Ya / Ya Da [1 ed.]
 9786050381849, 9786050381863

Citation preview

3830

1 ALFA 1 FELSEFE 1 83

YA/YA DA Yaşamdan Bir Parça S0REN KIERKEGAARD (1813-1855) Danimarka'nın Kopenhag şehrinde dünyaya gelen Soren Aabye Kierkegaard yedi çocuklu bir ailenin son çocuğudur. Kierkegaard hayatı boyunca dindar babasının etkisinde yaşamaya devam edecektir. Babası tarafından en iyi okullara gönderi­ len Kierkegaard on yedi yaşındayken Kopenhag Üniversitesinde teoloji okumaya başlar. Burada felsefeyle tanışır ve teolojiye ilgisi giderek azalır. Felsefe üzerine makaleler yazmaya başlar, sistematik felsefeyi eleştirerek felsefesinde bireyi merke­ ze alır. Melankoli, bulantı, kaygı gibi kavramlara felsefesinde geniş bir şekilde yer veren ilk filozof olması onu varoluşçu felsefenin babası yapar. Eserlerinden bazıla­ rı: İroni Kavramı (1841), Korku ve Titreme (1843) ve Ölüme Götüren Hastalık (1849).

NUR BEIER İstanbul'da Arnavutköy Amerikan Kız Kolejinden (ACG) mezun oldu. Sonra­ sında yerleştiği Danimarka'da, Kopenhag Üniversitesinde ve ardından Southern Denmark Üniversitesinde Dilbilim ve Ortadoğu ve Göç Çalışmaları Bölümünde okudu. Danca-Türkçe dil eğitmeni de olan Beier bunun yanı sıra serbest çevir­ men olarak Dancadan Türkçeye felsefe ve klasik ve modern edebiyat çevirileri yapıyor. Nur Beier ayrıca sosyo-kültürel ve sosyo-politik konularda ve özellikle kadın hakları, kadın-erkek eşitliği, cinsellik, etnik köken ve kimlik, etnik sorunlar, göç ve göçmen sorunları, entegrasyon vb konularda, Danca, İngilizce ve Türkçe bir dizi bilimsel antolojiye de katkıda bulunduğu gibi, muhtelif araştırma yazı­ larına da imza attı. Çevirilerinden bazıları: Korku ve Titreme (2015), Aforizmalar

(2017), Baştan Çıkancının Günlüğü (2017).

Enten-eller:Ya/Ya da © 2018,ALFA BasımYayım Dağıtım San. veTic. Ltd. Şti. Kitabın Türkçe yayın hakları Alfa Basım Yayım Dağıtım Ltd. Şti.'ne aittir.Tanıtım amacıyla, kaynak göstermek şartıyla yapılacak kısa alıntılar dışında, yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir elektronik veya mekanik araçla çoğaltılamaz. Eser sahiplerinin manevi ve mali hakları saklıdır. Yayıncı ve Genel Yayın Yönetmeni M. Faruk Bayrak Genel Müdür Vedat Bayrak Yayın Yönetmeni Mustafa Küpüşoğlu Çeviren Nur Beier Kitap Editörü Mutlu Hacıoğlu Kapak Tasarımı FüsunTurcan Elmasoğlu Sayfa Tasarımı ZuhalTuran

ISBN 978-605-038-184-9 ISBN 978-605-038-186-3 (ciltli)

1. Basım: Mart 2020

Bu kitap Danish Arts Foundation'ın katkılarıyla yayımlanmıştır.

ı: Danish Arts Foundation

Baskı ve Cilt Melisa Matbaacılık ÇiftehavuzlarYolu Acar Sanayi Sitesi No: 8 Bayrampaşa-İstanbul Tel: 0(212) 674 97 23 Faks: 0(212) 674 97 29 Sertifika no: 45099

Alfa Basım Yayım Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şti. Alemdar Mahallesi T icarethane Sokak No: 15 34410 Cağaloğlu-İstanbul Tel: 0(212}5-11 53 03 (pbx) Faks: 0(212) 519 33 00. www.alfakitap.com - [email protected] Sertifika no: 43949

Seren::-:: -·

CD 11111

� CD m m m

YA/a. YADA Dancadan çeviren Nur Beier

ALFA

İÇİNDEKİLER

SUNUŞ, 7 Elis Şimşon

YA/YADA A'NIN KAGITLARINI İÇEREN BİRİNCİ CİLT, 4 1 Önsöz

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . ...... . . ... . . . . . . . . .

t:.ıcnJıaA.µcmx [Diapsalmata] Ya/Ya d a

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Dolayımsız Erotik

.............................................................................

Antik-Trajiğin Modern-Trajiğe Yansıması Gölge Oyunu

59 89 97

. . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

201

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . .

233

E n Mutsuz Olan İlk Aşk

43

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

293

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . .

311

Ekim Nöbeti

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ... . . . . . . . ..

Baştan Çıkarıcının Günlüğü

. . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . .

369 393

B'NİN KAGITLARINI VE A'YA MEKTUPLARI İÇEREN İKİNCİ CİLT, 5 5 7 Evliliğin Estetik Geçerliliği

. . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . .. . . .. . . . . . . . . .

559

Kişilik Gelişiminde Estetik Olan ile Etik Olan Arasındaki Denge Sonsöz

. . ... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

737

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

949

Tanrı'ya Karşı Daima Kabahatli Olduğumuz Düşüncesinde Yatan Ahlaken Yükseltici Unsur

.....................

955

SUNUŞ Elis Şimşon

S0ren Aabye Kierkegaard Ya/Ya da'yı, hayatının tek aşkı Regine Olsen'le nişanlılığına son verdikten ve İroni Kavramı başlığını taşıyan tezini savunduktan sonra, Kopenhag'ı ilk kez terk edip soluğu Berlin'de aldığı 1 841 yılında tasarla­ maya başlamıştı. Bu devasa kitabın zihinsel mayalanma sü­ recinde düşünürün hayatında neler olup bittiğine yakından bakmak, kitaba yaklaşmak için iyi bir vesiledir. Kierkegaard ilk görüşte aşık olduğu ve ilişkilerinin üç seneyi devirmesinin ardından 1 840 yılında evlenme teklif ettiği Regine'nin aşkının, onu sağalttığını ve özgürleştirdi­ ğini hissediyordu. "Regine'm ! " diye başlayan mektuplarının birinde, "Beni, mutlu ya da üzgün olsam da hep seveceğine inandırdığın her an, ruhumu Araf'tan kurtardığını bilmeni isterim, " diye yazmıştı. 1 Ama Kierkegaard giderek melanko­ lisine yenik düşüyor, " Şu hayatta nasıl varolmalı?" sorusu mütemadiyen aklını kurcalıyordu. Bu soru onun için sadece entelektüel ya da pragmatik bir dert değildi; ruhani bir yü­ kümlülüktü aynı zamanda, çünkü bu soru Tanrı'nın huzu­ runda nasıl yaşanır ve Tanrı'yla en hakiki, en samimi ilişki Clare Carlisle, Philosopher of the Heart: The Restless Life of Seren Kierkegaard, UK, Allen Lane, Penguin Books, 2 0 1 9, s. 74.

8



YA/YA D A

nasıl kurulur sorularından bağımsız değildi. Onu gelgitli ama çoğunlukla karanlık bir halet-i ruhiyeye sürükleyen bu soru hayatı boyunca yakasından düşmeyecekti. Bu esnada Regine'yi çok sevmesine rağmen bir evliliği yürütemeyeceğine ikna olmaya başlamıştı. Ruhunun ka­ ranlığını Regine'yle paylaşmaktan çekiniyor, genç kadının hayatını cehenneme çevirmekten korkuyordu. Regine'yi sev­ diği ve acı çekmesini istemediği için ondan ayrılması gerek­ tiğini düşünüyordu. Başkalarının, hakkındaki görüşlerine her zaman önem veren Kierkegaard, Regine'yle evlenmenin, aralarındaki sevgi bağını pekiştirmek için birbirlerine vere­ cekleri bir sözden çok daha fazlası olduğunu biliyordu; ev­ lenmek belirli toplumsal rolleri de üstlenmeye dair bir söz vermekti: İyi bir eş, baba, aile reisi olmayı da gerektiriyordu. Dolayısıyla evlilik, düzenli bir gelir kaynağı sağlayacak bir işte çalışmasını da zorunlu kılacaktı. Teoloji mezunu olarak akademisyen olabilirdi ya da devlet kilisesinde papazlık ya­ parak cemaate liderlik edebilirdi. Bu senaryoya göre hayatı belirli ödevler, sorumluluklar ve beklentilerle şekillenecek­ ti. Kierkegaard bunu istemediğini fark etmişti. On üç aylık nişanlılıktan sonra Regine'den ayrılmaya karar verdi. San­ cılı bir süreçti; çünkü Regine, Kierkegaard'un bu kararını anlamakta ve kabullenmekte çok zorlandı. Çocuksu uysal­ lığını bir kenara bırakıp Kierkegaard'u hayrete düşüren bir azim ve güçle direndi bu karara, "dişi bir aslan gibi savaş­ tı. " 1 Genç kadının bir olgunlaşma sürecine girdiğine tanıklık ederken ve onu hala severken kararının arkasında durmak Kierkegaard'un canını çok acıtıyordu. Buna katlanabilmek için kadını "kandırmayı" seçti: Acımasız bir tavır takınarak Regine'nin ondan soğumasını sağlamaktı amacı; böylece ka­ dın kendisini aşağılanmış hissetmeyecek ve ayrılık kararını o da güçlü bir biçimde sahiplenecekti. Kierkegaard'un planı başarıya ulaştı. Nişanı bozup ortalığı karıştırmanın yakıcı Alastair Hannay, Kierkegaard, çev. Nur Nirven, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2013, s. 175.

SUNUŞ



9

sorumluluğu altında ve aldığı kararın birçok insanı etkile­ diğini görmenin krizini de omuzlayarak Berlin'e gitti. Papaz olma ihtimalini de böylece geride bıraktı. Nihayet kendisini yazmaya adayabilecekti, yaşadıklarını anlamlandırmak için yazmaya ihtiyaç duyuyordu. Kierkegaard'un yolunu Berlin'e düşürmesinin bir di­ ğer sebebi, tutkuyu düşünce uğruna kurban eden, dönemin baskın felsefesi Hegelciliğin donuk felsefe sistemine karşı sağlam bir eleştiri arayışıydı. 1 830 'ların sonu ve 1 840 'ların başında Hegel'in Mantık Bilimi, Danimarkalı entelektüel­ lerin en çok tartıştığı eserlerden biriydi. Kierkegaard'un da Hegel'in düşüncesiyle oldukça karmaşık bir ilişkisi vardı: Kıyasıya eleştirmeye girişse de Hegel' den çok etkilendiği barizdi. Kierkegaard'un Hegel'i alımlayışında, Kopenhag Üniversitesindeki hocalarının ve entelektüel çevrede dönen tartışmaların çok büyük payı vardı. Bu yüzden, canlılığı ve devinimi emerek düşünceyi kurutan bir soyutlama ortaya koyan Hegelci mantık bilimini akademik felsefi aktivitenin tümüyle ve hatta bizzat felsefenin tanımıyla eş tutuyordu. 1 Kierkegaard'a göre Hegelcilik, varoluşun en rafine ifade­ sinin kavramsal düşüncede bulunabileceğini iddia ediyordu; bu ise, varoluşun en kendine has özelliğini ıskalamak, varo­ luşu sadece düşünceye hapsetmek ve ona müthiş bir haksız­ lık ederek hayli dar bir perspektiften yaklaşmak anlamına geliyordu. Her şeyi rasyonel biçimde açıklayıp kavramsal analize tabi tutan Hegelci düşünce sistemi, varoluşun içini boşaltmaktan, ona yaşamsallık veren çelişkileri yatıştırıp uzlaştırmaktan başka bir şey değildi. Kısaca, Kierkegaard'a göre varoluş sadece düşünceden müteşekkil olamazdı. Şüphesiz, bu fikre kapılmasının ardında Hegel'in Hıris­ tiyanlık hakkındaki görüşleri de yatıyordu ama bunlar da Kierkegaard'a yine ikinci elden, yani halihazırda sürmek­ te olan entelektüel tartışma vasıtasıyla ulaşmıştı. Dönemin Clare Carlisle, Kierkegaard: A Guide for the Perplexed, New York, Continuum Publishing, 2006, s. 4.

10



YA/YA D A

saygın oyun yazarı ve edebiyat eleştirmeni olan Johan L. Heiberg ve önde gelen teolog Hans Lassen Martensen, Ko­ penhag'daki Hegelciliğin en güçlü temsilcileriydi. Marten­ sen, Hegelci dolayımlamanın Hıristiyanlık öğretisindeki önemini savunuyordu. Yahudilik, insan ve Tanrı arasındaki ayrımın asla uzlaşmayacağı ilkesi üzerine kurulu olduğun­ dan, Aristoteles mantığındaki "üçüncü halin olanaksızlı­ ğı" yasasına dayanıyordu. Diğer bir deyişle, Yahudilik "ya insan ya da Tanrı " diyen bir çerçeve çizmişti; çünkü bir­ biriyle çelişkili iki şey, yani tanrısal olan ve insan doğası, bir araya gelemezdi. Oysa Hıristiyanlık, İsa'nın, Tanrı'nın oğlu olduğunu kabul ederek ve tecessüm öğretisini merke­ ze koyarak hem Yahudiliğin "ya/ya da " çerçevesini hem de Aristoteles mantığını aşmıştı. Tanrı böylece dünyaya içkin kılınmıştı; teologların yapması gereken, bu içkinliği, Hegel­ ci bir esinle, kavramsal düşünceye tercüme etmekti. Zira bu şekilde, Teslis'te temellenen tüm gerçeklik rasyonel bir düşünce sistemi içinde ifşa edilebilirdi. Dolayısıyla Hegelci uzlaşım, Hıristiyanlığın Yahudiliğe üstünlüğünü anlamak için en önemli anahtar haline gelmişti. Aristoteles mantı­ ğında çelişkili kalan şeylerin Hegelci mantıkta dolayımla­ nıp uzlaştırılması bir üst adımdı; haliyle yapılması gereken "bu korkunç ya/ya da mantığını aşmaktı. " 1 Martensen bu argümanı kurduğu " Rasyonalizm, Doğaüstücülük ve Üçün­ cü Halin Olanaksızlığı " adlı metninde çok defa "ya/ya da " tabirini kullanıyordu. Gelgelelim, tartışmanın diğer kutbunda ise Kierkega­ ard'un da zamanında din dersleri aldığı, ailece saygı duy­ dukları Piskopos Mynster vardı. Mynster, Tanrı'nın içkin­ liği fikrine karşıydı. İmanın felsefi kavramlar vasıtasıyla rasyonel bir biçimde temellendirilmesini ve felsefi bir sis­ teme kaydedilmesini reddediyordu. Ona göre, Hegel'in, imanı kavranabilir bir bütüne içkin kılarak dolayımlaması A.g.e., s. 54.

SUNUŞ



11

da Hıristiyan öğretiye taban tabana zıttı: Hıristiyan birey, Tanrı'ya ancak aşağıdan, huşu ve tevazu içinde yönelebilir­ di; yukarıdan, kavrayarak değil. Mynster bunu öne sürerek bireyin Tanrı'yla birebir kişisel ilişkisine vurgu yapıyordu. Amacı, bireyin bu ilişkideki ruhani gelişiminin önemini gös­ termekti, bütünsel tinin gelişimini değil. Martensen ve My­ nster arasındaki bu tartışma, hiç şüphesiz Kierkegaard'un çok ilgisini çekmişti ama kendi pozisyonunu belirlemeden önce Berlin'e gidip Hegelciliğe karşı sığınabileceği bir kale olması umuduyla Schelling'in derslerini de izlemek istemiş­ ti. Ne yazık ki Hegelcilik karşısında Schelling de onu hayal kırıklığına uğratmıştı. Dostu Emil Boesen'e Berlin'den gönderdiği Ocak 1 842 tarihli mektupta Ya/Ya da adlı bir proje üzerinde çalıştığın­ dan ve durmaksızın yazdığından söz ediyordu. Bu onun ha­ yattan el etek çekebilmesi için de sağlam bir bahane olmuş­ tu. Bu çalışmanın, Hegel felsefesindeki dolayım ve çelişki kavramlarını felsefi bir biçimde tartışmayı amaçlamadığını, aksine tamamıyla edebi yazılardan oluşacağını ve bunun için de bambaşka bir biçeme başvurduğunu dostuna çıtla­ tıyordu. Dahası, bu projeyi gizli tutmasını tembihliyordu.1 Kierkegaard birkaç ay sonra, "en gözde fikri" olarak tanım­ ladığı ve "onunla var olduğunu"2 söylediği Ya/Ya da ya son noktayı koymak için Kopenhag'a dönme kararı aldı. Döner­ '

ken elinde kitabın birçok bölümünün neredeyse son haline getirilmiş taslağı hazırdı bile. Tamamı on bir ayda yazılan kitap, editör/yayımcı Victor Eremita'nın önsözüyle 20 Şubat 1 843 'te yayımlandı. Adları bile belli olmayan iki kişinin el yazmalarından oluşan bu devasa kitapta yok yoktur: evliliği savunan mekJoakim Garff, Sr.�ren Kierkegaard: A Biography, Princeton, New Jersey, Princeton University Press, 2005, s. 2 1 1 . 2 Howard V. Hong ve Edna Hong, "Historical Introduction, " Seren Kier­ kegaard, Either/Or, birincin bölümün (çev. Howard ve Edna Hong) içinde, Princeton, New Jersey, Princeton University Press, 1 98 7 , s. viii.

12



YA/YA D A

tuplar, bir tiyatro oyunu, Johannes adlı genç bir adamın tut­ tuğu baştan çıkarma günlüğü, şiirsel birtakım aforizmalar, sevgi, özgürlük ve kişinin Tanrı'yla ilişkisi üzerine bir vaaz ve bölük pörçük fragmanlar . . . 1 Peki, bu insanlar kimdir? Birbirleriyle diyalog halinde­ ler midir? Bu el yazmaları neden aynı kitapta toplanmıştır? Bu yazıları bir arada tutan ortak bir tema ya da anlatısal bir çerçeve var mıdır? Adı " Muzaffer Münzevi " ya da "Yal­ nız Galip " 2 anlamlarına gelen Victor Emerita, önsözde bu sorulara, okurun işini pek de kolaylaştırmayan, ama yine de kapı aralayan birtakım cevaplar verir. Ne var ki Emeri­ ta, Kierkegaard'un kurgusundan ibarettir. Bu hayal ürünü editör, okura A'nın ve B 'nin el yazmalarını eskiciden aldığı bir çalışma masasının çekmecesinde bulduğunu anlatır. Ya­ zıların ilk grubu genç bir estete aittir. Emerita'nın, "A'nın Kağıtları" olarak adlandırdığı bu cilt estetik varoluş evresi­ ni resmeder. A adlı kişi, hayatla duyumsama temelinde bir ilişki kurar; dolayısıyla yeni, heyecan verici, zevkli ve ilginç olanı deneyimleme peşindedir. Buna rağmen, çoğu zaman mutsuzluktan şikayetçidir. Estet, Alman Romantizminin ironik bir tasviri olmakla beraber Don Juan, Pers Kralı Ahaşveroş ve Faust gibi tip­ lemelerden de esinlenerek kurgulanmıştır. Bu karakterin en gelişkin hali, birinci cildin son bölümü olan "Baştan Çıka­ rıcının Günlüğü"nde arz-ı endam eder. Johannes için baş­ tan çıkarma bir oyundan ibarettir; hedef, aşık olduğu kadını elde etmek değildir. Aksine aşk, ancak karşı taraftan gelen Bu kitabın birbirinden kopuk gibi duran, türleri tamamen farklı edebi metinlerden oluşması, ülkemizdeki yayımcıların bu bölümleri münferit kitaplar olarak basmasına yol açmıştır. Bu, maalesef bu esere yapılan büyük bir haksızlıktır. Kierkegaard özellikle Boesen'e gönderdiği mek­ tuplarda bu eseri büyük bir dikkatle tasarladığını, okurun ya tüm ki­ tabı okumasını ya da elini bile sürmemesini arzu ettiğini yazmaktadır. Dolayısıyla elinizdeki baskı, Kierkegaard'un isteğine sadık tek baskı­ dır. A. Hannay, Kierkegaard, s. 1 92 .

SUNUŞ



13

bir dirençle güzeldir Johannes'e göre. Kavuşulduğunda ve tamamen teslim olunduğunda aşk alışkanlığa, güçsüzlüğe ve bağlılığa dönüşür; heyecanını yitirip sıkıcılaşır. Johannes, zihinde ilginç senaryolar tasarlayarak, insanları ve olayları manipüle edip dünyayı bir oyun alan ına çevirmek üzerine kurulan bir hayat görüşünün vücut bulmuş halidir. Sıradan gündelik hayatı, her tür imkanı seferber ederek, şiirsel bir şölene, romantik bir kovalamacaya, hazzı yüksek bir seyirli­ ğe dönüştürmektir hedef. Sıkıcı olana yer yoktur, ilginç ola­ nın peşine düşülür. Fiili dünya buna izin vermiyorsa çare, imgelemin sonsuz ilginç ihtimal üretme gücüne sığınmaktır. İkinci grup el yazmaları ise "B'nin kağıtları" olarak ad­ landırılır. Wilhelm adlı bir yargıcın genç estete yazdığı mek­ tuplarda etik varoluş evresinin anahatları çizilir. Bu cildin sonunda yaşlı bir papaza ait olduğu iddia edilen bir de vaaz yer alır. Kişinin birebir Tanrı'yla kurduğu ilişkide kendisi­ ni fark edeceğini ve varoluş sorusunun en sahih biçimiyle Tanrı'nın huzurunda açılacağını telkin eden bu vaaz, dinsel varoluş evresinin detaylı bir temsili olmasa da temel çerçe­ vesini sunar. 1 Wilhem, genç esteti, hayatını sadece kendine hizmet et­ mek, haz almak ve tahammül edemediği durumlardan anın­ da kaçmak üzerine inşa ettiği için fazlasıyla bencil bulur; bağlılıktan, taahhütten, sorumluluktan kaçışın ete kemiğe bürünmesidir o adeta. Wilhem, estetin toplumsal hayattan ve insanların birbirinden sorumlu oluşundan bihaber oldu­ ğunu düşünür. Hakiki ve fiili ilişkilerin yerine fantazileri geçirerek estet kendini kandırır. Hayal dünyasında yaşar; dolayısıyla fiili dünyada hareketsizliği seçmiştir. Çünkü im­ kanlarla oynaşmak eğlenceli olsa da imkanı gerçekleştirmeyi göze alamamak onu hep ideal dünyanın korunaklı alanında muhafaza etmektir. Oysa karar sorumluluk alma kararıdır. Diğer bir deyişle, tasavvur edilen imkan çeşitliliğinden biriDinsel evre, Kierkegaard'un aynı yıl farklı bir takma isimle yayımlata­ cağı Korku ve Titreme'de detaylı bir biçimde tartışılacaktır.

ı4



YA/YA D A

ni seçip onu fiili kılma yolunda bir adım atmayı gerektirir. İmkanın fiili kılınması süreci bir bilinmezliktir. Ama seçim tam da bilinmeze rağmen yapıldığı için seçimin sorumlulu­ ğunu üstlenmek zorlayıcıdır. Seçmek pasifliği yarar. Daha­ sı, zihnine, imgelemine geri çekilen estetik evrenin aksine, etik evrede seçimler toplumsal bağlamda kendini gösterir. Oyunlarda, ideallerde ve fantazilerde saklanmanın yerine, yapılan seçimlerin ve alınan sorumlulukların kamusal gö­ rünürlüğü vurgulanır. Diğer bir deyişle, hayal alemindeki gezintiler, imkanlarla flörtleşmeler, hislerin ve duyumla­ rın sunduğu ilginç dünya yansımalarıyla donatılmış estetik evre, kişinin inisiyatif alıp bir söz vermesiyle, kendisini bir şeye adamasıyla, hayatına kattığı bir bağlılıkla aşılır. Etik evre ise verilen bir taahhüdü ve onunla gelen sorumluluğu merkez alır. Yargıç Wilhelm mektuplarında etik evrenin ayırt edici özelliklerini " evlilik" üzerinden anlatır. İlk bakışta bu kitaptan edindiğimiz izlenim, kitabın bize tüm bu kurgusal tiplemeler vasıtasıyla iki farklı hayat gö­ rüşü, hayatla kurulan iki farklı ilişki, uzlaşıma varmayan iki seçenek sunduğudur. Editör Victor Emerita kitabın baş­ lığını koyarken tam da bu ikiliği yansıtmak istediğinin al­ tını çizer. Birinci cilt bir "ya , " ikinci cilt ise "ya da " dır. Bu başlığın şöyle bir avantajı olduğunu da ifade eder: Kimin kimi ikna ettiği sorusu askıya alınır, bir sonuca varılamaya­ cağı daha baştan okura sezdirilir; dolayısıyla kitabı okurken A'nın ve B 'nin kim olduğunu unutup tekil kişilikler üzerine nihai hükümler vermeden, sadece onların hayat görüşleriyle karşı karşıya kalınır.1 Bir anlamda, okurun bu kurgusal la­ birentte mütemadiyen önüne farklı senaryolar, seçimler, ka­ rarlar, ihtimaller ve bakış açılarının çıkacağının en önemli ipucu başlıkla verilmiştir. Kierkegaard 12 Haziran 1 842 'de, yani kitabın yayımlan­ masından sekiz ay önce, Ya/ Ya da'nın yazarını gizli tutma S0ren Kierkegaard, Ya/Ya da, çev. Nur Beier, İstanbul, Alfa Yayınları, 2020, s. 2 2 .

SUNUŞ



ı5

gayesiyle okurlara bir açıklama yapmıştı; "bazı gazete ve dergilerde çıkan o parlak, nüktedan metinlerin yazarının" kendisi olmadığını söyleyip bu "hak edilmemiş onuru" geri çevirmişti. Bu kamusal seslenişte "yazılarına ilgi gösteren değerli insanlardan, kendi imzasını taşımayan hiçbir metni ona mal etmemelerini" rica etti. 1 Kurgusal yazarın inandırı­ cılığını pekiştirmek için kitap yayımlandıktan bir hafta son­ ra bir girişimde daha bulundu. Fredrelandet adlı dergiye "A. F. " imzasıyla2 " Ya/Ya da'nın Yazarı Kimdir?" başlıklı bir yazı gönderdi. Yazının maksadı kitabın yazarının kim oldu­ ğuna ilişkin birtakım makul akıl yürütmeler sunmak gibi gö­ rünse de, Kierkegaard okurların dikkatini kendi üzerinden atmaya ve bir kez daha okurları yazarla ilgilenmemeye ikna etmeye çalışmaktaydı. Yazıyı şu cümleyle bitirmişti: "Bu ya­ zının yazarı da dahil olmak üzere pek çok insan, kitabın asıl yazarının kim olduğu sorusuyla ilgilenmenin gereksiz oldu­ ğu kanısında. Onlar yazarın kimliğini bilmeden de mutlular; çünkü bu sayede, yazarın kişiliğine kafa yormadan sadece ellerindeki kitaba odaklanabilirler. " 3 Takip eden aylarda, Danimarka'nın birçok saygın dergi ve gazetesinde Ya/Ya da 'yla ilgili yazı çıktı; okuyanların ki­ taba kayıtsız kalamadığı ortadaydı. Yukarıda da adını an­ dığımız, dönemin önde gelen edebiyat eleştirmenlerinden Heiberg kitabın piyasaya sürülmesinden on gün sonra bir eleştiri yazısı kaleme aldı. Ya/ Ya da'nın Kierkegaard'un ese­ ri olduğunun pekala farkında olan Heiberg kitabı şöyle be­ timlemişti: "Bulutsuz gökyüzünde ansızın çakan bir şimşek misali, edebiyat dünyamıza dev bir kitap düşüverdi kısa bir süre önce. Victor Emerita'nın tuğla gibi iki ciltlik, 838 sayfaHoward V. Hong ve Edna Hong, "Historical Introduction, " s. xv. Kopenhag Üniversitesindeki Seren Kierkegaard Araştırma Merkezin­ de akademisyen ve en kapsamlı Kierkegaard biyografilerinden birinin yazarı olan Joakim Garff, bu harflerin "yazar tarafından" anlamına ge­ len Danca Af Forfatteren sözünü imlediğini ileri sürüyor. Garff, S0ren Kierkegaard: A Biography, s. 2 16 . A.g.e. , s. xvi.

16



YA/YA D A

lık Ya/Ya da'sından söz ediyorum. " Heiberg kitabın devasa boyutunu eleştirmeyi de ihmal etmemişti: Şöyle düşünürüz: "Bu kalınlıkta bir kitabı okuyacak vak­ tim var mı, feda edeceğim zamanın buna değeceğinden nasıl emin olabilirim?" Kitabın başlığı bizi öyle etkiler ki, bunu kitapla kurduğumuz ilişkiye de uyarlamaktan kendimizi alamayız: "Bu kitabı ya okumalıyım ya da ondan uzak dur­ malıyım. " Artık Altın Çağda yaşamıyoruz; herkesin bildiği gibi Demir Çağındayız, hatta daha spesifik bir biçimde söy­ lersek, Demiryolu Çağındayız . Asıl mesele, en uzak mesafe­ leri en kısa zamanda kat etmekken, bir insanı bu boyutta bir ıvır zıvırla ortaya çıkmaya iten nasıl tuhaf bir anakronizm­ dir acaba?1

Heiberg, bu aşamadan sonra eleştirel tonu giderek sertleşti­ rerek kitabın birinci cildinin, yani Ya'nın ritminin aksaklı­ ğından, yaratıcı üsluba rağmen düzensizliğin aşırı rahatsız edici oluşundan ve parlak fikirlerin bir türlü hakkıyla orta­ ya koyulamamasından şikayet ediyordu; bir rüyada gibi, her şey kopuk kopuktu. Başlığı müthiş bir merak uyandırdığı için alelacele "Baştan Çıkarıcının Günlüğü" bölümüne geç­ tiğini anlatan Heiberg'in söz konusu bölümle ilgili düşünce­ leri şöyleydi: " [ . ] tiksiniriz, midemiz bulanır, içimiz kalkar ve bu baştan çıkarıcının nasıl bir insan olduğunu sorgula­ mak yerine, yazarın kendisini böyle bir insan olarak hayal etmekten haz duyabilmesinin, kendi özel dünyasında bu karakteri yaratabilmesinin nasıl mümkün olduğuna takılır aklımız. Kitaba bakarız ve bunun pekala mümkün olduğunu görürüz. Kitaptan soğuruz, 'bu kadar ya yetti, ya da'yı hiç almayayım' deriz. " Nitekim, görünen o ki, Heiberg kitabın baştan çıkarma­ sına teslim olmuş ve ikinci cilt olan Ya da'yı da okumak is­ temişti. Bu ciltte nihayet "varoluş evreleri" fikrinin net bir .

.

J. Garff, S0ren Kierkegaard: A Biography, s. 2 1 8 .

SUNUŞ



17

biçimde ortaya koyulduğunu ifade edip, bu fikirdeki ente­ lektüel parıltıyı takdir ediyordu. Üstelik, birinci ciltte dem vurduğu düzensizlik sorunu bu ciltte yerini adeta düzenleyi­ ci bir güce bırakmıştı: "İkinci cilt kusursuz; ya/ya da sorusu başımızı ağrıtmaz burada. " 1 Gelgelelim Kierkegaard küstah bulduğu bu eleştiriye müthiş öfkelenmişti. Kendisini, Heiberg'in Hegelciliğine ol­ masa bile estetik görüşüne yakın bulduğu için hayal kırık­ lığı daha da katlanmıştı. Kendini tutamayıp kalem kağıda sarıldı. Tam dört gün sonra Victor Emerita'nın kaleminden "Profesör Heiberg'e Teşekkür Notu" adlı bir yazı yayımlan­ dı Fredrelandet'te. Yazıda Heiberg'e Ya/Ya da'yı "nasıl oku­ mamız gerektiği hususunda biz okurları aydınlattığı için" iğneli ve sert bir dille teşekkür ediliyordu.2 Heiberg'inki Kierkegaard'u kızdıran tek eleştiri yazısı değildi şüphesiz; kitapla, özellikle de "Baştan Çıkarıcının Günlüğü"yle ilgili yaygara epey uzadı. Öte yandan, kitabın böylesine sansas­ yon yaratması da bir başarı olarak görülebilir pekala. Ne var ki Kierkegaard'un Heiberg'e öfkesinin tek sebe­ bi bir yazın adamı olarak kırılan gururu değildi. Kullandığı tüm takma isimlere, maskelere rağmen Kierkegaard'un me­ tinleri çok kişiseldi. Kierkegaard insanların Ya/Ya da'nın asıl yazılış amacını keşfetmek isteselerdi muhtemelen daha derin bir sebebin peşine düşeceklerini, oysa bütün meselenin kendi özel hayatı olduğunu yazmıştı günlüğüne: "Ya niyeti­ mi bilselerdi? Zırdeli olduğumu ilan ederlerdi. "3 Neydi bu niyet peki? Günlüklerine bakılırsa, kitabı kendisinin yazdı­ ğını gizlemek istemesi de aynı niyete hizmet ediyordu. Ya/ Ya da, özellikle de "Baştan Çıkarıcının Günlüğü" bölümü tek bir okura yazılmış gibi görünüyordu: Regine'ye. Kierke­ gaard'un amacı, bu ayrılığı Regine için daha "kolay" kılmak ve nihayetinde onu kendinden uzaklaştırmaktı. Günlüğüne A.g.e. , s. 2 1 9 . A.g.e. , s. 220. A.g.e. , s. 225.

ıs



YA/YA D A

şöyle yazmıştı: " O'ndan ayrıldıktan sonra her gün Tanrı'ya tek bir şey için, Ya/Ya da'yı yazıp bitirebilmek için dua et­ tim (çünkü bu onun da yararına olacaktı, "Baştan Çıkarıcı­ nın Günlüğü" nü onu geri püskürtmek için tasarlamıştım) . " 1 Kierkegaard'u baştan çıkarıcı Johannes ile birebir özdeşleş­ tirmek elbette aşırı indirgemeci bir yaklaşım olur ama gün­ lüklerine yazdıklarını da ciddiye alıp Regine ile yaşadıkları olmasaydı böyle bir tiplemeyi kurgulayamayacağını düşün­ mek de gayet olasıdır. Bu bağlamda, sevdiği kadınla evlen­ mek yerine Kopenhag'ı terk eden, soğuk kışa rağmen Ber­ lin' de bir otel odasında, romatizma ağrıları ve onulmaz bir uykusuzluk çekerek, canını dişine takıp bu denli kapsamlı ve istikrarlı bir evlilik güzellemesi yazmak, belki de ancak bir "zırdelinin" yapacağı işti.2 Tüm bunlar, Kierkegaard'un hayatı ve eserleri arasın­ daki ilginç bağa işaret eder. Batı felsefesi tarihinde, hayat hikayesinden en çok söz edilen düşünür olma şerefine de na­ ildir S0ren Kierkegaard. Regine'yle yaşadıklarına ilaveten, hayatını, babasının işlediği bir günahın tüm aileye sirayet ettiğine inandığı için otuz dört yaşına kadar her an öleceği korkusuyla yaşadığını (çünkü yedi kardeşten beşi otuz dört yaşını göremeden vefat etmişti), bunu atlatınca kendini yaz­ maya verdiğini, babasından kalan yüklü miras sayesinde hiç çalışmak zorunda kalmadığını, dört kez Berlin'e gitmesi dı­ şında ömrünü Kopenhag'da geçirdiğini de biliriz. Çoğunlukla yalnız ve yazarak geçirilen kırk iki yıllık bu kısacık ömrün, düşünürün eserlerini incelerken ve tartışır­ ken bu denli konu edilmesinin sebebi nedir diye sormadan edemeyiz. Sebebi tabii ki Kierkegaard'un kendi hayatına yaklaşımıdır. Karşımızdaki düşünür, hayatını eserlerinin içine ilmek ilmek dokuyan, varoluşunu neredeyse yazarak oluşturan biriydi. Hayatı ve varoluşu anlamak için kendi hayatını çok ciddi bir biçimde gözlemliyordu; yaşadığı her Howard V. Hong ve Edna Hong, "Historical Introduction, " s. xvi. J. Garff, s. 225.

SUNUŞ



19

ilişki, her duygu, her ruhsal çatışma, her çelişki, her hesap­ laşma felsefi malzeme haline geliyordu onun elinde. Kendini ve ruh durumlarını anlamak, çelişkileriyle boğuşmak, çık­ mazlarıyla baş edebilmek, nihayetinde "kendi olmak" için yazıyordu. Dolayısıyla Kierkegaard'un felsefi sorularının, dertlerinin ve meselelerinin kaynağı kendi hayatıydı. O, içe­ riyi dışarıya taşıyordu; dışarıyı içeriye değil. Şu aşamada kaçınılmaz olarak sorulması gereken bir soru silsilesi belirir önümüzde: Tekil bir bireyin öznel va­ roluşu nasıl felsefi malzeme haline gelir? Bireyin kendine has iç dünyasından nasıl bir felsefi hakikat ortaya çıkabilir? Kierkegaard'un özel hayatını ifşa edecek denli kişisel mese­ leleri ile metinleri arasındaki bu yoğun geçişliliği örmesinin altında yatan felsefi motivasyon nedir? Dahası, şayet içsel çelişkilerin ve çıkmazların, tutkuların ve duygulanımların, yani kendi varoluşunun olabildiğince öznel bir tasvirini yapma peşindeyse, Kierkegaard neden takma adlara, kurgu­ sal tiplemelere, edebi oyunlara, bilmecemsi yapılara başvur­ muştur? Ya/Ya da bu soruları tartışmak için iyi bir zemindir; çünkü Kierkegaard bu kitapta kendi özel hayatından aldığı tüm malzemeyi insan olmanın içsel çelişkilerini anlamak ve ortaya koymak için kullanmış ve bunu yaparken felsefenin alışılmış sınırlarını fazlasıyla zorlamıştır. 1 8 3 5 yılında, yani henüz yirmi iki yaşındayken günlüğü­ ne şunları yazmıştı: " [ . . . ] asıl mesele, benim için hakiki olan bir hakikat bulmaktır; ömrümü adayacağım ve uğrunda öl­ meyi göze alacağım hakikati bulmaktır. " 1 Bir Kierkegaard mottosu haline gelecek olan bu cümle, düşünürün ömrü bo­ yunca içselliğe, öznelliğe, tekil varoluşa, öznel hakikate ya­ pacağı vurgunun habercisidir. Bir filozofun eserleri ile özel hayatı arasındaki ayrım genellikle nettir. Filozoflar evrensel sorularla uğraştıkları ve bu sorulara herkes için geçerli cevaplar aradıkları için, S. Kierkegaard'dan aktaran John D. Caputo, How to Read Kierkegaard, Londra, Granta Books, 2007, s. 1 0 .

20



YA/YA D A

onlardan, kendi özel hayatlarını, kişisel tercihlerini, önyar­ gılarını, ilgi alanlarını, tutkularını ve korkularını bir kena­ ra bırakmalarını, yani öznelliklerinden sıyrılıp her insanda ortak olan, tartışma ve iletişim zeminini mümkün kılacak şeye odaklanmaları beklenir. Bu, pratikte pek mümkün ol­ masa da felsefenin yöneldiği entelektüel ideali açıkça tarif eder. Felsefe, düşünceler arasındaki bağlantıyı netleştirme, makul bir biçimde temellendirme ve bu sayede elde edilen hakikatin herkesin anlayabileceği bir düzeyde ifade edilip başkalarına iletilir kılınması edimidir. Bu da rasyonalite sa­ yesinde mümkün olur; çünkü rasyonel düşünce her insan­ da ortak olduğu için iletişimin, aktarımın ve anlaşılmanın koşulu olarak kabul edilir. Bu yüzden kişisel, öznel ve tekil olan, felsefenin alanından kovulur; tikel koşulların ya da deneyimlerin ürettiği hakikatlerin de burada işi yoktur. Bu açıdan bakıldığında, bir filozofun hayat hikayesini bilmek, onun düşüncesini anlamak için ne zorunludur ne de gerekli. Filozofların hayat hikayelerini okumadan da metinleri, me­ seleleri ve kavramları pekala tartışılabilir. Ancak Kierkegaard'u bu bağlamda ayrı bir yere koy­ mak gerekir. Tam da bu yüzden, ona "filozof" ya da " dü­ şünür" derken tereddüt etmek durumunda kalıyoruz; o bir anti-filozoftur belki de. Felsefi malzemeyi bizzat hayatın­ dan edinen, iç dünyasını tüm tekil çelişkileriyle ve ruhsal çalkantılarını tüm kişiselliğiyle metinlerine yediren biridir Kierkegaard. Kişisel hayatını geride tutmak yerine, yaşadı­ ğı aşkı, kararsızlığını, ahlaki çıkmazlarını, ruhsal zaaflarını, ıstırabını, çaresizliğini ve umutsuzluğunu birer felsefi prob­ leme dönüştürmüştü; dahası, bunların rasyonel düşünceyle ve soyut birtakım teoriler inşa ederek anlaşılamayacağı ve aktarılamayacağında ısrarcıydı. Varoluş sorusunun ancak yaşanabileceğini savunuyordu. Kierkegaard'un Regine'yle yaşadığı sancılı süreç onun, spekülatif felsefenin cansız ve donuk düşünce sistemlerine ilişkin hayal kırıklığını daha da derinleştirmişti. Salt rasyo-

SUNUŞ





nel bir yaklaşım, insan varoluşunun vazgeçilmez unsurları olan bu ruhsal çatışmaları ve karar anlarının krizlerini an­ lamlandırmak ve ifade etmekte kifayetsiz kalıyordu. Bu çık­ mazların kavramsal bir biçimde dolayımlanarak soğurul­ ması, insan varoluşunun dinamizmini görmezden gelmekten başka bir şey değildi. Spekülatif felsefenin rasyonelleştirme ve sistemleştirme eğilimlerine direnen bir şey vardı insanın varoluşunda: içsellik ya da iç dünya. Regine'yle yaşadığı deneyim, ona içselliğin felsefeye giri­ şinin ve felsefi bir mesele haline getirilişinin spekülatif fel­ sefe dolayımıyla mümkün olmayacağını açıkça göstermişti. Kişisel meseleleri ile felsefi problemlerini ayıklanamayacak denli birbirinin içine karıştırması Kierkegaard'un speküla­ tif felsefeye karşı aldığı tavrın da bir ürünüydü. İnsan olma­ nın sürekli kaynayan, oluş halindeki, gerilimli ve çıkmazlı, yoğun bir iç dünyaya sahip olmaktan yalıtılamayacağını düşünüyordu. Tutkudan sökülen, varoluşu salt düşünceden tesis eden, insanı hayatın çelişkilerinden azat edip nesnel, dışsal ve evrensel hakikatin parçası haline gelene kadar öz­ nelliğini törpüleyen teorik sistemlere karşıydı savaşı. Varo­ luş, insanın kendi olması yönündeki daimi çabasıdır. Onu cansız ve donuk kavramsal kalıplara sokmaya çalışmak ve rasyonel bir biçimde temellendirmeye girişmek, varoluşun, yani bu daimi çabanın en kendisine has devinimini hiçe say­ maktır: "Benim için hakiki olan hakikat" arayışını. Bu öznel hakikat ancak içsellikte "yaşanabilirdi. " Nitekim " içsellik" kavramını Kierkegaard, dönemin baskın felsefesi olan Hegelciliği ve bunun akademideki alımlanışını eleştirmek için düşüncesinin güç kaynağı ha­ line getirmişti. Hegel'in, hakikatin kendini dışsallaştırdı­ ğı, dolayımlayarak kendisini açtığı ve duyumsanır kıldığı önermesine karşın, Kierkegaard dolayıma ve uzlaşmaya direnen içselliğin gizemini, yalnızlığını ve tekilliğini savu­ nur. Önemli Kierkegaard uzmanlarından biri olan Alastair Hannay, düşünürün girişimini "Hegel'in dışının içine çevril-

22



YA/YA D A

mesi " olarak özetler. 1 Dahası, "benim için hakiki olan haki­ kat " ifadesi, bir keyfilik ya da egoizm anlamına gelmiyordu şüphesiz. Kierkegaard bu ifadeyi Luther'den ödünç almıştı; içsel bir adanmışlığa , hakikatin özneyi dönüştürme gücüne işaret ediyordu. Tekil bireyin tutkusunu ateşlemediği sürece hakikat sahteydi. Bu noktada bir başka soru silsilesi daha takılır aklımıza: Kişinin hayatını adayacağı, içindeki tut­ kunun ateşini körükleyen öznel hakikatini araştırmasının Kierkegaard için neden bir felsefi mesele haline geldiğini bu aşamada az çok sezebilsek de öznel hakikat, içsellik ve tekil varoluş hakkında, herkese hitap edebilecek bir kita­ bı Kierkegaard nasıl yazacaktı? Bu proje daha baştan kendi kendini olumsuzlamaz mı? Diğer bir deyişle, tekil varoluşun "teorisi"ni kurmak mümkün müdür veya bunu aktarmanın başka yolları mı vardır? J ohn Caputo'nun sorduğu gibi, "be­ nim için hakiki olan hakikatin nesnel bir takdimi mümkün olabilir mi? Okura hakikati bir kitapta bulmamasını, ken­ di hakikatini aramasını söyleyen bir kitap nasıl yazılabilir? Böyle bir kitap, yazılmış olmasıyla bir çelişki ortaya çıkar­ maz mı?" 2 Kierkegaard'un buna bulduğu çözüm, " dolaylı iletişim" adını verdiği bir yöntemdi. Kierkegaard insanların kendileri hakkında düşünmemeyi seçtiklerini, " onlar için hakiki olan hakikati " keşfetmek ye­ rine hayatlarını rahatça düzene sokan dışarıdan verili haki­ katleri tercih ettiklerini gözlemlemişti. İnsanlar kendilerini, öznel hakikatlerini ve içselliklerini unutarak yaşıyorlardı. Ama daha vahimi, bu unutuşun sebep olduğu muazzam kay­ bın farkında bile değillerdi. Ölümcül Hastalık Umutsuzluk'ta Anti-Climacus takma adıyla şunları yazmıştı Kierkegaard: Dünyada çok sessiz bir şekilde gerçekleşebilecek en büyük tehlike; kişinin, sanki daha önce hiç olmamışçasına, kendini Alastair Hannay, The Arguments of the Philosophers: Kierkegaard, New York, Routledge, 1 9 9 1 , s. 1 9 . John D . Caputo, How t o Read Kierkegaard, s . 1 5 .

SUNUŞ



23

kaybetmesidir. Başka hiçbir kayıp bu kadar sessiz sedasız gerçekleşmez; diğer her kayıp -kol, bacak, para, eş, vs- mu­ hakkak fark edilir. 1

Bu kayıp karşısındaki vurdumduymazlık, insan kalaba­ lığına ekleme yapmaktan öteye gitmeyen eğitim ve kültür kurumlarının aynı kalıptan çıkma tek tip insanlar yetiştir­ mesinin sonucuydu. Bireylerin kendilerine has varoluşlarını ve öznel hakikatlerini keşfetmelerine fırsat tanımayan bir toplumsal yapı hakimdi. Kierkegaard, insanların yığınlar halinde aynılaştığı bir çağda, samimiyet ve iç dünya soru­ larının üzerindeki baskılayıcı örtüyü yırtmayı amaç edin­ mişti. Bundan yola çıkarak çok önemli bir görev üstlenmişti: Okurlarını öznellikleriyle, içsellikleriyle buluşturmak için öncelikle kendilerinden kaçmak için öne sürdükleri psiko­ lojik bahaneleri atlatmalarını sağlayabilmek için onların rızasını alabileceği bir yöntem geliştirmeliydi. Okur metne yaklaşınca kendine yaklaşmayı ve iç dünyasıyla daha sahici bir ilişki kurmayı da seçecekti böylece. Metin, okurun öz­ nelliğinin sesini duymasına bir davet sunacaktı. Bu yöntemi " dolaylı iletişim" olarak adlandırmıştı. Bilimsel Olmayan Sonuçlandırıcı Notlar'da, Johannes Climacus takma adıyla, dolaylı iletişimin başarıyla ifa edil­ mesinin aslında ne kadar zor olduğunu tarif etmek için şöyle bir analoji kullanır: Yoldan geçen birini durdurup ona bir şey söylemek zor değildir. Ama yoldan geçen birine, geçip gitmeye devam ederken, durdurup vaktini almadan, onu sizin istikameti­ nize doğru yürümeye ikna etmeye yeltenmeden; aksine ona, kendi yolunda yürüme isteğini daha da güçlendiren itkiyi verecek şeyi söylemek zordur. İçselliğin hakikatini gözeten Seren Kierkegaard, Ölümcül Hastalık Umutsuzluk, Fransızcadan çev. M. Mukadder Yakupoğlu, Ankara, Doğu-Batı Yayınlan, 2 0 1 7 , s 42; çe­ viri değiştirilmiştir.

24



YA/YA D A

bir iletişim söz konusu olduğunda, varolan tekil bir bireyin diğeriyle ilişkisi bu şekilde tezahür eder. 1

Kierkegaard'un amacı, yanılsamadan ibaret olan yaşam bi­ çimlerini ifşa etmekti. Bunu doğrudan yaparsa ters tepece­ ğinin pekala bilincindeydi; çünkü insanlar yaşam biçimle­ rinin, davranışlarının ve doğru diye tutundukları şeylerin doğrudan eleştirilmesine ve saldırıya uğramasına ya sert tepki verir, ya inkar eder ya da hiç oralı olmaz. Dolayısıyla yanılsamaları parçalama maksadındaki bu eleştiri dolaylı yoldan yapılmalıdır. Öyle bir yöntem benimsemek gerekir ki kişi hala bütünselliğini koruyup seçim özgürlüğünü kul­ lanabilsin, seçeceği her şeyin ve vereceği her kararın, kendi inisiyatifi doğrultusunda gerçekleştiğini, dışarıdan bir oto­ ritenin ya da tavsiyenin etkisi altında kalmadığını hissetsin. Özellikle takma adlarla yazdığı eserlerinde Kierkegaard'un yapmaya çalıştığı şey, okura kendi seçimlerini yaptığı bir öznel deneyim alanı açmaktı. Bu konuda kendine seçti­ ği model ise Sokrates'ti. Kişi öznel hakikati üzerine ancak kendisi düşünmeli ve kendi başına karar vermeliydi. Zaten bu varoluşsal hakikat, yani kendi olmayı seçmek ya da iç­ selliğini üstlenmek başka türlü aktarılmazdı; bunu iletme­ nin tek yolu, kişiyi bu öznel deneyimi yaşayabileceği alana davet etmekten ibaretti. Öznel hakikat, herkesin alımlaya­ bileceği, herkese aktarılabilecek ve iletilebilecek formlara sokulamazdı; bu iletişim biçimleri öznel deneyimlere ihanet etmekten kurtulamazdı. Kendisine verdiği bu görev Kierkegaard'un yazarlığını da kökten dönüştürdü. Zira beş ayrı kurgusal tiplemeyi ba­ rındıran Ya/Ya da başta olmak üzere Kierkegaard'un takma adlarla yazdığı metinler hakkında konuşurken " Kierkega­ ard'a göre . . . " demek neredeyse imkansızdır. Bu metinlerde S0ren Kierkegaard, Concluding Unscientific Postscript, çev. Howard V. Hong ve Edna Hong, Princeton, New Jersey, Princeton University Press, 1 992, s. 2 4 7 .

SUNUŞ



25

bize sunulan görüşler kurgusal bir karakterin hayata bakış açısıdır. Bunları olduğu gibi Kierkegaard'a mal etmek, dü­ şünüre aşina olmayan okurun düşeceği ilk tuzaktır. Kendi yazarlığı ve dolaylı iletişim yöntemi hakkında yazdığı me­ tinlerde1 Kierkegaard bunu okurun kendisine, iç sesine, öz­ nelliğine dönmesi, " onun için hakiki olan hakikati" araması için yaptığını açıkça ifade eder. İlk bakışta fazla şiirsel ve edebi bulacağımız bu metinler, Eski ve Yeni Ahit'e yapılan yığınla gönderme, metaforik anlatımlar, takma adlar, kur­ gusal kişiler, bu kişilerin yazdığı mektuplar, vaazlar, gün­ lükler, aforizmalar, Kierkegaard'un sıkça kullandığı tek­ niklerdir. Bazen tek bir metin farklı tiplemelerin birbiriyle çatışan hayat görüşlerini içerebilir ama birinin diğerinden daha iyi olduğu iddiasına asla rastlanmaz. Yakınlık kurmak, kızmak, sorgulamak, mesafe almak, yargılamak, sempati duymak, benimsemek, reddetmek, kafa karışıklığı içinde kalmak; bunların hepsi okura bırakılmıştır. Bu öznel dene­ yim okura kendi seçimini yapmayı, kendi başına düşünme­ yi, kendi özgürlüğünü kullanmayı hatırlatacaktır. Böylece okur, yazarın otoritesine sorgusuz sualsiz tabi olmak yeri­ ne, yazara mesafe alıp onun hayat görüşünü sorgulayabilir, yaptığı seçimleri kendini onun yerine koyarak yeniden dü­ şünebilirdi. Bu, tam da Kierkegaard'un amaçladığı şey olur­ du üstelik; yani okurun kendine dönüp içselliği hakkında düşünmesine esin kaynağı ve özgürleşmesine vesile olmak. Görüldüğü gibi, takma adlar sadece Kierkegaard'un kimliğini okurlarından gizlemek için başvurduğu bir strate­ ji değildi. Takma adlarla yarattığı bu yazar tiplemeleri aynı zamanda Kierkegaard'u yazarın otoriter pozisyonuna yerleş­ mekten de kurtarıyordu. Bu sayede, düşüncesinin bütünlük­ lü bir teori ve her şeyi kapsayan bir sistem, okura dışarıdan Kierkegaard iletişim ve yazarlık sorularını Johannes Climacus adıyla yazdığı Concluding Unscientific Postscript ve ölümünden sonra yayın­ lanan The Point of View for My Work as An Author adlı metinlerinde gündeme getirir.

26



YA/YA D A

konuşan otoriter bir söz ve insana varoluş hakkında dışsal bir hakikat sunmanın da önüne geçmiş oluyordu. Hedef, az önce de dediğimiz gibi, bu beklentiyle kitaplarına yaklaşan okuru hayal kırıklığına uğratmaktı nihayetinde. Hiç şüphe­ siz, kendisini gizleme motivasyonu da vardı Kierkegaard'un. Kendi adıyla imzaladığı eserlerinde daha temkinliydi. Oysa takma adlar sayesinde o da yazdıklarına mesafe alabiliyor, böylece yazar olarak daha da özgürleşebiliyordu. Kierkegaard için dolaylı iletişimin uzmanı Sokrates'ti. Felsefi edimin yeniden Sokratik gayeyle icra edilmesi ge­ rektiğini savunuyordu; diğer bir deyişle, Sokrates'i Atina sokaklarına döken "kendini bil" mesajının felsefeye acilen yeniden hatırlatılması gerekiyordu. Bu bakımdan, aslında Hegelciliğin karşısına Sokratik tavrı dikiyordu. Tekil bi­ reyin kendisi hakkında düşünmesi, kendisini sorgulaması, öznelliğini ortaya koyması, iç dünyasını duyabilmesiydi el­ zem olan. Kierkegaard da bu işe soyunmuştu; Kopenhag'da­ ki çağdaşları için Sokrates olma görevine talipti. Sokrates ironi vasıtasıyla, düşünmeden doğru kabul edilmiş hakikat iddialarının altını oyuyor, diyaloğa girdiği kişileri düşün­ meye, hakikat iddialarını temellendirmeye, kendi akıl yü­ rütmelerini üstlenmeye davet ediyor ve bu sayede kişilerin "öznelliğinin" doğumuna ebelik ediyordu. Kierkegaard da takma adlarla sürdürdüğü dolaylı iletişim tekniğiyle uzla­ şımsal birtakım hakikat, bilgi ve değerlerin artık işe yara­ maz olduğunu ortaya çıkarma peşindeydi. Tıpkı Sokrates gibi hem bir at sineğiydi, çünkü rahatsız edici ve çarpıcı bazı düşüncelerle çağdaşlarının canını sıkıyordu hem de bir ebeydi, çünkü eleştirel bir öz-düşünümü harekete geçirerek içsel hayatın ve öznelliğin doğumuna yardım ediyordu. Bu Sokratik görevi özellikle Hıristiyanlık aleminin1 bire­ yi kendi öznelliğinden uzaklaştıran doktrinlerini delik deşik K.ierkegaard burada şöyle bir aynına yaslanmaktadır: Hıristiyanlık, Hıristiyan dini (İngilizce: Christianity, Danca: Kristendom) ve Hıristi­ yan alemi (İngilizce: Christendom, Danca: Kristenhed).

SUNUŞ



27

etmek amacıyla üstlenmişti. Kierkegaard bu alemin katılaş­ mış öğretisinin, " Hıristiyan olmak nedir?" sorusunu gün­ deme getirerek yeniden düşünülmesini istiyordu. 1 Ona göre Hıristiyan bir toplumda yaşadığı ve öğretinin kurallarını yerine getirdiği için Hıristiyan olduğunu düşünen pek çok insan aslında büyük bir yanılsamanın içindeydi. Kierkega­ ard kendilerini Hıristiyan addeden bu insanlara yaşadıkları dinsel hayatın fazla konforlu olduğunu göstermek istiyordu. Hıristiyan olmak Tanrı'nın huzurunda olduğunu her daim hatırlamakla ilgiliydi; dolayısıyla Tanrı'nın huzurunda her an kendini üstlenmek hem talepkar hem de bitimsiz bir işti. Dinsel hayat bu açıdan en zorlayıcı varoluş biçimiydi. "Hıristiyanlık" ile İsa'nın özgün mesajını iyice budayıp hazmı kolay kalıplara sokmaya çalışan " Hıristiyan alemi " arasındaki uçurumun giderek derinleşmesiyle, hakiki Hı­ ristiyanlığın ve imanın ne olduğu da unutuluyordu. Kier­ kegaard yazılarında Hıristiyanlığın sadece zor değil, "para­ doksal" olduğunu da ısrarla vurguluyordu. Okura doktrini anlatmak, başına bir otorite figürü kesilmek ya da vaaz ver­ mek derdinde değildi. Zira imanın ne olduğu anlaşılacak ve kavranacak bir şey değildi; dolayısıyla Kierkegaard imanı yeniden tanımlama gibi bir işe hiç kalkışmıyordu. Aksine okurun altından, güvendiği, doğru olduğuna inandığı sağ­ lam zemini çekip alarak onu soruyla baş başa bırakıyordu. İman, paradoksa rağmen inanmayı sürdürebilmekle alaka­ lıydı çünkü. Kierkegaard'un vurgusu da tam bu noktadaydı: rasyonel düşünce sistemlerinin bir hamlede anlamaya ve aş­ maya çabaladığı iman, anlama yetisiyle kavranamazdı. Din­ sel yaşam kişiyi kendine, iç dünyasına, öznelliğine döndüren, tutkusuyla yeniden ilişki kurduğu bir adanmışlıktır. İman ruhun mücadeleleri, ıstırabı, huzursuzluğu ve tedirginliğini de kapsar. Oysa Hıristiyanlık aleminin geldiği nokta, tüm bu Paul Muench, "Apology: Kierkegaard's Socratic Point of View, " Kier­ kegaardiana, ed. Sara Ahbel-Rappe ve Rachana Kamtekar, Blackwell, 2006, 3-25; s. 6 .

28



YA/YA D A

ruhsal çalkantıları yatıştırma, kolay ve çabuk yoldan huzur, dinginlik ve esenlik vaat etme noktasıdır. Kierkegaard yanılsama içindeki "Hıristiyan" okurları­ na İsa'nın, St. Augustinus'un, Luther'in çektiği ıstırabı ha­ tırlatıyordu inatla; çünkü görünen o ki dönemin Hıristiyan kurumları, imanın yıkıcı ruhsal çalkantılarını iyice sakin­ leştiren, hatta bunlara kayıtsızlığa varan bir öğretiyi tesis etmişti. 1 Dolaylı iletişim bunları sorguya açmaya ve tekil bireyi, Tanrı huzurunda varoluşunu, içselliğini ve öznel ha­ kikatini sahiplenmeye davet ediyordu. Kierkegaard'un Hegelci diyalektiğin çelişkileri yatıştı­ ran, bireyin anlamını bütünün bir parçası olmasından dev­ şiren ve nesnel hakikatin ancak bu topyekun devinimde dış­ sallaşıp rasyonel bir biçimde kendisini ifşa ettiğine ilişkin eleştirilerinin temelinde, bu uzlaşımcı ve sentezci düşünce sisteminin bir "hem/hem de" felsefesi olduğuna dair inancı yatıyordu. Tam da bu yüzden, varoluşun gerilimlerini, çatış­ malarını, bizi uykusuz bırakan karar alma süreçlerini, din­ mek bilmeyen ruhsal muhasebeleri, hayatın tüm belirsizli­ ğine rağmen seçim yapmanın kaygılarını, uzun lafın kısası bizi kıskıvrak yakalayan ve üzerimize çöken tüm o "ya/ya da "ları iptal ettiği için, tekil kişinin varoluşunu, hakikatini, öznelliğini görmezden geliyordu. Beraber bir gelecek kurma, onu hep sevip kollama sözü verdiği kadından, üstelik ona hala aşıkken ayrılmayı seçen bir adamın içindeki yangınla ilişki kurabilmesini, onu anlamlandırmasını, belki bir çıkış yolu bulabilmesini sağlayabilecek şey Hegelci spekülatif fel­ sefe değildi. İçindeki ses, ona verdiği sözü bozmasını çünkü evliliğin ona göre olmadığını söylüyordu; onu yazmaya ça­ ğırıyordu. Kendisini gündelik hayatın tüketici döngüsünden ve kalabalığın basmakalıp uğultusundan soyutlayıp tam da kavrayamadığı, açıklayamadığı, başkalarına aktaramadığı bir gizemi takip eder gibi bu sesi takip etmesinin bedelini asla kestiremeyecek olmanın da yüküyle bir karar vermişti. Clare Carlisle, Philosopher of the Heart, s. 54.

SUNUŞ



29

Öznel hakikatiyle baş başa kalmanın çıldırtıcı yalnızlığı öz­ gürleştirici bir aydınlanmanın da ilk kıvılcımıydı: Bu gizli, söze dökülemeyen, dışsallaşmayan, kavramsal dile tercüme edilmeye direnen içsellikti felsefenin esas konusu. Ya/Ya da yazılmış ve yayımlatılmış bir kitap olarak, belki de Kierke­ gaard'un öznel hakikatini yaşamasının ve bunun sorumlu­ luğunu sırtlanmasının en somut örneğidir. Kitabın içeriği ve öznel hakikatin nasıl bir kitapta aktarılabileceği sorusu bir kenara, bu kitap içselliğine sadık kalan ve bunun yol aça­ caklarını da göze almaya cesaret eden bir adamın yaptığı seçimin vücuda gelmesidir. Ya/Ya da tekil ve eşsiz bir öz­ nelliğin sahnelenişidir. Buna ve aynı yıl yayımlanan diğer kitaplara, Kierkegaard'un Regine'ye ve dünyaya kendini ve yaptığı seçimi " dolaylı " olarak açıklama gayreti olarak da bakılabilir. Hayatı ve eserleri arasındaki ayrımı olabildiğin­ ce silikleştiren bu düşünür, okuruna bu imkanı da tanıyor ne de olsa. Kierkegaard'un hem dolaylı iletişim stratejilerinden biri olan takma adları ve kurgusal yazarlarını hem de insan va­ roluşuna ve öznelliğe dair görüşlerini bir arada inceleyebil­ mek için en akıcı hat, "varoluş evreleri" dir. Her tekil va­ roluş kendi eşsiz öznelliğini barındırır. Kierkegaard bunun farkında olarak başlıca üç tip öznellikten bahseder. Bunları "varoluş evreleri" olarak ifade eder. Bu fikri ilk defa öne sürdüğü yer Ya/Ya da'nın başı çektiği, hepsi aynı yıl, farklı takma adlarla yayınlanan ilk grup eserleridir. Bu açıdan Ya/ Ya da, Johannes de Silentio takma adıyla Korku ve Titreme ve Constantin Constantius takma adıyla Tekerrür bir üçle­ me oluşturur. Bu takma adlar ve kurgusal yazarlar, farklı hayat görüşlerinin ve öznellik biçimlerinin sesleridir. Diğer bir deyişle, bu kitaplardaki tiplemeler, Kierkegaard'un este­ tik, etik ve dinsel olarak kategorize ettiği üç varoluş evresini temsil eder. Bu varoluş evrelerini nasıl anlayacağımız konu­ sundaki tartışmalar Kierkegaard uzmanları arasında hala devam etmektedir. Bunlar, değişik insan karakterlerine mi,

30



YA/YA D A

yoksa insanın hayatındaki farklı etaplara mı tekabül ediyor? Bu kategoriler arasındaki ilişki nedir; gelişimsel ve hiyerar­ şik bir sıralama mı, yoksa hayata verilen farklı tepkilerin, yaşananlar karşısında alınan tavırların ve konumların bir ifadesi mi? Dahası, tekilliğe bu kadar önem ve değer veren Kierkegaard bu kategorilere neden ihtiyaç duymuştur, bu varoluş evreleriyle okura ne göstermeyi amaçlamıştır? Varoluş evreleri, kişinin "nasıl" varolduğuyla, hayatla nasıl ilişki kurduğuyla ilgilidir; kişinin neye inandığının, nasıl bir insan olduğunun, karakter özelliklerinin ya da davranış biçimlerinin özeti değildir. Kierkegaard insan va­ roluşunu tüm karmaşıklığı içinde, bu karmaşayı sakinleş­ tirmeden, donuklaştırmadan, uzlaştırmadan ve en önemlisi, indirgemeden incelemeyi kendisine görev edindiğinden ki­ şinin kendisini nasıl kandırıp içsel çelişkilerinden kaçmak için ne gibi yollara başvurduğunun pekala farkındaydı. Di­ ğer bir deyişle, kişilerin hakikaten kim olduklarını görmek­ ten kaçınmak için icat ettikleri pek çok mekanizmaya aşi­ naydı. Bu varoluş evreleri, kişinin kendine dair oluşturduğu ve konforlu olduğu için de sorgulamaya yeltenmediği sahte yargıları dolaylı yoldan yıkmak için geliştirilen bir strate­ jiydi aslında. Örneğin hakiki bir Hıristiyan olduğunu iddia eden kişi, bu kitapları okuyup varoluş evreleriyle karşılaş­ tığında aslında dinsel hayatın talepleri karşısında güçsüz kaldığını, daha ziyade hayatla estetik evreden bir ilişki kur­ duğunu fark edebilirdi. Buna ilaveten, varoluş evreleri fark­ lı imkan ufuklarının da ifadesiydi: Hayatla kurduğu ilişki biçimine göre kişinin önüne açılan imkan ufukları da deği­ şiyordu. Öznellik hem fiili bir hayatı hem de mümkün ola­ nı içeriyordu; dolayısıyla varoluş evreleri özgürlüğün farklı kullanım hatlarının da şablonunu çıkarıyordu. Varoluşun estetik evresi kişisel tatmini merkeze koyar. Estetik evredeki kişi anlık hazlara odaklıdır; güzel olana ve ince zevklere karşı büyük bir hayranlığı ve hassasiyeti vardır. Bu bazen insanların fiziksel güzelliğinden ya da bir

SUNUŞ



31

sanat eserinden zevk alma şeklinde tezahür ederken, bazen de bir teorinin güzelliğinden alınan entelektüel hazza işa­ ret eder. Estetik evre, aynı zamanda, çok gelişmiş bir hayal gücünü ve çok zengin bir hayal dünyasını da ifade eder. Bu evredeki kişi, hayal gücünü besleyecek şeylerin peşindedir. Yeni ve ilginç olandır bu kişiyi heyecanlandıran ve canlan­ dıran. Anlık aydınlanmalar, yaratıcılığın her şeyi kesinti­ ye uğratan parlama anları, özgürlüğün anlık esrik ifşaları değerlidir. Bunları ketleyecek, söndürecek ve baskılayaca� : her tür bağlılık kötülenir. Hayal gücünün esinlenmelerhıi sınırlayan her tür kural reddedilir. Yaratıcılığı körükleyen her tür imkan heyecanla kovalanır. Hayatta dokunulacak, tadılacak, görülecek, koklanacak, işitilecek bir sonsuzluk vardır. Bunların peşine düşmek varken, kurallarla çerçeve­ lenmiş toplumsal hayatın sıkıcılığına boyun eğmenin anlamı nedir? Ya/Ya da da estetik evrenin en aşırı temsili baştan çıkarı­ cı Johannes'tir. Tüm ömrünü aşkın o en heyecanlı, en esrik, en ilham verici döneminde kalmaya adayan, bu yüzden de biteviye farklı kadınların peşine düşüp onları baştan çıka­ ran ama kadınları kendine aşık ettikten sonra oyun bittiği ve heyecan durulduğu için canı sıkılan bir adamdır J ohan­ nes. Kadını kendine çekene kadar, onun iç dünyasına nüfuz etmenin türlü yolunu hayal edip tasarlar; onu elde edene ka­ dar karşısındakini büyülü bir idealliğe yükseltir, çünkü bu merakı fokur fokur kaynatan şeydir. Dolayısıyla Johannes aslında gerçekten bir kadına aşık olmaz; o zihnindeki bir fikre aşıktır. Ne var ki, estetik evredeki kişi büyük bir riskle yaşar; çünkü hayat mütemadiyen yeni ve ilginç değildir. Sıkıntı, melankoli, boşluk hissi anında istilaya hazırdır. Anlık haz­ ların büyüsü uçucudur; tatmin edilince söner gider. Bu da, hayatını bunların etrafında örgütlemeye çalışarak aslında imkansız bir işe soyunan kişiyi dayanılmaz bir anlamsız­ lık kriziyle karşı karşıya bırakır. Belki de arzuyu zirvede '

32



YA/YA D A

bırakmak daha keyiflidir. Harekete geçmeden, seçim yap­ madan, tercihte bulunmadan sadece ihtimallerin hayalini kurmak, zihnin dünyasındaki ideallerin güzelliğiyle büyü­ lenmek, onu fiili kılmadan, gerçekleştirip bozmadan, somut koşulların inciticiliğinden sakınarak. Bu yönde seçimini ya­ pan estet, devinime karşı durağanlığı seçmiş olur. Hayata katılmak yerine hayattan kaçmış olur. Özgürlüğe hararetli övgüler düzerken kendi özgürlüğünü kısıtlamış olur. Estet aslında çelişkiden kaçmıştır; karar verme anının gerilimin­ den yakasını kurtarmak için ideal olana sığınır; çünkü orası her güzelliğin olduğu gibi korunduğu hareketsizliktir. Kier­ kegaard, Hegelciliği de tam bu hattan eleştirir: Hegelcilik estetik evreyi aşamaz. Çelişkilerin uzlaştırıldığı bu düşünce sistemi muazzam güzellikte bir teori olabilir ama varoluş gerçekliğini, düzensizliğini, üst üste binen sayısız iç sesin kakofonisini reddeder, öznelliğin ele geçirilemeyen biri­ cikliğine tahammül edemez. Estetik evre "ya/ya da" sorusu karşısında çaresiz kalır, bu sorunun ağırlığına dayanamaz. Bir seçim yapmak ve onun sorumluluğunu almak esteti etik evreye kaydıracaktır. Zihinsel tasarıyı hayata geçirmek etik evreye doğru atılan adımdır. Ya/Ya da'daki Yargıç Wilhelm de esteti buna ikna etmeye çalışır. Etik evre ise sorumluluğun, taahhüdün, bağlılığın, adan­ mışlığın, kuralların ve ödevlerin alanıdır. Seçim yapmanın ve onun getireceklerini üstlenmeyle şekillenen bir öznellik resmidir. Estetik evreyle arasındaki fark, zaman ve sonsuz­ luk ilişkisine dair alınan pozisyonlarda ortaya çıkar. Bu ev­ redeki kişi zamanla sahih bir ilişki kurmaz, çünkü hayatın somut akışına dahil olmaktan kaçınır. Bu, onun sonsuzlukla da sığ bir ilişki kurmasına yol açar. Anlık hazları kovala­ sa da sonsuzluk, hayallerini süsleyen yegane şeydir. Hazzın doruğundaki o anın sonsuzlaşmasıdır arzusu; yani imkansız bir sonsuzluk. Oysa etik evredeki kişi, sorumluluklarına, se­ çimlerine ve verdiği sözlere sahip çıkarak, bunları anbean yenileyerek sonsuzlukla ilişki kurar. Hayatın akışında bulur

SUNUŞ



33

sonsuzu. Örneğin, evlilik ilk gün verilen sözün her gün yeni­ den tekrarlanmasıyla sonsuza taşınabilir. Hayatın belirsizli­ ğine, karmaşasına, söz verilen o başka kişinin bilinmezliğine rağmen yemini yenilemektir önemli olan. Daimi bir çaba ve mücadeledir sonsuzlukla ilişki. Hayat her yeni bir felaket, yeni bir sürpriz, yeni bir sınav çıkarabilir karşımıza ; tüm bunlara tutarlı, azimli, kararlı ve güçlü bir biçimde " evet" diyebilme edimi, etik evrenin karakteristik devinimini tas­ vir eder. Etik evredeki varoluş, anlamını bu aktif sadakat­ te bulur. Wilhem etiğin (evliliğin) , estetiği (erotik aşkı) yok etmediğini, aksine onun gelişip büyümesi için korunaklı bir alan sunduğunu iddia eder; öteki türlü, aşk kendi vahşi doğasında tükenir gider. Johannes için bu argüman pek de ikna edici değildir; çünkü o " seçim" kavramına daha baştan tepkilidir. Estetin seçimi seçmemektir. Herman Melville'in Katip Bartleby karakterinde de es­ tetik evrenin izlerini görebiliriz: Bartleby sadece tercih et­ memeyi tercih etmektedir. Bu açıdan bakıldığında etiğin estetiği ikna etmeye çalıştığı şey aslında seçmek değil, seç­ meyi seçmektir. Diğer bir deyişle, Wilhelm hayatı bütünsel bir çerçevede tutabilecek bir anlam arayışı, daha spesifik bir ifadeyle "kendi-oluş" unu sahiplenmek olarak sunar eti­ ği. Dolayısıyla etik bir bakış açısını seçmek ve bu perspek­ tiften karar almak ya da seçimlerini yapmak, kişiyi kendi özgürlüğünü gerçekleştirmeye sevk eder. Şayet estet derin bir umutsuzluğa batmışsa, ona dayatılan evlenmek, iyi bir eş, iyi bir baba olmak ve düzenli gelir sağlayan bir işte ça­ l ışmak gibi kısıtlayıcı toplumsal roller karşısında çaresizliğe düşüyorsa dahi, burada hala yapılabilecek bir seçim vardır: Umutsuzluğu seçmek. Üstlenilen umutsuzluk hala bir umut olduğunun müjdecisidir aslında. 1 Wilhem'e göre, etik ev­ reye geçişi mümkün kılacak olan şey estetin, kararların ve seçimlerin içselliği derinleştirecek vesileler olarak görmek Bu konudaki tartışma Kierkegaard'un Anti-Climacus takma adıyla yazdığı Ölümcül Hastalık Umutsuzluk'ta yer alır.

34



YA/YA D A

ve harekete geçmektir. Bu noktada, John Caputo şöyle bir yorumda bulunur: " Ya/Ya da'daki seçenekler, estet olmak ya da etik olmak değildir; sunulan seçim seçmemeyi seçmek üzerine kurulu bir hayat ile seçimleriyle şekillendirilen bir hayat arasındadır. " 1 Kierkegaard etik evreyi Hegelci " etik yaşam" [sittlickeit] kavramından ilham alarak çerçevelendirir; bu bağlamda etik evre, toplumda kabul görmüş ve gelenekselleşmiş birtakım adetleri, normları ve davranış kodlarını, yani toplumun ah­ laki dokusunu ifade eder. Bu toplumsal kurallar, bir eylemin toplum içinde anlamlandırılmasını ve gerekçelendirilmesini mümkün kılar. Estetinin canını sıkan şey bu kurallarla kı­ sıtlanmaktır ama etik evrenin ayırt edici özelliklerinden biri de özgürlük ve kısıtlanma arasındaki salınımı yaşamaktır şüphesiz. Evlilik, aile hayatı, iş hayatı, toplumsal uzlaşımlar tekil bireye birtakım ödevler verir. Bunları yerine getirmek kendiliği güçlendirdiği gibi, bireye istikrardan kaynaklanan bir güvenlik hissini de aşılar. Etik evrede başka insanlara karşı sorumluluklar merkeze taşınırken bu, " ben" olma edi­ mini de iyice pekiştirir. Gel gör ki, etik evredeki bireyin de zaafları vardır ve er geç o da kendini umutsuzluğa savrulurken bulur. Yemini, sözü, taahhüdü mütemadiyen taze tutmak, her gün yeniden şevkle " evet" demek müthiş bir tekrar hareketidir. Zira, te­ kil bireye " kendi" olduğunu hissettiren ve süreklilik içinde ona kendi olmanın güvenli alanını sağlayan da bu tekrar­ dır. Ama bu tekrar aslında çok kırılgandır; çünkü kişinin kontrolünde olmayan dış faktörler bu tekrarı sekteye uğ­ ratmaya muktedirdir. Kişinin hayatına anlam katan tüm bu roller, kurallar ve ödevler bir anda, hiç beklenmedik bir şekilde çözülüp yok olabilir ve kişi her şeyini kaybettiğini sandığı korkunç bir krizle burun buruna gelebilir. Kişinin kendisini anlamlandırdığı ve kendi değerini devşirdiği bu etik çerçeve bir anda yerle bir olabilir. D olayısıyla etik haJohn D. Caputo, How to Read Kierkegaard,

s. 38.

SUNUŞ



35

yatın sunduğu istikrar ve güvenlik aslında bir yanılsama­ dan ibarettir. Bu gibi anlar, dışsallık karşısında tekilliğin