus'un tasarısına pek yakın bir toprak kanunu çıkarıldı; Pom­ peius'un Doğu seferindeki tüm eylemleri onaylandı; Crassus'a pek bağlı equitesler ve öteki işadamları, bedellerin üçte bire indirilmiş olması dolayısıyla devlet ihalelerinden korkunç kazançlar elde ettiler. Bu önlem, para babaları yanında Caesar' a da büyük bir rağbet kazan­ dırdı; doğaldır ki, bu para babaları, Caesar' ın hakkım da bol bol öde­ diler. Caesar bu usta politikası sayesinde yeni bir yandaş topluluğu, halktan daha güçlü bir grubu bağladı kendisine. Üç eyaletin birden, Alp-berisi Galya'nın, Narbonensis ve İllirya'mn prokonsüllüğünü, hem de beş yıllığına üzerine almayı da ihmal etmedi bu arada.

Bütün bunlar halkın iradesini yerine getirme rengi alhnda yapılıyordu: Halkı olan bitenden haberdar kılmak için "hükü­ met işlemleri" hakkında yayın büroları kuruldu ve tarihte ilk gazete diyebileceğimiz bir bülten çıkarılmaya başlandı. Halk dernekleri ve kulüpler yeniden açıldılar. Cicero, Catilina'nın yandaşları olan Romalı yurttaşları hükümsüz ölüme mahkum ettiği gerekçesiyle sürgüne yollandı ve Palatina' daki evi yer­ le bir edildi. İktidarlarını daha da güçlendirmek için üçlüler, hısımlık bağları da kurdular aralarında: Caesar, on dört yaşın­ daki kızı Iulia'yı ellilik Pompeius' a verdi; kendisi de gelecek yıl konsül olacak olan Calpurnius Piso'nun -yine kendi kızı kadar genç- kızı Calpurnia'yla evlendi. Üçlü yönetim böylece aşağı yukarı üç yıl ahenk içinde yürüdü. Bu süre içinde üstünlük Pompeius'ta idi. Ancak, işleri asıl yürüten -en faal ve yeteneklisi olarak- Caesar oldu. Ne var ki, üçlü yönetim demokratik birtakım kelimelerle de maskelen­ miş olsa monarşiye doğru bir geçişti aslında. Bu role Pompeius'tan da daha çok yakışan kimdi? Hiç kuşkusuz, Caesar! Gerçekten, dört dörtlük bir devlet adamıydı o. Olağanüstü bir hatip, politikada uzağı gören ve cesur bir kişi, yetenekli bir yazar, parlak bir toplum adamı, kalabalıkların gerçekten taptığı bir insandı. Her türlü ahlaki ilkeden kopmuş, içinden çıktığı halde aristokrasiden, şefi oldu­ ğu halde demokrasiden, başrahiplik yaptığı halde dinden nef­ ret ediyordu. Böylece, her şeyden sıyrılmış ve azade, sınırsız bir tutkunun beslediği düşlerini ve planlarını gerçekleştirebi­ lirdi. Üçlü yönetimdeki yoldaşlarıyla boy ölçüşebilmek için bir şeyi eksikti yalnız: Onlarınki kadar serveti ve onlarınki kadar zaferi yoktu! 440

Bunları sağlayabilmek için de başta bir ordu gerekiyordu kendisine. Bütün bunları prokonsüllüğünün ilk üç yılında elde etti ve daha ötesine de geçti. Galya' da neler yaphğının öyküsünü ise, Galya Savaşı Üzerine adlı ünlü eserinde vermiş bulunuyor bize. Caesar önce küçük bir ordunun başında, cesur ve parlak bir harekat sonucunda, üç yılda fethetti Galya'yı. Klan toplumundaki çözülüşün sonucu olan korkunç iç çatışmalar da kolaylaşhrdı bu fethi. Yığınla kabilenin şefi, halklarını, Caesar'ın deyimiyle "hemen hemen köle durumuna" düşürmüşlerdi: Bu iç çatışmalar Galya'nın doğu komşularının, Helvetlerle Germenlerin işine yarıyordu; onlar gelip parça parça işgal etmişlerdi Galya'yı. Caesar, önce Helvetleri yendi; sonra Germenleri Ren'in sağ kıyısına sürdü; arkadan, Galyalı­ lar içinde en güçlü ve savaşçı Belgaelere boyun eğdirdi. M.Ö. 56 yılının sonunda bütün Galya Caesar'ın elindeydi. Bir Roma eyaleti haline getirilmiş ve ağır vergiye bağlanmışh. Caesar, paraca ve kölece en zengin kişilerden biri olmuştu. Kendisine bağlı insanları çoğaltmak için avuç dolusu para harcıyordu. M.Ö. 55 yılında Roma' da, görkemli binalarla süslü yeni Forum'u yaphrmaya başladı; ve aldığı arazi o zamanki parayla yüz milyonu aşıyordu.

Bu üstünlük, üçlüler arasındaki ilk sürtüşmelerin kaynağı oldu. Pompeius M.Ö. 57 yılından başlayarak, Caesar'ın has ada­ mı, halk temsilcisi Clodius' a karşı manevralar çevirerek, onun rakibi Milon'u destekliyordu ve Cicero'ya yaklaşma içindeydi. Cicero ise on altı aylık bir sürgünden sonra Pompeius'un öne­ risiyle affedilmiş ve Roma'ya dönmüştü. Pompeius ve Crassus, Caesar'ın etkisini dengelemek için bir askeri dayanak sağla­ manın arkasındaydılar. M.Ö. 56 yılında, aralarındaki sorunları çözmek için Caesar, Pompeius ve Crassus, Caesar'ın kışlık mali­ kanesinde bir araya geldiler. Bu görüşme, taçsız kralların bir toplanhsı oldu gerçekten. Yeni bir uzlaşmaya giderek yeni bir dengeye vardılar aralarında: Pompeius ve Crassus, M.Ö. 55 yılı için konsül seçileceklerdi, daha sonra da Pompeius İspanya'ya, Crassus Suriye prokonsüllüğüne gidecekti; Caesar' ınsa Galya komutanlığı beş yıl daha uzatılmıştı. Bu görüşme, uzlaşmazlığı bir an için çözümlemişti; üçlü yönetim, sonuna doğru kaçınılmaz biçimde yaklaşıyordu yine de. Crassus, konsüllüğünün bitmesini beklemeden Suriye'ye 441

hareket etti; para tutkusuna, Caesar'ın yüreğinde tutuşturduğu zafer tutkuları da eklenmişti. Suriye' den taşıp büyük fetihlerde bulunacakh. Neler yapmak istemiyordu ki! M.Ö. 53 yazında Partlar, ordusuyla beraber kendisini de yok ederek son verdi­ ler bu düşe. Üçlü yönetim ikili yönetime dönüşmüştü: Caesar'la Pom­ peius karşı karşıyaydılar. Ne var ki Pompeius, eski bağlaşı­ ğından gitgide koparak onun hasımlarına, Roma'nın tutucu çevrelerine yaklaşmayı arıyordu. Bu çevrelerse, Pompeius'u uzlaşmaya daha yatkın bulduklarından, Caesar'a oranla "ehve­ nişer" olarak görüyorlardı onu. M.Ö. 57 yılından başlayarak, Roma' daki açlık nedeniyle, başkentin yiyecek içeceği için -ve Cicero'nun desteğiyle- pek geniş yetkilerle donatılmışh. Pom­ peius, İspanya'ya gidecek yerde valilerle yönetiyordu orayı. M.Ö. 52 yılında seçim mücadelesi Clodius ile Milon'un yan­ daşları arasında sokak savaşına dönüşüp de Clodius öldürü­ lüp Roma da yöneticisiz kalınca, Senato durumdan yararlanıp Pompeius'u -diktatörlüğe benzer- olağanüstü yetkilerle donat­ h: Caesar'ın en korkunç düşmanlarından aşırı gerici Cato'nun önerisi üzerine, "yardımcısız konsül" seçildi. Roma'nın tutucu çevrelerinde de başında Pompeius'un bulunacağı, Senato'yla yumuşahlmış bir monarşi doğrultusun­ da köklü bir devlet reformunun gerekliliği açıktan açığa konu­ şulmaya başlanrnışh. Bu gerici kuramı ise Cicero işliyordu. Cicero, M.Ö. 51 yılımda yayımladığı De Republica adlı eserinde: "Dizginsiz özgürlük," diyordu, "özgür halkı tutar köle haline geti­ rir"; "hükümet biçimlerini özleri bakımından karşılaşhrdığımızda, monarşi rejimini kötülemek için hiçbir neden olmadığı gibi, bana sorarsanız bütün öteki rejimlerin üstüne koymalı onu", yeter ki hükümdarlık, eski Roma kralları gibi seçimle gelsin ve otoritesi de S�to'ya tabi olsun. "Yurdun babası", böyle bir görevin kendisine verilmesi halinde hiç de karşı çıkmayacağını sahr aralarında anlatmak istiyordu.

Bununla beraber, Pompeius'un "prensliği" kısa sürdü; Caesar'ın M.Ö. 55-50 yılları arasında Galya' da karşılaştığı güçlükler sayesinde sürebilmişti süreceği kadar. Caesar ger­ çekten yeni bir Germen istilasını püskürtmüş, hatta İngilte442

re'yi fethetmeye kalkmış idiyse de M.Ö. 52 yılında hemen hemen bütün Galya başkaldırmışh kendisine karşı. Başların­ daki Vercingetorix, ayaklanmaya gerçekten ulusal bir nitelik de kazandırabilmişti. Ne var ki, uzun ve çetin uğraşmalardan sonra, Caesar, bu başkaldırının üstesinden geldi. Vercingetorix'i teslim aldı ve Galya'yı da kana boğdu. Arkadan, Pompeius'la ve Roma' da -günden güne azan­ gerici partiyle kozunu paylaşmaya kalkh. Caesar'ın uzamış komutanlığına son verip yerine bir başkasının atanması sorunu Senato'nun önüne bile getirilmişti. Caesar'ın düşmanları kon­ süller daha ileri giderek, yurdu savunma adına Pompeius'un üstüne yürümesi emrini verdiler ve İtalya'daki bütün birliklerin komutanlığına atadılar onu. Caesar da yanına sığınmak zorunda kalmış halk temsilcilerini bahane ederek, "halkın yüzyıllık hak­ larını savunma" adına, Pompeius'un, giderek Roma' daki gerici­ liğin üzerine yürüdü.

İç savaş ve Caesar'ın diktatörlüğü Caesar, Pompeius seferberliğini bitirmeden, İtalya ve Roma'yı işgal etmeyi aklına koymuştu. Ordusunun asıl büyük bölümünü beklemeden, bir birliğin başında, İtalya'yı Galya'dan ayıran sınırı, Rubicon Irmağı'nı ani olarak aşmaya karar verdi ve aşlı. M.Ö. 49 yılı ocak ayının başlarıydı. İşitilmemiş bir panik içindeydi bütün İtalya. Tarihçi diyor ki, "öyle şiddetli bir fırhnaydı ki bu, hiçbir yönetici, ne akılla durdurabilirdi onu ne de otoriteyle" . Pom­ peius, beraberinde senatörler ve öteki yöneticiler olmak üzere, Roma'yı terk etti. Halk kahnda hiçbir destek bulamadı; yalnızca aristokrasiydi kendisini tutan. Equitesler, plebler, İtalyan kentle­ ri, hepsi ve açıkça Caesar'dan yanaydılar. Pompeius ve berabe­ rindekiler Doğu'ya doğru gemiye bindiler; Pompeius, direnişi örgütlemek üzere Doğu' daki eski ilişkilerinden yararlanmak istiyordu. Caesar, savaşmadan Roma'ya girdi; iki ay içinde de bütün İtalya'ya sahip oldu. Az sonra da diktatör ilan edildi (M.Ö. 49). İç savaş, kendine özgü bir niteliğe büründü bu kez; beş yıl sürdü ve bütün Roma İmparatorluğu'nu, hemen tüm eyaletleri 443

ıçıne aldı. Caesar'ın elinde yeterli asker ve donanma olma­ dığından, Pompeius'u birden kovuşturamadı. Pompeius ise Yunanistan' da büyük bir ordu düzebildi ve güçlü bir donanma sağladı. Caesar, Batı' da hazırlıklarını tamamlama yolunu tut­ tu. Sicilya ve Sardinya'ya egemen oldu; Afrika'yı işgal etmek için gönderdiği birlikler, Numidyalı mülk sahipleri Pom­ peius'u tuttuklarından yenildiler; kısa bir mücadeleden sonra İspanya'yı elde etti. M.Ö. 48 yılında da Pompeius'un üstüne yürüdü: Pharsalos'ta acı bir yenilgiye uğrattı onu. Roma'nın kaçak hükümetinin tüm üyeleri elindeydi; büyük bir bölümü, bu arada Cicero, kendiliğinden kestiler direnişlerini; Caesar, sürgünü kabul etmiyordu, ilkesi "bağışlama"ydı. Pompeius Mısır' a sığındı. Orada, küçük kral XII. Ptolemaios'un sarayın­ dakilerce öldürüldü; onlar da kralla mücadele halinde olan kız kardeşi Kleopatra'ya karşı Caesar'ı bu yolla kazanmanın hesabı içindeydiler çünkü. İşte bu yüzden de savaş bitmedi. Caesar, Pompeius'un katillerini cezalandırma bahanesiyle, ama aslında zengin krallık hazinesine el koyma amacıyla Mısır'a girdi. Pompeius'a gör­ kemli bir cenaze töreni yaptırıp anısına bir anıtkabir diktirdi; katillerini de ölüme mahkum etti. Ptolemaios'u tahtından indi­ rerek Kleopatra'ya verdi tacı. Devrik kralın yandaşları, ayak­ lanıp İskenderiye Savaşı adı verilen bir savaşa yol açtılarsa da bir şey elde edemediler. Ne var ki, Pompeius'un Küçük Asya' da, Afrika' da ve İspanya' da bulunan eski bağlaşıklarını ve yığınla yandaşını yenmek için üç yıl daha gerekti. Caesar, iç savaşa son verdikten sonra hızla Roma'ya döndü. Tarihçi diyor ki, "dönerken kendi önüne çıkabilecek tek bir kişi olabileceğinin korkusu yoktu içinde; öylesine güçlüydü!" Ancak pek pahalıya elde edilmiş bir zaferdi bu: Roma' da nüfus sayımı yaptırdığında, savaştan önceki nüfusa oranla yarı yarıya azalmıştı halk. Ve Roma yeniden başıboş askerlerin egemenliği altına girdi. Daha hafif biçimiyle de olsa tıpkı Sylla zamanındaki duruma benziyordu tablo. Askerler, asıl gücün kendilerinde olduğu­ nu bildiklerinden, istedikleri gibi hareket ediyor, başkaldırı­ yor, vaat edilen büyük ulufeleri istiyorlardı. M.Ö. 47 yılında, Afrika seferi öncesindeki başkaldırı gerçekten de tehlikeliydi. Caesar'ın araya girmesiyledir ki, Roma bir yağmadan kurtuldu. 444

Caesar askerlerin öfkesini bastırmayı ve onları itaat altına alma­ yı ise pek iyi biliyordu. Ama yine de alacaklarını alıyorlardı. Her şeye karşın Caesar, emekli askerlere daha önce başla­ mış olan toprak dağıtımını bitirecek zaman bulamadı. Ancak lütuflara, zenginliklere boğulmuş gözdeleri, Marcus Antonius, Mamurra ve ötekiler işitilmemiş bir debdebe içinde yaşıyorlar, şölenlerde ve içki alemlerinde milyonluk servetleri eritiyorlardı. Caesar'ın engellediği tek şey vardı: Sürgünler, kıyımlar ve mala el koymalar. Sylla zamanının bu aşırılıklarından sonuna değin uzak durdu. Ancak, Caesar'ın kendisi de iktidarının aslında orduya dayan­ dığını saklamıyordu. Sylla gibi o da imparator unvanını aldı. Ken­ di adına bashrılan paralarda "İmparator Caesar, yurdun babası, sürekli diktatör" kelimelerini görüyoruz: "Yurdun babası" ve "diktatör" unvanlarının eklenişi, bu askeri iktidarın, özünde tüm sivil topluma yayıldığının, Cumhuriyetin bir askeri monarşiye dönüşmekte olduğunun bir işaretiydi. Başıboş askerlerin diktatörlüğü, M.Ö. 40 yılında, Sylla zamanındaki gibi gerici ve halka karşı bir nitelik aldı açıktan açığa. Oysa Caesar, Demokrat Parti'nin bir zaferi olarak görülü­ yordu ve Catilina'nın programı çerçevesinde bir hükümet dar­ besi bekleniyordu kendisinden. Pompeius ile İtalya' dan kaçıp gitmiş olan tutucuların ve büyük mülk sahiplerinin M.Ö. 49 yılında Caesar'ın eline geçmesiyle ortada dolaşan panik bunu gösterir. Ne var ki, halkın umutları boşa çıktı. İç savaşın sonucu olan korkunç iktisadi bunalıma karşın Caesar, ciddi hiçbir önlem almadı; almak şöyle dursun, aynı bunalımın sonucu olan baş­ kaldırılar, hemen ve ibret olacak bir sertlikle bastırıldılar. M.Ö. 48 yılında praetor M. Caelius Rufus, borçların bağışlanması ve vadesi gelmiş kiraların ertelenmesi hakkında Halk Mecli­ si'ne bir öneride bulundu diye, görevinden alındı ve Roma' dan sürüldü; Rufus'un yandaşlarını bastırmak için de sıkıyöne­ tim ilan edildi kentte. Ertesi yıl, aynı istemleri dile getiren bir hareketi, Caesar'ın başyardımcısı Marcus Antonius kanla boğ­ du Roma sokaklarında. Arkasından gelen Caesar, olan biteni uygun görmeyip kiralar hakkında yıllık bir moratoryum ilan ettiyse de beraberinde tüm halk derneklerini ve kulüplerini de kapattı. 445

Yaptığı, bayramlar ve işitilmemiş görkemde gösterilerle hal­ kı eğlendirmek; para, buğday, et dağılımı ve genel şölenlerle hal­ kın ilgisini çekmekti. Halk meclisleri ve seçimler içi boş bir biçim­ ciliğe büründü: Ya daha önceden Caesar seçiyordu yöneticileri ya da mektup yoluyla emrediyordu adaylarını seçeceklere. Aynca, kamuoyunu büyük siyasal sorunlardan ayrrmak için dikkatleri yerel sorunların üstüne çekiyordu. Bununla beraber Caesar hiç­ bir zaman aşağı sınıfları bütünüyle yabancılaşhrmadı kendisine; Halk Partisi'nin şefi olarak görülmekte devam etti hep. Monarşik iktidarın yerleşmesi, doğal olarak merkeziyetçi­ liği ve bürokrasiyi de getiriyordu beraberinde. Caesar açıkça söylüyordu: Cumhuriyet "gerçekliği olmayan bir addır yal­ nızca; sözlerime birer kanun olarak baksın herkes!" Böylece, tüm devlet organlarını basit birer idare birimi haline getirmeye yöneldi: Senato, bir danışma meclisi olup çıktı; üyelerinin sayı­ sı dokuz yüze çıkarılarak, Caesar'ın yandaşlarıyla dolduruldu. Magistratusların sayıları da arthrıldı. Roma' nın asayişi için ken­ di subayları arasından özel valiler atadı. Hesaplamayı ve idari işleyişi kolaylaştırsın diye, yeni ve tek tip bir para bastırıldı. Ve bu arada, güneş yılına dayanan yeni takvim yapıldı. Aslına bakılırsa, Doğu' daki yönetim biçimi pek hoşuna gitmişti Caesar'ın; özellikle, tanrılaştırılan -ve sınırsız yetkili­ kralları, gösterişli saray yaşamı ve geniş bürokratik örgütüyle Mısır' daki monarşi dikkatini çekmişti. Aynı şeyi Roma' da da uygulamaya kalktı: Senato' da debdebeli giysiler içinde altın bir tahta oturdu; ailesinin tanrısal bir kökenden geldiğini hatırla­ tıp adlarına tapınak yaptırdı. Mısır Kraliçesi Kleopatra, daveti üzerine Roma'ya geldi; onunla evlenip kral unvanını alması bekleniyordu. Caesar'ın yandaşları da heykellerini altın taçlarla süslüyor ve herkesin içinde taç sunuyorlardı kendisine. Ancak vakit gelmemişti henüz: Halk, bu monarşik gösterileri mırıltılar­ la karşılıyordu; Caesar da kendini kral ilan etmekten vazgeçti ve kamuoyunun iyice hazır olmasına erteledi bunu. M.Ö. 45 yılında Caesar, bir büyük "Doğu seferi" için hazır­ lıklara başladı: Partların sınırlarındaki Roma eyaletlerini istila tehlikesi belirmişti; yola çıkmışken, Aşağı Tuna' da kurulan yeni ve güçlü bir krallığa da son vermek niyetindeydi. Ne var ki, yola çıkamadı; hareketinden dört gün önce, M.Ö. 44 yılının 15 Mart günü, Senato' da Cumhuriyetçilerin bir tertibiyle öldü­ rüldü. 446

Böylece Caesar eserini tamamlamak, giderek Roma'ya dayathğı monarşik ve askeri nitelikteki "emperyal" rejimi güç­ lendirmek için yeterli zamanı bulamadı. Ancak, yapacağını yapmıştı yine de; Cumhuriyete öylesine bir darbe vurmuştu ki, onu Sylla'nın ölümünden sonra yapıldığı gibi yeniden kurmak olanağı ebedi olarak yoktu artık.

İkinci üçlü yönetim Tertipçiler, orduda yüksek mertebelere erişmiş, ileri gelen Cumhuriyetçi senatörlerdi. Caesar'ın yakınlarıydı hepsi de. Ama aslında hemen hemen tümü Pompeius'un eski yandaşla­ rındandı ve Caesar tarafından da affedilmişlerdi. Başlarında da Roma'nın zengin Iunius Brutus ailesinin iki üyesi bulunuyordu: Marcus Iunius Brutus, Decimus Iunius Brutus. Her ikisi de Caesar' ın gözbebeği olan iki kişi. Ne var ki, onlara akıl verenler, başta soylular olmak üzere Caesar' dan nefret eden çeşitli çevreden insanlardı. Katillerin, cinayet yeri olarak Senato'yu seçmiş olmalarının da bir anlamı vardı; Senato, hareketlerini uygun görecek ve onlar da Cumhu­ riyeti geri getireceklerdi. Umutları buydu. Gerçekten, katiller Caesar'ı sardıklarında, Senato üyeleri yerlerinden kımıldama­ dılar bile. Saldırı sonuçlanınca da büyük çoğunluğu tertipçile­ rin yanını tuttular ve Caesar'ın çıkardığı tüm emirnamelerin ortadan kaldırılmasını istediler; cesedinin gömülmeyip Tiber Irmağı'na ahlmasını bile önerenler oldu. Tertipçilerin ve soylu yandaşlarının tek korkuları, orduydu: Roma'daki bütün birlik­ ler, Caesar'ın iki yardımcısının Marcus Antonius ile M. Aemilius Lepidus'un emrindeydi çünkü. Bu tehlikeyi önlemek için, tertip­ çiler Capitolium'u işgal ettiler ve muhafız olarak da gladyatörle­ ri aldılar yanlarına. Ne var ki halk, tertipçiler gibi düşünmüyordu. Tersine, katilleri kovalıyor ve taşlıyorlardı. Hele ölümünden birkaç gün sonra, Caesar'ın naaşı Forum'a konup da herkesin huzurunda vasiyetnamesi okunup her yurttaşa mirasından bir şey bıraktığı öğrenilince, halk başkaldırdı; senatörlerin ve soyluların evlerini yakıp yıkh. İçlerinden -belki de azatlı- Herofil adlı biri başları­ na geçti; Caesar'ı yoksulların bir temsilcisi ve zenginlerce öldür­ tülmüş bir kişi olarak gösterip bu cinayete karışmış herkesi, Senato'yu ise tümüyle öldürmek için halkı kışkırtmaya başladı. 447

Köleler ve azatlılar da katıldı bu harekete. Caesar'ın o sırada Roma'ya doluşmuş eski silah arkadaşları, onlar da yakınlık gösteriyordu harekete. Halk hareketinin uyandırdığı korku, kısa bir zaman için de olsa, Caesar' cı şeflerle Senato'yu, hatta Caesar'ın katillerini bir­ birine yaklaştırdı. Senato'nun ilk toplantısında Marcus Antoni­ us ile Lepidus, Cumhuriyetçi anayasanın geri getirilmesine razı oldular; üstün otorite Senato'nundu yine, sözde egemenlik de comislerin. Caesar' ın katilleri affediliyor; bununla da yetinilme­ yip görevlerinde kalıyorlardı. Buna karşılık, Cumhuriyetçiler de Caesar'ın anısına -tiran deyip- saygısızlıkta bulunmayacaklar, mallarına el konulmayacak, yaptığı işlemler ve atamalar iptal edilmeyecekti. Aradan çok geçmeden Antonius'un önerisi üze­ rine bir kanun kabul edildi: Her yurttaşa iktidarı yeniden gasp etmeye kalkacak olan birini öldürme hakkı tanınıyordu. Bu geçici ve ikiyüzlü uzlaşmanın arkasından, halk hare­ ketini bastırmaya kalkıldı: Antonius'un emri üzerine Herofil, muhakeme bile edilmeden ölüme mahkum edildi; Forum' da toplaşan yandaşları da teker teker temizlendi. Bununla beraber Antonius, bu yarı ödünlerle Senato'nun kaygılarını giderdikten sonra, Caesar' cılığın yeniden kurul­ ması ve düşmanlarıyla hesaplaşması için konsül durumundan yararlanmaya koyuldu: Başvurusu üzerine ve Senato'nun rızası hilafına, Halk Meclisi, Caesar'ın katillerinden biri olan Decimus Brutus yerine, Alp-berisi Galya için prokonsül seçti kendisini; atandığı eyalete göndermek üzere Makedonya' daki birlikleri çağırırken, Caesar'ın büyük servetine de el koydu. Ancak, bu arada Caesar' cı parti içinde de bir çatlak ortaya çıktı: Bazıları, Antonius'un da kabul ettiği, Senato'yla yapılmış geçici uzlaşma­ nın sürdürülmesinden yanaydılar; ötekilerse, Caesar'ın katilleri­ ne ve onların akıl hocalarına karşı daha kararlı hareket edilme­ sini istiyorlardı. Marcus Antonius, çok geçmeden, Octavinus adlı, on sekiz yaşındaki genç bir adamın kişiliğinde tehlikeli bir rakiple karşı­ laştı. Octavinus, Caesar'ın kız kardeşlerinden birinin torunuydu ve ölümünden pek az önce de evlat edinmişti Caesar kendi­ sini. Caesar'ın bıraktıklarının dışında büyük serveti, zengin ailesi, girişkenliği, entrikacılığı ciddi bir rakip yapıyordu onu. İkiyüzlü koltuklamalarla Cicero'yu büyüledi; o da kalkıp "yur­ dun savunucusu" ilan etti onu. Octavinus, bu arada pleblerin 448

Antonius'a karşı hoşnutsuzluğunu sömurup halkı, Caesar'ın kendilerine vasiyet ettiği paranın dağıhlmasını istemeye teş­ vik ediyordu. Bir yandan da kendi parasıyla asker topluyordu. Antonius, Decimus Brutus'u Alp-berisi Galya' dan silah zoruyla kovduğunda Senato kendisini "yurdun düşmanı" ilan edince, Octavinus, birliklerini Senato'nun emrine verdi ve Antonius'u yenerek Alp-ötesi Galya'ya çekilmeye zorladı. Caesar' cılar arasındaki çatlak ve şeflerinin birbiriyle çatış­ ması, Senato'nun da durumunu güçlendirdi. Cicero toplantı­ larda ateş püskürüyordu, Cumhuriyeti korumak için bir ordu kurulmasına ve donanma yapılmasına karar verildi. Savaş ver­ gisi kondu bunun için. Pompeius'çu bir rejim kurmak amacıyla, Pompeius'un oğullarından sonuncusu, Sextus'u bekleyenler de vardı Roma' da. Senato, Octavinus karşısında bile hasım bir tu turna girdi. Senato' daki oligarşinin yeniden dirilme tehlikesi, o zama­ nın belirleyici gücü, yani orduyu harekete geçirdi. Sonunda, M.Ö. 43 yılı sonbaharında üç Caesar' cı şef bir araya geldiler: Varılan anlaşmaya göre, askeri diktatörlük yeniden kabul ediliyor ve Antonius, Lepidus ve Octavinus'a veriliyordu. "Cumhuriyet anayasası için üçlü yönetim" adının arkasına giz­ lenmiş olan bu ortaklaşa diktatörlük, beş yıl için, 1 Ocak 37 tari­ hine kadar uygulanacaktı. Arkadan Roma işgal edildi, hükümet dağıtıldı ve birliklerin sardığı Halk Meclisi'nden çıkarılan bir kanunla üçlü yönetim yasallık kazandı. İkinci üçlü yönetim, birincisinden farklı olarak, resmi bir nitelik de kazanmıştı böylece. Hemen arkasından, Caesar'ın öcünü alma bahanesiyle ve askerleri hoşnut etmek amacıyla, üçlülerin emri üzerine, bütün İtalya' da oluk gibi kan aktı. Sylla'nın yaptığı gibi, sürgün liste­ leri tertiplendi. Yığınla senatör, zengin ölüme mahkum edildi ve mallarına el kondu. Cicero da bunlar arasındaydı. Caesar' cı ordunun askerleri her şeyi yakıyor, yıkıyor ve bölüşüyorlardı. Bir sürü asker ve görevli zengin oldu bu arada. Üçlü yöneticilerin kendileri de servetlerine servet kattılar doğallıkla. Bununla beraber, üçlüler, İtalya'nın yağmalanmasıy­ la doyuramayacaklarını biliyorlardı askerlerini. Bir an önce Doğu'nun zengin eyaletlerine el atmak istediler o yüzden. O sırada Yunanistan Cumhuriyetçilerin elinde bulunuyor ve 449

büyük bir orduyla Roma'run üzerine yürümeye hazırlanıyordu. Antonius'la Octavinus Yunanistan'a geçtiler. Philippes yakınla­ rında Cumhuriyetçilerle karşılaşhlar. Başlarda Cumhuriyetçiler birtakım başarılar kazandılarsa da sonunda kaybettiler. Brutus kendisini hançerledi ve birlikleri Antonius'a teslim oldu. Philippes Savaşı, geriye dönmemecesine Cumhuriyetin sonunu, giderek Caesar' cı diktatörlüğün güçlenişini işaret edi­ yordu. Roma yönetiminin en üst organı olarak kalan üçlü yöne­ ticiler eyaletleri aralarında bölüştüler yine de: Ön planda gelen Marcus Antonius'un payına zengin Doğu eyaletleri düştü; askerlerini ancak onlarla doyurabilirdi zaten ve ayrıca, Partlara karşı sefere çıkacakh; Bah (İtalya, Galya, İspanya) Octavinus' a kalmışh; Lepidus da Afrika'yı alıyordu. Böylece, M.Ö. 42 yılının sonlarında, Caesar'ın temellerini athğı diktatörlük yalnızca yeniden kurulmuş olmakla kalmıyor, ortaklaşa bir biçim alhnda daha da güçlenmiş bulunuyordu. Ama ikinci üçlü yönetim, üç generalin aracılığıyla gerçekleşen, askeri birliklerin açık diktatörlüğüydü aslında. Halka zorla onaylatmanın yolunu da bulmuşlardı.

450

BÖLÜM VII MONARŞİNİN DOGUŞU

Birincisi gibi ikinci üçlü yönetim de ortaklardan birinin dik­ tatörlüğüne yerini bırakmakta gecikmedi. Başlarda en silik oldu­ ğu halde en çok beceriklilik gösteren, en inatçı, en sabırlı, giderek ayağını yere sağlam basmasını bilenin diktatörlüğü oldu bu da. YENİ REJİM: PRİNCİPATUS

İkinci üçlü yönetimin dağılışı ve Octavinus 'un iktidarı Phlippes zaferinden sonra Octavinus, vakit yitirmeden askerlerini ödüllendirmek için sürgün ve mallara el koyma poli­ tikasına girişti; sürgünlerin mallarının dışında, büyük İtalyan kentlerinin on alhsının mallarını da askerlerine dağıttı. Sonucu, korkunç bir iktisadi bunalım ve anarşi oldu bunun. Mülk sahipleri, Octavinus "cellat"ı için kinlerini saklamı­ yorlardı. Öfkeleri, M.Ö. 41 yılında, Perugia Savaşı diye adlandı­ rılan bir başkaldırıya dönüştü. Kanla bastırıldı. Bu askeri terör rejimi uzun zaman gidemezdi böyle. Duru­ munu güçlendirmek için Octavinus, İtalya'nın mülk ve köle sahibi sınıflarıyla uzlaşmayı aradı; sürgün mallarından kendisi de büyük mülk ve köle sahibi olup çıkmıştı zaten. M.Ö. 30 yıl­ larından başlayarak, kendisi gibi zenginleşmiş önemli Caesar' cı öğelerin desteğiyle daha da genişletti bu politikayı. Bu politi­ kanın sonucunda bir gevşeme oldu: Sürgünler ve mallara el koymalar durdu, zarara uğrayanlara ödünler verildi, sürgünler ve kaçaklar için af çıkarıldı; o güne değin askeri yönetime bağlı İtalyan kentleri için özerklik yeniden getirildi. Aynı zamanda, İtalya'nın varlıklı çevrelerinde Perugia Savaşı'ndan sonra, siyasette edilgenlik, olan biten karşısında umursamazlık, elindeki olanaklardan rahatça yararlanmak için özel yaşama çekiliş ve gitgide yumuşayan Octavinus reji­ miyle uzlaşma eğilimleri görülmeye başlanıyordu. Malikane ve köle sahipliği sırasına yükselmiş Caesar' cı görevlilerle 451

ve subaylarla, kolonlaşmış eski askerler de destekliyorlar­ dı bunu. Sadece üçlü yönetim bu yeni mülk sahiplerinin ele geçirdiklerini güven altına alabilirdi. Ancak, bu arada, Octavinus yararına büyük bir değişiklik oldu: Sicilya' da iyice yerleşmiş bulunan Sextus Pompeius, İtalya'yı aç bıra­ kıyor ve yeni bir köle başkaldırısı tehdidi alhnda tutuyordu. Adam­ ları az olduğundan, birliklerine, İtalya' dan kaçan sürgünleri olduğu kadar köleleri de alıyordu. Birliklerinin şefi bile azatlı bir köleydi: Menodor! Üçlü yöneticiler uzun süre Pompeius'un hakkından gele­ medikleri için anlaşma yolunu tutmuşlardı onunla. Ne var ki, M.Ö. 36 yılında, Octavinus'un en yetkin komutanı Agrippa'nın emrindeki bir donanma, Pompeius'un, bu korsanlar kralının donanmasını yok etti; sürgündekilerin de sonunda gelip kahlmasıyla, Agrippa Sicil­ ya'yı yeniden ele geçirdi. Harekat sırasında otuz bin köle ele geçirilip sahiplerine iade edildi; sahipleri bulunamayan alh bini de çarmıha gerildi. Senato, bunu kutlamak için Forum' da Octavinus'un alhndan bir heykelini diktirdi ve yaşam boyu temsilcilik verdi kendisine.

İtalyan toplumunun varlıklı sınıflarının ve zenginleşmiş emekli askerlerin desteğiyle Octavinus, üçlü yönetim içinde başköşeyi tuttu; M.Ö. 36 yılında da büyük rahiplik görevini alarak Lepidus'u saf dışı bıraktı. Roma İmparatorluğu'nun tüm batısı, bütün birlikleriyle Octavinus'un elindeydi şimdi. Üçlü yönetimin öteki önemli öğesi Marcus Antonius'la iliş­ kilere gelince ... Perugia Savaşı'ndan beri bu ilişkiler gerginleş­ mişti aslında. Ne var ki, Antonius Octavinus'la geçici bir uzlaş­ maya razı olmuştu yine de. Çünkü, M.Ö. 40 yılında Partlar, Roma'nın en zengin Doğu eyaletlerini yakıp yıkmışlardı; Roma tüm Doğu'yt.ı yitirme tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Bu uzlaşma M.Ö. 40 yılında oldu; M.Ö. 37 yılında yenilendi ve ortak yöne­ tim beş yıl daha uzatıldı. Partlara karşı çetin ve tehlikeli bir savaşa hazırlık Anto­ nius'u, Doğu'nun en zengin ülkesi Mısır'la yakın ilişkiye götürdü; hatta Kraliçe Kleopatra ile evlendi ve onun "kralların kraliçesi" unvanını almasına müsaade ettiği gibi, çocuklarına da, Roma'nın Doğu eyaletlerinden topraklar verdi. Öyle de olsa, Antonius'un Partlara karşı seferi başarısızlıkla sonuçlan­ dı; vaktiyle Crassus'un uğradığı akıbete uğramadı gerçi ama tersyüzü döndü yine de. 452

Bu başarısızlıktan ise Octavinus'un yandaşları ustaca yarar­ landılar. M.Ö. 32 yılında kesin kopuş oldu aralarında. Octavinus, Roma' da açıktan açığa bir hükümet darbesi yaptı: Silahlı maiye­ tiyle Senato'ya girdi; oradan Antonius'un yandaşı 400 senatörü kovdu ve yine onun yandaşı iki konsül kaçıp Antonius' a sığın­ dılar. Yüzlerce yıllık bir adeti de çiğneyip Vesta rahibelerinin (Vestales) elinden Antonius'un vasiyetnamesini aldı. Vasiyetna­ mesinde Antonius, mallarını Kleopatra'ya ve onun çocuklarına bırakıyordu; bu, Halk Meclisi'nde okununca, meclis Antonius'u azledip elinden yetkilerini aldı. Roma halkının mülklerini geri almak için de Kleopatra'ya savaş ilan edildi. Antonius'la Octavinus'un karşılaşması Adriyatik kıyıla­ rında olur. Denizde ağır bir yenilgiye uğrayınca ordusunu bırakıp Mısır' a kaçar Antonius. Octavinus Asya eyaletini, Suri­ ye'yi, Fenike'yi, Filistin'i yeniden Roma'nın egemenliği altına sokar ve Doğu' nun bağımsız kalmış son ülkesi olan Mısır' ı da fetheder. Antonius'la Kleopatra canlarına kıyarlar ve Mısır, Octavinus'la ailesinin bir çeşit özel mülkü olarak Roma eyaleti haline getirilir. Böylece, M.Ö. 30 yılında on iki yıl süren bir çözülmeden sonra Roma yeniden kendini toplamış bulunuyordu; ortakla­ şa askeri diktatörlük de artık tartışmasız olarak Octavinus'un monarşisine bırakıyordu yerini. Yeni bir devir, imparatorluk devriydi açılan.

Yeni sosyal taban Roma İmparatorluğu'nun tek sahibi olan Octavinus, Caesar'ın örneğini izlemedi ve açıkça askeri diktatörlüğe dön­ mekten ya da Hellenistik tipte Doğulu mutlak bir monarşi kabul etmekten kaçındı. İç politikada yapmak istediği şuydu: Ordu­ nun ve köle sahiplerinin diktatörlüğünü kurmak; ancak, özünde ve hedefinde tutucu olan böyle bir rejimi kurarken, "Cumhuri­ yetçi dekor"u da sürdürmek! Mülk sahibi ve köleci bütün sosyal katların birliğine dayanacaktı; silahlı öğe ise belli bir ücret kar­ şılığında ikinci derecede bir rol oynayacak, bu, sosyal katların çıkarlarını savunmaya ve kaynaklarının daha da genişletilmesi­ ne hizmet edecekti. Ankara Yazıtı'nda onun iç politikasının genel çizgilerini okuyoruz. 453

Octavinus'un en başta yaptığı, askerlerinin gözlerini doyu­ rup ödüllendirmek oldu: Büyük ölçüde toprak ve para dağıta­ rak, İtalya' da ve imparatorluğun öteki yerlerinde yığınla askeri koloni kurarak yaptı bunu; ancak, bunu yaparken devletin tüm askeri güçlerini kendisine tabi kılmasını da bildi. Actium Savaşı'ndan sonra, daha Yunanistan' dayken, en güvenli ve disiplinli askerlerden 28 tümeni (150 bin kişi dolayında) alıkoya­ rak, ordusunun geri kal anını salıverdi. Bu 28 tümen, onun iktidarı süresince değişmedi hiç. Her asker yirmi yıllığına bir yüklenme alh­ na giriyordu ve bu süre içinde mutlak komuta alhnda bulunuyordu. Roma devletinin ilk ücretli sürekli ordusu bu oldu. Askerlere yıllık bir para, görevin bitiminde de toprak ya da toplu bir para veriliyordu. Ordu başkentten uzak, sınırlarda karargah kuruyordu. Asker, hiz­ metteyken, kışlada geçiriyordu yaşamını ve aile kurma hakkı yoktu. Ve birlikler sert bir disipline tabiydiler artık. Octavinus, İtalya' da sadece muhafız birliklerini, bir de siyasal alanda herhangi bir ağırlığı olamayacak güvenlik güçlerini bırakb. Ordunun bütün yönetimini eli­ ne almışb; atamalara varıncaya değin, en küçük ayrınblara bile karışı­ yordu. Ve her vesileyle, "imparator" unvanının altını çiziyordu.

Aynı zamanda, Roma toplumunun demokratik katlarından da birdenbire bir kopuş görülüyor; Octavinus, M.Ö. 44 ve 43 yıl­ larında bu katların desteğini aramış, ancak bulamamıştı. Saraya bağlı şairlerde, M.Ö. 27 yılına doğru, halkın adı geçince kullan­ dıkları ve kapılandıkları kişilerin düşüncelerini yansıtan sövgü dolu bir deyim var: "Aşağılık ayaktakımı" ! Bunun sonucu ola­ rak, meclislerde kanunların oylanması, yöneticilerin seçimi içi boş bir biçimcilik olup çıktı; öyle olunca da halk kitlelerinin o zamana değin o kadar etkin olan sosyal ve siyasal yaşamı, uyu­ şukluk içine düşmekte gecikmedi. Ve yığınların bilincini daha da köreltmek için bile bile her araca başvuruluyor ve onda tek bir şey için ihtiyaç yaratılıyordu: "Ekmek ve eğlence" ! Günlük buğday tayını 300 bine yükseltildi; ve eyaletlerden buğday geti­ rilmesi işini kendi eline aldı Octavinus. Zaman zaman para da dağıtılıyordu halka. Bu koşullarda, kitlelerin ekmek ve eğlenceyi, meclislerde kendisinin o kuşkulu hükümran iradesi deyimine yeğlemesin­ den daha doğal ne olabilirdi?

454

Köleci rejimi güçlendirmek için alınan öteki önemli önlemler arasında, köleleri azat etmek hakkına da sınırlar getirildi. M.Ö. 10 yılında, efendilerinden herhangi birinin öldürülmesi halinde, evdeki bütün kölelerin ölüme mahkum edilmesini emreden eski kanun yeni­ den yürürlüğe kondu.

Octavinus, köleci toplumun yukarı katlarıyla olan yakın­ laşma politikasını sistemli bir biçimde sürdürdü. Senato birçok kez, iç savaş sıralarında gelip içine sızmış bazı sivri kişilerden temizlendi. Senato'ya seçilebilmek için gerekli mal varlığının miktarı daha da yükseltilip 1 milyon sesterse çıkarıldı; bunun da 1 00 bin sestersi taşınmaz mülkü temsil edecekti. Üyelerin sayısı da 600 olarak saptandı; içlerinden magistratusluk yap­ mış olanların sayısı da arthrıldı. Böylece, gösterilerde otura­ cakları yerlerden ordu ve idaredeki yüksek makamlara kadar çok önemli ayrıcalıklar, Senato' da toplanmış yüksek ve zengin soylular azınlığına ayrılmış bulunuyordu. İkinci sınıfın, yani equiteslerin seçilebilmek için varlık birimi 400 bin sesterse çıka­ rıldı; onların da özel giysileri vardı; gösterilerde yerleri senatör­ lerden sonra gelirdi ve belliydi; idarede ve orduda belli makam­ lar da onlara ayrılmışh. "Kurtarıcı ve velinimet" Octavinus' a adanmış çeşitli yazıt­ lar, yeni rejimin bu önde gelen çevrelerinin hoşnutluğunu dile getiriyordu; zamanın aydın seçkinleri, örneğin Horatius ve Ver­ gilius da Octavinus'u yüceltip duruyorlardı. Böylece Octavinus, kendisini Roma İmparatorluğu'nun sahibi yapan güçlerden büsbütün kopuyordu: Caesar'ın dik­ tatörlüğü zamanında bile küller altında sıcaklığını bir süre sürdürmüş olan eski Sezarcı demokrasiden, yüzyılın son yir­ mi yılında tek bir iz bile kalmamıştı artık. Actium' dan sonra Octavinus, büyük ve orta mülkiyet sahiplerinin temsilcisi olup çıkmıştı. Ve bu yeni sosyal temel üzerinde ağır ağır yeni tipte bir monarşi rejimini kurmaya koyuldu. Nasıl?

Principatus Roma toplumunun yukarı katlarında Cumhuriyetçi gele­ nek ve alışkanlıkların hala pek güçlü olduğunu fark ettiğinden, Octavinus Caesar' ın tersine bir çeşit uzlaşmaya gitti. 455

Neydi bu uzlaşmanın niteliği? Seneca'nın o güzel deyimiyle, "hükümdar, Cumhuriyet giysisinin altında gizleniyordu" . Gerçekten, kılık değiştirmiş bir monarşiden başka bir şey olmayan bu rejim, görünüşte Cumhu­ riyetçilerin de kabul edebileceği "principatus" adını almıştı. Bu deyim, "princeps"in, yani "yavuzluğu, hoşgörürlüğü, adaleti ve merhametiyle" birinci planda gelen yurttaşın Cumhuriyet için­ de ağırlıktaki rolünü dile getiriyordu. Principatus'un başlangıcı olarak M.Ö. 13 Ocak 27 tarihi gös­ terilir genellikle. O gün, Senato'nun bir toplantısında Octavinus bir söylev verir. Bu söylevde, düzenin yeniden kurulduğunu ve elindeki tüm yetkileri geri verdiğini ve özel yaşama döndüğü­ nü söylüyordu. Gerçekten de arkadan, Hellenistik monarşinin bütün ayrıcalıklarını ve simgelerini reddediyor, "tanrısal" diye nitelendirilmeyi kabul etmiyor, çevresinden Hellenistik saray­ ların Doğulu tüm adlandırmalarını atıyor ve hiç olmazsa sözde, Cumhuriyetçi kurumları yıkmak değil, yeniden kurmak ve güç­ lendirmek arzusunu dile getiriyordu. Aslında yalanla ikiyüzlülüğün iç içe olduğu siyasal bir komedyaydı bu; çünkü aynı toplantıda Octavinus, Senato'nun ve halkın ricalarına "boyun eğerek", sükunun henüz getiril­ mediği tüm sınır eyaletlerinin ve genel olarak da askeri bir­ liklerin bulunduğu bütün bölgelerin prokonsüllüğünü kabul ediyordu. Böylece, imparator unvanıyla, komutanlık yetkilerini (imperium infinitum) koruyordu. Gerçekten Senato, onu eski toprakların (Korsika, Sardinya, Sicilya, Afrika, Asya-Bergama) "idare yükünden kurtarıyor" ve bu bölgeler Senato'nun ataya­ cağı prokonsüllerin yönetiminde, "senatoryal" eyaletler olarak kalıyordu. Ancak, bu eyaletlere de imparator asker toplama, savaş vergisi alma, malların yönetimi gibi görevlerle, temsil­ ci ve valilerini gönderebilecekti. İmparatorla Senato arasında bölüşülmüş bu iktidar ikiliği, Octavinus'un yandaşlarına, onun Cumhuriyetçi kurumlara saygısının bir belirtisi olarak övünme vesilesi oluyordu. Bu temel yetkilere daha sonra başkaları da eklendi. M.Ö. 19 yılında, Octavinus "sürekli konsül" seçildi: Bununla, yanında 12 lictores bulundurma, başkanlık ettiği Senato' da o yılın iki konsülünün yanında bir sandalye sahibi olma, halk meclislerini top­ lantıya çağırma, seçimleri yönetme, gerekli gördüğü fermanları çıkar-

456

ma gibi haklar elde ediyordu. M.Ö. 36 yılından başlayarak, yaşambo­ yu halk temsilcisiydi; M.Ö. 23 yılında bu sıfatının altı yeniden çizildi, dokunulmazlığı ve Senato'nun ya da Halk Meclisi'nin kararlarını veto etıne hakkı da doğmuş oluyordu bununla. M.Ö. 12 yılından başlayarak büyük rahip oldu. İaşenin yönetimini elinde tutarken, idaresi Senato'ya bırakılmış eski devlet hazinesinden (aerarium) daha zengin olan kendi özel hazinesini (fiscus) de kendisi örgütlüyordu. Octavinus, bunlardan başka, belli aralıklarla nüfus sayımı yaptırma, Senato'yu temizleme gibi yetkileri de alıyordu eline.

Bu Cumhuriyetçi yetkilerin tek elde toplanması, uygulama­ da bir monark yapıp çıkarmışh onu. Yeni rejimin yandaşları ise, bütün bu yetkilerin Octavinus'u bir hükümdar keyfiliğine götürmediğini, ona sadece tarhşılmaz bir "otorite" bahşettiğini ve Cumhuriyetin önde gelen bir yurtta­ şı, "princeps" yaptığı izlenimini yaratma çabasındaydı. Ve böy­ lece Octavinus, M.Ö. 27 yılından başlayarak, kendisini resmen böyle adlandırmaya başladı. Bu unvana, büyük bir saygıyı dile getiren başka iki unvan daha ekleniyordu: Augustus, yani "Ulu" ve bir de "Yurdun Babası" !

İç ve dış politika İç politikada, köleci toplumun temellerini sağlamlaşhrmayı ve Cumhuriyetin eski zamanlarını canlandırmayı hedef tuttu­ ğunu iyice göstermek için Augustus, başka önlemlerin yanı sıra, geçmişin, tarihin incelenmesini de yüreklendirdi. Tarihçi Titus-Li­ vius'u, tarihsel anıtların ve belgelerin bulunmasıyla görevlendir­ di. Vergilius, Aineias için onurlandırıldı ve ödüllere boğuldu. Göz­ den düşmüş olan Ovidius Naso, Augustus'un yanında saygınlık kazanmak için Fasti'yi kaleme alıyordu. M.Ö. 9 yılına doğru, Halikarnassoslu Dionysios' un Roma Arkeolojisi yayımlandı. Bu yarı resmi eserlerde dile gelen geçmişin ülküleştirilme­ si, Roma dünyasında "eski Roma halkı"na egemen rol verme düşüncesinden kaynaklanıyordu aslında. Yurttaşlık hakkını genişliğine yaymış olan Caesar'ın aksine, Augustus'un yöne­ timinde pek seyrek, o da kişiye dönük olarak ve olağanüs­ tü hizmetler için bahşedildi bu hak. Azatlılar, "peregrinus" (yabancı) ya da Latin hukukundan yararlanan kişiler arasına sokulmuştu. Roma hukukunun egemenliği ve öteki halkların 457

sömürülmesi adına, Romalılarla Romalı olmayanlar arasında keskin bir çizgi çekildi. Rejim, "eski adetler"i de canlandırmak istiyordu. Çözülme içine girmiş Roma ailesine çekidüzen vermek için bir dizi kanun yayımlandı. Aile babasının ailedeki kişiler ve köleler üzerinde o eski yaşam ve ölüm hakkı yeniden yürürlüğe kondu. "Iulia Kanunu"na göre, en az üç çocuğu olan yurttaşlar, idari meslekte ayrıcalıklı bir durumdan yararlanıyorlardı; bekarların hakları kısıtlandı; düzensiz bir yaşam süren çiftlerin mallarına el konulacakh arlık ve sürgüne gönderile­ cekti kendileri de. Augustus'un kızı ve torunu da böyle bir cezaya uğradı.

Eski Roma yaşamının bir başka temeli olan din duygusu­ nu canlandırmak da hedefler arasındaydı: Sofuluk yurttaşlık erdemlerinin temeli olarak görülmeye başlandı. Eski tapınaklar onarılıyor ve her yerde yenileri yapılıyordu; ölüsünün yakıldı­ ğı yerde yükseltilen "Tanrısal Caesar Tapınağı" da bunlardan biriydi. Özellikle eyaletlerde yayılmış ve Augustus adına yapı­ lan sunaklar ve Roma tanrıçası heykellerinde dile gelen son imparator kültü özel olarak korundu. Augustus'un dış politikası, Roma'nın geleneksel saldırgan politikasını sürdürmekten başka bir şey yapmadı. İspanya ve Galya' da kesin olarak Roma egemenliği kuruldu. Alpler'in ana geçitleri ele geçirildi; Augustus'un iki evlatlığı, Drusus ve Tibe­ rius komutasında bir seferle, Orta ve Doğu Alpler de fethedile­ rek iki yeni eyalet kuruldu oralarda. Daha sonra Orta Tuna'ya, giderek Aşağı Tuna bölgesine egemen olundu. Roma etkisi, Karadeniz' in tüm kuzey kıyılarına değin yayılmaya başlamıştı. Ren ve Tuna boyunca bu askeri ilerleyiş, kuzeyde Barbar dün­ yaya karşı "doğal sınırları elde etmek" arzusuyla, yalnızca bununla açıklanamaz kuşkusuz. Nitekim asıl çetin ve yoğun savaş, bu "doğal sınırlar"ın, Ren ve Tuna'nın ötesinde oluyordu. Bu bölgede M.Ö. 12 yılında başlayan saldırgan harekat sonunda Ren ve Elbe arasındaki tüm Germen halklara boyun eğdirildi; daha sonra, Elbe'nin ağzı­ na kadar bütün Kuzey-Batı Almanya ele geçirilerek Germanya adı alhnda bir Roma eyaleti haline getirildi. Geriye, Elbe'nin kaynağında yaşayan Markomanların krallığıyla hesaplaşmak kalıyordu. Bunun için iki büyük ordu hazırladı Romalılar.

458

Ne var ki, korkunç bir tepkisi oldu bu yayılışın: Panonya ve Dalmaçya halkları başkaldırdılar. Bütün Roma'yı dehşet için­ de bırakan bu ayaklanma, Tiberius'un komutasında üç yılda kırılabildi ancak. Ama onu Germanya'nın başkaldırısı izledi. Germenlerin genç şefi Arminius, General P. Quintilius Varus da içinde olmak üzere, son insanına değin bir Roma ordusunu yok etti. Bu felaket, Roma'yı yeniden acılara boğdu. Augustus, tarihçi öyle diyor, umutsuz bir halde, aylarca saçını sakalını kes­ meden, başını bir duvardan bir duvara çarparak şöyle haykırıp durmuş:"Quintilius Varus, bana askerlerimi geri ver!" Ren ötesinde tüm Germanya yitirilmişti; Roma oraları bütün uğraşılarına karşın yeniden ele geçiremedi. Ren'in sol yakası savunulmakla yetinildi yalnız. Uçsuz bucaksız Barbar dünyanın öncülerinin vurdukları bu iki korkunç darbe, gelecekteki mücadelenin, köleci Roma İmpa­ ratorluğu'nu mahvedecek mücadelenin ilk işaretiydi aslında. Augustus M.S. 14 yılında öldü. Bir Senato kararı onu tanrılar arasına koydu; ölüsü de olağanüstü bir törenle, daha önce yapıl­ mış anıtkabire gömüldü. Öldüğü ay, anısına "augustus" (ağus­ tos) diye adlandırılacakhr artık. Ancak, kurduğu siyasal rejimin uzun süre sürüp sürmeyeceğini tahmin etmekse olanaksızdı. Öyle de olsa Augustus, vasiyetnamesinde, kendi yerini alacak olanlara, askerlerin servetlerine dokunmamalarını ve barışçı bir dış politika gütmelerini öğütlüyordu şimdiden. CUMHURİYETİN SONLARINDAN AUGUSTUS DEVRİNE ROMA UYGARLIGI Köleci devletin hizmetindeki askeri diktatörlüğün kitleleri sosyal ve siyasal faaliyetten uzaklaştırdığı için, o fırtınalı M.Ö. 2. yüzyılla 1. yüzyılın ilk yarısında pek etkin olan kültürel yaşam üzerinde çok zararlı etkileri oldu.

Cumhuriyetin sonlarında kültür yaşamı Forum' daki ateşli tartışmalar, siyasal davalar, halk der­ nekleri her şeyden önce hitabet sanatının gelişmesine katkıda bulunuyordu. Gracchus kardeşler büyük hatiptiler; Marius zamanında M. Antonius ile L. Licinius Crassus da öyle. Daha

459

sonra gelen, soyluların yandaşı konsül Quintus Hortensius, "mahkeme duruşmalarının kralı" olarak ün saldıysa Hellenistik konuşmacıların etkisi altında, söylevleri tumturaklı, özentili ve yapmacıklıydı. Demokrasinin tanınmış şefi Iulius Caesar'ın söy­ levleri ise ahenkli bir yalınlık taşıyor ve dinleyenleri sıcaklığıyla bağlıyordu kendisine. Ancak, en ünlü hatip Cicero oldu; onun hitabeti, bu iki eği­ limin ortasında yer alır. Marcus Tullius Cicero (M.Ö. 106-43) Rodos'un ve Atina'run en usta hitabet hocalarından ders almışh; ve kitlenin karşısına çıkmadan önce, söylevlerini ciddi bir plana göre düzenleyip hazırlardı; konu­ şurken de dokunaklı vurgulamalarla dinleyenleri avucunun içine almasını biliyordu. Söylevlerini verdikten sonra yayımladığı için çoğu elimizde bugün; içlerinde en tanınanları, Sicilya'nın vurguncu yöneticisi Verres' e karşı yönelttiği iddianameler, Pompeius' a karşı tam askeri yetkiler verilmesi için söylediği söylevler, toprak kanunu üstüne Catilina'ya ve Antonius'a karşı söylediği söylevlerdir. Sanabnın ilkelerini de Oratore, Brutus ve öteki kitaplarında açıkladı.

Gracchuslar zamanında yergi (satir) doğuyor. Tam anla­ mıyla Romalı bir şiir türüdür bu; güncel olaylara eğilip, sosyal yaşamın düzensizlik ve kötülüklerini taşlayıp gülünçleştiren bir çeşit. Roma' da yerginin yarahcısı olarak -M.Ö. 102 yılına doğru ölen- şair Caius Lucilius bilinir. Pek yalın bir dille, "halk için", allı ölçülü diziler halinde zamanının en cesur dizelerini yaz­ mışhr; en etkili kişiler bile hedef olmaktan kurtulamamışlardır yergilerine. M.Ö. 2. yüzyılın sonlarıyla 1 . yüzyılın başlarında tiyatro da güncel sorunlara yaklaştı. Yeni yazarlar, Gracchusların çağda­ şı Titinius, Marius'la Cinna zamanında yaşayan T. Quinctius Atta, L. Afranius Roma toplumunu harekete getiren konulara giriyor ve kişilerine Roma giysisi giydiriyorlardı. Küçük insan­ ları -zanaatkarları ve köylüleri- sahneye sokuyor, bazen soy­ luların hoppalıklarıyla da alay ediyorlardı. Egemen sınıfların temsilcileri, bu çeşit piyesleri, "meyhane" oyunu deyip ciddiye almazlardı. "Atellanes"adı verilen eski halk güldürüleri, Romalıların gözde seyirleri olup çıkh. Son olarak da tragedya büyük bir gelişme gösterdi. M.Ö. 85 yılına doğru ölen Accius, Yunan tarih ve mitolojisinden alın460

mış, ama özgün bir biçimde işlenmiş elli kadar tragedya yazdı; tiranlara karşı mücadele, kralların kovulması, başkaldırılar göz­ de konuları arasındaydı. Bu özgür yazar en hareketli, en doğru deyişleriyle, Birinci Üçlü Yönetim zamanında bile tiyatronun sıralarında alkış fırtınaları koparıyordu. Yaşamın yeni koşulları, eğitim ve öğretimi eskisinden daha zorunlu kıldı. İlk bilgileri, "litterotori"ler verirlerdi; küçük bir ücret karşılı­ ğında sokaklarda, okuma-yazma ve hesaplama öğretirlerdi. Orta­ öğretim "gramerciler"in okullarında verilir ve Latin ve Yunan edebiyatı, geometrinin ilkeleri ve müzik öğretilirdi. Yükseköğretim, çoğu Yunanlı olup Roma'da yerleşmiş söz sanatı öğretmenlerinin

(retorikçi) uzmanlığına giriyordu. Bu okullar ve özellikle "gramer­ ciler" in okulları, İtalya'nın öteki kentlerinde de vardı ve azatlılarla askerlerin çocukları da izliyorlardı onları.

Eğitim ve öğretimin yayılmasıyla, yalnızca şiir kitapları değil, nesirle yazılmış eserler de giderek çoğaldı. Çok geçmedi, "edebi çevreler" doğdu. Buralarda yazarlar, yayımlanmadan önce eserlerini okurlardı; daha sonra da bu eserler, yayıncıların kullandıkları köle katiplerce çeşitli nüshalar halinde çoğaltılır ve Forum' daki ve ona yakın sokaklardaki kitapçı dükkanlarında satışa çıkartılırdı. Bu biçimde yazılmış yığınla kitap, Augus­ tus' un iktidarı zamanında -kendi iktidarıyla uzlaşmıyor diye­ yok edildi. Caesar'ın Galya Savaşı Üzerine Yorumlar ile M.Ö. 49-48 yıllarındaki iç savaş üzerine ünlü İç Savaş Üzerine Yorumlar'ı, o zamanın pek geniş okur-yazar çevreleri için yazılmış bu türden edebi eserlerin bir örneğidir. Roma şiiri de büyük bir gelişme içindeydi. Eski gelenekle­ rin yıkılışıyla, Roma toplumunda bireycilik, giderek kişisel duy­ guların bir ifadesi olarak lirizm doğdu. Roma'nın lirik şairleri, yaşadıkları devirdeki Hellenistik ya da "aleksandrin" şiiri, yani karşılaştırmalarla, mitolojik imgelerle dolu, özentili, yapmacık­ lı ve bilgiye boğulmuş bir şiir türünü alıyorlardı örnek olarak. Bunlardan, C. Valerius Catulus'unkiler ulaşabildi zamanımıza. M.Ö. 54 yılına doğru ölen Catulus, bir ölçüde de olsa aleksandri­ nizmin etkilerinden kendisini kurtarabildi ve sevgilisi Lesbia (Clodia) için duyduğu aşkla, onun ihanetinin verdiği acıyı dile getiren duygu

461

ve düşüncelerini süsten püsten sıyrılmış, ahenkli dizeler halinde şakı­ dı. Cumhuriyetten yana olan Catulus, iğneleyici kısa koşuklar halin­ de, Caesar' a ve gözdelerine karşı kinini ortaya koydu. Onun bir başka hizmeti de Yunan edebiyahndan aldığı o ahenkli "Aioleis ölçüsü" nü Latin şiirine ilk kez sokmasıdır. Roma' da lirik şiirin kurucusu odur hiç kuşkusuz.

Bilimde de büyük gelişmeler görüyoruz bu yıllarda. Bili­ min tohumlarını, gitgide daha sık Roma'yı ziyaret eden bazen de orada yerleşip kalan Yunan bilginleri daha önce atmışlardı zaten. Ödev Üstüne adlı önemli eserin yazarı büyük Yunan filo­ zofu Panaetius (M.Ö. 180-1 10), Scipio Aemilianus'un evinde yaşıyordu. Öğrencisi, ünlü filozof, tarihçi, coğrafyacı ve astro­ nom Poseidonius (M.Ö. 130-50) da sık sık ziyarete geliyordu Roma'yı. Pompeius'un, Cicero'nun ve Varro'nun hocası oldu. İkinci derecede de olsa, yığınla söz sanatı öğretmeni, filozof, şair Roma' da yerleşmişti ve genç Romalıları eğitip duruyorlardı. Cumhuriyetin son yıllarının en büyük bilginlerinden biri M. Terentius Varro (M.Ö. 1 16-27) oldu. Sapına kadar Cumhu­ riyetçi olan Varro, Birinci Üçlü Yönetimi "üç başlı canavar" olarak adlandırıyordu ve elinde silah Caesar' a karşı mücadele etti. Genel yaşamdan çekilmek zorunda kalınca, yıllarının geri kal anını, Roma'nın geçmişiyle ilgili belgelerin toplanmasına ayır­ dı. Ünlü insanların yaşamından, tanınmış yerlerin betimlemele­ rinden, eski devirlerin örf, adet ve insanlarından söz eden Roma Halkının İlk Zamanları adlı kitabı, 70 adet eseri içinde en önemli olanıdır. Yaşamının sonlarında bir Ansiklopedi de yaptı. Bu eserde, o zaman bilinen tüm bilimlerin esasları açıklanıyordu. Ne yazık ki, pek küçük bir parçası ulaşabilmiştir elimize bu eserin. Cicero'nun da yeri büyük zamanının biliminde. Yunan fel­ sefi düşüncesini halkın anlayabileceği biçimde kaleme aldığı eserlerinde, soyut düşünceyi daha anlaşılır kılmak için diyalog halinde yazmayı yeğlemiştir. Devlet Üstüne (De Republica), Ödev­ ler Üstüne adlı eserleri en tanınmış olanlarıdır. Ne var ki, seç­ meciliği (eklektizm) herhangi bir felsefi görüşe bağlanmaktan alıkoyuyordu onu; öyle de olsa ve eserleri yüzeysel bir nitelik de taşısalar, Cicero Roma' da felsefi düşüncenin gelişmesinde yüzyıllar boyunca büyük bir etki yaptı. Latince felsefe terimle­ rinin saptanması onun eseridir. 462

Ancak, M.Ö. 1 . yüzyılın ilk yarısında, Roma bilimsel düşün­ cesının en büyük temsilcisi, büyük şair Lucretius'tur (M.Ö. 98-55). Hemen hiçbir şey bilmiyoruz Lucretius'un yaşamı hakkında. Epikuros'un materyalist öğretisinin ateşli bir yandaşı olduğu gerçek ama. Doğa Üstüne adlı ünlü felsefi poeminde o da evrenin temel ilke­ leri olarak, atomları ve sonsuz boşluğu gösterir. Doğanın tüm olayları bu atomların hareketinden doğmaktadır. Ruh da bedenin öteki par­ çaları gibi maddeseldir ve bedenle beraber ölüp gider. İnsan, hayvan­ sal durumdan, kendi çabasıyla ve tanrıların hiçbir yardımı olmadan uygar hale gelmiştir; toplumda yığınla kötülüğe, hele hele "bakırın hor görülüp alhnın revaçta olduğu" dizginsiz açgözlülüğe karşın böyledir bu. Lucretius, Epikuros'un hayranı olarak, insanlığı özellikle eski boş inançlardan, dinsel saplanhlardan, rahiplerin sürdürdükle­ ri ölüm korkusundan ve boğucu öte dünya yaşamı düşüncesinden kurtardığı için yüceltir onu. Ona göre din, insan kurban etmek gibi cinayetler de işler ve bu nedenle de "iğrenç"tir.

Lucretius'un eseri, Roma'nın sahne olduğu korkunç bir sosyal mücadelenin tanığı olarak, "militan" bir tanrıtanımazlığı dile getirir ve "ruhsal erinç"liği öğütleyen Epikuros'un öğreti­ sinden bu yanıyla ayrılır. Ne var ki, materyalist görüşleri yayan yalnızca Lucretius değildi o zamanki Roma' da. Caesar bile -büyük rahip de olsa­ tanrıtanımaz ve maddeci görüşlere yabancı değildi. Şu ünlü söz büyük bir olasılıkla o devirden kalmadır: "İki kahin, birbirinin yüzüne gülmeden bakamaz!"

Augustus çağı Cumhuriyet'in son zamanları boyunca uygarlığın geliş­ mesini belirleyen, Roma ve İtalya toplumundaki çeşitli sosyal katları kültür yaşamına çağırabilmiş o coşkun sosyal hareket olmuştur. Ancak, Augustus'un yönetiminde askeri diktatörlük, kitlelerin sosyal yaşamını bir durgunluk ve uyuşukluk içine sokunca, kültürün amacı, köleci toplumun yukarı katlarına hiz­ met etmeye ve onların planlarını gerçekleştirmelerine katkıda bulunmaya dönüştü. Dış görünüşü büyük bir parlaklık kazandı bu kültürün; ancak, "öz" dekinin zararına bir parlaklıktı bu. 463

Augustus, "tuğla halinde bulduğu kenti, mermere dönüş­ türmekle" övünürdü. Augustus zamanında yapılmış çeşitli tapınaklar ve öteki yapılar, köleci Roma'nın yeni rejimini ve onun yeniden canlandırılmış gücünü yüceltmeyi amaçlıyordu; içlerinden çoğu da bizzat kurucusunun yaşamıyla ilgili şu ya da bu olayı dile getiriyordu: Örneğin, Apollon Tapınağı, bu tanrı­ nın da kalıldığı kabul edilen Actium Zaferi adına yükseltilmişti; Gürleyen Iupiter Tapınağı, Augustus'un önündeki köleyi vurup kendisini ölümden kurtardığı için o tanrı adına yapılmışlı. Bazı binalar da Augustus'un ailesindeki bireylerin adını taşıyordu. Değerli mermerlerden yapılan yeni Forum, lüksüyle göze çar­ pıyordu; bununla beraber artık, halk meclislerinin toplanlıları yapılmıyordu orada, mahkemelere ve öteki devlet kurumlarına ayrılmışlı. Augustus'un dostu Agrippa, yeni bir su kemeri ve görkemli hamamlardan başka, Roma İmparatorluğu'na dahil tüm halkların tanrılarına ayrılmış, daire biçiminde bir tapınak olarak Panteon'u yaptırdı. Bütün bu yapılar Hellenistik biçem­ de, onlara soğuk ve resmi bir görünüş veren gösterişli, süslü püslü, giderek doğallıktan uzak, yapmacıklı eserlerdi. Heykelde de aynı katılığı görüyoruz. Yollar, alanlar, tapınaklar, Romulus'tan başlayarak yığınla Romalı kahramanın heykelleriyle süslenmiştir. Augustus'un port­ releri çoğunluktaydı. Onun heykelleri içinde en tanınmış olanı, Prima Porta yakınlarında bulunan ve onu, zırhını kuşanmış, zafer kaz anmış bir general durumunda gösteren heykeldir; oysa herkes onun bir savaş adamı olmadığını biliyordu. "Barışçı" Augustus onuruna Senato, kabartmaları imparatoru ve ailesini Senato'nun ve halkın başında yürür gösteren görkemli bir "Barış Sunağı" yaptırdı. Kupalar, oyma taşlar gibi sanat eşyası üzerinde, Augustus tanrılar arasında oturmuş ve eyaletlerin bağlılığını temsil eden tanıkları kabul ederken görülür.

Özetle, Roma'nın demokratik sanalındaki gerçekçilikten pek bir şey kalmamışlır. Yüzler ve çehreler ülküselleştirilmiş­ tir: Sanatçılar eski özgürlüklerini yitirmişlerdir; eserleri de o büyüleyici doğallıklarını. Yukarıdan dayalılan kurallara boyun eğmek zorundadırlar arlık. Augustus'un yönetiminde düşünce özgürlüğü, kültürün öteki alanlarında da kabul edilmiyordu. Hitabet sanalı içi boş 464

söz söyleme talimlerine döndü. Tarihçiler de sansürün dizgin­ leri altına alındılar. Sezarcı Asinius Pollion, Augustus'un Anto­ nius karşısındaki politikasını uygun bulmadığı için iç savaşlar üzerine yazdığı kitabı bitiremedi. Tarihçi ve hatip Cassius Severus, Augustus'un ve yardımcılarının yaptıklarını acı bir biçimde eleştirdiği için Girit'e sürüldü. T. Labienus'un eserle­ ri, yazarı Cumhuriyeti tuttuğu için Senato'nun emriyle yakıldı. Titus-Livius bile, Pompeius'tan övücü bir dille bahsettiğinden "Pompeius' cu" diye nitelendirildi. Bu durumda, tarih Titus-Li­ vius ve Halikarnassoslu Dionysios ile, büyük ölçüde yarı resmi bir niteliğe büründü. Tarihçi, Roma'nın önemli olaylarını ala­ bildiğine yüceltmeye ve halk hareketleriyle onların şeflerini ise açıkça kötülemeye başlıyordu. Örneğin, Titus-Livius, M.Ö. 5. ve 4. yüzyıllardaki bütün pleb şeflerini, karışıklık çıkaran iğrenç ve demagog kişiler olarak gösterir. Yalnızca siyaset alanından uzak, dilbilim ve özel hukuk gibi bilimler, bir engelle karşılaşmadan gelişebildiler Augus­ tus' un zamanında. Gramerci Iulius Higinus ile Verius Flaccus, bu devirde yaşamışlardır. Hukuku yorumlamada ve sistemleş­ tirmede birbiriyle çatışan iki hukuk okulunun, Antistius Labeo ile Ateius Capito'nun okullarını görüyoruz yenilik olarak. Roma' nın yüksek tabakaları felsefeye de merak sarmışlardı bu arada ve tutulan da Lucretius'un öğretisi değil, özellikle Sto­ acı görüştü. Stoacılık, yandaşlarına soğukkanlılık, kaygısızlık ve dışarıda olup bitenlere karşı kayıtsızlık öğütlediği için eski gücünü yitirmiş Roma soylularının kafa ve ruh yapılarına daha uygun geliyordu çünkü. Sosyal etkinlik siyasal yaşamda kendini gösteremediğinden, çeşitli görüşlerin temsilcisi yığınla küçük edebi topluluk içinde bitkisel bir yaşam sürmeye başladı. Yetişkin edebiyatçıların ya da daha yeni yeni palazlananların eserlerini topluluk huzurunda okumaları ve edebi tartışmalar moda oldu. Kuşkusuz, muhalefet de sesini duyuruyordu bu toplantılarda. Ancak, edebiyatın bir sosyal güç olarak öneminin bilincinde olan Augustus yönetimi, ona da egemen olma yollarını arıyordu. Yarı resmi nitelikteki edebiyat çevreleri oluşmaya başladı. Sanatlarını rejime adamış yazarların geçimlerini sağlayarak ken­ dilerine çekip bağlayacak kadar büyük servetleri de olan kişilerin çevrelerinde kuruluyordu bunlar. Örneğin Roma Valisi Ch. Cilnius

465

Maecenas'ın çevresi böyle ortaya çıkh. Maecenas Vergilius, Horatius, Propertius gibi, devrinin en ünlü şairlerini çevresinde topladı. Onlar­ la, Fannius gibi muhalefetteki şairler arasında şiddetli bir tarhşma başladı ve -doğaldır ki yüksek koruyucular sayesinde- birinciler, hasımlarını saf dışı bırakmayı başarabildiler sonunda.

Augustus çağının en büyük şairi Vergilius (M.Ö. 70-19) oldu. Yalnızca Roma edebiyahnı değil, bütün bir dünya edebi­ yatını derinliğine etkilemiş olan Vergilius, Mantova dolayında küçük toprak sahibi bir ailenin oğluydu. Pek parlak bir eğitim de görmüş olsa, tüm yaşamı boyunca gerek görünüşünde, gerek beğenilerinde "köylü" kaldı bir bakıma. İlk eseri Bucolica' da (Sığırtmaç Türküleri) Theokritos' a öykünerek kırların güzelliklerini şakıdı. Sürgünler zamanında toprağını elinden aldılar. Haklarını almak için yaphğı girişimler onu Sezarcı partinin önde gelen bazı üyelerine yaklaşhrdı. M.Ö. 30 yıllarının başında Maecenas' ın çevresine girdi ve on yıl kadar sonra onun ve -belki de İtalyan tarımındaki çöküşten kaygı­ lanan- Augustus'un da emriyle Georgica'sını yazdı. Bu poem toprağın sürülmesi, bağcılık, hayvan yetiştirme ve arıcılıktan bahseden gerçek bir tarımcılık kitabıdır. Eser, tarımsal doğanın pek güzel tablolarıyla süslüdür. Ne var ki, samimi koruyucu­ larının etkisi, daha şimdiden pek açık gösterir kendini. Eserin birinci bölümüne girerken Vergilius, Octavius'un yeni bir tanrı olduğunu ve yakında parlak bir yıldız gibi gökte parlayacağı­ nı ilan etme zorunluluğunu duyar; bir başka yerde de bu yeni tanrının bir heykelini yerleştirmek için mermerden bir tapınak yapma niyetini açıklar. Vergilius' a ikinci ısmarlama, Aineias Destanı ile ilgili oldu. Şair, bu epik poemi, Roma'nın geçmişini ve Augustus'un mito­ lojik atası Troyalı Aineias'ı yüceltmek için yazdı. Aineias 'ta Vergilius, eskiden anlatılanlara ve kendi varsayımlarına dayanarak, Aineias'ın uzun süren yolculuklardan sonra, oğlu Iulius ve beraberindeki Troya­ lı savaşçılarla Latium kıyılarına nasıl çıkhğını, Roma'nın kurucuları Romulus ve Remus'un da geldiği Latin krallarının nasıl atası oldu­ ğunu ve bunun gibi Iulia gensinin İlius' dan nasıl geldiğini anlahr. Anlahrken de arada, "kehanet" biçiminde, Roma'run son zamanla­ rına getirir sözü ve büyük zaferlerden, Augustus ve ailesiyle ilgili olaylardan bahseder. Konu, şairin barışçı ve yumuşak, kahramanları

466

ve savaşları abartmaya yatkın olmayan ruh yapısıyla pek uzlaşmı­ yordu aslında. Ayrıca, Augustus ve yakınlarıyla ilgili pohpohlamalar ölçüsüzdür ve çileden çıkarır insanı. Vergilius'un, Aineias 'ı üzerinde on bir yıl çalışhktan sonra, noktalayamadığı ve eksik gördüğü kita­ bı ölmeden önce yakmayı düşündüğü söylenir. Bununla beraber, Augustus'un emriyle yayımlanır eser. Kitap, bütün ortaçağda ve mo­ dem zamanlarda hayranlıkla okunmuştur. Ancak, şairin dehası baskı alhnda olmasaydı çok daha yetkin bir eser vereceği açıkhr. Bielinski, Vergilius'tan bahsederken "sahte Homeros" der ki, doğrudur bir bakıma.

Vergilius'un ölümünden sonra, "sultanü'şuara" olarak Horatius (M.Ö. 65-8) geçti yerine. Roma'nın en büyük lirik şairi odur. Bir azatlı olan babası idari hizmetler için yetiştirmek istiyordu kendisini ve eğitimini tamamlaması için de Atina'ya yolladı. Savaş patlak verdi o sıralar; Horatius da asker olarak katıldı o savaşa ve 40 yılında aftan sonra Roma'ya döndü. Bir quaestorun yanında katiplik buldu; üçlü yönetimin askerleri, babasının elindeki ufak toprağı gasp etmişlerdi çünkü. Şiire baş­ ladı. İlk eserlerinde, Epodoslar ve Yergiler' de eski Cumhuriyetçi ülkülerin izleri görülür hala. İlk denemelerinden sonra Vergilius'la dostluk kurdu; o da Maecenas'ın çevresine soktu onu. Bununla beraber, Maece­ nas, bir muhalefet döneği diye başlarda soğuk karşıladı Hora­ tius' u. Ancak, yavaş yavaş dostlukları koyulaştı; Horatius, Maecenas' tan pek güzel bir malikane aldı armağan olarak ve böylece Roma'nın yeni sahiplerinin çevresine dahil oldu. Octavius da özel katipliğini yapmasını önerdi ona. Horatius, daha Odes'lerinde, insanları yaşamdan kam almaya çağırarak aşk üstüne şiirler yazmaya başlamıştı; Cumhuriyetçi ülküle­ rini unutarak, Actium Zaferi'ne alkış tuttu ve Octavinus'un seferden sağ ve salim dönmesi için dua etti. M.Ö. 17 yılında, Augustus'un isteği üzerine, onu göklere çıkaran Yüzyıllık Şar­ kı'yı yazdı. Yaşamının son yıllarında, Augustus' a ve dostlarına günlük yaşam üstüne ya da felsefi ve edebi konularda manzum mektuplar yazdı. Biçim olarak, Horatius'un Od1arı, Roma lirik şiirinin bir doruğu, bir şaheseridir; ancak içlerinde, Cumhuriyet dönemi şairlerinde gördüğümüz o özgürlük adına vurgulama­ lar, ilerici düşünceler yoktur. Onun havailiğini bir yana bıraka­ rak, "pek hoş" bir şair olarak görenler vardır Horatius'u; ancak, "Augustus'un önünde alçalmakla" ayıplanır. 467

Nasıl ayıplanmaz ki! Augustus çağının üçüncü büyük şairi Ovidius'un (M.Ö. 43 M.S. 18) yazgısı daha da trajik oldu. Ovidius, zengin bir equitesin oğluydu. Siyasal yaşam ve devlet işleriyle ilgisini koparmış ve gününü gün eden, çöküş halindeki Roma yüksek tabakalarının bozucu etkisine uğradı; onların boş ve havai aşklarının sözcüsü oldu. Yirmi yaşındayken Heroides adı altında, üç mitolojik kadın kahramanın, Briseis, Didon ve Medea' nın sözde aşıklarına yaz­ dıkları mektupları yayımladı. Arkadan, Aşklar'ı çıktı; şair işitil­ memiş bir açıklıkla sevgilisiyle yaşadığı aşkı anlatıyordu. Ancak, Ars Amatoria (Aşk Sanatı) çıkınca, saray çevrelerinde de skandal koptu: Bu erotik poemde şair, öğretici bir eser yazıyormuşçası­ na, erkek ve kadınlara birbirlerini ayartıp baştan çıkarmalarının ve sevgili olarak kalmanın çeşitli biçimlerini öğretiyordu. M.S. 8 yılında, Ovidius, Karadeniz kıyılarında bir yere sürüldü. Orada, Augustus'tan af dileyen Tristia (Acılar) ve Epistulac ex Ponto'yu (Karadeniz' den Mektuplar) yazdı. Bu eserlerde, büyük bir içten­ liğin yam sıra, yurdundan uzak düşmüş şairin içinde bulunduğu çetin yaşam koşularının pek renkli betimlemeleri görülür. Ovidi­ us'un bu son eserlerinin, bütün öteki eserlerinden üstün olduğu­ nu söyleyenler vardır. Ovidius, iki önemli eser daha bıraktı bize: Roma takvimiyle ilgili olarak adet ve gelenekleri anlattığı Fasti (Festivaller) ile, aşk serüvenleri sırasında tanrılarca hayvan ya da bitki haline dönüştürülmüş insanlardan bahsettiği Metamorphoses (Değişmeler). Ovidius'un çağdaşı, Tibullus ve Propertius gibi öteki ünlü şairler, hatta Sulpicia gibi kadın şairler de, bu erotik türde yazı­ yorlardı. Özgür şiire yer yoktu artık; ve şairler ya iktidarı elle­ rinde tutanların meddahlığına mahkum edilmişlerdi ya da özel yaşamın ve kişisel duyguların küçük ayrıntıları içinde kaybol­ mak zorundaydılar. -

468

BÖLÜM VIII İMPARATORLUGUN GELİŞİMİ

Roma İmparatorluğu M.S. 1 ., 2. ve 3. yüzyıllarda daha da yayılır; imparatorun iktidarı daha da genişler. Bir bakıma büyük gönenç yüzyıllarıdır o yüzyıllar. Ancak, 3. yüzyıla gelin­ diğinde, Principatus rejimi bir "askeri monarşi"ye dönüşmüştür kesinlikle; iktisadi güçlüklerin yanı sıra yabancı istilaların tehdi­ di baş göstermiştir. Bir çöküşü haber vermektedir her şey. MONARŞİK REJİMİN GÜÇLENMESİ IULIO-CLAUDİA HANEDANI

Augustus 'un doğrudan mirasçıları ve Cumhuriyetçi kalıntılarla mücadele Augustus'un ölümü, Roma'nın çiçeği bumunda monarşisi­ ni sorun haline getirdi; monarşinin temel niteliği olan mirasçılık ilkesi henüz saptanmış değildi çünkü. Roma'nın Cumhuriyet­ çi gelenekleri bakımındansa yepyeniydi bu ilke ve yabana, yasadışı ve anlamsız görülüyordu o yüzden de. Bunun içindir ki, Augustus'un yerine ilk geçen, vaktiyle evlat edindiği oğlu Tiberius, iktidarının ilk yıllarından başlayarak, orduda olsun, Senato' da temsilcileri bulunan büyük ailelerin yanında olsun, husumet, hatta sert bir muhalefetle karşılaştı; onun yirmi üç yıl süren iktidarını dolduran yığınla dramatik olayın nedeni budur. Gerçekten, Augustus'un ölümü ve iktidara yeni bir prensin geldiği haberi üzerine Roma'nın iki güçlü ordusu, Pannonia ve Ren orduları aynı zamanda başkaldırdılar. Askerler kendile­ rine ters düşen subaylara kötü davranıyor ve toplantılarında, askerlik hizmet süresinin indirilmesi, ücretlerin yükseltilmesi gibi istemlerde bulunuyorlardı. Aslında ordunun karşı çıktığı, seçmediği bir kimsenin iktidara gelmiş olmasıydı ve başların­ daki Germanicus'u, tahtı ele geçirmesi için sıkıştırıp durdular. Germanicus açıkça direndi bu isteğe karşı. Askerlerin başkal­ dırıları, imparatorluğun büyük bir "gizem"ini de ortaya koyu469

yordu: Askerler gerçek sahipleriydi onun; yazgısına hükmeden, giderek başa kimin geçeceğine karar verecek olanlar da onlar­ dı. Tiberius, Pannonia'ya oğlu Drusus'u yolladı. Drusus çeşitli ödünlerle askerleri yahşhrdı. El alhndan elebaşılar da temizlen­ di. Germanicus da Ren ordusu içinde aynı yolu izledi ve amcası Tiberius' a karşı sonuna değin de dürüst davrandı. Görünüşte olmasa da alttan alta Senato da sorunlar çıkarı­ yordu. Tiberius pek tehlikeli bir durumda bulunuyordu böylece. Yaradılışı da karamsar, geçimsiz ve kuşkucuydu zaten. Baş­ larda Cumhuriyetçi kurumlar karşısında saygılı hareket etti gerçi; kendisini, Senato'nun ve tüm yurttaşların hizmetinde ilan etmişti; konsüllerin önünde ayağa kalkıyor ve tarhşma özgürlüğünü kabul ediyordu. Kendisine "sahip" denilmesini bile yasaklamışh; ancak, köleler için böyleydi, yoksa askerler, Senato ve halk için imparatordu, prensti tek kelimeyle. Ne var ki, bu davranışlar halkça daha fazla tutulmasını sağlamadı onun. Senato, yönetimden gitgide uzaklaşhrılmaktan korkuyordu; Tiberius, önemli işleri kendi özel konseyine havale etmeye başlamışh yavaş yavaş. Hiçbir kamu görevi olmayan, kendisinin, yetenekleri ve deneyimlerinden ötürü seçtiği bir kuruldu bu. Pleblere de öfkeleniyordu; çünkü plebler, buğday dağıtımının ve genel eğlencelerin kaldırılmasıyla, vergilerin arthrılmış olmasına karşı mırıldanıyorlardı ister istemez, halk meclislerini tümüyle kaldırıp bütün seçim görevini Senato'ya vermeye götürdü bu onu. Prensin, yurttaşlarından ve başkent­ teki soylulardan kopuşu, Germanicus'un vakitsiz ölümünden sonra daha da arttı. Halkın pek tuttuğu Germanicus'un, Tiberi­ us'un yakınlarından birince zehirlendiği söylentisi vardı. Tibe­ rius, başlardaki o yumuşaklığını bütün bütüne yitirdi o tarihten sonra; zalim ve acayip bir despot olup çıktı. Ve gerçek bir "terör rejimi" kurdu. Roma' daki askeri birliklerin sayısı arthrıldı ve başı da prensten sonra devletin ikinci kişisi haline geldi. Bunlardan ilki, L. Aelius Seianus, Tiberius'un gözdesi oldu ve Roma'yı 17-31 yılları arasında tir tir titretti; Cumhuriyetçi özgürlüğün son kalınhlarını da boğanlardan biri oldu Seianus; yığınla insan, yersiz kuşkularla ya da asılsız ihbarlarla tutuklandı, işkenceye tabi tutuldu ve öldürüldüler. Sürekli bir korkunun etkisi alhnda Tiberius Roma'yı terk etti bir gün ve gidip Capri'ye yerleşti. Orada tam bir aylaklık 470

içinde, zararlı yaşamını sürdürmeye başladı. Öyle derler, kuş­ kulandığı kişileri oraya çağırhr ve korkunç işkencelerle öldür­ türmüş. Seianus da kurtulamadı bundan; iktidarı elinden alaca­ ğı töhmetiyle Tiberius, küçük çocukları da içinde olmak üzere, tüm ailesiyle yok etti onu bir gün. Sonunda, 37 yılında da Tiberius'u yok ettiler. Yakınları ve Roma' daki askeri birliklerin şefi Macon, ağır bir hastalıktan yeni çıkmış olan Tiberius'u yatağında yashklarla boğdular. Ne var ki, halkın takıldığı, sistemin kendisi değildi; başa getirilendi yalnızca. Daha şimdiden öylesine alışılmıştı ki sis­ teme, en hoşnutsuzlar bile, ölenin yerine bir yenisini düşünü­ yorlardı. Sistem ise, Tiberius'un despotluğu, halk meclislerinin tasfiyesi, merkezileştirme ve gitgide artan bürokrasi sayesinde açıkça monarşik bir nitelik almıştı. Ancak şu da var ki, Tiberi­ us'un kurduğu terör rejiminden zarar gören, saray çevresi, soy­ lular ve bir ölçüde de başkent halkıydı yalnız. İmparatorluğun temelini oluşturan eyaletlerse, bundan zarar görmek şöyle dur­ sun, tersine, eskisinden daha iyi yönetiliyorlardı. Tiberius'un ilkesi şuydu: "İyi bir çoban, koyunlarını kırkar ama derilerini yüzmez!" Eyaletlerin yönetimini doğrudan doğruya kendi seçtiği valilerle güçlendirmişti; o valiler bile özel görevliler yoluyla denetleniyorlardı. Kötü yöneticileri hemen değiştiriyor ve iyilerini de uzun yıllar yerinde tutuyordu. Bununla beraber, bah eyaletlerinde ilkel topluluğun çözülüşü ve köleliğin gelişmesi zaman zaman halkta hoşnutsuzluklara ve şiddetli patlamalara yol açh yine de. Numidya' da, Galya' da böyle oldu. Tacitus, Galya' daki başkaldıranlardan, avcı silahlarıyla çarpışan ve böylece çabuk dağılan, "borca boğulmuş mutsuz kalabalık" diye bahsediyor. Ancak, eyalet soyluları, Tiberius rejiminden genel olarak hoşnuttu ve içerde halk hareketlerinden korktukları için, Roma'ya bağlılıklarım çeşitli vesilelerle belirtip duruyorlardı.

Tiberius'un barışçı ama sert, sürekli bir barış izlenimi yara­ tan, iktisadi faaliyetlere uygun dış politikası, eyaletlerde kendi­ sinin halkça tutulmasına da yol açmışh. Yalnızca Cermenlerle, o da iktidarının başlarında savaşlar oldu; Ermeniler, Partlar gibi komşularıyla çıkan bütün uzlaşmazlıklar diplomatik yollardan çözüldü. Eyaletleri Roma'ya bağlayan zorlama, Tiberius'tan başlayarak organik bir bağa dönüştü ve Roma İmparatorluğu daha tutarlı siyasal bir birlik haline geldi. 471

Caligula

ve

Claudius

Yeni rejimin güçleniş süreci, Tiberius' u izleyen Caligula ile Claudius zamanlarında daha da acılı oldu. Tiberius'un ölüm haberi coşkunlukla karşılandı. Halk, gömülmesine bile karşı çıkıp Tiber Irmağı'na atılmasını isti­ yordu cesedinin. Buna karşılık, Germanicus'un oğlu Caius'un iktidara gelişini büyük coşkunlukla karşıladı. Halk, sağlık ve afiyeti için kurbanlar kesiyordu her gün, "Güneş" diyor­ lardı ona; askerlerse -asker ayakkabısından (kaliga) gelen­ "Caligula" adını takmışlardı. Seferde doğduğunu, askere yakınlığını belirtmek istiyorlardı böylece. Ama hiç kimse, Cumhuriyeti yeniden kurmayı düşünmü­ yordu. Caligula' nın iktidarının ilk yılları, çevresindeki deneyimli insanların da sayesinde, pek iyi geçti; iktidarını güçlendirdi­ ği gibi, halk katındaki sevgisini de arttırdı. Genel afla beraber "kulaklarının hafiyelere kapalı olduğunu" ilan etti, buğday dağıtımını ve eğlenceleri başlattı; Senato'ya karşı pek saygılı bir tutuma girdi; devletin durumunu gösteren bültenleri yeniden yayımlamak için girişimde bulundu. Eyaletlerin ihtiyaçlarına da pek büyük bir dikkat gösteriyordu ayrıca. Bununla beraber, deneyim eksikliği ve dengesizliği yüzün­ den Caligula, o çok çabuk ve pek kolay elde ettiği ilk başarıla­ rını abartmakta gecikmedi. Örnek olarak Augustus'u almamıştı zaten; örnekleri Iulius Caesar' dı, Marcus Antonius' tu. Ve her ikisi gibi onun da ülküsü, "Hellenistik tipte mutlak monarşi" idi; mutlak monarşinin de en yetkin örneği olan Mısır Krallığı! Augustus'un Cumhuriyetçi maskaralığını ve yalpalamalarını onaylamayan bir grup Sezarcı ve Antonius' cu da destekliyordu kendisini ve özelliklenoğu' da daha atak bir dış politika istiyor­ lardı. Caligula, imparatorluğun merkezini bile İskenderiye'ye taşımak düşüncesindeydi. Bu Mısır hastalığı, Caligula' da, hem de en kışkırhcı biçimde ortaya çıkmakta gecikmedi. Tiberius zamanında yasaklanan İsis kül­ tü yeniden serbest bırakıldı. Bugün de San Pietro Kilisesi'nin önünde dikili bulunan taş, Mısır' dan özel bir gemiyle getirilip dikildi. Mısır firavunları gibi, Caligula da kız kardeşiyle evlenmeye hazırlanıyordu

472

ve vakitsiz ölünce de tutup tanrısallaşhrdı onu. Caesar gibi kendini tanrılar kahna çıkarmaya kalkh; Iupiter görünümünde dolaşmaya başladı. Aslında anlatılır gibi değil çılgınlıkları: Çok sevdiği ah için özel ve pek lüks bir saray yaphrdı; konsül seçtirmeyi tasarladığı da söyle­ nir bu ah. Paha biçilmez değerde incileri sirkede erittirip içermiş ve davetlilerin önüne alhndan ekmek ve yemek koydurtur yedirirmiş. Bunlar, tarihçi Suetonius'un anlattıklarının bir bölümü! Doğu'yu örnek alan görkemli bir saray yaşamı büyük paralar gerektiriyordu; hükümetse, önüne gelene vergi koyarak, hatta zen­ ginlerden zorla alarak, bunu utanmadan sağlıyordu ona.

Bütün bunlar, halk katında -zaten rastlantıyla doğmuş ve o da yüzeysel olan- saygınlığını pek çabuk tüketti. Caligula ve yandaşları da sonunda, mırıldanma ve hoşnutsuzlukları önle­ mek için, işitilmemiş bir baskıya kalktılar. Cinayetler muhafız birliklerinin başını öldürtmeye kadar vardı. Sonunda, dört yıllık bir iktidardan sonra, 41 yılında Caligula, muhafız birlik­ lerindeki subaylarca, sarayın karanlık koridorlarından birinde öldürüldü. Üzerinde öylesine bir kin toplamıştı ki, karısı ve bir yaşındaki kızını bile öldürdüler. Bununla beraber, Hellenistik monarşiyi Roma ortamın­ da tutturmak amacıyla iki kanlı girişime karşın Cumhuriyetçi kalıntılar Caligula'nın ölümünde öylesine zayıftılar ki, Augus­ tus'un mutlak imparatorluğa geçişte yaptığı "principatus" uzlaşması bütünüyle eskimiş ve aşılmıştı artık. Mücadele, iktidarın alanıyla ilgili değildi; iktidara gelişin biçimi, daha doğrusu yeni imparatoru kimin ve nasıl belirleyeceği sorunu üstüneydi. Senato'nun güçsüzlüğü kısa zamanda ortaya çıktı. Kalabalıklar Claudius'u istiyordu. "Halk"ın bu adayı, Ger­ manicus'un küçük kardeşi ve Caligula'nın amcasıydı. Caligu­ la'yı öldürenler, saraydan uzakta bir köşede korkudan gizlen­ miş Claudius'u alıp zorla karargahlarına götürdüler ve orada beklemediği halde imparator ilan ettiler. Halkın ve askerlerin kararına bakan Senato da yeni prensi imparatorluk yetkileriyle donath çaresiz. Böylece Claudius, istemese de halkta ve orduda daha önce pekişmiş hanedan düşüncesi sayesinde, Augustus'un torunu sıfatıyla, Roma İmparatorluğu'nun başına geçti. Aslında hiç de layık değildi böyle bir yer için. 473

Ne var ki, on üç yıllık iktidarı (41-54) Augustus'un ölümü­ nü izleyen en yapıcı dönemi oldu; yeni monarşik rejim daha da sağlamlaşh onunla. Roma'nın iaşesi başkaygısıydı; bunu sağlayan tacirlere büyük ayrıcalıklar tanıdığı gibi, Tiber Irmağı'nın döküldüğü yerde bir liman ve kentin su kemerini yaphrdı. Yığınla bataklığı kurutarak hayli top­ rağı tarıma açh. İdari, askeri ve mali konularda hiçbir şey bilmiyordu. Onları özellikle köleler ve azatlılar arasından seçtiği en yetenekli kişilere havale etti. Onlar da bir yandan kendi ceplerini doldururken, bir yan­ dan da Senato'yu ve bütün eski magistratuslukları arka plana ittiler; ve imparatorluğun çeşitli hizmet dalları ve daireleriyle (officia) "idari bakımdan merkezileştirilmesi" sisteminin temellerini atlılar. Bu yeni insanların Roma'nın politikasını yeni yollara çekip götürmeleri de pek doğaldı. Gerçekten, yurttaşlık hakkım bol bol dağıtmaya başladılar ve çok geçmeden yığınla eyalet halkı ve kentine bu hak verilmiş oldu. Claudius, Senato'yu dengelemek için de equites sınıfına, ordunun birçok sırasını ve rütbesini açh. Böylece, imparator­ luk halkının genel olarak aynı düzeye getirilmesi süreci başlamışh: Eyaletler Romalılara yaklaşıyor ve toplumun içinde farklı durumlar yaratan engeller de kalkıyordu ortadan. Claudius'un zamanında Roma dış politikası pek faal bir döne­ me girdi. İmparatorluk bir yayılışa başladı: 43 yılında, daha önce Caesar'ın da iki kez giriştiği İngiltere'nin fethine başlandı; Orta ve Aşağı Tuna' da büyük başarılar elde ederken, Roma Karadeniz' in en uzak kıyılarına değin ulaşh sonunda; Ermenilere Roma hükümranlığı bir kez daha kabul ettirilirken, Yahuda yeniden eyalet haline getiril­ di ve Afrika' da Moritanya' da iki eyalet oluşturuldu. İmparatorluk, Akdeniz dünyasının en uzak noktalarına değin yayılmışh.

\

Bu arada, imparatorluk sarayı büyük entrikalar, giderek skandallar içinde çalkalandı. İmparatora ve yardımcılarına kar­ şı yalnızca mırıldanmakla yetinmeyen senatörler ve soylular bazen -sonuçsuz kalan- tertiplere başvurdular. İlk eşi -ahlak­ sızlığıyla tanınmış- Messalina, onun öldürülmesinden sonra da başı göklerde ve tutkulu eşi genç Agrippina, yığınla skandala ve kanlı olaya yol açh. Agrippina, Claudius'u mutlak etkisi allı­ na aldığından, ilk evliliğinden olan oğlu Neron'u Claudius'un evlat edinmesini sağlayıp "gençliğin prensi" ilan ettirdi. Böyle474

ce oğluna yükselişin yollarını açtıktan sonra, tutup bir gün de imparatoru zehirletti. Doğu ve Hellenistik sarayların pek alışık oldukları bu tür olaylar da gösteriyor ki, M.S. 1 . yüzyılın ortalarına değin Roma' da da "Principatus" rejimi açıkça bir monarşi niteliğini almıştır. Hükümdar kendisine "prens" dese, rejim "Cumhuri­ yet" diye adlandırılsa da buydu gerçek.

Neron ve Iulio-Claudia Hanedanı 'nın sonu Iulio-Claudia Hanedanı'nın son prensi Neron'un iktida­ rı, Principatus rejiminin monarşiye dönüşümünün en çarpıcı ve en belirgin tanığı oldu. İlk kez, ergin olmamış bir çocuğun Roma'nın başına geçtiği görüldü; ayrıca, iktidara gelişi de bir saray ihtilali sonucu oldu. Hakkı yoktu iktidara geçmekte çünkü. Neron genç ve deneyimsiz olduğundan, Doğu monarşi­ lerinde olduğu gibi iktidar, annesi Agrippina Augusta ile şer ortaklarının ve onların da hempalarının elinde bulunuyordu uygulamada. Bunlar arasında -gariptir!- filozof Seneca'yı da görüyoruz. Ancak, hükümet mekanizması iyi işlediği ve Neron da devlet işlerine hiç karışmadığı için ilk beş yıl (54-59) güzel geçti. Hatta askeri başarıların sonucu, Doğu' da imparatorluğun sınırları biraz daha genişledi: Partların Ermenistan' a saldırı­ sı püskürtüldüğü gibi, Gürcistan ve öteki Kafkas kıyı halkları Roma egemenliği altına sokuldular ve -63 yılında da- Pontus Krallığı eyalet haline getirildi; Kırım işgal edildi. 60 yılına doğ­ ru tüm Karadeniz kıyıları Roma'ya bağlanmıştı ve Karadeniz, Romalıların bir iç denizi olup çıkmışti. Ne var ki, bu beş yılın ardından keyfilik ve idari karışıklığın egemen olduğu bir sekiz yıl geldi. Yaradılıştan şehvetli ve vahşi olan Neron, çocukluğundan başlayarak yetiştiği ortamın sonu­ cu baştan çıkmıştı; bir sapıktı düpedüz. Tahta geçer geçmez de bütün tutkuları dizginlerinden boşandı; yalnızca sarayı değil, Roma'nın yolları da akıl almaz bir rezilliğin ve skandal dolu eğlencelerin yatağı olup çıktı. Doğu hükümdarlarının ilkesini kabullenmişti: "Hükümdara her şey serbesttir!" İlk uzlaşmazlığı annesiyle oldu ve öldürttü onu. Güzel mi? 475

Bu saray ihtilalinden az sonra, Claudius' un yerleştirdiği ve devlet dairelerini büyük bir hünerle yöneten yığınla azatlı atıldı ve yerlerine daha uysal olanlar getirildi. Gidenler ara­ sında filozof Seneca da vardı. Askeri işlerin başına da Tibe­ rius' un Seianus'u gibi sapığın biri geçirildi. Eşi, Claudius'un kızı Octavia'yı sürgüne yolladı ve orada da öldürttü. Arkasın­ dan, annesini öldürtmesi için kendisini kışkırtmış olan ahlak­ sız ve zalim Poppea ile evlendi. Tarihçi Tacitus öyle diyor bu kadından bahsederken: "Her şeyi vardı: Güzellik, zeka, zenginlik. Kalbi yoktu yalnız!" Neron onu da bir gün, karnını tekmeleyerek öldürecektir. 60 yılından başlayarak, sarayın çılgın eğlenceleri için işitil­ memiş giderler dönemi açıldı. Tarihçi, "sefahat kudurganlığı" diyor o dönemden bahsederken. Bayramlar ve eğlenceler görülmemiş bir debdebe içinde birbirini izliyordu. Sarayın hizmetçileri bile lüks giysilerle dolaşıyor; kahrlar gümüşten nallanıyordu. Hazinede asıl gediği açan, görkemli yapılara girişilmiş olmasıydı. "Alhn ev" bunların başında geliyordu. Roma' da birkaç mahalleyi kaplayacak büyüklükteki bu saray bittiğinde Neron ziyaret eder. Söylediği pek hoştur: "Sonunda, insan gibi bir evde otu­ racağım!"

Böylesine bir savurganlık, sonunda maliyeyi bahrdı doğal­ lıkla. Öyle ki, askerlerin parası, emeklilerin maaşları bile askıya alındı. Çare olarak, paranın ayarı düşürüldü. Aptalca gerekçe­ lerle zenginlerin mallarına el koymalar da başladı; prense vasi­ yette bulunmayı ihmal etmiş kişilerin terekelerine de. Ne var ki, tek Neron değildi bu utanç verici yaşamı süren. Köleci imparatorluğun bütün yüksek sosyetesi aynı bataklığın içinde yüzüyordu: İmparator, devleti keyfine göre yönetirken, Roma soyluları da politikaya karşı tüm ilgilerini yitirmişlerdi; iflah olmaz biçimde soysuzlaşmış olan bu sınıf bütün varlı­ ğıyla)