Avrupa Yol Ayrımında Türkiye [3 ed.]
 9754709122

Citation preview

CENGİZ AKTAR



Avrupa Yol Ayrımında Türkiye

CENGİZ AKTAR 1955'te lstanbul'da doğdu. Galatasaray Lisesi ve Sorbonnc Üniversi­ tesi mezunu. iktisat doktoru olan yazar, Birleşmiş Milleıler'de yönetici. Avrupa ge­ nişleme süreci konusunda eğitim ve bilgilendirme faaliyetlerini sürdürüyor. T ürlıi­ ye'nin Batılılaştınlması adlı kitabı Aynnu Yayınlan'ndan l993'te yayımlandı. Cengiz

Aktar'ın derlediği Avrupa Birliği'nin Genişleme Süll'.ci kitabı 2002'de iletişim Yayınlan tarafından yayımlandı.

727 Bugünün Kitapları 70 975-470-912-2 © 2001 lletişim Yayıncılık A. Ş. 1. BASKI 2001, lstanbul (1000 adet) 2. BASKI 2002, lstanbul (500 adet) 3. BASKI 2003, lstanbul (500 adet) lletişim Yayınları



ISBN

KAPAK Utku Lomlu KAPAK FILMI

4 Nokta Grafik

UYGULAMA Hüsnü Abbas

DÜZELT! Serap Yeğen MONTAJ Şahin Eyilmez BASKI ve CILT Sena Ofset

tletişim Yayınları Klodfarer Cad. lletişim Han No.

7 Cağaloğlu 34122 İstanbul

Tel: 212.516 22 60-61-62 • Fax: 212.516 12 58 e-mail: [email protected] • web: www.iletisim.com.tr

CENGİZ AKTAR

Avrupa Yol Ayrımında Türkiye

1

ez

t

'

i

m

Kızlarıma

İÇiNDEKiLER

Ön söz yerine .. .. . ................ ... ..........

........................................................ 9

.

BİRİNCi BÖLÜM

Helslnkl Zirvesi öncesi ve sonrası ......... ..........

..............13

.

Helsinki'de adayltk kesinleşirse ne yapmamız gerekecek? Sulh ve medeniyet

...............................

.................... . .....................

.... . . . . . .

19

. ..........27

Avrupa Birliği için diğer adaylardaki gibi seferberlik gerekiyor.. ... ....................... ......... ..........31 Altı ayltk bilanço yetersiz

........... .........35

Siyasi aymm çizgisini Avrupa Birliği belirleyecek Katılım Ortaklığı ile Pandora'nm kutusu açıldı

........ .47

.

53

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ......

Avrupa Birliği adaylığma sahip çıkalım ....

. ... ...............59

Ankara Kriterleri... ..

...... ......................63

Geçiş dönemine üç tarz-ı siyaset Her şeye rağmen Ulusal Program

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .............

.

. . . . . . . . . . . .....................

Geçmekte olan Avrupa trenini seyrederken

. . . . . . . . . . . . . . . . ..........

. . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . .

69

..75

....... .. .....................81

İKiNCi BÖLÜM

Dört çözümleme...

.

Genişleme sürecinde siyasi kriterin önemi.. ... . .

Avrupa Birliği neden Türkiye'yi evine altyor?

... . ... .. 87

.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . .

...

. ..

..

.

.

.... . ........

Ulusal egemenliğin devri ve ulusüstü zeminde paylaşımı Ortak mevcudiyet..

..

.......................

91

.. 97

.......

....

. 105

...............................113

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Söyleş/ler

131

..........................................................................................................................

Resmi Türkiye AB'yi istemiyor

135

...........................................................................

Reform yapmak Ankara'nın tekelinden çıktı!

.....................................

145

.........................................................

165

Avrupa Güvenlik ve işbirliği Teşkilatı (AGIT) Ulusal Azınlıklar Yüksek Komiseri Max van der Stoel ile yapılan söyleşi DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Ekler ve Belgeler

171

...................................................................................................

EK 1: Ecevit'in Schröder'e mektubu EK 2: Türkiye için Katılım Ortaklığı

.............................................................

175

. . ............................................................

179

EK 3: Ulusal Programın Özet, içindeki/er ve Siyasi Kriterler böfümferi

191

...... ............................................................

Önsöz yerine

Bu coğrafya, son üç yüzyıldır, yüzyıl sonlarım derin siyasal ve toplumsal çalkantılarla yaşadı, yaşamaya devam ediyor: XVII. yüzyılın sonunda Rönesans'ı ıskalamış Osmanlı'nın askeri üstünlüğünün sonunu simgeleyen II. Viyana Kuşat­ ması fiyaskosu; XVIII. yüzyılın sonunda, düşe kalka ve zar zor zaptedilen b ir imparatorluğun ayakta kalab ilmesinin ancak ciddi bir reformist anlayışla gerçekleşebileceği teşhi­ sinin konması ve Batılılaştırmanın başlaması; XIX. yüzyılın sonunda, yine Rönesans'tan bu yana filizlenen, yeşeren ve kök salan Ulus-Devlet'in önü alınmaz yükselişi karşısında, Avrupa'nın geleneksel imparatorlukları Avusturya-Macaris­ tan ile Osmanlı'nın yıkılmaları ve yerlerini, Türkiye de da­ hil olmak üzere, modern Ulus-Devletlere bırakmaları; XX. yüzyılın sonu ise, bu yüzyıl boyunca uygulanan çağdaşlaş­ ma proj esinin iflası karşısında, Türkiye'nin şu anda önünde bulunduğu yol ayrımı. XVII. yüzyılın sonundaki hezimet haleti ruhiyesi, XVlll. yüzyıl boyu atalet ve durağanlığa yol açmıştı. Buna karşılık, XVlll. ve XIX. yüzyıl sonları, sevap ve günahlarıyla, sorun9

!ar karşısında çareler aramaya yönelik yapıcı siyasetlerin üretildiği tarih dilimleri olarak ortaya çıktılar. XX. yüzyılın sonu ise, bugün alınacak kararlar sonucu bu coğrafyanın ya kendi haline terk edileceği ya da çağdaşlığa taşınacağı tarih dilimi olacak. Türkiye'nin önündeki seçenek, ülkeyi XXI. yüzyılda, Osmanlı'nın XVIII. yüzyılına benzer bir durağan­ lığa sevk edecek bir maceraya sürüklenmek ile, aynı yüzyı­ lın sonunda başlayan değişim sürecinin son merhalesi olan Avrupa Birliği ile bütünleşmek arasında. llginçtir ki statü­ kocular ile değişim yanlıları arasında günümüzde yaşanan şiddetli kutuplaşma, durağan ve atıl XVIII. yüzyıl sonunda aydın bir despot olan Sultan lll. Selim ve yandaşlarıyla, on­ ların reformist girişimlerine karşı kazan kaldıran Kabakçı Mustafa benzeri mürteci ve statükocular arasındaki kutup­ laşmayı anımsatmakta. Tiirhiye'ııin Batılılaştırılması (Ayrı ntı Yayınları , 1 993) ad­

lı bir önceki çalışmada, III. Selim ve 11. Mahmud refo rmla­ rından çok partili döneme geçiş arasındaki 150 yıllık dö­ nemi incelemiş ve gelinen yerin, veciz olarak şu tarife uy­ duğu tezini işlemiştik: Ne Doğu'da kalabilmiş, ne Batı'ya gidebilmiş! Osmanlı ve arkadan gelen Cumhuriyetçi seçkinler, bu topraklarda devletlerini ayakta tutabilmek uğruna, Batı'nın tekniklerini kopyalamış ve bu amaçla tamamen kendi tasar­ ruCTarında bir modernleşme projesini uygulamaya koymuş­ lardı. Bu proje, özünde eskiye ve yeniye yönelik, birbirine koşut iki normalizasyon sürecinde somutlaşmıştı: Bir yan­ dan , geleneksel farklıl ıklarının gayri meşru ilan edilerek eşitlenmeleri ve böylece, Doğu'yla köprülerin atılması; di­ ğer yandan, bu eşitlenme sayesinde temellendirilen mo­ dernliğin olmazsa olmaz koşul larını yara tmaktan aciz ve modernliği, toplumsal dinamikten çok, toplumu gözaltına alma olarak algılayan, ileriye dönük normalizasyon. 10

Artık hiçbir toplumsal meşruiyeti kalmamış geleneksel kimliklerle, bunların yerini do ldurmaktan çok uzak mo­ dern kimlikler arasında bocalayan ve biçarelikten devletin velayetinde kalıvermiş güdük b ir toplum çıktı ortaya. Bu­ gün gelinen yol ayrımı, bu tükenmiş modernlik anlayışının sivil ve askeri temsilcilerinin, ne dereceye kadar, ne koşul­ larda ve ne şekilde, velayetleri altındaki toplumun, bu top­ lum güdük de olsa, artık rüştünü ispat etmiş ve çağdaş bir modernleşme perspektifine layık olduğunu kabul edecekle­ riyle alakalı. Bu tükenmiş, iflas etmiş modernlik anlayışının bugünkü tezahürleri, ülkenin bugüne kadar çağa ayak uydurmasın­ daki belli başlı engeller haline gelmiş durumdalar. Ama en beteri, bu iptidai modernlik anlayışının tezahürlerinin, bu ülkenin Avrupa Birliği üyeliği için yapması gereken reform­ lara karşı "bizim özellik ve farklılıklarımız" olarak dayatıl­ maları. Tefessüh etmiş bir kamu idaresi; bundan görev çıkaran askeri bürokrasi; kambiyo reformu dışında , aynen sürege­ len bir karma ekonomi uygulaması; Kürt meselesi olsun, Kıbrıs meselesi olsu n , cezaevleri meselesi olsun sorunları ya görmezlikten gelen ya yok eden ama hiçbir zaman çöz­ meye özen göstermeyen bir toplum mühendisliği zihniyeti; devletleştirilmiş kavruk bir Sünni İslam'ın herkese tek ahla­ ki değer olarak dayatılması; adalet, eğitim , sağlık, konut gi­ bi temel toplumsal ihtiyaçları karşılamaktan özürlü ve bun­ ları kendi imkanlarıyla karşılamak zorunda olduğu için, kendini geliştirecek bir faaliyette bulunmaya vakti olmayan bir toplum; Dünya İnsani Kalkınma Endeksi sıralamasında 186 ülke arasında 86. sırada bir ülke . . . . İşte bunlar, Avrupa Birliği ülkeleri veya Kopenhag Kriterleri dendiğinde, Türki­ ye'nin "özgün" ve " taviz verilmez" farklılıkları. Bu ülkenin gerçek farklı kimlikleri bunlar değil. Kozmo11

polit imparatorluk mirası, zengin bir insan ve yöre moza­ iği, çeşitli dinsel ve ahlaki gelenekler, hasılı bugün iflas et­ miş " devlet modernliğinin" başından beri reddettiği , bastır­ dığı ve yok saydığı farklılıklar gerçek kimliklerimiz. Türki­ ye bu zenginliğiyle Avrupa Birliği dinamiği sayesinde yeni­ den tanışacak , kendisiyle bu sayede barışacak, Batı'ya git­ tikçe özündeki Doğu'yu keşfedecek ve onun hakkını vere­ cek. Böylesi bir gelecek, Avrupalılaşmaya ve Avrupa Birli­ ği'yle bütünleşme "zahmetine" değer. lstanbul, 27 Mart 2001

12

BiRiNCi BÖLÜM

Helsinki Zirvesi oncesı ve sonrası ..

.

1989'dan itibaren Demir Perde'nin ortadan kalkması, Yal­ ta'dan bu yana bölünmüş Avrupa'nın tekrar birleşmesiyle eşanlamlı. Avrupa Birliği'nin 1973'ten bu yana süren genişle­ me dalgalarının şu an içinde bulunduğumuz beşincisi, Yalta'da açılan parantezin kapanması sürecinin belli başlı dayanağı ko­ numunda. 1959'dan itibaren bugünkü Avrupa Birliği ile ilişki halinde olan Türkiye, bu son genişleme dalgasına 1995 so­ nunda imzaladığı Gümrük Birliği anlaşmasıyla dahil oldu. Gümrük Birliği anlaşması Avrupa Birliği'nin Türkiye politikası­ nın ilk ayağıdır. Ancak 1997 sonunda yapılan Lüksemburg Zir­ vesi bu politikayı sürdürememiş ve diğer on bir ülkenin aksine, Türkiye üye adayı ilan edilmemişti. Avrupa Birliği, Lüksemburg Zirvesi'yle Helsinki Zirvesi arasında, Türkiye'yi nereye oturtaca­ ğını bilemedi. Bu süre zarfında, Avrupa Birliği ülkeleri Türkiye ile olan sorunlarının çözümünde hiçbir ilerleme kaydedemedi­ ler. Tersine, diyalog resmi olarak askıya alındı. Türkiye bu za­ man zarfında içine kapandı, kabuğuna çekildi ve sorunları da­ ha kronikleşti. Bu menfi gidişat Avrupalı siyaset adamlarının gözünden kaçmadı ve artık kalıcı bir Türkiye politikası edinme15

nin zamanının geldiğini ve bunun, hem kendilerinin hem Tür­ kiye'nin hayrına olacağını kavradılar. 1999 yılının ilk dönem başkanlığı Almanya'daydı. Türki­ ye'nin adaylık statüsünün onaylanmasına giden süreç, bu dö­ nemde somutlaşmaya başladı. Hıristiyan Demokrat'ların yerini alan yeni Alman hükümetinin yeni bir Türkiye politikası, hatta ilk defa bütünlüğü olan bir Türkiye politikası oluşturduğunu düşünmek yanlış olmaz (bkz. EKl, Ecevit'in Schröder'e mektu­ bu). Fransa Cumhurbaşkanı Chirac, Dışişleri Bakanı Vedrine ve Avrupa Birliği'nden sorumlu Devlet Bakanı Moscovici'den ge­ len ciddi destekle, Avrupa Birliği'nin motoru Almanya-Fransa ikilisi, Türkiye'ye Helsinki'de teslim edilen adaylık statüsünün önde gelen aktörleri konumundaydılar. Simitis-Papandreu ikili­ si gerçekçi ve uzun görüşlü politik bir yaklaşımla, bu dinamiğe yeşil ışık yaktılar ve onu güçlendirdiler. Amerika Birleşik Devlet­ leri'nin Demokrat yönetimi ise bu dinamiği ciddi biçimde des­ tekledi. Bu bölüm, Helsinki Zirvesi öncesi ve bilhassa Zirve sonrası Türkiye'nin tavır, tepki ve politikalarının gözlemlendiği makale­ lerden oluşuyor. Türkiye adaylığa hazır değildi. Bugün de de­ ğil. Ülke, l959'daki Avrupa Birliği ile olan ilk temasından bu yana vakit öldürerek, kimi zaman da askeri darbeler sonucu ta­ mamen ters istikamette yol alarak, üye olacağı günün gelmesi­ ni bekliyor. Avrupa l 945'ten bu yana ilk kez bir Türkiye pers­ pektifi veya Türkiye politikası üretti. Buna karşılık Türkiye'nin bir Avrupa perspektifi üretebildiğini söylemek çok güç. Aralık 1999 Helsinki Zirvesi'nden Mart 2001 ortasında en ni­ hayet yayınlanan Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine ilişkin Türkiye Ulusal Programı'na kadar geçen on beş aylık dö­ nemle ilgili tahlil ve gözlemlerden çıkan sonuç, Türkiye'de bu­ gün Avrupa Birliği adaylığı ve üyeliğini sahiplenecek ne bir si­ yasi irade ne de toplumsal şevk olduğudur. Bu, toplumun Av­ rupa'yı hak etmediği ya da hazmedemeyeceği anlamına gel16

miyor. Sadece, ülkenin Avrupa Birliği ilişkisi şimdilik bir top­ lumsal hedef olarak bellenmiş değil, daha çok uzun vadeye ya­ yılmış bir proje olarak duruyor önümüzde. Bu projeyi sahiplen­ mek ve topluma mal etmek Avrupa Birliği üyeliğinin bu ülke­ nin geleceği olduğuna kanaat getirmiş her bireyin asli görevi olmalı.

17

Helsinki'de aday/Jk kesinleşirse ne yapmamız gerekecek?

Eğer aralık başında Helsinki'de toplanacak olan olağan Av­ rupa Birliği (AB) zirvesine kadar bir sorun çıkmaz ve müza­ kereler tarafları tatmin edecek şekilde cereyan ederse Tür­ kiye'nin aday ülke statüsü bu zirvede on beş Üye Devlet ta­ rafından karara bağlanacak. Bu gelişme ülkeyi tam katılıma götürecek süreci başlatıp ö nümüze muazza m bir şantiye açacaktır. Bu süreç boyunca o n beşler, diğer adaylara uygu­ ladıkları ve Haziran 1 993 Kopenhag Zirvesi'nde belirlenmiş olan üyelik kriterlerini Türkiye'ye de uygulayacak ve ülke­ mizden kriterlerin vecibelerine uyulmasını ve hayata geçir­ melerini isteyecektir. Üç kalemde toplayabileceğimiz Kope111ıcıg Kriterleri tam üye olabilmek için: - Aday ülkenin, demokrasi , hukukun üstünlüğü , insan hakları, azınlıkların korunması ve kabul görmesini teminat altına alan kurumları istikrara kavuşturmuş olmasını ister; - Aday ülkede işleyen bir piyasa ekonomisinin ve AB içindeki rekabet baskısı ve piyasa güçleri ile baş etme kapa­ sitesinin mevcut olmasını ister; 19

- Adayın, siyasi, iktisadi ve parasal birliklerin amaçlarını kabullenmesi de dahil olmak üzere üyeliğin getireceği yü­ kümlülüklerin altından kalkabileceğini varsayar. Bu kriterler tam üyelik sürecinin ilkelerini belirler. Buna ilaveten AB ülkeleri, Aralık 1 9 9 7 Lükseınburg zirvesinde bu ilkelerin hayata geçirilmelerinde kolaylık sağlamayı amaçlayan bir ortak eylem planını "Gündem 2000" adı al­ tında kabul etmiştir. Adaylıkları aynı zirvede açıklanmış olan on Orta ve Doğu Avrupa Ü lkesi ( ODAÜ) ve Kıbrıs "Gündem 2000"de öngörülen Katılım Ortaklıklarını o za­ mandan bu yana sürdürmektedir. Türkiye'nin aday ü lke statüsü onaylandığında on ODAÜ'nün içinde bulunduğu hazırlık süreci bizde de muhtemelen benzer mekanizmalar vasıtasıyla uygulamaya konul acaktır. Bu varsayımdan hareketle ülkemiz , toplum hayatının aşa­ ğı yukarı tüm veçhelerini kapsayan ve otuz bir anabaşlık al­ tında toplanmış idari ve hukuki düzenlemeleri Kopenhag Kriterleri ışığında dolayısıyla AB mevzuatına u yumlu bir şekilde nasıl, ne zaman ve hangi araçlarla değiştireceğini öngörecek bir eylem planı hazırlayacaktır. Müktesebatın Üstlenilmesine llişkin Ulusal Program (National Program for the Adoption of the Acquis Comınunautaire) adlı bu ey­ lem planı AB Komisyonu'nun hazırlayacağı Katılım Ortaklı­ ğı (Accession Partnerslıip) adlı belgeyle azami ölçüde örtüş­ mek zorundadır. Her iki belge de kısa ve orta vadeyi kapsar ve her ikisi de tek taraflıdır (bkz. EK2 Katılım Ortaklığı; EK3 Ulusal Program). Bu iki belgenin bileşkesi ise e tkinliklerin hangi mali araçlarla gerçekleşeceğini b elirleyecek olan M al i Muhtı­ ra'dır. Bu belge ortak hazırlanır ve PHARE Yönetim Kuru­ luna sunulur. AB 1 990'ların başında SSCB'nin çökmesiyle Avrupa'nın doğusunda ortaya çıkan güvenlik ve istikrar boşluğunu doldurmak amacıyla adı geçen PHARE (Polog20

ne Hongrie Assistance

a

la Reconstructio n Economique)

benzeri, özünde malı kısmen de iktisadı yapılanmayı hedef alan yardım programları başlatmış, Kopenhag ve özellikle Aralık 1 994 Essen Zirvesi akabinde de bu programları ge­ nişleme süreciyle doğrudan ilintilendirmiştir. PHARE bu­ gün adı geçen eylem planlarının aday ülkeler bazında b ir mali köşe taşı konumundadır. Buna göre 2000 i tibariyle on Orta ve Doğu Avrupa ü lkesi nin ihtiyaç larına göre , tarım , çevre ve ulaşım dışında kalan tüm konularda müktesebatla uyum sağlayarak eylem p lanl arını uygul amak için yılda toplam 1 ,5 milyar euro yardım alması ö ngörül müş buna ilaveten gene yılda ve 2000 i tibariyle 0,5 milyar euro çevre ve ulaşımda ayrıca 1 milyar euro tarımda uyumu sağlamak üzere bütçelendirilmiştir. Ayrıca başta Avrupa Yatırım Ban­ kası (AYB) olmak üzere diğer Avrupa kökenli mali kuruluş­ lar ve U luslararası Mali Kuruluşlar aday ülkelere AB'ye tam üyelik sürecinde kredi desteği açısından her türlü kolaylığı gösterir olmuşlardır. Özellikle PHARE bünyesindeki hibe ve geri ödenmesiz kaynaklar, sanılanın aksine aday ülkele­ re kimi zaman yüzde 50'lere ulaşan mal1 yükümlülük getir­ mektedir. Diğer bir dey işle, AB üyeliğine hazırlılı paylaşıla­ calı bir refah olduğu Jwdar bir yühünılüliil�liir aynı zamanda.

Türkiye de muhtemelen diğer adaylara tanınan bu kolay­ lıklardan istifade edebilecektir. Türkiye Gümrük Birliği an­ laşmasının getirdiği yükümlülükler gereği otuz bir anabaş­ lıktan Gümrükler, Rekabet Politikası ve M alları n Serbest Dolaşımı anabaşlıkları altındaki mevzuatı son iki yıl içeri­ sinde kendi mevzuatıyla büyük ölçüde u yumlandırmıştır. Bunu diğer adayların aksine tamamen kendi kaynaklarıyla yapmıştır. Adaylık süresince AB diğer adaylar için belirlenmiş olan üyelik kriterlerini Türkiye'ye de uygulayacak ve ülkemiz­ den kriterlerin vecibelerine uyulmasını ve hayata gcçirme21

lerini isteyecektir. Hazırlanacak eylem planı gereği b aşlaya­ cak yeni dönemde Türkiye'nin önündeki otuz bir anabaş­ lıkta toplanan yükümlülükler çetelesine bakıldığında ülke­ nin uyumda hayli zorlanacağı maddelerin özellikle birinci ve üçü ncü kriterler etrafında öbekleştiğini tahmin etmek zor değildir. Üstelik bu yükümlülüklerden birinci kriterle ilgili olanlar sadece Türkiye tarafından gerçekleştirilebilir bir nitelik arz etmektedirler. AB ülkeleri bu manada Türki­ ye ile ancak kendi deneyimlerini paylaşabilirler. Birinci kri­ ter kapsamında azınlık kimliklerinin kabul ve kanuni ko­ ru m a a l t ı na a l ı n m as ı , i d a m c e z a s ı nı n k a l d ı r ı l m as ı , M GK'nın uyumlandırılması , Ceza Kanunu'nun 3 1 2'nci maddesinin değiştirilmesi siyasi ve etik sıkıntılar yaratabi­ lecek niteliktedirler. Adalet, İçişleri , Vergilendirme , Tarım , Tüketici Koruması, Çevre , Sosyal Güvenlik gibi anabaşlık­ lar ise mutat eksiklikler ışığında uyumlandırılması epeyi zaman alacak mevzulardır. Üstüne üstlük AB sürecinin ye­ ni temelini teşkil eden Amsterdam Antlaşması gereği şu an­ da hükümetlerarası işbirliğiyle yürütülen Adalet ve İçişleri konularının bazıları diğer federe politikalar gibi (örneğin Ortak Tarım Politikası) Komisyon tarafından belirlenir ha­ le gelecek ve bu , ister istemez aday ülkelerin uyum süreçle­ rini de etkileyecektir. İçişleri konuları gibi nazik konuların hükümetlerüstü bir merci tarafından belirlenmesinin Tür­ kiye açısından ne gibi sonuçlar verebi leceğini algılamak pek zor olmamalı. Avrupa Komisyonu adaylık sürecinde AB tarafının icraat­ çısı ve dolayısıyla aday ülkelerin belli başlı muhatabı konu­ mundadır. Komisyon yukarıda zikred ilen görevlerden baş­ ka uyum ve aday ülkenin hazırlık sürecinin sözü geçen yar­ gıcıdır. Komisyonun aday ülkelerdeki temsilcilikleri sefaret statüsündedir; üçüncü ülkelere oranla çok sayıda uzmana yer verir; uzmanlar uyum sürecinin tüm veçhelerinden ha22

berdardırlar. Komisyon aday ülkenin uyumda katettiği yolu değerlendirir, ona göre siyasi otoriteye (Üye Devletler) tav­ siyede bulunur ve adayın b ir sonraki uyum evresini belirler. M e s e l a Komisy o nu n " G ü nd e m 2 0 0 0 " raporu s o nu c u ODAÜ'lerden Çek Cumhuriyeti, Estonya, Macaristan, Po­ lonya, Slovenya ile Kıbrıs u yumda katettikleri yola atfen tam üyelik müzakerelerine başlama hakkı elde etmişler bu­ na karşılık Slovakya iktisadi kriterlerde müspet not aldıysa da gayri demokratik bir siyasi ortamdan kendini kurtara­ madığından ikinci gruba düşürülmüştür. Bu ülke son iki yıl boyunca gözle görülür bir şekilde demokratikleştiğinden önümüzdeki Helsinki Zirvesi'nde muhtemelen tam üyelik müzakerelerine başlamaya ehil added ilecektir. Komisyon aday ülkeleri, hem ülke içerisinde hem Brüksel'de sistema­ tik bir yoklamaya tabi tutar böylelikle eksikleri ve ihtiyaçla­ rı belirler, aday ülke ve 1 5'lerle birlikte yeni çareler gelişti­ rir. Tarama (screening) adı verilen ve otuz bir anabaşlığı kapsayan bu sürekli yoklamaya paralel olarak AB ülkeleri sefaretleri aracılığıyla uyum sürecini daha seyrek bir şekilde denetlerler (collective evaluation). Komisyon yoklamalarını hem anabaşlık bazında hem yıllık ve umumi bazda kayda geçirir. Yıllık raporlar Düzenli llerleme Raporları adı altın­ da her yılın ekim ayında yayımlanır. llk defa 1 998 yılında yayıml anan Türkiye raporu, Avrupa Komisyonu Ankara temsilciliğinin web sitesinden temin edilebilir. Avrupa Par­ lamentosu (AP) ise, düzenli bir izleme mekanizmasına sa­ hip değilse de genişleme sürecindeki ağırlığı yadsınamaz bir kurum olarak etkinliğini sürdürür. AP'de Türkiye'yi ya­ kından izleyecek komiteler Karma Parlamento Komisyo­ nu'nun dışında, Özgürlükler Komitesi ve Dışilişkiler Komi­ tesi olacaktır. AB'ye tam üyelik amacıyla hazırlık süreci boyunca sözü edilen yükümlülüklerin hayata geçirilmesi için gerekecek 23

cesaret, özveri, sabır ve çabaların karş ılığında Türkiy e muhtemelen kendisini, i y i tanıdığını sandığı ve aslında pek tanımadığı bir ortamda bulacaktır. Tam üyelik hangi yıl gerçekleşecek, gerçekleşince ne kadar yardım alınacak, mal ve sermayenin yanı sıra kişiler de serbest dolaşıma tabi ola­ caklar mı gibi zamansız soru lara cevap aramadan önce adaylık sürecini, kendimizi b irilerine beğendirmek için de­ ğil kendi hayrımıza bir fırsat olarak değerlendirmemiz, bu­ nu salt bürokrasinin değil toplumun da değişimi için çok mühim bir açılım olduğunu kavramamız gerekmektedir. Bu manada AB'nin hazırlık süreci esnasında toplum ve yurttaş odaklı mali imkanların önemini hatırlatmakta fayda vardır. Aralık 1 997 Lüksemburg Zirvesi'nde Türkiye'nin adaylı­ ğını reddeden siyasi tavrın ne Türkiye'nin ne de Avrupa ve genelinde Batı'nın çıkarına olmadığı son iki yıl içerisinde iyice anlaşıldı. Avrupa, Türkiye ile olan siyasi ilişkilerini Türkiye'nin soğuk bakması sonucu rafa kaldırmak zorun­ da kaldı ve sorunların eskisi gibi devam ettiğini müşahede etti. Türkiye ise 18 N isan seçimlerinde doruğa u laşan izo­ lasyonist ve hakimiyeti milliyeci b ir zırha büründü . Bu pa­ ralel süreçlerin yapaylığı ve yanlışlığı ise bu tarihten itiba­ ren ayyuka çıktı. Epeyidir hissedilenler, exoj en b ir olgu , deprem sonucu açıkça ifade edildi ve 4 Eylül Finlandiya Saariselka Genel İşler Konseyi'nde Yunanistan'ın yeni Tür­ kiye politikası sarihleşti. İşin ilginç tarafı eskiden Yunanis­ tan'a olduğu gibi Türkiye'nin de AB yolu Kıbrıs'tan geçe­ cek gibi gözüküyor. Hatırlanacağı üzere Yunanistan'daki Albaylar Cuntası Kıbrıs'ta darbeyle Enosis gerçekleştirme­ ye çalışmış, Türkiye'nin müdahalesiyle de a macına ulaşa­ madığı gibi yerini sivil Karamanlis hükümetine bırakmak z o r u n d a k a l mış t ı . O an h ı z l a n a n t a r i h Yu n a n i s ta n ' ı 1 98l'de AB'ye taşımaya yetmişti. Çeyrek yüzyıl sonra Tür24

kiye gene Kıbrıs'ta artık takın ması gereken gerçekçi tavırla kendine AB yolunu açabilir. Bu sürecin dina miği başında alışkanlıklarımızı temelinden sarsacak kadar, uzu n vadede de Türkiye'yi normal ve istikrarlı bir ülkeye dönüştürecek kadar güçlüdür. Milliyet, 15 Ekim 1999

25

Sulh ve medeniyet

Türkiye'nin Avrupa Birliği (AB) adaylığı süreci ülkenin bili­ nen tezatlarını daha gözle görülür bir hale getiriyor. Muhafa­ zakar görüş ile bunların karşıtı tüm diğer görüşler arasındaki farklılıklar, ağırlıklı olarak dış dinamiklerin verdiği ivmeyle, şimdilik söylemde ortaya çıkıyorsa da adaylığın tasdik edil­ mesiyle eylemde de ortaya çıkabilir gibi görünüyor. Her iki cenahta da havayı iyi koklayan çevreler, AB adaylık sürecinin ülkeyi geri dönüşü pek olmayan yepyeni bir yola sokacağını hissetmekte ve tavırlarını buna göre belirlemekteler. Halen çok başında bulunduğumuz bu gidişatın bugün itibariyle uz­ laşmacı bir görünüm arz ettiği maalesef söylenemez. Muhafazakar cenah soldan sağa, M.K.Atatürk'ün öngör­ düğü "muasır medeniyet seviyesine" ulaşmak amacıyla atıl­ ması gereken adımın önünün kesilmesinin ne denli güç ol­ duğunu görmekte. O ölçüde de çaresizliğini algılamakta, i f­ rata kaçan beyanlarda bulunmakta ve ülkenin bekasının 'şimdilik' AB'den geçmemesi gerektiğini anlatabilmek için mumla düşman aramakta. Kürtlerin inatla normalleşme ve siyasileşme yolunda adım27

!ar atmaları; siyasi lslam'ın 1 8 N isan 1 999 seçimleri sonrası öcülükten ziyade sıradan bir siyasi oluşum olduğunun ortaya çıkması ve yakınlarda Avrupalı Hıristiyan Demokrat mode­ linden esinlenen bir 'Müslüman Demokrat' söyleme yeniden yakınlaşması; Yunanistan'ın Türkiye ile olan sorunlarım AB içerisinde konuşarak halletmenin erdemlerini kavramış ol­ ması; AB ülkelerinin kendi çıkarları ışığında, burunlarının dibindeki bu coğrafyaya istikrar getirmek için bu ülkeyi evle­ rine almak gerektiğini kavramış olmaları; ABD'nin son bir yıldır attığı her adımın aynı amaçlara hizmet ettiği ve veciz bir şekilde dile getirecek olursak "yurtta sulh, cihanda sulh"a doğru giden bir sürecin başlamış olması 76 yıldır politikala­ rım bu korkular üzerine bina etmiş olan muhafazakar cenahı epeyi rahatsız etmektedir. Bu tavırda kemikleşmiş refleksle­ rin, sıradan madd i ve manevi çıkarların olduğu kadar dünya­ ya kapalı olmanın beraberinde getirdiği cehaletin ve taşralılı­ ğın da payı vardır. Ehemmiyet arz eden husus ise bu koktey­ lin fevkalade tehlikeli olduğudur. Bu tavrın karşısında ise depremle birlikte iyice ortaya çı­ kan ve başka ülkelerde pek benzeri olmayan bir devlet-top­ lum zıtlaşması paradigmasından hareket eden bir muhalefet durmaktadır. Özünde liberaller, siyasi İslamcılar ve Kürt so­ rununa si yasi çıkış arayanları içeren bu muhalefet yukarıda belirtilen müspet iç ve dış dinamiklere atfen muhafazakar kanada karşı şuursuz bir kutuplaşma içerisine kendini hap­ setmiş gibi bir görünüm sergilemektedir. Üstelik muhafaza­ karların ülkeyi AB'ye taşıyan dinamiğe açıkça karşı çıkamaz bir konumda, dolayısıyla da fevkalade tedirgin olmaları muhalefeti sanılanın aksine daha zayıf kı lmaktadır. Muha­ lefeti yönlendirecek liberal scığ ve liberal sol partilerin orta­ da olmaması , öte yandan ela muhafazakar ceberutluklara karşı koyan toplumsal hareketlerin aralarında hiçbir cliyer­ lulmlı h olmaması muhalefetin muhafazakarlara koz verme 28

riskini çoklaştırmaktadır. Muhafazakar saflar sık, muhalif saflar ise fevkalade dağınık bir görünüm arz etmektedir. Böylesi bir siyasi ortam, adaylık kararının onaylanmasının beklendiği Helsinki zirvesi öncesinde ama daha da belirgin bir şekilde adaylık müeyyidelerinin yerine getirilmesi söz konusu olacak Helsinki sonrası hazırlık sürecinde Türki­ ye'ye damgasını vuracaktır. Eğer müzakereler tarafları tat­ min edecek şekilde cereyan ederse Helsinki'de alınacak ka­ rar sonrasında Türkiye'nin önüne muazzam bir şantiye açı­ lacak, ülke, AB'nin kendi dinamiği ve Avrupa aidiyetinin ge­ tireceği dinginlik, cesaret ve heyecanla kendini görülmemiş bir konumda hissedecektir. Bu durum adı geçen kutuplaş­ manın radikalleşmesi riskini kendinde taşımaktadır. Muha­ fazakarlar AB standartlarının yani muasır medeniyet seviye­ sinin her konuda kendi tahay yülleriyle çeliştiğini, toplumun bu dinamik sayesinde serpildiğini, ülkenin sınırlarının AB aidiyeti sayesinde, sembolik ama son derece etkin bir biçim­ de garanti altına alındığını, iç ve dış sorunların siyasi merci­ lerce ve mecralarla halledilmesinin mümkün olduğunu yani yurtta ve cihanda sulh olduğunu müşahede edecekler, rahat­ sız olacaklar ve bu süreci ellerinden geldiğince köstekleye­ ceklerdir. Hazırlık sürecini hakkıyla uygulamaya koyacak ve ülkeyi tam üyeliğe ciddi bir şekilde hazırlayacak b ir siyasi irade muhafazakarlarda mevcut değildir. Bu durum AB adaylığıyla tarihi bir fırsat yakalamış Tür­ kiye'nin en ehil kitlesi olan liberallere büyük sorumluluklar yüklemektedir. Üslupta itidal, ceberutluklar karşısında her mazlumla dayanışma ve tabiatıyla, hazırlık sürecinde etkin ve bu sürecin hakkını verecek ılımlı siyasi oluşumların ya­ ratılması ivedilikle yapılması gereken ve hayati ehemmiyet arz eden işlerdir. Radikal,

26 Kasım 1999

29

Avrupa Birliği için diğer adaylardaki gibi seferberlik gerekiyor

Ülkenin Avrupa Birliği (AB) adaylığı kriterlerini yerine geti­ rip üyeliğe hazır olabilmesi için yapması gerekenlerin bo­ yutu bu nun ancak bir milli seferberlikle gerçekleştirilebile­ ceğini gösteriyor. Türkiye üyeliğe giden yolda Kıbrıs ve Malta da dahil ol­ mak üzere diğer adaylara nispeten epeyi farklı bir konumda­ dır. Gümrük Birliği anlaşması yükümlülüklerinin büyük bö­ lümünün yerine getirilmiş ve bu birliğin işler halde olması , ülkenin genelde dinamik iktisadi yapısı v e yapısal soıunlan­ na rağmen ayakta kalmış olan hukukun üstünlüğü ilkesi şüphesiz Türkiye'nin avantaj larıdır. Bu anlamda piyasa eko­ nomisi ve demokrasi ile son on yıldır tanışmış olan Orta ve Doğu Avrupa Ülkeleri (ODAÜ) Türkiye'den , birçok konuda, mevzuatta olmasa bile pratikte gözle görülür bir biçimde ge­ ridedir. Bütün bunlara rağmen ülkemiz üyelik yoluna hem kendi yapısından hem de Avrupa'nm mal um önyargıların­ dan kaynaklanan handikaplarla girmiştir ve dolayısıyla üye­ liğe hazırlık sürecinde diğer adayların yapması gerekenden çok daha fazlasını yapmak durumundadır. 31

Evvela her adayın yapması gereken ve başlı basına bir se­ ferberlik konusu olan, müktesebatın u yarlanmasıdır. Kaba­ ca Kopenhag Kriterleri'nin siyasi olanının dışında kalan di­ ğer iki kritere tekabül eden ve otuz bir anabaşlıkta topla­ nan AB müktesebatı her aday ülkenin uyarlamakta yüküm­ lü olduğu mevzuat, politikalar ve kurumsal u ygulamalar­ dan müteşekkildir. Adaylar müktesebatı önce kendi dilleri­ ne çevirmek ardından kendi metinlerine tamamen aktar­ mak, buna koşut olarak yeni mevzuatı hayata geçirecek ku­ rumları tesis etmek ve en önemlisi müktesebatı uygulama­ ya koymakla yükümlüdürler. O tuz bir anabaşlığın hepsi aynı derinlik ve ayrıntıda değildir. Örneğin Ortak Dış ve Güvenlik P o litikası (ODGP) daha yeni oluş tu ru l makta olan bir politika olduğundan ve üstelik hükümetlerarası karar mekanizmalarına tabi o lduğundan müktesebatı fev­ kalade sınırlı bir anabaşlıktır. Buna karşılık Tarım Politika­ ları onyıllardır AB'nin federe politikalarına yani icracı mer­ ci Avrupa Komisyonu tarafından yönlendirilen politikalara tekabül ettiğinden son derece girift ve ayrıntılı bir mükte­ sebata sahiptir. Tarım Müktesebatı toplam M üktesebatın yarısıdır. Yıllardır AB'y e hazırlanan ve üyeliğe e n yakın olan altı ülkeden hiçbiri şu an itibariyle Tarım Politikaları müktesebatı ile uyum sağlayab i l miş değildir. O DGP ise hem nitelik hem nicelik açısından her adayın kolaylıkla uyum sağladığı ilk anabaşlıklardan biri olmuştur. E n i lerde olan altı aday ülkede şu ana kadar on bir anabaşlıkta uyum sağlanmış ve bu sayede o konularda tam üyelik müzakere­ leri sonuca bağlanmıştır. Yed i anabaşlıkta çalışmalar sür­ mektedir, geriye kalan on üç anabaşlıkta ise ilerleme kay­ dedilememiştir. Hiç de küçümsenemeyecek bir insan kay­ nağı ve var güçleriyle, üstelik AB üyesi Almany a , Avustur­ ya, Danimarka, Finlandiya ve İsveç gibi zengin ülkelerden sonsuz destek alarak hazırlıklarını sürdüren bu adayların 32

bunca çabaya rağmen gelebildikleri yer Türkiye açısından düşündürücüdür. Bu şantiyeye ilaveten Türkiye ilk ve en önemli kriter olan siyası kriterde hem içerde hem dış ilişkilerinde uzayıp gi­ den bir ödev listesine tabi tutulmuştur. Siyasi kriterdeki so­ run ve eksiklikler Türkiye'yi 1 997 Lüksemburg Zirvesi'nde adaylıktan, 1 999 Helsinki Zirvesi'nde de tam üyelik müza­ kerelerinden men etmiştir. Ülkede, siyasi kriterin vecibele­ rinde diğer kriterlere oranla "sorunların bir şekilde halledil­ mesi gerektiği" yolunda oluşmuş bir görüş birliği olmadığı gibi bir tartışma ortamı dahi y oktur. Neredeyse Cumhuriyet ile yaşıt olup bir türlü aşılamayan ve ülkenin başına türlü belalar açan bu sorunlar dizisi, çözümlerin ay meselesi ol­ duğunu etrafta anlatan safdilane tahlillere yer bırakmaya­ cak kadar ciddi bir meseledir. Bu tabloya bir de "zaten Avrupalı" olduğunu iddia etse dahi orada öyle algılanmayan ve bu anlamda AB'nin, en azından bugün itibariyle " evdeki yabancısı" konumunda olan Türkiye faktörünü eklemeliyiz. Böylesine yüklü bir gündemin altından kim, ne gibi yön­ temlerle kalkabilir? Türkiye'nin önündeki hazı rlık döne­ mi nde bürokraside gerçekleştirilmesi öngörülen yeniden yapılanma halihazırda elle tutulur bir sonuca ulaşmamıştır. Müktesebatı u yarlayacak icracı bakanlıklar arasında ve bunlarla AB'li uzmanlar arasında güçlü bir koordinasyon ağı sağlayacak kuru m , adı ne olursa olsun, daha ortada yoktur. Kaldı ki bu kurum dahi tek başına bu işin altından kalkamayacaktır. Diğer aday ülkelerde de olduğu gibi Tür­ kiye'nin üyeliğe hazırlık sürecinde ortaya koyması gereken performans ülkenin bütün ehil kitlesinin bir çeşit işbölümü çerçevesinde seferber edilmesini gerektiriyor. Kanun koyu­ cunun ve bürokrasinin, müktesebatın u yarlanmasında, si­ yasi kriter yükümlülüklerinin yerine getirilmesinde ve Tür33

kiye'nin artık değişik AB iilheleriyle yepyeni slratej ilz ortalz­ l ı hlara gitmesini hazırlayacak değişik kaynaklardan her tür­

lü uzmanlığa ihtiyacı olacaktır. Bugünlerde görünen odur ki AB, Helsinki'de verdiği Tür­ kiye ile ilgili kararın madden ve manen altında kalmış, An­ kara ise böylelikle üstüne gelinmemesinden hoşnut bir ko­ num içine girmiştir. Frenkçesiyle "yavaş yavaş acele edilen" bu ortamın tehlikesi ülkeye zaman kaybettirmektir. Öte yandan ikide birde futbol taraftan ağzıyla i fade edilen, " 2004'de hatta daha bile önce girdiğimizde Avrupa Parla­ mentosu'nda şu kadar sandalyemiz olacak" şeklindeki cid­ diyetten uzak spekülasyonlar, gurur okşayıcı olsalar da tar­ tışma ve somut iş yapma ortamını kösteklemektedirler. Ül­ kenin istikbali açısından AB mecrasının önemini kavramış herkesin artık bir şekilde bu seferberlikte rol edinmesi ha­ yati önemi haizdir. Milliyet, 1 Şubat 2000

34

Altı aylik bilanço yetersiz

1 0 Aralık 1999'da Avrupa Birliği'nin (AB) Helsinki Zirve­ si'nde Türkiye'nin AB adaylığının resmen tescil edilmesi ile başlayan sürece neden ve nasıl gelind iği ni, karar sonrası neler olduğunu ve kısa ve o rta vadede neler olabileceğini inceleyip bir durum tespiti yapmanın zamanı geldi. Aradan geçen altı ay, bu durum tespitini zorunlu kıl ıyor. Devamın­ da, ileriye dönük birkaç tahlil ve öneri geliştirmeye çalışa­ cağız. Türkiye 10 Aralık l 999'daki AB kararıyla 200 yıllık Ball­ lılaşma sürecinde hayali bir kilometre taşına varmıştır. AB ile olan ilişkilerinde ise 1 963 Ankara Anlaşması, 1 970 Kal­ ma Pro tokol ve 1 9 9 5 G ü m r ü k Birliği'nden s o n ra k i en önemli merhaleye ulaşmıştır. Milat olarak telaffuz elliğimiz Helsinki kararı, asl ında hem Türkiye hem Avrupa aç ısından muazzam bir meydan okumadır. Bu kararla Avrupa, knanın istikrar ve güvenliği amac ıyla l 945'ten bu yana kurulmuş siyasi yap ı ların e n önemlisi , e n homojeni olan AB'nin içine, bugüne kadar kı­ yısında kalmış olan Türkiye'yi dahil etmişt ir. 55 katılımcı 35

ülkesiyle Avrupa Güvenl ik ve lşbirliği Teşkilatı ( AGlT) , bunlardan 4 l'inin üye olduğu Avrupa Konseyi ve yine bun­ lar arasından 15 ülkeyi ve Türkiye ile birlikte 13 ülkeyi da­ ha kapsayacak Avrupa Birliği kıtanın refah, istikrar ve gü­ venliğine yönel ik siyasi oluşumların en kapsamlı olanları­ dır. Avrupa Birliği de bu kurumlar arasında en etkin ortak oluşumdur. Çünkü ortaklık kuralları ve il keleri , ulusüstü ve bağlayıcıdırlar. Bunlar Üye Devletler ve aday Üye Devlet­ ler'ce harfiyen u ygulanmak üzere düşünülmüşlerdir. Avrupa Birliği , Helsinki kararıyla, Türkiye'nin istikrarını kendi istikrarının koşulu olarak algılamıştır ve bu anlamda artık bir ortak çıkar söz konusudur. Türkiye için istikrara varmamn en mükemmel yolu AB normlarına u y maktan , normalleşmekten , diğer bir deyişle muasır medeniyete ayak uydurmaktan geçmektedir. AB Türkiye'yi aday kabul ederek aynı zamanda Üye Dev­ letler kamuoylarının Türkiye ile ilgili yaygın görüşlerinin tamamen aksine bir karar almıştır ve bu, siyasi karar merci­ lerinin cesur ve ileri görüşlü tutumundan kaynaklanmıştır. Batı kamuoylarınca Müslüman kimlik ve otoriter refleksle­ riyle tanınan Türkiye'nin burada ciddi handikapları vardır ve bu yönde politikalar üretmesi gerekecektir. Türkiye ise Helsinki kararıyla, yakın tarihinde hiç tanı­ madığı bir siyasi, iktisadi ve içtimai oluşuma a yak u ydur­ mak ve dolayısıyla kendisini değiştirmek anlamına gelen bir belgeye imza atmıştır. Hemen bel irtmek gerekirse Türkiye adına imzayı atan siyasi karar mercileri bunu kerhen yap­ mış ancak Türkiye toplumunun Avrupa ile nasıl bütünleş­ mek arzusunda olduğu hatırlanacak olursa, bir bakıma top­ lumun taleplerini böylelikle dile getirmişlerdir. Buradan çı­ kan ilginç tablonun gösterdiği, Avnıpa tarafında siyasi lerin Tiirlıiye tarafmda ise siyasi harar mercileri değil, toplıımım ayrn niyeti pay/aştığıdır. Türkiye'ye, Güney Avrupalılar dı36

şında pek sıcak bakmayan Avrupa kamuoyu ise Türkiye'nin siyasi karar mercileriyle -bunların soğuk ve uzak tutumu dolayısıyla- aynı söylemi paylaşmaktadır. Bu çarpıcı para­ doks adaylık sürecine kısa ve orta vadede ışık tutacaktır.

1 O Aralık 1999'a nasıl gelindi?

Aralık l 997'de Lüksemburg Zirvesi'nde alınan kararla Tür­ kiye, Orta ve Doğu Avrupa Ü l keleri ve Kıbrıs'ı n aksine , aday ilan edilmemişti. Bu dışlanma ve Lüksemburg ile Hel­ sinki Zirveleri arasında geçen iki yıl, taraflara gerçekleri ye­ niden değerlendirme imkanı verdi. Helsinki'de çıkan karar ve onu hazırlayan ön çalışmalar, tarafların birbirlerine i hti­ yacı olduğunu ve artık, ortak çıkarların Türkiye'nin adaylı­ ğından geçtiğin i gösteriyordu. Ankara, 26 Mayıs 1 999 tarihli "Sayın Şansölye" diye baş­ layan Ecevit mektubunun (bkz. EK 1) en çarpıcı paragrafı şöyle diyor: " . . . Öncelikle sizi temin ederim ki Türkiye da­ ima adaylığın gereklerinin b ilincinde olmuştur. Kopenhag Kriterleri, Amsterdam Antlaşması ve özellikle Antlaşmanın 6. maddesinden* kaynaklanan yükümlülükler her aday için geçerlidir ve Türkiye üyelik müzakereleri başlamadan önce herhangi bir aday için olduğu gibi bunları yerine getirmeyi ummaktadır." Ecevit mektubunun içeriği, Almanya'daki sosyal demok­ ratlarla yeşillerin koalisyon hükümetinin yeni Türkiye poli­ tikası ile birleşince AB-Türkiye ilişkilerinde yepyeni bir ik­ lim yaratmıştır. Almanya'nın dönem başkanlığını noktala­ yan Köln Zirvesi bunu hayata geçirmek için çok erken ol­ duğundan işin mimarlığı, bir sonraki dönem başkanı olan Finlilere kalmıştı. (*) Avrupa Birliği özgürlük, demokrasi, insan haklarına ve temel özgürlüklere sayg ı ve hukukun üstünlüğü ilkeleri üzerine kurulmuştur.

37

4 Eylül 1 999'da Genel lşler Konseyi'nin Saariselka ken­ tindeki olağan toplantısı esnasında Yorgos Papandreu'nun Türkiye'nin adaylığına yeşil ışık yakması, süreci hızlandır­ mış ve 13 Ekim 1999'cla Komisyon'un bütün aday ül keler için yayımladığı llerleme Raporları i l e bunların hülasası olan Karma Rapor'da Komisyon, Türkiye'nin adaylığının ta­ nınmasını AB Konseyi'ne resmen tavsiye etmişti. Bundan sonra süreç i yice hızlanarak 1 0 Aralık 1999'a ge­ lindi. Karar sonrası yaşanan memnuniyet çok kısa sürdü. 1 0 Aralık süreci, adaylığa futbol müsabakası kadar dahi önem vermeyen medyanın da yardımıyla gündemden düşüverdi. Bir milli politika haline gel mesi gereken Türkiye'nin AB adaylığı unutuldu. Bugüne gelindiğinde ise maalesef hala AB adaylığının gündemde olduğunu söylemek mümkün değil. Birkaç üniversite ve sosyal kulüp toplantısı ile üye olun­ duğunda Türkiye'nin Avrupa Parlamentosu'nda ne kadar çok sandalyesi olacağı konusundaki gayri ciddi muhasebe­ leri say mazsak, bürokrasi dışı nda adaylıkla i lgili en kap­ samlı çalışmaları TÜSlAD ve lKV gerçekleştirdi. Kamuca yapılan çalışına ve hazırlıklar ise şu şekilde ge­ lişti : Önce 10 Aralık l 999'a dek AB ilişkisinden sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Al i lrtemçelik'e -ki , kab i ne içinde konuya hakim ve inanmış na, d ir bakanlardan biri idi- Hel­ sinki sonrası işten el çektirildi. Devlet Planlama Teşkilatı'ndaki yedi yıllık birikim bir ke­ nara bırakıldı ve ku rum devre dışı bırakılarak sorumlulu­ ğun Dışişleri bünyesinde örgütlenecek bir Sekreterliğe ve­ rilmesi öngörüldü. AB ile entegrasyon dış politika değil milli politika mese­ lesi olması gerektiğinden yanlış hesap Bağdat'tan döndü ve lç Koordinasyon ve Uyum Ko mitesi, Yürütme Sekreterliği ve yan kurullarını Dışişleri bünyesinde kuracak tasarı bir türlü kanunlaşamadı . 38

Daha önce değişik fırsatlarla hep belirttiğimiz gibi Başba­ kanlık içerisinde icracı Bakanlıklar arası koordinasyonu es­ nek ama etkin bir biçimde sağlayacak bir yapının daha akıl­ cı olacağı muhakkak. Konuyla ilgili bütün dış temaslar es­ kiden olduğu gibi Dışişlerince yürütülmeye devam etti ve öyle ki, adı geçen mekanizmalar bugün itibariyle hala ku­ rulamadığından her işi Dışişleri yapar hale geleli. DPT, yine de boş durmadı. Avrupa Birliği müktesebatının yani AB ülkelerinde geçerli kanu n , mevzuat ve kararname­ ler bütününün ne derece Türk mevzuatına uyumlu olduğu­ nu araştıran bir ön çalışma ile şubat sonunda Kopenhag Si­ yasi Kriterine uyum için gerekli kanuni değişiklik ve çalış­ malarla ilgili bir ön çalışma yaptı (Demirok Raporu) .* Şu sırada Türkiye tarafında Brüksel'deki Daimi Temsilci­ liğimiz de dahil olmak üzere AB işlerini bütün bakanlıklar dahil yaklaşık elli kişi yürütüyor ve AB, bunlardan yalnızca on beş bürokratın günlük işi konumunda. AB tarafında ise durum daha parlak değil. AB bürokrasi­ si ya da "örokrasi" 10 Aralık sonrası hummalı bir çal ışma ortamına giremed i. Türkiye masasının başka yere tayin olan müdürünün halefi bu a y işe başlayacak, ekip ise tec­ rübesiz. Ankara'daki Avrupa Komisyonu temsilciliğine ge­ lince, 10 Aralık öncesi aynı sayıda personelle çalışmaya de­ vam ediyor. Bu karşılıklı yapılanmalar tabiatıyla son derece yetersiz. Zira Türkiye-AB i l işki leri 1 0 Aralık sonrası, l 963'clen bu yana süren AB-Türkiye il işkileri zemininden çok farklı bir zemin üzerine oturtul muştur. Bundan böyle karşılıklı bir değişim niyetinin altına imza atılmıştır. Ve bunun izlenme­ si, hayata geçirilmesinde karşılıklı özveri, ma li ve teknik destek gerekmektedir. Bunun için AB'nin kadrolara ihtiyacı ( *) Deınirok Raporu hiçbir zaman hüküınetçe bcniınscnıne