Satılık Ada Kıbrıs Kıbrıs Barış Harekatının Bilinmeyen Yönleri [8 ed.]
 9752978379

Citation preview

EROIJ

J.

lÜTERCİl\11.ER

ATILIKADA

K1bras Barış J lan-katının Uılann1eyen 'ı"ünlc:r:

KIBRIS BARIŞ HAREKATININ BİLİNMEYEN YÖNLERİ

SATILIK ADA KIBRIS

EROL

MÜTERCİMLER,

1954 yılında Kars'tir noktaya gelinmiştir. Bunun Avru­ pa'ya, ABD'ye çok iyi anlatılması gerekli. Askeri önlemler mutlaka almacaktır, almıyor. Ama asıl yapılması gereken, Yunanistan'm bu tutumunun dünyaya anlahlmasıdır. Baştaki soruya dönersek: İki ülke arasmda savaş olur mu? Bu sorunun yanıtı çok kesin olarak bellidir: Eğer, Türkiye istemezse sa­ vaş çıkmaz. Bunu, ABD, AB ve Yunanistan da çok iyi biliyor ve de­ ğerlendiriyor. Yunanistan, bundan önce üç kez, gerçek ve meşru sa­ vaş nedeni olabilecek durumlarda bile savaş ilan edemedi. Bunlar: 1. Albaylar cuntası dönemi, 2. Karamanlis dönemi, 3. Kardak buna­ lımı süreciydi. Bu gerçeğe rağmen gerginlik neden? Soguk Savaş dönem]nin sona erişiyle Doğu Akdeniz'in konumu değişti. Kıbns'ın önemi ABD, AB, Rusya ve Çin için de arttı. Tüm stratejik öngörülerin tersine istikrarsızlık, bir savaşa yol açarsa, 1 974'teki gibi lokal olmayacak, çevreye de yayılacaktır. Ege ve Trakya'ya yayılacak savaş NATO ve Avrupa ülkelerini de içine ala-

16

caktır. 2040 yılına kadar bölgesel savaşlan öngörrneyen stratej ve think-tankları besleyen "büyük güçler", Türkiye-Yunanistan sava­ şına nedeni ne olursa olsun izin vermezler. Kaldı ki bu savaş, Tür­ kiye istemediği sürece çıkmaz. Türkiye jeopolitik olarak rnihver bir ülkedir. Bunun avantajla­ rmdan yararlcı.narak, jeostratejik oyuılCu rolünü oynamayı becer­ melidir. Petropolitik, strateji belirleme argümanı olmaktan çıkıyor. Hidropolitik ve gazpolitik ile çok kültürlülük yeni argümanlar ola­ rak stratejierin karşısında durmaktadır. Türkiye, değişen jeopolitik­ te politika belirleme dinamiklerini harekete geçirebilir, buna da gü­ cü bulunmaktadır. Öte yandan, şu andn Kıbrıs'taki durum en gerçekçi çözümdür. Türk tarafınm "güvenliği" garanti altına alınmadan ve en önemlisi Türkiye buna inancimlmadan çözüm önerisi dayatılamaz. Soğuk Savaş sonrası Kıbrıs adasının coğrafi pozisyonu Türkiye için Doğu Akdeniz'in güvenliğiyle ayrılmaz bir bütünlük yaratmıştır. Bu ne­ denle çözüm "süper güçlerin" başkentlerinde değil, Ankara' dadır. Yıl 2000 KKTC' de cumlıurboşkanlığı seçimleri yapılacaktı. İki aday vardı, birisi cumhurbaşkanı Rauf Denktaş ötekisi de o döne­ min başbakanı Derviş Eroğlu. Araya kıramayacağım dostlarıının girmesiyle, Serdar Denktaş'la birlikte strateji danışmanı olarak ça­ lışmayı kabul ettim ve Ada'ya gittim. İlk gidişimde beni Kıbrıslı bir gazeteci arkadaşım karşıladı. Serdar Denktaş'ın evine gittik, gerçi televizyon programlarında karşılaşmıştık ama ilk kez bir araya ge­ lip, nasıl uyuşacağımız konusunda prensipierin konuşulması böy­ le başladı. Birbirimizi çok sevdik, inandık ÇalıŞmayı kabul ettim. İkinci gelişirnde Lefkoşa havaalanından Serdar Denktaş'la bir­ likte dönerken, seçim afişleri yapıştırılmıştı. Kendisine, bu seçimin kaderinin ikinci turda belli olacağını söyledim. Stratejimizi de bu­ na gör� kurmak zorunda olduğumuzu anlattım. S. Denktaş buna şaşırdı çünkü onun danışmanlarına göre ezici çoğunlukla Rauf Denktaş seçimi ilk turda ·alacakb. Eroğlu'nun seçim ksmpanyasını Nail Keçili'nin şirketl yürütüyordu. Eğer o günlerde söylenen doğ­ ru idiyse, para kaynağı da Şarık Tara ve Rum kesiminin ı.inlü işada. . .

17 mı Lordos'tu. [Seçim sonucunun belli olduğu gece Kıbrıs'tan yayın yapan "Genç TV" deki seçim sonucu yorum programında söylendi. Ama bu sonradan da kanıtlanmadı.] Ertesi gün Rauf Denktaş'ın cumhurbaşkanlığı konutunda top­ lantıya davet edildim. Hatta önce gitmek istemedim. Ancak 'cum­ hurbaşkanı katılınanızı istiyorlar denince zorunlu olarak gittim. Çünkü Başkanın danışman kadrosuyla birlikte olmak ve çalışmak istemiyordum. Bu konuda bir önyargım vardı. Sıkıntıını Serdar Denktaş'la paylaşmıştım ve kendisi de beni haklı bulmuş, 'bağım­ sız çalışacaksın' güvencesini vermişti. Toplantı odasında başkanın 28 danışmanı oturuyordu. Herkes seçimle ilgili görüşlerini ortaya koydu. Tamamı Cumhurbaşkam­ na yağcılık içeren, samirniyetten uzak, kişisel mevki ve çıkarları koruyan kollayan konuşmalardı. Rauf Denktaş anlatılanların sah­ teliğini biliyordu. Mimik ve jestlerinden bunu anlamak için uz­ man olmaya gerek yoktu. Sağ yanımda dışişleri eski bakanı Taner Etkin, sol yanımda da İsmet Kotak oturuyordu. Serdar Denktaş sağ çaprazımda üçlü bir kanepede konuşmalara hiç katılmadan dinliyordu. Odadaki danışmanlar grubuna göre Derviş Eroğlu'nun yüzde 20'ler alması bile mucizeydi, zaten Kıbrıs halkı hainlerin cezasını verecekti! Cumhurbaşkanı bir ara 'söylediklerinizden emin misi­ niz?' diye sormadan edemedi! Benim toplantıdaki varlığım birkaç kişinin dışında, hemen herkesi rahatsız etmişti. Rauf Denktaş göre­ vimin ne olduğunu açıkladıktan sonra, bir sorum olup olmadığını çok nazik bir üslupta sordu. Ben de, "Evet tek bir sorum var," de­ dim. Bunun üzerine Cumhurbaşkanı gülerek, "Baylar tek soru her zaman çok tehlikelidir; ona göre dikkatli olun," diyerek şakayla ka­ rışık uyardı. Sorum şuydu: "Sayın Cumhurbaşkanım, arkadaşlara soruyo­ rum . 1 Sizler olmasanız, ben de olmasam, Cumhurbaşkanı işsiz dört delikanlıyla çıkıp afiş yapıştırsa seçimde yüzde kaç oy alır?" İlk yanıtlayan kişi bana söylenene göre istihbarattan soruinlu olandı ve yüzde 75-78 dedi. Maliye bakanı (görevdeki mi yoksa es­ kisi mi bilemiyorum) olduğunu öğrendiğim kişi ise, 'çok abarttığı­ nı yüzde 65 civarında alabileceğini' söyledi. .

.

18 Rauf Denktaş olağanüstü zeki birisi olduğundan sorunun ne amaçla ortaya atıldığını hemen anlarnıştı. Çok rahatsız olduğunu açıkça belli etti. Bu yanıtlardan sonra kendisine döndüm ve, "Curn­ hurbaşkarurn, son seçirnde yüzde kaç oy aldınız?" dedim. Yanıt Serdar Denktaş'tan geldi. "Yüzde 43," dedi. ''Başka sorurn yok efendim," deyince, Rauf Denktaş adeta patla­ dı. ''Dernek siz benim ayağırndan çekiyorsunuz. Eğer sizler olrnasa­ ruz, dernek ki halk bana daha çok inanacak güvenecek. . . " diye say­ dı döktü. O kişileri görünce kendisine hak vermernek elde değil. Serdar Denktaş'la çalışan bir sosyolog vardı, seçim anketleri dü­ zenliyorrnuş. Ona da sordular, o da sonucun yüzde 58 olacağını söy !edi. Bunun üzerine, Taner Etkin' e dönerek, "Efendim, akıl def­ teriniz var mı?" dedim. O da, "Yok ama siz söyleyin ben aklıma ya­ zarım," dedi. "Beyefendinin söylediğinden 15 puan düşün," dedim. Tüm bu konuşmalar olurken Serdar Denktaş çok ama çok mutlu olduğunu belli eden bir gülümserneyi yüzüne yayrnıştı. Ben son sözlerimi de söyleyince, odaya bomba düşmüş gibi oldu, o andan itibaren isten­ meyen adam olduğumu hissettim. Odadan çıkarken Rauf Denk­ taş'a, "Sayın Cumhurbaşkanım burası Jurassic Park'a dönmüş, siz bunlarla ne yapacaksınız?" dedim. Yalnızca gülümsedi ama Serdar Denktaş kocaman güldü. Bu konuşmalann ardından, o grupla çalışamayacağırnız, zaten bunun gereksiz olduğu da ortaya çıkmıştı. Serdar Denktaş, ben, Ta­ ner Etkin ve sosyolog danışrnanımızın oluşturacağı bağımsız bir ekiple yola devam kararı alındı. Öteki şahsiyetler Rauf Denktaş'ın yanında kalacaklardı. Aralannda üç-dört kişi hariç, geri kalanların yalnızca para için Cumhurbaşkanı yanında yer aldıklarını düşun­ düğürnu iğrenerekanımsıyorum. Hele birisi var� ı, müzisyen mi ti. yatrocu mu lam anırnsarnıyorum, padişahların yanında soytanlcır olurrn-ı,ış ya, onların vıcık vıcığını düşünün, işte öyle birlsiydi. Se­ çim afişleri İstanbul' da yapılacaktı, dönünce fiyat aldım, Serdar Denktaş'a bildirdim ancak bu kişi tarafından yaptırılacağını, onun görevi olduğunu söyledi. Kendisini aradım, maliyet konusunda öğrendiklerimi ilettim. Adamcağız bir dil ha beni ne ar adı ne so r du, öyle de bir paraycı yaptırdı ki, Türkiye'nin kimler tmafından nasıl

·

19 soyulduğunun bir küçük örneğiyle karşı karşıya olduğumu bir kez daha gördüm. Bu kişiyi ötekiler hakkında da bir .fikir edinesiniz di­ ye anlattım. Rauf Denktaş'ın çevresindekiler hakkında daha net yargıya va­ rılması için bir örnek olayı daha yazıyorum. Cumhurbaşkanı, "H> mesajı geçildi. Anamur ve İskenderun radar mevzileri gard kana­ lından (doğrudan doğruya mesaj iletebilen kanal) yayın yaparak, «Gemilere yapılan taarruzun kesilmesi emredildi.» Akdeniz'de...

15.05 ... Üç muhripte de tüm personel savaş yerlerinde bulunu­ yor. Kocatepe'de, köprü üstünde çarkçıbaşı, muhabere subayı, ko­ mutan, SHM (savaş harekat) subayı bir aradaydı. Birdenbire pruva­ dan üstlerine dalış yapan uçağı gördüler. Gümüş renkli gövde, ka­ ranlık dev bir gölge gibi iniyordu. "Uçak dcılış yapıyor... Uçak mı saldırıyor... Ne olduğunu kavrayamadan uçak bombayı bırakınıştı bile. İlk isabeti Kocatepe aldı. Atılan bomba 52 top adı verilen kıçtaki topa isabet etti. Top başındaki personel paramparça oldu. Kol, bacak, gövde bir anda birbirinden ayrıldı. Uçak hücumu deyip koşuştur­ nia başlarken gemide bir infilak oldu ve arkada da bir tarama sesi \ duyuldu. "

JSolO lS.oo

---1 ı

40MO 114)SOYII IIE �KIM.U ı·• ıırr

Nıı:ı awvu.

/

ıı•ı�m-r. �(JK't-f\1

· ıo

·� .

Komutan dümene komuta ederek sancak iskele büyük dümen yaptırarak geminin de hızını artırdı. Topçu subayı "radarda ıkiarı takip edi yorum edemiyorum derken SHM (Savaş Hare­ Merkezi) ile topçu kulesi irtibat kurarak uçaklara radan kilitle­ er ve toplar atış a b aş ladı Gökyüzü birdenbire kararmışh. Uçaklar karadan, Kıbrıs'tan ge­ Jrdu. Şüphesiz Yunan uçaklarıydı. "Uçak hücumu ... uçak hücuları

,

"

.

.

331

mu... '' anonsları gemilerin dahili yaym devresinden tüm gemiye yayılıyordu. Her üç muhribe birden saldırıyorlardı. Kocatepe'den yayılan, uçak hücumu yayınından çok kısa bir süre sonra TCG M.F. Çakmak da ilk bombayı yedi. Bir anda ortalık karıştı. Kıç tarafta çok büyük bir sarsmtı oldu. Komodor ve komu­ tan bir an göz göze geldiler. "Galiba isabet al4ık," dedi komutaıt. "Sancak alabanda ... iskele alabanda ..." komutlarıyla sakmma hare­ ketleri yaparak, 28 mile çıkarılan hızla M.F. Çakmak uçaklardan ko­ runmaya çalışıyordu. Savaş Harekat Merkezinden, gelen uçakların kerterizleri topçu kulesine bildirilmesiyle birlikte hemen baraj ateşine başladılar. Bu kargaşada Kocatepe'den yayılan ses duyuldu: "İsabet aldık." Bu sözlerden sonra bir daha hiçbir şey duyamadılar. Adatepe de payına düşenleri alıyordu. Kocatepe'den, "Uçak hücumuna uğruyorum ..." sözlerinin duyulmasmdan birkaç saniye sonra geminin hemen yanında suyun içinde bir bomba patladı. İki bacasınm arasmdan geçerek, sancak su alh kesiminde patla­ yan bomba o kadar güçlüydü ki, geminin her yerinden, "Bomba yedik!" bağırışları yükseldi. Bir anda üç yerde birden yangm çıkh. Yangın kısa sürede yedi sekiz yere yayıldı. Başkazan çöktü, her ya­ nı duman sis kapladı. Borda da çatlak ortaya çıkh ve gemi su alma­ ya başladı. Hız üç mile düştü. Küpeşte putrelleri (dikmeler) eğril­ mişti. Bombanın şiddetinden yangm tulumbası bulunduğu yerden bir anda yukarı fırlayıp sancak alabanda ya vurup kayboldu. Sarsıntının şiddetinden bütün gemide alarm çalmaya başladı. Telsiz aygıtları devreden çıktı. Cayro pusula kullanılmaz hale geldi. Makine dairesinde kazanlar yerlerinden kaydılar. Borular pat­ l�dı; kondanserde su kaybı oldu. Buharlı jeneratörler durduğu için ge�i karanlığa gömüldü. Hemen dizel jeneratörler devreye sokuldu. M. F. Çakmak, hava hücumuna uğradıklarını hemen Adana Müşterek Harekat Merkezine ve İskenderun'a bildirdi. Aynı anda Adatepe de uçak hü� unu bildiriyordu. Bu arada Anamur'a da bildirdiler ve "çok acele hava desteği" istediler. Doğrudan görüşme yapılabildiği için uçak hücumunu Ankara anında öğrendi.

332 M. F. Çakmak, sağa sola ateş ederek kuzeye çıkıyordu. Önce baş taraftan bir bomba yediler, sonra kıçtan bir bomba daha yediler. Gemi titriyordu. Baş tarafta patlayan bomba geminin baş tarafını olduğu gibi suya gömdü. Uçakların önü ardı kesilrniyordu. Yapılan baraj a tışları sayesinde uçakların daha büyük hasar vermeleri ön­ lenmiş oldu. Köprü üstüne sağdansola doğru biçen birrnakineliatışı oldu. Bir anda savaş harekat merkezi (SHM) karıştı. Herkes bir yerlere yıkıldı; bir çatırdama oldu. Birkaç saniye sonra "yaralı var mı?" sorusuna, "var" yarutı verilince sinirler bir anda gerginleşti. Topçu kulesiyle de irtibat kesildi. Kulenin tahrip olup, oradakilerin öldükler� düsünül­ dü. Bu da ayrı bir gerginlik kaynağı oldu. Bir subay, iki astsubay ve üç er yaralanrnıştı. Derhal savaş hastanesine indirildiler. T�davileri yapıldı. Topçu kulesinde ölüm olmamıştı. Yaralanma vardı. Uçaklara atışı sürdürerek kuzeye çıkmaya devarn ettiler. Saldı­ rının ilk 15-20 dakikasında, saldıran uçakların Yunan olduğundan çok ernindiler. Ancak, bir gün önce denizden kurtarılan pilot (üs­ teğrnen Sadık Dülger) bu uçakların Türk olduğunu anladı. Pilotu. muz Balıkesir'den kalkan 111 ve 112'nci Filolara mensup, F-lOO'leri tanırnıştı. "Bunlar bizim uçaklarımız," dedi. M. F. Çakmak' taki piloturnuz, frekansı verip hemen uçaklarla te­ ması sağladı. Havadaki pilotlara kendini tanıttıktan sonra bomba­ ladıklan gernilerin Türk gernileri olduğunu söyledi. Pilotlar da pa­ rolayı sordular. Denizden kurtarılan pilot o günkü parolayı bilmi­ yordu. Gerniden verilen parola da uçaktakim tutrnuyordu ... Çünkü bu uçaklar, l'nci Taktik Hava Kuvvetlerine bağlı Filoların uçakları idi. Onlarda bulunan parola Kıbrıs Barış Harekatında kullamlan parola değildi. Kıbrıs Barış Harekatına 2'nci Taktik Hava Kuvvetle­ ri tahsis edilmişti. (E.Arniral Atila Erkan' dan alınan bilgi) Adatepe'de, harekat subayıyla rnuhabere subayı telsizlerden uçaktarımızla lrtibat kurdular. "Bunlar Türk gernileridir. Ateş et­ meyin," dediler. Uçakların lideri de, "Orospıı çocukları çok iyi Türkçe biliyorlar. Kanal değiştirin," diye öteki pilotları uyardı. Ateşler altındaki rnuhripler durumu Ankara'ya bildirdiler. He­ nüz, Ankara'nın, olandan bitenden haberi yoktu. Kendi uçaklan­ rnızın hücurnuna uğradığırn1zı açıkça Ankara'ya geçen rnuhriplere,

333 "Bu mesajları açık olarak vermeyin, kriptolayın," yamh veriliyor­ du. Ancak uç beş saniye sonra Ankara işin farkına varacakh... Uçaklar ardı ardına geliyorlardı. Hemen baraj atışma geçildi. Adatepe kuzeye dönüp, sakınma hareketleri yaparak Türkiye'ye doğru seyretmeye başladı. Hızı iyiden iyiye düşmüştü. Üç m ille seyre­

diyorlardı. Uçaklar kısa bir süreden sonra _yin e saldırmaya başladılar. Bu kez makineli tüfekle de ateş ediyorlardı. Adatepe de ateş ediyordu. hk taarruza 1 5.22'de çok kısa bir süre ara verildi. Aynı anda Anamur parola kanalından yayın başladı: "Ateşi kesin bunlar Türk gemileri dir." 14 uçakla kalkıp, hiç kayıpsız dönen 111. ve 181. filo pilotları alana indikten sonra durumu öğrenince üzüntüden pe­ rişan oldular. Ancak kısa bir süre sonra bunların Yunan gemileri ol­ duğu söylendi. Bu filo bundan sonra bir daha havalanmadı. Taar­ ruzları Mürted' den, Eskişehir'den kalkan F-104'ler sürdürdü. TCG Kocatepe'de ... İlk bombayı yedikten hemen sonra, uçakların kerteriz mesafele­ ri yakalanıp topçu subayına verilmeye başlandı. O' da, "Tamam ya­ kaladım. Ateş ediyorum," diyordu. Uçaklarla kısa süreli karşıhklı atİş oldu. Bu sırada santralden de "Bu gürültü nedir ? ", "Ne oluyor? " soru­ ları yükseliyordu. Hava radarının bulunduğu bölgede bir er ölmüş, birkaç er de yaralanmıştı. Elektronik harp karnarasında bir delik görülüyordu. Orası da taranmışh. Topçu subayının, "Kule hasar aldı. Ben top başına dönüyorum," de­ diği duyuldu. Komutan sancak-iskele yaptırarak (kıvrıla kıvrıla gidiş amacıy­ la) son hızla kuzeye çıkılınası emrini verdi. Fakat, uçakların bırak­ maya hiç niyeti yoktu. Eskişehir'den havalanan 1 1 2. Filo'nun F-I04'1eri metal gövdeli kartal gibi tepelerinde dolanıyo�du. Filo harekat günü yüklerini de­ ğiştirerek, bomba yüklenip havalanmıştı. Sözü edilen konvoyu vu­ racaklardı. Kıbrıs'a geldiklerinde sözü edilen konvoyu göremedi­ ler. Ancak, aldıkları emirde "Yüzen bütün cisimleri vuracaksınız/' dendiği için konvay olmamasına karşın gördükleri savaş gemileri-

vurmaya başladılar. Muhriplerin üzerine geldiklerinde Kocate­ kıçtan yara almıştı. Yunan gemilerinin barda numaralannın ;övdenin ortasına doğru vurolduğunu biliyorlardı, ancak bu kar­ ;aşada bunun ayınmına varamazlardı ki! Nitekim varamadılar. )ayrakların farkına vardılar. Oldukça siyahlaşmışlardı. Yunan ge­ nileri olsaydı daha yeni bayrak asarlar diye de bir an düşündüler. )u kadar küçük aynntıyla iki ulusun gemisi ayırt edilebilir miydi? )una kimse cesaret edemezdi. Üstelik, havalandıklarında "Yunan ;emilerini vurmaya gidiyorsunuz," .denmişti. "Belki de Türk' tür;' düşüncesiyle kuzeye rota veren TCG Adate­ ıe'nin üzerinden geçerken parolayı sordular. Verilen parola pilotla­ ınkini tutmuyordu. Acaba hangisi yanlıştı? Yunanistan'a karşı ko­ mşlanmış ve parolayı oraya yapılacak harekata göre belirlemiş 12'nci Filo pilotlarınmki mi? Yoksa, doğrudan doğruya Kıbrıs'a sa­ raşa giden muhriplerinki mi? (Bizim araştırmalarımız, uçaklarınki­ ün yanlış ya da eksik olduğunu gösteriyor. Bu sorunun yarutını an­ ·ak askeri tarihçiler verecektir.) li

>e

TCG Kocatepe ' n i n a l d ı g ı i s a be t l e r

M< ııamll

t282 .

Uçak-Uçak, Uçak-Gemi Arasındaki Telsiz .Konuşmalarının Bant Çözümleri 1

Barış HarekiHı'nın gerçekleştirildiği 1 974 yılından bu yana, basında savaşın çeşitli cepheleri işlenir. Ancak en çok Kocatepe gemisinin 282

Soruşturma kurulunda görev alrruş üst rütbeli iki sııbayımızın, a y rıca Or­ du komutanlığı ve kuvvet komutanlığı yapmış orgeneryi dü­ şünmek sağlıklı bir mantığın ürünü olmasa gerek. Tarık Bin Zeyyat'ın Cebeli Tarık Bağazı'nı aşıp Endülüs'e ayak bastıktan sonra gemilerini yaktırması tarihte ilginç bir olaydır. De­ niz aşırı harekatta "birleşme" gerçekleştikten sonra, hasar görmüş malzemenin ve yaralıların geri çekilmesi söz konusu ise, tahliye düşünülebilir. Kaldı ki General Demirel, "Elimizde yeterince çıkarma aracı ol­ maması nedeniyle birlikleri Kıbrıs'a dalgalar halinde gönder­ dik," demektedir. Böyle olunca denize dökülenleri hangi araçla

tahliye edeceksiniz. (Bence bu anda tahliye planı olmaması doğal ve doğrudur. Tahliye daha çok "çekilme" hareketlerinde, yani ba­ şansızlıkta yer a lan bir terimdir.) General Demirel, "Sevk ve idareden sorumlu 20 makam" baş­ lıklı bölümde "Koordinasyon yapacak olan karar karargahl arını n mevcudu, katılan kıtaların mevcudundan fazla idi" diyerek, ya­ kınmaktadır. Bu, teori olarak doğrudur. Çok sayıda koordinasyon makamı "sadelik"i yitirir, karışıklığa yol açar. Ama Demirel 'Koor­ dinasyonu gerektirmeyen birliklerin karargahlarını da koordinas­ yon makamı saymıştu. Örneğin Ankara'daki Zırhfı Birlikler Okulu ve Eğitim Merkezi, harekata katılan alaylar, Mersin' deki Çıkarma Birlikleri Komutanlığı gibi. Koordinasyon, harekata katılan her üç kuvvetiı\ ana birlikleri arasında, yani list düzeydeki karargahlar arasında söz konusu. Geriye kalan ve sayın generalin saydığı gibi çok sayıda birliklerin ilişkisi, kendi aralarında "işbirliği" veya ken­ di aralannda "yerel koordinasyon"dur. Çok yakından tanıdığım rahmetli Demirel'in en büyük zaafı 'övülmek'ten hoşlanmasıdır.

452 Bu zaafını bilen kirnilerinin onu övdüklerini, duygularını okşa­ dıklarını gördüm. İ şte bir olayı kendi anılarından alıyorum. "1974 yılında . . . . . . komutasında Kıbrıs'a gönderilecek birliği uğurlarken rüzgarlı bir Şubat günü yaphğım konuşmada, Kıb­ rıs'ta kahramanlık destanlan yaratacaklarını söylemiştim. 39. Tü­ men'in de muhtemelen Kıbrıs'ta kendilerinin yanında bulunabi­ leceğini ifade etmiştim. Sonradan yazılan harp ceridelerinde Kur. Binbaşı (şimdi general) Sedat Metin bu konuşmayı bir ke­ hanet olarak belirtiyordu." Oysa ortada bir kehanet yoktu. Kıbrıs olayları 1 964'ten beri gün­ derndeydi. (0 tarihten bu yana T.S.K. yasal hakkını kullanmaktan kaynaklanan "müdahale" için sürekli hazırlık yaptı. Rum kesimi­ nin tutumu bu hazırhğı hızlandırdı. Koşullar yeterince hazır olun­ ca müdahale Demirel'in 39. Tümen Komutanı olduğu zamana denk geldi. Şimdi çıplak gerçek karşısında kehanet'i nerde araya­ cağız. Sonra askerlikte "kehanet"e yer yoktur. Binbaşı, Komutan'ın duygularını okşarnak için bu yola başvurmuş olabilir. Komutan bu­ nu anında geri çevirmesi gerekirken, harp ceridesine alıyor, üstelik bunu anılarında yayırnlayabiliyor. (Yakından tanıyıp sevdiğim arkadaşım Sedat Metin oldukça ne­ şeli bir yapıya sahip. Zengin espri ve fıkra repertuarıyla her zaman bizi g\ildürrnüş, hoş vakit geçirmemizi sağlarnıştı. Aniatma yetene­ ği de gayet üstündür. Ben Girne'de karargahta görevliyken Metin Gnl. Demirel'in genel sekreteri idi.) Demirel'in "39. Tümenin idaresi" başlığı altında şu türncelerini okuyoruz. (yazar kıta hizmetinin dolduğunu ve 39. Tümen'den ay­ rılrnanın zamanı geldiğini ifade ettikten sonra) "İki yıldan beri ernek verdiğimiz birliklerden ayrılamıyordum. Tümeni emanet edecek bir kimse göremiyordum. Hasan Sağlam'ın verileceğini duymuştum. O y ı l korgeneralliğe terfi sırasında olmam ikinci plan'da kahyordu. Asıl sorun çok kritik bir görevi olan 39. Tü­ men'in kime teslim edileceği idi." Bu ana kadar kendini ön. planda tutmaya çalışan, bırakın astia­ rının gayretini 20 Temmuz günü havadan birliklerle inen Kolordu K. Korg. Nurettin Ersin' den bile söz etmeyen Demirel, burada bak­ layı ağzından çıkanyar ve "vazgeçilmez" bir general olduğunu

453 açıkça ortaya koyuyor. Bu noktada general anılannda Kıbrıs Barış Harekatı'na ışık tutmaktan çok kendini övmeye çalışıyor. Evet, De­ mirel'e göre onun ayrılığında 39. Tümen' e komuta edecek general Türk Ordusu'nda yoktu. Hasan Sağlam bile yetersizdi ona göre. Bizler yıllardır, atandığımız birliklere gittiğimizde subay ve ast­ subaylcırımıza "Hiçbir hizmet kişilerle kaim değildir. Sakın böy­ le bir vehme kendinizi kaptırmayın" der dururduk Bu inanç da Türk Ordusu'nda bir tür gelenek haline gelmiştir. Şimdi biz mi haklıydık, yoksa sevgili ve rahmetli General Demirel mi? Bir askerin kendi terfiini önemsemeyerek, birliğinden ayniması halinde, yokluğunda birliğinin akıbetinin ne olacağını birinci plana almasımn eşyanın tabiatma aykırı olduğunu vurgulamak gerçekçi bir tutum olur. Ama yanılgı da insanoğluna özgüdür. Tuğgeneral Hakkı Borataş, tümen komutanı yardımcısı duru­ munda idi. 20 Temmuz günü Kıbrıs'a 50. Piyade Alayı ve bir deniz piyade alayı çıkarken, çıkan bu iki alayın harekatını sevk ve idare edecek bir generale gereksinim vardı. Bu görev de General Bora­ taş' a düşerdi. Oysa Sayın General 22 Temmuz' da Tümen Komuta­ nı ile birlikte harekata katılıyor. Ben inanıyorum ki General Borataş, 20 Temmuz günü harekata katılsaydı, Albay Karaoğlanoğlu'nun düşman karşısında alay sancağmı açmasını önler ve belki de Albay Karaoğlanoğlu şehit olmazdı.

Ü Ç Ü NCÜ B Ö LÜ M İ Kİ N C İ BARIŞ HAREKAT!

..

..

.

CENEVRE GORUŞMELERI

Birinci Cenevre Görüşmesi 22 Temmuz 1 974 saat 17.00'de yürürlüğe giren a teşkes'in hemen ar­ dından, barışın yeniden kurulması amacıyla üçlü görüşmelerin ha­ zırlıkları da başlamıştı. Birinci Barış Harekatı, Kıbrıs'ta Cunta uzantısı Nikos Sampson darbesini ortadan kaldırınakla kalmadı, Yunanistan'da da politik değişikliklerin yapılmasına yol açtı. 23 Temmuz'da Cunta yerini sivil hükümete devrediyordu. Yu­ nanistan' daki bu değişikliğin hemen ardından Cunta kuklası Nikos Sampson ortadan kayboldu. Kıbrıs Rum kesimini Glafkos Klerides temsil edecekti. Kıbrıs'ta sürekli bir barışın yeniden kurulmasını amaçlayan üç­ lü görüşmeler, 25 Temmuz'da Cenevre'de başladı. Üç garantör ül­ kenin dışişleri bakanlarının katıldıklan görüşmelerde, Türkiye'yi Turan Güneş, İngiltere'yi James Callaghan, Yunanistan'ı ise Yorgo Mavros temsil ediyordu. Bu görüşmede Türkiye, Türklerin güvenliğinin yine Türk polisi tarafından güvence altına alınması; Türk askerlerinin geri dönüşü için baskı yapılmaması; Rauf Denktaş'ın Başkan yardımcılığı göre­ vine hemen başlatılması; her iki toplumun geçici olarak otonom yö­ netim ile yönetilmesi üzerinde durmuştur.

458 Türkiye, görüşmelere götürdüğü koşullardan ödün vermeden sürdürdüğü üçlü görüşmelerin sonucunda "Birinci Barış Hareka­ tı"nın yasal temellerini, burada imzalanan anlaşmayla da pekiştir­ rniştir. Cenevre' deki birinci görüşmeler 25-30 Temmuz tarihleri arasın­ da altı gün sürmüştür. Bu göriişrnelerde ABD, Sovyetler Birliği ve BM gözlernci bulundurrnuşlardrr_ İlk görüşmeler, bir hafta soma yeniden başlamasına karar veri­ lerek dağıldı_

Cenevre' de 5 Gün 5 Gecenin Öyküsü CHP İstanbul MilletvekiliHaluk Ülman, Cenevre Barış Konferansı­ nın birinci bölümüne rnüşavir olarak katıldı_ Kıbrıs sorununu öte­ den beri yakından izleyen Siyasal Bilgiler Fakültesi eski öğretim üyesi Haluk Ülman, Siyasi Tarih Profesörüdür. 1 973 Ekim ayında yapılan genel seçimlerde kontenjandan gösterilerek İstanbul Mil­ letvekili seçildi_ Dışişleri Bakanı Turan Güneş ve Maliye Bakanı De­ niz Baykal'a birlikte Başbakan Bülent Ecevit'in yakın çevresinde yer alan Haluk Ülman, kendisine özgü renkli uslubuyla Cenev­ re' de geçirilen uykusuz beş gün beş gecenin öyküsünü Cumhuriyet gazetesine {4 Ağustos 1 974, Yalçın Doğan] anlattı_ "Geride kalan on beş gün nasıl da geçmiş _ _ _ Atina, Kıbrıs, Amerika, Cenevre _ _ _ Nasıl da yoğun yaşarnışız son günleri. _ . Yirminci yüzyılın üçüncü çeyreği sona ererken faşizm daha sık senaryo yazar oldu. Şili'de, Yunanistan'da, Filipinler'de, Brezil­ ya'da _ _ , Durduk aniden_ , _ Yirminci yüzyılin üçüncü çeyreği sona ererken faşist senaryolar daha sık geri teper oldu. Vietnam'da, Karnboçya'da, Afrika' da_ . _ Ve\ işte Kıbrıs'ta . . . Ağaçlıklı yolun sonuna geldik Yolun bitiminde hemen üç ev sı­ ralanmış arka arkaya. Üçüncüsüne yöneliyoruz . . - Özür dileriz efendim, biraz sizinle . görüşmeL _ Siyasi Tarih Profesörü, İstanbul Milletvekili ve Cenevre'deki Türk Heyetinin üyesi Haluk Ülman hemen oturtuyor bizi. -

459 Rahat yaz giysileri içinde. Biz de bu rahatlığa uyarak kamuoyu­ . nun bildiğinden izlediğinden çok, bilmediklerine, başka bir deyiş­ le olayların perde arkasına inmek istiyoruz. Silah seslerinin, anlaş­ ma metinlerinin ö tesine geçmek istiyoruz. . . Konumuz Cenevre elbette . . . - Efendim, bizim heyet orada çok iyi çalıştı. Türk Hariciyesinin en iyi çalışmalarından biri bu. Biz bir partiden geliyoruz. Birbirimi­ zi iyi tanınz. Turan [Güneş] da yınardır arkadaşım. Ağzını açtığı anda; ne söyleyeceğini bilirim. Dışişleri Bakanı olduktan sonra, bel­ ki ilk kez, Ecevit'in yürüttüğü kişilikli politika ile de, hariciyecileri­ miz gerçek kişiliklerini buldular.

- Darbe sabahından baş/asak. . . Dışişleri açısından yani . . . - Olaylar başlamıştı. Kıbrıs'ta darbe olmuştu demek istiyorum. O andan itibaren dünyada ne kadar dış temsilciliklerimiz varsa hepsinin dikkati çekildi. Ankara' dan, sürekli talimat gidebilirdi. . .

- Haberleşme konusunda bazı eleştiriler yöneltiliyor Dışişlerine? . . - Haklısınız. Haberleşme olanaklarımız son derece sınırlı. Harici temsilciliklerimizden Ankara'ya gelen haberlerin gerçek yerine ulaşması çok zaman alıyor. Hala telsiz ve teleksle çalışıyor Harici­ ye. Bir haber vereceği zaman da şifreli göndermek zorunda kalıyor. Şifre oradan geliyor. Çözülüyor. Cevabı hazırlanıyor. Yeniden şifre­ lendiriliyor. Ve geldiği yere gönderiliyor. Bu olacak şey değil. Hele de Kıbrıs'a asker çıkaran bir devletin bütün olanakları bu şekilde . . . Yok canım, olmaz böyle şey . . .

- Peki Cenevre'den sürekli nasıl konuştunuz Ankara ile? - Cenevre ile Ankara arasında direkt bir hat kurm uştuk. Telefon doğrudan Ecevit'e bağlıydı. Telefonu açtınız mı, karşınızda Başba- · kanı buluyordunuz. Ben doğrudan bir hat oldtJ.ğunu biliyordum, ama Ankara ile olduğunu biliyordum. Yani doğrudan Ecevit' e de­ ğil. Ankan;ı. ile konuşmak istediğimizde karşımıza hemen Başbakan çıkıyordu. Ayıp oluyordu doğrusu Ecevit'e. Bir keresinde b�zim Deniz'i (Maliye Bakanı Deniz Baykal) aramak istedim. Baktım kar­ şımda Başbakan. Bir Başbakanla bu kadar kolay görüşme olanağı­ nı hiç görmemiştim daha önce . . .

- B izim çıkarma yaptığımız sabaha dönersek . . .

460 - Olaylar gelişirken zaten dış temsilciliklerimiz hazır bekliyor­ du. Bakanlar Kurulu çıkarma harekatına karar verdiği anda, bütün ternsilcilerirniz, nezdinde bulundukları ülkelerin devlet başkanlan­ na derhal haber verdiler. Birçoğu tabii, başkanlan yataklarından kaldırrnış. - Cenevre'ye gelirsek. . - Ben hariciyecilerirniz açısından şunu gördüm: Bizim züppe dediğimiz, o kokteyl kuşlan dediğimiz insanlar kendilerine yer veri­ lince gayet iyi çalışıyorlar. Hariciyecilerimiz bir eziklikten kurtul­ rnuşlar. Zamanında da çalışma ternposuna hemen giriyorlar. Sand­ viç yemekten bağırsaklarımız büzüldü. Bütün diplomatik misyon da buna ayak uydurdu. Hani nerede o kuşkonrnaz, nerede o Bourbon şarabı. .

- Diplomatik misyon dediniz. Buna nasıl ayak uydurdu/ar? - Cenevre, Hatay' dan sonra Türk dış politikasının en büyük zaferidir. Yani tarih sırasına göre dernek istiyorum. Lozan daha önce ya. Bizim hariciyecilerirniz hayatlarının en iyi çalışmasını yaptılar. Onlara biz bir heyecan verdik. Şimdi siyasi otoriteden talimat alı­ yorlar. Gece-gündüz uykusuz çalışıldı. Hiyerarşiden ziyade karşı­ lıklı anlayış vardı heyette. Ama bizim iç politikadaki muhalifler bu­ nu hemen kendilerine yontarlar. Eleştirrneye kalkarlar. Yok efen­ dim, emir verilecek. Onlar da yerine getirecek. Gördük işte yirmi ­ otuz yıldır nasıl yerine getirildiğini.

- Karşılıklı anlayış içinde çalışmanın eleştirilecek nesi olabilir ki? - Yok. Onlar başka şeyler düşünürler. Hiyerarşi olmalı'yı kafalarına sokmuşlar. Böyle bir şey olmadı mı, tarnam kim bilir neler dü­ şünmeye kalkarlar. Baksamza bizim Turan'ın bile esprilerini nasıl anlamak istiyorlar. Aslında anlıyor da, işte böyle güçlü bir hüküme­ te, böyle güçlü bir zamanında başka nasıl bir muhalefet yapsınlar.

- Dışişleri Bakanının esprileri nasıl karşılandı dışarıda? .,. Bir örnek vereyim size. Hani bir basın toplantısında Makari­ os'tan söz ederken, "Ben ne kadar profesörsern, o da o kadar cum­ hurbaşkanı," demişti.

- Evet. - Türkiye'de bu sözler tepkiyle karşılandı. Dışarıda, hem gördüm, hem de duydum, bu sözler Avrupa'da büyük sükse yaptı.

461 Konunun ince biçimde ortaya konuşu olarak benimsendi bu sözler. Esprinin olduğu yerde ciddiyet yoktur, diye bir kural yok. Kaldı ki, espri Fransızcada "işin ruhu, aslı" anlamına gelir.

- Konferansın havası nasıldı? - Bir kere, onlar karşılarında ilk defa kendi amaçlarında kararlı bir Türkiye buldular. Şimdiye kadar hep kararların dikte ettirildiği bir Türkiye vardı. İlk defa amaçlarını dikte eden Türkiye oldu. El­ bette bunun iki ana nedeni vardı. Birincisi Türkiye'deki yeni yöne­ timin kişiliği. Ecevit'in kişiliğinde somutlaşan bir iç ve dış politika. İkincisi de, Kıbrıs'taki Türk askeri. Orada fiilen sağlanan durum ve bundan alınan güç. Biz işte giderken bu iki etkenin desteğini duyduk hep arkamız­ da. Biz bu konferansta bir anlaşma olsun istedik. Ama herhangi bir anlaşma olsun istemedik Onun için de, hiç gerilemedik Zaten an­ laşma bunu açıkça ortaya koyuyor.

- Sizin bu güveniniz hiç sarsılmak istenmedi mi? - Olmaz olur· mu. Hatta bir ara, bizim hariciyecilerden bir arkadaş, Yunanlı meslektaşını bir köşeye sıkıştırmış, şunları söylüyor­ du: "Bu savaşı siz mi kazandınız, biz mi kazandık Anlayamaz ha­ le geldim." Arkadaşın burasına gelmiş lmalı ki, iyice sinirlenmiş. Baktım Yunanlıdan ses çıkmıyor. Yavaş yavaş yerine gitmeye çalışı­ yor. . .

- Konferanstaki havadan söz ediyorduk. . . - Tamam işte. Biz kendimize güvenliydik. Yalnız h"emen şunu belirtmeliyim. Orada görüşmelerde bulunmayan, ama görüşmele­ rin her safhasmda masada oturan iki kişi vardı. Ecevit ve Kissinger. Büyük anlaşmazlıklar ikisi arasında görüşülüyordu.

- Yunanlıların havası nasıldı? Faşist bir cunta yedi yıl iktidarda kal­ mış, başarısızlığın doruğunda devrilmiş. Sonra da yepyeni bir hükümet ve yepyeni bir Dışişleri Bakanı Cenevre'ye gelmiş çetrefilli bir konuda görüş­ meleri yürütmek için . . . - Doğru tabii. Yunanlılar b u etkenleri elbette sırtlarından hiç ata­ marnışlardı. Çok sinirliydiler. Sürekli olarak Birleşmiş Milletleri ve NATO'yu kullanmaya kalkıştılar. Bizi sözde bunlarla tehdit etmeye çalışıyorlardı. Kendi güçlerinden ziyade dış unsurları kullanmak istiyorlardı. Bunun üzerine Turan Güneş, Mavros'a, "Bakın size şu-

462 nu hatırlatayırn. Bizim Başbakanmuz Yunanlıya kardeş dediği için­ dir ki, Türkiye'de büyük eleştiriye uğradı. Siz böyle bir başbakanın zamanında bizimle anlaşarnazsanız, bizimle hiçbir zaman anlaşa­ rnazsınız," dedi. Doğruydu da. Yunanistan'm fazla bir seçim şansı yoktu. Kıbrıs'taki başarırn1z onları korkutrnuştu. Bir Türk - Yunan savaşmdan da korkuyorlardı. Hem anlaşmaya haurlardı, hem de sakin değildiler. Öyle bir havalan vardı. Nitekim sonunda anlaş­ mayl irnzalad1lar. Şimdi herkes aynı soruyu soruyor. Peki, Yunanis­ tan bu anlaşmada ne kazandı, diye. Yunanistan bir şey kazandı. O da barış, Türkiye ile savaşrnarnak.

- Bu koşullarda yürütülen görüşmeler sırasında Türk ve Yunan heyet­ leri arasındaki ilişkiler nasıldı? - Belki garip gelecek, ama son derece yakındı. Konuşuyor ve sü­ rekli sohbet ediyorduk. Hatta, iyi hatırlıyorum. Henüz konferans başlamarnıştı, salona girrnek üzereydik, Mavros, Güneş' e döndü ve, "Ben şimdi toplantı salonuna girdiğirnde kirnin Türk, kirnin Yu­ nan olduğunu pek ayırt edemem. Ama kirnin İngiliz olduğunu ga­ yet iyi bilirim," dedi. Bu aslında bir yakınlaşmanın işaretidir.

- Peki İngilizler?

- İngilizler bambaşka bir dünya. Bizden çok değişik. Hala büyük bir devlet davramş1 içindeler. Sanki garantör devletlerden biri değil de, Batı ittifakının iki küçük üyesi arasında arabuluculuk yapan bir devlet. Genel olarak İngilizler Yunanllların bu anlaşmadan fazla za­ rarlı çıkmaması için çalıştılar. Ancak Türkiye'nin direttiği noktalar­ da da, fazla ileri gitrnediler. Gerçeği kabul etmek gereğini duydu­ lar. En çok ısrar ettikleri nokta da, Türk askerinin adadan çıkması oldu. Hatta Callaghan, İngiliz Dışişleri Bakanı, bu isteğe olumlu ce­ vap verernezsek kqnferansı terk edeceğini söylüyordu. Ama bunu ilk defa söylemedi.

- Şu ültimatom konusu o sırada mı çıktı ortaya? � Aslında Callaghan, hep konferansı terk edeceğini tekrarlıyor­

du. Önce cumartesi gidiyorum, dedi. İşim var Londra' da, dedi. Cu­ martesi oldu. Gitmedi. Pazar günü Londra'da işirn var, gitrnek zo­ rundayırn, dedi. Pazar oldu. Gitmedi. . . Yani günde bir iki kere Cal­ laghan'ın uçağı kalkıyordu.

463 O ültimatomu sordunuz. Biz kendisine hemen cevap verdik. Ya­ 9.30'u beklemenize gerek yok, madem işiniz de varmış, buyrun dedik. Ama uçağı Cenevre'den ancak bizimkiyle birlikte kalktı. As­ lında İngilizler anlaşmak istiyorlardı bizle. Bunda kendi iç politika­ larının da etkisi vardır sanıyorum. Biliyorsunuz, sonbaharda se­ çimleri var onların. Bir Dışişleri Bakanı da seçime giderken, eh bir başarıyla gitmek ister. Anlaşma ile gitmek ister. Bu onların açısın­ dan önemli bir noktaydı. nn

- Amerika' nın tutumu neydi? - Amerika'nın politikası Kissingerin izlediği politikanın devamıydı. Şunu demek istiyorum. Dünyanın hangi köşesinde olursa olsun, Amerika artık gerçeği ol�uğu gibi kabul etmek zorunda ka­ lıyor. O gerçeği görüyor ve ondan sonra da o paralelde bir politika izliyor. Ve o gerçeğe ayak uydurarak inisiyatifi elinde tutuyor. Ya­ bancı diplamatlardan biri, " ABD, Kıbrıs'ta yanlış bir politika izledi, ama şimdi durum değişiyor galiba," dedi. Bu doğruydu. Yanlış bir politika izlemiş, yani biraz önce söylediğim "gerçeği" geç görmüş­ tü. Türkiye'nin isteklerine uymakla treni kaçırmadan yeni durum­ da inisiyatifi elime alayım dedi.

- Buna Türkiye'nin tepkisi ne oldu? - İnisiyatif aslında her zaman Ecevit'in elindeydi. Amerika'ya kalsaydı, Türkiye bu girişimde bulunmasaydı, Kıbrıs'taki Yunan oldu bittisine ABD'nin ses çıkaracağı yoktu. Makarios'tan memnun değildi. Ama Türkiye'nin buna razı olmayacağını anlayınca ve Tür­ kiye'yi kaybetmek tehlikesini göze alamayınca, kendini yeni duru­ ma uydurdu. Ve bu yeni bunalımın, NATO'yu sarsınayacak şekilde elinden gelen her çabayı gösterdi. Bu da büyük ölçüde Türkiye'nin isteklerine uymakla mümkündü.

- Bir de Sovyetleriıi bakış açıları var. Bunu nasıl değerlendiriyorsu­ n.ıız?

- Sovyetler Birliği ne ister, ne istemez, önce onu bilmek gerekir. Sovyetler Kıbrıs'ta m ümkünse Makarios yönetimini ister. Fakat eğer bu mümkün değilse, Ada'ıun Amerika'nın üstünlüğüne gir­ mesini istemez. Kıbrıs'ta Rum olup bittisine "evet" demek, Ameri­ ka'nın üstünlüğı.ine "evet" demektir. Bu durumu kendisi doğrudan önleyemez. Bunu önleyecek her devleti destekleyecektir. Türk mü-

464 ciahalesini işte bundan dolayı destekiemiş ve Amerika'nın üstünlü­ ğünü önleyecek bir yol olarak karşılamıştır.

- İki süper devlet arasındaki bu çelişkiden Türkiye nasıl yararlanmış­ tır?

- Sovyetlerin endişesi Ada'nın taksimidir. Türkiye'nin de tutu­ mu açıktır. Türkiye, ben federasyon istiyorum, diyor. Bu Ada'nın bağımsızlığı için bir güvencedir Sovyetlere. Bu açıdan onlar Türki­ ye'yi desteklemek gereğini duydular. Amerika da, dünyanın her bölesindeki inisiyatifini kaybetmek istemiyor ve ilaveten NA­ TO'nun çökmesi işine gelmiyor. Yani ayrı ayrı nedenlerden dolayı, her iki devlet de Türkiye'yi destekleme durumunda kalmışlardı. İş­ te Türkiye konferansta geniş ölçüde, iki büyük devletin tutumları­ nın kendi paralelinde olmasından yararlanmıştır. Ama bütün mese­ le işi bu noktaya getirmekti. Ecevit işte bunu sağlamıştır.

- Teşekkür ederiz efendim. Cenevre'deki görüşme koşullarının ve ora­ daki havanın yanı sıra, size ilginç gelen başka olaylar oldu mu ? - Oldu tabii, ama şu anda öyle yorgunuro ki, bütün o gürültü patırdı, uykusuz geceler hep arkada kaldı. Şimdi hatırladıklanm . . . Ha, mesela, bizim Turan'm yaptığı bir espri çok iyiydi. Anlaşma imzalanmış, herkes birbirini kutluyordu. Tam o sırada Turan, Cal­ laghan'a gitti ve, "Siz Anglo Saksonsunuz. Bizim adetlerimizden anlamazsınız. Onun için sizi öpmeyeceğim, ama izin verin de, Mavros'la bir kucaklaşalım," dedi. Oradaki İngiliz heyeti kahkaha­ yı kopardı tabii.

- Uykusuz gecelerden söz ettiniz . . . - Sürekli çalışma halindeydik. Bir gece hariç, hiç uyumadık Telefonlar, görüşmeler, anlaşmalar, tartışmalar . . . Ve vanlmak istenen bir sonuç, hem de bir an önce. Ne zaman uyuyabilirdik ki, dünya­ nın gözü bizim üstümüzdeydi.

- Başka ilginç gelen olay size, kamuoyuna yansıtmak istediğiniz . . . ;; KardeŞim, ne sıkıştırıp duruyorsunuz, siz Callaghan mısınız?

- Çok mu sıkıştırdı o sizi, her şeye rağmen? - Sonucu biliyorsunuz. Her gün uçak kalkacak diye bekledik durduk Londra'ya. Çünkü biz ültimatom almaya alışık değiliz. Ne dış politikada, ne de iç politikada.

- Yemek durumu nasıldı?

465 - Başta da söylemiştim. Sandviçten bağırsaklarımiz büzüldü. Ne kahvalb yaptık, ne yemek yedik. Son gün artık Türkiye'ye döner­ ken, uçakta iyi bir yemekyeriz diye hazırladık kendimizi. Baktık ki, THY bize soğuk bir tavuk sunuyor. Çoğumuzun midesi bozuldu.

- Şimdi nasıl hissediyorsunuz kendinizi? - Çok yorgun. Ama onurlu bir yorgunluk bu. Huzur içinde. Fakat konu henüz kapanınadı elbette. Başlangıç önemliydi. Bunu da başard ık. Ağaçlı yola çıktık yeniden. Denize baktık Vakit akşamüstü olmuş. Herkes denizde, yazın tadını çıkarıyor. Bir dize takıldı aklırnıza Or­ han Veli'den, "Ne Londra Konferansı, ne atom bombası. . . Urourun­ da mı dünya . . . " Yok. Artık değil. Yirminci yüzyılın üçüncü çeyreği sona ererken, urourunda artık herkesin dünya. Öyle olmasaydı, ne­ den geri tepsindi faşist senaryolar, okyanuslar ötesindeki emeller. Ve neden densindi "Üçüncü Dünya" adıyla yeni bir dünya do­ ğuyor diye . . . " Cenevre göıiişmelerinin tanığı Haluk Ülman'ın, gazeteci Yalçın Doğan'a anlattıkları böyle. Döneme tanıklık yapan bir başka gaze­ teci Hasan Pulur da "Olaylar ve İnsanlar'da [Hürriyet, 1 Ağustos 1974]", Türkiye'deki bekleyişin, halkın tepkisinin nasıl olduğunu anlatmaktadır. Pulur, köşe yazısında Lozan'dan (24 Temmuz 1923) Cenevre'ye bir köpıii kurmakta, Lord Curzon' dan Callaghan' a yol­ lama yapmakta. Abdurrahman Samaka emekli subaydır. Kore gazisi bir arkada­ şıyla Niğde'de kitapçılık ve kırtasiyecilik yapmaktadır. Dükkan,

PTI'nin karşısında olduğundan, mektup atmak için gelenlerin uğ­

rak yeridir. Kimi zarf a lır, kimi kağıt ister, kimi de zarf.ın üzerini yazmak için kalem . . . Yurdun her yerinde olduğu gibi, bugünlerde de, Niğde'den Kıbrıs'a çok mektup gönderilmektedir. Va tandaşlar Kıbrıs'daki as­ kerlerimize gönderilecek mektuplardaki "çift zarf" usulunü kavra­ ya in ad ıklarında n, Abdurrahman Samak ve arkadaşı onlara bu işi anlatmakta ve mektuplar ın nasıl gönderileceklerini göstermekte­ dirler. Çok kere de zarflan kendileri yazıp kapatmaktadırlar.

Kıbrıs çıkarmasından birkaç gün sonra, dükkana bir köylü ka­

dını geldi. Asker oğluna mektup yazmış, zarf istiyordu. Abdurrah­ man Samaka'nın ortağı Feridun Akgörneç alışkanlıkla sordu:

466 "Teyze Kıbrıs'a mı mektup göndereceksin?" Kadın başını salladı: "Hayır, oğlum Uzunköprü'de asker, ona göndereceğim!" Laf lafı açtı: "Kaç aylık asker, sınıfı ne?" "Dört aylık asker, ulaştırma!" Feridun Akgömeç kadını ferahlatmak istedi: "Hadi merak etme, senin oğlun acemiymiş, harbe göndermez­ ler!" Asker anasının halini görmeliydiniz. Kükredi: "Niye göndermeyeceklermiş! Benim oğlumun nesi eksik? Kör mü, sağır mı, topal mı? Niye harbe gitmesin? Ba şkalanndan farkı ne? Kıbrıs'ta şehit düşenler benim oğlumdan kıyınetsiz mi? Herke­ sin oğlu vatan uğruna ölürken, benim oğlum da şehit düşse kıya­ met mi kopar? Söyle bakayım, yoksa benim oğlum şehit düşmesini

mi bilmez?" Dükkandakiler şaşırıp kaldılar. Asker anası kapıyı vurup çıkarken, dükkandakiler arkasından ağlıyorlardı. Mr. Callagha n! Bu yaşanmış olayı, sizin de okumamzı isterdik. Belki o zaman, bir daha Cenevre'deki gibi Türklere ultimatom verme tedbirsizliğini göstermezsiniz. Siz Cenevre Konferansında ne demiştiniz bize? Masaya yumruğunuzu vurarak şöyle demiş tiniz: "Yeter artık! Bu konferans bu şekilde devam edemez. Ya, yarın sabah 9.30'a kadar anlaşırsmız, ya da toplantıyı dağıtıyorum." Neydi isteğiniz: ''Türk askerinin Kıbrıs'tan çekilmesi. . . '' İ ki saat sonra Ecevit'ten ne cevap almıştınız da, kıpkırmızı kesil­ miştiniz: "Türkiye ül timatom almaya alışık değildir. isteklerimiz tatmin \

edilmezse, dokuz buçuğu beklemeden hemen konferansı dağı tın!" Başbakan Ecevit, işte bu Türk analarına guvenerek sizin "ulti­ matomunuzu" elinin tersiyle itivermişti. Ama siz, Türkiye'de böyle analar olduğunu bilmiyordunuz. Keşke Cenevre'ye gelirken müteveffa meslektaşınız Lord Cur­ zon'un, Lozan anılarını okusaydınız.

467 Türklerin ne olduğunu ve hiç değişmediklerini öğrenebiJirdi­ niz. Lord Curzon da, Lozan'da sizinkine benzer bir ultimatom çekmişti: "Vaktimiz yok, anlaşmayı imza ediniz!" Toplantı yarıda kalmışh. Herkes Türkiye'nin cevabını bekliyordu . . . Evet mi, hayır mı? Barış mı, Savaş mı? İsmet Paşa cevabını vermiş ve dışarı çıkmış b. Gazeteciler etrafını sardı: "Ne oldu Paşam?" İsmet Paşa sakin, karşılık verdi: "Ne olacak, hiç . . . Esaret altına girmeyi kabul etmedik." İşte biz böyleyiz Mr. Callaghan! Lord Curzon'un ruhuna sormaya hacet kalmadı; anladınız!

İkinci Cenevre Görüşmesi Birinci Cenevre görüşmeleri sonunda, ikinci tur görüşmelerin 8 Ağustos'ta başlamasına karar verilmişti. Birinci Cenevre görüşme­ leri sonucunda Türkiye siyasi olarak da başarı kazanmış, istekleri onaylanmıştı. İkinci kez başlayan görüŞmelere Kıbrıs Rum ve Türk temsilcile­ rinin de katılmasıyla görüşme taraftarı beşe çıkmış oluyordu. Tar­ tışmalar çok şiddetli geçti. Türk tarafının tezi, "Kıbrıs'ın bağımsızlığının ve Kıbrıs Türkle­ rinin güvenliğinin sağlanmasının şartının coğrafi esasa dayanan ikili otonam idare olmalıdır," biçimindeydi. Türk temsilciler görüşmelerin hemen başında, Birinci Cenevre anlaşmasının uygulanmasm1, bir gün içinde (24 saat sonra) bütün Türk koylerinin boşaltılmasını istemiştir. Bu köyler Rum ve Yunan askerlerince işgal edilmişti. Bölgeye banşm gelmesi ve anayasal düzenin kurulması için baş­ latılan görüşmeler 6 gün sürdü. Ancak Rum ve Yunan delegelerinin olumsuz ve uzlaşmaz tutumlan nedeniyle, görüşmeler çıkınaza girdi.

468 Aslında Rumların görüşmeleri çıkrnaza sakacağı baştan belliy­ di. Çünkü Birinci Cenevre anlaşmasını imzalamalarma karşın, ye­ rine getirmeyi onayladıkları hükümleri yerine getirmediler. Daha önce Ti.irklere ait olan ve Rumlar tarafından işgal edilen Türk yer­ leşim bölgeleri boşaltılmamış ve Barış Gücüne teslim edilmemişti. Karma köylerden de Rum Milli Muhafız Ordusu çekilmemiş tL Üs­ tüne üstlük Türk bölgelerine saldırılarını yoğunlaştırmışlardı. Ev­ dim ve Umasol'da Türk evleri yakılıp yıkılmış, özellikle de Uma­ sol bölgesinde katliamlar yapılmıştır. Bütün bunların yanında pro­ pagandalarla dünya kamuoyunu Türkiye aleyhine döndürmeye çalışmışlardır. İkinci Cenevre görüşmelerinin bekleneni veremeyeceğini gören Türk hükümet yetkilileri, delegeleriınİzin başkanı Turan Güneş'e, olumlu sonuç alınamadığını ve İkinci Banş HarekiHının başlatılma­ sının "Ayşe tatile çıktı" sözleriyle Cenevre'ye bildiriyordu. Görüşmelerin 13 Ağustos sabahı kesilmesiyle birlikte 14 Ağus­ tos 1974 sabahı 05.30'da Türk birlikleri Doğu'da Magosa'ya, Batı'da Lefke'ye doğru iki koldan harekata başladı.

Ara çözüm önerisi İ kinci Cenevre Konferansı'na Rumlar ve Yunanistan tarafından ara verilmek istenince, Türkiye bir geçici çözüm önerisinde bulun­ du. Bu öneri ve tepkileri, Türkiye'nin İkinci Harekatı yapmak iste­ meme kararına karşın savaşıri yeniden başlama nedenlerini döne­ min Başbakanı Bülent Ecevit, 25 Şubat 1986 tarihli Hürriyet gazete­ sinde şöyle açıklıyor: «Soru: Görüşmeınİzin dünkü bölümünde 1 974 Ağustosu'ndaki İkinci Cenevre Konferansına Rumlar ve Yunanistan tarafından ara verilmek İstenince bir geçici çözüm önerisinde bulunduğunuzu söylemiştiniz. Bunu açıklar mısınız? Etevit : Ara çözüm önerimiz şuydıı:

Lefkoşa-Girne üçgeninin batısında dar bir şerit/e Karpaz Bıırmı dışta kalmak üzere Lefkoşa ile Magosa arasındııki bölge askerden arındırı/sm ve Kıbrıs Türk yönetimine bırakılsın. Lefkoşa Girne üçgeniyle birlikte bu iki bölgenin toplamı Ada'nın yii­ zô"lçümünün yakinşık yüzde 17' sinden ibaret olacaktı.

469 Eğer bu isteğimiz kabul edilirse konferansa ara verilmesini kabul ede­ ceğimizi ve kesin çözüme ulaşıncaya kadar makul bir süre bekleyebileceği­ mizi bildirdik. Soru: Bu ara Çözüm önerisiyle neyi amaçlıyordunuz? Ecevit: Şunları amaçlıyorduk:

1- Adadaki Türk birlikleri daracık bir üçgene sıkışıp kalmaktan, bir öl­ çüde güvenceye kavuşacaktı. 2. Serdarlı bölgesindeki Türklerin can güvenliği sağlanacak ve Mago­ sa'nın kuzey kesiminde kalenin içine aç ve susuz sıkışıp kalmış olan Türk­ ler kurtarılacaktı. 3- Rum bölgesindeki Türklerin canları ve özgürlükleri güvence altına alınmış olacaktı. Soru: Bu ara çözüm Rum bölgesindeki Türklere ne gibi güvence getiriyordu? Ecevit: Şöyle: Önerdiğimiz askerden arınmış bölgenin kuzeyindeki

Karpaz Burnu'nda yoğun bir Rum nüfusu vardı. Türk yönetimine bırakı­ lacak bölge Karpaz'daki Rumları güneydeki ve batıdaki Rum bölgesinden ayıracaktı. Rum birlikleri Lefkoşa ile Magosa arasında Türklere bırakıla­ cak olan bölgeyi aşıp da Karpaz'a ulaşamayacaklardı. Onun için Türkle­ rin Karpaz'daki Rumiara ne kadar iyi davranması isteniyorsa Rum yöne­ timi de kendi bölgesindeki Türklere o kadar iyi davranma zorunluluğunu duyacaktı. Soru: Pekiyi görüşmeler sonunda tatmin edici bir anlaşmaya va­ rılırsa ne olacaktı? Ecevit: İki bölgeli bir federal çözüme ulaşılırsa Karpaz da Türk bölge­

sine katılabilir ve başka bazı sınır düzenlemeleri de yapılarak makul ölçü­ ler içinde İki bölge belirlenebilirdi. İki bölgeli değil de çok bölgeli federas­ yonım kabul edilmesi durumunda ise Ada'nın yüzde l l'sini oluşturan Girne-Lefkoşa-Magosa bölgesine ek olarak başka bölgelerde Türklerin yo­ g un olarak bulunduğu yöreler de Türkyönetimine bırakılabilirdi. Böylece \ biiyük göçZere nüfus kaydırmalarına gerek kalmaksızın çok bölgeli federasyon gerçekleşmiş olurdu. Soru: Ya çözii.rne ulaşılamazsa? Ecevit: O zaman da Karpaz kolayca Türk bölgesine eklenebilir ve baş­

ka bazı yerel düzenlemeler de yapılarak bağımsız bir Tiirk bölgesi kendili­ ğinden ortaya Çıkabilir.

470

Kısacası ara çözüm önerimiz kabul edilseydi yeni bir askeri harekata gerek kalmaksızın kesin çözümün müzakeresi için makul bir süre bekleye­ bilirdik ve konferansın masasında kesin çözüme u/aşılsa da u/aşı/masa da toprak üzerinde fiili çözüm kendiliğinden ortaya çıkabilirdi. Boşu boşuna kan dökülmüş olmazdı. Soru: Cenevre Konferansında bu öneriniz nasıl karşılandı? Ecevit: İngilizler ve Yunanlılar ve K ıbns Rumları da bu ara çö­ züm önerimizin üstünde bile durmayı gereksiz gördüler. O yüzden gerek askeri birliklerimizi gerek yer yer soykınma uğradıklan ha­ berleri gelen Kıbrıs Türklerini daha çok tehlikeye atamayacağımız için ikinci harekatı başlatmak zorunda kaldık.

İşin acı yanı şu ki sonradan Yunan heyetinin bu ara çözüm önerimizi Atina'daki yeni hükümete ulaştırmaya bile gerek görmediğini öğrendim. Oysa öyle sanıyorum ki o sırada Yunan Başbakanlığı'na gelmiş olan Ka­ raman/is gibi makul bir insana haber verilseydi veya tüm aşırılık/arına karşın gerçekçi bir yanı bulunan Makarios, Kıbrıs Rum yönetiminin ba­ şında olsaydı ya da Callaghan başkanlığındaki İngiliz heyeti biraz anlayış­ lı davransaydı, ara çözüm önerimiz kabul edilebilir ve bunu kesin çözüm de kolayca izleyebilirdi. Soru: Karamanlis'le doğrudan temas olanağını aramadınız mı? Ecevit: Israrla aradım ama kendisini ikna edemedi m. O sırada Yuna­

nistan'ın bir hayli karışık olan iç durumu yüzünden Karaman/is benimle o aşamada bir araya gelmeyi göze alamamış. Hatırlarsanız, Karaman/is Atina'ya dö.ndükten sonra uzun süre Başbakanlık binasına bile gideme­ miş. Hükümeti de bir otel dairesinden idare etmişti. Soru: Ara çözüm önerinizi Kissinger nasıl karşıladı? Ecevit: Çok makul karşıladı. Bu öneriyi bütün gücüyle destek/eyeceği­

ni sö·ytedi. Ama sonradan öğrendiğime göre İngilizlere dert anlatammnış. 1976'da Ana Muhalefet Partisi lideri olarak Washington'a gittiğimde kendisiyle uzun bir görüşme yaparak geçmişi değerlendirdik. Kissingerin Cenevre Konferansı sırasındaki İngiliz tutumundan çok şikayetçi olduğu belliydi. Hatta bir ara, "Keşke Konferans sırasında Cenevre'ye kendim kal­ kıp gitseydim diye diişiinı'iyorıım," dedi. Soru: Neden gitmedi acaba? Ecevit: Gitmesi sakıncaiz olıırdıt. Çünkü ABD Kıbns'm garantörii

olan devletler arasmda yer alm ıyordıı. Cenevre Konfercınsı'na eğer Ame-

471

rika bir ölçünün üstünde ağırlığını koyacak olursa Sovyetler Birliği de ay­ nı şeyi yapardı ve Kıbrıs sorunu konferans masasında bir büyük devletler arası çekişmeye dô"nüşürdü. Soru: İngilizler neden Türk önerilerine kulak vermediler? Ecevit: Waldheim'in açıklamaları da (Kıbrıs Barış Harekatı sırasında

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri olan Kurt Waldheim yazmış olduğu "Fırtınanın İçinden" adlı kitabında dönemin İngiltere Başbakanı James Callaghan'a ilişkin anıları da yer almıŞtı. Dolayısıyla Kıbrıs sorunu ele alınmış oluyordu. Ecevit'in sözünü ettiği açıklamalar bu anı/ardır. e.m.) gösteriyor ki İngiliz Dışişleri Bakanı Callaghan o sıralarda başka hesapla­ rın içindeydi. Belki Türklere karşı meydan okumakla hatta kuvvet kullan­ makla iç politikada puan top/ayacağını düşünüyordu. Oysa tam tersi ol­ du. Yıllarca Kıbrıs tutumu yüzünden kendi ülkesinde bile eleştiri/di. Soru: Waldheim'in kitabında Lefkoşa Havaalanı hakkında an­ lattıkları doğru mu? Ecevit: Tüm ayrıntıları anımsamıyorum ama genel çizgileriyle doğru.

Askeri harektitın ilk günlerinde büyük haberleşme kopuklukları oldu. O arada bana Lefkoşa Havaalanı'nın Türk kontrolü altına geçtiği bildiril­ mişti. Geçebi/irdi de ... Ama Birleşmiş Milletler Kuvvetleri'nin duruma el koyması karşısında birliklerimizin, birçok devletin askerlerinden oluşan Barış Gücüyle çatışmaya girmesi doğru olmazdı.» Waldheim'in adı geçen kitabında sözü edilen havaalanı tartış­ ması da Kıbrıs Harekahnın ilginç ayrıntılarından biridir. Harekatın üçüncü günü, Lefkoşa Havaalanının taman:ıen Türk birlikleri dene­ timine girdiği haberi iletiliyordu... Aslında ilk harekat boyunca çok s1kıntısı görülen haberleşme eksikliği burada da kendini göstermiş­ tir. Çünkü alan alınmadığı halde kurulamayan muhabere yüzün­ den alınmış gibi geçilmiştir Ankara'ya ... Olayın kısaca geli.şimi şöyledir... Bora Özel Görev Kuvveti'nin .adaya tankları götürmesinden sonra savaş Türk tarafınca kazanıl­ dı. Ateş_kes de aynı gün ilan edildi. Ama Lefkoşa Havaalanı henüz ele geçirilememişti. Yunanlıların buradan yardım alma olasılıkları çok fazlaydı. Bunun üzerine Genelkurmayı'n da onayıyla havaala­ nına taarruz edilmesine karar verildi. Yapılan plana göre, Kıbrıs Türk Alayı 10 tane tank la takviye edi­ lecek ve 23 Temmuz sabahı taarruzla Yunan Alayını buradan atıp, alanı denetim altına alacaktı.

472 Planlandığı gibi taarnız başladı, akşam geç saatlerde. havaalanı kuşatılmış Yunan Alayı da ağır kayıp vermişti. Alana el konacak­ ken İngilizler olaya karıştılar. Aslında İngilizleri doğrudan ilgilendiren bir olay yoktu. Hava­ alanı çevresindeki Birleşmiş Milletler Barış Gücü'nün emrindeki İngiliz birliğinin komutanı, olaya müdahale ederek, burasının Barış Gücü'nün denetiminde olduğunu ileri sürdü ve Türk askerlerinin ilerlemesini kesmelerini istedi. Bunun üzerine tartışmalar oldu fa­ kat Yunan Alayı da toparlamp daha güneye çekildi. Bu durumda Birleşmiş Milletler Barış Gücü'yle Türk askerleri karşı karşıya kal­ mış oldular. Ortam o denli gerginleşti ki her an silahlı çatışmaya gi­ rilebilirdi. İngiliz komutan geri çekilmemek için ayak diretiyor, Türk ko­ mutan da ilerlemek en doğal hakkımdır diyerek ayak diretiyordu ... Ça hşmanın eşiğine gelinince sonunda İngiliz Başbakan Wilson'un emriyle üç Fan tom filosu Kıbrıs'a geldi. Bu arada Waldheim de işe karıştı, İngiltere'den yana tavır aldı. Acele toplanan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 354 sayılı ka­ rarını alarak, ateşkes kararının uygulanmasını istedi. 23 Temmuz günü başlayan mücadele silahiara başvurmadan üç gün boyunca, 26 Temmuz'a değin sürdü. Birinci Cenevre görüşme­ lerinde Turan Güneş'le Callaghan arasında gerginliğe de neden olan havaalanı konusu, sonunda Kissinger (ABD Dışişleri Bakanı) ve NATO Genel Sekreteri Luns'un da devreye girmesiyle boyutları değişmiş, Türkiye'yi İngiltere ve Birleşmiş Milletler' e karşı tavır alır duruma getirmiştir. Olaylar tırmanınca Türk Hükümet yetkilileri de zorunluluklar karşİsında havaalanı ilerleyişini kesrnek zorunda kaldılar. Sonuçta, 23 Temmuz 1 974 tarihinden bugüne değin Türk bülik­ lerinin kuşatması altında olan Lefkoşa Havaalanı iniş kalkışa ka­ panmış oldu.

İKİNCİ HAREKAT KAÇINILMAZ HALE GELiYOR

Önce 14 Ağustos'a doğru durumu adım adım izleyelirn. 22 Temmuz'da ateşkes irnzalanrnıştı fakat çatışmalar devarn ediyordu. Türk ordusu kıyıda bir torbanın içinde kalmıştı. Öte yan­ dan planlanan bazı hedeflere de vanlarnarnışb. Yer yer ateş etme­ den ilerleyen Türk birliklerine Rumlar ateş ediyor ve böylece ateş­ kes ihlal edildi bahanesiyle karşılık veriliyordu. 26 Temmuz sabahı harekete geçen komando tugayı önce Eryıl­ maz ve Siskilip köylerini düşürdü. 26/27 Temmuz gecesi de Siski­ Hp boğazı ele geçirildi. Bu harekat suasmda Tümgeneral Osman Fazıl Polat komutasındaki 28. Tümen Kıbrıs'a çıktı. 28 Temmuz'da Beşparmak dağları temizlendi, Yılrnazköy'e ka­ dar olan bölge genişletildi. Pladini'den sonra batıya doğru Lapta-Karava bölgesi düşman elinde kalmıştı. Ateşkes'ten sonra hudutlarm saptanması için kuru­ ' lan komisyon bu bölgeye gelip hudut belirlerne çalışmalanna baş­ layacal> diye ısrar ettim. Ken­ dilerinden korkmuyordum ve bunu da söyledim. «Sizden niye korkayım ki, sizler benim çocuklarım gibisiniz. Hepinizin babasını tanırdım» dedim. Karımı ve iki genç kızımı da yanıma alarak yolun kenarında bir yere götürüldük, diğerleri ile birlikte toplandık Bizi Piyi Peristero­ na'ya otobüslerle götüreceklerini-söylediler. Kadınlanmız çok korkuyorlardı, erkekler ise ağlayan kadınları­ nı teselli ediyorlardı. Rumlar'a itaat etmekten başka çaremiz yoktu. Bizi, Piyi Peristerona'ya getirerek, köyün hemen başlangıcında­ ki bir Rum okuluna hapsettiler. Bu arada, bir Rum askeri gelerek kadın ve çocukların geri götürüleceğini söyledi. Karım ve iki kızı­ mı da alarak bütün kadın ve çocukları yeniden otobüslere bindirdi­ ler. İki oğlum benimle birlikte kaldı. Rumlar siHihlarımızı kendüerine teslim etmemizi söylediler. Çok saçmaydı bu, kimsenin yanında silah yoktu ki! Daha sonra, karımın anlattığına göre otobüste kadmlanıruza, si­ lahlarımızı sormuşlar, tehdit etmişler. Bu arada, yanlarına gelen bir gerçek subay, kadınları tehdit edip baskı yapan EOKA'cı ile müna­ kaşaya tutuşmuş ve kadınları rahat bırakmasını söylemış. Buna rağmen, EOKA' cı hepsinin hesabını bir başka zaman göreceğini söyleyerek otobüsü terk etmiş. Biz erkekler ise o geceyi aç olarak geçirdik Sabahleyin bize süt verdiler ancak sütler ekşimişti, hiçbirimiz içemedik Sonra Rumlar aramızdan altı-yedi kişi seçerek iki sıra diziimiş askerin arkasından geçruHerini emrettiler. İki ya·na diziimiş askerler acımasızca vuru­ yorlardı, aralanndan geçenlere. Bu iki sıra askerlerin arasından ge­ çen Türkler sonunda yere yığılıp kalıyordu, yara-bere içinde. Üzer­ lerine sular dökerek ayıltınaya çalıştık arkadaşlanmızı. Kan revan içindeki bu adamlara bir doktor bile göndermediler.

531 O günün akşamı, Türk askeri uçakları üzerimizden geçmeye başladılar. Rumlar korku içinde oraya buraya kaçıyorlardı. Bir süre sonra da, bizi başka hapishaneye götürdüler. Orada, Rumiara esir düşmüş olan ağabeyimi buldum. Ağabeyirn bir Rum askerine, bize eziyet etmelerinin nedenini sordu. Rum'un cevabı şu oldu: «Sizin suçunuz Türk olmak!..» Bir barakaya tıkılrruşt1k. Yorgunluktan hepimiz bitap bir hal­ deydik. Açlıktan da perişandık Bir kere daha tepemizden Türk uçaklannın geçtiğini duyduk. Onların varlığı içimize bir ümit ve heyecan getirdi. Hapishanede geçirdiğimiz günler bitrnek bilmiyordu. Bir hafta daha geçti. İçlerinde benim de olduğum dört beş kişilik yaşlılar grubunun Maratha'ya geri gönderilmesine karar verilmiş. Sonunda, buraya birlikte geldiğimiz arkadaşım Mustafa, bu yaşlı köylüyü ikna edebildi. Hikayesini şöyle anlattı: İsrnirn Mehmet. Sandallaris311 köyündenjrn. Ama uzun zaman­ dan beri buradayım. Buradaki insanlar benim gerçek adımı hatırla­ rnazlar. Bana "Sandallarisli" derler. Yaşırn altınışı geçti. Toprak ada­ rnıyırn, hep çiftçilik yaptım. 1 974 yılında Rumlar bu köye geldiler. Bir genç adam kapıma geldi bir gün. Bu genç adarn1 uzaktan tanıyordurn. Benim buradan götürülmernin zarnam geldiğini söyledi. Hayretle kendisine bak­ tım: «Ben? Hem yaşlı hem de sakatırn,» dedim. Bana yaşıma hürrne­ ten dokunmamaları gerektiğini söyledim. Genç adam bunların hiçbirini dinlemedi. Tüm köyün erkekleri­ nin toplatıldığı yere beni de götürdüler. Uzun yıllar yaşamış ve çok şey öğrenmiştim Deli olduğum his­ sini vertcektirn Rurnlaı'a. Herkesin toplandığı gruptan biraz geriye çekilerek başıma geçirdiğirn bir çuvalla kendi etrafımda dönmeye başladım. Birkaç Rum kolurndan tu tarak beni durdurdular. Ne yaptığımı 311

Sandallar

532 sordular. Sırıtarak yüzlerine baktım ve saklanacak bir delik aradı­ ğımı söyledirn. Gerçekten bir akıllmın yapacağı iş değildi yaptığım, başırndaki çuvalı çekiştirip duruyordurn içine tüm vücudurnu sokmak için. Rumları kandırabildirn doğrusu... Beni köyün kadın ve çocukları ile birlikte bıraktılar. Sonra, köyden kaçmaya çalıştım. Traktörüme binerek Birleşmiş Milletler bölgesine gitrnek istiyordum. Belki oradan yardım çağıra­ bilirdim. Ancak yarı yolda Rumlar beni yakaladılar. Silahlarını üs­ türne dikerek saatlerce beklediler. Beni yakalayanlardan bir tanesi EOKA mensubu idi. Kendisi bir süre Makarios' a karşı gelmekten hapis yatrnıştı. Bu EOKA'lı adam beni fena hırpaladı. Kolurnu bü­ kerek suratıma tokat attı. Kafaını keseceğini söyleyip duruyordu. Ancak o sırada, Yunanlı bir subay irndadırna yetişrneseydi, sanırım aracık ta öldürülebilirdirn. Çünkü, Rumlar her ne kadar Türk asker­ leri ile çatışmaktan kaçınıyariarsa da yaşlı erkeklerin, kadın ve ço­ cukların canını almaya daima hazırdılar. Allah onların cezasını ve­ rir inşallah.» Mehmet birden durdu. Devarn etmesini rica ettim. Başını sal­ ladı. «Anlatırken çok heyecanlanıyorurn, üzülüyorum. Ancak bazı­ larının yardımı ile oradan kaçtığırnı söyleyebilirim. Bana kimlerin yardım ettiğini söylemeyeceğim. Bu nedenle başları belaya girebi­ lir. Susrnarn gerekli. Çok bile konuştum.)) Sandallar köyüne giden yol yine ıssızdı... Bu sırada birkaç mil uzakta, silahlı gözü dönmüş başka bir EO­ çetesi Muratağa Köyü'ne girerek, burada yaşayan Türklerin hepsini. öldürrnüşlerdir. Daha sonra da Muratağa yakınındaki San­ dallat Köyü'ne geçerek, buradaki Türkleri Muratağa'ya götürüp hepsini öldürdüler ve Atlılar köyünde olduğu gibi, dozerlerle aç­ tıkları çukurlara toplu olarak gömdüler. İnsanlık dışı cinayetierin işlendiği sabah, bir başka EOKA-B çe­ tesi, yine bir Türk köyünde cinayet işliyordu. Andriko Melanrnin KA

S33 komutasındaki EOKA-B, Umasol ile Larnaka yolu ortasında Kıb­ nslı Rum ve Türklerin birlikte yaşadığı Taşkent Köyündeki Türk mahallesine girerek 13 ile 74 yaş arasındaki 69 erkeği topladılar. 15 Ağustos'ta Andriko ve adamlan Mari (Tatlısu) ve Zyyi (Terazi) Kö­ yü' nden Kıbrıslı Türklerden lS kişiyi daha getirerek, bunlardan SO kişiyi bir otobüse bindirip Lirnasol yakmlannda daha önceden ka­ zılan bir çukurun olduğu yerde kurşuna dizdiler. Bu olaydan yara­ lı olarak kurtulan Suat Hüseyin, bir süre sonra atılmış olduğu hen­ dekten sürünerek çıkmış ve olay hakkında tanıklık yapmıştır. Öte yandan Taşkent'ten toplanan öbür 34 kişi hakkında bilgi alınama­ mıştır. Bunların da 15 Ağustos sabahı kurşuna dizilclikleri kabul edilmektedir. 14 Ağustos 1974

Baf katliarnı... Barış Harekatı sırasında Baf, Türk ordusunun ha­ rekat alanı dışında kalmıştı. Gözü dönmüş Rumlar burada inanıla­ mayacak katliamlar yaptılar. Bafta yaşayan her Türk tüyler ürper­ ten olaylar yaşadı. Türk mahallesinde Milli Muhafızlar, birisi üç ya­ şında erkek çocuk olmak üzere beş kişiyi öldürmüştür. Birleşmiş MHletlerin bir gözlerncisine göre, çocuğun vücudunda 30 ile 40 rnerrni yarası bulunmuştur. 19 Ağustos 1974

Katliamların sürmesi üzerine Başbakan Ecevit üçüncü harekat­ tan söz etti. Başbakan 2S Ağustos 1 974'te, "Yeni katliamlar yapıl­ mazsa üçünl!Ü harekat yapılmayacaktır," dedi. Bundan sonra olanları da Kıbrıslı gazeteci İzzet Rıza Yalın Cum­ huriyet'e [6 Eylül 1974] yazmıştır. Tutuklamalar ve bu tutuklarnalarla ilgili protestolar sonuç ver­ rniyordı:L . . O günlerde, 2 2 Temmuz 1974'te Türk y önetimi savunma üyesi Osman Örek'le,Barış gücünün kıdemli siyasal danışmanı Mr. Miles arasında ilginç bir telefon konuşması oluyordu. Örek, bu konuşmada "Çeşitli Türk köylerinin örneğin Tatlısu ve çevresindeki köylerde Türklerin saldırıya uğradığını, birçok soyda-

534 şuruzın öldürüldüğünü veya yaralandığıiu" bildirmekle, "Yaralıla­ rın, Lefkoşe Türk genel hastanesine getiriJmeleri için yardım" iste­ yerek, "Bu isteğin, Cenevre'deki uluslararası Kızılhaç kuruluşuna, Barış Gücü kanalıyla duyurulmasını" dilemekteydi. Aldığı karşılık şuydu: "Geceleyin hareket serbestisi hemen hemen olanaksız, yarın ba­ kabiJirim. Baf, Limasol, Larnaka, Lefke, Yeşilırmak ve Magosa gibi Barış Gücü kampı bulunan yerlerde soydaşlannıza yardım ediyo­ ruz. Uluslararası Kızılhaç kuruluşu, Kıbrıs'a heyet gönderdi. Bu he­ yet, yarın Kıbrıs'taki temsilcisi kanalıyla çaba gösterecek." Kızılhaçın sözü edilen Kıbrıs temsilcisi, Rumların eski adalet Bakanı Bayan Sulyotu'ydu. Ve "adalet" ve "insanlık"a yaraşmayan bir tutum içindeydi. Kısaca, gerek Barış Gücü, gerekse Kızılhaç yönünden sağlanan sonuç olumlu değildi. Tatlısu'nun çevresindeki Türk köyleriyle, bazıları karma olan Alaminyo, Geçitkale (Köfünye) ve Boğaziçi (Aytotro) de Tatlı­ su'nun durumuridaydı. Günün köyleri, Taşkent (Dohni) ve Terazi (Ziyi) de. Her iki köy de, ateşkesten sonra, Rum Ulusal Muhafız Gücünce saldırıya uğramış, teslim alınmıştı. SonJarı, bilinmiyordu. 22 Ağustos'ta, Kıbns Türk İşçi Sendikalan Federasyonu Türk­ Sen'in saat 16.15'te telefonu çalıyordu . . . Onbinlerce Türk'le Piskobu İngiliz üssü'ndeki "Happy Valley" (Mutlu Vadi) bölgesine sığınan Li­ masal Genel-İş Sendikası Sekreteri Özel Tahsin, Genel Sekreter Neca­ ti Taşkın'a, "önem"i iki hafta sonra ortaya çıkan bir mesaj geçiyordu. Daha sonra Taşkent köyünden adı "Suat Hüseyin" olduğu anla­ şılan ve Genel-İş Sendikası Sekreterince, "Tatlısu köyünden Fuat ol­ duğu\' bildirilen "birisi, Barışgücü taşıhyla, aynı gün Mutlu Va­ di'ye götürülmüş, kendilerine, üzerinde durulması gerekli bilgiler vermişti." Bu bilgileri, Mutlu Vadi'ye sığınan birçok Türk gibi, üslere göçe­ den Limasol Milletvekili Ziya Rızkı da dinliyor, durumu, hemen Türk yönetimi başkanlığına duyuruyordu.

535 Olayın etkisi alhndaki Suat Hüseyin, başından geçenleri korku dolu gözlerle anlatırken, dalıp dalıp gidiyor, birçok şeyi anırnsıya­ rnıyordu ama, birinci barış harekatından beri sonları bilinerneyen Taşkent ve Terazi köylerinden bilgiler veriyor, bu ilk bilgilerle, Türk-Sen'in 19 Ağustos 1974 tarihli mektubunda belirtilenleri doğ­ ruluyordu. Türk-Sen, bu mektupta, ''Tathsu, Taşkent ve Terazi'den erkek soydaşlarırnızın Rurnlarca toplanarak Lirnasol'a götürüldükleri"ne dikkati çekrnekteydi. . . Taşkent köyünden kaçabilen Tunsel Sadi adında bir kadına gö­ re, "20 Temmuz'da Tatlısu'yla birlikte, Rum Ulusal Muhafız Gü­ cü'nce sarılmaya başlanan Karma Taşkent ve Terazi köylerinin, 55 _ ve 80 Türk'ü, silahlarını teslime zorlanrnış, 14 Ağustos'taki ikinci ve en büyük tutuklamanın ilk uygularnası olarak, üç köyden alınıp bir "semt-i meçhul" e götürülen ilk kurbanları vermişlerdi." "Suat Hüseyin, 14 Ağustos'taki ikinci barış harekatına kadar birkaç kez denetlenen köyündeydi. Bu tutsakların içinde kendisi yoktu . . . 1 4 Ağustos günü saat 11.10'da 20 kadar Rum askeri köye gitmiş, tüm köylüleri, okula toplarnışlardı. . . "Sürüden besili kuzu arar gi­ bi, erkekleri yokluyor, gözlerine kestirdiklerini topluluktan ayırı­ yar lar dı. Bunlar, toplumun, 15'le SO yaş arasındaki can darnarlarıy­ dı. Okuldayken saptandığı gibi seksen üç kişiydiler." "Tutsaklar, ertesi gün, iki otobüse aynlrnışlar, Rum askerlerin denetiminde, Lirnasol'a doğru yola çıkarılnuşlardı." Tümü de, kor­ kunun ezici cenderesi içindeydiler. Her şeyi düşünüyorlardı da, bir yerde tutsak olarak tutulacaklarına inanmak istemiyorlardı. Lİmasal'un içine girildikten sonra; Suat Hüseyin, "Otobüsün, kuzeye, Ayia Phyla köyü yoluna saptırıldığını görmüş, buna anlam .verememişti . . . Aynı yol üzerinde Palodhia ve Yerasa Rum köyleri de bulunu­ yordu. Amaçlarını düşündü, alışılrnarnış bir arnaçtı bu . . . Anlam verilerneyen b u yolculuk, yol arkadaşlarıyla birlikte Pa­ lodhia köyü yakınlarında, buldozerle açılan çukur yanına indiril­ rneleriyle anlam kazandı. "

536 Dernek yolculukları, ölüm yolculuğuydu. Olayları anlatırken, Suat Hüseyin'in gözleri çakmak çakrnaktı. Çıldırmış kişilerin izleri vardı yüz çizgileriyle göz bebeklerinde . . . "Bizi otobüsten aşağı indirrnişlerdL Hepimizi daha önceden açılmış bir çukurun yanına dizdiler. Bu ıssız yerde, sonumuzun nereye varacağı belli olmuştu. Dakikaları, saniyeleri saymaya baş­ ladık. Rum askerlerinden biri yaklaştı, yanımıza sigara veriyordu, bir bir türnürnüze. . . Birkaç nefes çekmeye fırsat bulrnuştuk ki, silah sesleri işittik." Dört Rum askerince, rnakineli tüfeklerle kurşuna dizilrnişlerdi. Çukurun içine düşen de vardı, dışında kalan da . . . Ortak yanları tü­ münün de kanlar içinde olmasıydı. Bu acı öyküyü dinleyenler, olayın en yakın tanığına, bazı nokta­ lar arasındaki kopukluğu gidertıneye çalışıyor, ·sonra tekrar o acı öykünün korkunçluğuna bırakıyorlardı kendilerini. Olayın tek görgü tanığı, karnından ve hacaklarından yaralan­ rnıştı. Nefes almadan, olacaklan bekliyor, yeni silah sesleri arasın­ da . . . Sonra, Yunanlı komutanın sesini duydu: "Üzerlerini buldozerle kapatalım," diyordu. Olaydan kurtulan soydaşırnız, Rum askerlerinin uzaklaşan ayak seslerini yaşarken, çevresindekiler, kendilerini olaya kaptır­ rnış dinliyorlardı: "Rurnlar, yanırnızdan uzaklaşır uzaklaşrnaz,yerirnden fırla­ dırn. Görebildiğim tek şey, iki yanımdaki yol arkadaşlarımın, baş­ larına da rnerrni sıkıldığıydı. Yeni silah sesleri, bunun içindi, de­ rnek ki. . . Ağaçlar arasında gizlenerek, kimi vakit koşarak, kimi vakit din­ lenerek, üzerirndeki kan ve beyin izlerine korkuyla bakarak, dağ yolu11;u tutturn." Gözleri, dolu doluydu. Yaralı, altı gün dağlarda gizlenerek, Mutlukaya (Muttayaka) ya varışının güç anılarını yaşıyordu. "Buldozerin sesini, kulaklarında duyduğunu" söylüyor, anlat­ tıklarını unutrnuşçasına yeniden olayın başına dönerekn, uyanyla, konuyu bıraktığı yere dönüyordu:

537 "350 nüfuslu Türk köyü Mutlukaya'ya gelince rahatladırn. Bir rastlantı eseri köye Barış Gücü'nün bir hastayı almak üzere gelen ambulansıyla karşılaşhm. Mutlukaya'dan Pskobu'daki İngiliz Has­ tanesine, tedavi edildikten sonra da "Mutlu Vadi"ye getirildirn. Ar­ tık aranızdayım. Artık aranızdayım." Taşkent, Terazi ve Tatlısu köyünün kadın ve çocukları, bu öykü­ nün başında kalmışlardı. Ayrı ayrı tutuklanarak bir araya getirilen ve alınıp götürülen kocalarını soruyorlardı Rumlara. Her Rum, bir başka köyün Rumuna sorulmasını öğütlüyordu, alınan mutsuz Türklerin sonlarını. . . Kocası, eniştesi ve kaynı alınıp götürülen Taşkentli Tunsel Sadi, iki Tatlısulu arkadaş gibi, güvenliği, Lefkoşe'ye sığınmakta bul­ muştu. Yükte hafif, pahada ağır eşyası alınan ve kötü davranışlarla kar­ şılaşan bölge kadınlarmdan bir mesaj da getiriyordu. Lefkoşe ve Ankara' daki büyüklerine: "Bizi değilse, çocuklarımızı olsun kurtarın . . . " 26 Ağustos 1974

Rumlar tarafından vurularak ağır yaralanan gazeteci Adem Ya­ vuz Adana Numune Hastanesi'nde öldü. 1 Eylül 1974

Daha önce katliamların yapıldığı Muratağa köyündeki ölüm çu­ kuru ortaya çıkarıldı. Vahşice öldürülen 88 Türk'ün çürümüş cese­ di bulundu. Gazeteci James Rayner, Ali Özel'in tanıklığıyla Maratha'dan (Muratağa) gelen hal;ıeri anlatıyor: '

15 Ağustos'ta Ma rat ha köyüne gelen arkadaşlarırriızdan, burada

n

ğ

u u üzerine hep be­

tek bir kişi in bile yaşamadı ı haberini aldık. B n n

raber oraya gi tti k . Köyün boş halini görünce bütün ahalinin Rumlar tarafından esir alınarak güneye götürüldüklerini tahmin

ettik.

Bildiğimiz gibi sonunda bir ç o ban tarafından buradaki mezar orta ya çıkarıldı.

top lu

538 Ben de, kazıda hazır bulundum, cesetleri gözlerimle gördüm. Korkunç bir sahne . . . Bütün bu acı yıllar içinde gördüğüm en feci, en ızdırap verici manzaraydı bu. Kusmaya başladım. Gördükleri­ min iğrençliği normal bir insanın aklının alamayacağı bir şeydi. Bü­ tün köy halkı öldürülmüştü, hem de neden? Sadece Türk oldukları için. Bütün suçlan bu idi. Yanımızda Birleşmiş Milletler'den bir subay vardı. O da gördüklerine inanamıyordu. Bana dönerek, gözetierne

noktaları kurulması ile ilgili taleplerimizde, ı srarlarımızda haklı ol­ duğumu söyledi ve bu trajediyi önlemek için hiçbir çaba sarfedil­ mediğini itiraf etti.

Ben ise hırsımı, yine yanımızda bulunan İsveçli kumandan yar- .

dımcısı Olsen'den çıkarttım. Kendisine dön erek sordum: "Gördüklerinizi beğendiniz mi? Bu sizin hatanızı Bu insanların hayatiarım korumak için sürekli ikazlanmıza rağmen hiçbir şey yapmadınız . . . "

Mezarın etrafındaki Türkler arasında gergin bir hava esmeye

başladı. Bu nedenle Olsen'e derhal buradan ayrılmasını tavsiye et­ tim. Sözümü dinleyerek süratle orayı terk etti.

Ölüm çukurunun açılışında hazır bulunan Montreal Gazetesi muhabiri 4 Eylül 1974 tarihli gazetesinde olayı şöyle anlatıyordu: «Magosa'nın 12 mil kuzeybatısında bulunan Muratağa köyünde top­ lu mezarlardan çıkarılan cesetler o kadar çürümüştü ki, B. M. Barış Gü­ cü, İsveçli Başmüfettiş Lars Hakansson olayı şöyle anlatıyordu: "Mezar­ dan çıkan kafaları sayıyorum. Şu ana kadar 72 tane saydım. Fakat hiilii toprağın içerisinde ceset vardı. Bu çıkan kafalardan 7 tanesi çocuk kafası olduğu kesindir.>> 4 Eylül 1974 Bafm Ovalık köyü halkının tamarnı öldürüldü. Ateşkes'ten son­ ra yer yer devam eden çarpışmalar içinde en şiddetiisi Calini kö­ yünde oldu. Rumların kışkırtmaları sonucunda Türk tankları Cali­ ni Ru'm köyüne girdi. 5 Eylül 1974

Aydın köyünde 3 Türk kurşuna dizildi. Barış Harekatı başladık­ tan sonra güneyde Rum bölgesinde kalan Türklere işkenceler, bas-

539 kılar, kısıtlam alar, ırza geçmeler insanlık tarihinde eşine az rastlanır boyutlara ulaşmıştır. Bu insanlık dışı davranışlar Temmuz 1974'te başlamıştır.

Yabancı Basında Yer Alan Katliamlar (ABD D.P. Ajans muhabiri): Yunanlılar, Umasol'da birçok kadın ve çocuğu öldürdü. Yol üs­ tünde 20 çocuk cesedi gördüm. Yunanlı askerler evlerine girip ka­ dın öldürmek için akbabalar gibi beklemektedirler. 23 Temmuz (Washington Post): Limasol yakınlarında küçük bir Türk köyüne Rumların yaphğı bir baskın sonucu 200 kişiden 36'sı öldürülmüştür. Rumlar, Türk Kuvvetleri gelinceye kadar Türklerin öldürülmeleri için emir aldık­ Iarım söylemektedirler. 20 Temmuz 1974 (Washington Post): Larnaka yakınlanndaki Alaminos Köyü'nde 25 ile 55 yaşları arasında 14 Türk öldürülmüş ve cesetleri buldozerlerle bir çukura doldurulmuştur.

23 Temmuz 1 974

Alçaklıkların Bir Başkası: Irza Geçmeler ve Kayıplar Bu katliamlardan başka yaşanan en çirkin olay ırza geçmelerdir ... Rumlar, Aralık 1 963 kanlı saldırılarından sonra başlayıp 1974 darbesi ve Barış Harekatından sonra bile Tiirk köylerine saldırmış, korunmasız Türk kadın ve kızlarının zorla, insanlık dışı bir şekilde ırzlarına geçmişlerdir. Türk toplumunun gelenek ve değer yargılarına göre horlanıp, toplum ,tarafından dışlanacakları inancını taşıyan Türk kadın ve kızları kendilerine yapılanları açıklamamakta ve yadsıma yoluna bile sapmaktadırlar. Bundan ötürü bu çirkin davranışlara uğrayan kadınların sayısı saptanamamakta ve dünyaya duyurulamamakta­ dır. Türk gelenek ve değer yargılarının tüm önleyici kurallarına kar-

540 şın, Taşkent (Dohni), Tatlısu (Mari), Terazi (Zyyi) ve Magosa'ya bağlı bazı Türk köylerinde Türk erkekleri toplanıp katledildikten sonra Türk kadınlarının ırzına geçildiği gerçeği, görgü tanığı Al­ man turist İngrid Hebil tarafından önce bir gazeteye açıklanmış ve ardından da gözleriyle gördüğü ırza geçme olaylarım, 30 Temmuz 1 974 tarihinde Almanya'nın Sesi Radyosu'nda yayınlanan konuş­ masında şöyle açıklamaktadır: "Rum vahşeti insanın havsalasına sığmıyor. Magosa dolaylarındaki köyb•de Rum Milli Muhafız Ordusu askerleri misli görülmemiş vahşet örnekleri vermişlerdir. Türk evlerine girmişler, kadın ve çocukları insaf­ sızca kurşun yağmuruna tutmuş/ardır. Birçok Türklerin boğazını kes­ mişlerdir. Türk kadınlarını topladıktan sonra tümünün ırzına geçmiş/er­ dir." Kıbrıslı Rumların Türklere karşı yaptıkları insanlık dışı davra­ nışların yüzlerce ömeği ortada durmaktadır. Kayıplar Kıbrıs Türk Toplumunun Kıbrıs olaylarında 800'ü aşkın kaybı vardır. Bu kişiler silahlı Rum çeteleri ve sözde polisleri tarafından yollardan, evlerinden, bahçelerinden, işyerlerinden toplanmışlar ve bir daha da haber alınamamıştır. Türk toplumu yöneticileri bu insancıl sorunu, acılı ailelerin ya­ ralarını depreştirmemek için gündeme getirmekten kaçınırken, Rum liderler kendi iç savaşları sırasında öldürülen Rumları ve ai­ lelerini istismar ederek, tüm sorumluluğu Türklerin üstüne yükle­ yip dünya kamuoyunu aldatma yoluna gitmektedirler. Her şey bir yana, Papaz Papatsestos'un açıklamaları ortadadır... Rumların barbarlıkları Nazi vahşetini bile gölgede bırakmıştır. Kıbrıs Türk'ü yüzlerce örneğini gördüğü vahşetin izlerini daha uzun yıllar taşıyacak ve bu acılı günler!� yaşayacaktır. Katliamlar, ırza geçme olayları ve kayıplar, Türk Silahlı Kuvvet­ lerinin gerçekleştirdiği Barış Harekatının ne denli hakh nedenlere dayandığının bir delilidir.

20 TEMMUZ 1974'UN SONUCU: K.K.T.C.

Enosis amacıyla gerçekleştirilen 15 Temmuz 1974 Cunta darbesi so­ nucunda Kıbns Türklerinin toptan öldürülmesini önlemeye yöne­ lik Türk Silahlı Kuvvetlerinin yaptığı "BARIŞ HAREKAT!" 20 Tem­ muz 1974 günü başladı ve sonuçsuz kalan Cenevre barış görüşme­ leri de dahil olmak üzere 16 Ağustos 1974 günü sona erdi. BARIŞ HAREKATı adını verdiğimiz bu savaşın sonucunda, yıl­ lardu ekonomik ve sosyal ambargo içinde yaşayan Türkler kurta­ nldı; özgürlüklerine kavuşturuldu. Böylece, 1816'dan bugüne de­ ğin sürdürülen Yunanistan'ın Enosis düşleri de Akdeniz'e gömül­ "müş oldu. Türk ordusu, Kıbrıs'a istila ya da ilhak amacıyla çıkmadı. 1960 yılında İngiltere-Yunanistan ve Türkiye arasında imzalanan İttifak ve Garanti Antlaşmasının 4. maddesinin yasal hak olarak verdiği müdahale yükümlülüğünü yerine getirdi. Birinci Barış Harekatının yasallığını ve hakhlığım tüm dünya ulusları kabullenmişken, İkinci Harekatı yapınca hepsi karşımıza çıktı. Yunanistan'ın lobi çalışmaları sonucunda da NATO üyesi ol­ mamıza karşın ABD ambargo uygulamaya başladı. Yunan Hükümeti, Türklerin Kıbrıs'a müdahalesinin antlaşmaya göre yasal olduğunu hiçbir zaman kabul etmedi. B u nu n l a birlikte, Athens Court of Appeals (Atina Temyiz M ahke mes i ) , 21 Mart 1979 tarihli ve 2658/79 sayılı kararıyla bu h arekatın yasallığını

542 onaylamıştır. Bu kararda şöyle deniyor: "Zürih ve Londra Antlaş­ masına göre, Kıbrıs'ta yapılan Türk askeri müdahalesi yasaldır. Türkiye, yükümlülüklerini yerine getirme hakkı olan garantör d evletlerden biridir. Esas suçlular, darbeyi hazırlayan ve İcra eden ve bu suretle de bu müdahalenin koşullarını hazırlayan Yu­ nan subaylandır."

Halbuki Birinci Harekatı yapmakta haklı olan Türkiye, İkinci Harekatı yapmakta da en az o denli haklıydı. Çünkü, Birinci Hare­ kat'tan sonra güvenlik çemberi dışındaki Türk köyleri kuşatma al­ tındaydı ve toplu ölüm haberleri geliyordu. Türk Hükümetinin tüm uyanlarına kulak hkayan Yunan tarafı Cenevre Barış görüşme­ lerinde de uzlaşmaz tutum alınca İkinci Barış Harekatının yapılma gerekliliği doğdu. Aslında harekat ilk planlamada iki aşamalı olarak planlanrna­ rnışh. Zamanmda yeteri sayıda kuvvetin adaya ç1kanlarnarnası; 39. Türnenin planlanan sürede çıkarnarnası; ateşkesin erken gelmesi, harekatın iki aşamada yapılmasını zonmlu kılmıştır. İkinci harekattan sonra, tüm dünya basın ve TV'leri önünde açı­ lan Atblar, Muratağa, Sandallar köyleri ölüm çukurları, Türki­ ye'nin ikinci harekatta ne denli haklı olduğunu gözler önüne ser­ miştir. Ama, bu haklılık hiçbir zaman anlatılarnadı ya da anlamak istenrnedi. 16 Ağustos 1974'ten sonra imzalanan ateşkes' e karşın çahşrnalar yer yer sürdü, sonra söndü. İkinci Barış Harekahnm sona ermesinden ve kuzeyde kalan Türk­ lerin özgürlük ve güvenliklerinin sağlanmasından sonra, sıra güney­ de Rum baskısı altmda kalan Türklerin kurtarılmasına gelmişti. Uzun süren görüşmelerden ve tartışmalardan sonra B. M. gözetirnin­ de nüfus mübadelesi (değişimi) anlaşması gerçekleşti ve 1 8-27 Ocak 1975 tarihleri arasmda güneyde kalan Türkler de, sığmd1klan İngiliz üsleri ile mahsur kaldıkları köylerden kuzeye gelmişlerdir. Barış Harekatlarmm sonuçlandırılrnasmdan sonra ortaya yeni koşullar çıkmıştı ve eski yönetim biçimine dönrnek olanaksızdı. 1963'ten bu yana federal bir çözümü savunan Türk tezine göre, fe­ derasyon iki özerk bölgenin eşit katılımı ile oluşacaktı. Türk tarafı b_öylece federal bir çö�ürn konusunda ne denli ciddi ve kalıcı çö-

543 züm istediğini ortaya koymaktaydı. Bunun yanında tüm dünyaya Kıbrıs'ta kendi özerk Otonam Yönetimine sahip ayrı bir Kıbrıs Türk Halkının varlığı daha açık olarak anlatılacaktı. 30 Temmuz 1974 tarihli Cenevre Antlaşmasının 5. maddesinde tarafların "fiilen Kıbrıs Rum Toplumu ve Kıbrıs Türk Toplumu" di­ ye iki özerk idarenin varlığını kabul etmiş olmaları ve .1 Kasım 1974 tarihli B.M. Genel Kurul kararının 3. ve 4. maddelerinde adada iki Toplumun varlığının ve eşitliği.njn kabul edilmesi, yine aynı gün­ lerde tüm dünyanın, federasyonu, "Kıbrıs için en ideal çözüm" ola­ rak benimsernesiKıbrıs Türk Federe Devleti'nin ilanı için dış koşul­ ları olgunlaştırmıştır. içte ise, tüm ada Türklerinin kuzeyde toplanması, yeni bir yer­ leşim (iskan) sorunu ile (istihdam) iş bulma sorununun ortaya çık­ ması, olağanüstü koşullardan demokratik hayata geçmeyi zorunlu kılıyordu. İşte bu ortamda çok partili demokratik parlamenter sisteme geç­ me ve eşitlik temelinde bir federasyon için, gerekli olan federe bi­ rimlerden Türk kanadını oluşturma arnacı ile, 13 Şubat 1975'te top­ lanan Otonam Kıbrıs Türk Yönetimi Meclisi oy birliği ile Kıbrıs Türk Federe Devleti'ni ilan etmiş ve yeni devletin anayasası ile se­ çim yasasını yapması için Türk toplumunun tüm kurum ve kuru­ luş temsilcilerinin katılımı ile bir Kurucu Meclisin oluşturulmasını kararlaştırmıştır. KTFD'nin kurulmasından Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin kurulmasına değin geçen süre, adı federe de olsa, devletin kökleş­ mesi, halkın kısa ve uzun dönemli sorunlarının çözümü ve demok­ ratik yaşamın yerleşmesi için zorlu bir mücadele dönemi olmuştur. Bu süre içinde KTFD Anayasası tamamlanmış ve halk oylaması ile yüzde yüze yakın onay görerek yürürlüğe girmiş biri 1976'da, biri de 1981'de olmak üzere iki genel seçim, iki de yerel seçim ya­ pılmış, d emokratik kurallar çalışarak her devletin karşılaştığı so­ runlar, demokratik parlamenter sistem içinde çözümlenıneye çalı­ şılmıştır. Bu arada Rumlarla görüşmeler sürdürüldü ama, sonuç alınama­ dı. Kıbrıs Rumlannın, kendilerinin "Kıbrıs Hükümeti" olarak tüm dünyada tanınmalarının rahatlığı içinde hiçbir anlaşmaya yanaş-

544 marnaları ve Kıbrıs Türklerini her gün biraz daha fazla köşeye sı­ kıştırrnak yönünde çabalarını yoğunlaştırrnaları karşısında, self de­ terrnination (kendi yazgısını kendi belirleme) hakkını kuJlanan Kıbrıs Türk halkı, 15 Kasım 1983'te Federe Meclis'in oy birliği ile al­ dığı bir kararla, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni ilan ettiğini dünyaya duyurdu. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin kuruluşunun ilan edilişin­ den 20 gün sonra Cumhurbaşkanı Kenan Evren'in TBMM'nin yasa­ ma yılını açış konuşması, bu konuya ayrılrnıştı. TBMM, 12 Eylül 1980'de askeri yönetim tarafından feshedildik­ ten 3 yıl sonra, 7 Aralık 1983'de yeniden toplandı. TBMM'nin 17. Dönem 1. Yasama Yılı, 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren'in konuş­ rnasıyla açıldı. Kıbrıs'ta yaşayan soydaşlaruruzın 1 963 yılından beri çektikleri sıkıntıları, yaşadıkları tahammül edilmez baskı ve işkenceleri, top­ lu öldürülme olaylarını hepiniz biliyorsunuz. Türk toplumunun on bir yıl katlandığı bu hatırlanınası bile korkunç olaylar cereyan eder­ ken ve Ada bütünüyle Yunanistan'a bağlanma safhasına gelirken, buna seyirci kalan ve seslerini bile çıkarmayan ülkeler, Türkiye'nin Londra ve Zürih Antlaşmalannın kendisine verdiği garantörlük yetkisini kullanıp 1 20.000 Türk'ün yaşama güvencesini sağlamak maksadıyla 1974 yılında giriştiği Banş Harekatı'nın hemen ardın­ dan toplu olarak karşımızda yer aldılar. O buhranlı dönemi de yine hepiniz gayet iyi hatırlarsınız. O tarihlerden beri, Kıbrıs'taki Türk toplumunun iki bölgeli, iki toplumlu, bağımsız ve bağlanhsız bir fe­ derasyon kurulması için sarf ettiği gayretleri de biliyorsunuz. Tür­ kiye bütün bu çalışmalarda iyi niyetini daima göstermiş ve özellik­ le 12 Eylül 1980'den sonra Kıbrıs probleminin bir an evvel halledil­ mesi için her türlü çabayı sarf etmiştir. Bu arada toplumlararası gö­ rüşmeleri desteklerlik ve teşvik ettik. Buna rağmen Kıbns Rum Yö­ netimi, Yunanistan'ın da teşvikiyle konuyu tekrar Birleşmiş Millet\

ler' e götürmüş ve oradan yine Türk toplumunun aleyhine bir karar çıkartmak suretiyle görüşmelerin devamını önlemiştir.

Bu arada Yunanistan başbakanı, açıkça Ada'nın bir Helen toprağı olduğunu ifade etmekten ve ülkeleri haçlı seferine çağırmaktan çe­ kinmemiştir. Bütün bu olaylam rağmen, Türkiye görüşmelerin tekrar başlamasını sağlayabilmek için, Denktaş'ın yaptığı zirve toplantısı teklifini de desteklemiştir. Bundan da bir netice a.lınmadığını gören

545 Kıbrıs Türk toplumu, Türkiye'nin malumatı dışında bildiğiniz gibi Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni ilan etmiştir. Türkiye bundan ha­ beri olmamakla beraber ilan edilen bu Cuinhuriyet'i

tanırnamazlık

edemezdi. Yönetirnde biz olmasaydık da başka bir hükümet bulun­ saydı, o y önetimin de aynı karan alacağından kesinlikle şüphem yoktur. Zira bu konu Tür!