Para: Antik Çağdan Geleceğe [2 ed.]
 9786050832044

Citation preview

y

k

k

tapla r

TIMA$ YAYlNLARI Istanbul 2020 timas.com.tr

v a r . . .

ANTİK ÇACDAN GELECECE PARA Dursun Ali Yaz

TIMAş YAYINIARII4834 Popüler Bilim

17

EDh'OR Burcu Mercan SONOKUMA

SemraTopçu KAPAKTASARIMI

YasinÇetin

IÇ TASARlM NurKayaalp !.BASKI

Ocak 2020, İstanbul l.BASKI

Ocak 2020,

İstanbul

ISBN ISBN: 971H105-08-3204-4

911,li�Jil1Jill3'l�llfl TIMAş YAYINLARI Cağaloğlu, Alemdar Mahallesi, Alayköşkü Caddesi, No: Telefon:

5, Fatih/İstanbul

(0212) 511 24 24

timas.com.tr [email protected]

o o e timasyayingrubu Kültür Bakanlığı Yayıncılık Sertifıka No:

4�587

BASKIVECiı:r

Sistem Matbaacılık Yılantı Ayazma Sok. No:

8

Davutpaşa-Topkapı/İstanbul Telefon:

(0212) 482 ll Ol 16086

Matbaa Sertifıka No:

YAYlN HAKLARI

© Eserin her hakkı anlaşmalı olarak Timaş BasımTicaret ve Sanayi Anonim Şirketi'ne aittir. İzinsiz yayınlanamaz. Kaynalı gösterilerek alıntı yapılabilir.

ANTiK CAGDAN GELECEGE PARA Dursun Ali Yaz

BlUM DANIŞMANLARI

Prof. Dr. Mehmet Genç, Dr. Yılmaz Argüden, Burcu Mercan, Pro( Dr. Celal Şimşek, Öğr. Gör. Cezmi Koca, Pro( Dr. Servet Bayındır, Pro( Dr. Atilla Yayla, Prof. Dr. Batuhan Güvemli, Doç. Dr. !sm Dr. Rüştü Bozkurt, D

·

Köse,

DURSUN

ALi YAZ

İstanbul'da doğdu. MBA eğitimi aldı. Sermaye piyasalarında çalışrı. ABD, Fransa, İngilrere, İtalya, Mısır, Rusya ve Yunanistan'da incelemelerde bulundu. Sivil toplum örgütlerinde, üniversitelerde, ricaret ve sanayi odalarında konferanslar verdi. Çok sayıda araşrırması yayımlandı. TBF Denetim Kurulu, TKYD ve BJK Kongre Üyesi olupAntik Çağdan

PARA adlı bu eser, on birinci kitabıdır.

[email protected]

Geleceğe

iÇiNDE KiL ER SUNUŞ 19 TEŞEKKÜR VE ÖZÜR 113 ÖNSÖZ/17 GİRİŞ 119 PARADAN ÖNCE (MÖ 20000- MÖ 9000) 1 25 TRAMPA PARA (MÖ 9000- MÖ 4000) 143 MAL PARA (MÖ 4000- MÖ 3000) 1 55 TARTI PARA (MÖ 3000- MÖ 600) 169 MADENi PARA (MÖ 600- MS 700) 191 KAGIT PARA (700- 1977) 1155 SANAL PARA (1977- ...) 1265 PARADAN SONRA 1319 KAYNAKÇA & REFERANS 1333

ithaf Uygarlık, insana rağmen insanlığı yüceltmektir! Omuz verenlere armağan olsun...

SUNUŞ ygarlık tarihini şekillendiren paranın icadı, 1 1 .000 yıl öncesine dayanır. Antik çağdan beri kullandığı­ mız para türlerini bilim ve akıl değinden geçiren yazar, para olgusunu Trampa Para, Mal Para, Tartı Para, Madeni Para, Kağıt Para ve Sanal Para olmak üzere altı kategoriye ayırıyor. Paranın ruhu, özü ve şeklini baz alarak yaptığı bu ayırımın para felsefesinde yepyeni bir sayfa açacağına inanıyorum. Uzun ve disiplinli bir çalışmayla ortaya çıkardığı eser, paranın yalnızca tarihini değil servet ve devlet kavramlarıyla ilişkisini sosyolojik, kültürel ve yönetsel açıdan irdeliyor. Böylesi bir çalışmanın farklı dillere çevrilerek ülkemizin marka değerine katkı sun­ masını umuyorum.

U

MÖ 9000'lerde tahılı evcilleştirip yerleşik hayata geçen atalarımız, 5 .000 yıl boyunca trampa para kullandı. Paranın ete kemiğe bürünmesi gerektiğinde ise Sümer arpasında karar kıldı. Yüzlerce çeşit mal paranın dolaşımda olduğu 1.000 yılın ardından değerli metallerin ölçü ve ayarını keşfeden Mısırlılar, tartı parayı deneyen ilk medeniyetti. Yaklaşık 2.500 yıl boyunca değerli madenieri kesip tartarak alışveriş yaptılar. Ege sahille­ rinde yaşayan Lidyalılar ise iki önemli buluşa imza atarak para formunu değiştirdi: (i) Tartı paraya vurulan egemenlik damgası (ii) Standart gramaj ve ayara sahip sikkeler. İşte cebimizdeki madeni paraları bu icadara borçluyuz. Olağanüstü buluşlarına

1 0 1 ANTİK ÇAGDAN GELECEGE PARA

bir yenisini daha ekleyen Çinliler ise önce kağıdı üretti sonra paraya dönüştürdü. 7. yüzyılda gerçekleşen bu devrim, kendini dış dünyaya kapatmış bir medeniyetin ürünüydü. Buna rağmen tüm evrene yayılan kağıt paralar, tarihin devasa yol ayrımiarına şahitlik etti. Amerika Birleşik Devletleri'nin uygarlık sahnesine çıkması ise para olgusunu bambaşka bir boyuta taşıdı. Özel­ likle son 50 yılda gerçekleşen teknolojik sıçramalar sayesinde uluslararası piyasaları domine eden sanal para, yalnızca bilinen para formlarını değil servet ve devlet kavramiarına ilişkin tüm paradigmaları da değiştirecekti. Mezopotamya' nın cömert topraklarında başlayan bu se­ rüveni uygarlık tarihi eşliğinde aktarrnayı başaran yazar, okuyucusunun elinden tutup onu bir medeniyetten diğerine götürmeye kararlı görünüyor. İlkel bir kabilenin trampa yön­ temlerini okurken Mısır firavunlarının servetiyle tanışmak, Lidya kralı sahte sikke basarken Pers ordusuyla sefere çıkmak, Ezop masalları eşliğinde Sezar' ın suikastine şahit olmak, Os­ manlı hazinesine girip İstanbul sarraflarıyla dolap çevirmek veya derebeylikten demokrasiye uzanmak müthiş bir deneyim olacak. Galata bankerierinden Medici banknodarına, Ortaçağ burjuvasından Mrikalı tüccarlara, Rönesans'ın hamilerinden engizisyon kurbanlarına, Fransız banknotlarından (assignat) İngiliz sarraftarına (goldsmith) , Hollanda kolonilerinden Wall Street savunmasına veya dünya paylaşım savaşlarından S ilikon Vadisi'ne uzanan bu yolculuk başınızı döndürecek. Bir okur gözüyle etkilendiğim nokta ise böylesine muazzam gelişmelerin adeta imbikten damıularak kalerne alınmasıdır. Keşiften ziyade zincirleme icadarın doğal bir sonucu olan paranın neye mal olduğundan nelere mal olacağına kadar en çarpıcı yaşanmışlıklar, para felsefesindeki nüanslar, din ve si­ yaset ilişkisi, mider, efsaneler hatta alegoriler yetmezmiş gibi

SUNUŞ 1 ll

modern toplum, rezerv para, senyoraj , emisyon, bankacılık, paranın fonksiyonları gibi teknik konular da her yaştan oku­ yucuya hitap eden harika bir üslupla taçlandırılmış ve belgesel tadında sunulmuştur. Bünyesinde kuvvetli bir enerji barındıran ve evcilleşmedi­ ği takdirde tehlikeli olabilen parayı anlamak, insan zihninin dönüşümünü anlamaktır. Bu nedenle önemli bir boşluğu dol­ duracağına inandığım bu eseri önemsiyorum. Henry David Thoreau 'Yaşamak için ayağa kalkmayan, yazmak için oturma­ sın. ' der. Mezopotamya'dan Avrupa'ya, Afrika'dan Amerika'ya kadar kitapta adı geçen coğrafyalara bizzat giderek tutkulu bir saha araştırmasıyla çalışmasına kimlik kazandıran yazarın ortaya koyduğu adanmışlığı, her satırda hissedeceksiniz. Diğer taraftan seçkin kaynaklar ve farklı bilim dallarından edindiği bilgileri, kuvvetli tezlerle harmaniayan bir kitaba su­ nuş yazıyor olmaktan memnuniyet duyduğumu ifade etmek isterim. Bu vesileyle uygarlık tarihine para penceresinden bak­ mamızı sağlayan araştırmacı yazar Dursun Ali Yaz' a teşekkür ederim. İlk satırdan arka kapağına kadar bizleri kucaklayan, kitabın bir çırpıda okunmasını sağlayan editör ve araştırma ekibini kutlar, ülkemizin entelektüel sermayesine katkılarından ötürü Timaş Yayınlarını tebrik ederim. Dr. YılmazARGÜDEN ARGE Danışmanlık A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı

T EŞ E K KÜR VE ÖZÜR ygarlık tarihinin binlerce yıllık tasarımı olan para üze­ rine kalem oynatmak oldukça masraflıydı. Zira kitap bittiğinde hem param bitmiş hem de borçlandığım kişi ve ku­ rumların sayısı anonim boyutlara ulaşmıştı. Şimdi okuyacağınız satırlar, paranın altı formunu da kabul etmeyen r;önlü zengin insanlara duyduğum minnet borcunu ödeme gayretidir. Ayrıca bu kitabın araştırma, yazım ve basım aşamalarında aşağıda adını andığım isimler dışında herhangi bir kişi veya kuruluştan destek, yardım veya hibe almadığıını belirtmek isterim.

U

Öncelikle kaynakçada yer alan eser sahiplerine teşekkür ederek başlamalıyım. Çalışmamda en az benim kadar hak sa­ hibidirler. Ayrıca kaleme aldığım bazı çarpıcı yorumları bir kitap veya makaleden mi aldığım, tartışma veya sohbetten mi esinlendiğim konusunda tereddüte düştüklecim oldu. Dola­ yısıyla bilerek ya da bilmeyerek istifade ettiğim halde ismini anamadığım herkesten özür dilerim. Geniş bir disiplin yelpazesinden faydalandım. Başta nümis­ matik olmak üzere tarih, arkeoloji, din, iktisat, fınans, sosyoloji, coğrafya, semamik ve edebiyat kürsülerine başvurdum. Aynı zamanda sahaya inerek Türkiye, Amerika ve İngiltere merkez bankalarını ziyaret etme fırsatı buldum. Pek çok koleksiyon, darphane, sergi, müze, galeri ve müzayedeye katıldım. Olağa­ nüstü arkeolojik yörelere seyahat ederek bilim insanlarının çar-

1 4 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

pıcı fikirlerini dinledim. Yerli ve yabancı portföy yöneticilerinin engin deneyimlerinden beslendim. İlkel kabile çadıriarına girip Wall Street sokaklarında yürüdüm. Bürokrat, akademisyen ve teknokratlara danıştım. Fakat yararlandığım isimleri not etmeyi düşünemedim. Şimdi geriye bakınca bu kabalığımdan ötürü hepsinden özür diler, katkı sunanlara tüm saygımla teşekkür ederim. Kitabın künyesinde bilim danışmanları başlığının olması, akademik kurallara göre yazdığıını değil bilimsel bakış açısı­ nı önemsediğimi göstermektedir. Buradaki değerli hocalarım sayesinde bilimin rotasında giderek hem fikirlerimi hem de kalemimi terbiye ettim. Kritik yerleri tartışırken ortaya koy­ dukları uyarı ve öneriler sayesinde yeni senteziere ulaştım. İtinayla kaynak tarayıp bilgilendirme nezaketi gösteren her birini şükranla anmak isterim: Duayen iktisat tarihçisi hocam Prof. Dr. Mehmet Genç ve Dr. Rüştü Bozkurt, birikimlerinden istifade ettiğim Medeniyet tarihçisi hocalarım Prof. Dr. Celal Şimşek, Öğr. Gör. Cezmi Koca, Doç. Dr. Raif İvecan ve Doç. Dr. İsmail Köse, İslam hukukçusu Prof. Dr. Servet Bayındır, dinler tarihi üzerine çalışan Dr. Lütfü Özşahin ve Dr. Emrah Eker. İngilizce, Yunanca ve Latince metinlecin teknik detaylarını anlamarnı kolaylaştıran Ayça Karaca, Fatih Çil, Burak Çetin­ çeker, Kaan Dik, Barış Kavala ve Aynur Uysal'a sonsuza kadar minnettar kalacağım. Amerika'daki çalışmalarımda yardımcı olan Necati Yılmaz, Assoc. Prof. Hilmi H . Elifoğlu, Assoc. Prof. Tufan Tiğlioğlu ve Güven Ekmekçi'ye; İngiltere'de Leo­ poldina Lago ve Gökhan Gökçeoğlu' na; Mrika'da Rahmatou Keita, Asraf Said Mswaki, Jerry Lukumay' a ne kadar teşekkür etsem az gelir. Semra Topçu, Arzu Aktaş, Emine Öte ve Barış Özdemir sayısız hatarnı düzeltti; Kadir Saraç, Serdar Börcan

TEŞE KKÜR VE ÖZÜRI 1 5

ve Özge Doğan ise sanatsal açıdan ufkumu açarak değer kat­ tılar; son olarak silinen dosyalarımı kurtaran İsmail Acıdemir, kitapla birlikte beni de hayata döndürdü. Her birine içtenlikle teşekkür ederim. Bu wrlu süreçte paraya pula kıyınet vermeyen dostlarım hep yanımdaydı. Sürekli müsvedde okuması yaparak görüş ve önerilerini esirgemediler. Hayal ettiğim kurgunun ve ifade tekniğimin okuyucuda nasıl yankılandığını onlar sayesinde algıladım ve kendimi yenileme fırsatı buldum: Kemal Kapta­ ner, İbrahim Akel, Celalettin Cingöz, Sedat Eryürek, Ziya Anıl Memiş, Adnan Gün, Hasan Kahraman, Ergun Şenlik, Cem Tekin, Fahri Arıkan, Nadi Abbasoğlu, Celal Kafesoğlu, Salih Ünal, Şeydanur Koç, Ruhan Bilkay, Dilara Yaz, M. Alperen Yaz, Savaş Çoban, İsmail Namlı ve İsmet Akkaya isimlerini anmaktan kıvanç duyarım. 1 982'de kurulan ve 5 . 000'e yakın kitap basmış Timaş Yayınları ile çalışmanın ayrı bir gurur kaynağı olduğunu da belirtmeliyim. Öncelikle teşekkür etmek istediğim kişi 'Oy bir­ liğiyle kitabınızı yayımlama kararı aldık, ' haberini veren Yayın Koordinatörü Seval Akbıyık Hanımefendidir. Ayrıca Timaş Yayın Grubu'nun Yönetim Kurulu Başkanı Osman Okçu'ya, yayın danışmanları Ahmet Kot ve Hasan Şevki Bilgin' e, yayın kurulu üyelerine, kitabın kapak ve iç tasarımı için emek veren Yasin Çetin ile Nur Kayaalp'e ve çalışmaını sahiplenen tüm Timaş ekibine teşekkürlerimi sunarım. Eğitimci ve tarihçi Burcu Mercan Hanımefendinin edi­ törlüğü ise muhteşem bir deneyimdi. Zekasıyla yoğurduğu rafıne eleştirileri ve ilham veren katkıları sayesinde tezlerim sağlam temellere oturdu. Aynı zamanda kitabın sahip olduğu tüm edebi kaliteyi ve okuyucuyu şaşırtan harikulade detayları kendisine borçluyum. Eğer bu eser uluslararası arenada kabul

1 6 1 ANTİK ÇAGDAN GELECEGE PARA

görecekse arka plandaki kahraman kendisidir. Son olarak ese­ rimin taslak metnini okuma nezaketi göstermekle kalmayıp önerilerde bulunan, kaynak sunan, hem beni hem editörümü teşvik eden ve sunuş yazısı kaleme alarak bizleri onurlanduan Dr. Yılmaz Argüden Beyefendiye de teşekkür eder, sevgi ve saygılarımı sunarım.

ÖN S ÖZ •

nsanlık tarihini şekillendiren başlıca üç tane zihinsel icat olduğunu biliyoruz: Para, Servet ve Devlet. Antik çağdan günümüze yaşamsal ihtiyaçları para, kölelikten krallığa uzanan toplumsal sınıfları servet, mağara adamından modern bireye dönüşen uygarlık tiyatrosunu ise devlet olgusuyla taçlandırdık.

I

Yaklaşık 11.000 yıl önce tahılı evcilleştiren atalarımız, aile kurup köy ve kentler inşa ettiler. Grup, güruh, topluluk ve toplum şeklinde evrimleşen bu birlikteliğin çimentosuna para diyoruz. Yaklaşık 6.000 yıl önce üretim fazlasını stoktayan in­ sanlık, fakirlik ve zenginlikle tanıştı. Kulluktan lordluğa, serflikten burjuvaya uzanan bu sınıfsal statülerin kaynağına servet diyoruz. Yaklaşık 800 yıl önce savaş ve dogmalardan yorulan kit­ leler, feodal sisteme başkaldırdı. Yüzyıllar içinde imparator­ luktan demokrasiye evrilen bu hukuksal aklın zirvesine ise devlet diyoruz. Üçlemenin ilki olan bu kitabı yazmaktaki amacım, in­ sanlığın binlerce yıllık macerasına para penceresinden baka­ bilmekti. Şimdi ise bu sayfalardan yayılacak enerjinin Servet ve Devlet kitaplarını yazdıracak cesareti vermesini dilerim.

GiRiŞ inlerce yıllık uygarlık yolc�luğunda bizleri yalnız bı­ rakmayan tek şey paraydı. Işte bu kitap, antik çağdan emekteyerek yola çıkıp şimdilerde ışık hızına erişen paranın muhteşem serüvenini merak edenler için yazıldı.

B

Para kavramıyla ilk tanıştığımız 1 1 .000 sene öncesinde insan ve ürün sayısı azdı. Bu yüzden paranın somut versiyonuna ge­ rek duyulmuyordu. ihtiyaçlar, değiş tokuşla temin ediliyordu. Paranın fiziken olmasa da ruhen dolaşım da olduğu bu sisteme Trampa Para diyoruz. Nüfus sayısı ve ürün çeşidi arttıkça daha gerçekçi bir ödeme aracına ihtiyaç duyarak Mal Para formunu keşfettik. Tarihteki ilk mal para, Sümer arpasıydı. Bu sistemin en belirgin özelliği, iki farklı malın başka bir malı esas alarak el değiştirmesiydi. Trampa gibi geçim ekonomisi boyutunda ve tamamen zaruri ihtiyaçları karşılamaya yönelikti. Üçüncü kategoride ise değerli madenierin tarih sahnesine çıktığı Tartı Para modelini bulacaksınız. Alışverişlerin ilk kez yaşamsal de­ ğeri olmayan kıymetli madenler aracılığıyla yapılması, insanlık tarihinde derin izler bıraktı. Değerli metalleri ortadan ikiye ayırıp tartınayı başaran atalarımız, fınans kültürüne önemli katkılar sundu. Trampa, mal ve tartı para formlarının kullanıldığı MÖ 9000 ile MÖ 600 yılları arasında gerçekleşen finansal işlemler oldukça basit, etki alanı ise dardı. Bu yüzden paranın fonksi-

20 1 A N T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PARA

yonlarından sadece ikisi keşfedildi. Aslında para sayesinde yazı bulunmuştu ama soylular dışında okuyup yazabiten yoktu. Devlet muhasebesi kayda alınır fakat özel sektörü kapsamazdı. Yunan medeniyetinin birikimlerini harmaniayan İslam uygar­ lığı henüz doğmamış, Batı dünyası bilime sarılmamış, kıtalar keşfedilmemiş, Rönesans ateşi yanmamış, paylaşım savaşları yaşanmamış ve uzaya çıkılmamıştı. İşte bu yüzden Tarih Öncesi dönemi de kapsayan trampa, mal ve tartı paraların kullanıldığı 8. 500 yıllık aralığa derinlemesine yer verilemedi. Para olgusunun dördüncü evresi ise kapsamlı bir inceleme gerektirdi. Madeni Para başlığı altında sınıflanan bu bölüm sikke başta olmak üzere; demir para, bozuk para veya altın para isimleriyle anılan tüm metal paraları kapsamaktadır. Uygarlık tarihinin ilk madeni paraları demir ve bronzdan, sonrakiler bakır ve gümüştendi. Bir yüzünde kral fıgürü diğer yüzün­ de dini metinler bulunan altın sikkeler ise imparatorlukların eseriydi. Dolayısıyla 2. 500 yıllık bu paraların felsefesine sırt çeviren hiçbir devlet, paranın geleceğine ilişkin sağlıklı tah­ minler yürütemedi. 1 .300 yıl önce Çin medeniyetinin hediye ettiği zeka dolu armağanlarından birisi olan Kağıt Para ise yüzlerce yıl görmez­ den gelindi. Ancak modern devlet ve sanayi devriminin etki­ siyle 1 9. yüzyıla girince global düzeyde yayıldı. Yakın zamana kadar altın külçeler rezerv edilerek basılan banknotlar, dünya ekonomisinin görkemli dönüşümlerine tanıklık eden muazzam bir buluştu. Buhar devrimiyle patlayan üretim çılgınlığı, baş döndürücü icatlar ve korkunç kitlesel savaşların tamamı bu paralaca resmedildi. İşte o günlerde kurulan Birleşmiş Milletler ise 'savaş yoluyla servet transferini engelleyecek' uygarlık tari­ hini değiştirdi. Bir maddelik bu hüküm, alakasız gözükınesine rağmen önce kağıt paranın hemen ardından sanal paranın en

Gi Ri Ş 1 21

büyük güvencesi olacaktı. Her biri uygarlığın kilometre taşı olan bu makro gelişmelere kayıtsız kalınamazdı. Dolayısıyla yakın geçmişe ışık tutan paranın beşinci evresine daha fazla yer verildi.

Sanal Para ise çerçevesini belirlemekte en zorlanılan bölüm­ dü. Dijitalleşmenin başat aktörlerinden bilgisayar ve internet sayesinde yaygınlaşan sanal para, uluslararası finansal sistemin hamiliğini üsdendi. Uygarlık tarihi açısından kısa gözüken bu dönem, geniş bir kitleyi ilgilendiriyor. Çünkü sanal para miktarı, toplam emisyon hacminin% 90'ını geçti. Küresel ekonomiyi hegemonyası altına alan bu tablo, finansal yapıyı hiç olmadığı kadar gizemli bir hale getirdi. Trampadan banknota, fei kayasından kripto paralara, Sümer arpasından mutasyon p iyasalara, deniz kabuklarından altın külçelere uzanan binlerce _ yıllık tecrübeleri alt üst eden bu evrimsel sıçramayı hayretler içinde okuyacaksınız. ***

Bir kitabın giriş bölümü, yazarla okuyucunun başbaşa soh­ bet edebildiği özel bir alandır. Dolayısıyla artık birinci tekil şa­ hısla yazarak sadece okurlarımla konuşmak istiyorum. Değerli okurlar, sayfalar ilerledikçe bir piramit tasarlandığını fark ede­ ceksiniz. Öncelikle bütün zemini uygarlık tarihiyle kapladım, ekonomik ve sosyo-kültürel süreci ise ikinci kata yerleştirdim. Son olarak paranın geçirdiği altı evreyi piramidin zirvesine koy­ dum. Paranın altı forma bürünerek günümüze ulaştığı iddiasını ortaya koyarken paranın ruhu, özü ve şekli bakımından uygarlık tarihine katkısını esas alan üç hasarnaklı bir fıltre kullandım. Ayrıca paranın geleneksel fonksiyonlarını icra edip etmediğini de dikkate aldım. Bu düşünce sistematiğinin özünü içeren alt başlık, sanal para bölümünün sonundadır. Hemen girişte ise kronolojik bir cetvel bulunuyor. Uygarlık Döngüsü ve Ilkellik

22 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

Döngüsü başlıkları altında kitabın bağlamını ortaya koyan bu tablo, aynı zamanda yol haritaını içermektedir. İleri sürdüğüm varsayımları güçlendirmek adına paranın icadından dinlerle irtibatına, komplo teorilerinden finansal hilelere, ezoterizmden mitlere, tarihsel olaylardan günlük ya­ şantımıza ulaşan kültürel ve sanatsal argümanlardan mümkün olduğunca istifade ettim. Amacım hem sizleri bilgilendirip hem de farklı görüş üretmenize yardımcı olmak, eğer haddimi aşmaya müsaade varsa, ilham vermekti. Kaynakça, dipnot ve alıntılama yönteminden de bahset­ meliyim. Aydın ahlakına sahip bir yazar, yararlandığı eserleri dipnota almalı ve kaynakça kısmında belirtmelidir. Bu kural, benim için de geçerli ve etik açıdan doğru olandır. Dolayısıyla anonim bilgiler dışında direkt alıntı yaptıysam veya bir bölümü kurgularken herhangi bir ideoloğun düşüncelerinden aynen yararlandıysam o kişiyi ve eserini, metnin içinde andım. Ancak kitabın genelinde farklı eserlerden deriediğim bilgileri damıta­ rak yeni şeyler söylemeye çalıştım: Örneğin paranın geçirdiği evreleri altı bölüme ayırmak, rezerv para olgusunu üç şarta bağlamak veya paranın fonksiyonlarını paranın formlarıyla ilişkilendirip para mefhumuna farklı bir tanım getirmek gibi. İşte bu ve benzeri tezleri herhangi bir kitaptan almadım ancak yararlandığım kaynaklar olmasaydı hiçbirini düşünemezdim. Dolayısıyla fikirlerime ilham veren her kitabı, ilgili bölümün sonuna ekledim ancak okumayı güçleştiediği için dipnotta yer vermedim. ·

incelemiş olduğum on bin yıllık süreci; farklı kültürler, farklı dinler, farklı ideolojiler ve farklı coğrafyalar üzerinden anlattım. Dolayısıyla her farklı konu başlığında ilgili termino­ lojiyi kullanmaya çalıştım. Bir yerde sikke veya madeni para, bir yerde tüccar veya burjuva başka yerde ise serf veya çiftçi

GIRIŞ I 23

yazmarnın sebebi buydu. Hlliyle genç okurlar, bir yazar gibi sözlük okumak durumunda kalabilir. Bu tercihi, bilinçli şekil­ de yaparken amacım okuyucuyu şaşırtmak değil araştırmaya yöneltmekti. Tarihsel olay ve olguları aktarırken -di'li geçmiş zaman ki­ pini kullandığım için kimi ifadelerin gereğinden fazla keskin olduğunun farkındayım. Hatta indirgemeci bir izienim verdi­ ğini de biliyorum. Konunun uzmanları determinist ekolden etkilendiğimi düşünebilir. Asıl tehlike ise kitabın sadece bir kısmını okuyanlar nazarında yanlış intiba uyandıracak olma­ sıdır. Şöyle ki, paranın binlerce yıllık yokuluğunu ilgili dö­ nemde yaşayan toplumların iyi veya kötü yönlerini ele alarak inceledim. Dolayısıyla netarneli konulara değinirken kimi ta­ rihsel karakterleri, devletleri, medeniyetleri hatta uygarlıkları yerdiğim veya övdüğüm şeklinde bir algı oluşabilir. Örneğin bir bölümde Batı düşmanı veya hayranı olduğum, başka bir bölümde ise Doğu'ya güzellerneler yaptığım veya onu yerden yere vurduğum sanılah ilir. Bu amaçla ilgili bölümleri hasiretine güvendiğim insanlara okurtum ve beklediğim tepkileri aldım. Baştan söylemek gerekirse hata ve eksiklerim dışında bu yön­ deki itharn ve eleştirileri reddetmek durumundayım. Çünkü herhangi bir siyasi görüşe, ideoloji veya izmlere yaslanmadan, kalemime sansür koymadan, özgür ve tarafsız düşünmeye ça­ lıştım. Hiçbir mesleki, siyasi veya sivil toplum kuruluşunun yönlendirmesi, maddi veya manevi desteği olmadığı gibi ana­ lizlerimi ortaya koyarken kabalık etmemeye özen gösterdim. Etnik kökenimin, kişisel doğrularımın, kültürel değerlerimin ve dini inançlarıının ötesinde bir bakış açısıyla yazmaya çalıştım. Sonuç itibariyle her bölümde yanlışlanabilir fikirler üret­ meyi denedim. Ortaya koyduğum iddia ve kurarnların sunum tarzı, kurgusu ve analizler tarafıma aittir. Her birinin tartışılma-

24 1 ANTİK ÇAGDAN GELECEGE PARA

sımlan hatta çürütülmesinden mutluluk duyacağımı belirtmek isterim. Ne zaman kalemim kurusa, ülkemin ve uygarlığın entelektüel sermayesine değer katacağıını düşünerek daha çok çalıştım. Tutku ve konforun ters yönlü işlediğini bildiğimden, düşünsel acılara aldırmadan okumayı, düşünmeyi ve yazmayı hiç bırakmadım. Sonuçta kitabın her satırından keyif aldım, mutluluk duydum. Sizlerin de benzer duyguları hissetmenizi dilerim.

Dursun Ali YAZ 18 Ekim 2019,

İstanbul

PARADAN ÖNCE (MO 20000- MO 9000) ara yokken insan vardı fakat insanlık tarihi parayla baş­ ladı. İlk kez parayla tanışan atalarımız, tabiat karşısında acizdi. Alet edevadarı kısıtlı, yaşam standardarı içler acısıy­ dı. Anladığımız manada evleri, arabaları, meslekleri, yazıları, kültürleri, pasapordarı, kıyafederi, unvanları hatta delikli tek kuruşları yoktu. Algılamak kolay olmasa da bugün ulaştığımız konforu, yüz milyardan fazla insanın uygarlık havuzuna aktar­ dığı tecrübelere borçluyuz.

P

İlkel insan, parayı icat etmeden önce iki temel korkuya sahipti: Açlıktan ölmek ve kendinden büyük canlılara yem olmak! Yazı ve dümenin icat edilmediği, mikrop ve kıtaların keşfedilmediği, sınıf ve devletlerin kurgulanmadığı, kavramsal evrene adım atılmamış o günlerin tek hedefi, hayatta kalmak­ tl. Bu iki korkuyu, uzun bir zaman diliminde ortaya konan keşif ve kadar sayesinde aşabildik. Bunların ilki ve belki de en muhteşemi ı ı .000 yıl önce yaşandı. İşte bu keşfin ardından doğacak olan para kavramı, sayısız kez evrim geçirmesine rağ­ men bizleri hiç yalnız bırakmadı.

Tahılın Evcillqtirllmesi Buzul çağının tahrip edici etkilerinin sona ermesiyle gezege­ nimiz daha yaşanılabilir bir iklime kavuştu. Özellikle Bereketli

26 1 ANTİK ÇAGDAN GELECEGE PARA

Hilal denilen Mezopotamya1 coğrafyasının bitki örtüsü, gü­ nümüzden daha zengindi. Küçük gruplar halinde gezen atala­ rımız, mevsim değişimlerine göre hareketli aviarının izinden giderek sürekli taşınıyor, uygun yer bulduğunda ise geçici ola­ rak konaklıyorlardı. Bu sırada bir kadın çıktı ve 'Buğday nasıl yetişiyor?' diye sordu. İnsanlık tarihindeki mucizevi dönüşüm işte böylesine basit bir soruyla başladı. Zira toprağın doğur­ ganlığından faydalanıp bilinçli tarıma geçmek, açlıktan ölme lci.busunu bitirecekti. Kaderimizi değiştiren bu kadının adını bilmiyoruz fakat temel besin kaynaklarımızdan arpa, buğday, pirinç ve mısıra onun sayesinde kavuştuk.

, .f

a.tımaaa tamn devrimlerinin �...101 �·

S.Qtmad: tanm devrimlerinin gerÇ'IIkletmlt ol•blleceQI bölgeler

Ta r ı m devri m leri n i n gerçek leştiği yer ve tarihleri g österen bu h a rita, yen i a rkeolajik b u lg u la rı n ekle n m es iyle s ü rekli revize edilmekted i r.

O günden sonra tahıl ve türevleri, her kültürün kutsalları arasına girdi. Bu yüzden artan yemeğin çöpe atılması en ilkel topluluklarda bile hoş karşılanmaz. Yere düşen ekmeği öperek saygıyla kenara kaldırmak evrensel bir ritüeldir. Ne var ki bu Dicle ve Fırat ırmakları Türkiye'nin güneyinden Basra Körfezi'ne dökülene kadar yan yana akar. Yunancada 'Irmaklar arasındaki ülke' anlamına gelen bu hinterianda Mezopotamya diyoruz.

PARADAN ÖNCE 1 2 7

ulvi makama her mahsul erişemedi. Örneğin domatesi öpüp başının üstüne koyanı göremeyiz. Yere düşen insana değinmi­ yorum bile! Bilinçli ziraat düşük bir hızda ve sınırlı bir alanda başladı. O günlerde zaman kavramı bilinmediğinden hangi senede, hangi mevsimde veya hangi saatte yaşadığımızın bir cevabı yoktu. Tarım toplumuna geçişle birlikte 'zaman ve saat' olgusu önem kazandı. Dolayısıyla tahılların evcilleşme süreci, takvim bilgimizle paralel ilerledi. Buğday yaklaşık MÖ 9000'de, be­ zelye ve mercimek MÖ 8000'de, zeytin MÖ 5000, üzüm ise MÖ 3 500'lü yıllarda evcilleştirildi. Şu an sahip olduğumuz teknolojiye rağmen ihtiyacımız olan kalorinin o/o 90'ından fazlasını MÖ 9000'le 3500'lü yıllar arasında keşfedilmiş bir avuç bitkiden elde ediyoruz. Üretimini kontrol edebildiğimiz 42 adet mahsulden biri olan arpa ise uygarlık tarihinin ilk fiziki parası olacaktı. Herhangi bir icat veya keşfin bir kitapta farklı diğer kitapta farklı tarihlenınesi kafamızı karıştırabilir. Bunun sebebi arkeo­ logların durmak bilmeyen çalışmaları sayesinde uygarlık tari­ hinin sürekli güncellenmesidir. Örneğin Türkiye' nin Şanlıurfa ili sınırlarında 1 995 yılında ortaya çıkarılan ve Mısır piramitle­ rinden 7500 yıl yaşlı olan Göbeklitepe, tahılın evcilleştirilme­ si ve yeryüzündeki ilk tapınak hakkındaki bilgileri sil baştan değiştirecek kanıtlar sunuyor. Yanlış bilinen doğrulardan biri de, gıda ürünlerinin uluslararası ticaretin baş aktörü olmasıdır. Halbuki yakın zamana kadar her medeniyet kendi ürettiğini yerdi. Mesela Türklerin milli yemek dediği kuru fasulyenin Amerika'dan gelişi 1 8. yüzyıl sonlarına tekabül eder. O güne kadar Eski Dünya' nın kuru baklası tüketilirdi. İnkaların üç bin çeşidini ürettiği patatesin İstanbul'un semt pazarlarında görülmesi 1 870'leri bulmuştu. Domates, mısır, biber ve taze

28 1 A N T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

fasulye de aynı kıtadan geldi. Frenk pathcanı adıyla bilinen domatesle 1 692'de tanışan Türkler, 1 9. yüzyıla kadar domatesi yeşilken yer, kızaranları ise çürüdü diye çöpe atardı. Antik insanlar bitkilerin hemen ardından hayvanları ev­ cilleştirmeye başladı. Köpeği saymazsak keçi ve koyunla MÖ 9000'de, adada ise MÖ 4000'de samimi olduk. Ardından bü­ yükbaş çiftlik hayvanlarıyla tanıştık. Başlangıçta hepsi etleri için besienirken zamanla başka işlere de yaradılar. Bir insanın 0,2 beygir gücüne sahip olduğunu düşünürsek sahana bağ­ lanmış bir at ya da öküz, tarlayı daha hızlı sürerek daha fazla ürün elde etmemizi sağladı. Çok değil 250 sene öncesine kadar yeryüzünün en güçlü makineleri, kamyonları hatta trenleri işte bu hayvanlardı. Son iki bin yılda ise ekonomik anlamda değer atfedilecek herhangi bir hayvan ya da bitki evcilleştirilemedi. Katalogianmış iki milyona yakın hayvan türünden çok azı sosyal yaşama adapte edildi. Zira binlerce deneme yanılmanın ardından besiye en uygun cinsin otoburlar olduğu anlaşılmıştı. Öncelikle yaşamlarının ilk ya da ikinci yılında doğum yapıyor ve sahiplerine zarar vermiyorlardı. Karada yaşayan 45 kilodan ağır 1 48 tür hayvandan sadece keçi, koyun, domuz, inek, at, eşek, ren geyiği, lama ile birkaç tür deve ve sığıda uyum sağ­ ladık Neredeyse on bin yıllık evcilleştirme süreci ve neticede 1 4 tür hayvan! Kısacası atalarımız için hiçbir şey kolay olmadı. Bitki ve hayvanların birbirini tamamlayan döngüsü oldukça cazipti. Örneğin besi hayvanları hasat döneminden artanları yemek için tarlaya çıkıyor, dışkılarıyla da doğal bir gübreleme gerçekleşiyordu. İlkel toplumlar, çiftçi olmanın gereklerini yeri­ ne getirdikçe yaşamları kolayiaşıyor ve coğrafyanın olanaklarına göre mağaradan çıkıp kerpiç evlere taşınıyorlardı. 2

James Watt,

1780 yılında bir atın 75 kiloyu bir saniyede bir metre yukarıya kaldıran

kuvvetini, bir beygir gücü olarak tanımladı.

PARADAN ÖNCE 1 2 9

Üretim tekniklerinin gelişmesi biyolojik mirasımızın boş­ luklarını doldurdukça, tokluktan ölenlerin sayısı açlıktan ölen­ leri geçmeye başladı. Artık insan için ailesinden sonra gelen en değerli varlık topraktı. Çünkü yenisi üretilemezdi. Ayrıca toprak olmasa ne tahıl ne de hayvan olurdu. Bugün bile kul­ landığımız her şeyin hammaddesi topraktır. Böylesine kıymetli bir limana demirleyen insanlığın toprağa nakşettiği ilk resim ise maalesef sınır çizgileri olacaktı. Medeniyetlerin fılizlenmeye başladığı o günlerde insan sa­ yısı azdı ve haliyle herkes değerliydi. İnsanı üreten tek canlı ise kadındı. Toprağın doğurganlığını da onlardan öğrenmiştik. Böylesine iki önemli ayrıcalığa, anaçlığı da eklenince kadınların toplum nezdinde yücelmesi kaçınılmaz oldu. Artık Tanrıçalık yolu açılmıştı. Anaerkil dünyanın başlıca figürlerinden Mro­ ditler, Kibeleler, Tomris Hatunlar işte o günlerin yadigarıdır. Anadolu kültüründe 'Kadın insandır, erkek insanoğlu, ' rootto­ suyla hayat bulan bu yüce canlının yaratılışı, Hint mitolojisinde şöyle anlatılır: 'Tanrı; yaprağın hafifliğini, ceylanın bakışını,

güneşin sıcaklığını, sisin gözyaşını aldı. Rüzgarın kararsızlığını, tavşanın ürkekliğini ekledi. İçine de kıymetli taşların sertliğini, balın tadını, kaplanın yırtıcılığını, ateşin yakıcılığı nı, kışın aya­ zını, saksağanın konuşkanlığını, kumrunun sevgisini kattı. Bütün bunları karıştırdı, eritti ve kadını yarattı . . . Sevsin diye de erkeği ona armağan etti. ' Açlık korkusunu kadınların üstün becerisiyle yenen erkek­ ler, toprağı işlerneyi de kadınlara bırakmıştı. Böylelikle boş vakit kazanıp kas gücünü değerlendireceği alanlara yöneldi. Savunma ve avianma tekniklerini ilerletti. Ağaç ve taştan hatta lavdan silahlar icat ederek yırtıcıları alt etti. Böylelikle diri diri vahşi hayvaniara yem olma endişesi de son buldu. Tanrıçalar toplumun siyasi ve ruhani lideriydi ancak güvenlikten erkek-

30 1 AN T İ K ÇACi DAN G E L E C E Ci E PA RA

ler sorumluydu. Öyleyse toplumları tanrıçalar değil erkekler yönetmeliydi. Erkeğe adını veren 'erk' yani iktidar onların hakkıydı. Tanrıça kültünü yıkmak için kadınlara özenip saç­ larını uzattılar, etek giydiler. Gebelik mucizesindeki rollerinden habersiz olduklarından hamile taklidi bile yaptılar. Sonunda belli bir mesafe alındı ve yalanla başlayıp vahşede devam eden binlerce yılın ardından günümüz dünyasına egemen olan ata­ erkil modelin temelleri atıldı. Her ne kadar Hindistan gibi ülkelerde Tanrıça makamı yaşatılıyor olsa da kas gücünün avan­ tajını değerlendiren erkekler, soylu kadın fıgürünü paramparça etti. Yüz yıl öncesine kadar profesör olamayan hatta oy dahi kullanamayan kadınlar, bu anlayışın bakiyesi olarak küresel serverin ancak yüzde birini kontrol edebiliyor. Gezegenimizi yaşanılabilir kılan muhteşem üçlü: bitki, hay­ van ve insandır. Bu yaşam zinciri, zekice birbirine bağlanmış mimari bir dehanın ürünüdür. İlk ikisini evcilleştirmeyi başa­ ran insan, dünyanın en büyük yırtıcısı olmaya hazırdı. Mohi­ kanların Sonuncusu adlı film, bir geyik avı sahnesiyle başlar. Geyiği vuran Kızılderili, hayvanın başucunda diz çökerek 'Cesa­

retinden, hızından ve gücünden onur duyuyorum. Seni vurduğum için üzgünüm, ' diyerek affını ister. Avcının duyarlılığı sadece 'doğaya saygı' gibi klİşe sözlerle açıklanamaz. Çünkü insanı tabiartan ayırmak için kullanılan 'doğa' kelimesinin Kızılderili dilinde karşılığı yoktu. Yeryüzündeki canlıların toplam ağırlığının sadece on b inde birini oluşturan insan, kusursuz dengeye müdahale ederek hay­ van çeşitliliğinin o/o 83'ünü talan etti. Beş yaş altı çocukların yarısı açlıktan ölüyor. Her yıl 5 5 milyar ton fosil atık üretiyo­ ruz. Temiz su kaynaklarının o/o 70'ini barındıran kutuplar eri­ yor, atmosferimiz yoğun bakımda, uzay ise çöplüğe dönüşrnek üzere. Halbuki yaşadığımız yerküre, dedemizden miras değil

PARADAN ÖNCE 1 31

torunlarımıza borçtu! Bakalım kendi türüroüzün evcilleşmesi ne kadar sürecek!

Tanrılar Çağı Aydınlanma çağı düşünüderinden ve tarih epistemolojisi alanındaki ilk taslağın sahibi İtalyan Giambattisa Vico, 'Bütün

tarihsel ve toplumsal yaşam, insanların doğaya ve kendilerine egemen bir tanrıyı gözeterek yaptıkları düzenlemelerle doludur,' der ve bu süreci üçe ayırır: Giambattisa Vico'nun Tanrılar Çağı adını verdiği ilk dö­ nem, rasyonel verilerden ziyade kehanederin egemen olduğu aralıktır. Aklın geri plana itildiği ve tabuların baskın olduğu bu çağın insanları, deneysel verilerin önemini kavrayamadığı için gördükleriyle yetinirdi. Para, servet ve devlet kavramlarını da kapsayan mistik kültürün hakim olduğu o günlerin hukuku, efsane kökenliydi. Mesela ölülerin nefes almadığını gözlemle­ mişlerdi fakat bu doğru tespiti yanlış analiz ederek; doğadaki her varlığın 'düşünebilen bir ruhu' olduğuna inandılar. Fizik kanunlarından habersiz bu insanlara göre aşamadıkları ulu dağların, geçemedikleri azgın nehirlerin, söndüremedikleri yangınların, kontrol edemedikleri salgınların, alt edemedik­ leri hayvanların, durduramadıkları depremlerin; yıldızların, yanardağların, güneşin yani ulaşılmaz her varlığın kutsal bir ruhu olmalıydı. Ne zaman doğal afetiere maruz kalsalar, bu insanüstü güçlerin ruhlarını kızdırdıklarını zannederlerdi. Dep­ rem olduğunda toprağın ruhu öfkelenmiş, kasırga çıktığında göğün ruhu sinirlenmişti. Peki öfkelenmiş bu ruhlar nasıl sa­ kinleşecekti? Düşündüler, taşındılar ve siniclenmiş bir kabile liderinin kendisine hediye götürüldüğünde daha merhametli davrandığını hatırladılar. Aynı taktiği uygulayarak korktukları ruhlara en değerli varlıklarını yani canları pahasına yakaladık-

3 2 1 ANTİK ÇAGDAN GELECEGE PARA

ları aviarını sundular. Muhtemelen adak kültürü böyle başladı. Halen animizm inancına bağlı kavimler olduğunu biliyoruz. Örneğin Güney Amerika'da yaşayan Ayınara halkı, yakınların­ daki yüksek dağın canlı olduğuna ve kurbanlarla beslenmesi gerektiğine inanır. Mrika' nın İturi Ormanlarında yaşayan Pig­ meler ise tabiatın ruhuna sığınır. Bu yüzden animizm inancına sahip avcı toplumlarda Tanrı kavramı yoktu. Animizmden sonra çok tanrılı inanca geçildi. Ruhların sa­ yısı azalmıştı fakat yeni gelen tanrılar daha kudretliydi. Zeus, Herakles, Ares, Athena, Eros, Poseidon, hep bu korkulardan sıyrılmak için uydurulmuş imgelerdi. Zira ilahlar sadece zor zamanlarda akla gelirdi. İşte olumsuz yaşam koşullarını aşmak isteyen atalarımız, politeizm inancına geçmekle kalmayıp ilahla­ rını mutlu etmek için mekan aradılar. Aynı zamanda dünyanın ilk ve en küçük deposu olan midelerine sığmayan yiyecekleri de saklamaları lazımdı. Her iki ihtiyacı birleştirip tahıl ambarlarını tapınağa ya da tapınakları arnbariara çevirdiler. Zamanla tahıl­ lar paraya, tapınaklar bankaya ve din adamları da fınansçıya dönüşecekti. Bu yüzden tarih kitaplarında banker veya sarraf dendiğine bakmayın, kadim dünyanın ilk bankaları tapınaklar, ilk bankacıları ise din adamlarıydı. Uygarlık yolculuğu, bir yönüyle de tapınma arayışı tari­ hidir. Tek tanrılı dinler, öncekileri sahneden indirirken her büyük dinin mensupları yeni tanrılar üretmekten çekinmedi. Yahudilerin Buzağı'sı, Hristiyanların Azizler'i gibi yalnızca putların ismi veya şekli değişiyordu. Yüz binden fazla pey­ gamberin sonuncusu olan Hz. Muhammed'in yaşadığı toplum da putperestti. Hatta ortalık puttan geçilmezdi. Ancak Ut, Uzza ve Menat'ın yeri bambaşka olmalıydı zira 23 yılda parça parça inen Kur' an-ı Kerim sadece bunların adını zikretmişti. Necm Suresi'nde 'Onlar, sizin ve atalarınızın taktığı isimden

PARADAN ÖNCE 1 3 3

başka bir ş ey değil!' ifadesiyle insanlığı uyaran Allah, neden sadece üçünü saymıştı? Bu sorunun yanıtı, anılan isimlerin etimolojisinde gizlidir. 'Lat' tabiri ilah kavramından türetilmiş olup mutlak oto­ riteyi temsil eder. 'Uzza' tabiri kuvvet veya itibar manalarma gelir. 'Menat' ise money ve manat tabirleri gibi Latince kökenli moneo sözcüğünden türemiştir. Money kelimesi, zamanla para­ nın evrensel mottosu olurken aynı kökten gelen manat sözcüğü ise sikke anlamında Rusça'ya geçerek Çarlık Rusyası'nın para birimi oldu. Bugün de Azerbaycan ve Türkmenistan' ın para birimidir. Demek ki Müslümanlar'ın kutsal kitabı, Lat isimli putla egemenlik ve saltanatın; Uzza isimli putla güç ve itibarın; Menat isimli putla da para ve servetin sonsuza kadar yaşaya­ cağına dikkat çekiyordu. Gerçekten de sokaklardaki binlerce putu yıkmayı başaran insanlık özellikle bu üç putu kalbinden söküp atmakta zorlanacaktı.

Kahramanlık Çağı Bu çağ ise asaletini tanrılardan, egemenliğini servetinden alan soylu sınıfla, serf veya köle diyebileceğimiz sınıfsızlar arasındaki keskin bir ayrışmayı ifade eder. Aşina olduğumuz hükümdar ve komutanlar işte bu dönemin öne çıkan fıgürle­ ridir. Hele ki sahip oldukları güce dinsel etiket yapıştırmayı başaranlar, yarı tanrı mertebesine kadar yükselecekti. Mısırlılar firavun, Romalılar kayzer, Persler hükümdar, Ruslar çar, Batılı­ lar ise kral dedi fakat bu siyasi unvanların her biri kahramanlık çağı portrelerinin semavi argümanlarla maskelenmiş haliydi. Özellikle tartı parayla hızlanacak bu anlayışın beslediği mo­ narşi iklimi, Fransız ihtilali'ne değin sürdü. Aslında tamamen bitti demek doğru olmaz zira b ürokrasideki şatafatlı konvaylar veya demokrasi havarisi ülkelerin verdiği asalet unvanları, kah-

34 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

ramanlık çağının modern dünyaya bıraktığı tortulardı. Peki, eksikleriyle tastamam akıl ve bilim çağına nasıl ulaşıldı? İster Mısırlıları ya da Aztekleri isterse Hititiiieri ya da Ba­ billileri ele alalım, hepsinin belirli bir medeniyet seviyesine çıktığını biliyoruz. Fakat her biri, delip geçemedikleri görün­ mez bir duvara toslamış gibiydi; mimarilerini, inançlarını, bilimlerini, ticaretlerini, şiir ve müziklerini bir noktaya kadar çıkarmış ancak bir yerde tıkanıp kalmışlardı. İşte bu bariyeri ilk aşan Anadolu coğrafyası olacaktı. Öncü fılozof ve bilimin kurucusu kabul edilen Thales, gü­ nümüz Söke yakınlarındaki Milet şehrinde dünyaya gelmişti. O günün dünyasında bilgi vardı ama bilim yoktu. Mezopotam­ ya, Sümer, Çin, Hint, Yunan, Mısır dahil tüm medeniyetlerin birikimi kehanet, mit ve efsanelere dayanırdı. Olan bilgiler de tapınakları bankaya çeviren rahip zümresinin kontrolündeydi. Bilgi dediğimiz servet, yakın zamana kadar seçkinlerin kontro­ lünde yaşamaya devam etti. Şimdilerde ise muson yağmurları gibi dökülen bilgiye sahip olmaktan ziyade bilgiden analize geçebilen kişiler; para, servet ve devletlerin geleceğini kontrol ediyor. Thales, Milet şehrinin önde gelen soyluları arasındaydı. Mı­ sır medeniyetinin şöhretinden haberdardı. MÖ 600'lü yıllarda yola çıktı. Nil vadisindeki bereketli topraklari gezerken son­ bahar yağışlarının sele dönüşerek tarla sınırlarını bozduğunu gördü. Peki, sular çekilince yeni sınırlar nasıl belirleniyordu? Thales'i alıp kadastro uzmanına götürdüler. Daha önce hiç duymadığı geometriyle tanıştı. Bilginin devasa gücüyle tanışan Thales, hayretler içindeydi. Hayatında ilk kez tannlara yalvar­ madan sorun çözüldüğüne şahit oluyordu. Miledi bilginler olsa; nehir taşınca Meandros kızdı veya fırtına çıkınca Zeus öfkelendi diyerek bu tannlara hediye sunardı. Onu asıl şaşırtan,

PARADAN Ö NCE [ 3 5

kullanılan tekniklerin her zaman ve her koşulda aynı sonucu vermesi yani ispat edilebilmesiydi. Ülkesine dönen Thales, Mısır'da öğrendiklerini yakın arkadaşı ve öğrencisi Anaksi­ mendros ile paylaştı. Bir gün Agora meydanında otururken Thales'in aklına bir soru geldi: 'Sel, fırtına, zelzele veya salgın­

lar esnasında tannlara yalvarmak yerine, Mısırlılar gibi çözüm üretemez miyiz?' Sıradan görünen bu soru, öylesine güçlüydü ki tıptan sismolojiye, fizikten kimyaya tüm pozitif bilimlerin omurgası olacaktı. Thales'in bilim bayrağını Anaksimendros devraldı. Önce güneş saatini icat etti. Ardından dünyadaki ilk harita üzerinde çalışmaya başladı. Pinaks denilen bakır levha üzerine işlediği eserini, Milet limanının girişine astı ve uzak denizlerden gelen kaptanları davet ederek eleştirmelerini istedi. İşte bu tartışma meclisleri, yeryüzündeki ilk bilimsel kongre olarak tarihe geçti. M iledi Thales, Mısır medeniyetinin düşünsel aklını Anadolu'ya taşımakla kalmayıp bir problem karşısında tan­ rılardan mesaj beklemek yerine, ispat edilmiş olgulara göre davranma fikrini ortaya atmıştı. Thales'in bu duruşu, Yunan­ lı düşünüdere de ilham kaynağı oldu. Ancak başta Sokrates (MÖ 469-399) olmak üzere Atinalı fılozoflar yazmak yerine konuşmaya meyilli kimselerdi. Doğu coğrafyasının Eflatun adıyla tanıdığı Platon ise hacası Sokrates'ten öğrendiği ilkeleri sistemleştirip yazıya döktü. Böylelikle Thales'ten 200 yıl sonra evrendeki ilk akademiyi kurarak bilgiden bilime geçişin teme­ lini attı. Gerçek bilgiye ulaşmak için deney ve gözlemden ziya­ de düşünmeyi önemsemesine rağmen o kadar değerli fikirler üretti ki 'düşünsel boyut' manasındaki platonik sözcüğü onun isminden türetildL Platon'un tartışma meclislerinin vazgeçil­ mezi ise şaraptı. Eski Yunancada 'birlikte şarap içmek' anlamı­ na gelen symposion kelimesi önce Latinceye, oradan Türkçeye

36

1 AN T İ K ÇACi DAN G E L E C E Ci E PA RA

geçti ve bilimsel ağırlıklı toplantılara sempozyum adı verildi. Günümüzün ilahiyat fakülteleri bile, bu tabirden vazgeçemedi. Platon'un öğrencisi olan Aristoteles ise 'Bilim, hayretle başlar!' derken gözlem yapmayı vurguluyordu. Hocasından çok şey öğrenmişti. 'Benim gözümde Platon bir azizdir ama hakikat daha azizdir,' diyerek hocasının eksik yönlerini kapatmak için yine Anadolu'da bulunan Assos kentinde ayrı bir okuP açtı. İşte bu öncü isirolerin aydıntatıcı fikirleri üzerinde yükse­ len Yunan medeniyeti, çölün yakıcı sıcağından çıkacak büyük bir uygarlığın doğumuna yardım etti. Çok geçmeden İslam'ın emriyle bilimsel fethe çıkan Araplar, bin yılda mayalanmış bu birikimleri anlamaya çalıştılar. Abbasi halifesi Mansur'un desteğiyle başlayan Yunanca eserlerin çeviri faaliyederi Harun Reşit'in oğlu Memun'un halife olmasıyla zirveye çıktı4• Bir milyondan fazla kitaba sahip Beytü'l-Hikme yani Hikmet Evi denilen çatı altında, dünyadaki ilk sistematik bilgi transferi gerçekleşti. Medeniyetlerin terakkisini sağlayan bu perspektif, çok sayıda münevver yetiştirdi. Harezmi, Faribi ve İbn-i Sina ilk akla gelenlerdi. İslam Devleti'nin sınırları ordulardan ziya­ de işte bu mümtaz insanlar sayesinde Kuzey Mrika kıyılarını takip ederek İspanya'ya uzandı. Endülüs adıyla kurulan bu medeniyet, hadkulade mucider çıkardı. Kurtubalı Abbas bin Firnas onlardan biriydi. Astronom ve mühendisti. Su saati ve büyüteci icat etmekle kalmadı, belini sakadama pahasına uçan ilk insan unvanını kazandı. 3

Okul: Felsefe yapılan yer anlamına gelirdi. Antik Yunanca skhole kelimesinden İngilizceye school, Fransızcaya ise ekole şeklinde geçmiş, serbest çağrışım yönte­ miyle de Fransızcadan Türkçeye girmiştir. Bir düşünce akımı manasma gelen ekol kavramı da yine aynı köktendir.

4

Matbaa icat edilip geniş kitleler okuma imkanı bıılana kadar bir yazarın eserlerin­ den kazandığı parayla geçinme olanağı yoktu. Bu yüzden her bilim insanı, soylu sınıfın desteğine muhtaçtı.

PARADAN Ö N C E 1 3 7

Kısa sürede ortaya konan b u muazzam ilerlemenin sırrı ise şuydu: O günlerin bilim insanı, tek bir disipline odaklanıp kalmazdı. Mesela, cebir ilminin kurucusu Harezmi 827 yılında dünyanın çevresini 39.400 kilometre olarak ölçmüştü. Böy­ lesi bir doğruluğun sebebi matematik dışında farklı ilimiere vakıf olmasıydı. Farabi ise felsefenin yanı sıra mantık, gök bilimleri ve sanada iç içeydi. Yazdığı eserler ölümünden 700 yıl sonra bile Avrupa'da okutulan İbn-i Sina tıp yanında mü­ zik, astronomi, din ve felsefe üzerine kürsü sahibiydi. Yine 'O' ve 'x' olgusunu 400 sene sonra İslam coğrafyasından öğrenen Avrupalılar, başardıkları bilimsel sıçramayı İslam bilginlerinin eserlerine borçlu olduklarını itiraf ederler. Yunan medeniye­ tinin katkılarını ise hiç unutmadılar. Avrupa Birliği, euronun simgesini ( ) tasarlarken Yunan alfabesindeki Epsilon ( ) har­ finden esinlendi. Bu tercihte hem vefa borçlarını ödemek hem de Batı medeniyetinin antik kökenine vurgu vardı. Adını bilim tarihine yazdıran herkesin durumu aynıydı. Hepsi şeffaf ve özgür bir ortamda çalışıyor, farklı görüşlerden beslenip serbestçe tartışıyor ve birikimlerini gelecek kuşaklara devrediyordu. Hepsi birbirini takip eden bir zincirin halkasıydı. Newton 'Başarılıydım çünkü devlerin omzunda oturuyordum, ' sözüyle fıkir alışverişi yapabildiği otuz üç arkadaşını işaret edi­ yordu. Michelangelo'yu düşünün! Bitişik stüdyoda Leonarda ve Raphael çalışırdı. Einstein ile Popper, David Hume ile Adam Smith sürekli mektuplaşırdı. Napoleon'dan sonraki en ünlü kişi olarak tanımlanan Humboldt da modern coğrafyanın te­ mellerini böylesi bir tutkuyla atmıştı. Darwin'den Goethe'ye, Bolivar'dan Jefferson'a kadar etkilemediği insan kalmadı. Öl­ düğünde, o günün temel iletişim aracı olan mektupları sayıldı. Sadece bilimsel yazışmaları elli bin taneydi. Şimdilerde ise alan körlüğü denilen farklı disiplinlerin ihmal edilmesi yetmezmiş gibi akademinin erdemleri arasında sayılan diyalektiğin sekteye

3 8 1 A N T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

uğramasıyla unvaniarın bilgelik zannedildiği kısır bir döneme girildi. Mavi kandan yurttaşlığa, serflikten kişisel mülkiyete, köle­ likten yaşam hakkı na uzanan kahramanlık çağı tam dört bin yıl sürdü. Özellikle son 250 yıldır monarşiden çoğulculuğa geçmeye çalışan uygarlığımız, demokrasi alanındaki emekleme sürecini ise halen tamamlayamadı.

İnsanlık Çağı Doğumdan itibaren eşit haklara sahip olduğumuz bir an­ layışı ifade eden bu döneme Bilim Çağı da diyebiliriz. Bu çağ, tanrılar ve kahramanlar halkasının kıskacından çıkmamızı sağ­ layan önemli bir dönemeçtir. Çünkü ister ruhlara ister tannlara tapılsın, uygarlığın binlerce yıl pençesine sıkıştığı dogmatizm­ den kurtulmasını bu çağda ortaya konan eseriere borçluyuz. Aydınlanma bayrağını yedinci yüzyılda devralan İslam bil­ ginleri, bilimden aldıkları güçle 400 yıl dünyanın ortak so­ runlarına çare ürettiler. Yeni bir aşamaya geçmek üzereyken üç büyük deha olan Farabi (872-950), İbn-i Sina (980- ı 037) ve Bin1ni (973- ı OS ı ) ' nin ölümüyle bilimlerin atası olan fel­ sefe rafa kalktı. Tanrısal makama en yakın eylem kabul edilen 'düşünmek ve sorgulamak' dinsizlik yaftasına maruz kalınca bilim üretilemedi. Bilim olmayınca teknoloji geriledi. Paranın mıknatısı olan teknoloji kaybolunca İslam dünyası ithalata yö­ nelerek fakirleşti. Fakirlik, sanki bulaşıcı bir illet gibi her Müs­ lümanın evine girdi. Yoksulların hukuki zemini önemsernesi ve keskin yönlerini sanada törpülemesi ise zaten hayaldi. Akıl yürütmeyi bırakan Müslüman coğrafya felsefe, bilim, teknoloji, para, hukuk ve kültür halkalarıyla birbirine bağlanan uygarlık döngüsü yolundan saparak dogma, hurafe, ithalat, borç, despo­ tizm ve hamasetten oluşan ilkellik döngüsü baraklığına girdi. İşte

PARADAN ÖNCE 1 3 9

o günden sonra fersude para gibi yere çalınan kaliteli yaşam yerine ölüm yüceltildi, varlık yerine yokluk kutsandı; dinin yerini gelenekler aldı, mantık yerine duygular ululandı; in­ sanlığa ne katarımdan ben ne kazanırıma gelindi ve Doğu'nun avucundaki bilim meşalesi Ortaçağ karanlığından sıyrılmaya çalışan Batı'ya geçti. Ancak bu geçiş, sanıldığından uzun ve sancılı olacaktı. Paranın servete dönüştüğü, servetin ise soylu sınıf ve sı­ nıfsız yığınları belirlediği bu yüzyıllar, dünyanın tamamında savaşların hüküm sürdüğü bir dönemdi. Galiplerin madalyası zenginlik ve kahramanlık, mağlupların cezası ise yoksulluk ve kölelikti. Bu darboğazdan çıkmaya uğraşan Kıta Avrupası, Şark' ın ortaya koyduğu bilimsel eserleri sahiplenecek aydınlan­ ma hareketini başlatmak istedi. Ancak karşılarında büyük bir engel vardı: Din adamları. Batı Roma İmparatorluğu'nun yıkıldığı 476'dan Endülüs Devleti'nin yıkıldığı 1 492'ye kadar sadece din değil bilim de kiliselecin kontrolündeydi. Yani her kilise aynı zamanda üni­ versiteydi. Günümüzde kullanılan Latince kökenli 'rektör' ve 'dekan' sıfatlarının Ortaçağ'daki karşılığı işte bu yüzden büyük papaz ve küçük papaz anlamına getirdi. Din adamlarının be­ ğenmediği tez ve teoriler hurafe diyerek çöpe atılır, sahipleri ise asılırdı. Örneğin kiliseye göre dünya düzdü, İspanya kıyıları dünyanın sonuydu. Kadınlar şeytandı, engelliler lanediydi. Doğu'daki eserlerin kilisedeki bilgileri yalanladığını bilen din adamları, itibarlarını tehdit eden bu çalışmaları yok etmek için her şeyi yaptı. Endülüs medeniyetinin yüz akı birikimleri, ya yakıldı ya da Tako Nehri'ne atıldı. Nehrin suyu, altı ay siyah akmıştı. Nobel Ödülü'nü kazanan ilk kadın ve bu ödülü iki kez kazanan ilk kişi olan Marie Curie 'Medeniyetimizin teme­

linde, Endülüs yağmasından kurtarılmış bir avuç eser vardır.

40 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

Eğer Müslüman bilim insanlarının her yazdığım okuyabilseydik şimdi başka bir gezegende yaşıyor olurduk, ' tespitinde haksız değildi. Zira Güneş sistemini tarif eden Kopernik'in referans aldığı bilimsel çalışmalar arasında İbn-i Şatır ve El Battani gibi alimierin ortaya koyduğu diyagramlar vardı. Hristiyanlığın kutsal kitabı olan İncil ise yalnızca Latince yazılabilir ve Latince okunabilirdi. İngilizce, Almanca, Fransız­ ca veya İtalyancaya çevirmeyi düşünmek bile dinsizlikti. İşte bu acımasız haskılara göğüs geren Avrupalı düşünürler, kıskandı­ ran bir heyecan ve cesaretle tercüme faaliyetine girişti. ı 292'de Paris'de patlayan öğrenci olayları, kilisenin güdümünden çı­ kacak bağımsız üniversitelerin habercisiydi. Rahmetli Halil İnalcık hocanın 'Amerikdyı Amerika yapan üniversiteleridir, ' tespitinin ilhamı işte bu olayların ardından kurulan 'senato' olgusuydu. Bologna'da hayata geçen üniversite yerleşkeleri çok geçmeden Londra'ya sıçradı. Endülüs medeniyeti başta olmak üzere Doğu'daki bilimsel mirasın Avrupa'ya transferi uzun sür­ medi zira ı 450 ile ı 500 yılları arasındaki elli yılda yaklaşık 20 milyon kitap basıldı. Bu kaynakların okunması, eleştirilmesi ve geliştirilmesiyle Robert Grosseteste, Albert Magnus, Akinolu Thomas, Ockhamlı William ve Giambattista Vico gibi filo­ zoflar, Leonarda Fibonacci gibi matematikçiler, Wallingfordlu Richard gibi astronomlar ve Roger Bacon gibi sayısız deneysel bilimci yetişti. Rene Descartes sayesinde ise modernite başladı. Kimileri toprağı kazıp altın ararken kimileri asıl zenginliğin kitaplara ekilecek düşünce tohumları olduğunu fark etmişti. Skolastik bakışın dayattığı karanlık, cesur bilim insanlarının ışığıyla aydınlanıyordu. Mesela Antonio Clericuzio'nun araş­ tırmaları Kopernik'ten Newton' a, Galileo'dan Tesla'ya uzanıp doğa kanunlarını örten binlerce yıllık sis perdesini kaldırdı. Dogmalardan sıyrılan fikirler çarpıştıkça sayısız buluş ve keşfe

PARADAN Ö N C E 1 4 1

imza atıldı. Ardıllarının hayal gücünü ateşleyen bu düşünürler; tıp, astronomi, ekonomi, hukuk, metalürji, edebiyat ve sanat disiplinlerini atağa kaldırdı. Diğer taraftan Martin Luther, Ko­ pernik, Bruno gibi çok sayıda marjinal bilim insanı, yaşadıkları coğrafyayı düze çıkarmak için çırpınırken engizisyon mahke­ melerinin sosyal jiletine de meydan okuyordu. 'Acı, zayıflığın vücuttan atılmasıdır, ' der Fransız lejyonerler. Aydınların çektiği bu acılar; ruhların, kahramanların ve yarı tanrıların dikte ettiği dogmaların beyinlerden aforoz edilmesi anlamına gelmektey­ di. Kiminin ululadığı fakirlik, kiminin dayattığı kölelik veya kiminin kutsadığı cehaletin yerle bir edilmesiyle zihinler öz­ gürleşmeye başladı. İşte günümüz aydınlarının verdiği müca­ dele, uygarlığın genetik kodlarına işlemiş tüm bu hastalıkların devam etmekte olan tedavi sürecidir. Kısacası 'Geleceği tahmin etmenin yolu, onu icat etmektir,' mottosuyla hareket eden Avrupa, Bilim Devrimi'nin önündeki engelleri yıkarak 1 7. yüzyıla gelmeden hem paraya hem de geleceğe yön vermeye başladı. Çünkü insanlığı ezip geçen do­ ğaüstü güçleri izlemekle yetinmemiş, nedenlerini de anlamak için bilime sarılmışlardı. Örneğin milyonlarca insan ağaçtan meyve düştüğünü görmüş fakat sadece Newton sorgulamıştı. Fransız matematikçi ve filozof Augusto Comte'un 1 9. yüz­ yılın başlarında ortaya koyduğu yanlışlanabilirlik kuramı ise bilimsel metodoloji anlayışını zirveye taşıdı. Böylelikle bilimin önündeki setler aşılmış ve uygarlık tarihindeki büyük kırılma başlamıştı. Evreni bilim, bilimi ise sorular dönüştürürken tarih yazan­ lar, iyimserler olacaktı. O zaman uygarlığı ilerietecek iyimser bir soruyla devam edelim. Gördüklerimizi izah edebilseydik bilime gerek kalır mıydı? İşte ilerleyen satırlar, paradan başlayarak altın değerindeki bu soruya yanıt bulma arayışıdır.

TRA M PA PARA (MO 9000 - M O 4000 )

T

rampanın başladığı MÖ 9000'lerdeki yaşam döngüsü, oldukça tekdüzeydi. Tabiat acımasız, gökler sağır, insan

ise zavallıydı. Parasızlık, kabilelerio ortak özelliğiydi. Zaten ihtiyaçları da yoktu. Hatta ne satılacak ürün, ne de bunları alacak müşteri vardı. Hayatta kalacak kadar yiyecek bulmak ve kendinden büyük yırtıcılardan korunmak yeterliydi. Atala­ rımız imece usulüyle avlanır, toplar ve hepsini ortaya dökerdi. Ekmekten ilaca, silahtan tanrıya kendileri üretir, kendileri tü­ ketirdi. İhtiyaç duydukları her şey bedavaydı. İşte paraya gerek duyulmayan bu sisteme aile ekonomisi diyoruz. Tarım Devrimi'nin ardından dünya nüfusu beş milyona yaklaştı. İnsanlar küçük topluluklarda yaşamaya devam ediyor ancak aile ekonomisi kabına sığmıyordu. Nereden mi biliyo­ ruz? Günümüzde yapılan araştırmalar bir insanın en fazla 1 50 kişiyle dostluk, sevgi, nefret, hayranlık veya kıskançlık gibi bağlar geliştirebileceğini söylüyor. Yani bir topluluğun sayısı bu rakamın üzerine çıktığı zaman yabancılaşmayı, yabancılaşma ise alışverişi gerektirmekteydi. Atalarımız için de geçerli olan bu olgu, ihtiyaçların bedelsiz karşılanmasının sonu demekti.

44

1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

Para Arayışı İnsan sayısının artışı, yaşamak için gereken nesne sayısını da artırdıkça aile üyeleri arasındaki değiş tokuşlar yetersiz ka­ lıyordu. Atalarımız da edindikleri bilgi ve deneyimden yola çıkarak 'Başkasının toprağında daha kolay ve daha kaliteli yetişen

zeytin üreteceğime, köyümdeki kaliteli çamurdan çömlek yapıp komşumun zeytiniyle değiş tokuş edebilirim,' diye düşündü. Takas ve trampa para modeli işte bu akıl sayesinde yeşerdi. Paranın özü veya şekliyle değil sadece ruhuyla işlem gördüğü o günler, yaşamsal ihtiyaçların akrabalar dışından karşılandığı ilk değiş tokuşları başlattı. Yerleşim yerleri küçük ve ticaret sınırlı ol­ duğundan tam zamanlı çalışan zanaatlcl.r yoktu. Kendi yağıy­ la kavrulan atalarımızın biri saraç ustası iken diğeri şifacıydı. Örneğin ayakkabı veya hekim gerektiğinde kime gidileceği bilinirdi.

Takas tabiri Arapça kökenli olup herhangi bir mal veya hizmet borcunun aynı cinsten olanıyla ödenmesidir. Örneğin bir tabak buğday alıp ertesi gün iade etmek veya iki öğrenci­ nin kalem kutularını değiştirmesi takastır. Burada gerçek bir alışverişten söz edemeyiz, aile ekonomisinin bir üst formu olan ödünç sistemi işler. Trampa tabiri ise Rumca kökenli olup iki farklı malın değiş tokuşudur. Söz gelişi, kapınızı tamir eden komşunuza kahve ikram etmek veya yabancı devletten satın alınan petrol borcunu fındıkla ödemek gibi. Yani bir borcun para dışında başka bir ürünle ödenmesine trampa diyoruz. Dolayısıyla alışkanlığımıza ters gelse de sözlük ve semantik açıdan paranın bu formunu en doğru karşılayacak sözcük, trampa olmalıdır. Trampa para modelinin binlerce yıl geride kaldığını düşün­ mek ise yanıltıcı olabilir. Nihayetinde doğal afet ve salgın has­ talıklara maruz kalan toplumların, günlük ihtiyaçlarını karşıla-

TRA M PA PARA I 4 5

mak için trampa yapmaya başladığını biliyoruz. Bunun sebebi piyasada para olmaması değil olağanüstü zamanlarda yiyeceğin paradan kıymetli olmasıdır. Hele bir de savaştaysanız hangi yüzyılda yaşadığınızın, liberal mi yoksa komünist mi olduğu­ nuzun önemi kalmayacak çünkü ekonomik modeliniz zaman makinesine binerek kahramanlar çağına dönecektir. Örneğin Sırpların, Saraybosna'yı kuşattığı 1 992 ile 1 995 yılları arasında ihtiyaçların büyük kısmı teampayla karşılanmıştı. Avrupa'nın utanç duyduğu o zorlu günlerde yumurta 3, kutu kahve ise 1 00 dolara fırlamıştı. Ekmeği sorarsanız her zamanki gibi kar­ neye bağlanmıştı. Milyonlarca insan can derdine düştüğünden sağlıklı bir inek, altın madeni kadar değerliydi. Sabah sağdığı sütü çarşıya getiren bir çiftçi, istediği her şeyi teampayla alabi­ lirdi. Para gerekmezdi. Zira ekmeğin silahtan kıymetli olduğu o vahşi ortamda, maaş ödemelerinin büyük bölümü parayla değil erzakla yapılırdı. Ekonomik krizierin sonuçları da savaştan farklı değildir. Dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahip Venezuela, yakalandığı hiperenflasyon hastalığını adatamayınca milli parası öldü. Başkent Caracas'a yolunuz düşerse saç traşı olmak için cebinizdeki paraya güvenmeyin. Mutlaka yanınızda beş muz veya iki yumurta bulundurun. Ayrıca aralıanızı park etmeden evvel bir sornun ekmek tedarik etmenizde fayda var. Aradan geçen binlerce yıla rağmen paranın varlığından habersiz olanlar da yok değil. Brezilya yağmur ormanların­ da yaşayan iki yüz kişilik bir topluluk, yaşamsal ihtiyaçlarını aile ekonomisi içinde tedarik ettiğinden ne trampaya ne de fiziki paraya gerek duyuyor. Düz Kemikliler adlı bu kabile, yiyeceklerini ok ve yay kullanarak sağlıyor. Depolamaya gerek duymadıklarından her sabah ormana girip istedikleri şeyle­ ri temin ediyorlar. Sadece süs eşyaları için para gerekiyor. O zaman da ceviz topluyor ve komşu kabileden trampa yoluyla aldıkları gazoz kapaklarından kolye yapıyorlar. Kulübelerinin

46

1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PARA

çatısı palmiye yapraklarından ibaret, hiç mobilyaları yok, ay­ naları yok, konforlu yatakları yok, muslukları yok. Yirmi beş yıldan uzun süredir onlarla yaşayan dilbilim profesörü Dan Everett, üç sesli ve sekiz sessiz harfle gayet mutlu yaşadıklarını aktarıyor. Zira parayla tanışmamış insanlar, ekonomik açıdan gelecek kaygısı taşımıyor.

Trampa Sistemi Günümüzde 'barter' adıyla yaşayan trampa modeli, iyi bir yöntem olsa da sınırlı sayıda ürün olduğunda etkiliydi. İnsan ve ürün sayısı arttıkça çoğalan talepler arasındaki trampanın nasıl yönetileceği sorun olmaya başladı. Şehirler kalabalıklaş­ tıkça sadece ayakkabıcı ve hekim değil aynı zamanda maran­ goz, din adamı, asker ve avukat gibi uzmanlık alanları doğdu. Haliyle akrabalığa dayalı aile ekonomisi, çok sayıda yabancının işbirliği yapmaya mecbur kaldığı bir ortamda tıkandı. Kardeş veya komşuya destek olmak başka, iyiliğinizin karşılığını asla veremeyecek yabancılara bedava yardım etmek başkaydı. Sapi­ ens adlı eserinde trampanın sıkıntılarını anlatan Noah Harari, bizleri antik dünyaya götürür:

Bölgedeki en tatlı, en güzel elmaların yetiştiği bir bahçeniz olduğunu hayal edin. Çalışmaktan ayakkabılarınız eskiyor. Ürün­ lerinizi at arabamza yükleyere k nehrin kenanndan pazar yerine götürüyorsunuz ve komşunuz pazarın sonundaki bir ustanın çok dayanıklı ayakkabılar yaptığını söylüyor. Gidip adamı buluyor ve istediğiniz ayakkabı için elinizdeki elmalardan bir kısmını teklif ediyorsunuz. Ayakkabıcı tereddüt ediyor. Acaba ne kadar elma talep etmeli? Her gün onlarca müşteriyle karşıtaşıyor ve bunlardan bazıları bir torba elma, bazıları değişik kalitede buğday, keçi veya kumaş getiriyor. Diğerleriyse krala dilekçe yazmak veya sırt ağrıla­ rını iyileştirmek gibi beceriler öneriyor. Ayakkabıya karşılık elma

T RA M PA PARA I 4 7

alalı üç ay olmuştu ancak o zaman üç torba elma istemişti. Yoksa dört torba mıydı? Gerçi tekrar düşününce bu elmalar tepelerdeki tatlı elmalar değil vadide yetişen ekşi elmalardı. Ayrıca önceki müşterisine kadın ayakkabısı yapmıştı. Bu adam ise kocaman erkek ayakkabıları istiyordu. Öte yandan geçtiğimiz haftalarda yaşanan çiçek salgını köydeki sürüleri telef ettiğinden deri bulmak zorlaşmıştı. Dericiler aynı miktardaki hammadde için eskisinin iki katı ayakkabı istiyordu. Bunu da dikkate almalıydı.

Tra m pa usulü a l ı şve rişi beti m leye n paza r ye r i .

Trampa modelini sadece insanlar değil Endonezya' nın turis­ tik bölgelerinde yaşayan maymunlar da kullanıyor. Gerçi işin içinde biraz hırsızlık olsa da bu sevimli hadise kimsenin canını sıkmıyor. Hatta turistler için keyifli bir hatıra oluyor. Boro­ budur Tapınağı' na açılan ana avluya konuşlanmış maymunlar, önlerinden geçen turistlerin gözlük, anahtar, cep telefonu, şap­ ka veya terliklerini çalıyor. Hırsızlığı yapan maymun, kenar­ daki duvara çıkarak mağdurun gelmesini bekliyor. Özellikle çocuklar için eğlenceli geçen bu olay, maymunlar açısından bir tür beslenme şekline dönüşmüş. Eşyası çalınanların iki se-

48 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

çeneği var; ya yoluna devam edecek ya da maymuna sevdiği bir yiyecek vererek çalınan malını geri alacak. Bu trampada da en önemli faktör ise maymunun ne istediğini doğru tahmin etmek zira az önce muz yediyse ve siz muz verirseniz trampa işlemi gerçekleşmiyor. Atalarımızın şartları biraz daha zordu çünkü yoldan geçen turist yoktu. Bu yetmezmiş gibi trampa ekonomisinde alım satım yapmak isteyen, yüzlerce farklı ürünün çapraz fıyatını bilmek zorundaydı. İşin içinden nasıl çıkılacaktı? Üstelik daha da kötüsü olabilirdi. Bir çift ayakkabıya karşılık ne kadar elma gerektiğini hesaplamayı başarsanız bile trampa işlemi her za­ man gerçekleşmiyordu. Çünkü ticaretin gerçekleşmesi için iki tarafın elinde, diğerinin istediği ürün olmalıydı. Eğer ayakka­ bıcı elma sevmiyorsa ne olacaktı, ya da o anda elma değil de sandalye istiyorsa? Çiftçi bu durumda elma seven bir marangoz bulup durumu üçlü ticarete çevirebilirdi. Peki, ya marangoz yeterince elması olduğunu söyleyip saçını kestirrnek isterse? Borobudurlu maymunlara hak vermemek elde değil. Bazı toplumlar bu sorunu çözmek için merkezi trampa siste­ mi geliştirdiler. Helenistik kültürde öküz, Sibirya buzullarında post, Kuzey Amerika'da wampun boncuğu, Pasifik adalarında ise inci baş aktördü. Bu sistemin en büyük ölçekiisi Sovyetler Birliği'nde denendi. Fakat 'Herkes yeteneğine göre çalqıp ihtiyacı kadarını alacak,' şeklindeki muhteşem teori, 'Herkes olabildiğince az çalışıp eline geçirebildiği kadarını alacak,' pratiğine dönüşünce sistem çöktü.

Dilsiz Trampa Asya ile Avrupa arasındaki kıtasal trampayı birbirine bağlayan 6.400 kilometrelik rotaya Baharat Yolu denmesi sıradan gelebilir fakat asıl anlamı 'Altın Yolu' idi. Çoğu zaman Çin toprakla-

T RA M PA PARA I 49

rı dışına baharat çıkarılması yasaktı. Çünkü şimdilerde sudan ucuza satılan karanfil, tarçın, zencefıl gibi ürünler, altından bile değerliydi. Hatta Alman prensierin özel sarrafları karabiberci namıyla bilinirdi. Yasağın kalktığı dönemlerde de bu kadar uzun yoldan getirilen ürünlerin maliyeti yüksek olurdu. Besinler ba­ harat olmadan korunamayacağı için tarihte okuduğumuz pek çok anlı şanlı isim, zaman zaman küflenmiş veya bozulmuş gıda tüketirdi. Avrupalı seçkinler, satın aldıkları baharatların bedelini genellikle değerli metalleele öderken bazen de kumaş veya deriyle trampa yaparlardı. Paranın kuluçka evresi olan trampa modelinin başlıca kalem­ lerinden biri de tuzdu. Altın açısından zengin olduğu bilinen Mrika kıtası, tuz bakımından fakirdi. En yakın tuz kaynağı 1 .800 kilometre uzaktaki Avrupa kıtasındaydı. Tuz deyip geçmeyin çünkü tuz; hava, su ve yiyecekten sonra gelen en hayati ürün­ dür. Tuzu çıkarıp Akdeniii geçerek Mrika !imanlarına getirmek kolaydı ama daha aşağılara inmek ölümcül derecede riskliydi. Tüccarların bulduğu çözüm yolu ise çok ilginçti. Her tacir, sahil kenarına diziimiş tuzunu işaretlerdi. Ardından büyük bir yaya ordusu kurup, tuz bloklarını elden ele aktararak önceden belir­ lenmiş noktaya taşır ve yarım günlük yolculukla geri çekilirlerdi. Bu sefer alıcılar gelir, beğendikleri malın önüne uygun gördükleri nesneyi bırakıp geri dönerlerdi. Dolayısıyla alıcı ve satıcılar asla görüşmez, pazarlık yapılmazdı. Zorlu bir trampaydı ama karlıydı. Tuz standardı olarak tarihe geçen o günlerde, altının değeri tuza eşitti. Özellikle Sudan halkı için tuz, altından değerliydi. İşte İngilizce'de 'ücret' anlamına gelen salary ile İtalyanca, İspanyol­ ca ve Portekizce dillerindeki salario sözcüğünün 'tuz' anlamına gelmesi tuzun trampa dönemdeki kıymetiyle ilgilidir. Kimi Avrupalı tüccarlar ise sahilden ayrılmak istemezdi. Özellikle Batı Mrika kıyılarına mal getirenler, Kartacalılardan

SO

1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

kalma bir taktik uygulardı. Şöyle ki satılacak mallar sahile çıka­ rılır ve düzenli şekilde istiflenirdi. Sonra devasa duman çıkaran bir ateş yakılıp gemiye dönülürdü. Dumanı gören yerliler, be­ ğendikleri malların üzerine ödemeyi uygun gördükleri değerli metal veya başka malları bırakıp geri çekilirdi. Bu sefer taeider sahile inerek teklifleri kontrol ederdi. Uygun bulan satıcı öde­ mesini alır, beğenmeyen ise hiçbir şeye elini sürmeden gemiye dönüp beklerneye devam ederdi. Trampa gerçekleşene kadar gidip gelmeler sürer ama fiziki temasta bulunulmaz veya tek kelime edilmezdi. Çünkü yerli halk esir düşmekten, satıcılar ise bulaşıcı hastalıktan çekinirdi. Literatüre dilsiz trampa olarak geçen bu yöntem, Mrika' nın bazı bölgelerinde halen uygulanır. Ödeme yöntemleri farklı olsa da, Mrika'dan çıkan altınlar tuz karşılığı Avrupa'ya akıyor ve artan kısmı ise baharat bedeli olarak Asya'ya gidiyordu. Dilsiz trampa, insan ırkı dışında da yaygın bir uygulamadır. Örneğin ağaçlar, milyonlarca yıldır bu yöntemle ayakta du­ rur. Yukarıdan bakınca birbirinden habersiz gözüken ağaçlar, toprak altında muazzam bir iletişim ağına sahiptir. Her biri, köklerinde yaşayan mantarlar vasıtasıyla hem haberleşir hem de alışveriş yapar. Öncelikle ağaçlar şeker üreterek mantariara verir, mantarlar ise ağaçların ihtiyaç duyduğu besinleri temin eder. Aslında aralarındaki ilişki trampadan bile derindir. Çünkü yaşlı bir ağaç, gölgede kalan bir fıdanın ihtiyaç duyduğu şekeri karşılıksız verip hayata tutunmasını sağlar. Hasta veya ölmek üzere olan ağaçlar ise sağlıklı dokularını toprağa bırakarak eka­ sistemin yaşamasına katkı sunar. Uzuvlarını tabiat koşullarına uyduramayan tek türün insan olduğunu görürüz. Örneğin kurdar soğuğa karşı kıllanarak kendini korur. İnsan ise bunu yapamadığı için kurtların derisini yüzüp sırtına geçirir. Kuş gibi uçarnayınca uçak yapar, leopar gibi koşamayınca araba yapar, şahin gibi göremeyince dürbün yapar. İşte insan, icat ettiği

T RA M PA PARA ! 5 1

bu aletler sayesinde yeryüzünün her noktasına yayılahiimiş tek canlıdır. Zira deniz hayvanı denizde, dağ hayvanı dağda, sıcak hayvanı sıcak yerlerde yaşarken insan her şartta yaşam sürdürme kabiliyetine erişmiştir. Atalarımız fiziksel donanım açığını aletlerle sistemsel ek­ sikleri ise zelcisıyla telafi ederek hayatta kaldı. Örneğin insan ve ürün sayısı arttıkça alışverişleri takas veya trampayla kar­ şılamanın zorlaştığını gördü ve yeni bir para formu arayışına girdi. Yüzlerce malı birbiriyle değiştirmek zordu ama sadece bir ürünü standart kabul ederek işlemleri hızlandırmak müm­ kündü. MÖ 4000'li yıllara yaklaşırken insanlık tarihinde en uzun kullanılan para formundan vazgeçmeye hazırlanan ata­ larımız, alıcı ve satıcıyı kolayca ikna etmek için fiziki parayı deneyecekti.

Fiziki Paraya Doğru Harika bir tasarım olan insan beyni, doğada gördüklerini bir araya getirebiliyor ancak sürekli değişen şartlar yüzünden sistematik bilgiye sahip olamıyordu. Örneğin Meropotamya'da gündüz ve geceler birbirine eşitken, güneye inildikçe bu bilgi hayatta kalmanızı sağlamıyordu. Her coğrafyanın ekim ve hasat zamanı farklıydı. İşte antik çağın ilk sabit bilgileri, kontrollü tarımın önünü açarak yerleşik hayata uyum sağlamamızı ko­ laylaştırdı. Şehirleşmeyle birlikte artan tahılları depolamaya başladık. Çok geçmeden ambardaki tahılları, evrendeki ilk fiziki para olarak kullanacaktık Uygarlık tarihine bakıldığında egemen güçlerin sadece pa­ ranın ruhuna, özüne ve şekline karar verebildiği, bunun ötesine devletlerin bile gücünün yetmediği görülecektir. İki satırlık bu gerçeği tecrübe etmeye trampalı günlerde başladık fakat intibak süreci halen devam ediyor. Çünkü diğer canlıların yapamadığı

52

1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

bazı ekonomik faaliyetler, insanın doğal rutinidir. Mesela üre­ terek yorulur, paylaşacak mutlu olur, satarak kazanır, saklaya­ rak güven duyar, pazarlık ederek uzlaşır ve değiş tokuş ederek ihtiyaçlarını karşılar. İşte binlerce yıllık hayatımızın idamesi bu döngüde seyreder. Hayvanların mizacı ise daha farklıdır. Örneğin bir hayvanın başka bir hayvana 'Sendeki güzel yiyeceğe karşılık mağaramın bir odasını verebilirim, ' dediğine şahit olmayız. Gerçekten de herhangi bir hayvan, para veya pazarlık bilmez; istediği şeyi fiziksel avantajıyla alır. Çünkü kümülatif akıldan ziyade içgü­ düleriyle hareket eder. Bizim ise pençelerimiz, boynuzlarımız, sivri dişlerimiz veya kas gücümüz yoktur. Güdülerimizi akılla kontrol ederek uzlaşmamıza olanak sağlayan sistemler icat ede­ riz. Bilim insanları yıllardır insan ve hayvan arasındaki kayıp halkayı aramaktadır. 'İnsanı hayvandan ayıran şey paradır, ' der Gertrude Stein. Peki, bu yargı ne kadar doğrudur? Acaba hay­ van türü parayla tanışsaydı daha mı insancıl olurdu? Onlar da para uğruna suç işler miydi yoksa daha mı medeni olurlardı? Benzeri sorulara yanıt arayan ekonomist Keith Chen ve psi­ kolog Laurie Santos, dünyanın en bencil hayvanlarından kapu­ çin maymunlarını denek olarak seçti. Araştırmacıların tercihi mükemmeldi zira bu hayvanların hayat felsefesi, yemek ve çift­ leşmeden ibaretti. Ortası delik gümüş paralar hazırlandı. Yedi ayın sonunda her maymun, bir adet para karşılığında bir adet yiyecek alacağını öğrenmişti. Eğitimin ardından deneye geçildi. Her birine günlük 1 2 adet para verildi. Bir parayla bir üzüm, bir elma veya bir şeker alabileceklerdi. Bakalım, sınırlı bütçeleriyle dürtillerini kontrol etmeyi başaracaklar mıydı? İnsana kıyasla mükemmel bir uyum gösterdiler. Mesela daha fazla şeker almak isteyen maymun, üzüm tüketmiyordu. Ardından maymunlara kumar oyunları öğreten Chen, deney sonunda şu tespiti yaptı:

T RA M PA PARA I 5 3

'İnsanların yaptığı gibi saçma kararlar veriyorlardı. istatiksel olarak kapuçinleri birçok borsa yatırımcısından ayırt etmek imkansızdı.' Alışveriş ve kumarın yanı sıra, başka amaçlar için de para harca­ dılar. İki maymunun yemeğinden kısarak artırdığı parayı sekse harcadığını gören araştırmacılar şoke oldu. Para kazanan may­ mun ise yeniden üzüm satın alıyordu. Her sabah gerçekleştirilen para dağıtımında yaşanan kargaşa, görülmeye değerdi. Pek çoğu fırsat bulduğunda para çalıyor, çalamadığı takdirde güçsüz may­ munların hakkını gasp ediyordu. Bu deneyi okuyunca, uygarlığı bilim çağına taşıyan unsurun para olduğunu iddia edebilir miyiz? Cevabınız ne olurdu bilmiyorum ama teampayla yaşayan atala­ rımızın kapuçin maymunları kadar fınans bilgisi yoktu. Hatta kapuçin maymunlarını çatışmaya yöneiten paranın varlığından bile habersizlerdi. Eğitilmiş bir hayvan, bir başka hayvanı eğitemez ama insan yapabilir. Hayvanlar geçmişi bilemez ama insanlar bilebilir. Hepsinden önemlisi hayvanlar geleceği tasarlayamaz ama in­ sanlar tasarlayabilir. Ürün ve insan sayısı arttıkça, alışverişlerin teampayla yapılamadığını gören atalarımız, çözüm aramaya başladı. Birbirlerini eğiterek ve tecrübelerinden ders çıkararak, uygarlığın ilk fıziki parasına ulaştı. İşte mal para isimli bu keşif, Maymunlar Cehennemi adlı fılmin fragınanı olacaktı.

M A L PARA (MO 4000 - M O 3 0 0 0 ) "'\.Ttizyıllar süren mücadele sonucunda tahıl ve hayvanı I. evcilleştiren insanlık, korku çağını aşmayı başarınıştı ancak bu sefer de başka pürüzler çıktı. Örneğin her istediği tahılı ekip biçrnek veya her ihtiyaç duyduğu ürüne sahip olmak mümkün olmuyordu. Halbuki bu ürünlerden başka kabilelecin elinde vardı. Peki, bunları almak için o insanlara ne vermeliydi? Hadi ortak bir değişim aracı bulundu diyelim, geniş kitleler nasıl ikna edilecekti? Sayısız yaman soru ... Yaklaşık 5 . 000 yıl düşündük ve sonunda para kavramını bulduk. İnsanlığın ilk fiziki parası, yine insanların ürettiği mallardı. Özellikle yiyecekler, elmas kadar kıymetliydi. Bu yüzden üretim sürecinde yer almayan kimseler nüfus sayımına dahil edilmezdi. Atalarımızın hangi malları hangi sebeplerle para yerine kullan­ dığına ilişkin anlamlı gerekçeler beklememek lazım çünkü fazla seçenekleri yoktu. Ruhu, özü ve şekline bakmadan en kıymetli varlıklarına yani temel besin maddelerine para dediler. Yasal paranın keşfedilmediği ve sayı sisteminin icat edilme­ diği o günlerde, paranın standart bir değer ifade etme fonk­ siyonu gelişınediği için her topluluk, kendi coğrafyasında

5 6 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

yetişen gıda ürünleriyle alım satım yapardı. Haliyle her mal para türü, onu tanıyan ve talep eden mecralarda işlem gördü. Mezopotamya'da arpa, Mısır'da bira, İzlanda'da kurutulmuş balık, Babil'de hurma, Çin'de çay, Kore'de pirinç, Virginia'da tütün, Etiyopya'da tuz, Midilli'de zeytinyağı gibi binlerce ürün, para yerine kullanılarak diğer malların alım satımına aracılık etti. İşte gündelik hayatın idamesinde ortak değişim aracı olan bu besinierin hepsine birden mal para diyoruz.

Sümer Arpası Mewpotamya'da tahılı evcilleştiren atalarımız, beynimizin en mükemmel icadarına yine bu coğrafyada başladı. Bölgenin mucidi Sümerlerdi. Yerleşik hayata herkesten önce adapte olan Sümerler, kabileden devlet sistemine geçerek hayatımızı ko­ laylaştıran pek çok icat ve keşfe imza attılar. Örneğin 6'lık ve 1 O'luk sayı kombinasyonu kullanarak günün 24 saat ve daire­ nin 360 derece olduğunu keşfettiler. Yazı, tekerlek, saban gibi icatları; edebiyat, astronomi, tıp, hukuk gibi bilimlerin kurucu düşüncelerini Türkiye' nin güneydoğusu, İran' ın batısı ve Irak' ın kuzeyinde yaşayan Sümerlere borçluyuz. En çarpıcı keşifleri ise arpa tanelerini para yerine kullanmayı akıl eden ilk medeniyet olmasıydı. Uygarlığın ilk mal parası olan Sümer arpası başta olmak üzere bütün mal paralar, herhangi bir devlet müdahalesi olmaksızın yüzyıllar içinde kendiliğinden ortaya çıktı. Ancak mal paraya alışmak, yaşamsal önemine rağmen kolay olmadı. Fakat nasıl ki insan azken onu üreten kadın değerliyse insan arttıkça onu do­ yuracak besinler de kıymete bindi. Günümüzden 6.000 yıl önce yeryüzünün süper gücü olan Sümerler, on bin nüfuslu şehirler inşa etmişti. Toplamda 300 bin kişilik işçi kadrosu, aylık vardiya sistemiyle çalışırdı. İşte bu devasa organizasyonu ayakta tutan,

MAL PARA I 5 7

Sümer arpasıydı. Üzerinde nominal değeri yazmayan arpayla ödeme yaparken kargaşaya sebep olmamak için aşağı yukarı bir litreye denk gelen standart çömlekler üreten Sümerler, bunlara 'sila' adını verdi. Arkeologların Sümer kentlerinden çıkardığı boyları eşit ve kenarları eğik lciseler, ödemeler esnasında kulla­ nılan ilk ölçü birimiydi. Ücretlerin, göz kararı yerine silalar ile ödenmesiyle kimse alıp verdiğinden şüphe etmez oldu. Basit görünen bu ölçü sistemi öylesine önemliydi ki silalar sayesinde kolayca bölünebilen arpa, ideal para birimi olarak yıllarca yaşadı. Bir erkek işçi ayda 60, kadın işçi 30, ustabaşı ise 1 .200 ile 5.000 sila aralığında kazanırdı. En obur ustabaşı bile ayda bu kadar arpayı yiyemezdi ama artanıyla kıyafet, şeker, tuz, yağ, keçi, köle veya istediği başka bir şeyi alabilirdi. Sümer arpası, ücretlecin ödenmesini sağlamakla kalmayıp diğer ürünlerin satış fıyatını da belirleyen temel ınaldı. Dolayısıyla çarşı pazardaki fıyatlar, Sümer arpası üzerinden belirlenir ve bütün alışverişler Sümer arpasıyla yapılırdı. Sümer devletine çalışan işçilere arpa dışında ürünleele de ödeme yapılırdı. Özellikle yıl başlarında yün ve deri; zaman zaman bira, ekmek, kumaş veya giysi verilirdi. Arpa dışındaki malların ödeme sistemine girmesiyle siladan farklı ölçü birim­ lerine gerek duyuldu. Şansları yaver gitti, nitekim aradıkları aletler vücutlarında vardı. Başparmak, avuç, boy, karış, arşın, endaze, kulaç ve adım gibi yeni ölçüler geliştirildL Çünkü in­ san uzvu taşınabilirlik açısından kusursuzdu ve fakirler bile bunlarla pazara gidebilirdi. Kant'ın 'El, dışarıya doğru uzamış bir beyindir, ' vurgusunu doğrularcasına; 'avuç açmak, alnını karışlamak, üç adımlık yol, kaç kulaç' gibi onlarca tabir işte böyle çıktı. Bazıları o kadar uzun süre kullanıldı ki zamanla para birimi oldu. Örneğin 'dirhem' tabirinin kökeni, iki avuç dolusu manasma gelen manah sözcüğüydü.

5 8 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PARA

Sümer arpasının para yerine geçmesiyle birlikte tahıl am­ barları tapınağa, tapınaklar da tahıl ambarına dönüştü. Toplu yapılan ibadet ve duaları önemseyen Sümerliler, tapınakları büyüttü. Böylelikle kutsal mekan kavramı doğdu. Tarihteki ilk şehirleşmenin mabetler etrafında başlaması da bu yüzdendi. Ta­ rım toplumlarının yaşamı, avcı toplurnlara kıyasla karmaşıktı. Kalabalık olduklarından standart bir takvime göre yaşarlardı. Belli zamanda ekmeleri, belli zamanda biçmeleri gerekirdi, aksi halde sistem çökerdi. Böylelikle kutsal zaman kavramı doğdu. Her yeni coğrafya, yeni bilinmeyenler ve yeni tehlike­ ler demekti. Böylelikle ilk bilim dalı olan astronomi doğdu, zira gökyüzü yatırım gerektirmeyen doğal bir laboratuvardı. Mevsimsel ritmi önceden bilme ihtiyacı belli bir zümreye itibar kazandırdı. Bu kesim, şatafadı bir unvanla sıradan insanlardan ayırt edilmeliydi. Böylelikle kutsal kişi kavramı doğdu. Kimisi­ ne rahip-papaz, kimisine şarlatan-müneccim veya falcı-phin dendi. Para olgusu ise kutsal mekan, kutsal zaman ve kutsal kişi kavramlarını birbirine bağlayan değişmez sembol olmaya devam etti.

Mal Paranın Alfabesi: Çivi Yazısı Yazılı bir metnin mutlaka bir makale veya romana ilişkin olduğunu zannederiz fakat ilkel literatür söze bağlıydı. Gerekli olduğuna inanılan bilgi ezberlenirdi. Efsane, şiir, destan gibi forrolara dönüştürülen toplumsal birikimler ise belagat ustaları tarafından takrir usulüyle gelecek nesillere nakledilirdi. Tahıl ve hayvanı evcilleştiren atalarımız, her ikisini de tapınaklarda depolayıp yerleşik hayata geçince sözlü kültür yetmez oldu. Trampalı günlerde yazıya gerek duyulmamıştı. Bunun bir­ kaç sebebi olabilir: Öncelikle göçebe yaşayanlar ne düzenli ticari hayat ne de düzenli bir borç alacak ilişkisi kurabilirdi.

MAL PARA I 5 9

Hlliyle finansal hafızaya gerek yoktu. İkincisi kabileden devlete geçilmediğinden vergilendirme mantığı yerleşmemişti. Üçün­ çüsü ise para ortaya çıkana kadar yalan icat edilmemişti. Nasıl ki insan ve ürün artışı mal paranın doğumuna yol açtıysa mal paranın kullanımı da yazının icadını tetikledi. Köylerin şehirlere, şehirlerin devletlere dönüşmesiyle birlik­ te finansal işlemler kurumsal boyuta taşındı. Günbegün yüz­ lerce insan gelip mal teslim ediyor veya her birine ödeme yapı­ lıyordu. Teslimadar komünal faaliyetleri yöneten din adamları tarafından onaylanmalıydı. Depodaki silahların, yiyeceklerin, giysilerin önceki sayımla aynı olup olmadığı kontrol edilme­ liydi. Sürülerini odatan çobanlar geri döndüğünde koyunlar sayılmalıydı. Tüccarlar ise bir malın karşılığında ne alıp ver­ diğini bilmeliydi. Tüm bu sorunları çözmek isteyen Sümerler, tarihteki ilk yazı sistemini geliştirdi. Zira alışveriş sayısı arttıkça akılda tutmak zorlaşıyordu. Yazılı uygarlığın öncü sembolleri olan beş bin yıllık bu kayıtlar, yazı ve bürokrasinin temeliydi. Sümerler ile başlayıp Mısır'da gelişen kalem kültürü, hemen hemen adını bildiğimiz tüm medeniyetleri kuşattı. Nasıl ki Sümer arpası artan ekonomik faaliyetlere çare olduysa, Sümer çivi yazısı da yoğunlaşan idari faaliyetlere çare oldu. Peki, mal paranın tetiklemesiyle icat edilen çivi yazısı neye benziyordu? Bunların en erken örneği günümüz Irak sınırlarında bu­ lundu. Avuç içi büyüklüğündeydi. Kesinlikle bir edebiyat eseri değildi. Yazmak, zahmetli olduğundan sadece işçilere yapılan ödemeler gibi mali işlemler veya savaşlar gibi tarihsel olaylar kaydedilirdi. Sesli karşılığı yoktu yani okunamazdı. Sadece alı­ nan veya verilen malın resmini gösterirdi. Örneğin arpa resmi arpa borcunu, balık resmi ise balık borcunu simgelerdi. Bilginin ilk yaşam kapsülü olan Sümer metinleri iki tür işaret birleştirile­ rek kil tabietiere işlenirdi. Birinci tür işaretler sayıları, ikinci tür

60

1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PARA

işaretler ise insan, ürün, toprak, tarih ve benzeri şeyleri temsil ederdi. Sümerli tüccarlar arasındaki vadeli satışlar, kredi ve tahsilatlar düzenli şekilde kil tabietiere yazılınca insanın hafıza ayıbını örten muhasebe biliminin ilk örnekleri ortaya çıktı. Bunlar sayesinde beynimizdeki soyut bilgiler kaybolmak yerine somut bir şekle büründü. İki bin sene kullanılan bu tabietierin yarım milyondan fazlası günümüze ulaşmıştır. Her coğrafYa Mezopotamya kadar yaratıcı değildi. Yazı, sayı ve hesaplama tekniklerinin gelişınediği yörelerde iş yapmaya çalışan tüccarlar sürekli ihtilafa düşerdi. Çözüm, bildiğimiz basit sopalarda bulundu. Kullanımı kolaydı. Borçlu ve alacaklı bir araya gelir, uzun bir sopanın kenarlarını temizler sonra iki tarafına borç taksitlerini gösteren çentikler atarlardı. Ar­ dından sopa ikiye bölünür; borçlu taraf ağır parçayı, alacaklı ise hafıf olanı alır ve günümüz sözleşmeleri gibi saklardı. İki tarafın sopasında eşit çentik olduğundan okuma yazma bil­ meye gerek kalmazdı. Taksit zamanı sopalar karşılaştırılarak doğruluğu kontrol edilir, ödeme yapılınca çentiklerden biri kazmarak silinirdi. Çentiklerin boyutu, paranın miktarını veya tarafların cinsiyetini gösterirdi. Bu yöntem, 1 826 yılına kadar Britanya'daki vergi tahsilatları ve Orta Asya'da nüfus sayımı için kullanıldı. Bir nevi cari hesap defteri olarak Anadolu'da da bi­ linen bu sopalar Türkçe'ye çete le tutma tabirini kazandırmıştır. Bu yöntem, kağıt ve kalemin kısıtlı olduğu günlerde emtiaları ve bunların hareketlerini kaydetmek durumundaki ordulardan çobanlara, belediye görevlilerinden kilise vakıflarına uzanan çok sayıda topluluğun işine yaradı. Sümerler yazı sistemiyle olduğu kadar mal para çeşitleriyle de medeniyetin beşiği olmaya hak kazanmıştı. Arpa gibi katı para yanında bira gibi sıvı paralar da kullandıkları için çağ­ daşlarından daha ileri düzeyde bir parasal sisteme sahiplerdi.

MAL PARA ! 6 1

Sıvı Paralar: Bira ve Çay Tapınaklarda veya güçlü ailelerin kilerinde depolanan ar­ palar, yağmur suyuyla mayalanınca dünyanın ilk alkollü içkisi olan bira keşfedildi. Tadı biraz mayhoştu ama hem besleyici hem de hijyenik olduğu fark edilince talep arttı. Kısa sürede arpa ve ekmek kadar aranır olan b ira, S ümer halkının gözünde sıvı paraya dönüştü. Biranın paylaşımında da sila devreye girdi. Sümer tapınak işgücünün en alt kademesinde çalışan düz işçiye günlük bir sila, memurlara iki, yöneticilere ve saray hanımiarına üç, üst düzey memurlara ise beş sila bira verilirdi. Daha ilginci ise MÖ 2350'den itibaren Sümer devletine rakip olan Akad Krallarından Şarrukin dönemine ait belgelerin, başlık parasının birayla ödendiğini aktarmasıdır. Kolay bölünmesi, besin değeri, üretim bolluğu gibi faktörlerin yanı sıra biranın bu kadar öne çıkmasının asıl sebebi sudan daha steril olmasıydı. Zira insan çoğaldıkça bulaşıcı hastalıklar artıyordu. Politik birlik olan Antik Mısır' ın temel para birimleri de arpa ve biraydı. Mısırlıların temel besin maddelerinden olan ekmek ve biranın hiyeroglifıne bakılırsa ikisinin de yiyecek sözcüğüne karşılık geldiği görülür. Bu kelimelerin diğer ortak anlamı ise refah demekti. Bir Mısır yazıtı, okula giden çocukların sağlıklı büyümeleri için günde iki küp bira ve üç küçük sornun ekmeği tüketmelerini ister. Walter Benjamin'in 'Kültürel olduğu kadar barbarlık belgesi olmayan abide yoktur, ' şeklinde tanımladığı sıra dışı yapılardan biri olan Giza piramidi, birayla ödeme yapılan yerlerin en göze çarpanıydı. MÖ 2SOO'lerde piramitlerde çalı­ şan işçilerin barındığı kasahada ortaya çıkarılan hiyarogliflere göre ücretler birayla ödenirdi. Piramit tamamlandığında yüzeyi güneşte parlayacak şekilde cilalanırdı. Piramidin en tepesine ise 'ben ben taşı' denilen bir kaya kon urdu. Daha parlak görünmesi için de altınla kaplanırdı.

62 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

A n t i k M ı s ı r' d a m a l p a rayla d e ğ i ş t o k u ş u g österen b i r d uva r res m i .

Mezopotamyalılar gibi Çinliler de hijyen açısından güve­ nebilecekleri bir içecek arıyordu. 'Evrekd diye haykırdılar mı bilmiyoruz ama çayı onların keşfettiğine eminiz. Çayın tam olarak ne zaman ve nasıl yayıldığı kesin değil fakat M Ö 6. yüzyılda Budist keşişlerin etkili olduğu varsayılıyor. Keşişler, çay içmenin zihinsel yoğuntaşınayı güçlendirdiğini hatta yor­ gunluğu azalttığı için meditasyona yardımcı olduğunu biliyor­ lardı. Çay, MS 4. yüzyılda o kadar popülerleşti ki yabani çay yapraklarını toplamak yerine kontrollü çay tarımına başlandı. Tang hanedanlığı döneminde ise ulusal içki oldu. Çay demienirken yeterince kaynatılmasa bile güçlü antiseptik özelliği sayesinde biradan bile daha güvenliydi. Modern araş­ tırmalar çaydaki tanen asidinin kolera, tifo ve dizanteriye yol açan bakterileri yok ettiğini ispatladı. Kolay ve hızlı hazırlanıyor, üstelik bira gibi bozulmuyordu. Suyla bulaşan hastalıkları ve bebek ölümlerini azaltan, güvenilir bir arıtma teknolojisiydi. Bira ise kaynatılmıyor sadece tahıla su katılarak kendi kendine fermente olmaya bırakılıyordu. Uygarlık tarihi Mezopotamya'da başlamış olsa da Çin medeniyeti her yönden onları geçti. Ger­ çekten de çayın biraya nazaran daha antiseptik olması, sarhoş etme yerine ayıltması, çabuk bozulmaması gibi avantajlar çay

MAL PARA I 63

tüketen toplumların daha sağlıklı ve daha üretken olmalarını sağlamış olabilir. Cazibesi stratejik aşamaya gelince, çay bir mal gibi alınıp satılınaktan ziyade paranın devreye girmesi gereken yerlerde, doğrudan değişim aracı olmaya başladı. Özellikle madeni pa­ ranın hüküm sürdüğü 7. yüzyıla gelinmesine rağmen çayın ticaret hacmindeki payı artınca büyük miktarda nakit taşı­ mak durumundaki Fujianlı tüccarlar, altın veya gümüş sikkeler yerine kalıp biçimine soktukları çayın bizzat kendisini para olarak kullanmayı tercih ederek mal paraya döndüler. Hatta imparatorluk merkezinden uzaklaştıkça madeni paralar değer kaybederken çayın değeri artıyordu. Dolayısıyla Orta Asya nın bazı kesimlerindeki para formu, yakın zamanlara kadar madeni para veya banknot değil bildiğimiz çaydı.

Keyifli Paralar: Tütün ve Sigara Asya kıtasının MÖ 4000'lerden beri mal para olarak kullan­ dığı tütün, Amerika kıtası için adeta bir yaşam iksiri oldu. ı 620 yılında Mayıs Çiçeği isimli gemiyle İngiltere'den Arnerikaya göçen ilk yerleşirnciler yoksuldu. Zaten bu yüzden gelmişlerdi. Yanlarındaki metal paralar yetersiz olduğundan Kızılderili kabi­ lelerinde gördükleri mal para türlerini kullandılar. Tütünün en kapsamlı uygulaması Virginiada görüldü. Şehrin kuruluşundan on iki yıl sonra para yerine geçen tütün, ı 642'de resmi para oldu. Aynı yasayla, altın ve gümüşe bağlanmış antlaşmalar ge­ çersiz kılındı ve tütün, 200 yıl boyunca para yerine kullanıldı. Maryland'da ise ı SO yıl yaşadı. Altın standardının ı 879'dan ı 97 ı ' e kadar sürdüğünü düşünürsek bölgesel olmdda birlikte tütün standardı, altın standardından iki kat fazla ömürlüydü. Tütünün satın alma gücünü korumak amacıyla oldukça has­ sas davranılmıştı. Mesela ı 666 yılında Virginia, Maryland ve

64

1 AN T İ K ÇAC DAN G E L E C E G E PA RA

Carolina arasında imzalanan antlaşmayla tütün üretimine bir yıl ara verilerek bir nevi para basımında kısıntıya gidildi. Para olarak neyi kabul ettiyseniz onunla alakalı işieyecek ilk kural Gresham Yasası5 olacağına göre iyi tütünler saklandı ve ikinci kalite tütünler piyasaya sürüldü. 1 727 yılına gelindiğinde tütün­ leri sınıflandırmak için antrepolar kuruldu. İşte yüz yıla yakın işlem gören Virginia eyalet parası, bu antrepoların onayladığı tütün sertiflkalarıydı. Kolomb'un Amerika'ya ulaşmasından sonra sigaraya dö­ nüşen tütün, göğüs hastalıktacına iyi geldiği söylemisiyle önce Avrupa'ya, ardından İngiltere'ye, 1 60 1 yılında da Anadolu'ya ulaştı. Elli yıl öncesine kadar zararları bilinmeyen sigara ise esir kampları ve hapishanderin vazgeçilmeziydi. Gerçek paranın giremediği bu tip yerlerde ya para oldu ya da diğer tüm mal ve hizmetlerin fiyatı onunla ölçüldü. İkinci Dünya Savaşı' nda esir düşen Amerikalı Robert A. Radford isimli asker, yıllarca Alman esir kampında yaşamak rorunda kalmıştı. Radford, 50 bin esirin yaşadığı kamptaki takas veya trampa sistemini şöyle anlatır: 'İlk zamanlar, bir kutu reçelle çeyrek kilo margarin, bir paket sigarayla birkaç kutu çikolata alıyorduk. Ancak zamanla işler karıştı. Mesela bende fazladan traş bıçağı vardı ve bununla ekmek almam lazımdı ancak fazladan ekmeği olan gömlek isteyince tram­ pa yapamıyorduk. ' Aslında binlerce yıl önce yaşanmış sıkıntıyı tecrübe ediyorlardı. Esirler, para gibi herkesin ikna olacağı bir malı merkeze alarak bu sorunu çözmeyi denediler. Kızıl· Haç'ın 5

1 6. yüzyıl İngilteresi, paraya sıkıştıkça sikkelerin içindeki maden oranını azalta­ rak piyasaya sürmeye başlamıştı. Ancak ne zaman bu işleme başvurulsa maden değeri yüksek şiiinierin ortadan kaybolduğu fark edildi. Kraliçe I. Elizabeth, mali danışmanı Sir Thomas Gresham'ı çağırarak sebebini sordu. Konuyu inceleyen Gresham '! şilin nominul değerinde iki udet pummız olduğunu düşünelim. Hangi­

sinin içinde gümüş fuzluysu onu suklur, değersiz olunı kullunırız. Bu yüzden muden değeri yüksek olun pumlur piyusudun çekiliyor,' dedi. 'Kötü para, iyi parayı kovar: şeklinde özetlenen bu açıklama, ekonomi biliminin temel kurallarından birine dönüşerek kısaca 'Gresham Yasası' adını aldı.

MAL PARA I 6 5

bağışladığı sigaralar bulunmaz nimetti. Tütünden daha kolay bölünüyordu. Sigara parası, kısa zamanda belli bir standarda ulaştı. Örneğin bir gömleği seksen veya yüz yirmi sigaraya satın alabilirdiniz. Bir bardak kahve ise iki sigaraydı. Sistem, nakit para ekonomisinin mal para modeliydi. Paketten çıkan tek bir sigara, bozukluk için idealdi. Hele yirmilik paketler büyük alışverişler için külçe altın gibiydi. Öncelikle sahtesinin yapılması wrdu. Bunun yanında eğer sigaranın değeri yükselirse istediğinizi satın alabilir eğer düşerse üzüleceğinize oturup bir tane tüttürebilir veya arkadaşımza ikearn edebilirdiniz. Böylelikle para arzını azai­ tıp piyasayı dengeleme şansınız olurdu.

Para Formunda Yaratıcı Yıkım Mal paraların birkaç ortak noktası vardı. Öncelikle istikrarlı bir değere sahipti. Kolayca bölünebilirdi. Oldukça dayanık­ lıydı. Ticaret hacmini karşılayacak miktardaydı. Bu vasıfları taşıyan her meta, uzun süre mal para olarak yaşadı. Mal para­ ların kullanımıyla birlikte paranın ilk işlevi olan değişim aracı fonksiyonu literatüre girdi. Kolayca bölünemeyen bazı şeyler de mal para olarak tercih edildi. Örneğin sığır. Eski Yunan toplumunun kabul ettiği ortak değer ölçüsünün sığır olduğunu Homeros'un tlyada ve Odysseia destanlarından biliyoruz. Tannlara kurban edildi­ ğinden bu hayvana ayrıcalık tanınmıştı. Sadece soylular sahip olabilirdi. Diğer ürünlerin yanı sıra insanlar bile sığır ölçüsüne göre listelenirdi. Örneğin yaşlı bir kadın esir dört sığır, güçlü bir erkek köle ise yirmi sığır ederdi. Halkın koyun ve keçiyle yetinmek zorunda bırakılması, sığıcı servet unsuru yapmıştı. Dayanıklıydı, hareket kabiliyeti vardı ama arpa veya bira ka­ dar kullanışlı değildi. Çünkü bölünemiyordu. Sırf bu yüzden yaygınlaşamadı zira külçe altından farksızdı.

66 1 ANT İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PARA

Sığırın önemi pek çok kavramın doğumuna yol açtı. Roma İmparatorluğu' na ait madeni para birimlerinden olan 'as' söz­ cüğü bir ineğin yüzde birine eşit anlamına getirdi. Sığıda ilişkili İngilizce sözcükler arasında 'varlıklı' anlamına gelen pecunious ve 'fakir' anlamına gelen impecunious vardır. Avrupa kültüründe büyükbaş hayvan tabirinin önemi, 'capital' ile aynı Latince kökten türetilmiş cattle yani sığır sözcüğüyle ortaya konabilir. 'Köle' gibi taşınabilir her türlü kişisel mülk manasındaki chattel sözcüğü de aynı köktendir. Ekonomi tarihinde iz bırakan kapi­ talizm ve feodalizme ait başat kavramların, sığır sözcüğünden türemesi manidardır. Kısacası atalarımız değer atfettikleri her şeyi mal para olarak kullanmayı denedi. Yenilir içilir olması ise ayrı bir tercih sebe­ biydi. Özellikle açlık korkusunun pusuda beklediği dönemlerin tüm mal paraları, mutlaka bir gıda ürünüydü. Bazı topluluklar ise hayati önemdeki gıda ürünleri yerine, bildiğimiz taş parça­ larına 'para' dedi. 1 . 500 yıl önce Caroline Takımadaları içinde yer alan Yap Adası sakinleri, fei adını verdikleri sıradan taşları para olarak kullanmakta yetinmeyip dört tonluk olanlarıyla merkez bankası kurdu. 650 kilometre uzaktaki kireçtaşı ocak­ larından kano ve sallada getirilen bu taşların en küçüğü fincan tabağı kadar, en büyüğü ise dört metreydi. Küçükleriyle balık veya domuz alınırken daha büyükleri çok ağır olduğundan sabit şekilde durur, önemli miktd.rda alım satırnın yapılacağı zamanlarda üzerine mülkiyetİn el değiştirdiğini gösteren bir not düşülecek yerinden oynatılmazdı. Geçen yüzyılın başında adaya giderek parasal sistemi ince­ leyen antropologlar, ilginç bir hilciyeye rastladı. Yeriiierin en varlıklı ailesi, büyük bir fei parasına sahipti. Ama kimse taşı görmemişti çünkü denizin dibindeydi. Ailenin anlattığına göre bu taşı bulan dedeleri, kayığına bağladığı bir salın üzerine bu

MAL PARA ! 6 7

taşı koyup evine dönüyordu. Korkunç bir fırtınaya yakalandı. Parayı taşıyan sal, alabora olmak üzereydi. Adam mecburen salın ipini keserek muazzam servetinin batışını izledi. Adaya döndüğünde öyküsünü anlattı. İnsanlar ne taşın varlığından ne de büyüklüğünden kuşkulandı. Tıpkı günümüz merkez bankası kasalarında tutulan altınların sorgulanmaması gibi! Yenilip içilmeyen mal para türleri arasında Kongo'da ku­ maş, Sumatra'da kafatası, Kızılderililer'de wampun boncuğu, Rusya'da deri ve post işlem görüyordu. Bu tür mal paraların en bilineni ise deniz kabuklarıydı. Dört bin yıl boyunca tüm Mrika, Güney Asya, Doğu Asya ve Okyanusya'da para olarak kullanıldı. Örneğin koloni mücadelesinin yoğun olduğu ı 7. yüzyıl başlarında, dünyanın en güçlü donanmasına sahip Hol­ landa Krallığı haraç toplarken deniz kabuklarını kabul ederdi. İngiliz İmparatorluğu ise yirminci yüzyılın başlarına kadar Orta Mrika'daki kolonilerinden vergi olarak bu kabuklardan alırdı. O günleri bizzat tecrübe eden Marcus Samuel, ı 897 yılında Sumatra adasında petrol bulunca şirket kurmaya karar verdi. Firmasına isim ve logo lazımdı. Şirketin ismini Shell koyan Samuel'in bulduğu logo ise vergilerin deniz kabuklarıyla top­ landığı günlerin kurumsal hatırası olarak günümüze kadar ulaşmıştır. Antik çağ toplumlarının faydasız nesneleri para yerine kul­ lanması garip gelebilir. Fakat şimdilerde para yerine kullandığı­ mız şeyleri düşününce onlardan farklı almadığımız ortadadır. Zira para, psikolojik bir kurgudur. Aksi halde insanların arpa, bira veya çay gibi yenilebilen ürünler yerine taş, deniz kabu­ ğu veya boncuk gibi yenilemeyen şeyleri neden tercih ettiğini açıklayamazdık Atalarımızın yiyecek dışındaki bir nesneye para vasfını yüklemesi, mal para döneminden günümüze uza­ nan inavasyon zincirinin ilk halkasıydı. Gerçekten de uygar-

68 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

lık tarihini şekillendiren icadarın pek çoğu, bilinen objelere yapılan basit eklemelerden ibarettir: Bir sapaya çentik atarak cari hesap defterine dönüştürmek veya çay yapraklarını kalıba sokarak para yerine kullanmak gibi. Ancak bazı icatlar, yara­ tıcı yıkımla ortaya çıkar: Telgraftan internete veya mumdan elektriğe geçiş gibi. Mal para türlerinin zamanla gıda ürünleri dışına kaymasının sebebi açlık korkusunun ortadan kalkmasıydı. Arpanın bollaştı­ ğı yerde arpadan, çayın bollaştığı yerde ise çaydan para olmazdı; en azından satın alma değerini koruyamazdı. Dolayısıyla gıda ürünlerine kolay ulaşan toplumlarda, mal para türlerinin özü değişmeye başladı. Bu değişim ise uygarlığı hiç beklenmeyen bir yöne savuracaktı. Avrupa'dan Amerika' ya, Çin'den Mezopotamya topraklarına kadar 4.500 sene ufak değişikliklerle tıkır tıkır işleyen mal para sistemi, insan ve ürün sayısının artışına cevap veremez nokta­ ya gelince sistem tökezledi ve farklı bir para modeli arayışına girildi. Bu arayış, para tarihindeki ilk paradigma değişimine yol açacak ve değerli metallerin paranın tahtına oturmasını sağlayacaktı. İşte o günden sonra icat edilecek tüm para form­ ları ise bu değerli metallerden güç alarak varlığını sürdürecekti.

TAR T I P AR A (MÖ 3000 - M Ö 600 ) al parayı icat eden Sümerler, altın roadenine ilahi

M bir vasıf yükledikleri için para yerine kullanmaz hatta altın verince arpa bile alamazlardı. Sümer inancına göre 50 tanrı vardı ve bunlar altın aramak amacıyla dünyaya gelmişti. Nerede bir altın bulunsa tanrılar adına tapınaklara teslim edilirdi. Sümerlerin yıkılmasıyla altının kutsallığı da yıkıldı ve para olarak kullanılmaya başladı. Ancak altının bir ödeme aracı olmasını Mısırlılara borçluyuz. Antik Mısır'daki altın miktarı, Amerika keşfedilene kadar bilinen altın top­ lamından fazlaydı. Çok yumuşak olduğundan kolayca şekil verilen altın Asurlular eliyle mücevhere, firavunlar sayesinde ise sanat eserine dönüştü. Gümüş, tartı para olarak kullanılan başlıca madendi. Çin, Roma, Avrupa ve Osmanlı piyasalarına da gümüş hakimdi. Halen yıllık gümüş üretimi 23.000 ton civarında olup tarih boyunca çıkarılmış gümüşün ı ,5 milyon ton olduğu tahmin edilir. Gümüş rezervlerinin altın rezervinden ı ? kat fazla oldu­ ğu, eski zamanlarda da bilinmekteydi. Örneğin madeni paranın zirve yaptığı ı 6. yüzyıl Avrupası'nda ı gram altın ı 3 gram gü­ müş ederken, Doğu'da ı o gram gümüş bir gram altına bedeldi. Tartı para olarak kullanılan en düşük kıyınetteki maden ise bakırdı. Altın ve gümüşten katbekat fazla olduğundan bu-

7 0 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PARA

gün bile kilosu on dolar etmez. Çok ucuz olduğundan sadece gündelik alışverişte kullanılan bakır paralar, koyun derisinden yapılan meşin adlı keselere konurdu. Kırmızı renge sahip ba­ kır, zamanla oksitlenir ve kesenin dışını da kırmızıya boyardı. Veresiye satmak istemeyen esnaf işte bu yüzden 'para peşin, kırmızı meşin' der. Tartı para yerine geçen metallerin ruhu veya şeklinden zi­ yade özü önemliydi. Zira değerli madenler, tahıldan önce de bilinirdi fakat yeterli yiyeceğin olmadığı yerde süs eşyasından ileri geçemedi. İşte bu yüzden Nil Vadisi'nin verimli toprakla­ rında yaşayan Mısırlılar, açlık sorununu aştıktan sonra değerli metalleele ödeme yapmaya başladı. Başka madenler de ödeme aracı olarak kullanıldı fakat altın, gümüş ve bakır 5 .000 yıldır yaşayan tartı para formunun özneleri oldu. Haliyle bu me­ tallerin çıkarıldığı maden ocakları merkez bankası gibiydi ve ilgili madenin adı o yöreye verilirdi. Srebrenitsa ve Arjantin'in gümüş, Kasiterites Adası kalay, Kıbrıs'ın bakır anlamına gelmesi veya bazı şehirlere Gümüşhane, Madenşehir denmesi gibi... Değerli metallerin tedavüle girmesiyle birlikte; altın made­ ni devletler arasında, gümüş madeni tüccarlar arasında, bakır madeni ise halk arasında işlem gördü. Ancak her birinin tartı para olmak için aşması gereken iki problem vardı. Bunların ne olduğunu anlamak için kuyumcuya giderek bir kolye satmak is­ temeniz yeterlidir. Ardından tezgahtarın hareketlerini gözleyin. Öncelikle kolyeyi alıp hassas terazide ağırlığını ölçecek, sonra özel aletleriyle ayarını tespit edecek ve ufak bir hesap yaparak ödeyeceği rakamı söyleyecektir. Demek ki bir değerli madenin kaç gram ve hangi ayarda olduğunu bilmeden fıyatını tespit edemiyoruz! Peki, beş bin yıl önce değerli metallerin ölçü ve ayarı nasıl anlaşılıyordu?

TART I PARA I 7 1

Tartı Paranın Ölçüsü Mısırlı sarraflar altını eritip eşit çubuklar halinde döker, tüccarlar da bunları kesip tartmak suretiyle ödeme yapardı. MÖ 3200'lerde basılan bu madeni çubukların üzerinde ilk Firavun Menes'in adı yazardı. Arpa gibi çuvala konmayan, bira gibi kaseye dökülmeyen altını nasıl tartmışlardı? Modern terazileri olmadığına göre ortak ölçü birimleri nasıl bir şeydi? Her zamanki gibi tabiata başvurup arpa, harnup, buğday veya hardal tanelerini ölçü birimi yaptılar. Harnup adıyla bili­ nen keçiboynuzu çekirdeği, hiç kuşkusuz diğerlerinden farklıy­ dı. Nerede yetişirse yetişsin her biri 0,8 gramdı ve ağırlığı asla değişmezdi. Sıcaktan, soğuktan hatta sudan bile etkilenmezdi. Evrendeki en küçük ölçü birimi bulunduğuna göre harnup ile tartılan paralar dünyanın en küçük tartı parasıydı. Dört çekir-

B i r la h itte b u l u n a n a n t i k M ı s ı r d uva r res m i n d e a lt ı n yüzü kleri n ta rt ı l m a s ı resmed i lm i ş . I M Ö

1 400].

72 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

değin ağırlığı 3,2 grama eşitti. Harnup çekirdeğinden esinlene­ rek ulaşılan bu ölçü, kısa sürede Mısır ve çevresinde kullanılan dirhem isimli paranın standardı oldu. Dirhernin dörtte birine yani her bir çekirdeğin ağırlığına 'denk', denkin dörtte birine 'kırat', kıratın dörtte birine ise 'fıtil' denirdi. İşte 'burnundan fıtil fıtil getirmek' deyimi de ufak ufak zarar vermek anlamını bu ölçüden almıştır. Abdülmedt döneminde basılan meddiye isimli altın sikkeler ise dokuz çekirdek ağırlığında yani 7,2 gramdı. Halktan birinin bu paraya sahip olabilmesi görülmüş şey değildi. Dolayısıyla şık giyimli insanlara meddiye altını gibi parlıyorsun anlamında 'iki dirhem bir çekirdek' denmesi de keçiboynuzu ölçüsünden kalma bir hatıradır. Tarihteki ilk tartı para birimlerinden olan dört çekirdek ölçüsündeki dir­ hem ise halen Birleşik Arap Emirlikleri, Ermenistan ve Fas'ın resmi parasıdır. Her medeniyet kendine ait bir ölçü birimi bularak farklı isimler verdi. Mezopotamyalılar �ekel, İranlılar stater, Babilli­ ler manah, Yunanlılar drahmi, Romalılar denarius, İspanyollar real, Güney Amerikalılar peso, Latinler liret, Almanlar mark ve İngilizler pound veya sterlin dedi. Modern fınans kitaplarının para birimi demesine bakmayın, bu tabirlerin hepsi eskiden ağırlık ölçüsüydü. Hatta bazıları hem gramajı hem de gümüş paranın kendisini ifade ederdi. İsimleri veya şekilleri değişse de tartı paraların kullanım amaçları hep aynıydı. Örneğin Venedik florini denildiğinde 3 , 5 gram ve 23,5 ayar altın anlaşılırdı. Babil'de kullanılan manah 505 gram, peso 8 gram, sterlin 1 ,5 gram altın demekti. Türkiye Cumhuriyeti' nin para birimi olan lira tabirinin atası ise 327,45 gramlık eski Roma ağırlık ölçüsü olan libra ve liret kelimeleriydi. Büyük devletlerin ölçü birimleri diğer toplurnlara da ilham verirdi. Mesela bir bakıyorsunuz Mezopotamya'da icat edilmiş

TART I PARA I 73

şekel Babil'de kullanılıyor veya Persler Lidya'yı fethedip Yu­ nanlılara komşu olunca Yunanlıların drahmisini tercih ediyor, ardından Araplar Perslerden etkilenerek drahmiyi kanıksıyor ve dirheme çevirip İslam Devleti'nin resmi gümüş parası ya­ pıyordu. Şimdi bize ilkel gelen bu ölçü birimleri, antik dünya ekonomilerinin belirli bir düzende işlemesini sağlamıştı. Tartı paralar arasında en meşhuru ise şekeldi. Bir şekel 8,33 gram gümüşe tekabül ederdi. Sami dil ailesindeki karşılığı ise terazi demekti. Berekedi Hilal'deki piyasaları domine eden şekel, hem para hem de ağırlık birimi olarak uluslararası ticaretin gözdesiyken uygarlık tarihini değiştiren bir şey oldu. Musevi inancı gereği, Roma İmparatorluğu' nun parası Sü­ leyman Tapınağı'nda geçmezdi. Çünkü üzerinde Yahudilerin düşmanı olan Pagan imparatorunun resmi vardı. Hahamlara göre bunlar kirli para olduğundan ibadethaneye sokulamazdı. Yarım onsluk gümüşten üretilmiş temiz ve kutsal sikkelerden ise fazla yoktu ve olanların tamamı din adamlarının kontrolün­ deydi. ibadet etmek isteyen Yahudiler tapınak veznesine gidip kirli paralarını, kutsal şekelle değiştirmek zorundaydı. Elbette ki bunun için ciddi bir fark öderlerdi. Sonra da tapınağın di­ ğer tarafına geçerek kurban ya da sadaka ibadetlerini yerine getirirlerdi. Onlar ödevlerini yapmanın huzuruyla evlerine dönerken din adamları da pazarın kaldırabileceği en yüksek fiyatı almaya devam ederdi. Ta ki Hz. Davud soyundan gelen İsa peygamber ortaya çıkana kadar . . . Hz. İsa, üç büyük dinin kutsal kabul ettiği tek melcln olan Mescid-i Aksa'da çevrilen dolabı hazmedemiyordu. Bu işlemin faiz olduğunu ve yap­ mamalarını tembihlerdi. Dini duyguların istismar edilmesine seyirci kalmayıp, hemşerHerini defalarca uyardı. Ancak halıam­ ların kurduğu sistem öylesine Jclrlıydı ki kimseyi caydıramadı. Bir gün dayanarnadı ve faize bulaşmış din tüccarlarını kovdu. Yaşamı boyunca güç kullandığı tek olay, hayatına mal olacaktı.

74 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PARA

Tezgahı bozulan hahamlar, Roma İmparatorluğu adına Filistin Valisi Pontius Platus' a giderek Hz. İsa'yı şikayet et­ tiler. Pontius Platus, Hz. İsa'yı tanırdı. Üç senelik peygam­ berliğinde parasal sisteme müdahale etmediğinin farkındaydı. Örneğin peygamberliğini kabul eden küçük bir kitle, Roma İmparatorluğu' na vergi ödemeye devam edip etmeyeceklerini sorunca dinarların üzerindeki Sezar resmini göstererek 'Sezar'ın hakkını Sezar'a verin, ' demişti. iddiaların düzmece olduğunu bilen Pontius Platus, göstermelik de olsa Hz. İsa ile görüştü ve soruşturmayı kapattı. Bunun üzerine hahamlar, Hz. İsa'nın 'Yahudilerin Kralıyım!' dediğini söyleyerek, dini konsüllerinde mahkeme kurdular. Gıyabında yaptıkları yargılama sonucunda Hz. İsa'nın suçlu olduğu ilan edildi. Fakat cezalandırma yet­ kileri yoktu. Aslında Hz. İsa öyle bir şey söylememiştİ ancak dedikodular Roma'ya ulaşırsa valinin kellesi giderdi. Çünkü 'Yahudilerin Kralıyım!' demek, Roma imparatoru'na kafa tutmaktı. Vali, cezayı onaylamak wrunda kaldı. Halıarnbaşı Kifas'ın askerleri İsa'yı aramaya başladı. İsa, yakın çevresiyle yemekteydi. En güvendiği dostu Yahuda İkaryot tarafından 30 şekel karşılığında ihbar edildi. Koskoca peygamberin hayatı, nereden bakılsa 250 gram gümüşe denk gelmişti! İspiyoncu­ nun mülcifatı, Roma İmparatorluğu'nun resmi tartı parasıyla ödendi. Leonardo da Vinci, San ta Maria Manastırı' nın yemek salonuna çizdiği 'Son Akşam Yemeği' isimli eseriyle işte bu hainliği resmetmişti. Tüm olanlara şahitlik eden şekel ise halen İsrail'in resmi parasıdır. Hz. Muhammed de yabancı paraların tedavülde kalmasına müdahale etmemiş ancak zekat gibi pek çok mali ibadetin karışıklığa mahal vermeden icra edilmesi için vezin ve ayar bakımından 'Mizanımız Mekke mizanıdır, ' diyerek ölçü birim­ lerine standart getirmişti. Buna göre altınlar miskal, gümüşler ise kırat üzerinden hesaplanırdı. Peki, bir miskal veya bir kıra-

TART I PARA I 75

tın ölçüsü neydi? İslam iktisatçılarının tercih ettiği temel tartı ölçüsü, harnup değil arpaydı. Bu yüzden dirhem ve kırat gibi ölçü birimlerinin karşılığı, diğer yörelerden farklıydı. Kuru, kabuksuz ve uçları kesilmiş bir arpa yaklaşık 0,04 gramdı. 5 arpanın ağırlığı olan 0,20 gram ı kırat, ı dirhem ise 2,8 gram yani 1 4 kırattı. Diğer taraftan ı 00 adet arpanın toplam ağırlığı olan 4 gram ise ı miskal ölçüsüne eşitlenmişti. Araplar, değerli metalleri iyi tanıdığı gibi hesap kitap işle­ rinde de uzmandı. Bunun birinci sebebi piyasalara hakim olan sikkelerin yabancı olmasıydı. Her biri diğerinden farklı olan bu sikkeler ölçü ve ayarı kontrol edilmeden işlem görmezdi. İkinci sebebi ise İslam' ın getirdiği öşür, sadaka, kefaret gibi ekonomik ödevlerdi. Bunların en önemlisi, zenginlerin mükellef olduğu 'zekat' ibadetiydi. İslam hukukuna göre toplam mal varlığından borçlarını düştükten sonra 20 miskal yani 80 gram altını veya 200 dirhem yani 560 gram gümüşü olan herkes zengindir6• Yine İslam hukukuna göre her zenginin mal varlığında fa­ kirlerin hakkı vardır ve zekat isimli servet vergisinin hazineye ödenmesi gerekir. Malın türüne göre değişen zekat oranlarını bizzat açıkla­ yan Hz. Muhammed, maddi ibadetler konusunda oldukça hassastı. Örneğin yabancılada bile savaşmaktan özenle kaçı­ nırken zekatını ödemeyen Müslüman kabileler üzerine asker göndermekten çekinmezdi. Zayıfın hakkı n ı korumak üzere kolluk kuvvetlerini devreye sokar, devlet adına zenginden alıp fakire verirdi. Böylelikle hem toplumsal barış sağlanır hem de kimin kime yardım ettiği belli olmadığından kimse kimseye minnet etmezdi. İslam iktisadı, tedavüldeki parayı vücuttaki 6

Altın ve gümüş üzerinden ödenecek zekat miktarını, güncel para birimine çevirince fark çıktığını göreceksiniz. Bunun sebebi ise 1 500 yıl önceki altın fiyatı gümüşten 7 kat değerliyken şimdilerde 80 kat değerli olmasıdır.

76 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PARA

kan gibi değerlendirmekle kalmayıp 'nasıl ki kanın pıhtılaş­ ması kalp krizine yol açıyorsa paranın tek elde toplanması da ekonomik krize yol açar' ilkesinden hareketle belli insanlarda biriken serveti dağıtarak paranın akışını sağlamak amacıyla zekat müessesesini devreye sokmuştu. Tartı paraların yakın zamana kadar yaşadığı bir başka coğ­ rafya ise İngiliz İmparatorluğu topraklarıydı. Yüzyıllar boyunca İngiliz sömürgelerinin ölçü birimlerinden olan pound, şimdi bile kullanılan ağırlık ölçüsü hatta Birleşik Krallık'ın resmi parasıdır. İngiliz kültürünün etkisiyle Guernsey, Jersey ve Su­ dan devletlerinin de milli parası oldu. Bir pound aşağı yuka­ rı 1 6 ons yani 455 grama tekabül eder. Pound tabiri, Roma İmparatorluğu' nda ağırlık birimi olan Latince kökenli pondus ifadesinden uyarlamadır. Kilo ve gram gibi pek çok şeyin ağırlı­ ğı bu kelimeyle anlatılırdı. Tüfek saçması ve kovanların ağırlığı uzun süre pound şeklinde söylendi. Shakespeare'in meşhur karakteri Syhlock'un kredi için kullandığı 'bir pound et' ölçüsü İngiliz edebiyatında çok sık kullanılır. İngilizlerin diğer ağırlık ölçüsü olan sterlin ise Britanya halkı tarafından tercih edilen ağırlık birimiydi.

Tartı Paranın Ayarı Antik dönemde altın cevherine ulaşmak için maden ocak­ ları açmak gerekmezdi. Çünkü değerli metal içeren kayaların zamanla parçalanmasıyla yüzeye çıkan altın ve gümüş dekt­ ronlar kolayca toplanırdı. Mesela altın denilince ilk akla gelen Lidyalılar, bugün Manisa sınırları içindeki Sart Çayı'ndan akıp giden altın zerreciklerini toplamak için koyun postlarını suya bırakır ve tüylere takılınasını beklerlerdi. Sonra bu postları yakarak kalan altını alırlardı. 'Sart' ismi de 'altın dalgalarıyla akan ırmak' manasma gelen Sardeis kelimesinin kısaltmasıydı.

TART I PARA I 77

İster çaydan toplansın ister madenden çıkarılsın, ışıldayan her şey altın değildir. Doğada bulunan altın cevherinin içinde gümüş veya bakır bulunur. Bugüne kadar yekpare çıkarılan en büyük altın madeni 78 kilogramdı. Avusturalya'da bulunan bu parçanın o/o 9 l 'i saf altın, kalanı ise gümüş ve bakırdı. Altın madeninin kimyadaki saflığı yüzde ile kuyumculuktaki saflığı ayar sözcüğüyle ifade edilir. Altının ayarı, cevher içindeki altın miktarının cevherin toplam ağırlığına oranıdır. Bu oran b inde olarak ifade edilir ve milyem denir. Ayarıo yüksek olması, saflık derecesinin artmasıyla doğru orantılıdır. Yüzde yüz saf altın, 24 ayardır. 22 ayar altın ise 24'de 22'si ham, kalanı bakır demektir. Örneğin Osmanlı sikkelerinin torunu olan günümüz çeyrek altını, 1 ,75 gram ve 22 ayardır. Başka bir ifadeyle 1 ,60 gramı altın, 1 5 gram ı bakırdır. Türkçe'de saf altını tanımlayan som sözcüğü ise halen Kırgızistan ve Özbekistan' ın milli parasıdır. Arpayı eline alan biri, kalitesi hakkı nda iyi kötü fikir sahibi olurken altın parçasının saflık derecesini söyleyebilmek kolay değildir. Peki, bir metalin içindeki altın veya gümüş oranını na­ sıl tespit etmişlerdi? Değerli metalin kıymetini belirleyen ikinci faktörün, bu sorunun cevabında gizli olduğunu bilen atalarımız yine tabiata başvurdu. Her toplum, ölçüm aleti olarak kendi yöresindeki özel bir taşı denedi. Bazanit, çakmaktaşı, arduvaz, akik ve yeşim taşı derken sonunda muhteşem bir kontrol aracı keşfedildi. İşte kuvars cinsi koyu renkli bu uzmana, mihenk taşı diyoruz. MÖ 4. yüzyıldan beri bilinen bu taşın kullanımı oldukça basitti. Önce saflık oranı bilinen metal, mihenk taşının üzerine sürtülerek iz bırakması sağlanır. Sonra kontrol edilecek metal, ilgili taşın üzerine sürtülür ve ikisi arasındaki farka bakarak yeni metalin saflık derecesi göz kararıyla tahmin edilirdi. Mihenk taşı tabiri, İstanbullu sarrafların dünyaca meşhur olduğu gün-

78 1 AN T İ K ÇACi DAN G E L E C E G E PA RA

lerin şık bir anısı olarak 'bir şeyin değerini belirlemeye yarayan

temel kıstas' manasında Türkçeye geçti. Uzay çağına geldiğimize göre artık böylesi tekniklerden vazgeçildiğini düşünebilirsiniz ama perakende satış yapan pek çok kuyumcu mihenk taşından vazge­ çemedi. Tek fark, taşın üzerindeki çizikiere göz kararıyla bakmak yerine nitrik asit dökmeleridir. Çünkü nitrik asit, altın dışındaki metalleri eritip yok ederken düşük ayarlı altının rengini kırmızıya dönüştürür. Altın denildiğinde gözümüzde sarı bir metal canlanır fakat saflık oranı düşürülen altın, binbir suratlıdır; mesela altına bakır karıştınnca kırmızıya, çinko katınca sarıya, nikel ekleyince beyaza dönüşür; gümüş ise altının doğasındaki sarı rengi soldurur. Ayarı düşük altınları daha sarı göstermek isteyen kuyumcular üzerine foya denilen bir madde sürer. Ancak bu boya zamanla dökülür ve altının gerçek rengi ortaya çıkar. İşte yalancılar için söylenen foyası ortaya çıkmak deyimi de buradan gelir. Mihenk taşı sayesinde değerli metalin içindeki altın, gümüş veya bakır oranını tespit eden atalarımız, bir sonraki aşamaya ge­ çerek daha çetin bir sorunun peşine düştüler. Şimdi bir bilezik dü­ şünün. Mihenk taşı yardımıyla içindeki altın veya gümüş oranını öğrendiniz. Peki, ayarını yükseltmek veya düşürmek gerektiğinde ne yapacaksınız? Bileziğin içinden bir miktar gümüşü çıkarıp bir miktar altın koyarım demeyin. Zira bu harnur değil ki biraz un katıp sertleştirio ya da biraz su ekleyip yumuşatın. Gerçekten de bir metalin içinden başka bir metali çıkarmak, çeliği ortadan ikiye bölmekten zordu. Safiaştırma denilen bu işlemin, Sümerli ve Mısırlı sarraflar tarafından yapıldığına ilişkin MÖ 3000'lere ait kanttiara ulaşıldı fakat nasıl yaptıklarını bilemiyoruz. Altın ve gümüş sikkelerin para piyasalarına hükmettiği ya­ kın zamanlara kadar sarraflık, yoldan geçenin öğrenebileceği bir uzmanlık alanı değildi. Bu tür bilgi ve tecrübeler, nesilden nesile sadece birinci derece akrabaya aktarılırdı. Yabancılara öğ­ retilmezdi. Türkçedeki 'mahdum' tabiri erkek evlat anlamıyla birlikte babasının mesleki sırrına sahip erkek çocuk demekti. Zira

TART I PARA I 79

Kahramanlık Çağından kalma bu anlayış gereği, kız çocuklarına meslek öğretilmez yani kızlar servetin başına geçirilmezdi. Daha düne kadar doktorluk bile 'çekirdekten yetişme' denilen, ustadan çırağa aktarılan bir meslekti. Dolayısıyla arkeolog veya metalürji uzmanlarının sağlam kanıtlar bulamaması normal karşılanmalı. Metallerin ayarını belirlemedeki zorluk, ayrıcalıklı bir sınıf do­ ğurdu. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu zamanında sikkelerin içeriğinden 'sahib-i ayar' denilen görevliler sorumluydu. İşte ayar vermek deyimi bu eski altın ustalarından kalmadır. Mısırlı sarrafların metalürji bilgisi, Lidya medeniyetine kadar ulaştı. Lidyalılar bir taraftan elektrondan para darp ederken diğer taraftan muhtevasına da müdahale ederek altın, gümüş ve bakır nispetlerini istedikleri oranda ayarlama h ünerine eriştiler. Lidyalı ustaların altının içindeki kurşun veya bakın nasıl ayrıştırdığını biliyoruz. Altın patçalarını ince tabakalar haline gelene kadar dö­ vüp, tuz ve sodyum kloride dolu bir kaba koyarak 800 santigrat derecede ısıtıp altının içindeki diğer metalleri ayırınayı başarmış­ lardı. Dolayısıyla atalarımızın MÖ ?OOO'lerden beri hükmettiği ateş olmasa ne altın ne de sarraf olurdu. Bu işlemin Arapçadaki karşılığı ise 'fetn' kökünden türerilen fitne kelimesidir. Türkçeye bölücülük manasında geçen bu sözcüğe giydirilen sosyolojik elbise, bir topluluğun iyisi ve kötüsünü anlamaktan tutun, cemiyederin ayarını bozmaya uzanan bir dizi mesaj barındırır. Bilindiği üzere İslam Devleti, paranın ve siyasi gücün merkezi olan Mekke' nin fethiyle aniden zenginleşmişti. Zaten içinde münafık kelimesi ge­ çen ilk ayetin bu fethin ardından inmesi, para ve makamın kişilik sorununa yol açabileceği yönünde bir uyarıydı. O günden beri ateş altının, para da insanın kalitesini belirlemeye devam ediyor.

Kuyum denilen bu safiaştırma işleminde ortaya çıkan artıkla­ ra ise ramat denir. Uzaktan bakınca çöp gibi gözüken bu tozlar toplanarak yeniden ateşe atılır. Çünkü altının en büyük özellik­ lerinden biri geri dönüştürülebilir olmasıdır. Ne yaparsanız yapın yok edilemez. Tarih boyunca çıkarılmış tüm altınlar tekrar tekrar işlenir. Yani parmağınızdaki alyans belki de bir Lidya sikkesiydi.

80 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PARA

Kim bilir belki de Pers sarayından Osmanlı hazinesine girmiş veya bir zergerin hüner dolu ellerinden bir hakkak ustasına uğramış­ tı. Belki de Romalı senatörlerin rüşvet kesesinde şıngırdamış, Ortaçağ derebeylerinden Fransız burjuvasına, Galata bankerin­ den bir korsan gemisine, İtalyan aristokratından telif karşılığı Machiavellie'ye ödenmişti. Değerli metalleri ölçüp tartarak alışveriş yapabilme meziye­ ti, uzun zaman içerisinde kazanıldı. Atalarımız sürekli kendini geliştirdi. İşin sırrı, kurumsal hafızayı sonraki nesillere devret­ mekti. Bazı toplumlar bu birikimlere sırt çevirerek uygarlığın gerisinde kaldı. Örneğin dünyayla temasını kesmiş Myanmar Cumhuriyeti, ı 50 yıl öncesine kadar tartı para kullanırdı. ı 86 ı yılında Burma'ya gidip iki yıl kalan gezgin Adolf Bastian, bir tüccarın sahip olması gerekenleri şöyle sıralar: 'Bir gümü.§ par­ çası, çekiç, keski, terazi ve ağırlıklar . . . Potansiyel bir alıcı fiyat sorduğunda, satıcı parayı göstermesini ister, paraya bakmakla kalmaz onu kontrol eder. Tüccarlar, değerli madenleri çok iyi tanıdığından ayarı hakkında hemen fikir sahibi olur ve istediği gümüş miktarını söylerler. Fiyat uygun gelirse gümü.§ topağından bir parça kesilerek tartılır. Bu işlemler, satıcının istediği ağırlığa ulaşana kadar devam eder. Birkaç defa kesilen gümüş külçesi mutlaka fire verir, ölçülecek boyutta olanlar ise toplanır. Tozu bile para eden gümüş, ticaret dışında pek görülmez. Gıda gibi temel ihtiyaçlar ise kalay, çinko, kurşun gibi daha düşük kıymetteki ma­ denler ile alınır. Bunlarla ödeme yaparken gümüş gibi kesip kesip tartmak gerekmez. Mesela kaç kilogram et alacaksanız, terazinin diğer kefesine aynı ağırlıkta kurşun koymanız yeterliyken, meyve ve sebze alacaksanız daha az kurşun kafidir. ' Uygarlığa katkısı olan her ülke, doğru ve yanlışlarıyla önce kendi halkına, sonra çevresine değer katmaya çalışır. Binlerce yıllık bu yolculukta ilk önce mitolojik bilinç dönemi aşıldı.

TART I PARA I 8 1

Teolojik bilinç ve ideolojik bilinç evrelerini layıkıyla atiatamadan teknolojik bilinç çağına geçtik. Para ise tüm bunlara şahitlik ederken insanlığın her sıçramasına anında tepki vererek kendi­ sini revize etti. Dolayısıyla bir ülkenin bilinç düzeyini anlamak için sosyolojik çözümlemeler yapmadan evvel, kullandığı para formuna bakmak yeterlidir. Myanmar, bırakın bankarnatiği yakın zamana kadar madeni paraya bile geçemedi. Halbuki uygarlığa sayısız buluş armağan eden Çin medeniyetine koru­ şuydu. Binlerce yıllık ortak aklı görmezden gelince ilkellik döngüsünden çıkamadı. Aynı yeryüzünde hatta aynı çağda yaşamamıza rağmen bir tarafta ineğe tapanlar diğer tarafta ise sabah uzaya gidip akşam dönenler var. Çünkü geri kalmış toplumların öncelikli sorunu, geri kaldığını fark etmemesidir. Tıpkı bir ölünün, öldüğünü fark etmemesi gibi . . .

Taru Paranın Alfabesi İnsanlık tarihi çalışmalarının temel sebeplerinden biri, uy­ garlığımızın kurumsal hafızasını geleceğe devretmektir. Çünkü insan ömrü, her şeyi yeni baştan öğrenmek için zannedildiğin­ den daha kısadır. Bu gerçeğin farkında olan atalarımız, resim yazısından daha işlevsel bir sistemin arayışı içindeydi. Milattan önce ikinci bin yılın başında, tarihteki ilk sömürge imparator­ luğunu kuran Asurlular, yağmacı olmalarına rağmen Sümer çivi yazısını benimseyip Anadolu coğrafyasına taşıdılar. Fakat yazı konusundaki asıl devrimi bir başka Akdeniz kavmi olan Fenikeliler gerçekleştirdi. Başlarına felaket geldiğinde çocuk kurban etmeleriyle ünlü bu millet, Sümer çivi yazısıyla Mısır hiyerogliflerinden esinlenerek tüm insanlığa bir hediye sun­ du: Alfabe. Fenikeliler, iki binden fazla sembolden oluşan çivi yazısını daraltarak altı yüz sembole .indirdi. Üstelik her biri, insan sesine karşılık geldiğinden yazılı metinler okunabiliyor-

82 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

du. Yazıyı sistematik hale getirmekle kalmayıp yine kendi icat ettikleri a ve � (alpha ve beta) harflerinin birleşiminden oluşan alfabe olgusunu, nereye giderlerse yanlarında götürdüler. O günden sonra her medeniyet, uygarlık yoluna bir taş ekledi. İşte ayağımızı yerden kesen bu taşların her birine 'ke­ lime' diyoruz. Onlar olmadan ne düşünebilir ne yazabilir ne tartışahilir ne de birikimlerimizi aktarabiliriz. MÖ 1 SOO'lü yıl­ larda tüm Akdeniz kıyılarına hakim olan Fenike alfabesi, önce Yunanlılar sonra da Romalılar tarafından benimsendi. Sırasıyla Arami, Arap ve Fars alfabesine dönüştü. Batı dünyasının kul­ landığı Latince dahil, bilinen lisanların hepsi Fenike alfabesinin çocuklarıdır. Nasıl ki Sümer arpası yetersiz kaldığında tartı para devreye girdiyse, Sümer çivi yazısı yetersiz kalınca da Fenike alfabesi devreye girdi. Böylelikle Sümer ve Mısır halklarının kullandığı resim ve çivi yazıları önce harflere, sonra kelime, cümle ve nihayet okuduğumuz metinlere dönüştü. Bizler alışkınız fakat ilkel insanların yazıyla tanışması sersem­ lecici etki yaratmıştı. Cansız ve hareket etmeyen bir kağıdın ko­ nuşabiliyor olması anlaşılır değildi. Yaratıcı filozoflardan İngiliz John Wilkins, kriptografı üzerine yazılmış en eski yapıtlardan olan Mercury or the Seeret and Swift Messenger adlı kitabında bu durumu çarpıcı şekilde hikayeleştirir: "Eski zamanlarda yaşamış biri, uzaklarda oturan kardeşine incir göndermek ister. Kahyasını çağırır. Bir sepet dolusu incir ve bir mektup verir. Kahya, lciğıdın altına üstüne bakar ama bir şey anlamaz çünkü yazının varlığından habersizdir. Yola çıkar. Saatler ilerledikçe karnı acıkır ve incirlerin yarısını bitirir. Ak­ şama doğru gideceği yere ulaşır, emanetleri teslim eder. Adam mektubu okuyup abisinden gelen sepeti açar. Ancak mektupta yazıldığı kadar meyve yoktur. Hiddetle mektubu göstererek 'lncirlerin yarısı nerede?' diye sorar. Kahya yediklerini inlcir

TART I PARA I 83

eder. Hem mektuba lanet okur hem de onun sahte ve yalancı bir tanık olduğunu ileri sürer. Bir kağıt parçasının konuştuğu nerede görülmüş! Kafası karışık, canı sıkkın geri döner. Olan biteni ustasına anlatır. Usta sadece gülümser. Birkaç gün sonra kahyayı yanına çağırır ve bir sepet ineiri tekrar kardeşine gö­ türmesini ister. Kahya, bu sefer incirleri yememek için kendine söz verir ama dayanamaz. Bir ağaç gölgesine oturur. Sepeti açar ve mektubu görünce irkilir. Kaptığı gibi az ilerideki taşın altına saklar ve 'İncirleri yediğimi görmezse beni suçlayamaz!' diye düşünür. Rahat rahat karnını doyurur. Bu sefer daha sert bir azar işitir. Suçunu itiraf ederek yazının kutsallığına boyun eğer." İşte bu yüzden tartı paranın sonlarına doğru sistematik hale getirilen yazının bize ulaştırdığı her şeye Tarih, yazıdan evveline ise Tarih Öncesi diyoruz.

Paranın Dini İmanı Olmaz! Tarihte iz bırakmış her devletin altın peşinde koştuğunu bili­ yoruz. Peki, çoğu konuda anlaşamayan Çinli, Hintli, Türk veya İspanyollar neden altına inanmıştı? Örneğin neden İspanyollar altını, Türkler arpayı, Hintliler deniz kabuğunu veya Çinliler ipeği tercih etmemişti? iktisatçıların bu soruya verdiği cevap, ep istemik kibrin ötesinde bir mantığa sahiptir: İki nokta birleştiğinde de­ ğerli bir şeyin namı, diğer noktalara sıçrar. Hemen ardından arz ve talep devreye girerek taşınabilir malların fıyatını kısa sürede eşitler. Haksız sayılmazlar. Örneğin Akdeniz bölgesinde yüksek fıyattan işlem gören altının, Hindistan'da para etmediğini görse­ niz ne yaparsınız? Hindistan'dan ucuza alıp Akdeniz'deki alıcılara satarsınız. Dolayısıyla Hindistan'daki talep artışı, altının değerini artırırken Akdeniz'de düşürür. Bu döngü, fıyatlar birbirine yak­ laşana kadar devam edeceğinden Akdeniziiierin altına inanıyor olması Hintiiierin de inanmasını sağlar.

84

1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

İnanmayanlar ise kılıç zoruyla inandırılırdı. Orta Amerika'da muhteşem bir uygarlık kuran Aztekleri ele alalım. Temel para birimleri altın veya gümüş değil kakao taneleri veya kumaş top­ larıydı. Saf altını heykel ve takı yapımında değerlendirir, bazen de tozuyla ödeme yapar ama para yerine kullanmazlardı. Kakao öylesine değerliydi ki, bazı uyanıklar küçük kakao çekirdeklerinin içini boşaltarak çamurla doldurur ve diğer çekirdeklerio arasına karıştırırdı. ı 5 ı 9'da İspanyol Hernan Cortes ve askerleri geldi. Yerli halk, İspanyolların sarı metale duydukları olağanüstü ilgiye anlam verememişti. Yenmeyen, içilmeyen, alet ve silah yapımı için fazla yumuşak olan bir metal neden bu kadar önemliydi? Cortes'in cevabı ilginçti: 'Çünkü ben ve arkadaşlarım sadece altının iyile�tir­ diği bir kalp hastalığına yakalandık.' Gerçekten de yüce dağların zirvesindeki karlar eriyip altına dönüşse İspanyollar doymayacaktı. Kıtanın güneyinde yaşayan İnkalar da aynıydı. Altın, gümüş gibi değerli madenieri tanır ama sadece süs eşyası olarak kullanır­ lardı. Para olmayınca yazı veya silaha gerek duymadılar. Faiz he­ saplamaları veya devlet muhasebesiyle de uğraşmadılar. Mülkiyet bile yoktu. Herkes çalışır ve eşit şekilde bölüşürdü. Altına güne�in teri, gümüşe de ayın gözya�ı derlerdi. ı 53 ı 'de Pizarro, İnkalara saldırıp gemiler dolusu değerli madene el koyunca altının şifalı gücüne inanmak zorunda kaldılar. Milyonlarca İnka ve Aztek, paranın ne olduğunu öğrenene kadar canlarından oldu. Bugün Arjantin, Şili, Dominik, Filipinler, Kolombiya, Küba, Meksika ve Uruguay'daki dört yüz milyona yakın insanın resmi parası olan peso, eskiden İspanyol sömürgecilerin tartı parasıydı. İnsanlar birbirlerinin anlamadığı dilleri konuşmaya, farklı hü­ kümdarlara itaat etmeye ve değişik tannlara tapınmaya devam etti. Ancak hepsinin tek bir ortak paydası oldu: Altın! Onun manyetik etkisi atmosfer kadar kapsayıcıydı. Sadece farklı milletler değil, din konusunda anlaşamayan Müslüman, Hristiyan ve Yahudiler bile para konusunda hiç sorun yaşamazdı. Sebebi gayet açıktı.

Din, bir �eye inanmamızı isterken, para b�kalarının inandığı �eye inanmamızı ister. Gerçekten de para; dilden, yasalardan, kültü-

TART I PARA I 8 5

rel birikimlerden, dini inançlardan ve toplumsal alışkanlıklardan daha ikna edicidir. Neredeyse tüm farklılıkları aşabilen karşılıklı tek güven sistemidir. Bu güveni yaratansa uzun vadeli politik, toplumsal ve ekonomik ilişkiler ağıdır. Para sayesinde birbirini hiç tanımayan insanlar, kırk yıllık dost gibi anlaşabilir çünkü para; din, cinsiyet, ırk ve yaş üzerinden ayrımcılık yapmaz. 1 0. yüzyılın sonundan 1 3 . yüzyılın başına kadar dört büyük haçlı seferine çıkan Batı, saldırdığı milletlerle iki kutsal üzerin­ de mutabıktı: Kudüs ve Para! İki taraf yüzyıllarca çarpıştı. Beş milyona yakın insan öldü. Mezopotamya acı çığlıklada inledi. Şehirler harabeye döndü. Hristiyan devletler zamanla üstünlü­ ğü ele geçirince zaferlerini sadece camileri yıkıp kiliseler inşa ederek değil aynı zamanda haç işaretli altın ve gümüş paralar basıp, tanrıianna şükrederek kutladılar. Para olarak millares adı verilen kare biçimli sikkeler ürettiler. Garip olanı ise Hris­ tiyanların bastığı bu paraların üstünde İslam' ın temel düsturu olan 'Allah'tan başka ilah yoktur, Muhammed O'nun elçisidir, ' yazmasıydı. Güney Fransa'daki Melgueil ve Adge' nin Katolik piskoposları bile bu sikkelerin aynısından bastı ve Hristiyanlar da seve seve kullandı.

Diğer taraftan Kuzey Mrika'nın Müslüman tüccarları Flo­ ransa florini, Venedik dukası ve Napoli gigliatosu gibi Hristi­ yan paralarıyla ticaret yaparken rahatsız olmadı. Hristiyanlara karşı cihat çağrısı yapan Müslüman halifeler de İsa ve Bakire Meryemli paraları kabul etmekte sakınca görmezdi. Hakimiyet kayıtsız şartsız hep paranındı. İşte bu yüzden egemenliğin en bariz dayanağı olan parayı betimleyen her şey taklit edildi. Mesela İslam topraklarında kullanılan gümüş dirhem, altın dinar ve bakır fels sözcüklerinin kökeni sırasıyla Antik Çağ, Batı Roma ve Bizans kültüründen gelir. Bu davranışın bilinçaltını ünlü Fransız düşünür Voltaire şöyle açıklar: 'Para söz konusu olduğunda herkes aynı dindendir!'

86

1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

Paranın bu derece asimile olduğunu öğrenmek garip ge­ lebilir ama aradan geçen bin yıllar, bu evrensel mutabakatı değiştirmedi. Tanıdığınız kaç Müslüman, alacağına karşılık dolar verildiğinde geri çevirir! Anadolu medeniyeri bu gerçeği 'Paranın dini imanı olmaz, ' atasözüne dönüştürdü. Kuşkusuz paranın dini imanı olmadı ve olacağa da benzemiyor! Şaşır­ mayın, kansere yakalandığımızda bizi iyileştiren ilacın hangi ülkede üretildiği, ortaklarının uyruğu veya mucidinin etnik kökeni aklımıza gelmez. Bindiğimiz uçağı yapan mühendis veya işçinin ırkını sorgulamayız. Hatta Kur'an-ı Kerim nüsha­ larının basıldığı şamua adlı sarı lci.ğıdın sadece İsrail tarafından üretilmesini dert edinen kaç Müslüman görebiliriz?

Paranın Servete Dönüşmesi Tartı parayı mal paradan ayıran en belirgin özellik, seçilen nesnelerin yapısından kaynaklanırdı. Mal para olarak kullanı­ lan arpa, ekmek, bira veya taş, deniz kabuğu, boncuk gibi mad­ deler bozulur, kırılır, küflenir hatta buharlaşıp kaybolurken; altın, gümüş, bakır, tunç, demir, kurşun ve kalay gibi metaller oldukça dayanıklıydı. İşte bu avantajlar sayesinde tartı para kul­ lanımı yayıldıkça paranın tasarruf aracı fonksiyonu ortaya çıktı. Para olarak tercih edilen şeylerin ömrü uzayınca 'mal, mülk' kavramı bambaşka bir boyut kazandı ve yeni sorular ortaya çıktı. Değerli metallerin tasarruf hakkı kime aitti? O çok ça­ lışmıştı, çok akıllıydı, belki de çok şanslıydı. Günün sonunda yenmez, içilmez bile olsa herkesin saygı duyduğu altın veya gümüş biriktirmişti. Ulu ve soylu biri olmalıydı. Unvanı, kon­ foru, kıyafeti, ilişki düzeyi tüm bu gerçekleri haykırmalıydı ama nasıl? Sayısız yaman soru . . .

TART I PARA I 8 7

Yaklaşık 6.000 yıl düşündük ve sonunda servet kavramını bulduk. O günden sonra parasını kültürle terbiye eden kimseler

'varlıklı' sıfatıyla toplumsal statü kazanırken, 'nalıncı keseri' gibi hep kendini düşünenler ise 'zengin' tabiriyle anılarak toplum dışına itildi. Diğer taraftan servet kavramının keşfıyle sermaye kavramı, daha evrensel bir tabide kapitalizm doğdu. İşte bu olgunun tetiklediği ilk kurumsal yapıya hazine diyoruz. Daha evvel kralın özel hazinesiyle devlet hazinesi arasındaki fark, göz ardı edilecek düzeydeydi. Örneğin MÖ 2000'in ortalarına kadar her şey firavunun kabul edilirdi. Bu tarihten sonra İbrani ve Aram dillerinde 'servet' anlamına gelmeye başlayan firavun, antik Mısır inancına göre hem kral hem tanrıydı. Bunlardan ilkine 'Nasıl firavun oldun?' diye sorulunca 'Kendimi tanrı ilan ettim, kimse itiraz etmedi!' demişti. Kefenin cebi olmadığını bilen tanrı fıravunlar, önlem olarak servetiyle gömülmeyi tercih ederdi. İşte bu yüzden dünyanın yedi harikasından birisi kabul edilen 4.500 yıllık firavun me­ zarları yani piramider, arkeologlardan ziyade defıne avcılarının hayallerini süslerdi. Neredeyse tamamı yağmalanan bu yapıt­ lardan, zarar görmeden bulunanı ise çocuk kral Tutankhamon adlı fıravuna aitti. 1 923 yılında İngiliz arkeolog Howard Carter tarafından keşfedildi. Mücevherler, altın taht ve taçlar, savaş arabaları, terliğinden oyuncağına kadar özel eşyaları hiç bozul­ mamıştı. 2,25 metre yüksekliği ve 1 5 metrekare boyutundaki mezar odasının tüm duvarları ve hatta iç içe geçmiş sekiz tabut saf altından yapılmıştı. Öbür dünyada altınsız yaşanmayacağına inanan Mısır kültürü, beyinsiz yaşanabileceğine inanmış olacak ki taşıması haftalar süren altınları Tutankhamon'un yanı başına koymuş ancak beynini burnundan çekip çıkarmıştı.

88 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PARA

MÖ I SOO'lerde İç Anadolu'da yaşayan Hititlerin hazine siste­ mi de aynıydı. Tüm varlıklar kralın hemen yanı başındaydı. Bugün küçük işletmelerde para kasasının patronun odasında durması gibi sarayla hazine kavramları iç içeydi. Bütün topraklar kralın mülkiyetinde olduğu için toprağı işleyenler elde ettikleri ürünün dörtte birini krala verirdi. Bağlı devletlerden alınan haraçlar ve kolonileeden gelen ganimetierin bir bölümü de krala aitti. Sonuçta kamuya ait hazineyle kralın serveti aynı havuzda toplanırdı. Servetin etkisiyle borç müessesesi gelişti ve faiz olgusu sis­ tematik boyuta taşındı. Paranın bir mal gibi alınıp satılması ve üzerinden faiz yürütülmesi, mal para döneminde başlamış olsa da bu paraların yapısı gereği faiz işletmek zordu. Şöyle ki birik­ tirdiğiniz bir çuval arpa günümüz parası gibi artmıyor bilakis bozulabiliyordu. Yani zamanla negatif faiz olabiliyordu. Dolayı­ sıyla Sümerlerin arpaya o/o 33, gümüşe ise o/o 20 faiz uygulamasına rağmen tartı paraya geçene kadar faiz uygulaması kurumsal bir seviyeye çıkmadı. Servet sahipleri ölümlü olduklarını biliyorlardı. Geride bıra­ kacakları varlığın aile dışına çıkmaması için servet, faiz, mülkiyet kavramlarını hukuki bir çerçeveye oturtmak istediler. İşte yaklaşık 4000 yıllık Hammurabi Kanunları, dünyanın ilk anayasası olarak bu amaçla yazıldı. Miras hukukunun ilk örneklerinin doğmasıyla usul ve füru dışında kalan amca, teyze, hala, dayı gibi ikincil derece varisler gibi kavramlar ortaya çıktı. Tüm bunlar aile ekonomisinin bittiğini ilan etmekteydi. Diğer taraftan egemenliğin ayrılmaz hü­ kümleri arasındaki adalet, eşitlik, hesap verebilirlik gibi olgular ilk kez yazıya geçerek, bilgiler sistematik şekilde depolanmaya başladı. Servet kavramının gelişmesiyle çok sayıda kurumsal yapıya imza atan insanlık, sıra paylaşmaya geldiğinde kapuçin may­ munlarından bir adım öteye geçemeyecekti. Zira servet unsuruna dönüşen paranın dili çatallaşmıştı. Birinden bal birinden zehir aktığı o günlerden beri insana özgü olduğu kabul edilen bilgelik ve erdem arayışı devam ediyor. İnsanlığın geleceğini, insandan

TART I PARA I 89

korumak için kurul ve kurallar geliştirmeye Platon ve Aristoteles ile başladık. Zira toplumsal serveti harcama yetkisine sahip olan yöneticiler ve onların yönetim metotları etkili bir şekilde denet­ lenmeliydi. İşte devlet başta olmak üzere binlerce yılda gelişen bu kurumsal yapılara güven duymamızı sağlayan evrensel tecrübeler toplamına yönetişim diyoruz. Tartı paraya liderlik eden altın, serverin ta kendisiydi ancak kendi başına temsil kabiliyeri yoktu; çünkü hareket etmeyi sev­ mezdi. Büyük bir hevesle toprağın üzerine çıkarılır, ölçüsü ve ayarı tespit edildikten sonra tekrar gömülürdü. Bu durum kağıt paranın yaygınlaşmasıyla devam etti çünkü tüm hareket kabili­ yetini kağıt paralara devredecekti. Buna rağmen paranın seyir defterinde önemli bir liman olan tartı para formu, tamamen or­ tadan kaybolmadı. Özellikle altın madeni, külçeye dönüşerek günümüz devletleri arasında işlem görmeye devam ediyor. 1 2,44 kilogram yani 500 bin dolarlık bu külçelerin tartı paradan farkı ise üzerinde ayarı, kilosu ve yetkili merci mührünün olmasıdır. Bu sayede tartma veya ayar tespitine ihtiyaç duyulmuyor. Modern tartı para kullanan günümüz devletleri de antik insanlar gibi de­ ğerli metallerini gömerek saklıyor. Örneğin dünyanın en büyük ekonomisine sahip ABD' nin 20 1 8 yılı altın rezervi 8. 1 33 tondur. Bugünkü fıyatlada 400 milyar doların üzerinde değeri olan bu altınların önemli bir kısmı, Amerika Merkez Bankasının 25 metre altındaki mahzenlerde tutulur. Kısacası altınla insanın kaderi hiç değişmedi. Zira her ikisi de topraktan gelip yine toprağa dönüyor. Taş Devri, taş yokluğundan bitmediği gibi; tartı para formu da tartı yokluğundan bitmedi. Öncelikle her ödemede ölçü ve ayar tespit etmenin zorluğu, paranın devir hızını düşürmekteyciL Buna çözüm arayan Aristoteles, MÖ 4. yüzyılda yazdığı Politika adlı anayasal incelemesinde 'Gümüş parçalarını ölçmek yerine dam­

galanmış sikkeleri kullanırsak her alışverişte tartma sıkıntısından kurtuluruz,' demişti. Aslında her çıkmaz sokak, para formunun bilinmeyen denizlere yelken açacağının habercisiydi. Değerli

9 0 1 A N T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PARA

madenierin ağırlık ve kalitesini belli bir standarda bağlayıp devlet adına damgalamak her iki problemi de çözebitir miydi? Belki de diğer yüzüne sayılar ekleyip fınans biliminin genetik kodlarını değiştirebilirdik. İşte Anadolu coğrafyası, tüm bu sorgulamaları yaparak paranın yeni kıyafetini hem tasarlayan hem de diken bir medeniyet olarak tarihe geçecekti.

M ADE Ni PARA ( M Ö 600 - M S 700 )

T

arihin altın sayfalarına ismi yazılan Karunlardan ilki, Hz. Musa nın amcazadesiydi. Mısır'da yaşamıştı. Adı kutsal kitaplara kadar girdi. Hazinesinin anahtarlarını onlarca deve taşıyordu. 'Karun kadar zengin' deyimi onun efsaneleşmiş servetinden mirastır. İkincisi ise Yunan kültürüne sahip Lidya halkının meşhur Kralı Karun'du. İlki kadar olmasa da hali vakti yerindeydi. Lidya Kralı Karun'un zenginliği fetihlerden değil tica­ retten gelirdi. Perakende piyasasının mucidi olan Lidyalılar, Heredot'un tabiriyle 'madrabaz' veya 'üçkağıtçı' anlamına gelen kapeloi yani esnafbir milletti. Paralı askerlerin ağırlıkta olduğu Lidya ordusu ise oldukça donanımlıydı. Zenginliğine güvenen Karun, günümüz İranlıların atası olan Pers İmparatorluğu'na kafa tutmaya kalkıştı. Komşusu Miledilere teklif götürerek 'Birlikte savaşalım,' dedi. Thales önderliğindeki Milet halkı, tarafsız kalmayı tercih etti. Lidyalı soylular da savaş istemiyor­ du. Haksız da sayılmazlardı, zira Persler yoksuldu. İstedikleriyle değil bulduklarıyla besleniyorlardı, hatta ağızlarını tatlandıra­ cak incirleri bile yoktu. Ne var ki Kral'a söz geçmiyordu. Ona göre dünyanın en aldi adamları kahinlerdf. Derhal Fethiye'deki 7

Antik Yunan kültüründe filozof ile kahin sıfatları, net biçimde ayrılmamış­ tl. Kahinler sadece Lidya, Babil, Eski Yunan kralları nezdinde değil Osmanlı Devleti'nde de saygındı. İsmail

Hakkı Uzunçarşılı'ya göre hekimbaşılar aynı za­

manda müneccimbaşı olarak vazife görürdü.

92

1 A N T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

kahiniere haberci gönderip savaşın neticesini sordurdu. Büyük bir imparatorluğun yıkılacağı haberini alınca da çok sevindi. Hazırlıklarını tamamlayıp Perslerin üzerine yürüdü. Kızılırmak nehri iki ülke arasındaki doğal sınırdı. Persler zayıftı ama başlarında strateji uzmanı Kral Kiro s vardı. Sabahın ilk ışıklarıyla savaş başladı. Lidya ordusunun bel kemiği olan güçlü süvarilerin bindiği adar, Pers ordusundaki develerden korkunca süvari birliği dağıldı. Piyadeler ise paralı askerler­ den oluşuyordu. Çoğu kaçtı. Sadece Lidyanın müttefıki olan Mısırlılar kahramanca çarpışıyordu. Akşama doğru onlar da kapana kısıldı. Kiros, onurlarını okşayan bir teklif sunarak uzlaşma sağladı. işlerin kötüye gittiğini gören Karun, başkent Manisiya kaçtı. Kolonilere haberci göndererek babarda asker göndermelerini istedi. Ancak rakibinin ne kadar çılgın oldu­ ğundan habersizdi. Pers Kralı, sonucu belli olmayan muhare­ benin ertesi günü Manisa üzerine yürüdü. Persleri karşısında gören Karun, gözlerine inanamadı. Derhal savunma hatlarını güçlendirdi. Hazinenin yerini bilenleri toplayıp dillerini kesti. İki hafta geçmeden şehrin direnci kırılmıştı. Yoksul ve gözüpek komşusuna rest çekmiş fakat kaybetmişti. MÖ 546'da başkent düştü. Karun ve hazinesi Perslerin eline geçti. Sart çayından kolayca toplanan altınları boynuna dolayan Karun, hatacağını hesaba katmaınıştı oysa altın madeni sudan on altı kat ağırdı. Pers hükümdarı, düşmanının hayatını bağışladı. Ölümden dönen devrik kralın aklı ise Fethiye'deydi. Kahinierden hesap sormaya kalktı. Aldığı yanıt oldukça manidardı: 'Büyük bir imparatorluğun yıkılacağını söylerken, zaten senin ülkeni kas­ tetmiştik!' O günün monarşi ikliminde kral demek, yarı tanrı demekti. Dolayısıyla mutlak dikte eden ve her şeyi yaptırmaya gücü yeten birinin öfkesini uyandırmak, hayatınızı riske atmak

MAD E N i PARA ! 9 3

demekti. Bu gerçeğin farkında olan kahinler, yıkılacak im­ paratorluğun Lidya olacağını açıkça söylememişlerdi. Sadece onlar değil yüzlerce yıl sonra yaşamış Beydaba, Mevlana ve La Fontaine gibi meşhur düşünürler de fabl dediğimiz yönteme başvurur ve eleştirilerini hayvan karakterleri üzerinden yaparak muktedirin hışmına uğramaktan kaçınırlardı. Lidya'yı yenerek lüks ve konforla tanışan Persler, servetin simgesi olan altın sikkeleri kullanmaya devam ettiler. Akdeniz bölgesinde uzunca bir süre tedavülde kalan bu paralar, elect­ rum adı verilen üçte iki oranında altın ve üçte bir oranında da gümüş alaşımdan basılmıştı. Sikkenin icat edildiği dönemde kolani hareketlerinin yoğun olması, madeni paraların hızla yayılmasını sağladı. Siyasi tarihin dev karakterlerinden Pers Kralı Kiros, tonlarca altına sahipti ama para onu bozmadı. Zira bilgeliği görünce reddetmedi ve Karun'u danışman yaptı. 'Muhasebecim, gözüm kulağımdır!' diyen muzaffer bir kraldan da bu beklenirciL Para ve bilgiyi arkasına alan Kiros, imparatorluk sınırlarını Kadıköy' e kadar genişletti. Bu sırada yabancı kültürlere gösterdiği saygı ve hoşgörü sayesinde bambaşka bir şöhret kazandı. MÖ 539'da sürgün hayatı yaşayan Kudüslü Yahudiler ile karşılaştı. Evlerine dönmelerine yardım etti. Hatta tapınaklarını onarsınlar diye altın verdi. Ağlama duvarı işte o altınlada yenilendi. Kendisinden sekiz sene sonra iktidara gelen I. Darius ise Anadolu'yu baştan başa çevreleyen 2.700 kilometrelik ticaret yolu inşa ettirdi. Bu güzergah, günümüzde Kral Yolu adıyla bilinir. 36 sene hükümdarlık yapan Darius, kendi isminden esinlenerek darik isimli bir altın para bastırdı. Bu paralar, antik dünyanın beğenisini kazanarak geniş bir coğrafyada kabul gör­ dü. Anadolu ve İran'daki hareketlilik, iktisadi yaşamı geliştirip uluslararası ticareti yaygınlaştırdı. İki yüz yıl boyunca Perslerin

94 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PARA

hakimiyeti devam etti. Bu sırada Aristoteles'in öğrencisi Büyük İskender sahneye çıktı ve Yunanlıları birleştirdi. Ipleri eline alınca Doğu seferine çıktı. Çanakkale Boğazı' ndan girerek tüm Anadolu'yu ele geçirdi. Bu fetihler sonrası Yunanca, ticaret dili oldu. Nil deltasındaki, Sicilya adasındaki, Tunus kıyılarındaki ve İsrail şehirlerindeki tüccarlar Yunanca konuşup yazmaya başladı. Arkasını sağlama alan İskender, Yunanlıların ezeli düşmanı Perslerin üzerine yürüdü. Durumun vahametini gören Pers Kralı son kozunu oynadı. Kuşatmayı kaldırması şartıyla 1 O bin talent, bugünkü parayla bir milyar dolar teklif etti. Fakat İskender, dostlar alışverişte görsün diye gelmemişti. MÖ 332'de Tiros şehrine girerek Persleri tarihten sildi. Günümüz Lübnan sahilinde Sur ismiyle anılan şehirdeki tüm erkekleri öldürüp kadın ve çocukları köle yaptı. Kimsenin kendi parasıyla zen­ gin olmadığını bilen İskender, yüzlerce at arabasına sığmayan hazineye el koyarak evrenin en varlıklı insanı oldu. Persler, altını para olarak kullanmanın yanı sıra güç gös­ terisine dönüştürmekte de ustaydı. Kralın tacı, arabası hatta küveti bile altındandı. İskender, kraliyet çadırına girince gözleri kamaştı ve 'İşte gerçek kral!' sözleriyle şaşkınlığını gizleyemedi. Siyasetin altın kuralı ise kazandığında durmaktı ama İskender hızını alamayıp Hindistan' a kadar gitti. Dönüş yolunda Babil kentinde ölecekti. Sadece 32 yıl yaşayan İskender'in fetihleri uygarlık tarihini öylesine değiştirdi ki, MÖ 334 ile MÖ 30 arasındaki yaklaşık 300 yıllık döneme Helenistik Çağ diyoruz.

Ön Yüzünde Egemenlik imzası Tam anlamıyla madeni para olmasa da sikke benzeri en er­ ken objeler, Yeni Asur Krallığı' nın egemenlik alanı içinde kalan Gaziantep'in İslahiye ilçesine bağlı Zincidi yöresinde bulundu.

MAD E N i PARA I 9 5

Bazılarının üzerinde Ararni dilinde Kral Barrekub'un adı yazı­ lıydı. MÖ 8. yüzyılda basılmış disk şeklindeki bu paralar, sikke düşüncesinin öncü uygularnaları olarak kabul edilir. O halde neden para denildiği zaman MÖ 687 ile 546 yılları arasında sadece 1 4 1 yıl hüküm sürmüş Lidyalılar aklımıza gelir? Çünkü külçe veya çubuk halindeki tartı paraları küçük ebatlara bölerek hem ağırlığını hem de ayarını onaylayıp devlet garantili ilk standart parayı onlar üretti. Sikkelerin üzerine onay vurulması­ nın sıradan gözüktüğüne aldanmayın. Her büyük icat, önceleri küçük görünür. Zira yaptıkları, müthiş bir inovasyondu. İşte o günden beri devletin varlığını ispatlayan karinelerden biri de paradır. Sikkelerin ölçü ve ayarına devlet garantisi verilince keçiboynuzu çekirdeği veya mihenk taşına ihtiyaç kalmadı. Değerli metaller ilk kez kontrol edilmeden hızlı ve güvenli şekilde el değiştirmeye başladı. Paranın dördüncü formu olan madeni para, öylesine mantıklı bir buluştu ki aradan geçen 2.500 yıla rağmen Bhutan, Laos ve Beyaz Rusya haricindeki hiçbir ülke, bu kattan vazgeçemedi. Lidya parasına güven artınca bu form, Anadolu dışında da benimsendi ve komşu medeniyetlere yayıldı. İşte o günden sonra 'Parayı kim buldu?' sorusunun evrensel cevabı 'Lidyalılar!' oldu. Çok enteresandır, değerli metailere hükmetmeyi önem­ seyen Mısır ve Sünıer gibi antik devletler, üç bin yıl boyunca para üzerinde egemenlik hakkı öne sürmeyi akıl edememişti. Paranın hukuki varlığını ilk kez sahiplenen Lidyalılar, paranın felsefesine de bir ekleme yaptı. O günden sonra para yerine geçecek nesnelerin sadece ruhu veya özü değil, şekli de önemli kriterler arasına girdi. Uygarlık tarihinde paranın üzerine resmedilen egemenli­ ğin ilk imzası, Lidya krallığının arınası olan aslan fıgürüydü. Boyutu da paranın büyüklüğüne göre değişiyordu. Büyük pa-

96 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

ralarda aslanın tamamı, küçüklerinde ise baş veya ayağı vardı. Bazılarında herhangi bir tasvir yokken, bazıları kazıma çizgilerle kaplıydı. Yamuk düğmeye benzeyen bu sikkeler, tartı paranın bozdurulmuş şekliydi. Sayı sistemine geçilmediğinden hiçbiri­ nin üzerinde rakam yoktu. Dolayısıyla ayar ve ağırlık üzerinden işlem görürdü. Herkes bilirdi ki Lidya' nın temel parası olan bir stater ı 4, ı O gram olup o/o 73'ü altın ve o/o 27'si gümüştü. Zamanın şartlarına göre tasarım harikası olan Lidya parası, Helen kültürünü de etkilemişti. Özellikle gümüş yataklarını sikke basımına tahsis eden Grekler, 4,35 gramlık madeni pa­ ralara drahmi adını verdiler. Drahminin alt birimleri olarak da demirden üretilen ince levhalar basıldı. Mesela 6 cbolen, ı drahmi değerindeydi. Loriyan Baykuş kabartmalı drahmiler binde 986'lık yüksek ayarından aldığı güçle, kısa sürede Ak­ deniz havzasının aranan parası oluverdi. Tarihteki ilk standart paranın üretilmesi, kalpazanlık mes­ leğini doğurunca ağırlık ve görünüm açısından statere ben­ zeyen ancak altın oranı düşük sikkeler ortaya çıktı. Eğer bu sahtekirlığın önüne geçilmezse Karun'un egemenlik gücü le­ kelenebilir, royalty hakkı kaybolurdu. Bastığı parayı bile denet­ leyemeyen krala kim güvenirdi? Zira kraliyer arınasını temsil eden aslan fıgürünün anlamı: 'Lidya Kralı olarak bu paranın

on gram altın ve dört gram gümüş içerdiğini garanti ederim. Sahtesini basmaya kalkışmak imzamı taklit etmektir. Suçluları ise en ağır şekilde cezalandırırım!' idi. Bu bakış açısı, para üze­ rinde egemenliğin savunulduğu ilk örnek olarak dünya siyasi tarihine geçti. Çünkü 'kalp para' denilen sahte para basımı, sıradan dolandırıcılıktan ziyade kralın şahsiyetini silmeye yö­ nelik bir eylemdi. Bu işi yapanlara, Farsça kökenli 'kalpazan' lakabı takıldı. Batı kültüründe ise 'Lese-majeste' yani majeste­ lerinin itibarını zedeleme suçlamasıyla yargılanan kalpazanlar,

MAD E N i PARA ! 9 7

genellikle ölüm cezasına çarptırıldı. Çünkü itibar, evrensel para birimiydi. İtibarın sembollerinden 'taç' kelimesinin Latince­ si olan corona zamanla kron tabirine dönüştü ve Danimarka, Estonya, İzlanda, Lihtenştayn, Norveç, İsveç, Slovakya ve Çek devletlerinin para birimleri oldu. Sert yaptırımlar işe yaramıştı. Her geçen gün değer kazanan Lidya parasının ölçü ve ayarından şüphe duyulmayınca, bu para binlerce kilometre uzaktaki Çin'de bile kullanılır oldu. An­ cak 'itimat kontrole mani değil' diyen günümüz arkeologları, Lidya aslanını laboratuvara götürdü. Analiz sonuçları hayret vericiydi: % 54 altın, % 44 gümüş ve % 2 bakır çıktığına göre egemenliğin sunduğu cazibeye dayanamayan Lidya kralı, kendi bastığı paranın içeriğiyle oynamıştı. Böylece standart parayı icat etmekle kalmayan Lidyalılar, piyasaları aldatan ilk mede­ niyet olarak da tarihe geçti. Fakat Arap tüccarları kandırmak kolay değildi. Çünkü bulundukları coğrafYa, farklı kültürlerin geçiş bölgesi olduğundan her türlü paraya aşinaydılar. Haliyle kimsenin damgasına güvenmez, ölçüp tartmadan ödeme al­ mazlardı. Çoğu zaman da madeni paraların üzerine vurarak iz bırakır ve bu paralara 'noktalı' manasma gelen nakit derlerdi. İslam dinarları basılana kadar böyle devam etti. Daha sonra Türkçeye geçen nakit sözcüğü, peşin ödemeyi tanımlamak için kullanılır oldu. Elle darp edilen madeni paraların, yüzde yüz simetrik olma­ ması bazı uyanıkları harekete geçirdi. Sahte para basmak kadar ağır olmasa da daha masum, daha sanatsal bir hinlik peşine düştüler. Ellerine geçen madeni paraların kenarlarını kesici bir aletle ufak ufak kırpıyorlardı. Miligram boyutunda yapılan hırsızlığı fark etmek kolay değildi. Zaten fark edilse bile suçluyu yakalamak olanaksızdı. Bu sorun, Isaac Newton çözüm bulana kadar devam etti. Hepimizin fızikçi olarak tanıdığı Newton,

98 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

ömrünün üçte birini İngiliz Kraliyet Darphanesinde geçirmiş­ ti. 1 696 ile 1 727 yılları arasında İngiliz para sistemi üzerine on üç tane rapor kaleme almıştı. Madeni paraları tırttidayan sahtelcirlar çoğalınca İngiliz hükümeti Newton'dan yardım istedi. Newton'ın önerdiği çözüm basitti: Madeni paraların kenarları tırtıidı basılırsa sonradan kupılanlar belli olur ve kim­ se kandırılmazdı. Cebimizdeki bozuk paraların kenarları işte bu çözümün simgesel devamıdır. Ufak tefek şey çalanlar için söylenen tırtıkçı yakıştırması da buradan gelir. İngiliz Merkez Bankası da ölümünden 250 yıl sonra bir poundluk banknodara Newton'ın resmini basarak vefa borcunu ödedi. Eski para tasarımlarından günümüze ulaşan sadece tırtık­ lar değil aslında. Pek :işina değiliz fakat madeni para deyince aklımıza sadece yuvarlak sikkeler gelmesin. Üçgen, dörtgen, beşgen ve altıgen gibi çok kenarlı paralar da basılmıştır ve bu paralar halen birçok ülkede kullanımdadır. Metal para bası­ mında sınırları zorlayan fütürist ülkeler de var. Örneğin Fiji Cumhuriyeti bir seride meteor parçalarını, Fildişi Salıili ise gerçek mamut fosilinin kalıntılarını kullandı.

Arka Yüzünde Sayı Para Yazı ve aritmetik teknikleri ilerlemiş olmasına rağmen Lidya sikkelerine sayı yazılmamasının akla yatkın bir �;:ıklaması vardı: Altın ve gümüş gibi madeni paraların kıymeti, metalin özün­ den geldiği için eğer madeni paranın üzerine maden değerinin altında bir tutar yazılırsa, sikkeyi kapan bunları eritip maden olarak satar ve piyasada para kalmazdı. Eğer maden değerinin üzerinde bir rakam yazılırsa bu sefer de sarraflar bulabildiideri bütün madenieri sikkeye dönüştürürdü. Öte yandan ayar ve gramajı devlet tarafından kontrol edilip onaylanmış sikkelerin satın alma değeri belli olduğundan üzerlerine sayı basılması-

MAD E N i PARA I 9 9

na gerek yoktu. Dolayısıyla devletin damgasını taşıyan altın ve gümüş paralar kontrol edilmez, üzerinde ne yazdığıyla da ilgilenilmezdi. MÖ 4. yüzyılda basılan gümüş sikkelerde bile sayı yerine damga olurdu. En küçüğüne bir, en b üyüğüne ise iki adet damga vurulurdu. Az da olsa altın ve gümüş sikkelere rakarn basıldığı olurdu. Ancak bunlar da paranın kıymetini değil ade­ dini gösterirdi. Örneğin bir denarius 3 gram ve 24 ayardan darp ediliyorsa, üzerinde '5' yazılı denarius, 1 5 gram altın de­ mekti. İşte bu yüzden bakır ve bronz gibi değersiz metallerden üretilen sikkelere sayı yazılırdı. Madeni paraların bir yüzüne basılan devlet damgası, paranın ayar ve gramajını garantilerken diğer yüzündeki sayılar ise metal ve üretim masrafından yüksek olduğu için devletin kar etmesini sağlardı. Madeni paralara eklenen egemenlik imzası ve nominal değer, insanlığın karak­ terini sil baştan değiştirebilirdi. Çünkü sadece insanın değil artık paranın da iki yüzü vardı. İşte o günden sonra ikiyüze sahip insanların en belirgin huyu, parasını ödediği hiçbir şeye saygı göstermernek oldu. Bakır ve bronz paralara maden değerinden yüksek sayı ya­ zılmasının da mantıklı bir açıklaması vardı. Bu madenierin değeri öylesine düşüktü ki devlet otoritesinin mührü olmadan ciddiye alınmazdı. Dolayısıyla bakır paralar pek taklit edilmedi. Günümüzde sahte kuruş basılınaması gibiydi. Halen üretilen her madeni ve kağıt para, maliyetinin çok üzerinde bir bedel­ den piyasaya sürülür. İşte paraların üzerindeki nominal değer ile üretim maliyeti arasındaki bu olumlu farka, senyoraj geliri diyoruz. Sayı paranın en yaygın uygulaması MS 498'de Roma im­ paratoru Anastasius döneminde başladı. İlk başta her şey yo­ lundaydı. Düşük değerdeki metaller, standart ölçü ve gramajda

1 00

1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

basılıp üzerine de üretim maliyetini aşan bir rakam yazılarak hazineye senyoraj geliri sağlıyordu. Ancak ekonominin kötü gidişatma çözüm arayan Anastasius, sadece bakır ve bronz pa­ ralardan kazanması gereken geliri, altın ve gümüş paralardan da kazanmaya yeltenince piyasalar tepki gösterdi. Kısa sürede sikkelerin üzerindeki imparatorluk mührünün itibarı kayboldu ve insanlar ellerine geçen parayı, üzerindeki sayıya göre değil maden değerine göre kabul etmeye başladılar. Böylece sayı para uygulaması, başlamadan bitti. Fakat fınans literatürüne bir şey kazandırmış oldu. Rakamların madeni paralara entegre edil­ mesi ile paranın geleneksel vasıflarından üçüncüsü olan hesap birimi fonksiyonu doğdu. Dolayısıyla o güne kadar değişim ve tasarruf aracı olan madeni paralar, sayı paranın icadıyla ölçüm aracı da oldu. İşte o günden sonra almak istediğimiz ürünleri satıcıya gösterip 'Kaç para?' diye sormaya başladık. Doğu Roma İmparatorluğu' ndan sonra gelen Osmanlı Dev­ leti de sayıları paraya monte etmeyi denemişti fakat bu sikkeler de paranın satın alma gücünü değil kaç adete tekabül ettiğini gösterirdi. Mesela 1 470 yılında gümüşten darp edilen onluk sikkeler, temel para birimi olan akçenin on katı ağırlığındaydı; yani standart ölçü ve ayarı bilinen akçenin on katı değerinde demekti. Gerçekten de paraların üzerine sayı basılması, kağıt parayla anlam bulacaktı ancak bunu içselleştirmek için ileri düzey fınans bilgisi gerekliydi. Osmanlı maliyesi ise sayılada anlaşmakta büyük zorluk çekmekteyciL Avrupalılar hem sayı­ ları hem de kağıt paranın felsefesini sindirrnek için uğraşırken Osmanlı olan biteni izlemekle yetinmekteydi. Hatta ilk kağıt parayı yüzyıllar sonra basmış olmasına rağmen ne üzerinde­ ki sayıları ne de arkasındaki egemenlik gücünü önemsemişti. Sultan Abdülmecit, Dolmabahçe Sarayı inşaatını gezerken ya­ nındaki Hazine Nazırı' na dönerek ne kadar para harcandığını sorduğunda aldığı cevap manidardı: 'Fazla değil hünkarım.

MAD E N i PARA I 1 0 1

3. 500 kuruş!' H:llbuki 2 8 5 oda, 4 4 salon, 6 8 tuvalet ve 6 ha­ mamı bulunan sarayın 1 4 ton varakla yaldızlanan tavanların­ da toplam 36 şahane avize vardı. Balo salonundaki avizenin ağırlığı ise 4 tondu. Dolayısıyla nazırın söylediği tutar, saraya harcanan 2. 800.000 sterlinlik dış borcu ödemek için basılmış kağıt paraların üretim masrafıydı. Yaklaşık 1 50 sene önce ya­ şanan bu diyalog, paranın felsefesini içselleştiremeyen Osmanlı ricalinin para algısını göstermekle kalmayıp memuruna maaş ödeyemeyen bir devletin, debdebeli sarayiara neden 5 milyon altın harcadığının da cevabıydı. Zira egemenliğin simgesi olan parayı ve özgür düşüncenin simgesi olan felsefeyi geniş kitleler­ den uzak tutabilmek, tüm koltukların sigortasıydı. Bu yüzden para ve felsefe halkın seviyesine hiç inemedi. İlber Ortaylı'nın tabiriyle Müslüman Roma olan Osmanlı Devleti, senyoraj hakkını ise oldukça verimli kullandı. İstan­ bul darphanesinin ayrıntılı tutulan hesap defterlerine göre bol miktarda mangır veya pul isimli bakır paralar darp ederek ola­ ğanüstü boyutta gelir elde etti. Örneğin 32 ay içinde piyasaya sürülen mangırların nominal kıymeti 542 milyon akçe iken, üretim maliyeti 1 60 milyon akçeydi. Yani 380 milyon net gelir vardı. Osmanlı hazinesinin o tarihteki yıllık geliri 1 .200 mil­ yon akçe olduğuna göre bütçenin üçte biri oranında kazanç sağlanmıştı. Senyoraj geliriyle yetinmeyen bazı devletler madeni para­ ların ölçü veya ayarıyla oynayacak paranın satın alma gücü­ nü düşürürdü. Devlet eliyle yapılan bu işleme tağşiş diyoruz. Lidyalıların başlattığı bu uygulama halktan gizlenirdi. Ancak bu sahtekarlığı göstere göstere ve cebren yapan İmparator Dionysos (MÖ 405-367) ilginç bir yol izlemişti. Bir Yunan devleti olan Sirakuza halkının lideriydi ancak yurttaşlarına büyük miktarda borçlanmıştı. Ödemesi de mümkün değildi.

1 02 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PARA

Çözüm bulamayınca kentteki tüm sikkelerin toplanarak sara­ ya getirilmesini emretti. Getirmeyenler öldürülecekti. Paralar toplanınca bir drahmilik sikkelerin üzerine iki drahmi damgası vurdurup borçlarını kapattı. Kalan parayı da sahiplerine dağıttı. Olan biteni seyreden Dionysos'un yakın arkadaşı Demokles ise imparator olmanın nimetlerinden bahsediyordu. Kral ne dese arkadaşının fikrini değiştiremedi. Demokles'i çağırıp 'Bir

günlüğüne yerime geçmeni istiyorum. Anlata anlata bitiremediğin bu konforu senin de tatmanı isterim, ' dedi. Demokles çok mutlu olmuştu. Sabah erkenden saraya geldi. Göz alıcı kıyafetleri giyerek tahta oturdu. Kısacık da olsa imparator olmanın key­ fini sürecekti. Ancak tavana baktığında gözlerine inanamadı. İnce bir ipe bağlı keskin bir kılıç, tepesinde sallanıyordu. Ecel terleri döktüğü günün sonunda egemenliği temsil eden kraliyet makamını övmekten vazgeçti. 'Demokles'in kılıcı' tabiri işte bu efsaneden gelir.

Nova Roma Sikkeleri Para merkezli ilk devlet olan Roma İmparatorluğu'nun başkentindeki tanrıçalardan June Regina, evlilik ve doğumun koruyucusu olarak kadınlığın yüceliğini temsil ederdi. Bu tan­ rıça adına Roma şehrine hakim konumda bulunan Capitol Tepesi'nde bir tapınak inşa edilmişti. Etrafı güçlü surlada çev­ riliydi. Çünkü Roma İmparatorluğu'nun darphanesi de bura­ daydı. Galyalı ordusu MÖ 4. yüzyılda bir gece yarısı ansızın tapınağa saldırdı. Roma halkı, çevredeki kazların bağırmasıy­ la düşman saldırısını fark etti. Bu olaydan sonra 'uyarmak' anlamındaki Latince8 monere kelimesinden türerilen moneta 8

Latin kelimesinin kökeni İtalya'daki Latium yöresine aittir. Zamanla belirli bir coğ­ rafyadan ziyade Latince konuşan kavimleri tanımlar oldu. Romalılar da bunlardan biriydi. Romalıların dünya çapında bir imparatorluk kurması, kullandıkları dilin de evrensel düzeyde tanınmasını sağladı.

MAD E N i PARA I 1 0 3

sözcüğü, June Tanrıçası' nın soyadı oluverdi. Yeni ismiyle June Moneta artık Roma İmparatorluğu'nun da koruyucu azizesiy­ di. Kısa süre sonra 'denarius' adıyla piyasaya sürülen gümüş sikkelerin bir yüzünde tanrıçanın resmi, diğer yüzünde ise mo­ neta yazardı. Modern İngilizcedeki 'mint' yani para basmak ve 'money' yani para kelimelerinin kökeni olan bu sikkeler, önce Avrupa'da ardından tüm dünyada paranın jenerik ismi haline gelecekti. Para kavramı, erken klasik dönemlerden beri kutsal ve dişi olanla yakın bir ilişki sergilemiştir. ispanyolca moneda veya Almanca mark gibi kelimeler, hem aynı kelimeden türetil­ miş hem de dişilik özelliğine sahiptir. Ayrıca Kur'an-ı Kerim'de adı geçen üç puttan biri olan menat sözcüğünün 1 .000 yıl önce Roma'da kullanılıyor olması garip gelmesin, zira bu kelime

dinar tabiri gibi Kur' an'daki Arapça olmayan 200 kelimeden sadece biriydi. Madeni paraların sık sık eritilerek yeniden basılması, June Moneta Tapınağı'ndaki darphaneleri sürekli çalışır vaziyette tutuyordu. Madeni paralar, Capitol Tepesi' nden doğruca Roma şehrine ve oradan tüm imparatorluğa nehir gibi akmaktaydı. Günümüzde 'para birimi' anlamına gelen currency, 'tedavül' anlamına gelen current ve 'kurye' anlamına gelen courier keli­ melerinin kökeni ise Latincesi 'akmak' manasma gelen currere sözcüğüdür. Roma'da basılan madeni paraların, imparatorlu­ ğun diğer şehirlerine ulaşması çok kolaydı. Çünkü çimentoyu bularak yapı endüstrisi alanında çığır açan Roma İmparator­ luğu, uluslararası ticaret ağlarının mimarıydı. Avrupa ve Asya kıtalarını birbirine bağlayan günümüz karayollarının özgün rotası, Roma İmparatorluğu'nun eseridir. 'Her yol Romdya çı­

kar, ' sözünün altındaki gerçek ise tüm ana yolların başkent Roma'ya bağlanmış olmasıydı.

1 04 1 AN T İ K ÇAG DAN G H E C E G E PA RA

Altın ve gümüşü tam manasıyla kullanan ilk devlet olan Roma İmparatorluğu'nun en yaygın madeni paraları MÖ 3. yüzyılda basıldı. Aureus adlı sikkeler altından, denarius adlı sikkeler gümüşten, sesterius ve dupondius adlı sikkeler bronzdan, as grave ise bakırdan darp edilirdi. Latince kökenli 'as grave' ile Arapça kökenli 'sikke' kelimelerinin güçlü ve ciddi anlam­ larına gelmesi, madeni paralaca atfedilen önemden ileri gelir. MÖ 280 yılına gelindiğinde Roma'nın ordusu, fınans bilgisi ve hukuki alt yapısı mükemmel seviyeye çıktı ve denarius adlı gümüş paraların itibarı Hint pazarlarına kadar ulaştı. Hintlile­ rio denarius ve üzerindeki imparator resmine itimadarı o kadar yüksekti ki yerel hükümdarlar kendi paralarını bastıklarında imparator portresine kadar taklit ederdi. Denariusa duyulan güven arttıkça denarius, tüm madeni paralaca atfedilen bir markaya dönüştü. Hatta bin yıl sonra tarih sahnesine çıkan İslam halifeleri de bu markayı Arapçaya uyarlayıp dinar adıy­ la bastılar. Günümüzde Cezayir, Tunus, Libya, Ürdün, Irak, Bahreyn, Sırhistan ve Makedonya' nın resmi parası olan dinarın atası da işte bu Roma parasıdır. İsa' nın doğumundan 1 50 yıl önce İtalya' nın ortalarından yola çıkan Romalılar, parayla dönüşüm geçirmiş ilk medeni­ yet olan Atina'yı istila etti. Romalılar, Grekler'in entelektüel birikimlerinden etkilenip tüm finansal, sanatsal ve kültürel mirasını kopyaladılar. Tanrılarını, mitlerini, eğitim metotları­ nı, mimarisini; ne buldularsa aldılar. Hatta birbirinden zarif heykeller Roma'ya getirildiği zaman, huysuz ihtiyar Marcus P. Cato 'Yenilenler bizi fethetti, biz onları değil, ' diye hayıflanmıştı. Fakat olan drahmiye oldu. Romalıların denarius isimli parası drahmilerin popülaritesini yok etti. Uygarlık yolculuğunda her coğrafya kendi ritmiyle hareket ediyordu. Sirakuza kültü­ ründen farklı olan Atina kent devleti, çoktan bankacılık ağını kurmuştu. Ancak bu bankalar günümüzdekiler gibi karmaşık

MAD E N i PARA I 1 0 5

finansal işlemleri gerçekleştiren kurumlar değil döviz bürosuyla rehinci arası bir yapıdaydı. Yasal düzenlemeye tabi değillerdi. En belirgin hizmetleri Atina'ya gelen tüccarların paralarını yerli parayla değiştirmek bazen de yabancıların parasını alıp güvenliğini sağlamaktı. Bir nevi kiralık kasa hizmeti veren bu bankerler faiz ödemiyor hatta saklama hizmeti karşılığında ufak bir bedel alıyorlardı. Her ne kadar imparatorluk idaresi, Sezar' ın başa geçtiği MÖ 27'de başlamış olsa da Roma'nın Anadolu'yla ilişkisi MÖ 2. yüzyıla dayanır. Bergama Kralı III. Attalos, ülkesini Roma'ya miras bırakınca Doğu Roma' nın sınırları Asya'ya uzanarak göz alıcı altınlara ulaşmalarını sağladı. Para basımında ise değişikli­ ğe gidilmedi. Anadolu şehirleri sikke kesmeye devam etti. Hep­ sine kendi parasını basma imtiyazı verilmiş ancak ön yüzüne imparatorun portresi, isim ve unvanını koyma zorunluluğu getirilmişti. Arka yüzlerde ise sikkeyi basan şehre özgü bir tasvir yer alırdı. Bronzdan hasılınasının sebebiyse Roma idaresinin Tekfurların altın ve gümüş para basmasına izin vermemesiydi. Roma hukuku sadece alımaklara yardım edilmesine de­ ğil yaşayan birinin portresinin denarius üzerine hasılınasına da izin vermezdi. Her şey imparatorlardan birinin bu kuralı bozmasıyla başladı. Onun adı, halkın gözünde efsane olmuş Gaius Julius Caesar (MÖ 1 00-44) 'dı. Roma'nın ilk diktatörü olan Jül Sezar, bu sevgiyle yetinmeyip mutlak otorite olduğunu kayda geçirmek istedi. Bir tarafında portresi diğer tarafındaysa 'Dictator Perpetuus' yani Hayat Boyu Diktatör yazılı paralar bastırdı. Metal paraların kitlelere ulaşmak için etkili bir araç olduğunu biliyordu. Çünkü para asla uyumazdı ve dünyanın en likit nesnesiydi. Tabutuna son çiviyi çaktığının farkında olmayan Sezar, demokrasinin beşiğinde Tanrı gibi davranmaya başlayınca tüm nefreti üzerine çekti.

1 06 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E C E PARA

60 milyon insanın yaşadığı Roma İmparatorluğu sınırla­ rında sadece 1 O bin kişilik seçkinlerin karar alma yetkisi vardı. Halkın tepkisinden yararlanmak isteyen soylular, Brütüs'ün de yönlendirmesiyle en sert çözüme başvurdu: Suikast! Cinayeti gerçekleştirmek üzere 29 senatörün desteğiyle kurulan örgüt, harekete geçti. Sezar, senato binasına girerken Titilus adlı soylu Sezar' ın yanına yaklaştı. Harmanİsini omuzlarından çekerek yırttı. Savunmaya fırsat bulamayan Sezar, hançeri saplayan en güvendiği dostu Brütüs'le göz göze geldi. Dudaklarından dö­ külen 'Sen de mi Brütüs!' sözü, yeryüzündeki tüm ihanetierin evrensel mottosu olacaktı. Yirmi üç yerinden hançerlenmişti. Yere düşerken yaşamaya değmez anlamında 'O halde yıkıl Se­ zar!' dedi. Yeni imparator Brütüs ise eski paraları eritip üzerinde iki hançer resmi ve suikast tarihine atfen Latincesi 'Idus Mar­ ti' yani Martın Ortası yazılı paralar bastırdı. Daha önemlisi Sezar' ın portresini silmişti. Ondan sonraki imparatorların ilk işi, önceki imparatorun bastığı paraları tedavülden kaldırarak kendi resmiyle para basmak oldu. Egemenliğin yeni paramet­ resi olan bu davranış, siyasi terminolojide 'Benden öncekileri unutun!' demekti. Benzer anlayış, Türk kavimlerini de etkiledi. Hutbe okutmak, kös vurmak, hil' at giymek, kılıç kuşanmak, sancak taşımak gibi sikke darp ettirmek de egemenliğin ilanıy­ dı. Mesela tahta çıkan Osmanlı padişahları, selefinin hastırdığı paraların tedavülünü yasaklayıp kendi akçesini piyasaya sürerdi. Paraların üzerine portre hasılınası sıradan insanların da ha­ yatını etkiledi. Alım satım, evlilik gibi hassas konularda karar alınması gerektiğinde para havaya atılır ve kralın resmi üste gelirse Kral' ın bu kararı onayladığına inanılırdı. Yazı turayla karar almak, mistik bir adetten ziyade Roma halkının Sezar'a gösterdiği bir saygı ifadesiydi. Yazı tura ifadesindeki tura de-

MAD E N i PARA I 1 07

nilen resimli kısım ise Osmanlı bürokrasisinden kalmadır. Bi­ lindiği üzere Osmanlı sikkelerine, padişahın resmi değil 'tuğra' denilen imzası işlenirdi. İşte bu kelime 'tura' olarak günümüze kadar ulaşmıştır. Roma İmparatorluğu'nun en büyük şansızlığı ise 6 mil­ yon kilometrekarelik topraklarında ciddi bir altın roadenine rasdamamış olmasıydı. Bununla birlikte Atina kent devleti ve Lidya'nın aksine Roma İmparatorluğu hazinesi, fetihler sayesinde ayakta durmaktaydı. Üretimi düşük olduğundan ithalat devletiydi. İmparator Tiberius 'Servetimiz yabancı ve hatta düşman uluslara geçiyor, ' şikayetinde haklıydı zira MS 77'li yıllarda Hindistan'dan gelen lüks mallar için ülkesinin ödediği bedel, 550 milyon sikkeydi. Dolayısıyla saldırı yerine savunmayı tercih etmeye başlayınca hazinesi boşalmaya baş­ ladı. Zamanla paranın ağırlık ve ayarıyla oynamak, alışkanlığa dönüştü ve Roma parası öylesine değersizleşti ki meşhur İm­ parator Neron, denariusların gümüş içeriğini o/o 90 oranında düşürmek zorunda kaldı. Romalı soylular, Pagan geleneklerine fanatik düzeyde bağ­ lıydı. Doğumdan ölüme kadar her davranışta bir ritüel uygula­ nır ve imparatorun bizzat katılımıyla kurban törenleri organize edilirdi. Evinde çok sayıda dinsel obje ve heykelcik bulundu­ rarak tanrılada sürekli iletişim kuran Romalılar, her geçen gün büyüyen Hristiyanlığa şiddetle karşıydı. Örgütlü bir topluluk olan Hristiyanlar ise imparatorluğun en uç noktasına kadar yayılmıştı. Herkesin imparatoru olmak isteyen Konstantin, itilip kakılan Hristiyanları yanına çekmenin faydalı olacağını düşündü. Ayrıca bu insanları temsil eden kilisenin topladığı para, kendi topladığından fazlaydı. Dinin, egemenlikten daha kolay para topladığını fark eden imparator, kiliseyi kontrol ede­ bildiği takdirde Roma topraklarındaki serveti kolayca yönetebi-

1 08

1 ANT İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

leceğini anlamıştı. Diğer taraftan Pagan zulmü altında inleyen Hristiyanlar ise güçlü bir liderin siyasi şemsiyesi altına girmeleri durumunda hayatlarını garantiye alacaklarını biliyordu. Konstantin, tetrarşi sistemi gereği Roma'nın doğusunu idare eden Li cini us ile 3 1 3 yılında Milana'da bir araya geldi. İki lider, Pagan baskılarını ve devletin din politikasını görüşerek eyalet valilerine gönderilmek üzere Milano Fermanı' nı yayımladılar. Dindarların ibadet özgürlüğü teminat altına alınmıştı. Tarihin ilk laik bildirgelerinden olan bu ferman, Konstantin açısından kiliselerde birikmiş hazinelerin anahtarıydı. Hristiyan alimierin görüş ayrılıkları, siyasal düzeni olumsuz etkilerneye başlayınca 2.048 patrik ve piskoposu İznik Konsülünde toplayan Kons­ tantin, Temmuz 325'te Hristiyanlığın ulvi gücünü Roma'nın kanatları altına alıverdi. Ortaçağ karanlığı aydınlanana kadar devlet güdümünde kalan Hristiyanlık, çok geçmeden krallara taç giydirecek konuma yükselecekti. Konstantin ise kilisenin servetiyle muhteşem bir kent inşa etti. İşte 'Konstantin'in Şehri' anlamına gelen Konstantinopolis, 330 yılında kurulan 'Nova Roma' yani Yeni Roma 'nın başkenti oldu. 1 453 yılına kadar yaşayan Doğu Roma İmparatorluğu, dünyanın en uzun ömürlü devleti olarak tarihe geçecekti. Lakabınız ister 'durduran' anlamına gelen Sezar, isterse 'ka­ pıları açan' anlamına gelen Fatih olsun, altın paralar her kralın vazgeçilmeziydi. Fakat içlerinden biri 'Var olmak mı, varlıklı olmak mı?' sorusunu sordu ve tüm servetini uygarlığa adadı. 800 yıl boyunca parası değer kaybetmeyen Roma'nın meşhur imparatoru Jüstinyen, 532 yılında muazzam bir ibadethane inşa ettirmek istedi. Bu ibadethane, dünyadaki ilk semavi din mabedi olan meşhur Süleyman Tapınağı'ndan daha gösterişli olmalıydı. Geeeli gündüzlü on bin işçi çalıştı. On altı yılın sonunda açılış günü geldi. UNESCO Dünya Mirası listesine

MA D E N i PARA I 1 0 9

girecek olan Ayasofya9 Kilisesi'nin görkemli silüetine baktı ve 'Ey Süleyman, seni geçtim!' diye haykırdı. Jüstinyen, altın sikkeler üzerine portre bastırmakla yetinmeyip ı 2 ton altın harcayacak insanlığa eşsiz bir armağan sunmuştu. Aradan geçen ı . 500 yılda sayısız kral geldi geçti ama hiçbiri onu unutamadı. İstediği olmuştu, zira unutulmak, Romalılar için ölüm ceza­ sından daha ağırdı.

Kavimler Göçü Tarihteki ilk teşkilatlı Türk Devleti olan Hun İmparatorluğu yıkılınca Orta Asya'nın batı yakasında kalan Balamir liderli­ ğindeki Hunlar, olumsuz iklim şartlarının getirdiği kıtlık ve Çin baskısına dayanarnayıp 375'te Karadeniz'in kuzeyinden Doğu Avrupa'ya girdi. Bu kitlesel yolculuk Avrupa'nın etnik, siyasal ve ekonomik yapısını kökten değiştirecekti. Koskoca Asya'nın besteyemediği 750.000 insanın gelmesiyle Ostrogot­ lar, Vizigotlar, Gepitler ve Vandallar gibi birçok Germen kavmi daha batıya çekilmek zorunda kaldı. Bu insan selinin getirdi­ ği sosyolojik tetiklemeyle Fransa, Almanya, İspanya, İzlanda, İsveç, Norveç, Danimarka, Hollanda hatta İngiltere gibi ulus devletlerin temeli atıldı. Sebepleri değil ama sonuçları bakı­ mından tarihe geçen bu hareketle İlkçağ sona erdi ve Ortaçağ başladı. İşte Batı uygarlığının siyasi altyapısını dizayn etmekle kalmayıp paranın gelecekteki üç formunu doğrudan etkileyen bu hadiseye Kavimler Göçü diyoruz. Kavimler Göçü'nden yirmi sene sonra ağır hasralanan Roma İmparatoru I. Theodosius, 395'te ülkesini ikiye bölerek oğulları arasında paylaştırdı. Buna rağmen çok geçmeden imparator­ luk çatırdadı. 4 ı O yılında Batı Roma'yı yağmalayan Vizigotlar, 9

Ayasofya iki kelimeden oluşur. İlki olan 'Aya sözcüğü azize anlamına gelir. 'Sofya ise Eski Yunancada bilgelik manasındaki sophos sözcüğünden türemiştir.

1 1 0 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

İspanya'yı da kapsayan bir krallık kurdu. Vandalların bitmeyen ralaniarına fazla dayanamayan Roma İmpratorluğu ise 476 yılında yıkıldı. Siyasi otorite kaybolunca 1 50 yıldır Roma gü­ vencesinde yaşayan Katolik din adamları, siyasetin iplerini ele alarak kilisenin bağnaz ve baskıcı tavrını tüm Avrupa'ya egemen kıldılar. Skolastik düşünce denilen bu yapıda araştırmak, sor­ gulamak ve bilimsel çalışma yapmak yasaktı. Artık başta para olmak üzere her şey din adamlarının kontrolündeydi. Öyle ki Alman topraklarının üçte biri kiliselerindi. Doğulu bilginlerden 300 sene sonra çift taraflı muhasebe kaydını ortaya koyan kişi­ nin Luca Pacioli isimli Fransisken keşiş olması, kilisderin üze­ rinde oturduğu servetle açıklanabilir. Roma İmparatorluğu'nun Mezopotamya, Çin, Pers, Anadolu ve Antik Yunan medeni­ yetlerinden damıttığı birikimler adına, ne varsa yakıldı. Bilim, kültür ve sanat dışlandı. Papalığın siyasal gücünün dağılacağı 1 789 yılına kadar bilim, sanat ve para kilise dışındaki insanların rüyasında göreceği bir ayrıcalığa dönüşecekti. Batı Roma İmparatorluğu'ndan artan servet, Barbar Kavim­ ler denilen üç bine yakın küçük devletçik arasında paylaşıldı. Yönetim boşluğu had safhaya yükselince kent yaşamı bitti. Zaten binaların çoğu kerpiç veya ahşaptı. Toprak yollar yazın tozlu, kışın çamurluydu. Gün batımında birkaç titrek mum ışığı dışında her yer karanlıktı. Üretimdeki azalma, dolaşım­ daki parayı da azalttı. Satacak mal olmayınca paraya da gerek kalmamıştı. Asiller bile sofradan aç kalkıyordu. Özellikle iç bölgelerde ticaret bitmişti. Para denen şey, yüzlerce yıl ortadan kayboldu. Ödemelerin büyük çoğunluğu, mal ya da hizmet karşılığı yapılmaya başlanınca trampa ve takas sarmaşık gibi yayıldı. Sikkeler ise sadece uzun mesafeli ticaretre kritik ödeme aracıydı. Altınların sırra kadem basmasıyla küçük gümüş pa­ ralar kullanıldı ve 1 3. yüzyılın ortalarına kadar Avrupa'da altın sikke görülmedi. Savaş veya başka zaruri sebeplerden ötürü

MAD E N i PARA ! lll

para hacminde daralma olduğu zaman asillerin elindeki altın veya gümüş kap kacak derhal darphaneye gönderilecek paraya dönüştürülürdü. Bırakın şatoları, saraylardaki eşyalar bile som altın değil kaplamaydı. 5. yüzyıla girildiğinde para ve servet olgusuyla ortaya çıkan yeni hiyerarşik düzenin yasalara bağlanmasıyla lord ve dere­ beyi gibi unvanlar siyasi kimliğe büründü. Bu kimseler, sahip

O rtaçağ Avru p a s ı ' n d a feod a l siste m i res m e d e n b i r g ravür.

1 12

1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

oldukları geniş arazileri ve üzerindeki çiftçileri yönetme yet­ kisine sahipti. İç savaşlar yüzünden hayati endişe duyan halk, büyük toprak sahiplerine sığınmaktaydı. Biat edenlere toprağı işleme ve kiralama hakkı verildi. Feodal toplumların ortaya çıkmasında kilisderin de katkısı vardı. Öncelikle toprak sahip­ lerinin çoğu kilise senyörüydü. Piskoposlar kilise senyörlerinin senyörüydü. Tanrı ise hepsinin senyörüydü. Kiliseye göre yeni doğan bir insanı ilk günah esir almıştı ve serflik bu köleliğin vücut bulmuş haliydi. Dolayısıyla skolastik düşünce ile feodal sistem, birbirini desteklemekteydi. İşte bir taraftan kilisenin di­ ğer taraftan derebeylerin baskısıyla geçen bin yıllık bu döneme feodalizm diyoruz. 'Para basma' imtiyazını ifade eden senyoraj tabiri feodal düzenin kilit taşlarından olan bu senyörlerin na­ mından doğmuştur. Senyör veya derebeylerin yaşadığı şatolar ve içindeki hazineler, askeri birlikler tarafından korunurdu. Sanıldığının aksine bu yapıların mimarisinde öncelik konfor değil askeri karaegalı olmasıydı. Önceleri tapınaklar etrafında yerleşmiş meskenler ise yavaş yavaş bu güvenli surların içine taşındı. Bu tasarım, barutun yaygınlaştığı 1 5 . yüzyıla kadar devam etti. Korunaklı şatosu olmayan para sahipleri altın ve gümüşle­ rini toprağa görnıneye devam ettiler. Arkeologlar Avrupa' nın her yerinde toprağa gizlenmiş hazineler buldu. Aslında arka bahçeye altın gömmekle merkez bankasına altın rezerve etmek arasında fark yoktu. Zamanla köylü, asker, işçi ya da asil olma­ yan ve toplumsal statüsünü eğitim ve zenginliğinden alan kent soyluların sayısı arttı. 1 560'lı yıllara gelindiğinde ekonomik açıdan serf ve asiller arasındaki bu orta sınıf, yüksek burçlar ardına küçük şatolar inşa etti. Bunlar derebeylerin şatosundan ufaktı ama işe yarıyordu. İşte burjuva tabiri, bu şato duvarları­ nın üzerine inşa edilen burg/burç kelimesinden türetildL Hatta zamanla Lüksemburg, Hamburg, Petersburg, Strazburg gibi

MAD E N i PARA I 1 1 3

kent isimlerinin sonuna eklendi. Fransızca kökenli burg sözcü­ ğü, Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından yazılan Komünist Manifesto sonrasında ise kapitalist anlamında kullanılır oldu. Bin yıl boyunca insanları mahveden parasızlık veya skolastik düşünce, belki de Avrupalıların dert edindiği son şeydi. Zira salgın hastalıklar ortalığı kırıp geçiyordu. Özellikle 1 348'lerde Orta Asya'dan gelen Yersinia Pestis adındaki bakteri, 75 ile 200 milyon arasında insanın ölümüne sebep oldu. Kara Veba diye bilinen bu salgın her on İngiliz'den dördünü, Floransa nüfu­ sunun ise yarısını yok etti. Ardımza bakmadan kaçmak ve size yetişmemesini ummak dışında tedavisi yoktu. Heredotos, Pers Kralı' nın hijyen amacıyla gümüş yemek takımları kullandığım aktarır. Hipokrat ise gümüşün mikrobu kırdığını söyler. İşte bu yüzden salgın hastalık çıktığında, zenginler gümüş yemek takımları kullanırdı. Varlıklı ailede büyüyeniere atfen söylenen 'Ağzında gümüş kaşıkla doğdu, ' deyimi de o günlerden kalmadır. Değil ağzında gümüş kaşıkla doğmak, ömrü boyunca gü­ müş paraya dokunamayan geniş bir kitle de vardı. Tamamen para ve din faktörlerinin etkisiyle kölelikten krallığa uzanan yapının en altındaki proletarya10 sınıfı için Leo Huberman'ın metaforu zihin açıcıdır: 'Ortaçağ üzerine yazılan hikayeler tuhaf­

tır. Şölenlerde şık elbiseli hanımefendiler, pırıl pırıl beyefendiler, zırhlı şövalyeler anlatılır. Bu insanlar muhteşem şatolarda oturur, bol bol yer içerler. Fakat tüm bunları üretenler hakkında pek az ipucuna rastlarız. Sanki zırhlar ağaçtan toplanırmış ya da o yenen şeyleri eken, biçen, pişiren kimse yokmuş gibi davranılır. Oysa gerçek hiç de öyle değildir. Ortaçağ'da da rahipler, soylular ve askerler dışında büyük bir grup daha vardı: Serfler . . . ' ıO

'Proletarya' tabiri çocuk anlamına gelen proles sözcüğünden türetilmiştir. Çocuğun­ dan başka verecek şeyi olmayan anlamına gelir. Bu fakir aileler, Roma ordusuna asker vermelerine rağmen herhangi bir yasal hakka sahip değildi.

1 1 4 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PARA

Ortaçağ'ın sonlarına doğru Avrupa'da ortaya çıkan krallar, kendilerine asker sağlayan kavimlere arazi vermeye başladı. Bu uygulamanın tüm Avrupa'yı kuşatmasıyla ekonomik, toplum­ sal ve siyasi güç arazi sahiplerine geçti. Lord, dük, kont, bacon gibi sosyolojik yapılara serpilen bu sınıfa Aristoteles'in ismin­ den esinlenilerek aristokrat, yönetim biçimine ise aristokrasİ gibi sevimli isimler verildi. Ancak madalyonun diğer yüzü; bir ailenin çalışmadan yaşaması için binlerce ailenin yaşamadan çalıştığı düzeni ifade ederdi. Bu aristokrat kavimler arasındaki Franklar ise Avrupa ulusları üzerinde öyle kalıcı etkiler bıraktı ki; euro tedavüle girene kadar Belçika, Lüksemburg ve Fransa gibi ülkelerin parasında 'frank' yazılıydı. Her şeye rağmen 9.000 yıl süren tarım ekonomisi döne­ minde, en üst gelir seviyesindeki bir insanla, en alt seviyede kazanan arasındaki gelir farkı ortalama üç kattı. Bu parite, sanayi devrimiyle 1 50, teknoloji devrimiyle 500 kata ulaşarak toplumsal barışın dinamiti olacaktı.

İlk İslam Parası Uygarlık yolculuğu 6. yüzyılını tamamlarken Kavimler Göçü bitmiş ve Ortaçağ tüm kasvetiyle Kıta Avrupası'nı sar­ mıştı. Batı Roma yıkılmış, Doğu Roma ile İkinci Pers Devleti olarak bilinen Sasaniler liderlik mücadelesi vermekteydi. Çin ve Hint medeniyetleri içine kapanmıştı. Arabistan yarımadası ise homerosgil bir yapıdaydı. Hiç kuşkusuz Araplar arasında da şiddetli çatışmalar vardı ama devlet kültüründen uzak, kabile düzeninde yaşayan kavurucu çöl ikliminden ciddi bir rakip çıkabileceği kimsenin aklına gelmiyordu. Hz. Muhammed işte bu sırada doğdu. 571 yılıydı. Edebi­ yat ve ticarette zirve yaşayan Mekkeli Araplar, her türlü mal ve parayı alıp satmakta uzmandı. Hz. Muhammed kırk ya-

MAD E N i PARA I 1 1 5

şına geldiğinde İslam dinini tebliğ etmeye başladı. İslam' ın ekonomik hayata müdahalesi Mekkeli eliderin işine gelmedi. Çünkü önemli gelir kaynaklarından biri olan tefeciliği yasakla­ maktaydı. Diğer taraftan faiz oranları aşırı yüksek olduğundan borcunu ödeyemeyen de çok olurdu. Mekke' nin ileri gelenleri fahiş karlarını korumak için olağanüstü sert davranırdı. Bor­ cunu ödemeyenierin oğlunu köle, kızını ise cariye yaparlardı. İşte bu yüzden birçok borçlu, kız çocuğunu teslim etmemek için diri diri gömerdi. İslam'ı kabul eden ilk Müslümanlar oldukça fakirdi. Büyük zulüm gördüler. Pek çoğu işkenceyle öldürüldü. 1 O yılın sonunda Mekke'yi terk ederek Yesrib şeh­ rine hicret ettiler. Hicretin ardından Medine ismini alan bu şehirde ilk İslam Devleti kuruldu. Ülke sınırları, kısa sürede Arap coğrafyasının dışına taştı. Hazineden kamu kurumlarına, ordudan vergi sistemine kadar idari ve mülki yapılanınayla meşgul olan Hz. Muhammed, para basmaya fırsat ve imkan bulamadı. Ardından gelen dört halife de basmadı. Romalıların dinar isimli altın sikkeleri ile Sasanilerin kisrevi isimli gümüş sikkeleri kullanıldı. Ölçü ve ayarı birbirinden farklı bu paraların şekillerini bile değiştirmek yasaktı. Araplar, devlet olgusuna yabancıydı. Örneğin Mekke şeh­ rinin yönetimi, Kureyş kabilesini oluşturan on iki ailenin elin­ deydi. Ardında sadece 7 dirhem bırakan Hz. Muhammed, 632 yılında vefat etti. Geride kalan Medindi Müslümanlar ise ne yapacaklarını bilemediler. Çünkü Hz. Muhammed tüm ısrar­ lara rağmen halef göstermemiş yani kendisinden sonra kimin devlet başkanı olacağını söylememişti. Çünkü halkın kendisini yönetecek kişiyi hür iradesiyle belirlemesini istemişti. Peki, yeni lider nasıl seçilecekti? Asabiyet sistemini iliklerine kadar benimsemiş bir halkın bunu başarması mümkün müydü? Soya bağlı ayrıcalıklardan bir anda vazgeçilebilir miydi?

1 16

1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

Hz. Muhammed'in vefat ettiği gün Medine'nin ileri gelenle­ ri yeni devlet başkanını seçmek üzere toplandı. Ufak tefek görüş ayrılıkları olsa da Hz. Ebu Bekir seçildi. Hz. Muhammed'in temsil ettiği iki makamdan birincisi devlet başkanlığı, diğeri ise peygamberlikti. Kendisi son peygamber olduğuna göre seçilen kişi sadece devletin siyasi lideri olacaktı; peygamberliğin ulvi tarafını temsil edemezdi. Hiçbiri 'Ben hem devlet ba§kanı hem de dini liderim,' demedi. Hz. Muhammed'in kutsal makamına el uzatmadı. Dolayısıyla 'halife' unvanını da kullanmadılar. Peki, yeni devlet başkanları hangi ilkelere uyacaktı? Yone­ tişim esasları nelerdi? Atamalar nasıl yapılacak, kararlar nasıl alınacaktı? Hz. Muhammed herkese örnek olacak üç temel kıstas bırakmıştı: Birincisi adalet üzerineydi. Yöneticiler kendi aleyhine bile olsa mutlaka adil davranmalıydı. Örneğin soy­ lu bir ailenin kızı, para çalarken yakalanmıştı. Kabile üyeleri Hz. Muhammed'in sevip saydığı birini göndererek suçlunun serbest bırakılınasını istedi. Aldıkları cevap oldukça sertti:

'Sizden öncekilerin mahvolmasının sebebi de buydu. Asiller suç işlediğinde serbest bırakılır sadece fakirler cezalandırılırdı. Allah'a yemin ederim ki kızım bile suçlu olsa cezasını veririm. ' Çünkü İslam' ın putlardan sonraki en büyük düşmanı, asabiyet denen kabilecilik, soy sop, kan bağı gibi 'uzayan kol bizden olsun' mantalitesiydi. Halbuki İslam' a göre kimse kimseden üstün değildi. Hz. Muhammed'in bıraktığı ikinci kıstas, demokrasi üzerineydi. Yöneticiler kamu hukukunu ilgilendiren herhan­ gi bir konuda tek başına karar almamalı ve mutlaka danışma meclisi toplanmalıydı. Örneğin Hz. Muhammed'in Uhud Savaşı'ndaki stratejisi, savunmada kalmaktı. Ancak oylama sonucunda çıkan meydan savaşı kararına itiraz etmedi. Son kriteri ise liyakat esasıydı. Atanacak kişinin kimliğine değil bu işin ehli olup olmadığına bakılmalıydı. Örneğin Mekke fethedildiğinde Müslümanlar Kabe'ye gidip putperest bekçi-

MAD E N i PARA J 1 1 7

nin elinden anahtarları aldı. Böylesine onurlu bir görevin ona layık olmadığını düşünmüşlerdi. Hz. Muhammed ise bekçiyi yanına çağırıp 'Sen ve ailen nesiller boyu başarıyla hizmet ettiniz. Kutsal mabedimizi korudunuz. Bunlar senin hakkın, ' diyerek anahtarları geri verdi. Yani kamusal alanda bir atama yapılacağı zaman kimsenin inancı veya ırkına değil o göreve layık olup olmadığına bakılınalı ve emanetler layık olana verilmeliydi. İslam dininden önce Mekke'yi idare eden Ümeyyeoğulla­ rının başındaki Ebu Süfyan, 2 1 yıl boyunca Müslümanlar'ın karşı safında yer almıştı. Bedir Savaşı'nda babasını, oğlunu, amcasını ve kayınbiraderini kaybetmişti. intikam peşindeki karısı ise Uhud Harbi'nde Hz. Muhammed'in amcasını öl­ dürtüp, kalbini çıkarıp çiğnemişti. Bu nefretin birinci sebebi kabile taassubu, ikincisi ise Ümeyye ailesinin itibar ve ser­ vetini kaybetme riskiydi. Böylesine öfke dolu ailenin tama­ mı, Mekke'nin fethi esnasında Müslüman oldu. Dolayısıyla Ümeyye kabilesi, uzun süre İslam Devleti'nde makam sahibi olamamıştı. Süfyan'ın oğlu Muaviye, ailesinin zenginliği ve soyunun itibarı sayesinde ikinci halife Hz. Ömer döneminde valiliğe atandı. Ancak asıl ilerlemeyi akrabası olan Hz. Os­ man döneminde gösterdi. Şam'a vali olarak atandıktan kısa süre sonra Suriye' nin idaresini ele geçirdi. Bu sırada Hz. Ali dördüncü halife olarak devlet başkanı seçilmişti. Muaviye'yi görevden almak istedi. Muaviye ise elçileri şehre sokmayarak tarihteki ilk İslam Devleti' ne savaş açarak bağımsızlığını ilan etti. Böylece Hz. Muhammed'in vefatının üzerinden 25 yıl geçmeden Arap coğrafyasında iki İslam devleti ve iki devlet başkanı ortaya çıkmış oldu. Muaviye kimi kabileleri parayla, kimilerini de korkuyla biat ettirdi. Karşı çıkanları ise öldürdü. Hz. Ali'ye hakaret içeren hutbeler okuttu. Bu çekişme meydan savaşiarına dönüştü. Peygamberin sağlığında yapılan tüm sa­ vaşlarda yaklaşık 500 kişi hayatını kaybetmişken, top tüfeğin

1 18

1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

icat edilmediği Cemel ve Sıffin Harplerinde 80 bin kişi öldü. Çatışmaların altıncı yılında Hz. Ali öldürüldü ve oğlu Hz. Hasan, devlet başkanı seçildi. Ancak birkaç ay sonra kendi is­ teğiyle siyasetten çekildi. Böylelikle Ümeyye ailesinin kurduğu Emevi Devleti, 66 1 yılında bağımsızlığını kazandı. Hz. Muhammed'in ölümünden otuz yıl sonra yeni bir İs­ lam devleti kurmuş olan Muaviye, iktidarın Allah tarafından kendisine balışedildiği safsatasım yayarak peygamberin ruha­ ni mirasını devşirmeye yeltendi. İtiraz edenleri ya parayla ya da kılıçla hertaraf etti. O güne kadar 'halife' sözcüğü, yerine geçen manasında halef kelimesinden türetilmiş gündelik bir tabirdi, kutsal bir anlamı yoktu. Devletin başkanı ise sadece siyasi liderdi. Örneğin Hz. Ebu Bekir' e halife denmesi Hz. Muhammed'den sonra devlet başkanı olmasını ifade ederdi, ilahi bir anlamı yoktu. Ne var ki, Muaviye' nin dayatmasıyla ulvi bir makama· dönüşen halife kavramı, ilk kez 'Peygamber Vekili' yani 'Allah' ın yeryüzündeki temsilcisi' manasında kullanıldı. Halbuki İslam hukukuna göre Hz. Muhammed'den başka hiç kimseye kutsiyet atfedilemezdi. Yani İslam dininde ruhhan sınıfı yasaktı. Hatta ilk Müslümanlar, Hz. Muhammed'in bir isteğiyle ilgili farklı fikirleri olduğu zaman 'Ey Muhammed, söy­ ledikterin Allah'ın emri mi yoksa senin sözün mü?' diye sorarlardı. Eğer Allah'ın emri değilse ki harca karşı çıkarlardı. Çünkü İslam dinine göre sorgulanamaz tek şey, Hz. Muhammed'in peygam­ berlik kimliği ve bu kimliğe bağlı olarak insanlığa ilettiği dini emirlerdi. Dolayısıyla O' nun kişisel görüşleri tartışmaya açıktı. Müslümanlar, Hz. Muhammed'in şahsi fikri olan Hudeybiye Andaşması emrine veya Hendek Savaşı stratejisine işte bu yüz­ den itiraz edebilmişlerdi. Günümüzde ise bırakın peygamberi sıradan bir din hocasından duyduğu bilgiyi sorgulamanın din­ den çıkmak olduğunu zanneden geniş bir kitle bulunmaktadır.

MAD E N i PARA I 1 1 9

Emevi devletinin başkanı olarak siyasi güce kavuşan Mu­ aviye, halife kavramına kutsal bir kimlik giydirmeyi başar­ mış, böylelikle dinin gücünü de kendisinde toplamıştı. Hz. Muhammed'in devlet idaresinde ortaya koyduğu üç ilkeden birini çiğnemiş olmak urourunda değildi. Sistemin oldukça karlı olduğunu görünce liyakat ilkesine saldırdı. Artık devlet başkanının seçimle belirlenmeyeceğini ilan ederek oğlu Yezid'i veliaht tayin etti. Şura sisteminin kaldırılarak cahiliye döne­ mindeki saltanat modeline geçilmesi de tepki topladı. Hem devlet başkanı hem de peygamber vekili konumuna yükselmiş bir halifeye karşı çıkanlar, önce parayla ikna edilmeye çalışıldı. Paranın satın alamadığı aydınlar hücreye atıldı. Bu yüzden ilk cezaevleri Emeviler döneminde açıldı. Kelime ve kırbaçla razı edilemeyenler ise kılıçla terbiye edildi. Artık adalet de kalma­ mıştı. Devlet başkanının seçimle değil kan bağıyla belidendiği

monarşi sistemi ve devlet başkanının kutsal yetkilerle donatıldığı hilafet modeli, Hz. Muhammed'in sünnetine aykırıydı. Dücane Cündioğlu'nun da belirttiği üzere Rum kayzeri, Sasani kisrası, Mısır mukavkısı veya Roma imparatoruna benzeyen bu ma­ kam, Muaviye' nin 20 yıllık iktidarında iyice kanıksandı. Saltanatın ilk varisi Yezid ise tahtına rakip olarak gördüğü Hz. Muhammed'in torunlarını Kerbela'da katietmekten çekin­ medi. Hilafetin kutsallığını içselleştiren Yezid, Medine'yi yağ­ malattı. Mekke'yi mancınık ateşine tutarak Allah'ın evi kabul edilen Kabe'yi yıktı. Şoka giren Müslümanlar 'Ebabil kuşları

nerede?' diyerek inançlarını sorgulamaya başladı. Bu travma, Yezid'in satın aldığı alimler tarafından uydurulan hadislerle adatıldı. Zira Diyanet'in eski başdanışmanlarından araştırmacı Ali Akın'ın 'Geçmişten Günümüze Akılcılar ve Nakilciler' isimli eserinde belirttiği üzere Hz. Peygamber'in vefatma kadar sadece

1 20 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

beş yüz adet olan hadis1 1 sayısı, iki asır içinde bir milyonu aşa­ caktı. Çünkü sal tanadarını kaybetmek istemeyen Yezid ve diğer Emevi halifeleri, dönemin alimlerinden İslam' a ve insanlığa aykırı uygulamalarını aklayacak hadis uydurmalarını istiyordu. Halifeler, beğendikleri uydurma hadisiere yüksek bedeller öde­ yince 'hadis borsası' oluştu! İşin ilginç yanı Ut, Uzza ve Menat isimli putların temsil ettiği bu çarpık sistem öylesine uzun yaşadı ki Müslüman toplumlar, devlet başkanlarını seçimle belirlemek için bin yıldan fazla beklemek zorunda kalacaktı. Kabe'yi yıktıran Yezid bir yıl sonra öldü ve yerine Abdül­ melik b. Mervan geçerek Erneviierin halifesi oldu. 684 yılıydı. Kendisine sadece Mısır ve Suriye biat etmişti. Çünkü Arabis­ tan, Irak ve Filistin gibi ülkelerde başka halifeler vardı. Mısır'ın fethiyle papirüs gibi muhteşem bir ürünle tanışan Emeviler, nem ve sudan etkilenmeyen bu ürün sayesinde diplomasi hamlesi başlattı. Halife Abdülmelik, Roma imparatoru' na bir mektup gönderdi. Mektubun baş tarafında İhlas Suresi, son kısmında ise Hz. Muhammed'in ismi yazılıydı. Bunu gören imparator hiddetlenerek 'Eğer bir daha böyle bir mektup alırsam,

ülkenizde tedavül eden dinarlara Peygamberinizin ismini hiç ho­ şunuza gitmeyecek şekilde yazarım!' diye tehdit savurdu. Halife Abdülmelik, soğukkanlı davranarak yardımcılarını topladı. Para biriminin ismini değiştirmedi ama baştan sona bir İslam sikkesi tasarlayarak, finansal sistemi yeniledi. Piyasadaki yaban­ cı paraları eritti. Zira eski paralarda Hristiyanlığın sembolleri vardı. Hazırlattığı yeni kalıpları tüm valilere gönderdi. Roma'ya meydan okuyan İslam sikkeleri 4,25 gram ağırlığındaydı. Roma ll

Hadis: Hz. Muhammed'in sadece din hakkındaki söz ve eylemleridir. Hz. Mu­ hammed, sözlerinin Kur'an ile karıştınlma riskinden dolayı sözlerinin yazılmasını istemezdi. Hz. Ebu Bekir, halife seçildiğinde peygamberine duyduğu özlem sebe­ biyle hadisleri toplamak istedi. Ulaştığı sayı yaklaşık SOO'd ü. Aynı şeyi bir sonraki halife Hz. Ömer de yaptı ve o da, aynı sayıya ulaştı. Ancak her ikisi de Peygamber yasağını hatıriayarak bunları basmaktan vazgeçti.

MAD E N i PA RA I 1 2 1

parasından biraz ağırdı ama aynı ölçülerdeydi. Titiz çalışmalar sonucu, iki tür para tasarlanmıştı. likinin üzerine imparator yerine halifenin tasviri, haç yerine ise tepesinde küre olan bir sütun vardı. İkinci paralarda ise tevhid inancı yazılıydı. 696 yılında basılan bu sikkeler, kısa zamanda en muteber para oldu. Fakat daha önemlisi, para basmak bir devletin şanından ol­ masına rağmen İslam Devleti'nin ilk parası tam 65 sene sonra basılabilmişti. Günümüz Irak sınırlarında kurulan Emevi Devleti, 7 1 1 yılında İspanya'yı fetbederek Endülüs medeniyetinin doğma­ sına öncülük etti. Buralara hükmeden Vizigot Kralı' na haber şöyle iletildi: 'Topraklarımıza gökten mi indikleri, yoksa yerden mi çıktıkları belli olmayan bir kavim geldi. ' Vizigot krallığının ağır vergileri halkı altında ezilen İspanyollar, Müslümanlar'ın adil yönetimini hızla benimsedi. Bilime sarılan Endülüs Devleti ise modern eğitim merkezleri, kütüphaneler, aydınlık caddeler, gelişmiş kanalizasyon sistemi ve güçlü ticaretiyle 800 yıl boyun­ ca Avrupa'ya medeniyet dersi verdi. Ne var ki Kur' an ve sün­ nete aykırı olduğunu bildikleri saltanat ve hilafet modelinden onlar da vazgeçemedi. Devlet başkanlarını seçimle değil soyla belirleyerek devleti tek bir ailenin güdümünde yönetmeye de­ vam ettiler. Üstelik aynı kişi doğumla kazandığı halife sıfatıyla tüm Müslümanlar'ın doğal lideri olduğunu zannetmekteydi. Özellikle devletin yıkılınaya yüz tuttuğu sıralarda onlarca kişi halifelik ilan etmişti. Tıpkı şu an Fas Kralı VI . Muhammed'in tüm Müslümanlar'ın halifes i olduğunu iddia etmesi gibi. . . Irak'ta kalan Emevi Devleti ise Endülüs kadar yaşayamadı. Hz. Muhammed'in amcası Abbas'ın soyundan gelenler, 750 yılında Emevi hanedanlığına son verdiler. Bundan sonra dev­ letin başı ve Müslümanlar'ın en kutsal insanı olan halife, Ab­ basi ailesinden seçilecekti. Bu ayrıcalığın tek sebebi ise Abbasi

1 22 1 AN T İ K ÇACi DAN G E L E C E Ci E PA RA

ordusunun Erneviieri yenerek, parayı ve toprağı ele geçirmiş olmasıydı. Babadan oğula geçen saltanatın ve 'Allah' ın Halifesi' manasındaki Halifetullah sıfatının dine aykırı olduğunu bilme­ lerine rağmen her ikisini de canları pahasına korudular. Zira bu kurgu, devlet idaresini ele geçiren aileler açısından inanılmaz lcirlıydı. Abbasi sülalesi de tıpkı Emeviler gibi bu makamlar uğruna kimseye acımadı. Kurbanlardan en bilineniyse dönemin en derin alimlerinden İmam-ı Azam olacaktı. Ömrünün 52 yılını Emeviler, kalan 18 yılını ise Abbasiler döneminde geçiren bu insan, kan bağıyla kazanılan saltanatın ve yine doğumla elde edilen halifeliğin şeriata uygun olmadığını söyledikçe Abba­ si hanedanlığının hışmına uğradı. Katırlar dolusu hediyeleri 'hazine malıdır' diye reddettikçe işkence gördü. İktidar yanlısı olmadığı her yorumunun ardından kör zindanlara atıldı. Fakat doğru bildiğinden vazgeçmedi. Halife Mansur, 767 yılında kibarca makamına davet ettiği İmam-ı Azam' a önceden hazır­ lattığı zehirli sütü ikram etti. İmam-ı Azam içmek istemedi. Israr edilince sessizce bard;ı.ğı bitirdi ve izin almadan kapıya yöneldi. Halife 'Nereye gidiyorsun?' diye sorunca ardına bakma­ dan 'Gönderdiğin yere, ' diyerek çıktı. Zira kursağından geçen zehir, siyah ölümün 12 son halkasıydı. İmam-ı Azam'ın kendi isteğiyle baldıran zelırini içmesi as­ lında bir teslimiyet değil, Sokrates'in yaptığı gibi bir meydan okumaydı. Ekonomik çıkar uğruna bir dalıiyi daha toprağa dü­ şüren Abbasiler ise siyasi fetihlere devam etti. İslam Devleti ol­ duklarını iddia edip İslam' a aykırı yönetim sistemlerini devam ettirmelerine rağmen Uygarlık Döngüsü dışına çıkmadıkları için önemli başanlara imza attılar. Siyasetlerine karışmayan düşü12

Ut, Uzza ve Menat isimli putlardan uzak kalabilmek için tüm öğretiler, 'yaşarker. ölmeyi' salık verir. İslam tasavvufunun reçetesinde ise bir ölüm çeşidi daha yazılı­ dır: Siyah ölüm. Bir insanın kişisel konforundan vazgeçerek toplumun ızdırabıyla derdenmesi demektir.

MAD E N i PARA I 1 23

nürleri özgür bıraktılar. Bilime ayırdıkiarı bütçe, günümüzün gelişmiş devletlerinden bile fazlaydı. Eğitmenler ve öğretmen­ ler ülkenin en fazla kazanan kesimiydi. Örneğin Abbasilerin ilk yüzyılına denk gelen 850'li yıllarda İslam halifesinin yıllık geliri, Roma imparatorlarının beş katıydı. Zamanının en ileri teknolojisine sahiplerdi. Güçlü ordusu, yabancı ülkeleri dize getirecek kudretteydi. İşte bu sayede 500 yıl hüküm sürdüler. Abbasiler büyüdükçe Roma küçüldü; Müslümanlar zengin­ leştikçe Sasaniler fakirleşti. İslam medeniyetinin üretim gücü, piyasadaki tüm parayı çekince Batı Avrupa'da ciddi gümüş sıkıntısı yaşandı. Hatta 800'lü yıllarda gümüş para öylesine azalmıştı ki bazı bölgelerde para yerine sincap derisi kullanıl­ maya başlandı. Komşu ülkelerin tapınak, saray ve kiliselerine gizlenmiş servet, Abbasilere geçti. Tüm değerli metaller, ufak değişiklikler yapılarak paraya dönüştürüldü. Emisyon artışı piyasayı kamçıladı ve ticaret canlandı. Bilinen dünyayla entegrasyonunu tamamlayan İslam Dev­ leti, Yahudiliğin kutsal yerlerini de hakimiyeti altına aldı. İb­ rahim Peygamber'in vatanı Babil, Musa Peygamber'in vatanı Mısır ve İsa Peygamber'in vatanı Filistin başta olmak üzere Kı­ zıldeniz, Basra ve Akdeniz limanlarının çoğunu kontrol ediyor­ lardı. İslam Devleti güçlendikçe parası da güçlendi. Özellikle gümüş dirhemler ipek karşılığı Çin' e, silah karşılığı İspanya'ya hatta köle ve kürk gibi harcamalara karşılık Rusya'ya aktı. Ne­ hirler yoluyla Stockholm, Fin Körfezi, Danimarka, Fransa ve İngiltere'nin kuzeyine ulaştı. Her İslam Devleti, Hz. Muhammed'in 'Altın veya gümüş kaptan su içen, cehennemden ateş içer!' uyarısını ciddiye alarak uygarlık döngüsü çarklarını işlettiği sürece ayakta kaldı. Ara­ larında Harun Reşit (786-809) gibi oğlunun düğününde altın bilyeler saçarak Binbir Gece Masalları' na ilham kaynağı olan

1 24

1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PARA

müsrif idareciler de vardı. Hatta l l . yüzyıl Kahiresi, mücev­ her ve lüks tüketime yönelik mağazalarıyla meşhurdu. Harun Reşit'ten sonra gelen bir başka halifenin kızı öldüğünde, üç milyon dinara yakın para ve altın iplerle süslü on binden fazla elbise bırakmıştı. Hamaset, hurafe ve vandallık Abbasi ente­ lektüel dünyasını yozlaştırdı. İbn-i Sina, Farabi, Harezmi gibi bilim insanları, sapkınlıkla itharn edildi. Uygarlık döngüsünü ateşleyen felsefe ve bilimden 1 O. yüzyılda uzaklaşan İslam coğ­ rafyası, siyasi ve ekonomik bozulmayla baş edemeyince dinar ve dirhemleri de itibar kaybetti. Arap kökenli İslam devletlerinin hukuki alt yapısı, din­ den beslenmekteydi. Buna rağmen dine aykırı olan saltanat ve hilafetten vazgeçmediler. Abbasilerin zayıfladığı bu dönemde Anadolu'dan yola çıkan Türk hükümdar Tuğrul Bey 1 05 5 yı­ lında Abbasilerin başkenti Bağdat' ı fethetti. Saltanat modeli Türkler'de de vardı. Ancak Tuğrul Bey Müslüman olmasına ve eline fırsat geçmesine rağmen halifeliği almadığı gibi Abbasi halifesine biat ederek Türkler'in Hanefi mezhebine geçmesine öncülük etti. Tuğrul Bey'in ölümü üzerine Alparslan'ın vezi­ ri Nizamülmülk tarafından kurulan Nizarniye Medreseleri; itikadi mezhepler olarak nakilci Eş'ari ile akılcı Maturidi görüş­ lerini, arneli mezhep olarak ise akılcı İmam-ı Azam ile nakilci İmam-ı Hanbel ve İmam-ı Şafii'nin fikirlerini devlet himaye­ sine aldı. Nizamülmülk' e göre artık bu görüşler kıyamete dek savunulacak, bunun dışındakiler ise reddedilecekti. Nizarniye Medreseleri, dört yüz yıl boyunca Anadolu' nun hukuki ve dini esaslarının temelini oluştururken Osmanlı eğitim sistemine de rol model olacaktı. Abbasi Devleti, Anadolu Selçuklu Devleti'nin siyasi hima­ yesinde yaşamaya devam etti. AncakAnadolu Selçuklu Devleti doğudan gelen Moğol istilalarına dayanarnayıp parçalanınca

MAD E N i PARA I 1 2 5

Abbasiler de ı 258 yılında tarih sahnesinden çekildi. Moğol­ lar, Abbasilerin tüm bilimsel eserlerini öldürdülderi erkeklerle beraber Dicle nehrine attılar. Nehirden günlerce kan ve mü­ rekkep aktı. Diğer taraftan Abbasiler iyi bile dayanmıştı, zira derin bir mütefekkir olan İbn-i Hanbel 'Toplumumuzda iki aç kurt var: Para ve statü!' diyerek 9. asrın hemen başında Abbasi yöneticilerini uyarmıştı. Abbasilerin yıkılmasıyla halifelik makamı Mısır'da yerleşik Memlüklere geçti. Yavuz Sultan Selim komutasındaki Osmanlı ordusu gelene kadar da onlarda kalacaktı. Erneviierin başlattığı ve Abbasiler ile Memlüklerin devam ettirdiği sadece bir kişiyi kutsayan hilafet modeli, Osmanlı Devleti tarafından İstanbul' a taşınacaktı. Daha ilginciyse kimsenin kimseden üstün olma­ dığını söyleyerek saltanat ve hilafetin ulvi mertebeye çıkarıl­ masına itiraz ettiği için kafır ve zındık ilan edilen, sonra da ölüme mahkum edilen İmam-ı Azam'ın fikirleri bir mezhep haline gelerek Osmanoğulları ailesinin baştacı ettiği 'saltanat ve hilafet' modelinin payandası olacaktı! Çünkü 'Her yalan, kutsal bir örtüyle kaplanır, ' formülü, tarih boyunca dindar insanları ikna etmenin en kolay yoluydu.

Türklerin Altın Parası Türklerin anavatanı olan Orta Asya bozkırları altına değil, insana güvenmeyi gerektiren sert bir iklime sahipti. Pers kralla­ rından Büyük İskender' e kadar dev karakterlerin savaşmaktan korkup yolunu değiştirdiği bu acımasız coğrafyanın en değerli varlıkları ise at, keçi ve silahtı. İşte bu yüzden et, süt, yoğurt, su­ cuk, deri gibi hayvansal ürünler başlıca mal paralar arasındaydı. Hatta ı 9 ı O'lu yıllara kadar kuzu postları bozuk para, adar ise büyük para yerine geçerdi. Tartı para zamanında gümüşü tercih eden Türkler, madeni paraya geçerken komşuları Çin, Sasani

1 26 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

ve İran medeniyetlerinden etkilendi. Yakın zamana kadar Tür­ gişlerin madeni para kullanan ilk Türk devleti olduğu sanılırdı ancak yeni bulgular, yedinci asrın sonlarında hüküm süren Göktürklerin madeni parayı daha evvel kullandığım ispatla­ dı. Bu sikkelerin genel özelliği, mevcut Çin paralarının arka yüzüne Göktürk harflerinin kazınmasıydı. Yani eski paralar eritilip yeniden darp edilmezdi. Nümismatik terminolojisinde kontramark denilen bu işlem, yabancı bir siyasi gücün kabulü demekti. Uygurların yerleşik düzene geçmesiyle Orta Asya'daki iktisadi yaşam 8. yüzyılın ortasında caniandı ve para çeşidi arttı.

'Dörtnala gelip uzak Asyadan, Akdeniz'e bir kısrak b�ı gibi uzanan Anadolu, ı o7 ı 'deki Malazgirt Savaşı'yla Türk yurduna dönüştü. Yüzyıl bitmeden Denizli'de 200 bin, Kastamonu'da ı 00 bin ve Kütahya'da ise 30 bin Türk çadırı kuruldu. Çin' e giderken bucalardan geçen Marco Polo'nun, Anadolu toprak­ larını Turkmenia namıyla anınası da bu yüzdendi13• Polo'nun tanıştığı Anadolu Selçuklu Türklerinin temel parası da gümüş­ tü. Parlak bir metal olduğundan 'ak pak' manasma gelen ağca denirdi. Öz Türkçe olan bu sözcük, Osmanlı zamanında yumu­ şayarak önce akça, sonra akçe kelimesine dönüştü. ı 5 . yüzyıla kadar gümüş sikkelerin adıydı. Ardından da temel para birimi olarak anıldı. Son olarak ı 834'te basılan akçeler çoğunlukla 3,07 gramdı ve bunların altı katına danat denirdi. Bu sırada Öz Türkçede 'on bin' anlamına gelen tümen sözcüğü de mali sisteme adapte edildi. Tümen kelimesi halen günümüz Türk ordusundaki on bin kişilik askeri birliği ifade ederken İran Devleti'nin de resmi para birimidir. 13

Arap milletler ise Anadolu'ya Rum- i Diyılr derdi. Büyük mutasavvıf Mevlana'nın lakabı da buradan gelir. Rum derken genel olarak Roma halkı, özelde ise Doğu Roma İmpatorluğu kastedilirdi. Osmanlı Devleti de İstanbul Boğazı'nın Avrupa yakasım ele geçirdiğinde Balkanlar dahil geniş bir coğrafyayı Rum İli adıyla anmış, bu sözcük 19. yüzyıldan sonra Rumeli kelimesine dönüşmüştür.

MAD E N i PARA I 1 2 7

Anadolu'daki ilk madeni parayı I . Mesut darp ettirmişti. Dinar adlı ilk altın sikkeyi ve dirhem adlı ilk gümüş sikkeyi ise II. Kılıçarslan bastırdı. Anadolu Selçuklu Devleti, 1 243'te aldığı Kösedağ mağlubiyetiyle İran'da yerleşik Moğol buyru­ ğuna girdi. Önce Batı, sonra bütün Anadolu parçalandı ve İkinci Beylikler Dönemi başladı. Bunlardan biri olan Osmanlı Beyliği, sınırlarında sorun varsa sınırlarını genişlet düsturuyla harekete geçip 1 3 . yüzyılın sonunda Anadolu'yu birleştirmekle kalmayıp cihan imparatorluğuna dönüşecekti. Tanınmış müverrihlerden H. A. Gibbons 'Bir babanın ev­

ladına bırakacağı en büyük miras, tamamlanmamış zor bir iştir, ' demişti. Para basmak da sanıldığı gibi kolay bir iş değildi. Zaten bu yüzden devletlerin alametifarikası kabul edilirdi. Osmanlı Devleti' nin kurucusu Osman Gazi de oğlu Orhan'a hudutları çizilmemiş bir ülke, kanunları yazılmamış bir hukuk ve sikkesi olmayan bir ekonomi bırakmıştı. Kırk beş yaşındaki Orhan Gazi, babasından kalan bu ağır mesuliyetleri üstlenecek karak­ tere sahipti. Bursa'yı fetbederek Osmanlı Devleti'nin ilk sınırını tescil etti. Selçuk ve Bizans paralarını kullanmaktan vazgeçerek 1 327'de ilk gümüş sikkeyi kestirdi. Üzerine de 'Allah, Osmanoğ­ lu Orhan'ın mülkünü daim etsin, ' y;udırdı. Kamu yönetimi için atamalar yaparak Osmanlı Devleti'nin tüzel kişiliğine şekil ve­ ren ilk 'Bey' oldu. İstanbul fethedilene k.ıdar Osmanlıların para sistemi, gümüş para esasına tabiydi. Sikkeler gümüşten darp edilir, maaşlar gümüşle ödenir ve vergileı gümüşle toplanırdı. 1 453 yılına gelindiğinde Doğu Roma'nın başkent kapılarına dayanan Osmanlı ordusu, uygarlık tarihini değiştirmek üze­ reydi. Kuşatma başlayalı yaklaşık iki ay olmuş ancak ciddi bir ilerleme sağlanamamıştı. Macaristan elçisi Osmanlı ordugahına gelerek geri çekilmelerini, aksi halde büyük bir Haçlı ordusu­ nun yola çıkacağını bildirdi. Sultan İkinci Mehmet, kurmay

1 28 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PARA

heyetini topladı. 29 Mayıs'ta son bir hücum yapılmasına karar verirken hiç istememesine rağmen askerin motivasyonunu ar­ tırmak amacıyla 'üç gün yağma' izni verdi ancak yapılara doku­ nulmayacaktı. Son taarruz fırsatını iyi değerlendiren askerler, uygarlığın en uzun yaşayan imparatorluğunu tarihe gömdü. Sultan İkinci Mehmet, sözünde durarak üç gün şehre gir­ medi. Üçüncü günün akşamı doğruca Ayasofya Kilisesi'ne gitti. İçeride ganimet arayan askerlerini görünce hepsini dışarı attı ve sunağın üzerine çıkıp şükür namazı kıldı. Toplanan ganimet olağanüstü boyuttaydı. Sadece görünenierin envanteri 300 bin Venedik dukası ve 60 bin köleden ibaretti. Altın ve gümüş eşya­ lar, değerli elbise ve kumaşlar, nadir kitaplar ve sanat eserlerine paha biçilemezdi. Yeniçeriler bunların kıymetini bilmediği için ya ucuza sattı ya da yaktılar. Şehir harabeye dönmüştü. Halbuki yapılara dokunulmayacaktı. Genç Fatih, karşılaştığı yıkım kar­ şısında gözyaşlarını tutamadı. Şehri bayındır hale getirmek için tüm dünyaya haber saldı: 'Ey bilim insanları! İstanbul'a gelin,

laboratuvarlarınız sizi bekliyor. Ey sanatkarlar! İstanbul'a gelin, atölyeleriniz sizi bekliyor. ' Zira felsefe, bilim, teknoloji, para, hukuk ve sanattan oluşan uygarlık döngüsünün farkındaydı. O tarihten sonra yaptığı her hamle, bu çarkın dişlilerini tamir etmeye yönelik olacaktı. Bu bakış açısıyla Zeyrek ve Ayasofya medreselerinde kurduğu eğitim yuvaları günümüzün İstanbul Üniversitesi'nin de ilk tohumları olacaktı. Meşhur kanunnamesinin hemen başında 'Ben ki Doğu Romanın yeni Kayzeri' diyen Fatih Sultan Mehmet, atalarının 400 yıllık mücadelesine altın halkalar eklerneye devam etti. Tez zamanda bir anka kuşu gibi küllerinden doğan bu şehirde, Sultani adlı ilk altın parayı darp ettirdi. 1 478 yılında gerçekle­ şen bu olay, Osmanlı ekonomisinin gümüş parayla döndüğü gerçeğini değiştirmedi ancak bir başka anlamı daha vardı: Or-

MAD E N i PARA I 1 29

taçağ devletlerinin ulaştığı iktisadi kudret, kullandığı paraya doğrudan yansırdı. Sikkeler, bir devletin sanatından kültürüne, mimarisinden ekonomisine kadar önemli bir ipucuydu. Ör­ neğin Osmanlı Devleti, kuruluşundan ancak 1 80 sene sonra altın para basabilmişti. Zenginliğin karinesi olan altın sikkeler, sosyolojik açıdan yerleşik hayata, kurumsal hafıza boyutunda ise şifah1 gelenekten kitabi sisteme geçilmesiyle basılabilirdi. Zira göçebe yaşayan topluluklar, kendi kendine yeten bozkır ekonomisi ile idare ederdi. İklime ve yiyecek kaynaklarına bağlı bir yaşam düzeninde altın sahibi olunamazdı. Diğer taraftan altını olan zaten oradan oraya göçmezdi. Her ikisi de hayatın doğal akışına tersti. Bu gerçeklik, devletler kadar halklar için de geçerliydi. Kısacası yörük Türklerin yerleşik hayata geçmesi, tahılın evcilleştirilmesiyle değil altın parayla başladı. Sürekli göçen insanlar için kullanılan 'yörük' tab irinin, yürümek fiiliyle aynı kökten olması da işte bu yüzdendi. Lakin altın sikke basılmış olması, gündelik hayatı etkile­ medi. Sıradan işlemler trampa veya bakır parayla, ticaret ise gümüş parayla dönmeye devam etti. Zaten vergi ödemelerinde bakır para kabul görmezdi. Aslında tarihin hiçbir döneminde

i sta n b u l Arkeo loj i M ü zes i n d e serg i le n e n 1 8 - 2 0 m i li m etre ç a p ı n d a k i ' S u lta n ! i s i m l i b u i l k a l t ı n s i k ke le r, ya kla ş ı k 3 , 5 g ra m v e 2 3 , 5 ayarıyla flori n adlı Vened i k a lt ı n ı n ı örnek a l m ı ş t ı .

1 30 1 ANTİK ÇAGDAN GELECEGE PARA

ve dünyanın hiçbir yerinde altından basılmı§ paralar halkın cebine girmemişti. Zaten bu yüzden altın ve gümüş paralaca sultani, eşrefi, zerri mahbub, şerifl, esedi gibi şaşalı isimler ve­ rilirken; bakır paralaca Moğolca mangır, Farsça pul ve Arapça fels gibi daha mütevazı ve akılda kalıcı isimler verilirdi.

Baki Kulu Devletin kuruluşundan 180 sene sonra altın para basınayı başaran hükümdarın Fatih Sultan Mehmet olması şans değildi. Zira onun hiçbir işi harcıalem değildi. Daha 19 yaşındayken Latince dahil yedi lisan öğrenmişti. Dünyada bilime, sanata, kültüre bu kadar değer veren başka bir hükümdar gelmemişti. Aristoteles, Platon ve Stoa ilkelerini tartışırdı. Bizans eserleri­ nin koleksiyoneriydi. Şahsi kütüphanesinde 1 O dilde 5 bini aşkın kitap vardı. Antik kalınttiara hayrandı. Şairdi. Kiliseye gidip ayin izlerdi. Sadece iki korumayla gezerdi. Tam bir dün­ ya vatandaşıydı. Doğu'dan edebiyatçı, sanatçı ve bilim insanı; Batı'dan gemici, topçu ve matematikçi getirtti. Böylece altına ulaşmakla kalmadı, altının içindeki enerjiyi doğru yerlere ka­ nalize etmeye muvaffak oldu. Uygarlığa kazandırdığı mühim reformların başında ise hazine sistemi gelmektedir. Roma İmparatorluğu tarafından kurgulanan özel-devlet hazinesi ayrımını geleneksel Beytülmal düzenine entegre ederek devletin kasasıyla padişahın servetini ayırdı. Ulu Hakan'ın emriyle 1 5 . asırda tamamlanan merkezi hazine sisteminin Avrupa'da hayata geçirilmesi 1 9. asrı bulmuş­ tu. İmparatorluğun malvarlığına, defterdan vekil tayin etti. 1 470 yılındaysa 'para bakiyesinden sorumlu kişi' manasındaki Baki Kulu isimli bir denetim kurumu ihdas ederek hazinenin denetimini onlara bıraktı. 'Ben ki karaların, havaların ve de­

nizlerin sultanıyım, ben ki yedi düvele hükmederim lakin Baki

MAD E N i PARA I 1 3 1

Kullarıma sözüm geçmez!' demişti. 20 l l yılında lağvedilen Ma­ liye Teftiş Kurulu' nun kökleri de işte bu kuruma dayanırdı. Fatih'in para konusundaki hassasiyetinin arkasında ise ço­ cukluğunda yaşadığı şu travmatik hadisenin payı vardı: Fatih'in babası Il. Murat, çelebi biriydi. Münzevi bir hayat düşlüyordu. 1 444 yılında Manisa'ya yerleşti ve tüm yetkilerini henüz 1 2 yaşındaki oğluna devretti. Çocuk yaştaki birinin tahta oturma­ sı, asker ve bürokrat çevresinde münasip karşılanmadı. Avrupa cenahı ise kaybettiği toprakları geri almak için savaş borularını üflüyordu. Başkent Edirne'de toplanan devlet şurası, Il. Murat' ı göreve çağırdı. Sabık Sultan, Başkumandan sıfatıyla ordunun başına geçti ve Haçlıları kısa sürede yendi. Varna zaferinden sonra tekrar Manisa'ya dönmek isteyen I l . Murat, ilginç bir hadiseye tanık oldu. Yeniçeriterin ulu­ feleri ödenecekti lakin hazinede para yoktu. Sikkeleri tağşiş ederek açığı kapatma yoluna gidildi. Akçenin gümüş oranı binde dokuz gibi ufak bir oranda azaltıldı. Türk tarihindeki ilk devalüasyon tesir etmemişti çünkü aynı günlerde başkent Edirne'de çıkan büyük bir yangın, çarşıyı küle çevirmiş ve her şeyin fıyatını artırmıştı. Vezir Şihabeddin Paşa'nın konağını yağmalayan askerler, Buçuktepe mevkiine çıkarak genç Sultan' a hakaret etmeye başladılar. Yeniçerilere yarım akçe yani buçuk miktarınca zam yapılsa da huzursuzluk bitmedi. Olayın bü­ yümesi üzerine ayak direten askerin yanına giden Il. Murat, gönüllerini aldı. 'Buçuktepe İsyanı' olarak tarihe geçen bu ha­ dise yaşanalı tam 576 yıl oldu ama Türk lirasının rezerv paralar karşısındaki değer kaybı sona ermedi. Parasızlığın sebep olduğu bu isyana bizzat şahit olan genç hükümdar, iktidarı ayakta tutan asıl gücün para olduğunu kav­ ramıştı. Her yıl Sırbistan'dan 30 bin altın, Bosna Hersek'ten 1 8 bin, Eflak'tan 1 7 bin, Amasra ve Sinop'tan 1 4 bin, Bağdan'dan

1 32

1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

6 bin, Karadeniz Bölgesi' nden 3 bin altın almasına rağmen bu gelirleri har vurup harman savurmazdı. Ziyadesiyle tutum­ luydu. Nasıl ki şirketleri şirket yapan sermayesi ise devletleri devlet yapanın da altın olduğunu idrak etmişti. Şayet hazineniz doluysa ileri teknolojiye, otlaklarınız yeşil ve atlarınız semizse en güçlü askere sahip olabilirdiniz. Hiç kimse boş mideyle fetih yapamazdı. Nitekim Fatih'in ölümünün ardından Yedikule surlarında muhafaza edilen hazine sayıldı. Diğerlerinin yanı sıra 240 milyon gümüş akçe ile 1 04 milyon gümüş akçe kar­ şılığı altın sikke bulunduğu saptandı. Bu bakiye, o dönemde piyasada dolaşan paranın yaklaşık yarısıydı. Altın söz konusu olduğunda herkesten duyarlı olan Fatih'in emri çok açıktı. Hazine kapıları her açılıp kapandığında Sadra­ zam tarafından mühürlenecekti. Kasadan para çıkarılması için Ruznamçe Kalemi'nde gider belgesi hazırlanır, başdefterdar tarafından imzalanarak Sadrazam'a sunulur ve üzerine pençe denilen paraf atılarak başveznedara tevdi edilirdi. Hazineye para girdiğinde ise veznedarlar paranın sahte veya eksik olup olmadığını kontrol eder ve derhal deftere işlenınesini emre­ derlerdi. Bir haftalık kayıtlar defterdar nezaretinde Sadrazam katına çıkarılır ve tek tek denetlenirdi. Sadece defterdar değil padişahın kızı bile olsanız hesap vermemek mümkün değildi. Kurumsal hafızaya önem veren Osmanlı Devleti, kayıt tutma konusunda da iftihar edilecek düzeydeydi. Her şey ya yazıyla ya da damgayla kayıt altına alınırdı. Aslında aleyhte kullanılabilecek bir malumatı gizlemek her insanın mizacıdır. Ancak bilinen dünyaya hükmeden Osmanlı padişahları, askeri seferlerin ayrıntılarından tutun, eşlerinden aldıkları borç para­ lara kadar akçeli işlerin kaydedilmesini isterlerdi. Bu prensip, yüzyıllar sonra ortaya kanacak modern devlet sisteminin ilk kurumsal örneğiydi. 1 660 yılında, Sefername adlı savaş kayıt-

MAD E N i PARA I 1 3 3

larını kaleme alan Hezarfen Hüseyin Efendi, askeri seferler için en az 1 1 . 500 deve tahsis edildiğini yazar ki bunların ne işe yaradığını şöyle listelemişti: 4.000'i cephane, 2.000'i askerlerin tahıl ve ekipmanları, 500'ü sultanın çadırları ve 5 .000 deve ise sultanın kileri adıyla muhtemelen yiyecek ve hazine için . . . Özellikle yükseliş döneminde ortalama 1 0 0 bin askerle sefere çıkılırdı. Fakat bunun korkunç sakıncaları vardı. Şa­ yet altınları sarayda bırakırsanız, asıl ordu binlerce kilometre öteden dönüp gelene kadar altınlarınız yağmalanabilir ve ilk önce saltanat, sonra da devlet çökebilirdi. Nasıl ki yabancı ül­ keye giden turistler, kıymetli eşyalarını yanından ayırmıyorsa o günkü hükümdarlar da savaşa giderken devlet hazinesini yanından ayırmazdı. Gözlemci sıfatıyla Osmanlı ordusu seferle­ rine katılan Avrupalı vakanüvisler de altın ve gümüş sikkelerin keçi derisiyle kaplı kasalara yüklenerek orduyla birlikte götü­ rüldüğünü aktarır. Hazine, orduyla taşınınca garantiye alınırdı ancak savaşta yenilirseniz düşman eline geçme riski vardı ki bu durumda da saltanada birlikte devlet yıkılırdı. Çünkü devleti ayakta tutan unsur zannedildiği gibi soyunuz, asaletiniz, ka­ rizmanız, makamınız, aklınız, bilek gücünüz değil sadece ve sadece servetinizdi. Kral veya kraliçe iken servetinizi kaybedince bir günde köle veya cariye olabilirdiniz. Yeniçağ savaş düzeni, basit bir çözüm buldu. İki taraf da ha­ zinelerini ana karargahın biraz gerisine bırakarak güven altına aldı. Yenilen tarafın habercileri yıldırım hızıyla bölgeye yetişe­ rek durumu haber verir, hazine daha geri taşınarak düşmana kaptırılmazdı. Çünkü yenilen devlet, altınlarını kaptırmazsa kısa sürede toparlanıp tekrar savaşabilirdi. Eğer kaptırır ise savaşı kazansa bile yıkılınaktan kurtulamazdı. Osmanlı Devleti, bu riskin en büyüğünü l l Eylül 1 697 tarihinde tecrübe etti. Avusturya şehirlerinden Zenta'yı kuşatan ll. Mustafa, ağır bir

1 3 4 1 AN T İ K ÇAC DAN G E L E C E G E PARA

mağlubiyet aldı. Kısa sürede bozguna uğrayan Osmanlı ordusu, padişahın 3 milyon tutarındaki hazinesine ilaveten 40 bin altın, 9 bin araba, 28 bin koşulu binek hayvanı ve savaş toplarını düşmana kaptırdı. Fatih Sultan Mehmet ise yenilgi yüzü görmemişti. 'Fakirler

zengin gibi yaşayarak fakir kalır, zenginler ise fakir gibi yaşayarak zengin kalır, ' düsturundan hareketle hayat parayı sever ama ordusunun başına geçtiğinde parayı bir silah gibi kullanmayı da bilirdi. Ateşli silahların düzenli ordularda kullanıldığı 1 7. asır öncesinde padişah veya krallar, en önde sefere çıkar, en az askeri kadar risk alırdı. 1 46 1 yılında ordusunu arkasına alan Fatih, Trabzon seferine çıktı. Yol boyunca Tatar ve Rum saldırıları yetmezmiş gibi geçit vermez dağları da aşarak ilerledi. Üstelik her gün yağan yağmur yüzünden yollar kayganlaşmış, adar ise böğürlerine kadar çamura bulanmıştı. Nihayet, Trabzon top­ raklarına yakın bir dağa gelindi. Aşağı inmeye başlayan askerler, yıkılan ağaçların yolu kapattığını gördü. Bu arada padişaha ait yüz araba çamura saplandı. Arabaların hareket edemeyeceğini anlayan Fatih, hepsinin parçalanıp yakılmasını emretti. Atları da isteyenin alabileceğini söyledi. Tedbiren 800 deve getirt­ mişti. Arabalardaki eşya ve hazineler devdere yüklendi. Tekrar yola çıkıldı. Aksilikler bitmiyordu, hazineyi taşıyan develerden biri uçuruma yuvarlandı. Sırtındaki para kasaları parçalanıp 60 bin altın çevreye saçıldı. Oradan geçen askerler, muhafızlar gelene kadar paralara el sürdürmedi. Bu esnada şiddetli yağmur devam ediyordu. Bir deve yüzünden bütün ordu durmuştu. Fatih Sultan Mehmet, olay yerine gelerek yetkilileri dinledi. 'Altınlar sizin olsun, ' diye irade buyurdu. Çamura düşüp temiz kalabilen ender şeylerden olan altın, kısa sürede kapışıldı. Ar­ tık beklerneye hacet yoktu. Ordu yeniden yollara revan oldu. Zaten padişahın muradı da buydu. Ertesi gün avaya inilince otağ kuruldu. Kesenin ağızını açan Fatih'in ilk buyruğu parayla

MAD E N i PARA I 1 35

alakalıydı. Tüm askerlere elli bin altın dağıtılınasını ve yeniçeri yüzbaşılarına dört gün yerine iki günde bir ödeme yapılmasını emretti. Ordunun moralini yükselten Fatih, deniz ve karadan kuşattığı Trabzon'u altı hafta içinde fethetti. Fatih Sultan Mehmet'in genç yaşta vefat ettiği 1 48 1 yılı, uzun seneler sürecek emrikaların miladıydı. Öldüğünde iki oğlu da saray dışındaydı. Konya'daki Cem Sultan 1 4 ve Amasya sancağındaki şehzade Beyazıt' a haberciler çıkarıldı. Sadrazam, Cem Sultan' ı tahta namzet görüyordu. Bu yüzden babasının vefatını öncelikle Cem'e iletmek istedi. Fakat Beyazıt'ın ka­ yınbabası habereiyi yakalayarak öldürttü. Geç de olsa olayı duyan Cem Sultan, emrindeki 4.000 askerle harekete geçti. Başkente ulaşmak için Kütahya Kalesi'ni aşması lazımdı zira bu kalenin komutanı Sinan Paşa, Cem'in karındaşı Beyazıt'ın kızı Ayşe Sultan'ın kocasıydı. Paşa seyahatte olduğundan kale komutansızdı. Cem Sultan bu fırsattan istifade etmek iste­ di. Ayşe Sultan ise tek başınaydı. Dedesi Fatih ölmüş, babası Beyazıt tahta çıkmak üzere Edirne'ye gitmiş, kocası ise kale dışındaydı. Acilen bir şeyler yapmalıydı. Kasada 25 .000 akçe vardı. Aslında bu parayı kullanmak için eşinin veya babasının imzası gerekliydi. Lakin amcası Cem Sultan kaleyi ele geçirirse hem kendisi hem babası hem de kocası için felaket olurdu. Hiç düşünmeden parayı alıp kale savunması için sarf etti ve Cem Sultan' ın ordusunu püskürtmeyi başardı. Aradan dört yıl geçti. Dedesi Fatih'in kurduğu denetim birimindeki baki kulları, Kütahya Kalesi' nin hesaplarını denetlerneye geldi. İnceleme esnasında Ayşe Sultan'ın yetkisi olmadan 25 .000 akçe çekti14

Sultan kelimesi Osmanlı aile üyelerine verilen bir unvandı. Erkeklerde isimden önce, kadınlarda ise isimden sonra kullanılırdı. Tahtı abisine kaptırmamak uğru­ na Rodos şövalyelerine sığınmak zorunda kalan Cem Sultan'a, Ayşe Sultan gibi isminden sonra sultan denmesi ise en hafif tabirle aşağılama maksatlıydı.

1 3 6 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PARA

ğini tespit ettiler. Beyazıt'ın bu para sayesinde tahta oturmuş olmasının ehemmiyeti yoktu. Eksik bakiye tahsil edilmeliydi. Sinan Paşa, Gelibolu tersanesine komutan tayin edilmişti. Müfettişler derhal yola çıktı. Ayşe Sultan'ın yanına gelerek ya­ sal tebligatı ilettiler. Görevini suistimal etmediğini bilen Ayşe Sultan şaşkındı. 'Ben o parayı kuruşuna kadar devletin selameti için harcadım. Bunu herkes biliyor, ' şeklinde savunma yaptı. Ancak müfettişler 'Tafsilattan haberdarız. Sebebi her ne olursa olsun yetkiniz olmadığı için geri ödemelisin iz, ' dediler. Baba­ sı padişahtı, büyük bir komutanın refıkasıydı ama çaresizdi. Daha ilginciyse Ayşe Sultan' ın parası yoktu. Tek serveti, dedesi Fatih'in doğumunda hediye ettiği gerdanlıktı. Babasına mektup yazmaya karar verdi. İçine de gerdanlığı koydu. 'Sevgili babacığım, ' dedi. 'Cem Sultan, Kütahyaya sal­

dırdığında tek başıma kaleyi savunmak zorunda kalmıştım. Bu esnada kasadaki parayı çektim. Şimdi ise baki kulların geldi. Yetkim olmadığından bahisle parayı geri istiyorlar. Lakin ödeyecek param yok. Mektubun içine dedemin yadigarını koydum. Burası küçük bir yer olduğundan nakde çeviremiyorum. Gerdamlığımı İstanbul'da satarak hazineye olan borcumu kapatır mısınız?' Pa­ dişah ise kimmiş o müfettişler, ne cüretle ceza yazarlar diyerek hiddetlenmedi. Kızının ziynet eşyasını bozdurup borcunu öde­ di. Bu olay, Osmanlı geleneğinde hazine denetimine verilen önemi gösteren sayısız misalden biridir.

Zamanın Ruhu Fatih'in erken ölümüyle tahta çıkan İkinci Beyazıt, 3 1 yıl hüküm sürdü. Babası Fatih'ten devraldığı muazzam sermayeyi verimli kullandığı söylenemezdi. Mecbur olmadıkça savaşa gitmedi. Bu sırada eline üç muhteşem fırsat geçti: Coğrafi Ke­ şifler, Rönesans ve Bilim! İşte bu konularda göstereceği feraset,

MA D E N i PARA ! 1 3 7

hazinenin daluluğunu başka bir ifadeyle ülkesinin geleceğini belirleyecekti. İstanbul'un fethiyle Avrupa'yı Asya'ya bağlayan Baharat Yolu, Osmanlı'nın kontrolüne geçince �vrupalılara okyanusu aşmaktan başka seçenek kalmadı. Ne var ki uçsuz bucaksız okyanusları geçmek ölüme meydan okumaktı. KristofKolomb adında korkusuz bir denizci bu göreve hazırdı. Marea Palo'nun seyahat kitabını yanından ayırmayan bu adamın en büyük ha­ yali, altın ve baharat deposu olan Hint diyarına ulaşmaktı. Konjonktürün uygun olduğunu düşünerek İspanya ve Portekiz krallarından destek istedi. Ancak bu isteği reddedildi. Sınırları İtalya'ya dayanan Osmanlı Devleti'ne gelerek bir papazın re­ fakatinde Beyazıt' ın huzuruna çıktı. Ko lo mb anlattı, Beyazıt dinledi ama lcişifı hayalperesr buldu. Osmanlı'yı uluslararası ticaret yollarının dışına iten bu kara­ rın sosyolojik bir açıklaması vardı. Türkler bozkır kültüründen geldikleri için ordunun omurgası karacı birliklerden oluşurdu. Bu yüzden askerin dostu atlardı, gemiler değil; yol arkadaşı akıncıydı, tayfa değil; göçebe kültüründe liderliği simgeleyen meslek ise kaptanlık değil çobanlıktı. İşte bu yüzden eski Türk devletlerine sarıgemili veya büyükyelkenli gibi tabirler yeri­ ne Karakeçili veya Akkoyunlu gibi isimler verilmişti. Böylesi bir iklimde yetişen Beyazıt' ın, Kolomb'un okyanusları geçme fikrini ütopik bulması normaldi. Türk devletlerinin okyanus tecrübesi olmaması, ordularının hiyerarşik düzenine kadar yansımıştı. Hatta bugün bile kara kuvvetleri komutanı, bir sonraki atamada genel kurmay başkanı olur. Hollanda, İspanya, Portekiz veya İngiliz ordularında ise deniz kuvvetleri amirali, geleceğin genel kurmay başkanı adayıdır. Kolomb yılınadı ve bu kez İngiltere kralının kapısını çaldı. Yine reddedildi. Fransa kralına gitti. Yine reddedildi. Aradan

1 38 1 ANTİK ÇAGDAN GELECEGE PARA

yedi yıl geçti. Endülüs Devleti'ni yıkan İspanya kraliçesi, şim­ di de Portekiz'in açık denizlerdeki gücünü kırmak istiyordu. Elini cebine atmaya karar vermişti. Kolomb' u davet etti. 1 492 yılındaki bu görüşme, para ve uygarlık tarihini yeniden yaza­ caktı. Büyük lcişif heyecanla konuşmaya başladı. 'Kraliçem! Sanıldığının aksine Dünya yuvarlaktır!' dedi. Ülkenin en vakur kadınından önyargılarını kırmasını bekliyordu. Zira Katolik inancına göre Dünya düzdü ve karasal sınır, İspanya kıyıla­ rında sona eriyordu. Konuştukça dili çözüldü. 'Sürekli batıya

giderek doğuya ulaşabilirim! Bunu ispatlamak için gemilere ve mürettebata ihtiyacım var! Lütfen bana destek olunuz. ' Kolomb' u sakince dinleyen Kraliçe, hemen yanıtlamadı. Tahtını var eden tabularla geleceği dizayn etmek arasında sıkışmıştı. Sessizlik kulakları sağır edecek düzeye geldiğinde tane tane şunları söyle­ di. 'istediklerini vereceğim Kolomb ama lütfen gerçeklerle kafamı

karıştırma!' 4 Ağustos 1 492'de Güney İspanya'da başlayan yarış, dünya sınırlarının okyanusla sona erdiği algısını yıkan bir devrimle tamamlandı. Kristof Kolomb, sürekli batıya giderek dört hafta içinde doğuya ulaşacağını hesaplamıştı. Amerika'yı keşfeden Kolomb, Çin' e gittiğini sanarak öldü. Fakat lcişifın s oyadı, 1 897'de Kosta Rika'nın resmi parası olarak halen yaşıyor. To­ runları ise 30 yıl geçmeden kıta nüfusunun o/o 9 5 'ini çiçek mikrohuyla katletti. Şimdilerde bir milyara yakın insanın is­ panyolca konuşması, toplamda 50 milyon kişiyi mezara gö­ türen işte bu sömürge politikalarının acı bilançosudur. Niall Ferguson, Uygarlık isimli eserinin hemen başında şu tespite yer verir: 'Hiçbir ciddi yazar, Batı uygarlığının elde ettiği üstünlüğün

lekesiz olduğunu ileri süremez. Öte yandan iyi tarafının olma­ dığını ısrarla belirtenleri de görmekteyiz. İki tutum da abestir. Tüm büyük uygarlıklar gibi Batı uygarlığı da soyluluk kadar alçaklığa yakındı. '

MAD E N i PARA I 1 39

Osmanlı ekonomisini çökerten asıl haber ise bir başka kaşiften gelecekti. 8 Temmuz ı 496'da Portekiz Kralı'nın hi­ mayesinde Lizbon Limanı'ndan yola çıkan Vasco da Gama, Afrika'nın güneyini dolaşarak Mayıs ı 498'de Hindistan'ın batı kıyılarına ayak basan ilk Avrupalı oldu. Fetih ve tica­ retin karadan denize sıçraması tüm dengeleri değiştirecekti. Osmanlı' nın tam yükselişe geçtiği yüzyılda, Coğrafi Keşifler' i kaçırınası hazineye büyük darbe vurdu. H unlar, Uygurlar, Ka­ rahanlılar, Selçuklular ve son olarak Osmanlıların İpek Yolu gibi altın yumurdayan bir tavuğa hükmetmesi, en az fetihler kadar para kazandıran bir ayrıcalıktı. Fakat üç bin geminin okyanus sularına gömülmesine aldırmayan Avrupa, coğrafi keşiflere devam ettikçe İpek Yolu' nun önemi azaldı ve haliy­ le Osmanlı'nın gümrük gelirleri azalmaya başladı. Toprağın başlıca servet unsuru olduğu ı 492 ile ı 500 yılları arasında, dünyanın bilinen büyüklüğü düz hesapla önce iki katına, 25 yıl sonra ise üç katına çıktı fakat Osmanlı Devleti bu süreçte bir karış bile toprak kazanamadı. Elinde kalan ise Piri Reis'in Kristof Kolomb'dan alıntılayarak Güney Amerika sahillerini çizdiği bir harita olacaktı. Aslında KristofKolomb'u reddeden Osmanlı'nın avuçların­ dan kayan sadece toprak veya para değil evrensel bakış açısıydı. Çünkü tren ve uçaklar hayatımıza girene kadar dünyanın en bilgili insanları denizcilerdi. Engin deryalara açılıp farklı me­ deniyetlerle ilişki kurmayı başaran Avrupalılar, devasa kültürel birikimleri de ele geçirecekti. Nitekim İpek Yolu sadece ürün ve parayı değil, dünya medeniyetinin sahip olduğu son teknolojiyi taşımaktaydı. Uygarlığın birikimleri buradan akıyor, geçtiği tüm şehirleri besliyordu. İşte böylesine zenginlikten mahrum kalan İkinci Beyazıt, başkasına nasip olmayan bir fırsat daha kaçıracaktı.

1 40

1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

Doğu kültüründe hezarfen 1 5 lakabıyla anılan Leonarda da Vinci, Osmanlı'ya iltica etmek istedi. Mektubun ekinde ise Galata Köprüsü projesi vardı. İkinci Beyazıt bu talebi de cazip bulmadı. Padişahın geri çevirdiği sadece bir sanatçı ya da bir köprü değil Rönesans denilen yeniden doğuş iklimiydi. Kapalı kişiliği, zamanın ruhunu okumasını engellemekteydi. Medkiler'in hamiliğindeki diğer bir dahi olan Michelangelo ise 1 505'te Papa ile arasının açılmasından korkarak Osmanlı'ya sığınmak üzere haber gönderdi. Beyazıt'tan cevap gelene ka­ dar Papa ile barışıp iltica etmekten vazgeçti. Gerçi oğlu Yavuz Sultan Selim, babasının hatasını telafi etmek isteyip 1 5 1 9'da Michelangelo'yu davet etti ama bu sefer de sanatçı kabul etme­ di. Zira rüştünü ispat eden sanatçının şöhreti tüm Avrupa'yı kuşatmıştı. Böylelikle dünyayı dönüştüren Rönesans treni de kaçmış oldu. Osmanlı Devleti'nin kaçırdığı üçüncü tren ise bilim devri­ miydi. Özellikle 1 6. asrın sonlarına doğru felsefe başta olmak üzere matematik ve fen gibi akla dayalı ilimler, Kanuni dönemi­ nin şeyhülislamı Ebussuud Efendi'nin telkinleriyle müfredattan çıkarıldı ve halen de giremedi. Günümüz ilahiyat fakültelerinde matematik dersi yoktur. Gereksiz görülür. Halbuki felsefenin temeli mantık, mantığın temeli ise matematiktir. Matematik bilmeyen mantığı, mantık bilmeyen ise felsefeyi anlayamaz. Osmanlı bürokratları çok geçmeden nizarnı alemin bozulmaya yüz tuttuğunu fark etmişti ancak cahil bırakılan bir toplumun daha kolay yönetileceğini de biliyorlardı. İkinci tercihte karar kıldılar. Bu ön kabuller yüzünden Takiyüddin'in rasathanesi ıs

Meşhur sanatkar Leonarda da Vinci, Osmanlı entelektüelleri tarafından 'farklı disiplinlerde engin bilgiye sahip' manasındaki hezô.rfen namıyla anılırdı. Keşiş ve matematikçi Luca Pacioli ile yakın dosttu. Summa adlı olağanüstü kitabı defalarca okuyup not almıştı. Bunlardan birinde 'Üstad Luca'dan köklerin çarpımını öğTen!' yazıyordu.

MAD E N i PARA ! 1 4 1

yerle bir edildi. 9 0 yaşındaki Piri Reis, Şeyh Bedrettin, Molla Lütfı veya Ahizade gibi insanlar asıldı. Ancak asıl yitirilen, ülkenin geleceğiydi. Yusuf Has Hacip'in monarşi dönemi için söylediği 'Ülkeler kılıçla fetholur ama kalemle ayakta durur,' sözünü hiçe sayan bir hata daha yapılarak Osmanlı kültüründe onur madalyası kabul edilen başmüderrislik payesi de ayağa düşürüldü. Başarılı öğrenciler yetiştirmiş müderrisler her Ramazan ayında saraya davet edilerek bilimsel münazara yaparlardı. 'Huzur Dersle­ ri' adıyla bilinen bu mecliste, cevaplanamaz sorular yöneiten kişi başmüderris olurdu. Atamayla değil liyakada yapılan bu görevlendirmenin son uygulaması ı 870'lerde gerçekleşmiş ve son münazarayı Rizeli Koratacı Galip Efendi kazanmıştı. Usul değişince şehzadelere hocalık yapan müderris ve kazas­ ker çocukları, ı 5 yaşına gelince müderris olmaya başladılar. Cehaletin verdiği kibirle yerleşen bu sisteme beşik ulemalığı denirdi. Skolastik düşünce parazit gibi yayılınca deneye dayalı bilimler bitti. ı 7. asrın sonlarında 'bir ipliğe sinek pisliği bu­ laştırıp toprağa gömülürse nane yetişir' benzeri bağnaz bilgiler zaten sayılı olan kitaplarda yer bulmaya başladı. Öğrenme ih­ tiyacı, inanma isteğine dönüşünce aklın yerini duygular aldı. Böyle bir ortamda dünyanın en rasyonel sistemi olan parasal altyapının otunulması beklenemezdi. Kısacası seçkinleri bile at gözlüğü takan bir imparatorluğu harcamak için düşmana gerek kalmamıştı! Bu esnada Minervdnın Baykuşu 16 Avrupa semalarında kanat çırpıyordu. Avrupalılar, Coğrafi Keşifler, Rönesans açılımı, bi­ limsel faal iyetler ve kolonHerden sömürülen altınlar sayesinde 16 Minerva'nın Baykuşu: Yunan mitolojisinde bilgelik tanrıçasıdır. Hegel tarafından

1 8 2 I 'd e yazılan Hukuk Felsefesi kitabının ön sözünde kullanılan bu metafor, bilimsel özgürlüğü ifade eder.

1 4 2 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

her platformda ilerleme kaydederek önce kendilerini, sonra dünyayı iyi veya kötü değiştirmeye başladılar. Özellikle Katolik Kilisesi'ne ait otoritenin çöküşüyle modern bilimler fılizlendi. Latin kültüründe 'Asalet sorumluluk yükler,' düsturuyla başla­ yan tutkulu çalışmalar sonuç verdi ve monarşinin pençesinde kıvranan akademi dünyası, saygın bir seviyeye ulaştı. Protestan reformuyla okuryazar sayısının artması ekonomiyi de olumlu etkiledi. Bilimin öne çıkmaya başladığı bu dönem, Ortaçağ' ın sonu ve çağdaş dünya görüşünün başlangıcıydı. Askeri ve si­ yasi gücünün dorukta olduğu dönemlerde bile itibarlı paraya sahip olamayan Osmanlı, bilim trenini de kaçırmıştı. Voltaire

'İstanbul'da bir yılda yazılanlar Paris'te bir günde yazılandan azdır, ' derken Osmanlı Devleti' nin 224 yıl sürecek tasfiye sü­ recini yani Karlofça hezimetini haber veriyordu.

Osmanlı Tebaasının Açlık Oyunları Osmanlı Devleti siyasi, ticari ve sosyal açıdan çağdaşlarıy­ la benzer koşullara sahipti. Örneğin salgın hastalıklar, doğal afetler ve bitmeyen savaşlar yaşamın her alanında baskındı. Diğerleri gibi Osmanlı Devleti'nin kodları da Türkçesi soy, Arapçası saltanat ve Farsçası hanedan ile özdeşti. Yani devletin başı olmak için aranan ilk şart kan bağıydı. Hatta bu uğurda öz kardeşini katietmek bile doğal kabul edilirdi. Egemenliğin en önemli meşrulaştırma aracı ise din olgusuydu. Ekonomi ziraat üzerinden dönerdi. Milli hasılanın çok azı nakitti. Özel sektör zayıf, mülkiyet yok denecek kertedeydi ve tüm sistem orduya hizmet ediyordu. Kamu muhasebesi etkindi. Mültezim­ lerin zulümleri, kanunnamelerle giderilmeye çalışılırdı. Enerji kapasitesi insan, hayvan, rüzgar ve su gücüyle sınırlıydı. Sosyal değişim ya çok yavaştı ya da hiç yoktu. Bireysel özgürlük bugün anladığımızdan çok farklıydı. Herkes bir sınıfın, bir kavmin,

MAD E N I PARA I 1 4 3

bir kabilenin, bir inancın ögesiydi. Sosyal ve kültürel zemini kemirip duran hamaset, dogma, hurafe ve biat mahşerin dört atlısıydı. Pozitif bilim, seçkinlerin menfaatlerine ters düşmü­ yorsa altıola ödüllendirilir, aksi halde idama kadar götüren sapkın fikirler olarak değerlendirilirdi. Matbaa, kitap, makine, gramofon veya elektrik gibi hayatı kolaylaştıran yenilikler ya kontrol altında tutulur ya da yasaklanırdı. Sonuçta her devletin sermayesi altına dayanırdı, altın kazan­ manın yolu da fetihlere . . . Coğrafi Keşifler ile servete, Röne­ sans ile bilim devrimine kavuşan Avrupa; Osmanlı Devleti' nin gelirlerini sekteye uğrattı. Osmanlı bu olağanüstü değişimler karşısında hazırlıksızdı. Savaşların hazine üzerine ağır yük bin­ dirmesiyle ı 586'da en büyük tağşiş yapılarak akçenin içindeki gümüş oranı o/o 44 azaltıldı. Esasen bu tarih, para adına istik­ rarsız bir dönemin başlangıcıydı. Enflasyon veya devalüasyon gibi kavramlar hakkında malumat sahibi olmayan Osmanlı maliyecileri, içeriğinde daha az gümüş bulunan sikke basarak ekonominin düzeleceğini tasavvur etmişti. Halbuki iflas geçici, yoksulluk kalıcıydı. ı 4. yüzyılda ı 00 dirhem gümüşten 269 adet akçe kesilir­ ken, ı 6. yüzyılda SOO'ün üzerinde akçe kesiliyordu. Sonunda ı .000 akçe kesilmesi gündeme geldiğinde, darphane yetkilisi Ali Efendi 'Bir badem yaprağı kadar ince, bir şebnem katresi kadar hafif akçe olmayacağını söyledi. Nitekim akçenin alım gücü, içindeki gümüş miktarıyla doğru orantılı olduğundan gümüş miktarının düşürülmesi fıyatları yükseltti. Yaşanan şok­ tan kurtulmaya çalışan bürokrasi, derhal ağır vergiler koydu. Bu da ikinci yanlıştı. Osmanlı halkı ilk defa fakirleşmeye başla­ mıştı. Buçuktepe İsyanı'ndan sonraki en meşhur ayaklanmaya yol açan bu karar, paradan sorumlu Rumeli Beylerbeyi Mehmet Paşa' nın kellesine mal oldu.

1 44 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PARA

Ekonomik sıkıntılar yeniçerileri isyana yöneltmekle kal­ madı, maaşlarının cebren azaltılmasına kızarak yolsuzluğa da yöneltti. Yeniçeri ağalarının bulduğu taktik, günümüz vergi kanunlarında hapis cezasını gerektirecek kadar riskliydi. Ye­ niçeriler üç ayda bir ulufe denilen maaş alırdı. Ödemelerin takibi amacıyla her birliğin kendi maaş defteri olurdu. Göreve başlayanların ismi buraya kaydedilir, ayrılanlar ise silinirdi. Devlete kızan bazı ağalar, ayrılanların ismini silmeyerek yıllarca fazladan para aldı. Artık aynı defter kullanıla kullanıla sayfalar o kadar eskirdi ki üzerindeki isimler okunmaz olurdu. Ağalara gönül koymayalım zira 'isimleri silindi' manasındaki esamesi okunmaz deyimi onlardan kaldı. Her şeyin ordunun ihtiyaçlarına göre dizayn edildiği o günlerde, milli gelirin yarısından azıyla yetinen köylü sınıfı, vergi yükünün % 87'sini ödemekle mükellefti. ı494 ve ı 503'te yaşanan kıtlık, buğday üretimini düşürüp fıyatların ı O kat art­ masına sebep oldu. Ağır vergiler, yokluk, İran savaşları ve Celali isyanlarından bıkan halk, 'çift bozup' şehirlere akın etti. Bu sefer de asayiş bozuldu. İkinci kıtlık ı 564'te yaşandı. ı 573 ve ı 576 yılları arasındaysa açlık derecesine ulaştı. ı 7. yüzyıl ise Osmanlı' nın en fakir yıllarıydı. Öyle ki ı 607'de İngiliz elçisi bile buğdayı vesikayla alıyordu. Askeri alandaki başarı, parasal alana taşınamayınca ı 6 ı ı yılında bir florin 200 akçeye fırla­ mıştı. Osmanlı Devleti'ndeki en korkunç kıtlık ise ı 873 ile 75 yılları arasında görüldü. Ankara, Kırşehir, Yozgat, Çankırı ve Sivas yöresinde on binlerce insan kırıldı. ı 688'e gelindiğinde en fazla para, savaşlara harcanıyordu. İmparatorluğun, Avrupa ile dört cephede savaştığı 1 69 ı ile 92 yıllarındaki bütçe açığı yaklaşık 1 ı O milyon akçeydi. 236 milyonu bulan olağanüstü masrafların da eklenmesiyle barış zamanlarında o/o 56-57 civarında olan askeri giderler, savaş

MAD E N i PARA I 1 45

esnasında o/o 84'lere ulaştı. Başka bir ifadeyle hazine, orduya çalışıyordu. Benzer durum Avrupa devletleri için de geçerliydi. İspanya ve Fransa' nın ı 6. yüzyıl gelirlerinin o/o 70'i savaşlara tahsis edilirdi. Her sikke darbında eskilerini piyasadan tam olarak çekerne­ yen Osmanlı, parasal karmaşadan çıkamadı. Her tağşiş kılıçları biledi. Her devalüasyon askeri darbeyi, her darbe devalüasyon u getirdi. Yaşanan girdap korkunç boyutlara ulaşınca ı 600, ı 6 ı 8, ı 624 ve ı 640 yıllarında bazı düzenlenıneler yapıldı. Fakat altın ve gümüş arasındaki dalgalanma, ı 839' a kadar devam etti. Nitekim ünlü gökbilimci Nicolas Copernicus, Değer Kaybının Bilimsel incelemesi adlı eserinde 'Krallıkların sonunu hazırlayan

dört önemli felaket: savaş, ahlaksızlık, çorak toprak ve paranın değerini düşürmektir, ' der. İlk üç kaideyi iyi bilen Osmanlı, sikkelerin felsefesinden ziyade sadece metaliyle ilgitenince dev­ letin bekasını riske attı. Fernand Braudel, Kapitalizmin Yükselişi üzerine yazdığı üç ciltlik eserinde Osmanlı parasını şöyle tasvir eder: 'Genel olarak

bakıldığında ticari yaşam birçok modası geçmiş unsur barındır­ maktaydı. Bunun nedeni, Batı ticaretinin dinamizm kaynağı olan paranın, Türk imparatorluğunda bir görünüp bir kaybolmasıydı. Gelen paranın bir bölümü, sultanın hazinesine, bir bölümü üst düzey ticaretin tekerleklerini yağlamaya, geri kalan büyük miktar ise Hint Okyanusu'na doğru giderdi. Bu nedenle de Batı, parasal üstünlüğünü dilediği gibi kullandı. ' Hazineyi büyük sıkıntılara sokan bir başka etken de ı 7. yüzyılın başlarında sıklıkla değişen padişahların cülus bahşişleriydi. Her padişahın tahta çıkışında dağıtılan para, devletin bir yıllık gelirine yakındı. Dünya ekonomisinin likidite ihtiyacını karşılama görevi, hakim güçlerin vazifesidir. Osmanlı Devleti ise ı 640'lardan iti­ baren madenieri ve darphaneleri kapatmayı tercih etti. ı 69 ı ' e

1 46 1 ANTİK ÇAGDAN GELECEGE PARA

gelindiğinde mangır basımını da durdurunca günlük alışveriş tıkandı. Halbuki bir ordunun silah bırakmasıyla bir devletin darphane kapatması aynı şeydi. Osmanlı piyasaları Avrupa'dan getirilen gemiler dolusu bakır ve gümüş paralara kucak açmak zorunda kaldı. Destursuz gelen bu sikkelerin içeriğiyle oynan­ mıştı, yani sahteydi. Buna rağmen her bir sikke, Anadolu'nun en ücra köylerine kadar ulaştı. Maden değerinin bir hayli üze­ rinde işlem gören bu paralardan 200 milyon adet ithal edildi. Avrupalı seyyahlar bile inanamıyor, Türk halkının aldanmakta ısrar ettiğini söylüyordu. O günkü ulaşım imkanlarıyla sikke­ lerin bu kadar hızlı ve geniş bir alana yayılması inanılır gibi değildi. Osmanlı halkının zararı, sekiz milyon Venedik altınına ulaşmıştı. Aradan 400 sene geçti fakat değişen bir şey olmadı zira bugün Türk bankalarında yatan mevduatın yarıdan fazlası dolara bağlıdır. Avrupa menşeili bazı sikkelerin ortası delikti. Meteliksiz17 kalınca söylenen 'delikli tek kuruşum yok' sözündeki bu ayrın­ tının esprisi, süsleme yapılırken kıyafetlere daha kolay dikil­ mesini sağlamaktı. Ancak asıl sebebi ticareti kolaylaştırmaktı. Çünkü metal paralar, delikleri sayesinde ipe dizilince; sayma­ sı, gruplandırması ve taşıması kolaylaşıyordu. Bu adet, erken dönem İslami sikkelerde de kullanılmıştı. Sikke kullanımının sonlarına doğru, en değersiz metalden basılan delikli kuruşlar, halkın hafızasında parasızlıkla eş değer anlama büründü. Ne hikmetse gümüş ve bakır paralar üzerinden önemli sayıda de­ yim üreten Türk dili: kaime, lira, mecidiye, sultani, şahi gibi kıymetli paralar ile Roma dinarı, Venedik dukası, İran tümeni, 17 Metelik: Yunanca 'madeni para' anlamına gelen metailikos kelimesinden önce Fransızcaya, sonra Türkçeye geçmiştir. Farsça pul kelimesi gibi metelik de akçe ve kuruşla birlikte kullanılır ancak bunlardan daha düşük değerdeki madeni paraları ifade ederdi.

MAD E N i PARA I 1 4 7

Rus rublesi, Kırım kefevisi, Fransız frangı ve İngiliz sterlini gibi yabancı para birimlerinden hiç deyim üretmedi. ı 703 yılında gümüş kuruşun gram ağırlığı tekrar düzen­ lenip ufaklık adıyla yeni paralar darp edildi. İstanbul ve yakın bölgelerde kuruş sistemi hakim olmasına rağmen merkezden uzaklaştıkça hakimiyet yabancı paralaca geçiyordu. Nitekim kuruş, ı 8. yüzyılın ikinci yarısına kadar taşranın pek çok yerin­ de esas para görevini üstlenemedi. Bu arada yüzyılın başından ı 760'ların sonuna kadar yapılan tağşişler neticesinde kuru­ şun gümüş içeriği yaklaşık o/o 40 azaltıldı. ı 768'de başlayan Osmanlı-Rus savaşı, tağşiş olayını daha da hızlandırdı. Ruslar sert rakipti, zira Stalin'in dediği gibi Rus ordusunda korkak ol­ mak cesaret isterdi. Savaş, altı yıl sürdü. Osmanlı maliyesi yine tağşişe başvurdu ve ı 808 yılına gelindiğinde paranın değeri yarı yarıya düştü. I. Abdülhamit, savaşın sebep olduğu buhranı adatabiirnek amacıyla ı 789'da reel değerinin o/o 20 üzerinde ikilik adlı sikke, III. Selim de 50 ve ı 00 paralık mağşuş sikke bastırdı. Bunlar, her ne kadar kısa vadede hazineye sıcak para sağiasa da uzun vadede menfı etkiledi. Osmanlı mülki sisteminde para dışında her şey dünya standartlarının üzerindeydi. İlki 1 327'de basılan akçelere ila­ ve olarak ı 520'de para18 adını taşıyan akçeden biraz büyük gümüş sikkeler basılmıştı. İşte o gün Türkçeye giren para söz­ cüğü jenerikleşerek, günümüze kadar yaşamaya devam etti. Durumdan karlı çıkanın Türk edebiyatı olduğu kesin çünkü 'Bini bir para' gibi ucuzluğu veya 'Kaç paralık adam' gibi say­ gınlığı nakitle ölçen pek çok deyim, o günlerin yadigarıdır. Ne var ki Fatih'in torunları, fınans ilmine kayıtsız kalarak bedel ödemeye devam etti. Zamanın ötesinde bir akılla kurulmuş Fatih'in hazine sistemi, 200 yılın sonunda çöküşe geçti. Fırsatı 18 Pare/Para: Farsçada ödül veya borç gibi anlamlara gelir.

1 48 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PARA

değerlendiren tağşiş edilmiş Alman sikkeleri, akçenin tahtı­ nı sallamaya başladı. ı 688'de ilk resmi kuruş19 basılınca 36 ı yıllık akçe devri kapandı. Aradan ı 56 yıl geçti ve değişen bir şey olmayınca ı 844 yılında Tashlh-i Ayar Fermanı çıkarıldı: Osmanlı parası İngiliz sterlinine bağlanmış ve tağşiş uygula­ masına son verilmişti. Aynı düzenlemeyle sikkelere de nizarn getirildi ve ı 00 gümüş kuruş ı altın liraya eşitlendi. Böylece kuruş devri kapandı ve lira20 milli para oldu. Osmanlı liraları ı 36 yıl boyunca sosyal lisansını korudu. ı 980 yılında milyon­ luk kupürlerin çıkmasıyla lira devri de sona erdi.

İlk Tapu 500 yılda üç kere parasını değiştiren Osmanlı Devleti'nin egosu yoktu. Mesela Arap kültüründen darp, Fars kültüründen hane sözcüklerini alıp Türkçe darphane kavramını türetecek hiç gocunmadan kullandı. Hatta fethettiği yerlerde halkın örf ve adetlerine karışmadan pratik çözümlere yöneldi. İşte 'millet sistemi' olarak adlandırılan bu hoşgörü, bir yönüyle Batı uygar­ lığının yüzyıllar sonra oluşturacağı laik anlayışın öncü mode­ liydi. Örneğin fethettiği yerlerin vergi sistemini değiştirmezdi, kendi dilini dayatmazdı, dinlerine veya ibadetlerine karışmazdı, siyasal iktidara müdahale etmezdi. Zaten Katolik baskısından bunalmış Balkan topraklarında kolayca ilerlemesinin sebebi de buydu. İmparatorluğun özü sömürgeciliktir fakat Osmanlı hiç­ bir ülkeyi sömürge yapmadığı için gerçek manada imparatorluk olmadı. Herkesin Osmanlı İmparatorluğu demesine bakmayın, resmi isminde ne Osmanlı ne imparatorluk kelimeleri vardı; 19 Guruş/Kuruş: Almanca kökenli olup 'Groschen' kelimesinden Türkçeye geçmiştir. Osmanlı'nın resmi para birimi olan kuruş, 120 akçe veya 40 paraya eşitti. 20 Lira: Latince tartı birimi olan 'libra' sözcüğünden Türkçeye geçmiştir. Türkiye Cumhuriyeti haricinde Mısır, Lübnan ve Suriye devletlerinin resmi para birimi dir. Euro'ya geçmeden önce Malta, İtalya ve Vatikan'ın da para birimiydi.

MAD E N i PARA I 1 49

onun adı Devlet-i Aliyye yani Büyük Devlet'ti. Müsamahalı tavrı takdire şayandı fakat bu tercihin hazin sonuçları da oldu. Osmanlı topraklarında farklı para türlerinin tedavülde olması, merkezi para sisteminin kurulmasını engelledi. Kısacası bilinen dünyaya hükmeden Osmanlı, birkaç gramlık madeni paralar karşısında acizdi. Tüm bunlar yetmezmiş gibi monarşinin en temel besin kaynağı olan toprak sistemi ve hukuki zemin de­ ğişirken Osmanlı kanunları da bu gidişata karşı koyamadı. Karşıt görüşler olsa da Osmanlı toprak sistemi İslam hu­ kukuna göre dizayn edilmişti. Haliyle kainattaki her şey gibi toprak da Allah'ın mülküydü. 'Padişah' unvanıyla devlet baş­ kanlığı, 'halife' unvanıyla da Allah'ın yeryüzündeki temsilcisi olma bahtiyarlığı yalnızca yüz kişilik Osmanlı ailesine aitti. Yine o günkü hukuka göre imparatorluktaki tüm varlıkların tasarruf hakkı, sadece bu aileden birine verilmeliydi. Hem dün­ yevi hem de uhrevi manada seçilmiş olmak, başkalarının mal mülk sahibi olmasına veya fikir yürütmesine müsaade etmezdi. Emeviler ile başlayıp Abbasi ve Memlükler ile devam eden bu mantığı Osmanlı da sahiplendi. Hanedan dışında kalan tebaa ise ya kul ya da köleydi. Osmanlı ideolojisine göre vergi öde­ meyen ve silah taşıma hakkına sahip yönetici seçkinlerle vergi ödeyen geniş halk tabakası arasında keskin bir ayrım vardı. Bu sebeplerden ötürü de Osmanlı idarecilerinin sevdiği ideal insan tipolojisinde; dindar, defterli, ulü'l-emre itaatli, kefılli olmak ve nizam-ı alemden şüphe duymamak üzere beş kıstas aranırdı. Bu şartları yerine getirmiş olsa da Osmanlı tebaası içinde hiç sevilmeyen bir ulus vardı: Türkler! Özellikle Osmanlı ailesine biat etmeyen göçebe Türkler ve Anadolu'daki Türk Beylikleri. İlk bakışta garip gelebilir çünkü Osmanlı ailesi de Türk'tü. Fa­ kat Osmanlı'ya tabi olmayan yani tebaa olmayı reddeden Türk boyları ile Osmanlı tebaası arasındaki fark, İngiliz asilzadesiyle

1 50 1 A N T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

Pencaplı köleden farksızdı. Fatih Sultan Mehmet ile başlayan bu anlayış, Sened-i İttifak imzalanana kadar devam etti. Halbuki bugün bile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının önemli bir kısmı 'Osmanlı torun uyum' diye övünür. Peki Osmanoğulları da Türk olmakla gurur duyar mıydı? İşte demir leblebi misali bu soruyu İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı başlıklı kitabında İlber Ortaylı şöyle cevaplar: 'Özbeöz Türk olan Osmanoğulları,

saltanattarının diğer soylu Türk aileleri tarafından tehdit edil­ memesi için devlet yönetimi ve orduda kendi soy�larına görev vermek yerine 1 5. yüzyılın hapnda dev§irme usulüne geçti. Devlet adamlarının yeti§tirildiği enderun mekteplerine Türkler alınmadı. Tek bir halk ozanı sarayda ağırlanmadı. ' Dolayısıyla ı 453'ten IV. Murat'ın ölümüne dek devşirmelerden 66, Türklerden ise

sadece ı O kişi sadrazamlığa atandı. Aynı dönemde devşirmeler ı 67 yıl, Türk kökenli sadrazamlar ise sadece ı 7 yıl görev ala­ bildi. Haliyle devlette görev alma bakımından tebaa bile olsa Türk kökenli insanlar, 'azınlık' konumunda kaldı. Türkler, 300 yıla yakın bir süre devletin kilit noktalarına, toplumun kanaat önderleri arasına girerneyince Osmanlı sa­ rayı ve İstanbul ahalisi tarafından aşağılarnalara maruz kaldı. 'Etrak.-ı bi idrak.' yani idrak yoksunu sözü sık duyulan bir ha­ karetti. Osmanlı idarecilerine Türk demek onur kırıcıydı. O zamanlar Türk kelimesi ırkı temsil etmez, cahil köylüleri aşa­ ğılamak için kullanılırdı. Divan şairleri arasında 'kaba köylü' anlamına gelen Türk sözcüğüyle hicviye yazmak adettendi. Falih Rıfkı Atay, Batı§ Yılları adlı eserinde hislerini şöyle akta­ rır: 'Kendime ilk defa ne zaman Türk dediğimi hatırlamıyorum.

Bizim çocukluğumuzda Türk demek, kaba ve yabani demekti. İslam ümmeti ve Osmanlı tebaası idik. ilmihallerde ha§ dersirniz 'Din ile milliyetin bir olduğunu' öğrenmekti. Vatan sözü yasaktı. Padi§ah kulları idik. Okul çıkışlarında her ak§am sıraya girer 'Padi§ahım çok ya§a!' diye bağırırdık. Okullarda Araplara Arap,

MAD E N i PARA I ı s ı

Arnavutlara Arnavut, Rumlara Rum fakat Türklere Osmanlı der­ dik.' İşte yıllar süren bu duyarsız yaklaşıma, göçebe Türklerin cevabı nazire doluydu: 'Şalvarı şaltak Osmanlı 1 Eğeri kaltak Osmanlı 1 Ekmede yok biçmede yok 1 Yernede ortak Osmanlı.' Osmanlı hanedanlığının, Türklere kötü davranmasının basit bir sebebi vardı. Sadece Osmanlı ailesi değil Ortaçağ dönemin­ deki tüm devletlerin başında bulunan hanedanlar, kendisiyle akraba olan başka bir etnik grubun güçlenınesini istemezdi. İngiltere'de Tudor veya Stuart aileleri, Fransa'da Bourbon veya Valois sülaleleri, Çin'de Tang veya Çing hanedanları, Rusya'da Romanovlar, Avrupa içlerinde ise Habsburglar kendileri dışın­ da bir ailenin büyümesine izin vermezdi. Diğer taraftan herhangi bir toprak parçası üzerindeki ege­ menliği sorgulanan Osmanlı padişahı, 'kılıç hakkıyla' fethermiş olduğunu gerekçe gösterirdi. Haliyle toprakların o/o 90' a ulaşan kısmı devletindi. İran kökenli Nasihatname literatüründe de sosyo-politik yapıyı payandalayan ilke, toprak ve reaya sulta­ nındır düsturunda ifade bulurdu. Gerek Nizarnülmülk'ün on ikinci asır siyaset sanatına ilişkin ünlü başyapıtında gerekse Osmanlı kanunnamelerinde karşımıza çıkan bu slogan, aslında bütün doğu ve batı imparatorluklarının yani monarşi yöne­ timlerinin doğal refleksiydi. Osmanlı vatandaşı olarak doğmuş Hikmet Kıvılcımlı'ya göre, Osmanlı filozof değil, pratik savaşçıydı. Ekonomik ya­ pısı fetihlerden sağlanan ganimete bağlıydı. Toprak sistemi ise genel olarak üçe ayrılırdı. Birincisi mülk arazisi denilen fethe­ dilmeden önce Müslüman ve gayrimüslim halkın oturduğu arazilerdi. Müslüman kesimden ÖfÜr, gayrimüslim olanlardan ise haraç adıyla vergi alınıp bu topraklar kendilerine bırakılırdı. İkincisi sosyal hizmetlere ayrılan ve asla saulamayan veya başka amaçlarla kullanılamayan vakıf arazileriydi. Sonuncusu ise Os-

1 5 2 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PARA

manlı topraklarının en büyük kısmına tekabül eden mlri arazi denilen devlet toprağıydı. Ticaret ve zanaat yerel boyuttaydı. Sosyal dokuya kasaba kültürü hakimdi. Üsküdar'da üretilen ayakkabı Eminönü'nde satılamazdı. Osmanlı bürokrasisi, paranın ardındaki felsefeyi yakalamış ideologlar yetiştirmeye lüzum görmedi. Bu ahvil ve şeraite rağmen 'Toprağa ve kurumlara küsülmez!' düsturuyla akıl koyan reformistler1 çıktı. Fakat monarşinin beslediği biat engelini aşamayınca uygarlığın muazzam bir hızda yön değiştirdiğini anlatamadılar. Madalyonun bir yüzünde Friedrich Gauss'tan 295 yıl önce ardışık sayıların formülünü bulan Muhittin Mu­ hammet Atmaca; diğer tarafındaysa İstanbul kaldırımları İn­ giliz postallarıyla inierken 'Her sokakta Buhari okunmaktadır. Bu kitap bizde olduğu müddetçe devlete zeval gelmez!' diyebilen paşalar vardı. Lonca ve gedikiiierin ekonomik düzene hakim olduğu 1 9. yüzyıla kadar, kişisel mülkiyet ve serbest piyasa gelişmeyince aydınların da azim ve yetenekleri kayboldu. Her şey devlet muhasebesine göre dizayn edildiğinden, iktisadi sistemi inşa edebilecek teorisyenler yetişmedi. Tüccarlık ve ti­ caret odaları ile bankacılık ve finansal hayat gayrimüslimlerin kontrolündeydi. Zira Müslüman ahalinin gözünde, korkakların sığındığı bir liman olarak görünen ticari faaliyetler, çerçilik yakıştırmasıyla ikinci kerteye atılırdı. Çünkü o günlerin en kutsal mesleği askerlikti. 20. yüzyıla girerken koşullu mülkiyet, teknoloji ve bilim­ deki gerileme, sermaye birikimine izin vermeyen hukuki yapı, kapitülasyonlara mecbur kalan saltanat modeliyle birleşince 21

IV. Mehmet zamanında görev yapan Tarhuncu Ahmet Paşa (? - 1653), 1 6 5 1 yı­ lında kaleme aldığı Muva:ı;ene Layih ası nda devletin gelir ve giderlerini ayrıntılı şekilde kaleme alarak dünyadaki ilk denk bütçeyi hazırlamıştı. Diğer reformistler ise Kıltip Çelebi ( 1609 - 1 657), Koçi Bey (? - 1650) ve Defterdar Sarı Mehmet Paşa (? - 17 17)aır. '

MAD E N i PARA ! 1 5 3

Batı coğrafyasıyla yürütülen mücadelede havlu atıldı. Karlofça ile başlayan siyasi ve ekonomik hasarları gidererneyen Babıali, ı 50 yıldır biriktirdiği kümülatif acılarla barışmak istedi. 'İn­ sanlar sözle, devletler yasayla af diler, ' ilkesinden hareketle, ı 858 yılında çıkarılan Arazi Kanunnamesi'nin 8. maddesi ile tırnar ve zeamet usulü ilga edilerek Türk tarihinde ilk kez tapu se­ nedi yürürlüğe girdi. Yaşadığı ev üzerinde sadece enkaz hakkı bulunan sıradan tebaa için özel mülkiyetin önünü açan devlet, bir nevi halktan özür diliyordu. Miri toprak anlayışından vaz­ geçilcliğinin itirafı olan bu kanunla, toprakların o/o 70'i özel sektöre geçince saray dışında servet birikimi fılizlendi. Çünkü herkes mülk sahibi olabilirdi. İşte bu yol ayrımı, 500 yıllık soya dayanan iktidar modelini çatıedatmaya yetecekti. Toprak sisteminin değişerek kişisel tapuların dağıtılması Osmanlı tebaasının servet algısıyla tanışmasını sağladı. Her tapu Osmanlı hanedanlığının kalbine bir ok gibi saplanmış­ tl. Ancak hanedanın sonunu getirecek ilk ok, ı 840 yılında atılmıştı. Padişahın özel kasası olan Hazine-i Hassa ile kutsal emanederin muhafaza edildiği harem hazinesini, merkezi hazi­ neye devrederek padişah ve ailesine devletten maaş bağlayan bu düzenleme, Osmanlı ailesinin saltanatını yıkacak boyutta mali bir devrimdi. Zira egemenlik hukukun, hukuk ekonominin ve ekonomi ise paranın dümeniydi. Osmanlı Devleti kağıt ve yazıyı birleştirip tapuya dönüş­ türmeye çalışırken Çin medeniyeti yüzyıllar önce kağıda sayıyı buluşturmuş ve kimsenin hayal edemediği bir para modeli icat etmişti bile. Yeni para formu karşısında şuuru burkulan Batılı­ lar ise bu yeniliği algılamak için yaklaşık bin yıl düşünecekti.

K A Ö I T PARA (700 - 1 977) "'\ Jenedik'ten yola çıkan Marea Polo, dört yıl süren zorlu V bir seyahatin ardından Pekin' e ulaştı. Moğol Hüküm­

dan Kubilay Han'ın muhteşem sarayına girdiğinde takvimler 1 275'i gösteriyordu. Tüm duvarlar hatta tavanlar bile altın ve gümüş kaplıydı. Ana salonda altı bin kişi yemek yiyebiliyor­ du. Göz alıcı bahçeler, işlemeli duvarlar ve binlerce koruma, genç seyyahı büyülemişti. Tüccar ve gezginleri kollayan Moğol Hükümdarı, delikanlıdaki cevheri gördü ve onu iyi yetiştirdi. Bu güveni boşa çıkarmayan yirmi bir yaşındaki Polo, kısa sü­ rede Moğolca öğrenerek üst mevkilere tırmandı. On yedi yıllık başarılı hizmetlerinin ardından vatanına dönmeye karar verdi. Babası ve amcasıyla tekrar yollara düştü. Üç yıl sonra evindeydi. Aradan yirmi dört sene geçmişti, ne kendisini ne de ba­ basını tanıyan vardı. İsimleri de cisimleri de unutulmuştu. Zaten İtalya yarımadası �rmakarışıktı. Skolastik düşünce, salgın hastalıklar ve kent devletlerinin çatışmaları yöneticilerin gözünü kör etmiş, halkın cebini boşaltmıştı. Marea Palo'nun gözlemleri Ortaçağ Avrupası için ütopya gibiydi. Venedik şeh­ rinin nüfusu Paris' i yakalayıp Londra'nın üç katına ulaşmasına rağmen dönemin süper gücü olan Çin hakkında ne söylese, kimse inanmıyordu. Devlet sistemi, sosyal haklar, postacılık yapılanması, dilencisiz sokaklar, görkemli saraylar, güçlü ordu,

1 56

1 ANT İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

gemiler dolusu ipek, yiyecek ve mücevherler derken Marco Polo' nun adı yalancıya çıktı. Gözlemlerini İtalyanca 'yalanın bini bir para' anlamına da gelen Il Milione adlı meşhur eserde topladı22• Türkçede zenginlik ifade eden milyon ve milyoner gibi kelimelerin kökeni de işte bu sözcüktür. Yakın çevresini ikna etmek isteyen Polo, bir ziyafet tertip­ ledi. İkramların ardından Çin'den getirdiği birbirinden değerli taşları, kumaşları, takılan, baharatları ortaya serince dikkatleri iyice üzerine çekti. Özellikle kağıt para kullanılması herkese ilginç gelmişti. Kağıttan habersiz insanlara, kağıt paranın fel­ sefesini anlatmak ölümcül derecede riskliydi. Beklenen oldu ve Marco Polo ispiyon edildi. Mahkemeye çıkarıldı. Hakim de kağıt parayı merak ediyordu. Polo, cebindeki banknotu uzatıp 'İşte!' dedi, 'Kubilay Han'ın ülkesinde, altın veya gümüş yerine bu kullanılır! Madeni para kullanmak yasaktır. Aklınıza gelecek en değerli şeyleri bununla satın alabilirsiniz. Taşıması ve saklaması kolaydır. Her yıl 400 bin Bizans altını değerinde mal ülkeye girer ve ödemesi bunlarla yapılır. ' Sözlerinin etkisini merak eden Polo, biraz durakladı ve şöyle devam etti: 'Mesela bu kağıt, beş kilo gümüşe bedeldir. ' Daha fazla dayanamayan hakim hışımla yerinden kalkarak 'Ver bakayım şunu!' dedi. Paranın altına üstüne bakarak kağıdın içinde gümüş aradı. Göremeyince parayı yaktı ve 'Hadi göster bakalım gümüşleri?' diyerek gevrek bir kahkaha savurdu. Zira dinledikleri masal gibi gelmişti. Sinidenen Marco Polo 'Gümüşlerin nereye gitti­ ğini bilmiyorum ama beş kilo gümüşü bu kadar çabuk kaybeden aptalın kim olduğunu biliyorum,' diye tersledi. Bu cevap, ünlü gezgini hapse atmaya yetecekti. 22 Avrupa toplumları uzun süredir içine kapandığından sınırlarının ötesi hakkında pek bilgi sahibi değildi. 1 5 . ve 16. yüzyıllardaki keşiflerden sonra dış dünyayı tammaya başladılar. En doğru bilgileri gezginlerin eserlerinden ediniyorlardı. Marco Polo'nun bu eseri Kolomb başta olmak üzere sayısız kiışife cesaret verdi.

KAG I T PARA I 1 5 7

Aradan yıllar geçti. Marco Polo'dan, ölüm döşeğinde ya­ tarken anlattıklarını inkar etmesi istendi. Ama o, 'Henüz gör­ düklerimin yarısını bile söylemedim,' diyerek gözlerini yumdu. Olan biteni garipsememek lazım, zira tarih boyunca insanlı­ ğın kurumsal hafızası, uygarlık havuzuna üç yoldan akmıştır. Bunlar sanat, bilim ve hatırattır! İşte sanatçı, aydın ve bilim insanlarının toplumsal alışkanlıklara ters düşen fikirlerine gösterilen bu direnç, antik çağdan beri cehaletin en büyük savunma mekanizmasıydı. Marco Polo'ya tepki gösteren Avrupa'nın aksine, kağıt paraları hızla benimseyen Doğulu tüccarlar bunun yanında çek, senet, havale ve poliçe gibi finansal enstrümaniarın icat edilmesine de uygun iklimi hazırladılar. Miladi 1 330'da Çin'i ziyaret eden İbn-i Batuta, Marco Polo'yu şu ifadelerle doğrular: 'Alışverişler dinar ve dirhemle değil bir kağıt parçasıyla yapılır. Bir yüzünde hükümdarın damgası bulunur. Bunların yirmi beşine bir btlliş diyorlar, satın alma gücü ise bizim dinara tekabül eder. '

Uygarlığın İlk Kağıt Parası Çin medeniyetinin uygarlık tarihine o kadar fazla katkısı oldu ki, haklarını ödemek imkansız görünüyor. Başlıca bu­ luşları arasında çay, barut, pusula, sismograf, saf alkol, ipek ve matbaa sayılabilir. Kağıt yaklaşık 2.000 yıl önce Ts'ai Lun adlı bir memur tarafından icat edildi. Kağıdın paraya dönüşmesi ise Tang Hanedanlığı (6 1 8-907) döneminde oldu. Uygarlık tari­ hindeki ilk kağıt parayı basan Tang Hanedanlığı, bu paraların üzerine hem sayı hem mühür hem de devletin taahhüdünü eklerneyi unutmamıştı. Ancak 'yuvarlak şey' anlamına da gelen yuan isimli madeni paraya alışkın Çinliler kağıt paraları kolayca benimsemediler. Onu 'jiaozi' yani uçan para diyerek küçümse­ diler. Çünkü kağıt para, madeni paralar gibi düştüğü yerde kal-

1 5 8 1 A N T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PARA

mıyor, rüzgar nereye isterse oraya savruluyordu. Fakat zamanla kabullenerek adı­ nı yuan koydular. Çinliler ile sürekli çatışan Japonlar ise yuan tabirinden esinle­ nerek ı s7 ı yılında kendi milli paralarma yen ismini verdiler. Marco Polo' nun hamisi olan Kubilay Han ı 294 yı­ lında öldü. Cengiz Han' ın torunuydu. Onun ölü­ müyle Çin topraklarında yeni bir iktidar savaşı baş­ ladı. 74 yıl sonra kontrolü M i n g H a n e d a n l ı ğ ı d ö n e m i n d e n g ü n ü m ü z e d e ğ i n koruna b i l m i ş e n eski k a ğ ı t p a r a . ele geçiren Ming Hane­ danlığı ise 300 yıla yakın Çin' i yönetti. ı 5. yüzyılda dünyanın en1 ileri teknolojisine sahip bu hanedanlık, Hazine Yelkenlileri isimli dev savaş gemileri üreterek Doğu Afrika kıyılarında altın ve gümüş aradı. Elleri boş dönünce dünyaya küsen Çin, uyku moduna geçti. Fakat Marco Polo'nun Batı'ya anlattığı parasal sistem devam etti. İşte elimizdeki en eski kağıt para olan yukarıdaki banknot, o gün­ lerden kalmadu.ı3• Dut ağacının güçlü liflerinden üretilmiş bu banknotu sergileyen British Museum ise elindeki tarihi esere bir saygı ifadesi olarak ı 920'lerde Londra' nın ortasındaki küçük bir bahçeye dut ağaçları dikti. Bu muhteşem paraya yakından bakınca cebimizdeki banknotlara benzemediğini görüyoruz 23

Günümüzde çok daha sağlam üretilen kağıt paralar, yırtılana kadar dört bin kez katlanabilir. Örneğin çok daha sık kullanılan bir dolarlık banknotlar az kullanılan yüz dolarlık banknotlar ise 9 yıl dayanır.

18 ay, daha

KAG I T PARA I 1 5 9

zira tahta kalıpla basılan bu paraların boyutu günümüz bank­ notlarından büyüktü. 600 yıllık olmasına rağmen kadifemsİ yumuşaklığını ve gri rengini muhafaza ediyordu. Çin sikke­ leri üzerindeki geleneksel kaligrafl tekniği aynen kağıt paraya yansıtılmıştı: Kalıp, lcl.tip, mühür ve koşan yazı. İki tarafın­ daki ejderhalardan oluşan süsleme bordürüne 'Büyük Ming Hanedanlığı Kağıt Parası' yazılmış, içine de iki sütunluk yazı eklenmişti. Soldakinde Büyük Ming Hanedanlığı Kağıt Parası ibaresi tekrar edilirken sağdakinde ise 'Sonsuza Kadar Tedavül Etmek Üzere' taahhüdü konmuştu. Bu oldukça iddialı bir ifade! Sonsuz ne kadar sürebilir ki? Ming Hanedanlığı bu mottoy­ la kendisinin de sonsuza kadar var olacağını mı söylüyordu? Paranın değeri devletin istikrarına bağlı olduğuna göre Ming Hanedanlığı keskin ama yerinde bir metafor seçmiş diyebiliriz. Bugün olduğu gibi bin yıl önce de para basmanın en bü­ yük risklerinden biri sahte paralardı. Bir kağıt parçasını paraya dönüştürmenin maliyeti ile üzerinde yazılı değer arasındaki uçurum, kalpazanların ağzını sulandırmaktaydı. Bunu engel­ lemek isteyen Ming Hanedanlığı, paraların üzerine ihbarcılara verilecek ödülü bile yazmıştı: 'Kalpazanları ihbar edene 250 tael gümüş ve suçlunun tüm varlığı verilecek.' Ayrıca potansiyel suçlular için de dehşet verici bir tehdit vardı 'Sahteciliğin sonu

ölümdür!' Peki, bu lclğıdarın kaç gümüş ettiği nasıl anlaşılacaktı? Bunun için paranın ortasına desteler çizilmişti. Toplamda on adet deste ve her destede on adet madeni para olduğuna göre bu paranın 1 00 yuan ettiği belliydi. Nominal değerin sayılar yerine çizimle gösterilmesi oldukça mantıklıydı zira okuma yazma bilmeyenler için aynen Sümer yazısı gibi net bir mesaj resmedilmişti. Aslında gerçek amaç, halkın bilinçaltına ulaş­ maktı. Resmin verdiği diğer mesaj ise bu paraların istendiği

1 60 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PARA

madeni parayla değiştirilebilir olmasına zekice bir gön­ dermeydi. Sistem öylesine kusursuz işlemiş olmalı ki o günleri yaşamış biri, 'Ne zaman kağıt para verilirse madeni para alına­ bilir, ' tespitiyle şunu söylemek istiy�rdu: Devlet, lciğıt paranın nominal tutarı kadar değerli metali rezerv ediyor. O yüzden bunlar sıradan bir lciğıt parçası değil istediğiniz zaman made­ ni parayla değiştirebileceğiniz kıymetli bir ödeme ve tasarruf aracıdır. İşte günümüzün banknotları bu basit inanç sistemi üzerine kuruldu ve o günden sonra paranın metabolizması kökten değişti. Ama ne zamana kadar? Elbette Ming Hanedan­ lığı fazladan para basmanın cazibesine kapılana kadar! İthalat artışı ve istilacılara ödenen rüşvetleri karşılamak için sürekli emisyona başvurunca enflasyon hortladı. Halk farkındaydı ama Ming Hanedanlığı para basmaya devam etti. Sonuçta paranın değeri öylesine düştü ki ı 425 yılına gelindiğinde uygulamaya son verildi. zaman

Dünyanın ilk kağıt parasını basan Çinliler, karşılıksız para basmanın zenginlik getirmediğini acı şekilde tecrübe eden ilk devlet olmuştu. Üretimin olmadığı yerde paranın üzerin­ deki sayıların veya emisyon miktarının önemi olmuyordu. ı 9 ı ı' e gelindiğinde içeride siyasi birliği sağlayan Çin, dışarıda İngiltere'nin de zayıflamasıyla gözlerini açtı. 'Bırakın uyusunlar, eğer uyanırlarsa dünyanın başına bela olurlar, ' diyen Napolyon haklı çıkacaktı. Zira 2 ı . yüzyıla girerken müthiş bir sanayi hamlesi yapan Çin, kısa sürede Amerika Birleşik Devletleri ve Mrika kıtasının en büyük alacaklısı konumuna yükseldi.

Uçan Paranın Avrupa'ya Seyahati Uygarlık tarihinin en şatafatlı, en yoğun yüzyıllarını bir kağıda yazmak gerekseydi lciğıt paradan daha iyisi bulunamaz-

K.AG I T PARA ! 1 6 1

dı. Çinliler tarafından ortaya konan b u ontolojik aklın Avrupa kıtası tarafından anlaşılması, yüzlerce yıl gecikti. Bunun pek çok sebebi olabilir ama en önemlisi Ortaçağ Avrupası'nın paraya ihtiyacı duymamasıydı. Ya iç çatışmalarla ya salgınlada ya da fakidikle mücadele eden bir toplumun aklına en son gelecek şey paraydı. Daha kağıdı bile tanımı­ yorlardı. Ayrıca geniş halk kitlelerini, derebeyleri, burjuvayı ve aristokrasiyi avucunda tutan papalığın kağıt paraya eşlik eden faiz uygulamasına karşı çıkması kağıt paranın önündeki en büyük engeldi. Bu sebepler hem kağıt paranın yaygınlaş­ masını hem de bankacılık sektörünün kurumsal kimlik ka­ zanmasını engelledi. Dolayısıyla bu işler, az sayıdaki banker ailenin güdümünde kaldı. Çünkü onlar, kilisenin yasağını bir şekilde meşrulaştırmayı başarmışlardı. Her şeye rağmen eğer kilise destekleseydi kağıt paranın Avrupa'da kabul görmesi bu kadar uzamazdı. Hristiyanlığın kuralı çok açıktı: 'Quidquid sorti accredit, usura est' yani ana parayı aşan her şey faizdir. Faizin sadece kredilere uygulandığını gören İtalyan bankerler, doğrudan kredi vermekten vazgeçti. Bunun yerine, kambiyo senedi adını verdikleri bir yöntem icat ettiler. Bu senet, belirli miktardaki bir paranın belirli bir zamanda belirli bir kişiye ancak başka bir para birimi üzerinden verilmesini emrediyordu. Bu dokümanın Latince karşılığı 'senede takas etmek' anlamına gelen cambium per lettras idi. Örneğin ı 00 Venedik dukası borç verip, ı ı O Venedik dukası tahsil eden aforoz edilirdi ancak ı 00 Venedik dukası borç verip ı 20 Floransa florini almanın sakıncası yoktu. Kambiyo senedini İtalyanlar icat etmedi ama bu senedi kullanarak faiz yasağını delmeyi başarıp bankacılığın gelişmesine önayak oldular. Son sebep ise aritmetik işlem yapmayı zorlaştıran Roma sayı sistemiydi. O günlerde çarpma ve bölmenin sırlarını öğrenmek

1 62 1 ANTİK ÇAGDAN GELECEGE PARA

için bütün Avrupa'da mekik dokumanız gerekirdi. Bu süreç, günümüzün doktorasına eş değerdi. Üstelik öğretilen bilgiler köhnemiş, matematiksel sisteme hapsolmuş hatta gelişimini tamamlamamış uzak bir geçmişin ürünüydü. 'Tanrı, evreni matematik diliyle yaratmıştır!' der Galileo. İşte bu dilin harf­ leri rakamlar, kelimeleri ise sayılardı. Roma sayılarının insan mantığına ters gelen toplama ve çıkarma ilkeleri, matematik dilinin konuşutmasını imkansız kılıyordu. Dolayısıyla bu dili konuşamayan Avrupa, evrenle de konuşamıyordu. MD cx

1 .500 .1 1 0 .-

MDCX

1 .6 1 0 .-

Avrupalılar, sol taraftaki Roma sayılarını kullanmaktaydı. Bu sistemde ondalık ayrım ve sıfır rakamı yoktu. Dolayısıyla aritmetik işlemi yapmakta zorlanıyorlardı. Ancak sağ taraftaki sayılarda ise hem ondalık sistem hem de sıfır vardı. Hintiiierin icadı olan bu sistem, İslam bilginleri tarafından geliştirilmiş­ tL Avrupalı bilginler, Doğu' nun ürünü olan bu bilgileri kop­ yalayıp24 aritmetik becerilerini artırdı ve fınans piyasalarının hizmetine sundu. Zamanla daha karmaşık matematiksel işlemlerin nasıl yapı­ lacağı araştırıldı. Bunu da bir İtalyan bilgin çözdü. Günümüzde Cezayir toprağı olan Becaye'de görevli Pisalı bir gümrük me­ murunun oğlu olan Fibonacci, Hint ve Araplara ait kavram­ lardan esinlendiği yeni bir matematiksel yaklaşım üzerinde çalışıyordu. 1 202 yılında Fibonacci Teorisi olarak bilinen tezini 4

I ngilizce nakit anlamına gelen 'cash' sözcüğünün kökeni de Hintçesi karşa olan dört damgalı bakır sildcelerden türetilmişti.

KAG I T PARA I 1 63

'Liber Abaci' yani Hesap Kitabı isimli eserinde yayımladı. Ge­ liştirdiği metot, Avrupalıların sayı sayma tarzını değiştirecekti. Gelecekteki bir gelir akışının iskontolu değerini ifade eden 'Net Bugünkü Değer' formülüne işte böyle ulaşıldı. Böylece faiz hesabını yapabilmek mümkün oldu. Finans matematiği­ nin önünü açan bu eser, çok satılmasına rağmen şiddetli bir dirençle karşılaştı. Eğitim düzeyinin yüksek olduğu Floransa yönetimi, ı 229'da Müslüman sembolleri olarak tanımladığı Hint rakamlarını yasakladı. Öğrenmek isteyenler Müslüman kılığına girmek zorunda kaldı. Çoğu Avrupa üniversitesi, ı 7. yüzyılın sonlarına kadar abaküs kullanmaya ve matematiği Roma sayılarıyla öğretmeye devam etti. Peki, hesap makinesinin olmadığı eski çağlarda finansal işlemler neyle yapıldı? Antik dönemde mal paralar neyle öl­ çüldüyse Ortaçağ insanları da hesap yapmak için aynı şeye başvurmuştu: Uzuvlarına! İşte tarihteki ilk ölçü birimi olan ellerimiz, bu sefer de hesap makinesi oluverdi. Aristophanes'ten Plutarkhos' a, Cicero'dan Tertullanus' a kadar binlerce yıllık ya­ zılı metinler, parmakların hünerini över. Sadece bankerler değil avukatlardan edebiyatçtiara kadar parmak hesabı yapamayan herkes hor görülürdü. Senecanın Mektuplar isimli eserinde 'Cimrilik bana sayı saymayı öğretti. Ben de parmaklarıma hır­ sımın peşinde koşmayı öğrettim, ' demesi de işte bu yüzdendi. Özellikle Çinliler bir. elle ı 00 bine, iki elle ise ı O milyara kadar sayabilirlerdi. Doğulu tüccarların geliştirdiği özel parmak hesabı yöntemiyse çok daha gizemli bir amaca hizmet eder­ di. Örneğin kalabalık içinde pazarlık eden iki ortak, fıyatlar hakkında sesli yorum yapmak istemediğinde şifreli bir dille konuşurdu. Uzaktan bakıldığında işitme engeli varmış izlenimi veren işmar dili, kağıt paraya geçilene kadar devam etti.

1 64 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PARA

Çin'den uçarak Avrupa'ya gelen lciğıt paralar, önündeki siyasi ve bilimsel engelleri aşmıştı. Ancak lciğıt paranın yay­ gınlaşması için verimli toprak, uygun iklim ve kaliteli tohum gerekliydi. Fibonacci'nin memleketi Pisa veya Floransa gibi ticaret merkezleri tam buna göreydi. Aradan sıyrılan Venedik ise paranın kıblesi oluverdi. Bunun sebebi Mezopotamya'dan ondalık sistemi, Çin'den lciğıt parayı, Hindistan'dan sıfırı, Lidya'dan damgayı alıp dünya fınans tarihine modern bank­ notu kazandırmalarıydı. Aslında çok daha önemli bir şey ba­ şarmışlardı. Bin yıldır bilinen lciğıt paraları alıp sanat, kültür ve bilim suyunda yıkayarak Rönesans ateşini tutuşturmuşlardı. Hem ticaretin hem romantizmin merkezi olan bu kent, efsane­ ye dönüşerek kıtanın başkenti oluverdi. Bu dönüşüm, Avrupa için karanlıktan çıkış bileti olacaktı.

Paranın Rönesansı Geleceğin dinamiklerini doğru kavrayan kazanırdı. Röne­ sansı doğru okuyan Floransalı Medici ailesi, Ortaçağ bataklı­ ğında büyüyen bir lotus çiceği gibiydi. Sedlikten burjuvalığa yükselen Giovanni di Medici'nin asıl mesleği yüncülüktü. 1 397 yılında ticaretten bankacılığa terfi etmişti. Yüzyıl içinde tüm kı­ tada şubeleşti. Kolları Londra'ya kadar uzandı. Ailenin günden güne artan zenginliği, aristokrasiyi kıskandırmaya başlamıştı. Modern toplumlarda asalet kavramıyla tanrısallığın bir bağı yoktur ama Mezopotamya uygarlıklarından Antik Yunanlılara, Araplardan Perslere veya Roma'dan Osmanlı'ya kadar asillerin tanrısal güce sahip olduğuna inanılırdı. Bu ayrıcalık sadece doğumla kazanılır, sonradan edinilemezdi. Dolayısıyla para­ sal güç ve stratejik akıl açısından rakipsiz Medici ailesi, soylu olmadığından piramidin zirvesine çıkamıyordu. Bu engeli aş­ mak isteyen Medkiler akıllı bir hamle yaptı. İçinde korkunç

KAG IT PARA I 1 6 5

bir enerji barındıran parayı, kültür ve sanada evcilleştirerek yüksek sosyeteye girdi. Medkilerin himayesindeki dev sanatkar Mkhelangelo öylesine görkemli heykeller üretiyordu ki bunu nasıl başardığını soranlara verdiği cevap, sanatından daha çarpı­ cıydı: 'Heykeller mermerin içinde sıkışmış duruyordu. Ben sadece merrneri yontarak onları serbest bırakıyorum!' Sanatçılar, mermere hapsolmuş güzellikleri ortaya çıkarırken Medkiler de skolastik düşünceyi yontarak Avrupa' nın sanat ve düşünce dünyasını özgürleştirdi. Onların bu duyarlılığı, dünya­ da metrekare başına en fazla tarihi esere sahip kentin Floransa olmasını sağladı. O sırada Osmanlı Devleti'ne başkentlik yapan Edirne, bu alanda ikinci sırayı alacaktı. Edirne' nin Leonar­ do da Vinci gibi bir dahinin iltica talebini geri çeviren İkinci Beyazıt'ın doğum yeri olması ise tarihin garip bir cilvesiydi. Medkiler istediğini alamamıştı ancak vazgeçmeye de niyet­ leri yoktu. Madem aristokratlar tanrı tarafından seçilmişti, on­ lar da doğrudan tanrının kapısına giderek Vatikan' ın bankacısı oldular. Aileden dört tane papa çıktı. Bir zamanlar tanedenen Mediciler, neredeyse ilahi bir vasfa erişmişti ama statüleri halen düşüktü. Müze, sergi ve koleksiyonculukta çığır açtılar. Tüm bu eserler Medici bankasının şube ağıyla sevk ediliyordu. Yani para ve sanat aynı oluktan akıyordu. Yunanlı filozofların eserle­ rini Latinceye çevirdiler, Platon adıyla bir üniversite kurdular, Alman manastırlardaki el yazmalarını tek tek toplayıp tercüme ettirdiler. İtalik yazı tipini kat ettiler, ilk sanat tarihi kitabını yazdırdılar. İstanbul'un fethinden sonra Avrupa'ya kaçan bilim insaniarına müstakil üniversite kurdular. Kıtanın en büyük kütüphanesini inşa ettiler. Soylu ailelerden kız alıp kız verdiler. Fakat hala asil olamamışlardı. Leonardo da Vinci, Donatello, Rafael gibi sanatçılara, Dante ve Machiavelli gibi yazar ve düşünürlere, Brunelleschi

1 66 1 A N T İ K ÇACi DAN G E L E C E Ci E PA RA

gibi mimarlara, Botkelli, Giotto, Francesca gibi ressamlara; dünyanın yuvarlak olduğunu söyleyince aforoz edilen Gali­ leo gibi bilim insaniarına maddi ve manevi destek verdiler. Yine Medidier'in desteklediği lci.şiflerden birisi olan Amerigo Vespucci, bir kıtaya ismi verilen tek kişi oldu. Medici yatı­ rımlarının, çevredeki kent devletlerinin dikkatini çekmesiyle kültür ve sanat gezginleri ortaya çıktı. Böylelikle turizm sektörü doğdu. Bu iklimle kucaklaşmak isteyen sanatçı, aydın, tüccar hatta aristokratlara bile kucak açtılar. İnsanlığın binlerce yıl­ lık vahşi mirasını terbiye etmelerine rağmen halen ön plana çıkamamışlardı. Rönesans döneminde ortaya çıkan bankacılık, saygın bir meslek değildi. Bu algıyı değiştirmek için Medkiler kadar uğraşan olmamıştır. O günün aristokrat Avrupası, banker ile kadın tüccarını bir sayardı. Zaten 1 658 yılına kadar bankacı­ ların Kutsal Birlik'ten yararlanması yasaktı. Medici ailesi de son bir gayretle Floransa meclisine girdi. Siyaset işin rengini değiştirmişti. Ardından kent yönetimini ele geçirip soyluları devirdiler. İşte bu yüzden Medici ailesi, burjuvanın aristokrat­ lara karşı kazandığı ilk zaferin simgesidir. Bu süreçte pek çok kez uçurumun kenarına da geldiler. Sürgünlere hatta suikastiere maruz kaldılar. Özellikle 26 Nisan 1 478'de Floransa asilzade­ lerinden Bandini ailesinden Bemardo'nun kıskançlığı zirveye çıkmıştı. Lorenzo ve kardeşi Guliano'yu öldürme kararı vererek Duomo Meydanı' ndaki ayinde iki kardeşe saldırdılar. Loren­ zo hafif sıyrıklarla kurtulsa da 26 bıçak darbesi alan kardeşi oracıkta can verdi. Olay yerinden kaçan Bernardo, İstanbul' a giden bir gemiye bindi. Medici ailesinin Osmanlı hükümdan Fatih Sultan Mehmet ile şahsi dostluğu vardı. Kılık değiştirip Türkler'e benzerneye çalışan Bernardo, kısa sürede yakalan­ dı ve Medkiler'in gönderdiği gemiye teslim edildi. Signoria Meydanı'na getirilerek ibret-i alem için asıldı.

KAG IT PARA I 1 67

Bemarda'yu almaya gelen gemi kaptanı, Lorenro Medici'den övgü dolu bir mektup getirmişti. Kardeşinin katilini yakalayıp kendisine teslim eden Fatih Sultan Mehmet' e sonsuz bağlılık ve sadakatini sunuyordu. Daha önemlisi, Floransalı sanatçı Bertoldo di Giovanni'ye hazırlattığı benzersiz güzellikte bir bronz madalyon göndermişti.

B i r y ü z ü n d e ' MAVM b ET ASI E AC TRAP ESVN Z I S MAG N E Q U EVE G R ETI E I M P E R ET' ya n i 'Asya , Trabzon ve Büyük Yu n a n i sta n i m p a ratoru M e h met' yaz ı l ı m a d a lyo n .

Düşünün, Doğu Roma İmparatorluğu'nu 2 1 yaşında tarih­ ten silen ve piyasadaki madeni paraların yarısını elinde tutan birine şükranlarınızı iletmek istiyorsunuz, nasıl bir hediye ve­ rirdiniz? Hiç sahip olmadığı bir şey olmalıydı. Gustosu yüksek Medkilerin bulduğu çözüm, akıl doluydu. Fatih'in Rönesans adamı olduğunun farkındaydılar. İşte yukarıdaki madalyon sa­ yesinde Büyük Türk 'ü mutlu etmeyi başardılar: Zafer arabasının üstünde duran Fatih'in sağ elindeki üç kadın Asya, Trabzon ve Yunanistan' ı temsil ederken, diğer elinde zafer tanrıçası olan Nike heykeli vardı. Arabanın altına ise denizler tanrısı Pase­ idon ile bereket tanrısı Demeter işlenmişti. Böylelikle yağlı boya tablolardan sonra madalyona resmedilen ilk Müslüman hükümdar yine Fatih Sultan Mehmet olmuştu.

1 68 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PARA

Bir tarafta İtalya'dan getirttiği Beliini'ye portresini yaptıran Fatih, diğer tarafta ise babasının ölümüyle bu tabloları saraydan atan İkinci Beyazıt . . . Birbirine zıt, bu karakterleri düşününce insanın aklına şöyle bir soru geliyor; Kolomb, Leonardo da Vinci ve Mkhelangelo gibi yetenekler Fatih Sultan Mehmet gibi bir dehanın kapısını çalsaydı, uygarlık tarihi nasıl bir seyir izlerdi? Bunun cevabını bilemiyoruz fakat Rönesans' ın beşiği olan İtalya'yı fethe hazırlanan Fatih Sultan Mehmet'in vefatıyla Avrupa'da kırk gün bayram ilan edildiğini biliyoruz. Medkiler zekalarını konuşturmaya devam ettiler. Avrupa' nın en büyük bankası olarak 400 yıl hüküm sürdüler. Uzun süre ayakta kalmalarının sebebi çok basitti. Tarihte ilk kez Asya kıtasında basılan lclğıt paralar devlet egemenliği altında piya­ saya sürülürken Avrupalılar bunu düşünememişti. Medkiler ise lclğıt paranın gücünü herkesten önce fark etmiş, güçlü ve güvenilir bir devlet gibi davranarak lclğıt paraların kaymağı olan senyoraj gelirini yemişti. Son Grandük Gian Gastone Medici'nin 1 737'de vefat et­ mesiyle mirasını eşi Maria L. Medici devraldı. Maria tüm ser­ vetini şehir dışına çıkmaması şartıyla Medici kanı taşımayan Floransa' nın yeni grandüküne bıraktı. Avrupa parasının iplerini elinde tutan İtalyan aile piyasadan çekilince Frankfurt kökenli yeni bir aile dünya para piyasasını domine etmeye başladı: Rothschildler. Her banker ailesinin yazılı bir tarihi vardır fakat bunlar arasında sadece Rothschildler tarih yazmıştır. Papaları, kralları ve yüksek sosyeteyi parmağında oynatsa da Britanya, Almanya, Fransa ve Osmanlı gibi pek çok devlete borç verse de Rothschild ailesinin Medkilerin görkemine eriştiği söylene­ mez. Ancak son 300 yıldır dünya para piyasalarına hükmettiği kuşkusuzdur.

KAG I T PARA I 1 69

İtalya'da başlayan kağıt para denemeleri önce Hollanda'ya, ardından Almanya, Rusya, İsveç ve İngiltere'ye sıçradı ancak zamanla hepsi başarısız oldu. Amerika Birleşik Devletleri' nin banknot denemeleri de hüsranla bitti. Özellikle Fransız hal­ kının alerjisi o kadar ileri düzeye çıkmıştı ki para basılacak korkusuyla kağıt fabrikalarını yakıyorlardı. Binlerce yıldır kul­ landıkları metal paralardan vazgeçmek mantıklı gelmiyordu. Bu noktada Amerikalı ekonomist Herman Minsky'nin 'İsteyen herkes para basabilir, önemli olan başkalarının kabul etmesidir!' tespiti muazzamdır. Kağıt paraların fınans piyasalarında özne olabilmesi için monarşiden demokrasiye, dogmalardan bilime, kas gücünden makinelere, kölelikten evrensel haklara uzanan bir dizi norm un hayata geçirildiği çok farklı bir bilinç düzeyi gerekliydi. İşte ne zaman ki banknotların omurgası diyebileceğimiz Sanayi Devrimi, Devlet Egemenliği ve Altın Garantisi devreye girecek, işte o zaman kağıt para formu güven vermeye başlayacaktı.

Sanayi Devrimi Avrupalı düşünürler, uygarlığın çürümüş dogmalarına mey­ dan okurnaclıkça saplandıkları çamurdan çıkmanın mümkün olmadığını anlamışlardı. Martin Luther'in kilise kapısına astığı manifesto, 1 5. yüzyılın despot iklimine rağmen dev bir çınara dönüştü. Rasyonel soruşturma ruhu, iki yüz sene içinde gelişe­ rek Batı düşüncesinin kalbi oluverdi. 1 7. yüzyıla gelindiğinde astronom ve anatomistler müthiş keşiflere imza attılar. İtalya'da Galileo ve İngiltere'de Bacon gibi öncüler, köhnemiş metinle­ re bağlanınayı reddetti. Moroz veya dışlanmalara aldırmadan gözlem ve deneye sarıldılar. Bacon 1 620'de yayımlanan Yeni Mantık isimli yapıtındaki 'Eskinin üzerine yeni aşılanarak bi­ limsel bilgide artış sağlama umudu yoktur. Bilimlerin yeniden

1 70 1 AN T i K ÇAG DAN G E L E C E G E PARA

kurulmasına en baştan başlanmalıdır, ' teziyle başı çekti. Bilim insanlarının benimsediği deneysel ve kuşkucu yaklaşımdan beslenen bakış açısı siyasete, dine hatta ticarete adapte edilince Kahramanlar Çağı sona ererek Akıl Çağı başladı. Coğrafi Keşifler' e verilen entelektüel karşılık, bilginin sı­ nırlarını eski dünyanın ötesine geçirdi. Soylular Kaf dağındaki şatolardan kent merkezlerine indi. Şövalyelik bitti. İster felsefi ister siyasi ister dini olsun her türlü otoriteye sergilenen biat kültürü kayboldu. Eleştiri, hoşgörü ve düşünce özgürlüğü ye­ şermeye başladı. Çünkü binlerce yıllık uygarlığın geldiği nokta; düşünce ve ifade özgürlüğün ün bir hak değil ekmek ve su gibi bir ihtiyaç olduğuydu. İşte rasyonalizmin yayılmasıyla ortaya çıkan bu 'Yeni Normal', Sanayi Devrimi'nin kıvılcımı olacaktı. Mısırlı Heron'un İsa'dan sonra 50'li yıllarda icat ettiği tür­ bini saymazsak uygarlığı dönüştüren bu ivmeyi İngiliz mühen­ dis Thomas Savery'e borçluyuz. Savery'nin ı 698'de icat ettiği ilk buhar makinesi, maden ocaklarında biriken suyu tahliye edebiliyordu. Düşük kapasiteli bu makine yetmiş yıl içinde adım adım geliştiriidi ve ı 765'te İskoç mühendis James Watt'ın ürettiği buhar makinesi sayesinde merkamalist düzenden sanayi kapitalizmine geçildi. O güne kadar kullanılan çıkrık, maka­ ra, değirmen, araba gibi tüm ekipmanlar tahtadandı. ı 884 yılında ise yine bir İngiliz mühendis olan Parsons tarafından ilk başarılı buhar türbini icat edildi. Artık metalleri bir lcl.ğıt gibi bükebiliyorduk. İşte bu zincirleme icatlar sonrası tahta yerine demirden yapılmış buharlı gemiler, buharlı trenler ve buharlı arabalar üretildi. Bilimsel temelli bir dizi buluş ve keş­ fin yardımıyla makine gücüne dayanan muazzam bir kapasite artışı yaşanıyordu. Hatta Birmingham'daki darphaneler, buhar gücüyle sikke üretimine başladı. Üretim metotlarını kökünden değiştiren Britanyalılar; William Petty, Adam Smith, Thomas

KAG IT PARA I 1 7 1

Malthus, Stuart Mill, John M. Keynes gibi dünya çapında ikti­ satçılar; Francis Bacon, Thomas Ho bbes, John Locke, Edmund Burke, John Austin, Bertrand Russell gibi sayısız düşünür ve bilim insanı yetiştirdiler. Bu isimler sayesinde montaj hatlarını buhardan elektriğe çevirmeyi başaran İngiltere, 1 850'lere kadar dünyanın tek sanayi ülkesiydi. Bu gerçeğin çok açık bir sebebi vardı. 1 727 yılında büyük bilgin Newton'ın ölümü İngiltere'yi yasa boğmuştu. Tabutunu iki dük, üç ko nt ve Lordlar Karnarası başkanı taşımıştı. Töreni izleyen Voltaire, sıradan bir aile ço­ cuğuna gösterilen saygı karşısında şaşkınlığa uğrayıp Fransa'ya dönüşünde şunları yazacaktı: 'Bir bilim insanının sırf mesleğinde büyük işler başardı diye kral gibi gömüldüğünü gördüm!'

Sanayi Devrimi terimini ilk kez kullanan İngilizler değildi. Bu tabicin 1 844 yılında Alman sosyalist Friedrich Engels ta­ rafından kullanılmış olması çok doğaldı. Çünkü Avrupa' nın sanayi atağına kalktığı bu dönemde, bilimsel devrime öncülük edenler klasik anlamda akademisyenler değildi. Pek çoğu üni­ versite eğitiminden yoksundu. Bilim kürsülerinden uzak bu insanlar, bir dizi bilim dalı ortaya çıkardı. 1 9. yüzyılın ortala­ rına yaklaşırken, sanayicilerden gelen talep ve paraya rağmen Avrupa'nın önemli üniversiteleri yeni bilim dallarını kabul etmekte oldukça isteksizdi. Öncülüğü ise Almanya üstlendi. İşte bu dönemde ortaya çıkan dünya fuarları bilim ve üreti­ min dayanışmasını pekiştirdi. 1 85 1 'de Londra'da gerçekleşen sergi, Kraliyet Bilim Koleji 'nin kurulmasını sağladı. 1 880'de ise Paris'te kurulan Ecole Normale Superieure isimli kurum, Avrupa'nın en prestijli okullarından birisi haline gelecekti. Bi­ lim devrimiyle Sanayi Devrimi' nin başlangıcını birbirinden ayırmanın zorluğu ise İngiltere, Almanya ve Fransa' nın bilim ve sanayiye sıkı sıkı sarılmasından ileri gelmektedir.

1 72

1 AN T İ K ÇACi DAN G E L E C E Ci E PARA

İngilizlerin başlattığı Sanayi Devrimi' nin önemli satır başla­ rından biri, demiryollarının icat edilmesiydi. Böylelikle devasa boyuttaki hammadde ve mamül nakliyesi kolayiaşmış ve bin­ lerce yıldır birbirinden habersiz yaşayan coğrafyalar bile ticari koropozisyona dahil olmuştu. Hem milli gelir hem de nüfus popülasyonu bakımından sanayi yolculuğuna katılan devletler, diğerlerine muazzam bir fark attı. İngiltere' nin 1 8 50 yılında 63 milyar dolar olan yıllık hasılası, yüzyıl içinde 350 milyar dolara yükseldi. Kişi başı geliri 2.300 dolardan 7.000 dolara, nüfusu ise 27 milyondan 50 milyona çıktı. Bu sırada çok ilginç bir şey daha yaşandı. Makinelere dayalı üretim, boğaz tokluğuna insan çalıştırmaktan daha ucuza gelince klasik kölelik de form değiştirerek kendisini modernize etti. Sadece İngiltere'nin değil dünyanın nüfusu da artıyordu. Yeryüzündeki insan sayısı bir milyara ulaştığında 1 804 yılıydı. 20. yüzyıla girerken suyu dezenfekte eden klor ve antibiyoti­ ğin icadıyla ortalama yaşam süresi 30'dan 60 yıla yükseldi ve 1 927'ye gelmeden dünya nüfusu iki milyara ulaştı. 1 959 yılın­ da üç, 1 974 yılında ise dört milyarı geçti. Bundan sonraki her 1 2- 1 3 yıllık zaman diliminde ise 1 milyar daha eklendi. Üretim ve insan sayısı arttıkça kağıt paralar trend olmaya devam ediyor; reel sektörün üretim hacmiyle orantılı artması gereken sikke miktarı artmayınca kağıt paralar dünya ticaretinin yörüngesine oturuyordu. Üretim ve nüfusun çılgınca artmasıyla büyüyen ticaret çarkları, hiç kuşkusuz kağıt parayla dönecekti. Zira es­ kiden hayatından memnun olmayan insanlar devrim yapardı ama şimdi alışveriş yapmaya başlamıştı. Hatta kağıt paranın yetersiz kaldığı yerlerde otobüs biletleri, iskarnbil desteleri veya hayvan postları kullanıldı. Dolayısıyla para basım teknolo­ jisinin geliştirilmesi gerekliydi. Fakat bunun için mühendis, kimyager ve sanatkar gibi uzmanlara ihtiyaç vardı. Felsefenin oksijeni olan serbest düşünce olmadan bilim yapılamayacağına

KAG I T PARA I 1 7 3

göre monarşi ve kilisenin pençesindeki Avrupa'yı cesur insanlar kurtarabilirdi. İşte bunu da Fransızlar başardı. Fransız İhtilali'ne öncülük eden Voltaire, Fransız seçkin­ lerini eleştirince önce Bastille Hapishanesi'ne tıkıldı, sonra İngiltere'ye sürgün edildi. Fakat okumayı ve düşünmeyi bı­ rakmayan Voltaire, lsaac Newton'ın yazdığı fıziğin ilkelerini ve John Locke'un siyasal felsefeyi açıklayan tezlerine odaklandı. Locke şöyle diyordu: 'İnsanlar eşit doğar. Hiç kimse başka bi­ rinin yaşamına, sağlığına ya da özgürlüğüne karışamaz. ' Bizlere sıradan gelen bu radikal düşünce, monarşinin hakim olduğu o günlerde hapis veya ölümün en kestirme yoluydu. Jean-Jacques Rousseau, Montesquieu gibi önde gelen Fransız düşünürlerin yanı sıra böylesi aşkın fikirlerden esinlenen Voltaire, üç yıl sonra ülkesine dönüp Felsefi Mektuplar isimli yapıtını yayım­ tadı. Fransa krallığını İngiliz tarzıyla kıyaslayan bu kitap derhal yasaklandı. Aynı şey Denis Diderot ve Jean le Rond d'Alembert tarafından hazırlanan ve ilk cildi 1 75 1 'de çıkan Encyclopedie'nin de başına geldi. Böyle bir yazar kadrosuna sahip eserin, Ay­ dınlanma düşüncesinin tamamlayicı özeti olarak görülmesi şaşırtıcı değildi. Bilimsel belirlenirncilik üzerine kurulu rasyo­ nel ve laik dünya görüşünü savunurken muktedirlerin dinsel ve hukuksal istismarını kınıyordu. Kilisderin öfkelenmesine aldırmayan Diderot, sessizce işine devam etti ve abonelerine gizli gizli gönderdiği 28 ciltlik eserini 1 772'de tamamladı. Çeyrek asırda hazırlanan bu eser, para olmadan yazılamazdı. Finansörü ise 30 odalı, 1 7 hizmetçili görkemli bir evde yaşayan Emilie du Chatelet isimli çılgın bir kadındı. Paris sosyetesini severneyen bu haşarı kız, erkek gibi büyümüştü. Descartes' ın analitik geometrisini okuyor, bu arada potansiyel talipleri ken­ disinden uzak tutuyordu. Yirmi bir yaşındayken en az itici bulduğu zengin bir askerle evlendi. Artık hem evli hem bekirdı.

1 74 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PARA

Pek çok gelişigüzel ilişkiden sonra İngiltere'den dönen Voltaire ile tanıştı. Birbirlerine işık oldular. Hepsinden önemlisi, her ikisi de bilimsel çıtayı yükseltmek istiyordu. Akademik camia ise krallık ve kilisenin dogmalarına saplanmıştı. Emilie' nin ko­ casına ait kullanılmayan bir şato vardı. En ferah odasını kütüp­ hane yaptılar. İki yılın sonunda, Paris Bilim Akademisi' nden daha fazla kitaba sahiplerdi. Londra'dan laboratuvar teçhizatları getirildi, konuklar için dinlenme odaları ve seminer salonları hazırlandı. Buranın popülaritesi o kadar arttı ki kısa sürede Avrupa entelijansiyası için vazgeçilmez bir yer oldu. Bu faaliyetler yazılı ve sözlü bilgilerin sıkı kontrolden geç­ tiği, Fransız monarşisi aleyhine konuşanların tutuklandığı bir ortamda yapılıyordu. Buna rağmen el yazısıyla kaleme alınan ve düzinelerce çoğaltılan bildiriler insanlara ulaştırıldı. Kral ve çev­ resinden tiksinmeyen kalmamıştı. Nüfusun o/o 2'sini oluşturan zengin aristokrasi ile ruhhan sınıf vergiden muaftı. Bu yüzden vergi yükü, düşük gelirli insanların sırtına binmişti. İşsizlik bir tarafa, önemli sayıda insan açlıktan ölmek üzereydi. Salgın hastalıklar da cabasıydı. Bu durum, aristokrasinin iktidar üze­ rindeki ayrıcalıklarından rahatsızlık duyan tüccar ve yoksulları aynı safta birleştirdi. Halkın sefalet içinde yüzdüğü bir ülkede devrimin kaçınılmaz olduğunu iyi bilen Kral XVI. Louis, 1 50 yılın ardından ulusal meclisi topladı. Soyluların topraklarından vergi almayı planlıyordu ama kimseyi ikna edemedi. Versay Sarayı'ndaki toplantı kargaşaya dönüştü ve 1 2 Temmuz 1 789 günü Jacques Danton ve Maximillien Robespierre, Fransız ihtilali' nin kıvılcımını ateşledi. Kraliyete saldıranlar arasında, parayla saraya hizmet ederken maaşlarını alamayan bir azınlık da vardı. Yoklukla boğuşan geniş halk kitlelerini yanına çeken burjuva sınıfı ise dipten gelen enerjiyle monarşiyi devirip cum­ huriyeti kurdu. 1 00.000'den fazla Fransız' ı giyotine götüren bu toplumsal dalga, din parasını tedavülden kaldırdı. Zira kellesi

KAG I T PARA i ı 75

uçanların yaklaşık on bini papazdı. Tapınakların banka, pa­ pazların fınansçı apoletlerini söktü ve monarşinin tutunduğu itaat fıltresini paramparça ediverdi. Fransız İhtilali'yle birlikte asalet gitmiş, vatandaş gelmiş; saray yıkılmış, meclis kurulmuştu. Artık herkes hukuk karşı­ sında eşitti ama rejim değişikliği para getirmiyordu. Halkın ise verecek bir şeyi yoktu. Yeni yönetim, soylulada çatışmayı göze alamayınca herkes gibi lci.ğıt paraya sığındı. Ancak sunuş biçimi daha kurnaz ve daha mantıklıydı. Yeni paraların garantörü altın ya da gümüş olmayacaktı. Onlar zaten yok denecek kadar azdı ve tahmin edileceği gibi devrim kimlere karşı yapıldıysa onların elindeydi. Karşılığında rezerv edilecek altın ve gümüş buluna­ ınayınca basılan banknotlara karşılık toprak gösterildi. Ama kimin toprağı? Tabii ki tüm mülklerine el konulan kilisderin sahip olduğu topraklar. Ruhban sınıfının arazileri ihtilalciler için semavi bir hediye gibiydi çünkü o tarihte ülkenin beşte biri kilisderin mülkiyetindeydi. Belli bir yüz ölçüme karşılık gelecek şekilde 400 milyon livre değerinde para basılarak ı 9 Aralık ı 789'da satışa sunuldu. Satışa sunuldu demek lazım zira assignat isimli bu paralar diğer banknotlardan farklı olarak bir nevi tapu senediydi. Teminatı ise altınla değil beş yıl içinde kilise arazilerinin satışıyla ödenecekti. Toprak, çalınamayacağına göre yeni paraların karşılığı sağ­ lamdı. İlk parti paralarda o/o 5 faiz avantajı vardı. Faiz uygu­ laması sonraki emisyonlarda kaldırıldı. Üzerinde 'Bu paranın karşılığı, Fransa toprak larıdır, ' gibi milliyetçi söylemler yazılı lci.ğıtlardan yeterince satılırsa her şey düzelirdi. Hakikaten öyle oldu. Ticaret canlandı, üretim ve istihdam arttı. Fakat ı 792 ile ı 8 ı 5 yılları arasında gerçekleşen ve 4 milyona yakın ölü­ me sebep olan Napolyon Savaşları' na da para lazımdı. İşte Napolyon'un 'Para, Para, Pard şeklindeki meşhur haykırışı

1 76 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PARA

'Savaş kazanmak için ne gerekli?' sorusuna vermiş olduğu ib­ retlik bir cevaptı. Kağıt üretimi elle yapıldığından savaş ekonomisine yetecek parayı basmak zaman alıyordu. Devrimin önderlerinden Ro­ bespierre, parasal sorunları aşamayınca Concorde Meydanı' nda bekletilen giyotine kurban edilmekten kurtulamadı çünkü pa­ rasızlık onu tirana dönüştürmüş ve bir kraldan farkı kalma­ mıştı. idam hükmünü imzalayan ise en yakın arkadaşı Danton olmuştu. Bir matbaa şirketinin muhasebesinde çalışan Nicolas Luis Robert ise hükümetin karşılaştığı güçlüğün farkındaydı. 1 798 yılında tamamladığı ilk makine, geniş bir kayış yardımıyla fıçıdaki lapayı alarak her dönüşte tek kağıt basabilen basit bir modeldi. Basit derken tarihte ilk defa dönen ruloya aralık­ sız baskı yapan bu alet çığır açtı. Gazete, kitap, hatta tuvalet kağıdını bile ona borçluyuz. Fransız kağıt paraları ilk parti ya da onu izleyen basımla yetinilse son derece ilginç bir yenilik olarak alkışlanırdı. An­ cak fazladan bastıkça altın ve gümüşe oranla değeri düşmeye başladı. Sonunda öyle bir duruma gelindi ki Paris matbaaları ertesi günün para ihtiyacını ucu ucuna yetiştiriyordu. Sabun köpüğü gibi çoğalan paralar kısa sürede tedavülden kaldırıldı. Fakat enflasyonun hızlı yükselişi sayesinde o güne kadar sadece matematikçilerio bildiği 'trilyon' kavramı parasal ölçüm ifadesi olarak literatüre girdi.

Devlet Egemenliği Peki, mantıken hiçbir değeri olmayan bu kağıt yığınına neden güvenmeliydik? Para kazanmak için ömrümüzü tü-

KAG I T PARA I 1 7 7

ketmeye, ruhumuzu veya bedenimizi satmaya değer miydi? Parayı, serveti, egemenliği, imtiyazları koruyacak otorite kim olmalıydı? Diyelim ki bu yapıyı zekice tasariayıp kutsala dö­ nüştürdük, yoksul kitleleri nasıl ikna edecektik? Canlarından değerli saymaları gerekc;n bu aygıtın ismi ne olmalıydı? Sayısız yaman soru . . . Yaklaşık 1 0.000 yıl düşündük ve sonunda devlet kavramını bulduk. Fransız ihtilali' ne kadar bütün devletler firavun, kral, bey, sultan, hükümdar, çar, kayzer, padişah veya imparatorlar ta­ rafından yönetilirdF5• İşte tek bir ailenin devleti temsil ettiği bu sisteme monarşi diyoruz. Fransız ihtilali'ne kadar, bir kral öldüğünde seçim yapılmaz kralın oğlu tahta geçerdi. İşte soya dayanan bu sisteme saltanat diyoruz. Fransız Ihtilali' ne kadar tahta çıkan kişilerin aynı zamanda Tanrı'nın yeryüzündeki tek temsilcisi olduğuna inanılırdı. İşte dini yetkilerin bir kişide top­ lanmasına Mısırlılar Firavun, S üroerliler Nemrut, İranlılar Şah, Yeni Dünya Manitu, Batılılar Papa, Şarklılar ise Halife derdi. Fransız Ihtilali'ne kadar soylu aileden gelmeyenin, söz hakkı olamazdı. İşte sıradan insanların devlet idaresinde etkin ola­ bilmesine cumhuriyet diyoruz. Fransız ihtilali'ne kadar asiller dışındakilere köle, kul, serf veya tebaa denirdi. İşte herkesin eşit haklara sahip olmasına vatandaşlık diyoruz. Fransız ihtilali'ne kadar dini bilgiler ve ulvi makamlar belli bir zümrenin kont­ rolündeydi. İşte inanç ve ibadet özgürlüğünün insanların hür iradesine bırakılınasına laiklik diyoruz. 25

Kral unvanı Sırpça, Bey Türkçe, Sultan Arapça, Hükümdar Arapça (-dar eki Farsça),

Çar Rusça, Kayzer Almanca, Padişah Farsça ve İmparator ise Latince kökenli olup hepsi de aynı düşüncenin farklı kültürlerdeki ifadesidir.

1 78 1 ANTİK ÇAGDAN GELECEGE PARA

Antik dönemden 1 8. yüzyıla kadar kral, padişah veya hü­ kümdarlar iktidarın şahsında cisimleştiği bir fıgürdü. Bu isim­ lerin sahip olduğu egemenliğin dayanağı ise Zeus, Buda veya Allah'tı. Bu kişiler yüce yaratıcı adına karar alır, hayata geçirirdi. Kısacası kral demek devlet demekti. Her şeye karar verebilirdi. Fransız İlıtilali tüm bu algıları kırarak modern devlet olgusunu ortaya koydu Hatta böylesi aşkın bir profil, kuşkusuz devlet hazinesinin de doğal lideriydi. Örneğin İngiltere başbakanına tahsis edilen konutun kapısında 'prime minister' yani başbakan değil 'First Lord of Treasury' yani Hazinenin Birinci Hakimi yazılıdır. Bu unvanın hazine bakanına verilmemesi, devlet tüzel kişiliğini temsil eden kişinin aleni tescilidir. Fransa Kralı XVI Louis'nin 'Devlet Benim!' sözüyle vurgulamak istediği de aynı şeydi. Hatta Roma döneminde 'krala ait' manasında kullanı­ lan roal kelimesi Arap kültürüne geçerek İran, Yemen, Katar, Umman ve Suudi Arabistan' ın para birimi olan riyal tabirinin de ilham kaynağıdır. .

Kral bedeni ise daha ilginç bir anlayışa hizmet ederek ege­ menliğin tüzel kişiliğini görünür kılarak 'Krallar asla ölmez!' inancını temsil ederdi. Bu ölümsüzlük paradoksal değildi zira kral iki bedene sahipti. Bunlardan bir tanesi kralın ölümlü bedeni, diğeriyse ölümsüz olan siyasi bedeniydi. Ölümlü beden yok olabilir hatta ortadan kaldırılabilirdi. Fransız Devrimi' ne kadar kralın siyasi bedeninin asla yok edilemeyeceğine inanı­ lırdı. Fakat Danton ve Robespierre, Fransa Kralı XVI Louis'i halkın gözü önünde giyotine gönderince kralın siyasal bedeni de yok oldu. Bundan sonra ölen her kralın ardından tekrarla­ nan 'Kral öldü. Yaşasın yeni kral!' seslenişi boşlukta kaldı. Peki, şimdi kim yaşayacaktı? Düşünsel zemin şöyle inşa edildi: ' Ya­ şasın Fransanın dünü, bugünü ve yarını olan Fransız Ulusu!' Bu vurguyla kralın bedeni lağvedilmiş ve onun yerine geçecek bir .

KAG I T PARA I 1 79

başka vücut bulunmuştu: Toplum bedeni! İşte kraliyet makamı yerine ihdas edilen bu modele ulus devlet diyoruz. O günlerde insan, toprak, hayvan başta olmak üzere her türlü varlık üzerindeki tasarruf hakkı, kralın şahsında topla­ nırdı. Kral sadece maddi varlıkların değil soyut değerlerin de belirleyicisiydi. Kanun koyucuydu. Ağzından çıkan söz, yasa hükmündeydi. Her fikri doğru, her ricası emirdi. İnsanı insan yapan hürriyet, hak ve özgürlük gibi soyut evrensel değerler, kralın iki dudağının arasındaydı. Yalnızca bir fani üzerinde toplanmış egemenlik kavramı, cumhuriyet sayesinde toplu­ mun görünmeyen tüzel kişiliğine, yani devlet denilen üst akla aktarıldı. İnsan zihninin hünerlerinden olan devlet kavramının icadıyla, tek bir kişinin ayrıcalığı ortadan kaldırılarak yöne­ tim ve denetim hakları vatandaşa bırakıldı. Böylelikle yasama gücü bir kişinin veya bir ailenin güdümünden alınıp topluma devredildi. 1 2 1 5 Magna Carta ile başlayıp 1 648 Westfalya ile gelişip 1 789 Fransız ihtilali'nde olgunlaşan modern devleti Medkiler göremedi ama 1 8 1 7 yılına kadar sürecek devrimler çağının sonunda, herkesin eşit ve özgür doğduğu kabul edi­ lecekti. Binlerce yıldır hayal bile edilemeyen bu düşüncelerin yasalaşmasıyla insanlar, sahip oldukları tüm hakları kahraman veya tanrı krallara değil devletin görünmeyen soyut ve kutsal kimliğine devretmekte mahzur görmedi. Zaten toplumların başka çaresi kalmamıştı. İmpratorluklar bir bir yıkılıyordu. Onların yerine kurulan az sayıdaki bağımsız ya da yarı bağımlı monarşilerden ise pek azı 20. yüzyılın son­ larına kadar yaşayabildi. Örneğin Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra İngiltere ve Japonya dışında ayakta kalan monarşi kal­ mamıştı. Osmanlı ailesi de sahip olduğu iki kutsal makamı yani saltanat ve hilafeti işte bu zaman aralığında kaybedecekti.

1 80 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

Uygarlık kabuk değiştiriyordu. Yıkılan monarşilerin yerini cumhuriyetler doldurdu; saltanat gitti vatandaşlık geldi; papa­ lık gitti laiklik geldi fakat bu dönüşüm ha.J.en bitmedi. İkinci Dünya Savaşı sonrası sömürge durumundaki devletçiklerio bağımsızlık mücadelesi birçok kukla kralın da sonunu getirdi. Körfez Emirlikleri, Suudi Arabistan, Fas ve Brunei gibi mutla­ kiyetçi bazı monarşiler hariç tutulursa sembolik değeri dışında bir otoriteye sahip monarşiler dönemi, 1 979'da İran şahının ve 2008'de Nepal kralının devrilmesiyle sona erdi. Artık para veya servet olabilecek her şeyin tescili, ulus dev­ letlerin egemenliği altındaydı. Yeni icat edilen devlet meka­ nizmasının en karakteristik özelliklerinden biri de yükümlü­ lüklerini yerine getirme konusunda acze düşme riskinin sıfıra yakın olmasıydı. Ha.J.iyle devleti temsilen merkez bankalarının çıkardığı paralar benimsenmeye başladı. Zamanla paranın say­ gınlığı ile devlet egemenliği o kadar iç içe geçti ki egemenliğe sürülecek en ufak bir lekeden etkilenen ilk şey para olacaktı. Devlet güvencesiyle basılan kağıttan paraları, halk nezdinde itibarlı kılan en önemli faktör işte buydu. Nasıl ki eskiden yenilmez içilmez deniz kabukianna veya altına inandıysak, bu sefer de gözle görülmez elle tutulmaz devletin güç ve otoritesine inanmıştık Dolayısıyla insanlığın en çarpıcı icadarından olan modern devletin tasdikiediği ve onurlandırdığı şey, kağıttan bile olsa kıymetli olmalıydı. Artık devlet yoksa kağıt para da yoktu. Bugün de değişmeyen benzer algıyla milli paraların iti­ barı, kağıt parayı çıkaran devletin itibarına bağlıdır.

Altın Garantisi Avrupa kıtasında kağıt para çıkaran öncü işletmeler, özel sermayeli ticaret bankalarıydı. Yani tam manasıyla devletin garantör olduğu söylenemezdi. Sistem yetersiz kalınca kağıt

KAG I T PARA I 1 8 1

paraların arzı, ulus devletlerin tekeline geçti. İnsanların endi­ şesi bir nebze azalmıştı fakat binlerce yıldır kullanılan değerli madenler hala gözdeydi. Zira altın veya gümüş sikkeler kral veya devlet onayına ihtiyaç duymuyor, tozu bile para ediyordu. Kağıt paralar ise yalnızca kağıt, mürekkep ve birkaç imzadan ibaretti. Şehirdeki memurin cenahı kağıt parayı mecburen kul­ lanıyordu çünkü maaşları bunlarla ödeniyordu ancak kırsal kesim ikna olmuyordu. İşte bu yüzden Avrupalılar, banknotlara 'yaptım oldu' anlamına gelen fiat para derken Osmanlı halkı is� 'haydutluk' manasma gelen şekavet parası adını takmıştı. Köklü değişimlerio insanları rahatsız ettiğini gören devlet­ ler, kağıdın yanında bir şey daha verdi: Faiz! Artık bu kağıtlar, hem mübadele hem de yatırım aracıydı. Ne zaman para gerekse emisyona başvurunca bu taktik de tutmadı. ihtiyacın ötesin­ deki her arz, kağıt paraların değerini düşürüp insanları zarara sokuyordu. Ulus devletlerin kutsallığı benimsenmişti ama hiç kimse birikimlerinin değer kaybetmesini istemiyordu. Kısacası devlet garantisi dışında daha esaslı bir argüman b ulunamaz ise kağıt paraların kabul görmesi pek mümkün değildi. Bu aşamada son kozunu oynayan devletler, senyoraj gelirin­ den vazgeçmeye karar verdi. Bunun anlamı, Kubilay' ın yaptığı gibi uçan paralara madeni para garantisi vermekti. Doğu mede­ niyetinin icadı olan kağıt parayı altı yüz sene sonra kullanmaya başlayan Avrupa, üç yüz sene uğraştıktan sonra altın karşılığı kağıt para basmaya başladı. Altın ve gümüş külçeler merkez bankalarının kasalarma girdi ve bunları temsilen kağıt paralar çıkarıldı. Roma geleneği değişmiyordu, paranız yoksa ne soylu ne kral ne de devlet olabilirdiniz. İnsanlar, devlet egemenliğine ilaveten altın garantisini görünce rahatladı. Kağıttan paralara yüklenen anlam değişti ve yeni para formunun imajı güçlenerek madeni paralar kadar güvenilir oldu.

1 82 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

Yeni dünya düzenine alışmaya çalışan modern devlerler ise vatandaşından devraldığı yetki sayesinde, antik dönemden kalma kral ve tanrılardan fazla bir itibara ulaşmıştı. Şimdi bün­ yesinde topladığı hak ve sorumlulukları, tarafsız parametreler yoluyla tekrar halka dağıtmalıydı. Para da bunlardan biriydi. Paranın basım ve dağıtım yetkisi, merkez bankası adı verilen kurumlara devredildi. Onlar da bu yetkiyi kullanarak ne kadar banknot basmak gerekiyorsa o kadar altını rezerve etti veya etmeye çalıştı. Bu durum, eskiden tahta geçen kralın kendi adına sikke darp ettirmesinden farksızdı. 1 872 yılında kurumsallaşan bu düşünce, para tarihindeki en faydalı yapılardan biri olacaktı. Fakat altın garantili kağıt para sistemi sanıldığının aksine çok yaşamadı. 1 9 1 7 yılında kısmen, 1 944 yılında mecburen ve 1 97 1 yılında ise fiilen ortadan kalktı. O günden sonra tonlarca altına sahip Amerika bile bastığı para kadar altın rezerve edemedi.

Paranın Mabedi: Bankalar MÖ 3400'lü yıllarda Mewpotamya'nın Uruk kentinde inşa edilmiş Kızıl Tapınak, tarihteki ilk banka olarak bilinir. Aradan geçen dört bin yılda önemli bir gelişme olmadı. Ta ki İtalya kent devletlerindeki Yahudi bankerler ortaya çıkana kadar. Lombardiyalı bu Yahudiler, işlemlerini pazar yerine koydukları İtalyanca banco isimli tahta masalarda gerçekleştirirdi. Banka tabiri de bu kelimeden türemiştir. Şimdi yüzlerce yıl önce İtalya kentlerinden birinde yaşadı­ ğınızı düşünün. Kese kese altınlarınız var. Kapımza eşkıyalar dayandı, ne yaparsınız? Telefon açacak polis teşkilatı yok, zırhlı

KAG IT PARA ! 1 83

araçlar ve banka kasaları yok, alarm sistemleri yok, kameralar yok. Varlıklı insanlar da askeri açıdan güçlü ve sözüne güvenilir kişilere giderek değerli madenierini emanet eder, karşılığın­ da ufak bir saklama bedeli öderdF6• Parayı alan bankerler ise müşterisine imzalı bir makbuz verirdi. Makbuzların üzerine 'Şu kadar altın veya gümüşü teslim aldım, ' ibaresiyle birlikte müşterinin adı ve soyadı yazılırdı. 'Nota di Banco' adı verilen bu evraklar, hepimizin bildiği banknot yani karşılığında altın garanti edilmiş bankanın notu tabirinin atasıydı. Makbuz sa­ hipleri paraya ihtiyaç duyduğunda sarrafa gidip parasını çeker ve çektiği tutar makbuzdan düşülürdü. Yatırdığı tutar ise aynı makbuza eklenirdi. Bu teknik, sopalara çentik atmaktan daha ileri olsa da ticari bankacılığın ilkel modeliydi. Yazının bilindiği 5 .400 yıldır bankacılık yapıldığı doğrudur ancak bir şubeden para yatırıp diğer şubeden para çekebilmek Venedikli banker­ lerio başarısıdır. Şehrin ticari hafızası o kadar büyüleyiciydi ki 1 598'de Shakespeare tarafından kaleme alınan Venedik Taeiri adlı oyuna ilham kaynağı oldu. Sadece 1 3 ve 1 5 . yüzyıllar arasında Venedik'te yüzü aşkın mevduat bankası kuruldu fakat bunlardan geriye 1 472'de faaliyete geçen Banca Monte dei Paschi di Siena adındaki rehin dükkanı kaldı. Kolay para kazanmayı keşfeden İtalyan bankerler, altın veya gümüş stoklamadan banknot çıkarmaya başladı. S ilahınız varsa banka soyabilirdiniz ama bankanız varsa herkesi soyabilirdiniz. Piyasaya sahte para sürülmesini hazınedemeyen 1 6. yüzyılda yaşamış Thomas Cantarani adlı senatör şaşkınlıktan şunları söylemişti: 'Bir bankacı canı istediğinde, bir kağıdın üzerine iki satır yazı yazıp en nadide mobilyaları, en güzel mücevherleri satın almasına rağmen gerçekte cebinden hiç para çıkmıyor!' Cantarani 26 Günümüzde bankaya para yatırıp bir yandan güvenlik hizmeti alırken diğer taraf­ tan ekstra para kazanıldığına göre o dönemdeki faiz geliri güvenlik maliyetinden düşük olmalıydı.

1 84 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

haklıydı zira bunlar kağıt para değil kağıttan paraydı. İşte o günden sonra yoksullar para için çalışırken servet sahipleri ise parayı çalıştırmaya başladı. Contarani'nin tenkitlerini önem­ seyen senato, yasal düzenlemelere giderek bankacılığı denetim altına almak istedi. Çalışma saatleri, para yatırma ve çekme usüllerinde düzenleme yapılmasına rağmen beklenen sonuç alınamadı. Yine de gerek finansal mevzuat gerekse para felsefesi alanındaki en temel eserler bu zamanda üretildi. Diğer taraftan Medkiler gibi nüfuzlu bankerler eliyle imzalanan banknotların saygınlığı her geçen gün artıyordu. Çünkü Medici banknotla­ rını istendiğiniz an değerli metale çevirebilirdiniz. Dolayısıyla dürüst çalışan bankerler günümüz merkez bankaları kadar itibarlıydı. Muteber emanetçilecin imzasını taşıyan makbuz­ lara güven arttıkça nama yazılı olmasına rağmen ciro edilen kağıtlar elden ele dolaşmaya başladı. Çok geçmeden üzerine isim yazılmasından vazgeçilerek hamiline düzenlendi. İşte bu isimsiz makbuzlar, kağıt paraların Avrupa'daki ilk örneğiydi. Modern bankacılığı başlatan İtalyan bankerler, bir merkez bankası gibi davranmalarına rağmen Hollanda, İngiltere veya Amerika gibi geniş bir coğrafyayı etkileyemedi. İspanyol ve Portekiztilerin durumu ise daha kötüydü. Cortes Azteklerin, Pizarro ise İnkaların servetini talan ederek tonlarca altın ve gümüşü İspanya'ya taşıdı. Hatta bu rakamlar 1 7. yüzyılın or­ talarına doğru yılda 200 tondan 250 tona, ikinci yarısında ise 300 tona çıktı. Fakat Amerika'dan Avrupa'ya yapılacak asma köprünün maliyetini karşılayacak kadar değerli metali kültür ve sanada pariatmak yerine doğrudan ekonomi çarklarına sokan İspanyollar, fayda yerine zarar gördü. İtalyan ticaret bankacılığını geçebiimiş tek ülke, Hollanda oldu. 1 58 5 yılında İspanya' nın içine düştüğü mali çıkınazı fır­ sata çeviren Hollanda, bağımsızlığını ilan etti. Anvers kentinin

KACi l T PARA I 1 8 5

İspanya'nın eline geçmesi sonucu güneydeki zengin tüccar ve aydınlar Hollanda'ya sığındı. Ayrıca İspanya'daki engizisyondan çekinen Yahudiler ve Fransa'dan kaçan Protestan Huguenotlar da gitti. Hollanda, hepsine kucak açtı. Bir taraftan İspanya ile mücadele ederken diğer taraftan yurttaş kalitesini artırdı. Böylelikle ticareti genişledi. Hollanda' nın altından anlamına gelen golden isimli parasıyla beslenen bilimsel ve kültürel iklim, dünya çapında isimlecin ortaya çıkmasına yol açtı. Ressam Rembrandt, Vermeer ve Einstein' ın etkilendiği filozof Spinoza, matematikçi Rene Descartes, politik bilimci John Locke, astro­ nom ve fızikçi Christian Huygens, Paine Harnilton ve Adams Franklin Jeferson gibi isimler Hollanda ticaret ağının ortaya çıkardığı birçok beyinden sadece birkaçıydı. Zaten yazdığı ki­ tapların parasıyla geçinen ilk düşünürün Erasmus olması, bu iklim sayesindeydi. Aynı şekilde bir sepet ustasının oğlu olan Antonie van Leeuwenhoek, ı 668'de ürettiği mikroskopuyla su damlasına bakıp minik yaratıklardan oluşan bir dünyayı keşfetmişti. Yaklaşık yüz yıl öncesinde Galileo'nun teleskopuyla ne kadar küçük olduğunu fark eden insanlık, Leeuwenhoek'un mikroskopuyla da ne kadar büyük olduğunu gördü. ı s ss ile ı 702 yılları arasında bilim, ticaret ve sanat alanın­ da dünyanın en gelişmiş ülkesi Hollanda'ydı. Bu süre içinde sanaflardan borç alan aristokrasi, her koşulda borcunu ödedi. Böylelikle geniş bir coğrafYada kontrolü ele alan ı ,S milyon nüfuslu Hollanda, sömürgeciliğe başladı. Kolonilerinden ta­ şıdığı hammadde ve kölelikten sağladığı ucuz iş gücüyle de küresel ticaretin liderliğine yükseldi. Piyasaların disiplin içe­ risinde işlemesi anonim şirket kültürünü ortaya çıkardı ve bu kültür okyanus ticaretini artırdı. Bu şirketlerin başında 1 602 yılında kurulan Dutch East India Company vardı. Dutch Com­ pany günümüz parasıyla ı 00 milyon doları bulan sermayesine güvenerek uzun soluklu bir ticaret planını devreye koydu. ı 7

1 86 1 ANTİK ÇAGDAN GELECEGE PARA

kişilik yönetim kuruluyla bir devlet gibi hareket eden şirket, Doğu coğrafyasını yağmalamak için satın aldığı gemiler ve paralı askerleriyle Çin, Hindistan, Sri Lanka, Filipinler ve Endonezya'dan baharat getirmeye başladı. Çok geçmeden bu­ ralara hakim olan İngiliz ve Portekiz şirketlerini hertaraf etti. Bölgenin tek efendisi olabilmek için de binlerce adadan oluşan Endonezya'daki krallıklarla anlaşarak kontrolü ele aldı ve ı 800 yılında bu bölgeyi kolonileştirdi. Endenozya ı 950 yılına kadar Hollanda sömürgesi olarak yaşadı. Diğer büyük şirket olan Dutch West India Company ise Amerika kıtasını sömürmekle meşguldü. Yerel halk, Hollandalı istilacılardan korunmak için şehrin girişine büyük bir duvar ördü. New York Borsası'nın faaliyette bulunduğu Wall Street caddesine ismini veren yapı işte bu duvardı. Hollandalılar, uluslararası ticareti gizlilik içerisinde yürü­ türdü. Örneğin Amster�am limanından yelken açan tayfalar gidecekleri yeri bilmezdi. Haritalar şifreli kasalarda muhafaza edilirdi. Hollanda, ticari zekası ve güçlü donanmasıyla dünya­ nın parasına sahip olmuştu ancak para bollaşınca sahteleri de çoğaldı. Şaibeli paralar o kadar arttı ki Hollanda Parlamentosu ı 606 yılında sarraflar için bir el kitabı çıkardı. Hileye maruz kalmış 846 çeşit para listelendi. Sorun çözülmeyince kentin ile­ ri gelenleri para musluklarını elinde tutacak bir kamu bankası kurulmasını önerdi. ı 609 yılında kurulan Amsterdam Bankası, devlet ve altın garantisiyle banknot basan ilk kamu kurumu yani ilk merkez bankasıydı. Standart para biriminden hesap açmaya ve bugün sıradan kabul edilen havale ve çek tahsili gibi işlemlere öncülük etti. Müşterilerin getirdiği madeni paralar kontrol edilerek he­ saplarına işlenir ve neticeyi belgeleyen bir makbuz verilirdi. Kalite kontrolü ise tartı para yöntemiyle yapılırdı. Bankanın

KAG IT PARA I 1 8 7

denetimi, profesyonel ve kurumsal kimliği ifade ettiğinden verilen makbuzlar oldukça itibarlı yani gerçek birer banknottu. Tüccarlar da bu güvenilir banknotları başka bir tüccara vere­ rek borcunu kapatırdı. Amsterdam Bankası sayesinde modern merkez bankacılık fikri tam yerleşiyordu ki banka yöneticileri açgözlü davranınayı tercih etti. Müşterilerden teslim aldıkları altınların boşta beklemesine dayanarnayıp fazladan kağıt para üreterek kredi vermeye başladılar. Böylece komisyon geliri ya­ nında faiz geliri de elde edeceklerdi. Olmayan altından para üretmeye kalkışan banka, 1 8 1 9 yılında battı. Altın yumurtla­ yan tavuğu kesmeye alışkın fınans camiası ise mutasyon piya­ salardan türev işlemlere, kur savaşlarından hedge fonlara kadar akıl dışı enstrümanlar icat etmeye devam edecekti. Ticaret bankacılığının tarihi İtalyanlara aitse merkez ban­ kacılığının tarihi de İngilizlere aittir. Merkez bankacılığını ge­ liştirip dünyaya ilham veren İngiltere, İtalya ve Hollanda'da yaşanan olumsuz tecrübeleri iyi analiz ederek mükemmel bir sistem dizayn etti. Aslında onlar da ilkel düzeyde ve ticari ban­ kacılıkla başlamışlardı. Ancak kötü tecrübeleri kulak ardı etme­ yip gerekli önlemleri aldılar. İngiliz tüccarlar da tıpkı İtalyan ve Hollandalılar gibi davranarak sahip oldukları servetin bir kısmını gizlice toprağa gömer, bir kısmını da goldsmith unvan­ lı sarraflara götürüp miktar ve kalitesini belgeleyen bir belge alırlardı. Fakat İngiliz sarrafların güvenlik kapasitesi kısıtlıydı. Kasalarındaki altın arttıkça fazlasını götürüp daha korunaklı Kraliyet Darphanesi'ne teslim ederlerdi27• Piskopos Savaşla­ rı, yerel sorunlar ve İskoç ayaklanmaları derken 1 640 yılına gelindiğinde İngiltere ekonomisi iflas etti. İmparatorluğun 27 Aralarında Türkiye'nin de bulunduğu pek çok ülkenin sahip olduğu altınların bü­ yük bir kısmı halen İngiltere ve Amerika merkez bankalarının kasalarında tutulur. Yakın zamana kadar daha güvenilir olduğundan yapılan bu tercih, şimdilerde ise swap işlemleri yoluyla döviz temin edebilmek amacıyla tercih ediliyor.

1 88 1 AN T İ K ÇACi DAN G E L E C E Ci E PA RA

başında I . Charles vardı. Yeni vergiler salmak istedi. Bunun için parlamento onayı gerekliydi. Mecburen vazgeçti. Aklına sarrafların emanet ettiği paralar geldi. Londra Kulesi depoların­ daki 1 30.000 pounda el koydu. Hiç tereddüt etmeden Doğu Hindistan Şirketi' nin tüm mallarını da müsadere ederek haraç mezat sattı. Dokuz sene sonra idam edileceğinden habersiz olan Kral, parasal konularda sınırsız yetkili olduğunu zannetmişti. İngiliz sarraflar ciddi hayal kırıklığına uğramıştı ama sarraf dediğin tok karnma masaya oturmazdı. Nasıl olsa her gün altın alıp makbuz veriyor veya makbuz alıp altın veriyordu. Ema­ neten aldıkları altın miktarı kadar borçluydular ama altınların belli bir kısmı hiç hareket etmiyordu. Kendi imzalarını taşıyan makbuzlar ise altın kadar kıymetliydi. Kredi çekmek isteyene Hollandalıların yaptığı gibi madeni para yerine makbuz yazıp vermeye başladılar. Biraz mürekkep biraz sarraf zekasıyla bu iş tamamdı. I. Charles' a kaptırdıklarını toplamaya başladılar. Ar­ tık hem saklama hizmetinden hem de faizden para kazandıkları gibi tek maliyetleri kağıt ve kalemdi. Zamanla bu sarrafların da dolap çevirdiği ortaya çıktı ve çoğu hattı. Böylece İngiltere'nin ilk kağıt para ve ticari bankacılık denemesi hüsranla sona erdi. Tüm bunlar yetmezmiş gibi ı 7. yüzyılın sonları, Avrupa için tam bir dramdı. Kötü hava şartları ambarların boşalmasına neden olunca üç milyona yakın Fransız, yetersiz beslenmeden hayatını kaybetti. Asiller bile bayadamış yiyecek tüketiyor­ du. Üç yıl sonra İskoçya'ya sıçrayan kıtlık yüzünden nüfusun o/o 20'si öldü. Diğer taraftan tanrı gibi gördükleri krallardan, melek yerine koydukları sanaflardan kazık yiyen iş ve sermaye çevreleri, kişilerden ziyade kurumsal bir çatı altında örgütlen­ me ihtiyacı duyarak ı 694 yılında İngiltere Merkez Bankası' nı kurdu. Bankanın kasasına depoladıkları altınların değeri ka­ dar kağıt para basıldı ve istendiği zaman altınla değiştirileceği

KAG I T PARA I

1 89

ilan edildi. Taahhütlerini de paranın üzerine açıkça yazdılar. 'Promissory note' yani ödeme garantisi ifadesi işte o günlerden kalmadır. Şimdi elinize 20 Great Britain Pound (GBP) alıp dik­ katlice bakın! 'Bank of England: I promise to pay the bearer on demand the sum of twenty pounds' yani İngiltere Merkez Ban­ kası olarak talep edildiğinde yirmi poundu hamiline ödemeye söz veriyorum ibaresini göreceksiniz. Buradan anlaşılması gereken şuydu: 'Bu para bir metre bayrağı, bir karış toprağı uğruna can verdiğiniz ve vatandaşı olmakla övündüğün üz ülkenin egemen­ liğini temsil eder. Saygın bir vatandaş olarak devletinizin tüzel kişiliğine güvenin. Hepsinin karşılığı altın olarak depolandı. Dolayısıyla getirdiğiniz kağıt paranın nominal değeri kadar altın ödenecektir.' İşte devlet izniyle altın rezerv ederek kağıt para çıkaran bu kurumlara merkez bankası, bu güvenceye ise altın standardı diyoruz. Parasal alandaki buluşların büyük bir bölümü İngiltere Merkez Bankasına ait olduğu gibi ekonomiyle ilgili kuruluş­ lar arasında saygınlığını onun kadar muhafaza edeni yoktur. Diğer merkez bankalarının itibarı bu bankayı sadakatle taklit etmekten ileri gelir. ı 720'den ı 780' e kadar adım adım büyüyen banka, para arzının koruyucusu ve İngiltere hükümetinin fi­ nansal destekçisi oldu. Banknot getirenin madeni parası derhal ödeniyordu. Madeni para zamanla unutuldu. Özel bankaların para basma yetkisi kısıtlanmamıştı ama 1 770 yılına gelindiğin­ de Londralılar için merkez bankasının rakibi yoktu. Dünyanın en eski ikinci merkez bankasının 1 8. yüzyılda bu güce ulaşması yasayla değil sözünde durmasıyla olmuştu. Londra Borsası' nın ambleminde yer alan Latince 'Meum Verbum Pactum' yani S özüm Senedirndir ifadesi de benzer düşüncenin sermaye pi­ yasalarına yansımasıydı. İşte bu etik değerler 'City of London' adıyla iki kilometre karelik alana sıkışmış görünen fınans pi-

1 90 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PARA

yasasını, Manhattan ın ardından dünyanın ikinci büyük fınans merkezi yapacaktı. İngiltere Merkez Bankası da zor günler yaşadı. Kurulduktan iki yıl sonra düştüğü nakit sıkıntısından ötürü faaliyederine bir süre ara verince banknotların değeri o/o 20 oranında geri­ ledi. Ancak kısa sürede toparlandı. ı 745 senesinde ise Stuart Hanedanı' ndan 'Charles Edward İsyanı endişe yarattı ve halk, bankaya hücum etti. Ödemelere limit koyarak bu sorunu da at­ lanı. Napolyon Savaşları sırasında hükümete ı 9 milyon sterlin borç verince yine nakit sıkıntısına girdi ve müşterilerin bozum talimatlarını karşılayamaz oldu. Bankaya destek çıkmak duru­ munda kalan İngiliz hükümeti, 22 Haziran ı 797'de banknot kullanımını zorunlu kıldı. Üç sene geçmeden banknotların değeri tekrar düşmeye başladı. ı 8 ı 3'te yapılan emisyon artışı, bardağı taşıran son damla oldu. Hiç kimse lciğıttan para gör­ mek istemiyordu. Yedi yıl sonra banknot kullanma mecburiyeti kaldırıldı ve tedricen de olsa altın karşılığı olmadan para bası­ mından vazgeçildi. ı 82 ı yılında ise çıkardığı tüm banknotları altına bağladı. Ancak uygulamaya geçmek kolay olmadı. ı 844 yılında çıkarılan imtiyaz yasası ile banknot ihracında tek yetkili oldu. İngiltere Merkez Bankası para basma politikasını öyle­ sine sıkı tuttu ki ı 890'ların ortalarından ı 9 ı 4 yılına kadar bastığı banknotların nominal kıymeti, rezerv ettiği kül çe altın miktarından azdı. Başka bir ifadeyle çeyrek yüzyıl içinde tek kuruş senyoraj geliri elde etmeyen İngiltere Merkez Bankası, bu gücünü Birinci Dünya Savaşı'na kadar korumayı başardı. Avrupa'daki lciğıt para basımı ve bankacılığın gelişim süreci Doğu'daki sıralamanın tam tersi bir seyir izlemişti. Doğu'da ilk banknotu basan da ilk bankayı açan da devletti fakat Batı'da hem kağıt para basımı hem de banka ortakları yüzyıllar boyu özel sektörün kontolünde kaldı. Devletin denetimi yoktu.

KAG I T PARA I 1 9 1

Daha doğrusu bugün anladığımız manada devlet yoktu. Banker ya da bankalar fazladan banknot basıp halkı dolandırana ka­ dar kimse karışmazdı. Zaten ne yaptıklarını anlayan da yoktu. Tıpkı doğulu sarraflar gibi bilgilerini kimseyle paylaşmaz, aile içinde tutarlardı. Avrupa'daki her ülke zaman zaman İngiltere'yi örnek alan bir merkez bankası kurmak istedi. Ancak bu kolay değildi. Örneğin İsveç Stockholm Bankası, bir merkez bankası gibi ipleri eline alarak 1 66 1 yılının Temmuz ayında kağıt para bastı. Ancak piyasaya sürülen bu paraların etki alanı sınırlı kal­ dı. Almanya ise 1 87 1 'de birleşene kadar 3 1 merkez bankasına sahipti. Kağıt paranın evrensel düzeyde yayılmasını tetikleyen asıl gelişme ise 1 872 yılında yaşandı. Paris'te toplanan Avrupa devletleri, kağıt paralara tek referans olarak altını belideyip sadece ülkeler arası ödemeleri altın madeniyle yapmaya karar verdi. Bu kararın ardından her ülke kendi bankacılık sistemine çeki düzen verdi. Avrupa'nın getirdiği bu parametre, 1 879 yı­ lında Amerika Birleşik Devletleri tarafından da uygun görüldü. Kısacası Fransız ihtilali'ne kadar ticari bankaların hima­ yesinde yürütülen kağıt para basımı, ulus devletlerin ortaya çıkışından sonra devlet egemenliğine alındı. O tarihten sonra hiçbir ticari banka, meclis onay vermeden kağıt para çıkarama­ dı. Ne var ki yüzde yüz altın karşılığı para basma uygulaması tam manasıyla 40 yıl sürdü. Tarihteki tek gerçek banknotlar bunlardı. Zaten temsili para ifadesi, altını temsilen basılan o kağıtlar için söylenmişti.

Rezerv Paranın Yeni Kıblesi Avrupa'da bunlar yaşanırken 4.300 kilometre uzaktaki Ame­ rika Birleşik Devletleri ise yolun başındaydı. Henüz Prince­ ton veya Yale gibi üniversiteleri yoktu. Filozofları yoktu. Bilim insanları yoktu. Mühendisleri yoktu. Bankası, derneği, vakfı

1 92 1 AN T İ K ÇA(JDAN G E L E C E G E PARA

hatta devleti bile yoktu zira İngiliz kolonisiydi. Basacağı kağıt paralaca teminat göstereceği altını da yoktu. Başka bir ifadeyle modern kağıt paranın üç hacağını oluşturan sanayi, egemen­ lik ve altından yoksundu. Paranın tarihine baktığımızda, her devletin önce bağımsızlık kazanıp sonra milli parasını bastığım görürüz. İşte bu sıralamayı bozan tek ülke, ABD olacaktı. Kıtanın ilk kağıt parası, Massachusetts sömürgesi tara­ fından 1 690'da çıkarıldı. Herkes gibi savaş nedeniyle basılan bu paraların karşılığı, gelecekte toplanacak vergi gelirleriydi. Çünkü halihazırda rezerve edilecek altın veya gümüş yoktu. Buna rağmen yirmi yıl dolaştında kaldı. Arkasında ne devlet ne üretim ne de altın vardı. Bu yüzden değerinin o/o 99'unu kaybetti. Amerika'daki ilk banknot denemesi hezimede sonuç­ lanmış olsa da bağımsızlığın ardından çıkarılan yeni tahvillerle değiştirilecek tedavülden çekildi. Amerikalılar para basmak için çalıalarken paranın felsefesi üzerine de kafa yoruyor, tartışıyor hatta makaleler yap mlıyor4u. Diğer taraftan matbaalar o kadar yoğundu ki 1 7 3 6 yılında Pensilvanya gazetesi yetkilileri 'Kamunun çıkarlarına hizmet eden matbaamız sadece para üretiyor, ' diyerek gazeteyi düzenli çıkaramadıkları için okurlarından özür dilemişti. Gelişmeler İngiltere' nin hoşuna gitmiyordu. 1 75 1 yılına gelindiğinde New England eyaletinde kağıt para yasaklandı. On üç yıl sonra ge­ nişletilen bu yasak, tüm sömürgeleri kapsadı. Benjamin Frank­ lin bizzat İngiltere'ye giderek Avam Kamarası'nı ikna etmeye çalıştı. Konuşması etkileyiciydi fakat sonuç alamadı. Çünkü İngilizler, başarılı bir parasal sistemin Amerika'ya bağımsızlık getireceğinin farkındaydı. Yasağa rağmen her eyaler kendi kağıt parasını basmaya devam etti. Bu paralar bazen değeri düştüğü için toplatılıyor, bazen de parayı basan banka batıyordu. So­ nuçta başka çareleri yoktu. Amerikan Devrimi kağıt paralada

KAG I T PARA I 1 9 3

finanse edilecekti. 4 Temmuz ı 776'da bağımsızlığını kazanıp İngiliz boyunduruğundan kurtulan Amerika Birleşik Devletle­ ri, tarihteki ilk kuvvetler ayrılığını hayata geçirerek demokratik bir cumhuriyet kurdu. Devlet başkanı seçimle belirlenecek ve dini lider de olmayacaktı. Montesquieu'nün fikirlerini hayata geçiren ABD, o kadar çok para bastı ki bir yıl geçmeden fıyatlar çıldırdı. Paranın değerini kurt gibi kemiren enflasyon sebebiyle kimse banknot görmek istemiyordu. Kongre, hiç tereddüt etmeden ültima­ tom verdi: 'Her kim kağıt paraları kabul etmek istemezse gerek ahlaki bakımdan gerekse vatanına duyduğu sevgi bakımından ülkemizin düşmanıdır. Buna göre de muamele görecektir!' Kı­ sacası kağıt para kullanmayanlar, vatan haini ilan edildi. An­ cak fıyat artışları, hiç etkilenmedi. Amiyane tabide bir vagon dolusu parayla bir avuç mal alınamıyordu. 1 775 Haziranı ile ı 779 Kasımı arasında kırk iki kez para basıldı ve bunların nominal değeri 24 ı ,6 milyon dolara ulaştı. Aynı yıllar içinde eyaletlerde de 209 milyon dolar basılarak piyasalar fonlandı. Virginia'da bir çift ayakkabı 5.000, bir takım elbise 1 milyon doları aştı. Alacaklılar borçlusundan köşe bucak saklanıyor, değersiz kağıtlarla ödeme almaktan kaçınıyordu. Ödenen en büyük bedellerden biri olan hiperenflasyon, güçlü paraya karşı büyük bir özlem yaratmıştı. Amerika Birleşik Devletleri yeni gelir kaynakları aramaya başladı. Akdeniz havzasındaki ticari genişlemeyi fark etmişti. Ancak bu tarihlerde Akdeniz'de ticaret yapmak isteyen ülke­ ler, Osmanlı Devleti' ne tabi olan Mağrip yönetimlerine vergi ödemek zorundaydı. Amerika ise öyle düşünmüyordu. Bırakın Osmanlı payitahtı ile irtibata geçmeyi Cezayir, Tunus, Trablus­ garb gibi eyaletlerle bile görüşmeden Akdeniz' e yelken açtı. Oy­ saki Orta Doğu' nun cadı kazanı, yıllardır taze kan bekliyordu.

1 94 1 ANTİK ÇAGDAN GELECEGE PARA

25 Temmuz 1 785'te ilk Amerikan gemisi ele geçirildi, hemen ardından diğeri. 1 79 3 yılının Ekim ve Kasım aylarında ise l l adet gemi esir alındı. Acilen toplanan Amerikan Kongresi, donanınayı güçlendirmek için 680.000 altın bütçe ayırdı. Fakat çabalar sonuç vermedi. Askeri seçenekte baş edemeyeceğini anlayınca masaya oturmak durumunda kaldı. Türkçe kaleme alınan 22 maddelik Dostluk ve Barış Antlaşması, 5 Eylül 1 795'te imzalandı. Buna göre Cezayir'de tutulan esirler iade edilecek, Atlas Okyanusu ve Akdeniz'de seyreden ABD bayraklı tekne­ lere dokunulmayacaktı. Amerika ise tek seferde 642. 500 altın ve her yıl 1 2.000 Osmanlı altını ödeyecekti. Aynı dönemde Fransa 200.000, İngiltere ise 280.000 altın ödüyordu. ABD Başkanı George Washington ve Cezayir Beylerbeyi Hasan Dayı tarafından onaylanan bu metin, ABD' nin iki buçuk asırlık mazisinde yabancı dilde imzaladığı ve haraç ödemeyi kabul ettiği tek belgeydi. Diğer taraftan da kağıt para basımıyla alakalı yapısal re­ formlara devam eden Amerika, ilk bağımsız anayasasını yazar yazmaz her türlü para basma hakkı nı federal hükümete dev­ retti. ABD tarihinin ilk hazine bakanı ve sistemin fikir babası Alexander Hamilton' ın tavsiyesi üzerine Philadelphia'da bir darphane kuruldu. Gümüş paralar tasarianırken Avrupa'daki ilk küresel para olan İspanyol dolarının isminden esinlenil­ mişti. İspanyollar ise bu ismi koyarken Almanların 1 570'lerde ürettiği thaler adlı paradan esinlenmişti. Kısacası isminin kökü Almanya'ya uzanan dolar, 6 Temmuz 1 785 tarihli kongre kara­ rıyla ABD' nin resmi parası oldu. Bu dönemde her ülke, milli parasını gelişigüzel birimlere bölüyordu. Örneğin 1 İspanyol doları 8 real ediyordu. İngiliz para sistemi ise daha karışıktı. 1 pound 20 şilinden, 1 şilin ise 1 2 peniden oluşuyordu. Birleşik Devletler, iki yıl sonra ilk madeni paralarını çıkardı. Bunlar, tam anlamıyla ondalık sisteme sahip ilk bozukluklardı. Bir

KAG I T PARA I 1 95

doların yüzde birine Latincede 'yüz' anlamına gelen sent, onda birine ise dime adı verildi. Bir sendik bakır paraların üzerinde 'işine sahip çık!' uyarısı yani mind your business; diğer yüzünde ise 'Biz biriz,' anlamına gelen we are one ibaresi vardı. ABD gibi zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip bir sömürgesini kaybeden İngiltere ise ı 760'larda dokuma sektö­ rüyle başlattığı Sanayi Devrimi'ni ı 830'larda tamamladı. Al­ manlar da 30 yılda İngiltere' nin ı 00 senelik ivmesini yakaladı. Atölye tipi üretim modelinden fabrika tipi üretim modeline geçişin Fransa ve İtalya'da başlaması ise ı 850 ile ı 870 arasına tekabül eder. Gözlerden uzak olan Japonya da bu yarıştan geri kalmadı. Gerek bağımsızlık gerekse sanayileşme yarışına en geriden başlayıp tüm dünyayı do mine etmeyi başaran Amerika Birleşik Devletleri ise ı 900'lerin başında Sanayi Devrimi' nin beşiği olan okyanus ötesine makineler ihraç etmeye başladı. Paris, Londra veya Berlin'de yapılan uluslararası fuarların ı 904 yılında St. Louis'de yapılması Einstein, Max Weber gibi bilim insanlarını Amerika'ya çekti. Sanayileşme yarışına giren ülkelere hammadde lazımdı. Hepsi birden kömür, demir ve petrol istediğine göre artık bir paylaşım sınavı yapılmalıydı. Tam dört buçuk yıl süren ve ı O milyon ölü, ı O milyon kayıp ve 20 milyon insanın yaralanma­ sına yol açan ilk elemeye Birinci Dünya Savaşı diyoruz. Eleme bittiğinde yarışmacıların hem ekonomileri hem de para birim­ leri çökmüştü. Daha savaşın başında altınları eriyen Alman­ ya, Fransa, İngiltere ve Avusturya başta olmak üzere yirmiye yakın ülke, altın standardından çıkmak zorunda kaldı. ABD ise savaşa girmek istemeyip ne pozisyon alacağını hararetli bir şekilde tartıştı. Avrupalılar altını olmadığı için vazgeçmişti fa­ kat Amerika'da altın boldu. Avrupa birbirini yerken Amerika hem seyredip hem mal satınayı tercih etmiş ve kasasını dol-

1 96 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PARA

durmuştu. Böylelikle iki dünya savaşı arasındaki nüfusunu 99 milyondan ı 50 milyona, toplam hasılasını 477 milyar dolardan ı .455 milyar dolara ve kişi başı milli gelirini ise 5 bin dolar­ dan ı O bin dolara çıkarmıştı. Dolayısıyla altın standardından ayrılmak için acele etmediler. ABD'nin bu kararı vermesinin iki sebebi daha vardı. Birincisi Amerika bağımsız bir devlet değilken bile bastığı paralar karşılıksızdı. Diğer taraftan son yüz yıldır özellikle İngilizlerin Amerikan endüstrisine yaptığı doğrudan yatırım altı milyar doları aşmıştı. ABD' nin ı 9 ı 7'de savaşa girme kararı tüm hesapları değiş­ tirdi. Altın akışı durdu ve İspanya gibi birkaç tarafsız ülkeye yöneldi. Amerika, hemen müdahale etti ve uluslararası alışve­ rişlerde altın standardından çıktığını ilan etti. Aksi halde altın rezervleri tükenebilirdi. ı 9 ı 3 yılında kurulan Federal Reserve (FED)'in yani Amerika Merkez Bankası'nın sadece 203 milyon dolarlık altını vardı. Bundan böyle ı 00 dolar banknota karşılık sadece 40 dolarlık altın rezerv edecekti. Kimse itiraz etmedi çünkü kimsede altın yoktu. Diğer ülkeler de FED'i örnek ala­ rak karşılık oranını o/o ı OO'den o/o 40' a çekti. Para ile insanın hareket etme kodları birbirine çok benzer. Para, insanlar gibi güvenli yerleri tercih eder. Nasıl ki kalabalık yerler bize güvenli geliyorsa paranın bol olduğu yerler de paraya güvenli gelir. Savaşın toz bulutu dağıldığında da güç ve güven tekrar Amerika' nın eline geçmişti. Dolayısıyla Avrupa' nın tüm serveti ABD'ye aktı. Altınların bir kısmı mevduat olarak ya da kasalarda saklanmak üzere, bir kısmı Amerikan hisselerine yatırım için gelmekteydi. Gerçi altın akışının en büyük nedeni, savaşan ülkelerin mal talebiydi. Nitekim Amerika ürettikçe satıyor, sattıkça İngiliz, Fransız ve Rus bankalarındaki altınları emiyordu. Bir süre sonra ABD'nin elinde biriken altınlar hiçbir ülkenin hiçbir zaman sahip olamadığı düzeye ulaştı. ı 9 ı 4 so-

KAG I T PARA I

1 97

nunda ı ,5 milyar dolarlık olan altın rezervleri, ı 9 ı 5 sonunda 2 milyara, ı 9 ı 7 sonunda ise 2,9 milyar dolara yükseldi. Birinci Dünya Savaşı uluslararası altın standardı açısından sonun başlangıcı olmuş, büyük uğraşlada dünyanın ortak pa­ rası haline gelen altından vazgeçilmişti. İşte o tarihten sonra sanayileşmiş ülkeler arasında kayda değer bir altın stoğuna rastlanmadı. Değerli madenler sanki yer yarılıp içine girmişti. Yıllar boyu ABD dışındaki ülkelerde altın kıtlığı hüküm sürdü. Öyle ki altın sikkeler insanların birbirlerine gösterdiği, üzerinde yorum yaptığı ve eline geçirdiğinde sakladığı bir cevhere dö­ nüştü. Bu tarihten sonra doğmuş insanlar hiçbir zaman ticaret veya başka yoldan gelir elde ettiğinde altıola tahsilat yapma deneyimi yaşamadı. Artık dolaşımdaki paralar gerçek banknot değil sadece devlet güvencesine yaslanan kağıttan mamül bir değişim aracıydı. ı 920'li yıllarda İngiltere,

Fransa ve diğer sanayi ülkelerinde yeniden canlanma görülse de ABD ve Fransa dışında hiç kimse, elindeki altın rezervine bakıp dolaşımdaki kağıt paraları altıola değiştirmeye cesaret edemedi. Bu gelişmelerin doğal sonucu olarak savaş bittiğinde paranın yeni kıblesi İngiltere Merkez Bankası değil Amerikan Merkez Bankası olacaktı.

FED'in Çıraklık Dönemi Amerikalılar için kağıt paranın keşfi, kıtanın keşfinden önemliydi. Bu gerçeğin farkında olan Hamilton, merkez ban­ kası kurulmasında ısrarcıydı. Nüfusun büyük çoğuuluğunu oluşturan çiftçiler ise şiddetle karşıydı. Harnilton hazırlıklarını tamamladı. İngiliz sistemi örnek alınacaktı. Onlarla savaşmış olmaları finansal bilgeliklerini görmezden gelmeyi gerektirmez­ di. Bankanın faaliyet süresi yirmi yılla kısıtlandı. ı O milyon dolarlık sermayesi 20.000 paya bölündü. Yabancılar da ortak

1 98 i AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PARA

olabilecek ama onlara oy hakkı verilmeyecekti. ı 79 ı yılında First Bank of United States adıyla kurulan banka hisseleri satışa çıkar çıkmaz kapışıldı ve toplanan 675.000 dolarlık madeni parayla faaliyete başlandı. Böylelikle bağımsızlığını kazanma­ sının üzerinden ı 5 yıl geçmeyen ABD, ilk merkez bankasını da kurmuş oldu. Amerika' nın ilk merkez bankası, yirmi yıl içinde sekiz şu­ besiyle başarılı bir performans sergiledi. Hem hükümete fon sağladı hem de parasını ülkenin her tarafına ulaştırdı .. Kamu ödemelerini gerçekleştirdi, özel sektörün kredi ihtiyacını karşı­ ladı. Bankanın kuralı çok açıktı, banknotlarını madeni parayla değiştirerneyen özel bankaların banknotları kabul edilmeyecek­ tL Merkez bankasının kabul etmediği bu paralar, insanlara da cazip gelmedi. Bankanın disiplinli tavrı, ticari banka sayısını azalttı. Mesela ı 805 yılında ülkede sadece 75 banka vardı. First Bank of United States bazen zor durumda kalmış iyi niyetli ban­ kalara yardım etti. Bu açıdan bakıldığında kısa ömrü içerisinde, bir merkez bankasından beklenen temel işlevleri yerine getirdi. Ne var ki Federal Rezerv Sistemi, ilk yirmi yılında gösterdiği bu başarıyı bir daha tekrarlayamadı. Bankanın görev süresi uzatılmayınca disiplinden kurtulan ve ı 8 ı 2 savaş koşullarından cesaret alan ticari banka sayısı, üç yıl içinde 88'den 208' e fırladı. Emisyon hacmi ise 45 milyon düzeyinden ı 00 milyon dolara ulaştı. izleyen yıllarda bir kili­ sesi, bir meyhanesi ya da nal b ur dükkanı olan her yerde banka açıldı. Berberler hatta barmenler bile bankacılık yapıyordu. Bu çarpıklığın temel sebebi, ticaret fırınası açmak için uzun bürokratik işlemler gerekirken dernek statüsündeki bankaların kolayca kurulmasıydı. Hemen herkesin para basınayı anayasal hak görmesi keşme­ keşe yol açınca ı 8 ı 6 yılında Second Bank of United States adıyla

KAC IT PARA I 1 99

öncekine benzer bir yapı daha tasarlandı. Yetki ve sorumluluk­ ları aynı olan ikinci merkez bankası, görev süresi uzattimayınca 1 832'de kapandı. Sonraki yüzyıl ise temel uzlaşma dönemiydi. Aslında iki başlı parasal sistem vardı. Bu durumun getirdiği banka iflasları, tarafları tedirginliğe sevk etse de birbirlerine muhtaç olduklarından pek çok sorun tolere edildi. Zira kredi alan girişimciler, borçlarını ödeyemezse bankalar batıyordu. Nasıl ki birinci merkez bankasının kapanması eyalet banka­ larının sayısında bir artışa neden olduysa ikincisinde de aynı şey oldu. Ama bu seferki tam bir sel baskını gibiydi. 1 830 ile 1 836 arasındaki banka sayısı 330'dan 7 1 3' e yükseldi. Banknot emisyonu ise 6 1 milyondan 1 40 milyon dolara çıktı. Altın ve gümüş karşılığı ise beklendiği gibi daha az bir artışla 22 milyon­ dan 40 milyon dolara ulaştı. Ne var ki bankalar battıkça üzücü haberler etrafa yayılıyordu. Mesela 500 bin dolarlık banknot basan bir bankanın, karşılık olarak sadece 86,48 dolarlık maden rezerve ettiği tasfiye sonunda anlaşıldı. Çünkü ticari bankaların çıkardığı banknot karşılığında yeterli altın rezerv edip etmedi­ ğini kontrol edecek bir mekanizma yani merkez bankası yoktu. 1 830'lu yıllardaki Michigan bankacılığının kayıtları ise son derece ilginçti. Yasaya göre basılan banknotların o/o 30'u kadar altın veya gümüş bloke edilmesi şarttı. Bu da epey sağlam bir karşılıktı. Müfettişler görevlendiriliyor, bankalar geziliyor, kurallara uyulup uyulmadığı denedeniyordu. Gelgelelim mü­ fettişler henüz yola çıkmadan altın ve gümüşler o bankadan bu bankaya taşınıyor, gerektiğinde arasına biraz kurşun ekleniyor ya da on sendik çiviler alt kısma konup üzeri altınla dolduru­ luyordu. Hayli zengin benzetme yeteneğine sahip bir müfettiş şöyle şikayet etmişti: 'Altın ve gümüş sihirliymiş gibi uçup duru­ yor. Tıpkı rüzgar gibi sesi ormanın derinliklerinden geliyor ama nereden gelip nereye gittiğini kimsecikler bilmiyor!' Kısacası, bin yıldır denenen kağıt para sistemi altın olmadan işlemiyordu.

200 1 AN T İ K ÇAC DAN G E L E C E C E PARA

Müjdeli haber, ı 849 yılında California'dan geldi. James W. Marshall adında bir adam, yolda bulduğu kocaman bir taşın altın cevheri olduğunu fark etti. Olay, tüm ülkenin dikkatini çekti. 850 kişinin yaşadığı ufak bir kasaba olan California'nın nüfusu bir yılda beş bine çıktı. O güne dek bulunan en bü­ yük altın parçasına koşan insanlar 'Altına Hücum!' başlığıyla tarihe geçti. Kısa zamanda nüfus 500 bine ulaştı. Ancak altın çıkarmak hem yorucuydu hem de kıyafet dayanmıyordu. Altın arayan bir kişiye karşılık malzeme satan on kişi vardı. Çoğu kazma kürek satışıyla geçinirken Bavyera'dan ABD'ye göç eden Levi Strauss, taşa toprağa dokunmadan servet avetlarından ser­ vet kazanmayı başaracaktı. Levi Strauss, yanında getirdiği bir miktar kumaşta çadır ve branda yapıp satınayı umuyordu. Tanıştığı bir madenci, pan­ tolonların çabuk eskidiğini söyleyince Strauss'un kafasında bir şimşek çaktı. Elindeki kalın kumaştan dayanıklı pantolonlar dikebilirdi. Diktiği pantolonları düzinesi 1 3,5 dolardan satışa çıkardı. Altın madencileri büyük rağbet gösterdi. Ama ufak bir sorun vardı. Çadır bezi hem kaşıntı yapıyor hem de cildi yakı­ yordu. Ş ikiyedere kulak veren mucit, çadır bezi yerine denim kumaşı kullandı. İşte bunlar kot pantolonların ilk örneğiydi. Madencilerin çıkardığı altınlar FED'i dünya çapında bir kuru­ ma dönüştürürken giydikleri pantolon markası da büyüyerek herkesin bildiği Levi's oldu.

FED'in Kalfalık Dönemi ı 863 yılına gelindiğinde maliye bakanı Chase ve kongrenin çabalarıyla Ulusal Banka Yasası çıkarıldı. Bu, üçüncü merkez bankası denemesiydi. Amerika'daki her vilayetin, her kurumun bir sloganı olur. Bu gelenekten hareketle ı 864 yılında çıkarılan madeni paraların üstüne 'In god we trust' yani Tanrı'ya güve-

KAG I T PARA ! 20 1

niriz mottosu basıldı. Bu söz o kadar tuttu ki ı 956'dan sonra çıkarılan tüm hanimotlara bu ibare yazıldı. Aslında yüzyıldır kullanılan 'İşine sahip çık!' hatırlatması beğeniliyor olsa da parasal sistemin oturmadığı bir ülkede Tanrı'dan yardım dile­ menin kimseye zararı olmazdı. Yasa çıktığında ilk ağırlık verilen nokta, tahmin edileceği üzere banknot çıkarmaktı. Merkez bankası yanında özel ban­ kalar da banknot basabilecekti. Ancak özel bankaların para basma limiti sınırlanmıştı. Ne kadar tahvil alıp hazineye ya­ tırırlarsa o miktarın o/o 90'ı oranında para basabilirlerdi. Eğer banka batarsa, emanet tahviller satılır ve banknotların karşılığı ödenirdi. Ayrıca hükümet, savaş çıkması durumunda tahvil satabileceğinden fınansman sıkıntısı çekmeyecekti. Bunun yanında yöneticilerin keyfi para çekmesini engellemek için 300 milyonluk bir tavan belirlendi. Fakat beklenenin tam tersi oldu, tahviller geri alınamadı. Çünkü bunu yapmaları halinde tahvil karşılığı basılmış paralar piyasadan çekilmiş olacaktı. Yani borcun ödenmesi, para arzının sıfırlanması demekti. Daha kötü bir çözüm bulundu ve karşılık uygulaması kaldırıldı. Bu da yetmezmiş gibi banknot miktarı ı 50 milyon dolar artırıldı. Yeşil mürekkeple basılmış bu banknotlar metal para yerine de geçiyordu. Tüm dünyada dolara atfedilen 'greenback' yani tek yüzü yeşil lakabı işte bu emisyonla doğdu. Hepsi yasaldı ama hepsi karşılıksızdı. Üç yıl içinde satın alma değerinin üçte birini kaybetti. Ancak savaşın bitiminden sonra da mecburen işlem gördü ve zamanla değer kazanmaya başladı. Amerikan para sistemi, bu karmaşaya alışkındı. Örneğin bağımsızlığından önce yaklaşık ı .600 bankanın çıkardığı 7.000 değişik banknotun tedavülde olduğu tam bir finansal labirent gibiydi. Banknot basmak imtiyaz değil temel haklardan biri sayıldığından yoldan geçen bu işe girebiliyordu. Ayrıca lclğıt

202 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

ve baskı maliyeti ucuzdu. Bu sırada kalpazanlar da boş durmu­ yor, sürekli sahte para basıyordu. Günümüzde basılı dolarların ancak binde birinin sahte olduğu tahmin edilirken o günlerde 5 .000 çeşit banknot gerçek değildi. Piyasadaki dolarların üçte ikisi sahte olunca tüm ekonomik sistem tehdit altına girdi. Baş­ kan Abraham Lincoln kalpazanlığı bitirmek için 1 865 yılında gizli bir servis kurdu. Amerika parasından sonra başkanları da korumaya başlayan bu kurum zamanla gelişti ve Soğuk Savaş esnasında Central Intelligence Ageney (CIA) adını aldı. Devlet kurulmuş, altın bulunmuş ve merkez bankası faali­ yete geçmişti. Fakat sanayi sektörü yeterince güçlenınediği için ortaya atılan en ufak söylenti, piyasaları allak bullak ediyordu. Merkez bankasının elindeki 40 milyon dolarlık altın rezervi, günde 2 milyon dolar eksitıneye devam ediyordu. 1 878 yılında cebindeki banknotu değerli madene çevirmek isteyenler banka­ ların kapısına dayanınca 1 40 banka birden iflasını istedi. Çare olarak din parasına başvuruldu. Boston Piskoposu Williams tarafından tüm kilisdere gönderilen tebligatta 'Banknotların madeni paralarla değiştirilmemesi' istendi. Fakat para söz ko­ nusu olduğunda dinin bile sözü geçmiyordu. 'Long depressi­ on' adıyla tarihe geçen bu krizin tetiklemesiyle 1 893'de 495, 1 908'de ise 1 55 banka battı. Sayılardan ürkmeyin, 1 899 yılında 12.000 banka faaliyetteyken 1 922'de 30.000 ile zirve yapacaktı.

FED'in Ustalık Dönemi Travmalar sadece yaşayana zarar vermez, genler yoluyla ak­ tarıldığından sonraki nesilleri de olumsuz etkiler. 1 907'deki iflas dalgası işte bu yüzden herkesi korkutmuştu zira koskoca kıtada 300 yıldır sağlam bir para sistemi kurulamamıştı. Çare olarak tekrar merkezi sisteme dönülmesine karar verildi. Yeni yapı, ticari bankaları da bünyesine alacak ve Amerikan Mer-

KAG I T PARA I 203

kez Bankası' nın ustalık dönemi olarak dünya para sistemini günümüze kadar domine edecekti. Her şey şöyle gelişti: Paul M . Warburg adında bir Wall Street yatırım bankacısı tek banka modelini önerdi. Uzun ve sert tartışmaların ardından 1 9 1 3 Noel gecesine saatler kala Başkan Wilson, yasayı imzalayıp yürürlüğe soktu. Ancak bir yasayla tam on iki merkez bankası doğmuştu. Amerika'nın 1 2 büyük bankası FED'in o/o 6 ortağı olarak toplam 2 3 şubesiyle28 faaliyete başladı. Bölgesellik fıkri kazanmış ve yönetim kurulu özel bankalar arasında paylaşılmıştı. Banka dokuz kişilik kurul tarafından yönetilecekti. Altısını üye bankalar seçecek ama en fazla üçü bankacı olabilecekti. Geri kalan üçünü ise Washing­ ton atayacaktı. Amerikan Bankacılar Derneği, hükümet tara­ fından atananların kendi üyelerine kıyasla daha yetkili olma­ sını şu kinayeli sözlerle eleştirdi: Sosyalizme inanmayanlar için kabul etmesi çok zor! Kurulun ilk üyeleri, bir sonraki Ağustos ayının on uncu günü hazine bakanının çalışma odasında yemin ederek göreve başladı. İşte bu yapı, değişmeden günümüze ulaşan ve kısaca FED olarak bilinen Amerika Merkez Bankası olacaktı. Paul A. Samuelson, Federal Rezerv adlı bu sistemin iktisatçılar arasında 'FED' kısaltmasıyla anılmasının sevgi dolu olduğunu söyler. Bu sevimli ismin muhalif tepkileri azalttığı da bir gerçektir. ABD milli parasını basma yetkisi FED bünyesinde toplan­ masına rağmen genel teamüllerden farklı olarak ticaret ban­ kalarının da para çıkarmaya devam etmesi, Amerikan para sisteminin diğer modern devletlerden ayrıldığı önemli bir noktaydı. Ticari bankaların FED' e bağlı olması öngörülmüştü 28

Bu bankalar; Boston şubesiz, New York şubesiz, Philadelphia şubesiz, Cleveland 2 şube, Richmond 2 şube, Atlanta 5 şube, Chicago 1 şube, Saint Louise 3 şube, Minneapolis 1 şube, Kansas City 3 şube, Dallas 3 şube ve yine 3 şubeden oluşan San Fransisco bankalarıdır.

204 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

ancak basacakları banknotlara karşılık gelen tahvilleri de teslim etmeleri isteniyordu. İşlemler ı 935'te tamamlanabildi. Küçük eyalet bankalarının katılmasına da izin verildi. Üye olanların aidat oranı, sermayelerinin o/o 6'sı kadar olacak ve bunun yarısı, istendiğinde ödenmek üzere bekletilecekti. Sonuçta bu para da yerel Federal Rezerv'in sermayesiydi. Ancak bu sermaye­ nin getireceği kazanç sınırlıydı. Üye bankaların, topladıkları mevduatın en az üçte birini FED'de tutması gerekiyordu. Yani onların rezervleri FED'in mevduatı olmuştu. Rezervler altın olabileceği gi � i darphane ya da başka kanallada altın karşılığı verilen menkul kıymetler olabilirdi. Hatta yeşil para, gümüş sertifikası veya ı 890 tarihli hazine banknotları da olabilirdi. Nasıl olsa hepsi saygın yasal paralardı. FED'in İngiltere Merkez Bankası' na benzemeyen yanıysa doğrudan halkla iş yapmarna­ sıydı. Başka bir ifadeyle FED, büyükler kulübüydü. Herkes muhteşem bir parasal sistem dizayn edildiğini sanı­ yordu. Güya eski finansal panikler olmayacaktı. Ancak FED'in kurulmasından yedi yıl sonra yaşanan depresyon, bu algıyı yıktı. Zaten on yıl sonra dünya tarihinin en büyük finansal depremi yaşanacaktı. FED'in yaşadığı ilk fiyasko, 505 adet ban­ kayı batırdı. Benzer sayılar ı 929' a kadar devam etti. Yaşananlar sıkıcı bir şarkının nakaratı gibiydi. Kapananların çoğu, küçük çaplı ve FED' e üye olmayan bankalardı. İleride FED başkanı olacak Marriner Eccles, o sıralarda başında bulunduğu bankayı nasıl kurtardığını şu sözlerle anlatır: "Çalışanları toplayıp şöyle uyardım: 'Mesai başlar başlamaz, hiçbir şey olmamış gibi işinize devam edin. Gülümseyin, huzursuzluk etmeyin, panik belirtisi göstermeyin. Normalde üç vezne çalışırken bugün dört vezneyle çalışın. Kimse hankosunu kapatmasın. Öğle yemeğine çıkmayın. Sandviçlerinizi oturduğunuz yerde yiyin. Eskiden imzalarını kontrol etmediğiniz müşterilerin bile imzalarını kontrol edin. Büyük banknotlarla ödeme yapmayın, en fazla beşlik onluk kul-

KAG I T PA RA I 205

lanın. Teslim etmeden önce defalarca ve yava§ yava§ sayın. Ba§ka türlü bu paniği aşamayız!' Kapılar açılır açılmaz, bütün memurlar usta bir tiyatro cu gibi rollerini oynamaya başladı. Saatler ilerledikçe izdiham azalma­ dı. Saat üçte kapatmamız gerekiyordu. Ancak müşterilerin isyan etmesinden korktuğumuz için yapamadık. Hatta alternatiflerin azlığı bizleri en cesur seçeneğe yöneltti ve müşteri olduğu sürece bankanın açık kalacağını duyurduk. Bu arada FED'den istedi­ ğimiz paralar geldi. Korumalar, kalabalığı yara yara içeri girdi. Bankonun üzerine çıktım ve merakla bekleyen müşterilere şöyle seslendim: 'Sabahtan beri buradasınız, belki yeni gelenleriniz de vardır. İster para yatırın ister para çekin, işlemler bitene kadar açık kalacağız. Bu nedenle, aranızda işi olanlar varsa şimdi gidip akşama doğru gelebilir. İşte bunlar yeni gelen paralar, hepinize yetecektir ve bunların geldiği yerde çok daha fazlası var. ' Evet, para olduğu doğruydu ama onları getirtebileceğimi söylememiştim. " Başkan Eccles bankasını kurtardı, hatta saygınlığını bile ar­ tırdı. Ne var ki her banka bu kadar beceriidi değildi. Amerikan bankacılığının konsolide bilançosu kötüydü: FED kurulmadan

B üy ü k B u h ra n s ı ra s ı n d a iflas e d e n d ö rt b i n b a n ka d a n b i ri n i n ka p ı s ı .

206 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PARA

önceki yirmi yıl içinde ı . 7 48 iflas yaşanırken sonraki yirmi yılda ı 5. 502 tane banka kapanmıştı. Beş yıl bitmeden üretim fazlasının neden olacağı Büyük Bulıran yaşanacak ve Amerikan ekonomisi çok daha ciddi bir yara alacaktı.

Yeni Dünya'dan Küçük Asya'ya ı 9. yüzyılın başları uygarlık tarihi açısından kırılma nokta­ sıydı. Amerika Birleşik Devletleri bankacılık sistemiyle, Fransa devrimle, İngiltere üretimle, Almanya bilimle uğraşıyordu. Os­ manlı Devleti ise Tanzimat'tan Islahat'a, toprak reformundan parlamenter sisteme, ticaret hukukundan kağıt paralara uzanan bir dizi yenilik peşindeydi. Osmanlı bu dönüşüme mecbur kal­ mıştı zira parasızlığın tetiklemesiyle siyasi, hukuki ve ekonomik yapısı oldukça kötüleşmişti. Taşların yerine oturması ise yüz elli yıl sürecekti. Bu zaman zarfında monarşi denilen padişahlık rejimi yıkılıp cumhuriyet idaresine geçilecek, devlet başkanı kan bağıyla değil seçimle belirlenecek, saltanat lağvedilip mec­ lis kurulacak, tebaa yerine vatandaşlık esas alınacak ve hilafet makamı kaldırılarak tek bir kişiyi değil herkesi kutsal sayan laikliğe geçilecekti. Esaretten bağımsızlığa, alfabeden eğitime, kıyafetten orduya, hukuk sisteminden para reformuna kadar servet ve devlet kavramlarının sil baştan yazıldığı bu yolculuğun sonunda ise Devlet-i Aliyye'den geriye kalan manevi asaleti ve maddi borçları Türkiye Cumhuriyeti devralacaktı. Piyasaların yerle yeksan olduğu o günlerde devletin başında IL Mahmut vardı. Balkan isyanları, taht kavgaları, bulıranlar hep onun 3 ı yıllık saltanatında yaşandı. Bozulan mali sistemi ve zayıflayan orduyu düzeltemediği takdirde Osmanoğulları sülalesi tıpkı Emevi, Abbasi veya Memlük ailesi gibi sahip ol­ duğu egemenlik haklarını kaybedecekti. Atalarının tıka basa doldurduğu hazine tamtakırdı. En son dedesinin dedesi savaş

KACi i T PARA ! 207

kazanmıştı. Balkanlar, Anadolu, Afrika ve Arap coğrafyaları üzerindeki Osmanlı etkisi kırılmış, yeni yeni palazlanan yerel derebeyleri yani ayanlar devlete kafa tutmaya başlamıştı. Çıkış arayan II. Mahmut, 1 808 yılında Osmanlı siyasi tarihinde dö­ nüm noktası sayılan bir metni imzaladı. Sened-i 1ttifak29 olarak bilinen bu andaşmayla hem ailesinin hem de kişisel yetkilerinin bir kısmını bölgesel güçlere devrederek feodal sisteme geçti. Bu antlaşma, Osmanoğulları hanedanlığının ilk güç kaybı olduğu gibi cumhuriyete giden rejim değişikliğinin de ilk basamağıydı. Ortaya koyduğu reformlarla bir tarafın gavur diğer tarafın müceddid gördüğü IL Mahmut, ne yaptıysa ekonomiyi dü­ zeltemedi. Tahta çıktığı 1 808 yılında 1 sterlin 1 9 kuruş iken, 1 838'de 1 09 kuruşa yükseldi. Bu zaman zarfında altın sikkenin 35, gümüş sikkenin ise 37 kez ayarı değişti. Her tağşiş, top­ lu iğneyle dolu bir tutarn pamuğun avuçta sıkılması gibi can yakmaktaydı. Devletin parasızlığı, yerel yöneticilerin cesaretini artırıyordu. Osmanlı Devleti, Mısır Hidivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa' nın ayaklanmasını bastırmak için İngiltere'den yardım istedi. Karşılığında ise ebediyyen geçerli denilen Baltalimanı Andaşması'nın ağır şartlarını 16 Ağustos 1 838 tarihinde kabul etti. İmzayı atan II. Mahmut ölüm döşeğinde, imparatorluğu ise yoğun bakımdaydı. Zira İngiliz tüccarlar, yerli rakiplerinden daha az vergi ödeyecekti. Dışişleri Bakanı Henry Palmerston tarafından şaheser olarak yorumlanan andaşmanın yıkıcı et­ kileri, kısa zamanda kendisini gösterecek ve İstanbul pazarları İngiliz ürünleriyle dolacaktı. Zira dünya üretiminin yarısını tek başına gerçekleştiren İngiltere'ye karşı gümrük duvarlarını kaldırmak ekonomik açıdan intihardı. 29

İngiliz Kraliyet ailesi benzer bir imzayı 1 2 1 5 yılında Magna Carta ile atmıştı. Bu metin, halen anayasa olgusunun İncil'i kabul edilmektedir.

208 1 AN T İ K ÇAC DAN G E L E C E C E PARA

Osmanlı sadece ekonomik anlamda değil kültürel açıdan da büyük bir değişimin eşiğindeydi. İbn-i Haldun'un 'mağluplar galipleri taklit eder' yasası doğrulanmak üzereydi. Gerçekten de Osmanlı' nın Batılılaşma yolculuğu pragmatistti. Avrupa' nın 1 50 yıllık ilerlemesine kayıtsız kalamayan Osmanlı Devleti, başta askeri alanda olmak üzere iktisat, sanayi, tıp ve felse­ fe gibi pek çok disiplini kopyalamaya başladı. Beşiktaş'taki Milli Saraylar Müzesi'ni gezenler, hanedan üyelerinin 1 8. ve 1 9. yüzyılda kullandığı kişisel eşyalarının bile ithal olduğunu görecektir. Sarayı örnek alan bürokratlar da Batı'nın oyun ku­ ruculuğunu kabul edince devlet mekanizmasından çocukların oyuncaklarına kadar her şey dönüşmeye başladı. Nasıl kabul etmesinler ki! Koskoca Avrupa'da tek bir Yahudi'nin barına­ madığı; Londra'da Katoliklerin, Paris'te Protestanların ikinci sınıf vatandaş sayıldığı Ortaçağ günlerinde İstanbul herkese kucak açıyor ve bilimin, teknolojinin, sanatın, refahın zirvesini yaşıyordu. Fakat şimdi Avrupa' nın terk ettiği bağnazlığa sarılan Osmanlı, topyekün bataklığa saptanmıştı. Bu arada keskin bir hata daha yapıldı. Belki işin kolayına kaçtı, belki de acziyetini gizledi ancak sebebi ne olursa olsun sonuçta keşif ve icadarın önünü açan motivasyonu alacağına sadece ambalajıyla ilgilendi. Bilimsel eserlerin felsefesi, sanat ve kültürün ruhu, teknolojinin metodolojisi yerine doğrudan ürünü aldı. İşte o günden sonra Osmanlı' nın ihracatı, ithalatını geçemedi. Dış borca alışkın olmayan Osmanlı Devleti, esham çıkarıp çareyi içeride aradı. Esham, devletin yıllık gelirini payiara böle­ rek faiz karşılığı nakit bulmaktı. Hassaten savaş zamanlarında kolayca satılan bu kağıtlar, sıra faizini ödemeye geldiğinde ha­ zineyi zorluyordu. Finansman arayışındaki II. Mahmut, Avus­ turya Prensi Metternich'in tavsiyesiyle Rothschild ailesiyle şah­ sen görüşmek zorunda kaldı. 1 828- 1 829 Rus Savaşı'nda Tuna boylarındaki Osmanlı askerinin buğday ihtiyacı, bu aileden

KAG I T PARA I 209

alınan borçlarla temin edildi. Yine Avrupa'daki bazı Osmanlı elçilikleri, parasız kaldığında Rothschild ailesine başvurdu. II. Mahmut'un vefatıyla oğlu Abdülmecit başa geçti. Ab­ dülmecit, halkın şikayetlerini bizzat dinleyen ilk padişahtı. Batı orijinli seküler kültürün, teolojik değerleri domine ettiği bir zamanda yetişti. 'Zenginlik ve fakirlik verıiseten gelir, kırk yılda çıkmaz, ' sözünü doğrularcasına tahta çıkan Abdülmecit, babasının borçlarını da devraldı. Osmanlı belgelerinde 'Karun gibi zengin' ifadesiyle tanımlanan Rothschild ailesiyle temasa geçerek kredi alan ikinci padişahtı. Alınan paralar çare olmu­ yordu. Sokaklar karıştıkça can ve mal güvenliği azalıyor, kimse kendini güvende hissetmiyordu. Ekonomik krizlerio de tetikle­ diği taleplere kayıtsız kalamayan padişah, Tanzimat Fermanı'nı imzalamak zorunda kaldı. 1 839'daki bu gelişmeyi Halil İnalcık şöyle yorumlar: 'Tanzimat Fermanı, tebaa algısından vatandaşlık fikrine geçişin miladıdır. ' Aynı tarihlerde Avrupa'da ortaya çıkan milliyetçilik akım­ ları, buralardaki monarşiler için risk teşkil etmeye başlamıştı. Avusturya Prensi Metternich önderliğinde Büyük Britanya, Avusturya ve Prusya devletlerinin başındaki hanedanlar bir ara­ ya gelerek 1 8 1 5 yılında 'Metternich Sistemi' isimli bir antlaşma imzaladılar. Buna göre nerede milliyetçilik ayaklanması olursa birlikte hareket ederek bastıracaklardı. Avrupa'daki monarşiler kendi geleceklerini garanti almaya çalışırken Osmanlı ailesiyle tebaası arasındaki statü farkı da kapanmaya başlamıştı. Zira Tanzimat'tan önce vefat edenin hatta yaşayanın bile mirası­ nı devredebileceği özel bir hukuk anlayışı yoktu. Devletin ve toprağın sahibi konumundaki Osmanlı ailesi, başka bir ailenin güçlenerek egemenliğine rakip olmasına izin veremezdi. İşte müsadere hakkı denilen bu uygulama, bilinçaltında biriken korkuların dışa vurumuydu. Osmanlı' nın en zenginleri ara-

2 1 0 1 AN T İ K ÇACi DAN G E L E C E Ci E PARA

sındaki askeri sınıfın çoğunluğu kul statüsünde olduğu için öldüklerinde veya lüzum görülürse sağken mal varlığına el konulurdu. 1 683 yılından örnek vermek gerekirse idam edi­ len Şeyhülislam Feyzullah Efendi'nin 65 milyon akçelik ser­ vetine, Trablusşam Valisi Hasan Paşa'nın 50 milyon akçesibe ve meşhur Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın 250 milyon akçesine el konulmuştu. Tanzimat yasaları, yargılamasız cezalandırma ve müsadere yapılamayacağı ilkesini getirdi ve Osmanlı hukukunda 'kişisel mülkiyet' hakları ilk kez koruma altına alındı. İşte bu gelişme, hukuk devleti olma açısından önemli bir adımdı. Zira servet edinmenin ne olduğunu bil­ meyen hatta bu olguyu hiç düşünmemiş sıradan insanlar için Tanzimat'ın hükümleri hayal bile değildi. Diğer taraftan eğer halk zenginleşirse Osmanlı ailesi fakirleşecek ya da Osmanlı ailesi zengin kalacaksa halk servetsiz yaşamaya devam edecekti. Günümüzde herhangi bir etnik, dini veya siyasi kimlik aranmaksızın dileyen her vatandaşın ilmiye, mülkiye, seyfıye ve kalemiye gibi devlet organlarında görev alabilme hakkı da, bu düzenlemeyle ortaya konan paradigma değişikliğinin bir sonucuydu. Bu sırada kılık kıyafet problemine de el atıldı. Siyasi makamlardan uzak tutuluyor olsa da Türkler, çizme ya da sarı papuç giyebilirken Ermeniler kırmızı, Rumlar mavi, Yahudiler ise siyah ayakkabı giyrnek wrundaydı. Parlak ve zen­ gin gösteren kıyafetler de Türklere mahsustu. Evler bile ayrıma tabi tutulur, Türkler dışında hiçbir kavmin evi, canlı renklere boyanamazdı. Kapıkulu Ocağı' ndaki yüksek rütbeli subaylar imtiyaz simgesi olarak sarı çizme giyerdi. 'Sarı çizmeli Mehmet Ağd yakıştırması o dönemden kalmadır. Tanzimat ilan edilince kıyafet ayrımcılığı da kaldırıldı.Yirminci yüzyılın başına kadar sıradan insanlar örtünmek, varlıklı sınıf ise sosyal statüsünü göstermek için giyinirdi. Dolayısıyla herkesin gelir düzeyi uzak­ tan anlaşılırdı. Tanzimat' ın seçkin kesime bir hediyesi olan 'fes'

KAG I T PARA ! 2 1 1

ilk zamanlar Batı icadı deniterek imparatorluğun her yerinde reddedildi. Ancak padişahların da takmasıyla fes, birkaç kuşak sonra İslami sembole dönüşecekti.

Osmanlı Kağıt Parası Gelişmelerden para da nasibini aldı ve 1 840 yılında kaime30 isimli ilk kağıt paralar çıkarıldı. Kaimelerin hasılınasına yetki veren iradeler, sanki madeni paradan bahseder gibi '32 bin keselik evrak basıldı, ' der. Aslında bir kese 500 kuruşa tekabül ettiğinden, söylenilrnek istenen 1 6.000.000 kuruş nominal değerinde kağıt paraydı. Tarihi belgelerde 'evrak-ı nakdiyye', 'kaime-i nakdiyye-i mutebere' gibi muhtelif isimlerle anılan ilk kağıt paralar, 65 senelik esham modelinin revize edilmiş haliydi. Zamanla halk ağzında yumuşayıp kayme sözcüğüne dönüştü. 'Kaime', yerine iktlme edilen dem ekti. 'Makam yerine geçen' anlamındaki kaymakam sözcüğü ya da 'anne yerine ge­ çen' anlamında kayınvalide de aynı kökten türetildL Kaimelerin tamamı el yazması ve hamilineydi. Şer' i kurallar gereği üzerinde insan portresi yerine Süveyş Kanalı resmedilmişti ama hepsi o/o 1 2, 5 faizliydi. Memlekette yeterli altın olmadığından karşılık olarak payitahtın gümrük gelirleri gösterilmişti. Garantiyi gö­ ren insanlar yeni paraları benimsemeye başladı. Böylece faizli senet olarak basılan kağıtlar, birer banknota dönüştü. Aynı yıl 240.000 liralık yeni tertipler çıkarıldı. Her şeyiyle bugün­ kü kağıt paradan farklı bile olsa yeni bir finansal enstrüman doğmuştu. Kısa süre içinde gümüş sikkeler, kaimeleri zorlamaya başla­ dı. Öncelikle kaimeler büyük kupürle basıldığından gündelik yaşama katkısı yoktu. İkincisi, elle yazıldığından kolayca taklit 30 Osmanlı'nın Uk kağıt parasına kaime denirken; Anadolu Selçukluları'nın Uk kağıt parasına ise kırtas denirdi.

212

1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PARA

ediliyordu. Derhal önlem alındı. Yeni paralara padişah tuğrası ve maliye nezareti mührü vuruldu ancak kalpazanlığın önüne geçilemedi. Bir yıl dolmadan el yazması kaimeler toplatıldı ve matbuları basıldı. Bunlar da taklit edilince yenileri basıldı, tak­ lit edildi, yenisi basıldı derken on yıl içinde altı kez para basıldı. Ne cezalar ne de yenilemeler kalpazanları yıldırabiidi çünkü en küçüğü 50 kuruş olmak üzere ı 00, 250, 500, ı .000, 2.000 hatta 5.000 kuruşluk basılan kağıt paralar servet değerindeydi. Osmanlı kaimeleri maliyenin bozuk durumuna çare olamayın­ ca ı 848'den sonra devlet bütçesi çöküşe geçti. Gelirler gider­ leri karşılayamadığı gibi yeni kaynak da bulunamıyordu. Hiç istenmemesine rağmen dış borç arandı. Paris ve Londra ban­ kalarından 55 milyon frank kredi çıktı. Sultan Abdülmecit'in itirazıyla vazgeçildi ancak memur maaşlarını ödeyecek para yoktu. Taşradaki maaşlar ise buğdayla ödeniyordu. Beş yıl sonra İngiltere ve Fransa ile ittifak kuran Osmanlı Devleti, Rusya ile harbe tutuştu. Şimdi de ı ı milyon altın lazımdı. Sadece ordunun bulunduğu yerlerde geçerli olacak ı O ve 20 kuruşluk faizsiz ordu kaimeleri hazırlandı. Bu paralar, savaş bitince kaldırılacaktı ama planlar tutmadı. ı 853 ile ı 856 yılları arasında gerçekleşen bu savaş, Osmanlı ve Rothschild aileleri arasındaki ilişkiyi de pekiştirdi. Zira cepheye gönderi­ len 40 bin tüfek, 2 bin şişhane, ı O milyon fı.şek ve 50 milyon kapsülün satın alınmasına Rothschild ailesi aracılık etmiş ve ı 0. 5 ı 4.976 kuruş kredi vermişti. Savaşın ikinci yılında parası biten Osmanlı Devleti, Mısır vilayetinin vergi gelirlerini te­ minat göstererek omuz omuza savaştığı İngiltere'den 3 milyon sterlin kredi istedi. ı 854 yılında imzalanan bu sözleşmeyle Osmanlı Devleti ilk dış borçlanmasını yaptı. Vadesi 33 yıl, faizi ise o/o 6'ydı. Savaş meydanları bataklık gibidir, ne kadar para verirseniz yutar. İngiltere'den aldığı parayı bitiren Osman­ lı, bu sefer Rothschild ailesinden borç istedi. Ancak teminat

KAG I T PARA J 2 1 3

olarak sunduğu Mısır, İzmir ve Suriye gelirleri kabul görmedi. Çünkü bir önceki Rus savaşında aldığı buğday bedelinin ya­ rısını ödememişti. Rothschildler, İngiltere ve Fransa' nın kefıl olmasını istedi. Müttefiklerin onay vermesiyle kredi sözleşmesi hazırlandı. Osmanlı Devleti, savaşı kazandı ancak kasasına para girmedi. Parası olmayan borç alır, borç alan da emir alırdı. Osmanlı Devleti de alacaklıların haskılarına iki yıl dayanabil­ di. 1 856 yılında imzaladığı Isiahat Fermanı ile Batılı yönetim sistemine geçtiğini ilan etti. Gayrimüslüm tebaaya ayrıcalıklar tanıyan bu reform, Osmanlı ailesinin hanedanlık gücünün bir kısmından vazgeçmesi demekti. İngiliz kralının dediği gibi 'Monarşinin gücü, altına bağlıydı. ' Para azaldıkça padişahlık, saltanat ve hilafet makamlarının etkisi de azalıyordu. Aslında borç alıp vermeler olmasaydı, iktisat tarihine ilişkin konuşacak çok şeyimiz olmazdı. Osmanlı, dış borçlanmaya git­ tiği yıl önemli bir yatırım kararı almıştı. Kızıldeniz ile Akdeniz' i birbirine bağlayan Süveyş Kanalı projesi, Mısır Hidivi Sait Paşa tarafından Sultan Abdülmecit' e sunuldu. Sözleşmenin bir maddesinde Müslüman ahalinin alışkın olmadığı bir detay vardı. Kanalın Akdeniz' e açılan Port Said liman kentine, fener olarak kullanılmak üzere büyük bir heykel konulacaktı. Sanata düşkünlüğü ile tanınan Abdülmecit onay vermişti ancak 38 yaşında vefat etti. Halefi Alıdülaziz tahta geçti ve kardeşinin projesini sahiplendi. Bu arada söz konusu heykel, Fransızların ünlü sanatçısı Frederic Auguste Bartholdi'ye sipariş edilmişti. Heykelin ayakta durması için çelik bir iskelet gerekiyordu. Bu görevi de Eyfel Kulesi'nin mühendisi Gustave Eiffel üstlendi. Fakat Osmanlı'nın yaşadığı parasızlık projeyi etkiledi. Öde­ mesini alamayan Bartholdi, heykeli teslim etmedi. Fransa ise ABD ile yakınlaştığı bu dönemde, yeni müttefikine bir hediye vermek istedi. Bu siparişi de Bartholdi aldı. Hemen kolları sıvayan sanatçı, Osmanlı'ya göndermediği eserine bazı rötuşlar

2 1 4 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PARA

yaptı. Yenilenen heykelin sol elinde Bağımsızlık Bildirgesi, sağ elinde ise meşale vardı. Osmanlı' nın teslim alamadığı bu eser, Amerika' nın önemli simgelerinden birisi olan Özgürlük Anıtı olacaktı. Kimi kaynaklar, bir heykelin Müslüman bir ülkede huzursuzluk yaratacağı endişesiyle tamamlanmadığını öne sür­ se de asıl sebep paraydı. Zira Abdülaziz'in Fransa seyahatinde gördüğü heykellere hayran kaldığı bilindiği gibi kendisini at üzerinde tasvir eden bronz heykel, İstanbul'daki Beylerbeyi Sarayı'nda ziyarete açıktır. Aynı günlerde İstanbul'da sikke darlığı baş gösterince metal paralar maden değerinin üzerinde işlem görmeye başladı. Gala­ _ ta ve Beyoğlu civarındaki bazı esnaf, çare olarak birer kuruşluk biletler bastırdı. Bu davranış, egemenlik hakkının ihlaliydi. Bilet basanlar cezalandırıldı. Bozukluk sıkıntısını gidermek için ı 00.000 liralık faizli kaimeler piyasadan çekilerek bunların yerine ı o kuruşluk faizsiz paralar basıldı. Ayrıca bakır sikke darp edildi. Piyasalar gelen bozukluğu sünger gibi emiyordu. Sıkıntı bitmeyince bir liralık kağıt kaimeler ortadan yırtılarak yarım lira olarak kullanıldı. 1 3 Aralık ı 86 ı Perşembe günü İstanbul'da yeni bir kriz patladı. Altının fiyatı 400 kuruşa fırladı. Kaimelerin aşırı değer kaybetmesiyle esnaf ve tüccar paniğe kapıldı. işler rayından çıkmıştı. İnfiale kapılanlar fırınlara koştu. ı .280 gram yani bir okkalık ekmek fiyatı, ı kuruştan 2 kuruşa yükseldi. Ak­ şama kadar çalışan vasıfsız bir işçi sadece üç ekmek alabilirdi zira inşaat işçisinin yevmiyesi yaklaşık 6 kuruş, hekimin saat ücreti ise 50 kuruştu. Sokaklarda ekmek kavgaları yaşanınaya başladı. ihtilal emareleri sezenler silah temin etmeye başladı. Seher vakti sokaklara tellal çıkarıldı ve halkın camilerde top­ lanması emredildi. ı 60 kuruşun üzerinde altın satanların hapse atılacağı tebliğ edildi. Fiyat aynaklığından faydalanmak isteyen

KAG IT PARA ! 2 1 5

spekülatörlerin yoğunlaştığı Havyar Han'daki sarraf düklcinları kapatılınca altın fıyatları 1 90 kuruşa indi. O tarihteki 1 ka­ imenin madeni para karşılığı yüz kuruşa endeksliydi. Bu da 7 gram 22 ayar altın demekti. Cevdet Paşa, altın fıyatlarının kuruş karşısında hızla yükselişini dehşetle anlatır. 1 00 kuruş eden 1 kaime, hızla değer kaybedince bakkal ve fırınlar lciğıt parayla ekmek satmaz oldu. Elinde kaime olanlar açlık tehli­ kesiyle karşılaştı. Paranın talep görmediği için kendi kendine piyasadan çekilmesine Arapçada 'kesat' denir. Altın ve gümüş sikkeler böyle bir duruma asla düşmedi ancak o tarihten sonra satışların durgunluğu veya piyasada para dönmediği 'i�ler kesat' deyimiyle ifade edilir oldu. Yaşanan her ekonomik kriz, kaimelerin itibarını azaltıyordu. Algıyı tersine çevirmek isteyen hükümet, İstanbul'un dört bir tarafında kaimelerin altıola değiştirildiği bürolar açtı ancak fayda etmedi. Neticede l l Ocak 1 862 tarihli Sultan Alıdüla­ ziz emriyle memurlara yapılacak maaş ödemeleri Mart ayına kadar durduruldu. Harkiye Nazırı Fuat Paşa, sadrazam tayin edilmekle kalmayıp maliyenin başına geçti. Paşa'nın hazırladığı rapora göre devletin borçları 20 milyon, bütçe açığı 5 milyon ve tedavüldeki kaime tutarı ise 1 O milyon liraydı. Paşa, kaimelere menfı bakıyordu. Bu sırada Londra'dan alınması planlanan borç talebine müsbet cevap geldi ve nominal değeri 8.800.000 Osmanlı lirası kredi için o/o 6 faizli kontrat imzalandı. Hazi­ neye 5.984.000 lira girmişti. 33,5 milyon adet kaime iki ayda toplaularak darphane bahçesinde yakıldı. Böylelikle Tanzimat reformlarının finansmanı için basılan birinci kaime dönemi bitmiş ve tekrar madeni paraya dönülmüştü. Başarılı operasyonda Osmanlı Bankası'nın rolü büyüktü. Zaten bir yıl sonra devlet bankası imtiyazını alacaktı. Sivil ita­ atsizlik adlı eserin yazarı Thoreau 'Bir e�yanın ekonomik değeri,

2 1 6 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PARA

neye mal olduğuyla ölçülmeli, ' der. B ürokratlar hesaplayamasa da Osmanlı tebaası kaimelerin maliyetini iyi hesaplamıştı. Kağıt paradan vazgeçilmesi bayram sevinci yarattı. Eyüp Camii' nde şükür namazları kılındı, şiirler okundu, dualar edildi, ziyafetler verildi. Taşradan saray erkanına, ilmiyeden seyfıyeye, sarraftan çiftçiye toplumun tüm kesimleri dilekçeler marifetiyle padişah ve hükümete tebriklerini sundu.

Devlet-i Aliyye'nin iflası Osmanlı Devleti, ne zaman dış borçlanma yapsa yeni bir taleple karşılaşıyordu. Bu sefer de yabancılara arazi satışının serbest bırakılması istenmişti. İki sene direnebildi. Alıdülaziz eliyle ı O Haziran ı 867'de çıkartılan '7 Safer Kanunu' adlı yasa, toprak satışında patlamaya neden oldu. Ancak buradan gelen paralar da yetmeyince Birinci Cihan Harbi' ne kadar toplam 4 ı kez dış borç alındı. Her borç talebinde farklı bir gelir kaynağı rehin veriliyordu. Mısır'ın cizye, İstanbul'un gümrük gelirleri ipotek edilmesine rağmen çeyrek yüzyıl içinde para bulmak öylesine zorlaştı ki ı 865, ı 873 ve ı 874 yıllarının tüm gelirleri teminat gösterildi. Çığ gibi büyüyen dış borçlar, yirmi sene içerisinde 23 1 .473.000 Osmanlı lirasına ulaştı. Sultan Abdülaziz'in ilk yıllarında hayata geçirilen tasarruf tedbirleriyle ekonomi düzelecek derken saray ve murai takı­ mının savurganlığı yüzünden mızrak çuvala sığmaz oldu. O yıllarda devletin bütçesi 20 milyon liraydı. ı 8 50 ile ı 9 ı 4 yılları arasında ı sterlin ı , ı lira olduğuna göre nereden bakılsa sadece dış borç toplamı, ı o yıllık gelire eşitti. Osmanlı'nın Ortado­ ğu'daki toprakları gittikçe sahipsizleşerek emperyalizmin oyun sahasına dönüşmüş hatta tüm sahil kentlerinde Osmanlı parası yerine Avrupa paraları işlem görmeye başlamıştı. Artık koskoca imparatorluk, ne borç alabiliyor ne de aldıklarını ödeyebiliyor-

KAG I T PARA I 2 1 7

du. 1 875 yılında morataryum ilan edildi. Osmanlı Devleti, iflas etmişti. Aynı yıl imzalanan imtiyaz sözleşmesiyle lci.ğıt para bas­ ma tekeli otuz yıllığına yabancı sermayeli Bank-ı Osmani-i Şahane'ye yani Osmanlı Bankası'na verildi. Bankanın ortak­ ları arasında Avrupa fınans piyasalarına hükmeden Rothschild ailesi de vardı. Bankanın adı Osmanlı ama sahip ve yönetici­ leri yabancıydı. Davul başka, tokmak başka elde olunca para basmak için bankadan izin almak zorunda kalındı. Uzun müzakereler sonunda ödenecek komisyon oranında uzlaşıldı. Toplam üç milyon kuruşluk kaime çıkarılacaktı. Baskı maki­ neleri Almanya'dan, fıligranlı lci.ğıtlar Fransa'dan ithal edildi. Basılan paralar önce cephelerde, ardından 27 Ağustos 1 876'da İstanbul'da piyasaya sürüldü. Osmanlı Devleti'nin banknotla­ rını yabancı bir banka basıyor ve yine Osmanlı Devleti'ne borç veriyordu. Kar marjı inanılmaz yüksek olduğundan bankaya şahane adı verilmiş olmalıydı. İşte Osmanlı'da ikinci kaime dönemi bu emisyonla başladı. İlkinden farkı, hepsinin faizsiz yani gerçek birer lci.ğıt para olmasıydı. Osmanlı Bankası'nın şube sayısındaki yetersizlik, banknot­ ların yeterli düzeyde yayılmasını engelliyordu. Savaş giderleri ve bütçe açıkları kaimelerle karşılanamayınca gönüllü yardım için halka başvuruldu. Birkaç ayda hazineye 336.837 lira girdi. Gelirler sınırlı, giderler sınırsızdı. İkinci kaime denemesi ve yardımlar da bitince yeniden kaime hasılınası gerekti. Banka­ nın şartları kabul edildi. Yeni kaime çıkacağı haberi, önceki emisyonun değerini o/o 60 düşürmüştü. Buna rağmen 6 mil­ yon liralık banknot çıkarıldı. Para basmaya devam edildikçe emisyon hacmi 1 6 milyona ulaştı. Gerçi bunlar da yetmedi ve tekrar Londra kapıları çalınıp 2,6 milyon sterlin borç alındı.

2 1 8 1 ANTİK ÇAGDAN GELECEGE PARA

Abdülaziz' in darbeyle indirilmesinin ardından yeğeni V. Murat tahta geçti ancak kısa süre sonra akli melekelerini kay­ betti ve tahtını kardeşi Il. Abdülhamit' e bıraktı. Bu sırada Osmanlı'nın her karış toprağı yangın yeriydi. Devletin mo­ narşiden demokrasiye yürüyüşüne engel olamayan II. Abdül­ hamit, tahta çıktığı 1 876 yılında Kanun-i Esasi'yi ilan ederek Osmanlı'nın ilk ve son anayasasını imzaladı. Bu kanun gereği Osmanlı siyasi tarihinde ilk kez seçim yapıldı ve 1 50 milletveki­ li seçildi. Artık padişahların da hesap vermesi gereken kurumsal bir yapı vardı. Hesap vermek derken günümüzdeki 'Divan-ı Harp' gibi bir yargılama anlaşılmamalı, zira Kanun-i Esasi' nin 5. maddesindeki 'Padişahın nefsi humayunu mukaddes ve gayrı mesuldür' hükmü ile padişahlar kutsal bir kimliğe sahip oldu­ ğundan hiçbir eyleminden sorumlu değildi. Bu arada Rus İmparatorluğu, Slav ve Ortodoksların hami­ liğine soyunup Balkanları kışkımnca Osmanlı-Rus gerginliği patladı. Halk arasında 93 Harbi olarak bilinen savaşta sadece Rumeli'deki asker sayısı 300.000' e çıkarıldı. Ortalığı kasıp ka­ vuran kıtlığın üzerine tarladaki erkekler de silah altına alımnca yiyecek buğday tanesi kalmadı. Rusya kadar ordusu, Fransa kadar teknolojisi, İngiltere kadar parası olmayan Osmanlı Dev­ leti kaime basmak istemiyor ancak başka çıkış yolu da bulamı­ yordu. Osmanoğulları ailesinin egemenlik gücünü kaybetmek istemeyen Il. Abdülhamit, Ruslada savaşı fırsat bilerek Meclis-i Mebusan'ı lağvetti. Monarşiye geri dönüldü ancak Türkler'in cumhuriyet ve demokrasi özlemi bitmeyecekti. Sultan I l . Abdülhamit tahta çıkalı bir sene olmuştu. Ne evliya idi, ne derviş. İyi bir devlet adamı ve zeki bir diplomat­ tı. Geleneğe saygılı bir modernleşmeciydi. Namaz da kılardı, opera da dinlerdi. Fakat dünya görüşü ne olursa olsun, onun da tek derdi; kaimeleri nasıl toplayacağıydı. Ekmek ve tütüne ek

KAG I T PARA ! 2 1 9

vergi konulması düşünüldü. Şimdilerde 'Özel Tüketim Vergisi' adıyla yaşayan bu vergi kalemlerine, rakı ve şarap da eklenerek 1 Nisan 1 878'de yürürlüğe girdi. Sonuç mu? Kaimeler yine ol­ duğu yerdeydi. Diğer taraftan yardım talepleri devam ediyordu. Örnek olmak isteyen padişah, 50.000 liralık kaime bağışladı. Memurlar da çağrıya kulak vererek bir aylık maaşlarını hazineye teberru ettiler. Bağışlar yetmeyince 27 Aralık 1 878'de altın fiyatı 435 kuruşa fırladı. İnsanlar diken üstündeydi. Padişah emriyle kriz masası kuruldu. 40 yıl öncesinden farklı olarak fırıncıların sübvanse edilmesine karar verildi. Ekmek fıyatları artırılınayacak ancak esnafın zararı karşılanacaktı. Beyhude çabalar sonuç vermeyince altın fıyatları 500 kuruşu geçti. Bu arada dış borç taksitleri aksıyordu. İngiliz ve Fransızların baskı­ sıyla 1 88 1 yılında Düyıln-ı Umumiyye kuruldu. Yetki alacaklı devletlerdeydi. Düyıln-ı Umumiyye'nin başlıca vazifesi doruk noktayı aşan borçların tahsiliydi. Zira 'düyıln' kelimesi, Arap­ ça deyn kökünden türetilmiş olup borçlar demekti. Toplamda dokuz bin personelin görev yaptığı bu kurumun faaliyet mer­ kezi bugünkü İstanbul Erkek Lisesi binasıydı. Yaklaşık otuz yıl devlet gelirlerinin mühim bir kısmını toplayan bu kurum, 1 939'da kapatılabildi. Saray iktidarı, halk ise bozukluğu düşünüyordu. Hayatlarını paraya adamış uyanık sarraflar da ateşe körükle gidip piyasada ufak para bırakmadılar. Yerde görülünce dönüp bakılınayan bakır paralar, altın kadar değerlendi. Parasızlık, veba gibi ken­ tin her sakağına yayılıyordu. Bazı kilise ve havralar teneke ve kağıttan para bastı. 27 Ocak 1 877'de patcikhane ve hahamhane uyarıldı, bir hafta içinde bütün paraların toplanması istendi. Lakin sikke miktarı öylesine azalmıştı ki, ulaşım ve beslenme ihtiyaçları karşılanamayınca çoğu kişi Galata Köprüsü'nden ödeme yapmadan geçmeye başladı. Bozuk para sorununa çö­ züm getirerneyen devlet, koyduğu yasakları uygulayamadı. Kili-

220 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PA RA

se ve şirketler para yerine geçen bilet basınayı sürdürdü. Mesela tramvay şirketi, para hüviyetinde 20 kuruşluk markalar çıkardı. İşte günümüzdeki otobüs biletleri bu uygulamanın devamıdır. İşin ilginç yanı, bu bilederin kuruşluk kaimelerden daha şık olmasıydı. Senyoraj gelirini fark eden bazı esnaf da bu yola başvurdu ama tanınmayanlar başarısız oldu. Kilise ve havralara camiler de katıldı. Büyük şirketler baş aktör olunca kahvehane­ ler, eczaneler, oteller, bakkal ve manaviara kadar değişik meslek grupları bozukluk yerine geçen bilet bastı. İstanbul'daki her din ve her meslek grubu işin içine girince Türkçe yanında Rum, Fransız, Ermeni ve İbrani dillerinde biletler türedi. Amerika ile aynı anda aynı yola başvuran İstanbul ahalisi tam rahatla­ dım derken, bilederin sahteleri basılınca yine ortalık karıştı. O günlerde yaşanan para bilet hadisesi, para politikasının nerelere geldiğinin acı bir göstergesiydi. 22 Mart ı 878'de bozukluk olarak posta pulu çıkarıldı ve her çeşit bilet yasaklandı. Benzer bir hadise son olarak Şubat ı 9 ı ?'de yaşandı. Dillere pelesenk olan 'Para pul oldu, ' deyimi bir teşbih değil işte o travmalı günlerin bir hatırasıydı. Diğer yandan parasal reformlara da devam ediliyordu. Bir altın lira, dört yüz kuruşa eşidendi. 25 Mart ı 879'da yapılan maaş ödemeleri de bu hesaba göre gerçekleŞtirildi. Uygulama, şaşkınlığa neden oldu çünkü yeterince anlatılmamıştı. Felaket senaryosu karşısında hazırlıksız yakalanan kaimeler, altına oran­ la üç kat değer kaybetti. Nominal kıymeti, üretim maliyetinin altına düştü. Gelinen nokta inanılmazdı. Elde avuçta bir şey kalmadığını gören padişah, saraydaki ihtiyaç fazlası altın ve gümüş kap kacağı Meskukat İdaresi'ne göndererek hepsinin sikkeye çevdimesini ve tedavüldeki kaimelerin toplanmasını emretti. Bunun yanında halife sıfatıyla bir yardım çağrısı daha yaparak sadece içeriden değil Hindistan'daki Müslümanlardan

KAG IT PARA I

22 1

da destek aldı. Neticede, 3 1 Ağustos 1 882'ye kadar kağıt pa­ raların tamamı piyasadan çekildi. Dış borçlar ise olduğu yerdeydi. Özellikle Rothschild aile­ si, alacaklı listesinin en başında duruyordu. Osmanlı Devleti, Rothschild ailesinden üç defa büyük meblağlı para almıştı. Bunun ikisi Sultan Abdülhamit zamanında gerçekleşmişti. 1 89 1 'de alınan 6 milyon 3 1 6 bin 920 sterlinlik ilk kredinin faizi % 4, vadesi ise 60 yıldı. Genellikle Abdülhamit ile Rothschild­ ler arasında sert bir mücadele cereyan ettiği söylenir. Profesör Mustafa Balcıoğlu ise 'Rothschildler ve Osmanlı İmparatorluğu' başlıklı eserinde ortaya koyduğu belgeler yardımıyla aksini id­ dia eder. Gerçekten de Osmanlı ile Rothschild ailesinin yetmiş yıla yaklaşan parasal ilişkisi artık dostluğa dönüşmüş olmalıydı zira devlet bile olsanız sürekli borçlandığınız güçlü bir aileyle ne kadar ve niçin çatışabilirdiniz ki! Baron Rothschild'i Yıldız Sarayı' nda ağıdayan Abdülhamit' in konuksevediği gazetelere manşet oldu. 27 Temmuz 1 888'de gerçekleşen bu görüşme oldukça sıcak bir atmosferde geçti. Abdülhamit, Baron Rothschild' e hususi yaptırdığı sigaralardan hediye etti, devlet nişanı taktı. 8 milyon 2 1 2 bin 340 sterlin tu­ tarındtki ikinci borçlanma ise 1 894'de gerçekleşti. Yıllık taksidi 329 bin 249 sterlin olan borcun son ödemesi, 1 5 Ekim 1 955'de yapılacaktı. Balcıoğlu, aynı eserde Rothschild ailesinin Filis­ tin bölgesinden arazi alırnma Sultan Abdülhamit döneminde başladığını hatta satın alınan arazilerin yüz binlerce dönüme ulaştığını aktarır. Rothschild ailesinin Osmanlı hanedanı üze­ rindeki olumlu intibaı 20. yüzyıla sarkarak edebiyatçıları bile etkiledi. Reşat Nuri Güntekin'in 1 9 1 9'da yazdığı Roçild Bey öyküsündeki Rothschild ailesine ait karakter betimlemeleri, zenginlik ve kibarlığı simgelemekteydi.

222 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PARA

Rothschild ailesi ile sorunsuz çalışan Osmanlı Devleti, Fran­ sız uyruklu iki Yahudi tefeci olan Lorando ve Tubirni'den aldığı 200.000 altını ödeyemeyince başı derde girdi. Borç miktarı faiziyle birlikte 750.000 altına ulaşmıştı. Abdülaziz'in tahttan indirilmesinde kullanılan bu borç karşılığında, Mısır' ın gelirleri Fransa'ya ipotek edilmişti. Galata bankerlerinin alacağını tahsil etmek isteyen Fransız sefıri Constans, İstanbul mahkemelerin­ de açtığı davayı kazandı. Paranın üç günde ödenmesini, aksi halde Midilli Adası' nın işgal edileceğini bildirdi. Elçinin saraya çıkarak ödemenin yapılacağına dair teminat almasıyla Fransa ordusu beklerneye geçti. Ayrıca İstanbul rıhtımlarının işletme imtiyazını 35 milyon frank karşılığında kazanmalarına rağmen devir işlemlerinin yapılmadığını da hatırlatıp huzurdan ayrıldı. Resmen mayına basılmıştı. Hazine tamtakırdı. Teşrifat Nazırı İbrahim Paşa, dört gün koşturmasına rağmen parayı denk­ leştiremedi. Memur maaşlarının gemi enkazlarıyla ödendiği zamanlardı. Diğer teklifierin de ciddiye alınmadığını gören sefır, İstanbul'dan ayrılacağını bildirdi. Diplomatik ilişkilerin bittiği yerde silahların konuşacağını iyi bilen Abdülhamit, Sir­ keci Garı' na iki paşasını gönderdi ancak sefır ikna edilemedi. Aradan bir buçuk ay geçmiş, borç h:lla ödenmemişti. Fransa harekete geçti ve yedi savaş gemisinden oluşan fılosunu Mi­ dilli Adası' na yolladı. 5 Kasım ı 90 ı 'de adanın gümrüğüne el koyarak Osmanlı Devleti' ne gözdağı verdi. Alacağını tahsil edene kadar işgale devam edeceğini Babı:lli'ye ileten Fransa hü­ kümeti, borcun kapatılması dışında Osmanlı topraklarındaki okul, hastane ve din kurumlarına yeni imtiyazlar istedi. İşgali duyan Abdülhamit'in süngüsü düştü. Lorando'ya 340 bin ve Tubirni'ye de ı 62 bin olmak üzere yarım milyon küsur paranın ödeneceğini ve talep edilen imtiyazları da onayiayacağını bil­ dirdi. Parasızlık sorunu bir imparatorluğu daha dize getirmişti. 32 yıllık iktidarında ı ,5 milyon kilometrekare toprak kaybeden

KAG I T PARA I 223

Abdülhamit, eşi Fatma Pesend Hanım'dan aldığı borç parayla 2 bin kilometrekarelik Midilli Adası' nı kurtardı. Osmanlı'daki bu menfı gelişmelerin sebebi padişahın veya devletin kimliğiyle alakah değil, 'çapraz döllenme' adı verilen çok açık bir gerçeğin gün yüzüne çıkmasıydı: Özgür düşünce iklimi yoksa felsefeye, felsefe yoksa bilime, bilim yoksa tekno­ lojiye, teknoloji yoksa üretime, üretim yoksa paraya ulaşmak karınca ayağına nal takmaktan daha zordu. Diğer taraftan kaybedilen savaşlar, boşalan hazine, artan borçlar saltanatın ve hilafetin altını oymaktaydı. İşte bu makamları yıkacak son darbe 24 Temmuz 1 908'de geldi. İkinci Meşrutiyet' i imzalayan Abdülhamit, sınırsız yetkilerinin kısıtlanması ve monarşinin elinden kaymasına boyun eğdi. Son 200 yıldır toprak ve teba­ asının yüzde doksanını yitiren Osmanlı ailesi, son günlerine yaklaşmaktaydı. Çok değil 1 O yıl sonra payitaht işgal edilip dünyadaki son Müslüman ülke esir düştüğünde Osmanlı ai­ lesi, saltanat ve hilafet makamlarını unutup can güvenliğini düşünecekti.

Birinci Paylaşım Savaşı Nasıl ki günümüz Türk lirası, Amerikan dolarını kılavuz alıyorsa 20. yüzyılın başlarındaki Osmanlı lirasının kılavuzu da İngiliz sterliniydi. Para formundan bankacılık sektörüne, bireysel özgürlüklerden modern devlete, eğitim sisteminden hayat standartlarına kadar tüm dünyayı, İngiliz kültürü do­ mine etmeye başlamıştı. Buna rağmen 1 844 ile Birinci Dünya Savaşı arasındaki yıllarda Osmanlı ve İngiliz para birimleri aynı düzeyde seyretti. George Macartney'in İngiltere için kullandığı 'Toprakların­ da güneş batmayan imparatorluk' bedmlernesi doğruydu. Yer­ yüzünün beşte biriyle yetinmeyen İngiltere'nin gözü, Osmanlı

224 1 AN T İ K ÇAG DAN G E L E C E G E PARA

sınırlarındaki petrol yataklarındaydı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun Sırbistan'a saidırmasını fırsat bilerek ajan­ dasının ilk sırasındaki siyah altını ele geçirmek üzere hareke­ te geçti. ı 9 ı 4 yılıydı. Dört imparatorluk ve on beş ülkenin katıldığı dünyanın en büyük paylaşım savaşı başladığı sırada Osmanlı' nın kimseyle uğraşacak derınanı yoktu. Üçüncü kez kağıt para basmak wrunda kaldığı Balkan Harbi' nden ı 30 bin kilometrekare toprak ve 5 milyon nüfus kaybederek çıkmıştı. Elinde kalan ise Edirne'den Hint Okyanusu'na dek uzanan 1 .7 ı 0.000 kilometrekare toprakla çeşitli ırk, dil ve dinlerde 22 milyonluk kozmopolit bir nüfus ve darmadağın olmuş bir ekonomiydi. Eskiden ordu kurmakta zorlanmayan Osmanlı, savaş kay­ lıettikçe asker bulamaz olmuştu. Hatta bırakın asker bulmayı, var olanı donatacak ekipmanı yoktu. Bütçesi 34 milyon altın liraydı. Bunun ı 4 milyonluk kısmı Düytın-ı Umumiyye ta­ rafından tahsil edilerek dış borç ödemesine aktarılırken kalan 20 milyon liranın 9,5 milyonu da orduya tahsis edilmişti. Ay­ rıca savaş sebebiyle hazine gelirlerinde 7-8 milyon liralık bir azalma bekleniyordu. Normal şartlarda bile 6 milyon lira açık veren bu kadar ufak bütçeyle üç milyon askeri seferber etmek imlcinsızdı. Tarafsız kalmak isteyen Osmanlı Devleti öylesine parasızdı ki sırfAlmanya'dan faizle borç alabilmek uğruna Birinci Dünya Savaşı' na girmeyi kabul etti. Osmanlı Bayrağı çekilen iki Alman zırhlısı, Rus limanlarını bombalarken aslında Osmanlı eko­ nomisini yıkıyordu. İki ay sonra artmaya başlayan enflasyon, sekiz yıl boyunca o/o 1 .200 ile 1 .700 arasında seyretti. ı 9 ı 4'te 225 kuruş olan dört kişilik bir ailenin gıda harcaması, ı 920'de 3.049 kuruşa yükselmiş, ne var ki maaşlar artmamıştı. Bank­ notların alım gücü ise 5 kat azalmıştı. Kağıt ve madeni paraların

!