Aşkım Bana Resimaltı [4 ed.] 9789754700079

150 89

Turkish Pages 192 [196] Year 2010

Report DMCA / Copyright

DOWNLOAD FILE

Aşkım Bana Resimaltı [4 ed.]
 9789754700079

Citation preview

ÜMİT KIVANÇ• Aşkım Bana Resimaltı

ÜMiT KIVANÇ 1956'da lstanbul'da doğdu. Haliyle, birtakım okullarda okudu. 1980 öncesi dönemi mlllQm şekilde geçirdi, 12 Eylül'ü görece az hasarla atlattı. Altın Kitaplar Yayınevi, Milliyet yazıişleri, Cumhuriyet Haber Merkezi'nde, Ye­

niGündrnı haftalık haber dergisinde, iletişim Yayınlan'nda, Mtdyakronik gün­ lük medya eleştirisi sitesinde çalışu. (Mtdyakronik dönemi ve sonrasındaki medya eleştirisi yazılan için: www.haysiyet.com.) "Piyasaya" yazı, fotoğraf, tasa­ nın, çekim, kurgu, senaryo işleri yaptı. 1980 öncesinde Afrika Boynuzu ve Ni­

karagua üzerine haber araşurması-analiz türünde broşürleri yayımlandı. Radi­

kal gazetesi ve Nokta dergisinde yazdı, 200Tde Taraf gazetesinde yazmaya baş­ ladı, Birikim dergisinde yazıyor. Önce Moz.ailı, ardından piyanist Ayşe Tütün­ cü'nün Bir Piyano Beş Perküsyon grubunda davul çaldı. 1990'ların ortalarında kısa. ve belgesel filmler yapmaya başladı. Önemli belgeselleri arasında, Kızlar

ve Kôkler, Naz.t, Şarkılarla Geçtim Aranız.dan (Kazım Koyuncu için bir film),

19 Ocak'tan 19 Ocak'a (Hrant Dink cinayeti sonrası), Uçurtmam Tellere Takıldı (Ahmet Kaya için bir film) sayılabilir. (Filmleri hakkında daha geniş bilgi için:

www.gecetrrni.com.) Edebiyat çalışmaları l 989'dan itibaren yayımlanmaya baş­ landı. ilk kitabı, "birtakım kadınlar, muhtelif erkekler ve hep bildiğimiz şeyler üzerine bir upuzun hikaye" olan Aşkım Bana Resimaltı'dır. Bunu "siyası polisi­ ye roman" Belıle Dedim Gôlgeye (l 989) izledi. Erkek Hikayeleri (1990), hikaye­ lerini topladığı ilk kitabıdır. Macbeth - Muhitimize Uyarlama Drnrnıesi (1991) ise tek oyunu. Yakın tarihimizi yeniden yorumlamaya ve anlamaya bir katkı niteliği de taşıyan Gaib Romans adlı romanı l 992'de çıku. Bunu Yalnız. Olmuyor

(l 995) ve Siyah Makamı (1997) izledi. Futbol basını üzerine eleştiri niteliğin­ deki Kesin Ofsayt (2001) iletişim, siyasi ve toplumsal konulardaki makalelerini derlediği Drnıiş Bulundum (l 999), Birikim Yayınlan'nca yayımlandı.

iletişim Yayınları 72 • Çağdaş T ürkçe Edebiyat 8 lSBN-13: 978-975-470-007-9 © 1989 iletişim Yayıncthk A.

Ş.

1-3. BASKI 1989-1993, lstanbul 4. BASKI 2010, lstanbul KAPAK Suat Aysu UY GUlAMA Hüsnü Abbas BASK! ve CiLT Sena Ofset

Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi B Blok 6. Kal No. 4NB 7-9-11 Topkapt 34010 lstanbul Tel: 212.613 03 21

tletişim Yayınları Binbirdirek Meydanı Sokak lletişim Han No. 7 Cağaloğlu 34122 lstanbul Tel: 212.516 22 60-61-62 •Faks: 212.516 12 58 e-mail: [email protected] • web: www.iletisim.com.lr

ÜMİT KIVANÇ

Aşkım Bana Resiınaltı

1



t

$

i

m

Toplumun kendisi baştan başa aldatmaca ve uydurmaca olduğuna göre, pek çok kimse lngilizce'de 1iction' denen roman ve öykü gibi türlerin yazılmasını gereksiz buluyor artık...

Suzanne Brogger, Bizi Aşktan Koru

5

1. Bir Millet Uyanıyor

N il ü fer'in, yatak odasından sızan ışığı arkasına almış donlu silüeti görmesine daha çok zaman vardı. Zaten daha önce düzenlişehirden vapurluşehire gelmesi gerekecekti . Ondan önce de kendi sahasında bir maç kaybetmesi, rakip sahada elde ettiği onca averaj a rağmen küme düşmesi . . . Selmin'in yüzüğünü hala saklamadığını N ilüfer'in öğrenişiyse bütün bunlardan epeyce sonraydı . Çünkü Selmin ancak o zaman, sabahları aynı evde dişlerini fırçalayacağı insanın kesin hatlarını , temel esaslarını ve ayırıcı özelliklerini belirlemiş , bunları zihnine soldan iki santim boş bırakıp bazı yerlerin altını çizerek kaydetmiş ve diplomasını �lmıştı . Yalnız, aferin alamamıştı. Kimse a ferin demediği gib i , sokaktan geçen münasebe tsiz bir satıc ı , " Zavall ı , " demişti ona. N eyse ki o satıcıyı hemen gözaltına almışlardı. Aynı sıralarda N il ü fer, korkularını hası raltı etmekle uğraşıyordu . Sokaklarda sıra sıra dev ütüler diziliydi. Üstlerine , adalet zarar görmesin diye brandalar örtülmüştü . Çünkü , yağmur çamur bir yana, fenaçocuklar gelip geçerken çizik atabilirlerdi. 7

Bir yılda 500 çizikten fazla atabilenler topluma kazandırıla­ cağından , lüzumsuz kalabalık meydana gelebilird i . Maku l , aklıbaşında ve iyi insanlar çocuklann çizik atmasını b u nedenle engellemek istiyorlard ı . Adalet mülkün temeliydi. Halen de öyledir. Yani haber yayına hazırlandığı s ırada öyleydi e n azından. Demek ki birazdan açılacak kepenklerin akşam yeniden kapatılmasından daha doğal bir şey o lmaya­ caktı . Belki yağmur yağabilird i . Ama bu mevsimde yağmur hiç de kepenklerden daha doğal değildi. Buna rağmen yağı­ yordu. Yağsın. Nasıl olsa brandalar vard ı . Bu da demekti ki , birazdan sokaklar, üzerlerine branda örtülmüş çocu klarla dolacaktı. Kısa süre sonra , alacak toz bulabilmek için tetkik ve incelemelerine başlayacak kadınlar, bu brandaların anne derisinden yapıldığına inanırlard ı . İnanmalarında herhangi bir sakınca yoktu. İnanmak serbest, kırmızı yanarken geçmek yasaktı. Ama yaya lambada durduğu gibi durmuyord u . Bü­ yükken tlilerin yabancısı lamba, onlara kaş göz ederek derdini anlatabilmek için ne kadar uğraşsa nafileydi. Onu takmı­ yorlardı . N e fti elbiseli, resmi tercümanların her sabah lam­ baların yanına gelip el kol işaretleri ve düdüklerle onlara devlet desteği sağlamasına bu yüzden gerek duyulmuştu . Bazen , arabalar ve çocuklar gibi, brandalarla örtünen bu yetkili tercümanlar bir iddiaya göre , lambaların başına top­ ladıkları insan gruplarını fil-kale-vezir-piyon diye ayırıp onlara bu ayrıma göre davranıyorlardı, ayrıca bazen beyaz şeritli asfalt parçaları üzerinde onlarla satranç oynuyorlard ı. Yalnız, bir adamı kolundan tutup; bir o tomobilin bulunduğu yere koydukları , otomobili yolun kenarındaki bir kutuya attıkları şimdiye kadar hiç görülmemişti. Demek ki bunu göstermeden yapıyorlardı . Yine de onlar mesai saatleri içinde çocukların amcalarıydı ve henüz kahvaltıya bile oturmamışlard ı . Pek kaba v e yakışıksız hareketlerle susturulup laflan ağzına tıkanmış çalarsaatlerin kızgın bakışları altında kahvaltıya 8

hazırlanan yalnız onlar mıydı? Değildi tabii. . . Olmadığını hepimiz biliyorduk; cümle alem ve konu komşu da biliyordu. O halde bir sürü insan göz göre göre neden "Evet evet, hı hı" diyordu? Tek amaçları uyandırıcılaqnı başlarından kovmak mıydı? Günlerini pekala kendi rızalarıyla, hatta araya eş dost, hami , kartvizit falan koyarak, düzenli bir gelir karşılığı sat­ mışlard ı . Satamasalar ellerinde kalacaktı . Şimdi ucundan birkaç dakikayı kendileri için tırtıklayıp onu da uykuya mı harcamak istiyorlardı? Bu millet böyleydi işte. Adam olmazdı. Adamlar, halbuki , aya bile gider, düşünen makineler yapar­ lard ı . Bize adam lazımd ı . Yan i , yok, aslında bizde ne adamlar vardı, ama imkan ve tesis yoktu. Bakın, mesela, bütün bunların konuşulabilmesi için bir yandan ıhlamurların yudumlanması gerekiyordu ki, henüz kahve açılmamıştı bile. Birazdan önlerine konacak kahvaltı ve haftada bir-iki gece boşalmaları sağlandıktan sonra başka bir evde de uyansalar fark etmeyecek olanlar, ezici çoğunluğu ellerinde bulun­ durmanın pervasızlığıyla tuvaletlere ç ıkıyo r, pijamalarının bel lastiğiyle oynuyorlardı. Sırf yanında uyandılar diye sabaha gözlerini gülümseyerek açmalarını sağlayan birinin yanında uyanmış bulunanlar, bu lastikli ve karışık tarifin de gösterdiği üzre , pek olağan vaka sayılmazlardı. Yine de şanslı bir azınlık sayılabilirlerdi. Çünkü hem sayılabilecek kadar az değildiler hem de azınlık o lmalarına rağmen kendi dillerinde eğitim ve kültür hizmetlerinden yararlanabiliyorlardı. Bütün hit'ler, star'lar, aşk roınanları, piyanist şantörlü içkili lokantalar, gül satan küçük kızlar, araba çekilen denizkenarlarının falcıları o nlara çalışıyordu. Ama ne olursa olsu n , ezici çoğunluk karşısında hiç şansları yoktu. Uyanır uyanmaz gülümsemekle kazandıkları puanların da önemi yoktu . Çünkü ikinci elemeyi hiçbir zaman geçemeyeceklerdi. Geçememişlerd i , geçe­ mezlerdi. Bu millet adama sabah sabah gülümsemenin bedelini öğretmesini bilirdi. Millet ödetmese devlet ödetirdi. Zaten ikisi 9

hemen hemen aynı şeydi. Bu durumda ikisinden birine lüzum yoktu belki de. Ama onca kalabalık bu yağmurda nereye gi­ decekti? Bir ara Almanya'ya gidiyorlard ı ne güzel . Ama Almanya da artık işçi a lmayacağını açıklamıştı . Alman bakan buradaydı ya, o söylemişti. Gazetede yazıyordu. N ilü fer'in babası demin okumuştu. N ilüfer'in annesine göre yazıktı, çünkü kapıcının oğlan pek heves ediyordu gideceğim diye, şimdi gidemeyecekti . Demek ki bu duru mda o oğlanın da bileklik gibi kalı n kayışlı dij i tal saat alması , daha önce Almanya'ya gidememiş ve daha sonra gidemeyecek arkadaşlarıyla birlikte iş güç sahibi makul insanların arasında dolaşırken sorulduğunda bunu göstere­ bilmesi gerekecekti . N ilüfer'in babası kahvaltının üzerin e kahvesini içmeden evden ç ıkmazdı. içti kten sonra da uzun süre çı kmazdı . Çünkü emekli olmuştu . N ilüfer'in yanında sabah kimse uyanmıyord u . Çünkü N il ü fer ana-babasıyla o turuyord u. Kalktı. "Artık ç ı kayım , " d e d i . "Bugün i ş e e rken başlasam iyi o lacak . " Birden bütün spotlar yandı , bütün evlerin sokak kapıları aydınlatıldı ve N i lü fer'in cümlesi hep bir ağızdan tekrarlandı. Ansız ı n sahneye fırlayıp, "Anne, babam ekmek getirmek için her gün gideceğine e kmeği köşedeki fırından alsak o lmaz mı ? " diye bağıran bir çocuk güvenlik güçlerince tesirsiz hale getirildi. Çocuğun annesi her sabah herkesten ö nce kalkıp soba yakmak zoru nda olacağı bir evde mecburi ikamete mahkum edildi. Kadın fark ettirmedi ama buna hiç üzülmemişti , çünkü zaten yıllardır böyle bir evde oturu­ yorlardı. Ama b u ergeç anlaşılacak, kadının cezasını bulması için kocasının bir gece sarhoş gelip onu ve çocuğunu öl­ dürmeye kalkışması gerekecekti. Ne yani , kadın cezasız mı kalsındı? Bu millet kimsenin yaptığını yanına bırakmazdı . lstese bütün çocukları brandalardan, bütün satranç tahtalarını asfalttan yapardı . Ama yapmıyordu işte. Öteki milletlere kıyak 10

olsun diye . . . N ilü fer yağmurun iki adım için şemsiye açmayı gerektir­ meyecek ölçüde şahsiyetsiz o lduğunu tesbit etti. Selmin pencereden bakıp, "Yağmur yağacak , " diye mırıl­ dandı. Oysa çıkıp dolanmak istiyordu ve yağmurda ıslanarak dolanınca çözülmesi güç olabilirdi. Günün birinde yağmurun sadece habercileri değil kendisi de bütün şiddetiyle karşısına dikilmişe n , çözülmeyi mözülmeyi aklına bile getirmeden gökyüzünde turlar atacağını henüz bilmiyordu . Batıp çıktığı her su birikin tisinden keyif alacağı o akşamüstü ne daha epey vard ı . Şimdilik, sadece , yakında çalışmaya başlayacaktı. Tam da bugün havanın bozması ne kötüyd ü . Bütün büyük şe­ hirlerde bütün güneşler yasaklanmıştı. Meydan naylon to r­ balara kalmıştı. Selmin çıkıp gazete mi alsaydı? Gazete . . . Alman bakanın sözlerinden ona neydi k i? Wol fgang Amadeus Mo­ zart'ın 55 1 Köhel sayı � ı Do Majör Jüpiter senfonisi de şu anda Selmin'e Al man bakandan daha yakın değild i. Ama gen ç kadının kaderi b i r k e z çizilmişti . . . TRT-l'i açsa , sabah sabah oyun havası dinleme tehlikesi bile vardı. Tekrar pencereden baktı. Kalktı , alelacele giyinip dışarı fırladı: Sokağa çıktığında, az önceki ruh halini de evde bırakmış bulunduğunu fark edip memnun oldu. Bütün millet işine giderken insanın kafasına estğince ortalıkta dolaşabilmesi ne kadar hoştu . Biraz utandı , içinden kırıttı. Gülümseye rek titreşen gözkapaklarından biri, tam o anda isabet alarak hareketsiz kaldı. lri damlalı bir yağmu r, Selmin'in tepesine iniverdi. Bu millet, adamı . . .

11

il. Girizgah Niyetine: Olay Mahalli

Aralarında kim e ksi k , arasalar bulurlard ı . Ya da kim yeni , o günlük , bu seferli k o rada, fark edebilirlerd i . Çok, pek çok insan, ikişer üçer dolmuşlarla, otuzar kırkar o tobüslerle , büfeye uğrayarak, e linde poğaçayla, el inde açmayla, peynirl i pide paketiyle, gazeteciden gazete alarak, gazetec iden dergi almayarak, kirli camlara geçerken şöyle bir göz atıp, üstünü başını çekiştirere k , saçlarını düzeltere k , dalgalandırara k , selamlaşarak, gözgöze ge lere k , y ü z vermeyere k , simitçinin önünde para üstü bekleyere k , kıpır kıpır, sürgü lü kapıların açılmasıyla hiç ilgilenmiyormuş gibi dururken, kapı yerinden henüz iki santim bile oynamadan değişimi derhal hissedip ayakarını ileri sürmeye başlayarak , birbirlerinin pantolon paçalarına dokunarak, ayakkabı larına küçük kir desenleri kondurarak, pardon diyere k , pardon demeyere k , üstelik bir de dirsekleriyle iterek, aceleyle , alıştıkları yerleri almaya , ikili üçlü gruplar, sessiz bir anlaşma halinde , bildikleri yerlere doğru seri adımlarla . . . buraya gelseneler, bakınmaların arasına girip kesintiler yaratıyor, arkadaşlar var ben burada otura­ yımlar zaman zaman bir adım öne çıkıp kendini gösteriyor, 13

her sabah aynı insanların yanına gidilmezse evde e d i l e n kahvaltılar geçerli sayılmıyor, azö teyekayarmısınızlar duruma hakim, gerekli düzenlemeleri yaptırıyor, beyaz ceketli çayc ılar yerleşme çalkantılarının son bulduğunu ilan ed iyor, gecikmiş bir-iki telaşlı adam epilog için şöyle bir gözüküp kaybo luyo r, gecikmiş bir-iki telaşlı kadın epilog için gözüküp seyrediliyo r, çaycıların tepsileri geçiyor, kalkıyor, iniyor, yan yatıyor, pike yapıyor, kaşıklar bardak duvarlarında tıngırdayarak geziniyor, beyler ücretler ile çay boşları beyleri , rica ederim ben vere­ yimler izl iyo r, oğlum alsana şurdanlarla, sende yüz lira va r mı ahiler kolkola girip para üstü bekleyenlerin kıpırtıları nı dindirmek üzere ko nso masyo na çıkıyor, arada sırada, oğlum benim bin lira vardılar parıldıyor, saatlerine bakanlar geri plan ı doldururke n , ben aslında sekiz buçukla geçiyorum da bugün geç kaldımlar, aa burada mıydın görmedimlerle kucaklaşıyo r, karşılaşma fırsatları salonları-güverteleri rüzgar hızıyla ka­ tediyo r, koltuklar dolu, sıkışık otu rmalar, bir buçuk kişilik 1

yere kıç yaymalar, belki gelir diye kıç yaymalar, amaçs�z kıç yaymalar, siperlikli yerlere yığılmalar o turmuş bütün kol­ tuklara, siperlikli yerlerin başında dikilmeler, imkanı yok içeri gitmemler, soğuk moğuk yaz kış burada dururum ayakta, valla ben içeri geçiyorum , üşüdümler kapı tokmaklarına el atıyor, arada s ıkışan , varlığı fark edilmeyenler de soluk alıp veriyor, başkaları gibi nabızları da atıyor üstelik, yere bakanların başları eğik , karşıya bakanların gözleri denetimli , gazeteler, denizi kanıksamışlar. Her sabah iskelede toplaşıyorlar; duruyor, konuşuyor, jeton alıyor, ceplerinden j eto n ç ıkarıyo rlar, j e ton parola, paro layı söyleyemeyen geçemiyor, kartı o lana parola sorulmuyor, onlar da söylemeden geçiyor, hepsini işlerine, okullarına turnike ler uğurluyor, turnikeler sayıyor onları, sürgülü kapı kapandığında turnikeler birbirlerine toplamları iletiyor, turnikebaşı genel toplamı turnikecibaşıya aktarıyo r, turnikecibaşı gözlerinin 14

yanından hızla akan şapkaları , b ıyıklan , sallanan kolları , poğaça ısıran dişleri , gazete tutan koltukaltlarını, ellerin sokulduğu veya yalnız bıraktığı cepleri, her adımda ani rüzgar yemiş bayrak gibi titreşen paçaları, etek yırtmaçlannı, iliklenen düğmeleri, düşürülmüş kimlikleri, cüzdanları, geç kalmışların özürlerini, erken gidenlerin aferinlerini kendi maaşıyla bir ediyor, omuzlarına takıyor, o muzlan yükseliyor, yükselen omuzların üzerine çıkıp o turuyor, sürgülü kapıya akan ka­ labalığa daha bir yukardan bakmaya başlıyor, oradan bakınca saç ı dökülmüşleri daha net seçebiliyor. Ta uzaktan, karşı kıyıdan, kocaman bir manivelanın harekele geçtiğini martılar haber veriyor, insanlar martılara inanmıyor, zaten martılar insanları taşıyamıyor, karşı kıyıdan vapuru yolluyorlar, vapurun üstünde kocaman "Yaşamak çalışmaktır" yazıyo r, vapur geliyor, kollarını açıyor, sürgülü kapıyı yana itiyor, kalabal ıktan bir tutam insanı kavrıyor, çekip alıyor, karşıya götürüyor, bazen doymuyor, başka iskeleye de uğruyor, oradan da bir salkım insan alıyor, köpükler falan yapıp suyla oynaşmadan kalkmıyor, sonra kaymaya ba'ş lıyor, bir kuleyi nirengi tu tuyor, ilerliyor, suların ortasındaki beyaz kule , görünüşte kendi halinde bir emekli artık , insanlar onu nla ilgilenmiyor, vapur da kıçını dönüyor ona, yan yatıyo r, sivri sivri uçlarını uzatıp uzatıp çeken akıntılara yaklaşmaktan çekiniyor, o nların uzağından geçiyo r, koskoca vapurun her sabah yaşadığı ürküntüyü insanlar fark etmiyor, ne taraftan yanaşılacağım kestirmeye çabalıyorlar, bir o tarafa bir bu tarafa yığılıyo rlar, vapur sessizce belli ediyor iskeleye ne yanını vereceğini, görünmeyen duyul �ayan haber salonda dolaşıyor,

güvertelerden süzülüyor, vapurun gelip geçici konukları

algılayamıyo r, şaşırıyorlar, bir öncü grup alt güvertede ve üst salonda yer tu tuyo r, onun ardında geri kalanlar birikiyor, vapurun başka eğlencesi olmadığından onlara oyun ediyor, dönüp öbür tarafını veriyor iskeleye , demin yanılanlar şimdi 15

kazanıyor, onlar öncü oluyor, deminki öncüler artçı. Vapurla iskele geçinemiyor, vapur iskelenin elini tutmasını, o rasına burasına sürtünmesini istemiyor, kaptan başını , burnunu okşuyor vapurun , huysuzluğunu giderip sakinleş­ tiriyor, yine de anca şöyle bi parçacık, gönülsüz yaklaşmasını sağlayabiliyor iskeleye, usulen. Çımacılar birbirlerine el ediyor, halat ed iyor, iskeleler veriliyor, çımacılar lacivert tulumların ucundaki kocaman meşin eldivenlerdir, insanları tomar tomar tutup iske leye atıyorlar, öbür çımacılar onları yakalıyor, ba­ balara bağlıyor, sonra çözüp çözüp işlerine, okullarına sallı­ yor. Mühim iş görüşmesi olanlar yakalarını düzeltip üstlerine başlarına bakarak atıyorlar adımlarını , matematikten son sınava girecekler ellerini yumru k yapmış, dün akşamüstü yine evden sokağa çıkma izni koparamamışlar kitaplarını göğsüne bastırıyor, anket defterlerine artist resm i yapıştırmışlar bir­ birlerine de yapışıp yapışıp katıl ıyorlar gülmekten, dairede yirmi yılı tamamlayanlar sessiz , plakçıya bakmadan geçe­ meyenler ciklet çiğniyor, gaze tedeki köşe yazısına kızanlar kaşlarını kaldırıp indiriyor, kend il erini dinleyecek birilerini mu tlaka bulmuşlar, ona o lmazkiler veriyorlar, akşamüstü kıyma alacaklar durakta otobüslerin numaralarını seçmeye çabalıyor, sabah kahve içip de çıkmışlar pardesülerinin önünü kapatıyor, dışarda üşümeyeyim diye içerde paltolarını çıkarmış da şimdi yine giymişler kazaklarının eteğini çekiştiriyor, ayın beşinde maaşı bitmişler dergi kapaklarında bişeyler arıyor, yanlarındaki kızlara/oğlanlara doyamamış olanlar tesbit edilip gözetim altına alınıyor, akşam kaçta çıkacaksın diye soranlar saate hiç bakmıyor, son bir kez ellerini tutup sıkanlar bir an gözlerini kapatıyor, omuzlara dokunanlarla bond çantalarını sallaya sallaya yürüyenler iki yandan akıyor, elleri cebinde karşıya bakanlar hiç değilse figüran olarak değerlendiriliyor, iri adımhlar, küçük adımcıklılar yaklaşık eşit sayıda ve güçte, 16

elleri saçlarına gidenlerle şapkalarını düzeltenler birbirlerini tamamlıyor, gözlüklerini hohlayanların e linde her zaman küçük güderi parçalan o lmuyor, konuşanlarla koşuşanlar çelişiyor, gülüşenler geride kalıyor, gülüşmeyenler öne geçiyor, geride kalıp kalabalığın dağılmasını u marak oyalananların asıl amacı aslında güçlükten sıyrılmak değil, naylon torbalılar da, bir omuzunun üstüne koli koymuş, kolunu çengel yapıp koliyi üstten tutmuşlar da paketlerini düşürenlere göre daha avantaj l ı , gazetelerini katlayanlarsa paketleri yerden alıp sahibine verenler karşısında daha iyi duru mda , çaresizler, umutlular, i çi geç mişler ve etrafa ışık saçanların bir kısmı sahnede geziniyor, dik omuzlularla eğik başlılar genel gö­ rüntüye egemen olma mücadelesine girişiyor, kalabalığın bir baş üstünde dolaşanlar yukardan onlan izliyor, büyüklerinin ellerinden tutanlar küç ü k , insan dağlarından vadilerd e , ka­ ranlıkta kalan, görünmeyen ve etrafı zor görebilenler yetişkin, birinciler sevilip korunmuyor, ikincilere saygı gösterilmiyor, babalarına kızan öğrenciler kafadan ezber tekrarlıyor, akşam hayal kurmuşlar o tobüse koşuyor, iyi öğrencilerin babalan ağır ağır yürüyor, haylaz çocukların anneleri vitrinlere uzaktan kızgın kızgın bakıyor, gaze teden kupon kesenler fikri ve manevi tarafa önem verenlere aldırış bile etmiyor, çıplak kadın resimli gazeteleri çantalarındaki bir-iki başka şeyin arasına yerleştirenler kravatlarının düğümüyle oynuyor, ceplerinde abonman bileti arayanlar yollannı şaşırarak, ceplerinde dolmuş için bozukluk arayanlarla çarpışıp çarpışıp sendeliyor, cep­ lerinde bir şey aramayanlar yürüyüp geçiyor, cepsiz ceketliler, blucinliler, kadife pantolonlular, kadife etekliler, beyaz so­ ketliler, naylon çorapl ılar, çizmeliler, sivri burunlular, balıkçı yakalılar ayrışıp sıraya girmiyor, karışık yürüyor, emekliliğinde de çalışanların yüzünde donuk bir sükünet , perhizliler bir­ buçuk adanadan aşağısıyla doymayanlara yemek tarif ediyor, sandviçle geçiştirenler akşamüstü belki biracıya uğruyor, 17

milli piyangocular, sportotocular, altılı ganyancılar hülyalı hülyalı bakıyor, diskocular bir işgünü sabahında hiç belli olmuyor, hayatında hiç maça gitmemişler cimbomculann, fener hastalarının ortasında, belli etmemeye çalışıyor, kalın camlı gözlüklerle dükkana yeni cam taktıracaklar birbirleriyle il­ gilenmiyor, kalfası kaçmışlarla kasadarı para çalanlar araba alıp almamayı düşünüyor, araba alırlarsa branda da alacaklar, müşteriye surat edenin yevmiyesini kesenler küçücük bir azınlık, faturasız malı nasıl satacağını hesaplayanlar sigara dumanı ü flüyor, gençleri hoşgörenler, terbiye kalmadı diye üzülenlere anlayış gösteriyor, kararsızlar, ürkekler, cüretliler, sıkıntılarını atmışlar, işin içinden çı kamamışlar akşamları haberleri genellikle dinliyo r, Dallas'ç ı larla Şahin Tepesi tut­ kunlarının bir bölümü geceleri Morgan Fairchild'la yatıyo r, Hanedan'cılarsa tuvalete bile video larıyla giriyor, Ahu Tuğ­ ba'cılar gülmeden de sırı tabiliyor, öndeki üç kıza sürtünmeye çabalayanlar sadece uzaktan kesenlerin tepkisini çekiyor, süzenler, gözleriyle düzenlere yenik düşüyor, göz kaçıranlarla karşılık verenlerin anlaşmazl ığı büyüyor, siyasetten hoşlan­ mayanlar babadan particilerin çay parasını ödemiş, incecik bıyıklı incecik sesliler, kısacık traşlılar, o ryantal sakallılar ve çeşitli sürprizler, gerilip gerilip zıplayarak, ağlamakl ı taklidi sesleriyle okunmuş kasteleri avlamaya çalışan çocu klardan sıyrılıp akıyor, akıyo rlar. Milli maç ya da sokağa çıkma yasağı olmadığı için, kalabalık, vapurdan hemen çıkışta , karşıdan karşıya geçecekler, basit aktarmacılar ve hedefine varmışlar olarak bölünüyor. Birinciler durağa, ikinciler caddenin öbür tarafındaki dağıtım merkezine, ü ç ü ncüler birtakım sokaklara yönel iyorlar.

Birincilerle

ikincileri ayırt etmek için ellerine, gözlerine bakmak gerekiyor. Birincilerin elleri ceplerini, cüzdanlarını karıştırıyor, ikincilerin elleri serbest, gözleri karşıya dikili. Karşıdankarşıyacılar kısa bir süre , altgeçitçiler ve fırsatçılar olarak önemsiz bir bölünme 18

geçirdikten sonra, otobüs kalabalığına sövme, dolmuş sırasında üşüme ve birbirinin önüne geçmek için planlar yapma kuyru klarında yeniden uyumlu bir şekilde biraraya geliyorlar. Burada artık onları bir gün boyunca birbirlerinden ayıracak önem l i

alt-bölünmeyi

yaşamaya

haz ırlanmaktadırlar. . .

(Müzik ! ) O tobüslere yönelenler, n+l kuralının bilincinde , dışarıya kıçların sarktığı kapılara gönül rahatlığıyla hamle ediyorlar. 'Her zaman bir fazlasına yer vardır' kuralı dol­ muşçular için geçerl i değil. Sıkışılmadan o turulabilecek bir ön koltuk ayrıcalığına akılları takıl ı , sırayı uzatıyor, kısaltıyor, ona yay biçimi veriyor, üstünde durdukları setten taşıyo r, kendilerine kaç araba sonra sıra geleceğini kestirmeye çalışıyor, sıraları gelince, birbirlerine karşı hırç ı n , canlandırdıkları döngüye karşı uysal, yerlerini alıp arkaya kaykılıyor, yerle. şiyorlar. Ahi hoşgeldiniz ler, günaydın beyefendiler, merhabaaalar, selamlar, girince ayağa kalkılanlar, palto düğmelerini kapının dışında aç maya başlamışlar, askılıkta kendilerine veya pal­ tolarına yer arayanlar, bulamayanlar, masalarına oturduktan sonra soyunmaya girişenler, masaları ol mayanlar, evlad ı m ç ay getirler, evladım çayımı getirler, ban a bir ç ay getiri r m i ­ sinizler, poğaça istermisinizler, akşam fazla kaçırdıklar, bugü n erken başlayalı m , çok iş varlar, hemen radyoyu açanlar, ga­ zetelere sarılanlar, çantalarından öğlen için yiyecek paketleri , hatta sefertasları çı karanlar, çekmecelerine yerleştirenler, çantasızlar, tuvalete giden ler, hala evi düşünenler, akşam biyere gidecekler, müdürden önce gelmişler, yine geç kalmışlar, odalarının kapısını açık bırakanlar, başkalarının oda kapısını açanlar, kazağı patalonuna hiç uymamışlar, ay gömleğin ne güzeller, oğlum sigara allar, beyefendi geldi , çabuk bi çay ver de içeyim, şimdi çağırır beniler, vaay Beşiktaş'ın golüne haklar, vaay o tomobil vergisi erteleniyormuşlar, şuna bak , Aj da ha­ n'ıileymişler, kal d ı r gazetey i , herif şimdi gene gelip laf ede19

cekler,

e,

hadi bakalımlar ve telefo nlar.

Vapur artık kesin olarak unutulmuştur. Hepsi unutmuşlardır. O da onların bu vefasızlığını artık pek iyi bildiğinden , onları başından savar savmaz başkalarıyla sarmaş dolaş o lmuştur. " Onların kadirbilmezliğinin yanı nda benimki asla ihanet sayılmaz, bu sadece günboyu kaçamak , " der, kendini sulara bırakır. Telefonlardan haberi yoktur. Vapurcuların çoğu , vapuru en fazla telefo nla aldatırlar. Aslında herkes birilerini en sık telefonla aldatmaktadır. Telefon; çocuklar; Milli Piyango gibi, Ahu Tuğba gib i , " işim çıktı" gibi bir şeydi r. Paraya da biraz benzer. Çağdaş aracıların en ö nde gelenlerindendir. Kendisiyle doğrudan , hem de dokunarak temas kurulabil ir, böylece başka bir temasın aynı düzey ve yoğunlukta , aynı kesinlikte kurulması önlenir. Telefon gözlerin iptalidir. Yüz hatları değişimlerin e , gerilimlere , gizlemeye çalışmalara , belli etmelere karşı etkisi kanıtlanmış bir iksir; insanlara aşırtmalı mesajlar yollamanın bilinen en önemli kanalıdır. Telefonlar, Türk milleti dışındaki milletlerin insanları gib i , sınıflara ayrılmıştır. K i m i süslü püslü gösterişli , k i m i kibar ama yıpranmış, dahili ve harici kaç değişik numara eskitmiş soylu telefo n lar, işlevi her şeyin önünde tutularak biçim­ lendirilmiş, eğitilmiş, tuşlu burj uva telefonlar, lüks otellerin, eğlence yerlerinin hali vakti yerinde telefonları, numara de­ liklerinin kenarları kararmış , ahizesi aşınmış , boyaları mat­ laşmış , üstü pütür pütür o lmuş proleter telefonlar ve lumpen telefo n lar vardır. Sonuncular sokaklarda dikilir, muhatap oldukları herkesle dalaşır, onlara engeller çıkarır, huysuzluk eder ve sonunda mutlaka birilerinin gazabına uğrayıp kırılıp dökülürler. Ancak, bu telefonların , kendilerine devletçe tahsis edilmiş küçük hanelerde mazbut bir hayat sürdükleri ve el­ lerinden geldiğince hizmet vermeye çalıştıkları , buna karşılık ahlaksızgençlerin sırf ahlaksızlık olsun d iye o nların j eton 20

kutularını söktüğü, kordonlarını kopardığı, günümüzde birçok aklı başında insanın paylaştığı bir görüştür. Sözkonusu ahlaksızgençler, bilebildiğimiz kadarıyla, brandasız arabalara çizik atan fenaçocukların birkaç yaş büyümüş hali olup, kısaca it diye adlandırılmaktadırlar. Bu şekilde telef olan telefo n lar, doğal olarak, emeklilik haklarım da kaybetmektedirler. Zamanı gelince emekliye ayrılma, telefo nlar arası nda da geçerlidir. Emekli olan telefo nlar çoğunlukla müdürü n , amirin , beye­ fendinin odasından alınıp masasına özel telefon konacak yeni yükselmiş birilerinin yanına verilir ve ö ksüre tıksıra çalışmaya devam ederler. İnsanlar arası ndaki iletişimi kontrol etmede yetersiz kal­ d ı klarını günün birinde telefo nlar fark e tmiş ve yeni ku­ şakları n ı n boyca küçü k , cepte taşınabilir, o tomobillere ta­ kılabilir, her an çıkarılıp kullanılabilir nitelikte yetişmesi için seferberl iğe kalkışmış lardır. İ nsanların , hiç i tirazsız, hayat­ larının her alanını kendilerine açması karşılığında , telefonlar da birtakım j estler yapma gereğini duymuş, tek düğmeye basınca son çevrilen rakamları olduğu gibi tekrarlayan , meşgul çıkmış numarayı hafızasına kaydedip ç ı karana kadar ken­ diliğinde n arayan soru mlu ve inisyatifli tipler gel iştirmişler­ dir. Telefonu mahçup bir l ngiliz işadamının borçlusundan alacağın ı istemek üzere icat ettiği , çekingen gen ç soyluların duyguların ı açıkça i fade edemedi kleri kadınlara bu cihaz aracı lığıyla seslendikleri , 17. yüzyıl Avrupa'sı nda genç er­ keklerin cemiyet hayatındaki başarılarının telefon defterlerinin kalınlığıyla ölçü ldüğü bilinmektedir. Günü müzde de devam eden bu sevimli ve insancıl gelenek, telefonun, toplumsal hayatta kendine yerleş ik bir yer edindikten başka , kendine bağlı kurumlar geliştirdiğini göstermektedir. Telefo n defteri, bunlardan biridir. Bu da telefonun en az matematik, muhasebe ve anket kadar önemli bir şey olduğunu ortaya koyar, çünkü 21

nasıl matematik defteri, muhasebe defteri ve anket defteri varsa , telefo n defteri de varolmuştur. Oysa, örneği n , sevgi ya da aşkın insanlar için o kadar önemli olduğu iddia edilmesine rağmen , bir sevgi defteri ya da bir aşk def teri yoktur. Telefonun insan toplumuna etkileri saymakla bitmez. Bu etkilerin ön sıralarda yeralanlarından biri, i nsanları ikiye bölmesi olmuştur: İ nsanlar, tele fo nla bütü n gün haşır neşir o lanlar ile kendilerine telefo n edilmeyen ler, kendileri de te­ lefonla kırk yılda bir konuşanlar diye ikiye ayrılmıştır. Telefonla çok konuşanlar içerisinde , numaraları başkalarına çevirtenler üst grubu , kendi imkanlarıyla telefon kullananlar al t grubu oluşturur. Birinciler, bazı kaynaklarda, 'yok dedirtebilenler' olarak da adlandırılır. İ kincileri aradığın ızda alo diyerek hemen karşı nıza çıkarlar (bunları 'başkaları adına alo diye n ler' ve alo yerine birtakım şirket isimleri söyleyenlerle de karışt ı r­ mamak gerekir) ; b i ri ncileri aradığınızda genellikle "Bakalım yerlerindeler mi, toplantıdalar" falan d e n i r. Aradığın ı z kişi yerine telefonda karşınıza ç ı kan ses bütün bu sözlerden önce tabii size ilkin alo dediğinden (alo yerine şirket ismi söylenmesi bu gerçeği değiştirmez) , sözkonusu gru p , 'aloyu başkalarına dedirtenler' tan ı mıyla da anılır. Bilim adamları , telefon görüşmelerinin önemli bölümünü kapsayan bir şema geliştirmişlerdir. Bu şemaya gö re , poziti f v e nega tif görüşmeleri ayırt etmek mümkündür. Yüzyüze görüşmek için randevu istenen telefonla arama girişimleri pozitif, "Uğrayamayacağım, bari bi arayayım da sesini duyayım dedim"li görüşmeler negatiftir. Bu ikincilerden sonra, telefonla aramış olan, ahizeyi yerine koyarken genellikle, "Bu da tamam, b i d e fi lancayı arayayım da sitemden kurtulayım" gibi sözler eder. Telefo n , insanların gündelik hayat içerisinde birbirleriyle yakın ve açık ilişkiler kuramayış süreçlerine muazzam hız kazandırmış, modern hayatın vazgeçilmez bir aracı dır. Kişi 22

başına telefo n sayıs ı , tıpkı kişi başına televizyon dizisi gib i , b i r ülkenin gelişmişlik ölçüsünü belirten göstergelerden biridir. Bir insan karşıda dururken bir yandan ona ballı şekerli sözler söyleyip bir yandan da elinizle-kaşınızla ondan ne kadar hazetmediğinizi belirtme şansını yaratabilen başka hangi araç vardır? Aynı şekilde, aman e fendimli , görüşelim şekerimli bir ko nuşmanın ardından, ahizeyi güm diye vurarak yerine koyma ve küfür etme imkanını telefonsuz elde edebilir miydik? Bu çerçevede, surata telefon kapatma gibi seçkin bir kurumun o luşumunu uzun uzun anlatmak bile gerekmemektedir. Yalnız, telefon kapatma bahsi üzerinde biraz durmakta çeşitli yönlerden fayda vardır. Telefon kapatmak, telefon açmak kadar hüner isteyen bir iş olması nedeniyle konumuz açısından önemlidir. "lnsanın kiminle konuştuğu, telefon kapayışından bellidir" sözü boşuna söylenmemiştir, temelsiz değildir. Bu noktada hatırlanması gereken bir başka özdeyiş d e , "Bana telefonu nasıl kapattığını söyleyin , onun nasıl b iri olduğunu anlatayım " dır. Gülümsenerek edilmiş veda sözlerinin ar­ dından, karşı tara f telefonu kapadığı halde ahizeyi yayılmış bir ağız eşliğinde bir süre elde tu tmak , sonra usulca yerine koymak , hem konuşmanın içeriği hem de konuşan ve ko­ nuşulan kişiler hakkında bugüne kadar öbür masalardan gözleyenlere ne çok aydınlatıcı bilgiler sağlamıştır. Dirseğini bile masaya koymada n, telefonun üzerine uzanmış , her an kapamaya hazır halde konuşanlar da, hoşnutsuz suratlarıyla, izleyicilerine pek çok ipucu . . . n'aapmıştır. . . sunmuştur, değil mi çocuklar?

23

111. Bir Love Story'ye Giriş

Tuncay vapuru unutmuştu: Telefon kapatıyordu. Kapattı. Elini yassı-geniş şeklinden ö türü zor kavranan ahizenin üstünde bir süre tuttu. "Filmlerde," diye geçirdi içinden. Adam bir süre susup gerilim yaratır, sonra . . . lafını ediverir! � lafı ! pat diye ! Önemli ve çok vurucu bir şeydir söylediği. Sinema seyircisi daha önce benzer sahnelerde hep bu laflardan birini duymaya alışık o lduğu için kendini yaklaşan büyük ana hazırlamıştır. Adam , kıza kendisiyle, gururuyla oynanmayacağın ı , oy­ nanmaya kalkışılsa bile kendisinin buna izin vermeyeceğin i hem de bunu asla yapmayacağını ilan e tmiştir y a da şişma n , kırlaşmış saçlı, puro l u , aksesuarı v e davranışlarıyla zengin kötü adam tipini canlandırsın diye oraya konmuş herifin, filmi izleyenlerin gözlerini kamaştıran teklifini kesinlikle reddedip böyle bir şeyi asla kabul e tmeyeceğini , kendisinin ve guru­ runun , nasıl bunlarla oynanamayacaksa , satın da alınama­ yacağını belirtmiştir ya da 'prensip meselesi' o lduğu için uzun süredir bütün vaatlere rağmen kabule yanaşmadığı işe , hasta sevgilisine ameliyat parası bulmak için evet demiştir, filan. 25

lşte bundan sonra telefonu kapatır, gözleri sinemanın arka koltuklarına doğru bir yerlere dikilidir ve kısılmıştır, kaşları çatılmıştır. Eli bir süre ahizenin üzerinde kalır, so nra ağır ağır ve usul usul çeker elini. E l i , başına bir karış mesafe kalana kadar çok yavaş ilerler, "dilerseniz yeniden izleyel im" prog­ ramında gösterilen gollerdeki gib i , sonra birden bir hamle yapar, saçlarına yapışır. (O, filmin kahramanı, " bizim çocuk" ya da " adam" olduğuna göre , elini kırk saat telefonların üzerinde tutan ve pozisyonunu değiştirmeye üşenen bir uyuşuk izlenimini verecek değildir herhalde ; uyuşuk olsa filmin kahramanı olabilir miyd i ? ) Bu nedenle , ahizeden rötarsız kalkıp saçlara vaktinde yapışmak zorunda olan yan-aç ılmış elin parmakları, tam yeri ne geldiklerinde, parça arasında ritm değiştiren müzisyenler gibi , tırnak ucuyla işaretleşip harekete geçerler ve kahkü llerden ya da şakağı ufak ufak zo rlaya n bir-iki demetten işe başlayıp, alın üstünden arkaya ya da ku­ lak-üstünden geriye yarım-avuç taraması metoduyla ilerler, o lay mahallinde malum saçları havaya diker ve sonra saçlar eskisinden biraz daha kabarık bir toplu-görün tüyle yerlerine o tursunlar diye kafadan çekilirler. Bunlar genellikle sağ elin parmaklarıdır, sözkonusu olan da sağ eldir, çünkü fi lm kahramanlarının çoğunluğu , insanların çoğunluğu gib i , sağ ellerini kullanmaktan daha çok hoşlanı rlar, ancak solak fi lm kahramanları sol ellerini de kullanab ilirler, çü nkü fi lm snopsislerinde, senaryo larında, kahramanın hangi elini te­ lefonun üstünde bir süre tuttuktan sonra saçlarına götüreceği , saçlarını arkaya doğru karıştırıp taradıktan sonra başından çekeceği ve masanın kenarına dayayarak ağır ağır kalkacağı belirtilmez; bu önemli eksiğin giderilmesi , ülkemizde sinema henüz yükseliş dönemine erişmediğinden biraz daha zaman alacaktır, ama bu konunu n , arkalarında uzun bir tarih ve gelenek bulunan sinema merkezlerinde de yeterince aydınlığa kavuşturulmadan bırakıldığı , atlandığı bilinmekted ir, öte 26

yandan , filmlerde "adam" ya da "bizim çocuk"un biraz önce saçları nda gezinen eliyle ö teki elini masan ın kenarına da­ yayara k ağır ağır kalktıktan sonra ne yapacağı konusunda yeterince alternatif sunulmuş, herkesin bunlar arasından seçme yapabilmesine bile imkan sağlanmıştır k i , bu da si nemanın eğitici yanının bir olumlu sonucunu daha göste rmektedi r. Tuncay göz ucuyla okuduğu makaleyi bıraktı . Ellerini masanın kenarına dayayarak ağı r ağır kalkacakken vazgeçti. "Yoksa iyice fil m gibi o lacak , " dedi içinden. Masasının üstüne baktı. Küçük teyp, kulaklık , kordonu , dağınık kağıtlar, daktilo , dolu mu dolu tablayla masas ı , hiç de fena bir dekor unsuru sa­ yılmazdı. Gözlerini kaldırdı. Karşı masada Rıfat, haldır huldur bir şeyler yaz ıyo rd u . Sağında solunda her gün binlerce kez merhabalaştığı , laf atıştığı , birkaç kez kavgalaştığı , kimisine hiç önem vermediği , kimisine daha az ö nem verdiği pek çok baş , çeşitli . yö nlere oynuyor, başlardan tamamen bağımsız birtakım kollar, eller, omuzlar, o günkü açıl ma-uzanma­ sallanma-kapanma-ti treme-durma istihkaklarını doldurmaya çabalıyorlard ı . Bir süre hareketsiz durma k , öylece bakmak istedi. Ama o lmazdı . Ü f; her zaman ne çok işi vardı . Bantları çözece k, yarı n için yaz ısını yazıp verecek, akşamüstü de bir görüşme için daha önce randevu almış olduğu mühimadama gidece kti. Bunu yalnız o ve şefi biliyordu. Gideceği kişi ö nemliyd i . Önemli olduğu için Onunla görüşmek de önemliydi. Tuncay'ın Onunla görüşmesi olay olacaktı. Çünkü yakın çevresinde pek çok kimse Onunla görüşemiyordu. Sokaktaki insanların zaten Onunla görüşmeyi akıllarına bile getiremeyeceği açık değil miyd i ? O n u n d a masası herhalde dağınıktı, çalışma odasının -evin caddeye bakmayan tarafında bir çalışma odası vardı mutla­ ka- duvarlarını kaplayan kitaplıklar kitap doluydu ve O da -mutlaka . . . herhalde- bu akşamüstü kendisiyle görüşüleceğini 27

düşünüyor ve neler sorulursa neler söylerim diye kafa yo­ ruyordu . İçinde mutlaka birtakım antika ve değerli eşyanın bulunduğu çalışma odasında büyük bir koltuğa gö mülmüş bir şey okurken belki ya da koskocaman çalışma masasının başında, önündeki kağıda bir şeyler karalayarak. .. kağıt kuşe falan olmalıyd ı , köşelerinde Onun ismi basılı , kalemi de çok iyi ve pahalı bir markaydı herhalde . Tuncay kendi kalemini yokladı , elini ceketinin iç cebine atıp. lç cep mühim bir mekandı . Pahalı kalemler ve başkalarının otlamasına açık olmayan yabancı sigara paketleriyle, aslında pek değeri ol­ madığı halde çıkarılırken karşıdakileri bekle tip gerilime sokmakta yarar görülen kri tik malzeme burada bulunurdu . Tuncay ceketsiz gezmezdi. Ceketle ciddiyet sadece kafiyeli olmakla kalmayıp daha deri n bir içsel bağlantıya sahiptiler ve halen de sahiptirler. Tuncay' ı n görüşeceği mühimadam şüphesiz sadece ceket değil takım elbise giyiyord u. Ama zırh bile giyse fark etmezdi , Tuncay nasıl olsa Onu konuşturacak, söyletecek, ağzının iki ucunu -nasıl beceriyorsa- yanaklarından dışarı taşırarak gazeteye geldiğinde , "Tamam" , diyecekti. "bu iş bu kadar" . O söylemese bile Tuncay sorar, O hayır demezse, açıkça reddetmezse O söyledi diye yazard ı . Tecrübe l i b i r muhabirdi Tuncay. O mühimadam bunu biliyor v e kendisinin sahip olduğu önemin bir kısmını, görüşeceği genç ama tec­ rübeli gazetecinin amansız soru larına hazırlanmak için çaba harcayarak feda ediyor, önemini bozdurup dakikalara bölerek, bunlardan bir bölümünü tereddütsüz harcıyordu , dolayısıyla bu işe önem veriyordu , hem de zaman birimi üzerinden. Yani ölçülebilir bir önemdi bu ve ölçülemeyen şeyler çok kötüydü , çünkü sadece ortaya çıktıkları anlarda dünya üstünde hayat içinde bir şeyleri etkiler, sahiplerine onur kazandıracaklarsa o sırada kazandırırlar ve başka zamanlara ve ortamlara en azından o anki güçleri, hacimleri ve şekilleriyle yansıtılamaz , aktarılamazlar, dolayısıyla kimsenin haberi bile o lmazdı ; ve 28

herhangi bir yaşantı haber olmadı mı özel kalır, kişisel kalır, tatl ı , güzel gibi sıfatlarla anılabilir, ama c ü rmü kadar bile yer yakmaz ve belirli birkaç kişi dışına yayamadığı etkisiyle unutulur giderdi. Mesela o , kimsenin günlerc e unu tmadığı haberler ç ıkara­ bilen Tuncay, üzüntüsünü , şefkat ve ihtimam ihtiyacını öl­ çülebilir büyüklükler haline getirip eş dost ve yakın çevresine dağıtamasaydı ne o lacaktı? Küçük, şirin , sevimli bir şeyken rastlayıp, karısı olacak kıvama getirdiği kız onu terk etmiş gitmişti. Tuncay'ın, değiştiremediği bu durumu yeni atılım­ larına fırsat haline sokması , üzüntüsünü geçerli ve gerekli frekanslardan dışavurmaksızın mümkün olabilir miydi? N e kadar üzüldüğünü söylemezse n , üzüldüğüne bile kimse inanmazdı. "Üzüldüğümü biliyor musunuz? " gibi.bir soruya , bu nedenle cemiyet hayatında yer yoktu. Ama " N e kadar üzüldüğümü biliyor musunuz? " sorusu için durum böyle miydi? "Ne kadar" deyince akan sular dururdu . Çünkü ne kadar'ın cevabı ölçü lebilir bir büyüklük o labilirdi. Tuncay bu ölçümler için her gece lokale gitmişti . N e kadar içerse gözlerinin kırmızımsı çizgiler haline geleceğini iyi kötü kestirebiliyordu . Ama o zaman da gözleri mu tlak ve soyut sarhoşluk dalgalarından başka bir şey yayamaz oluyorlardı ve bu durumdayke n , erkeklerin kadınlarla ilgili konularda nadiren gözüküp kaybolan duyarlılık halkalarına isabet kaydetmeleri güçleşiyordu. O çok güvendiği gözleri , her akşam belli bir saatten sonra devre dışı kalıyor, Tuncay'ın çevresine buğulu dumanlı hüzün havası sarma operasyonunda ken­ dilerine yüklenmiş görevi yerine getiremiyorlard ı . Tu ncay bu hesabı yapamamıştı. Üstelik sorun olan yalnız bu hesap değildi. Tuncay, operasyon alanı ve hedefleri bakımından çok kişili masalara ihtiyaç du­ yuyordu ve her gece üstünde ne yazdığına bile zar zor bakarak ödediği yüklü hesaplara para yetiştiremez olmuştu. 29

Çevresi, zor günlerinde insanı yalnız bırakmayan dostlarla doluydu. Her gece onunla o turuyo r, o anlattıkça dinliyorlar, hatta zaman zaman omzuna dokunup sırtını bile sıvazlı­ yorlard ı . Cacık bitince biri , haydari tüke n i nce öbürü , ka­ vurmanın d ibini ekmekle sıyırdıktan so n ra da bir başkas ı , kalkıp kalkıp gidiyorlardı. N edense , en son karşısında kalanın " Hadi seni evine götüreyim" gibi dört basit kelimeyle gecenin sonunu ilan etmesi, Tu ncay'ın " Rica ederim n'olcak" denerek bindiriMiği taksiden eyval lahını ağzının içine faya yaya , harfleri biraraya getirip hizaya sokamaz halde inişi, hüzünlü akşam ayinlerinin kapanış sahnelerini oluşturuyordu. Uzun süre vaktinde uyanamamıştı Tu ncay Sabahları göz­ lerini araladığında, akşamın c;ayır cayır kabarıp sönen bulantı dalgalarıyla yeniden yüzyüze gelmişti . Sendelemesine aldırış etmeden, terliksiz merliksiz onu mutfağa sürükleyen susuzluk, suyla bastırı lmaya çalışıldığında dalgaları daha da azdırıp kudurtuyord u . Onlar da Tu ncay' ın yatmadan son bir gayre t çıkarıp yatağın dibine attığı gömleğin i sırılsıklam , elbisesini buruş buruş ediyorlardı. Tuncay kendini güç bela yatağa atıyor, yarı oturmuş yarı uzanmış halde, ağz ında acı-ekşi bir pas tadıyla , çaresizce , olanları izliyordu. (Türk yazar ve edebi­ yatçısı , sarhoşumuzun sabah uyanma sahnesine bu "pas tadı" unsurunun katılmasına kuşaklar boyu özen göstermiştir. Anısına saygının alçakgönüllü bir ifadesi olarak zi krediyo­ ruz . ) Tuncay, sonunda yatağından gerine gerine kalkabildiğinde , ilk iş pantolonunu bacağına geçiriyor, traşını olurken gözlerini açıyordu. Traş hata kabul etmezdi. Buna daha baştan karar vermişti. Durumunu traşına yansıtmayacaktı. Traştan sonra , üzüntüsüne yeniden dönebilirdi. Hem belki bu sayede üzüntüsü güzel kokabilirdi. Böyle de yapmıştı. Her gün. Bazen, kafa karışıklığı ve baş dönmesinin de etkisiyle -başı, döndüğü için, haliyle karışmıştı- yumurtasını fazla kaynatmış , acılı 30

günler yaşadığı için iştahı kalmaması gerektiğinden, kahvaltıda yalnız dört dilim ekmek yemiş, üzüntüsü o nda küçük şeylere kafa yoracak heves bırakmadığı için bir gün önce giymediği gö mlekler arasından o günün muhtemel akışına göre en uygununu seçip giyerken fazla özen göstermemiş, aklı, kaçıp giden sevimliliğe, yenilgisine takı lı, gözlerinin ö nü nde güya soru mluluklarını bil mese kendini hepten bırakıp dağıtmaya hazır bir adam, aynaya bakarak, ve bu nedenle kravatını düzgün bağlamayarak . . . Düzgün bağlamamak için çaba harcamış olmasa bile , kravat düğümündeki çarpıklığı derhal fark ederd i . Birkaç kez dü­ zel tmeye kalkmış, ama eli-telefonun üzerindeki gibi- kra­ vatının düğümünde, bir süre aynaya bakakalmış, " Dalgın ve üzüntülü olduğum için baştan düzgün bağlayamamıştım, şimd i , başka insanlar görecek diye düzeltirsem kişiliğime haksızlık etmiş olurum , bugü nlerde böyleyim, ne yapalım" diye düşünmek gerektiğini düşü nmüş ve ardından , "Bırak ," demişti, "dağınık kalsın . " Bu fıkrayı çok severdi: Adam kelmiş, dört tel saçı varmış , kalkmış be rbere gitmiş, berber saçını tararke n , önce bir teli kopmuş , sonra ö teki . . . işte her neyse , adam, "Bırak" demiş, "dağınık kalsın." Tuncay'ın saçlan gürdü. Aynanın içinde, arkalardaki bir yeri daha net görmek isterce eğilip gözlerini dolaştırıyordu. Kel olmak kötüyd ü . O kel değildi. Rıfat'ın saçları şimdiden ·dökül meye başlamıştı. Aynı yaştaydılar. Ama Rıfat zaten . . . öyleydi işte . Ona ne lazımdı gür saç falan? Her akşam evine giden bir adam . . . Elini cebine attı. Cebinden iki 5000 lira , bir 1 000 lira, iki 500 l ira , bir de 1 00 lira çıktı. Yatağa o turdu Tuncay. Çalışıyor, d i d i n iyord u , e n kal i tel i işleri hep -korodakiler " Heeep s e n , heeep s e n " d iye bağırıp kesekağıtları patlattılar- o yapıyordu, kendini kabul ettirmişti artık; yine de aldığı para öyle aman aman bir şey değild i. işini sevdiği için fedakarlık etmiş, uzun süre ses ç ıka rmamıştı , ama artık vakti gelmiş t i , gidip şey 31

diyecekti. " Dü n gece . . . iki şişe 35'lik, peynir, e t de yoktu , ü ç kişi . . . " diye hesaplarken hatırladı: "Her gün böyle m i hatırlayacağım? " Taksi parasını yine o vermişti tabii. "Anlamıyorlar, " dedi . N e kadar üzüldüğünü kimseye anlatamıyorc;lu . " Zaten üzüntüler böyle değil midir? lnsam sarar, sıkar, kulaklarım parmak arasına alır, usul usul oğuşturarak kızartır, kollarım bacaklarım avuçlar, bel hizasından parmak gezdirerek huylandırır, boğazını kavrar ve dört duvarı gitgide birbirine yaklaşarak insanı sıkıştıran bir hücredeymiş hissine kapıl­ masına yolaçar, insan can havlile kendini yukarı doğru fırlatıp kurtulmak ister de, beşi nci duvar, 'beşinci'liğin 'kader'le klasikleşmiş senfonik bağını çağrıştırırcasına üstten gelir, bir asansör gibi iner ve zemin katta durur; bu beşinci duvar ta­ vandır. Kahramanımız işte böyle üzüntüler yumağı içersinde, düştüğü örümcek ağından kendisini kurtaramayan soylu bir sinek gibi çırpınır. Ama üzüntüler, aynı zamanda güçlü düşmanın müstemlekesine girerken içtiği o iksirden tıka basa yalayıp yutmuş, birer görünmez adam olmuşlardır ki, heyhat, onları sadece kurbanları tadar, bilir, görür, kavrar, hisseder ve ilh. Yanıbaşımızda duran hayat arkadaşlarımız dahi kimi zaman kolları arasında boğuştuğumuz canavarı görmez ve biz ihtilaçlarımızı mağlup e tmeye gayre t sarf ederken onlar köşelerinde kahvelerini yudu mlarlar, üstelik bazen insanı isyana teşvik edercesine, 'Hüüüp, ne güzel olmuş, elinize sağlık' diye memnuniyetlerini ifadeden imtina etmezler, " dedi Yakup Kadri. Tuncay, yakın dostlarının kendisine karşı davranışlarında zaman zaman bir isyana teşvik unsuru buluyordu. Oysa ortada isyanı meşru kılabilecek bir durum yoktu , çünkü Tuncay'ın şimdi öldüğü için badem gözlü olan ilişkisi , bu ilişkinin ölümüne üzülmesi beklenenlerce, olsa olsa, " Şekerim bu akşam gecikeceğim" telefonları halinde yaşanmıştı . Ya da hiç ya32

şanmamıştı . Tuncay tarafından bile ne kadar yaşandığı belli o lmayan bir ilişki artık yaşanamıyor d iye bunca adam, işini gücünü , yaptığı işin ayrıcalıklı ve keyifli bir iş olduğunu ispata yarayan iş sonrası ayinlerini bırakıp niye üzülsün d ü ? Sonra , Tuncay'ın üzüntüsü h e r akşam herkese içki masaları do­ natmaya yaradığı sürece, bu üzüntünün bitmemesi herkesin, haliyle , işine gelmez miyd i ? Bunda ülke çıkarlarına veya mevzuata aykırı ne vard ı ? Üstelik yakın dostları Tuncay'ı teselli etmek v e o n a gerçekleri gösterip kabul ettirmek i ç i n ellerinden gele n i yapmıyorlar mıydı ? Mesela bir gec e , Tu ncay' ın yine kapıdan nasıl girip yatağa nasıl yattığın ı hatırlaya madığı bir sırada , o hiç fa rk etmeden nasıl odasına sızmışlar ve onu uykusu ndan uya n­ dırmadan teatral te lkinlerde bulunmuşlardı. içlerinden ikisi gazetelikteki Erkekçe dergilerin i alarak pankart gibi kaldırmış, uygun adım yürümeye başlamışlard ı ; 'bir-kii-üçç' gibi 'Eerr-keek-çee' d iye bağırarak. Sonra hepsi birden d iva n ı n üstüne çıkmış , sessiz bir ro l paylaşımından sonra d ekorsuz kostümsüz oynamaya koyulmuşlard ı : - Selmin b e n i bıraktı gitti. B e n şimdi sevdiği fakat anlaşa­ madığı şirin kızdan olmuş, üzüntülü ve başarılı bir gen ç gazeteciyim. N e yapacağım , ne kadar üzüldüğümü kiml ere nasıl anlatacağım? - Evladım , bir lunaparka git, idman yap, buna i htiyacın o lacak. Hem bu kadar içme , gözlerinin feri solacak. - Kimlere gitse m , nasıl e tsem . . . - Lunaparka gideceks i n , elektroni k tü feği alacaksın , daha ö nce suratsız herife para vereceks i n , ekrandan geçip geçip seni kışkırtan o elektrikli ayıyı vuracaksın. (Bu arada şişmanca, uzun boylu , kızarık burunlu, briyantinli beyazlaşmış saçlı , gösterişli bir adam girer. Geçkin ama çapkın delikanlı edasıyla hafif gülümsemektedir. Ko ltuğa oturur. Otururken panto­ lonunu iki dizinden hafi fçe çeker, buruşmasın diye. Bir l n 33

gilizce dergi açar, derginin içine konmuş Tommiks'i okumaya başlar. ) Bak, inanmazsan Şefik Rıza Bey anlatsın sana . Kaç senelik gazetecidir, nerede ne vurulacak bilir. (Şefik Rıza Bey o kuduğu dergiyi katlar, bu durumda derginin i çindeki Tommiks de katlanır, yerinde doğrulur, gülü mser, bir s igara çıkarır. ) - .Lunaparakta ayıların buunduğu bilinmektedir. (Sigarasını yakar. ) Bunların bir kısmının elektrikli-elektronik oyunlar içersinde yeraldığı müşah . . . gözlenmektedir. Sözkonusu ayının bir sırtında, bir midesinde, yani dıştan bakıldığı için karnında denmesi icabeder, bir karnında ve her iki omzunda birer tane olmak üzere toplam . .. (parmaklarıyla sayar) toplam beş . . . (duraklar) . . . toplam dört tane deliği vardır. Burada delikler, vurulacak nokta , hedef noktası manasındadır. İşte onları görmek, seçmek gerekmektedi r. Bu deliklerin bulunmasını kolaylaştırmak için etraflarına kırmızı halkalar yerleştirilmiştir. Bizim zamanımızda elektronik ayılar yoktu. Nerede o eski Bayramlar, Direklerarası , siz o günleri bi lmezsiniz. Yine de ayı konusunda bol şanslar. - Şefi k Rıza Bey'e teşekkür ediyor ve m ikro fona yine ken­ dimizi davet ediyoruz . lşte o kırmızı halkalardan, yani de­ l iklerden birini vur, bak göreceksin, ayı ayağa kalkacak, sana başka bir hedef noktasını açacaktır. Orayı da vurursan, bu kez yan dönüp başka bir noktayı açacak ve bu, verdiğin parayla elektronik ayıyı vurma makinesinin çalışma süresi ne kadarsa o süre dolana kadar böylece sürecek, ama sen de sonunda vakit bitti diye hiç hayıflanmayacak, ne kadar çok vurdum diye gururlanarak çarpışan arabalara binen kızların bacaklarını seyretmeye gidebileceksin. (Oyunun bu kısmında kıssadan hisse ç ıkarılacaktır. Bu amaçla bir muhasebeci ve bir nur yüzlü i h tiyar içeri girer­ ler. ) - Kıssadan hisse ç ı karı lacaaak ! Çıkar ! 34

(Muhasebeci konuşu r: ) - Karısı gitti diye üzülen adam ların üzüntüyü çevreye teşmil için açtıkarı hesaplar ve içten pazarlıklarda hisselerden vergi alınmaz , dolayısıyla matrah sayılmayacak miktarların deftere aynen geç irilmesinde sakınca yoktur, vergi artmaz, yani bu o layda bana ihtiyacınız yok. - O halde , işte , sayın seyirciler, nur yüzlü i htiyar karşı­ nızdaaa ! - Elektrikli ayı hikayesinden maksat şudur evlat: Erkeklerin acıma-salgı mekanizmalarını harekete geçire n , ayının üs­ tündeki kırmızı halkalı delikler gibi noktalar vardır. Bunlar bir içki masası gecesinde genel likle bir-iki kez aç ığa çıkar. O sırada atış yapacaksın. O zaman senin ne kadar üzüldüğünü anlarlar ve, " Zo r tabii , ne yapalım, daya nacaksın işte" gib i , "Senden bize ne? " anlamına gelen laflar etmeyi bırakıp, sana yakınlaşı rlar, şan-şö hret-mevki-para düşkünlü kleri, kıs­ kançlıkları bir anda sona erer, ayaklanan insani hiseri seni şefkatle sarar ve, " Sittiret lan, ortalıkta başka karı mı yok? " diye sevecen seslerle mırıldanır, kelimeleri nin her birini rakıya banarak sana yemeklerden sonra ü ç , yemek aralarında birer tane o lmak üzere yuttururlar. Sen de herkesin önünde kusup rezil olacağım kasılmasıyla kendini çatlatırca sıkar, taksiye atılıp eve gö türülüşün işye rindeki arkadaşların arasında sa­ bahların bir numaralı laklak malzemesi olurken zor bela uyanır, işe geç kalır, müdürlerinin gözünden düşersi n . Tuncay kapıdan çıkıp taksiye . . . Tuncay kapıdan çıkıp o tobüse (parasının kalmadığını yukarda öğrenmiştik) atladığından, tam bu noktada bir pa­ ragraf yapılmıştır. O da paragraf yapmayı çok sever. Paragraf yapmak bir işin bir kısmını tamamlamış olman ı n biçimsel i fadesidir çünkü. O fikir bitmiş, başka fikre geçilmiştir. Röpo rtaj ların içine 35

çeşitli fikirlerin yerleştirilmesinde gerekli ustalığı nasıl da kapmıştı ama birkaç ayda? Yine de ona hiç aferin dememişlerdi. Çünkü onun çal ıştığı meslek loncasında hiç aferin denmez , o rtada a ferin gerektiren bir durumun varo lduğunu kötü bir şey söylenmeyişinden anlamak gerekirdi , eğer kazara a ferin denecek o lursa da, aferin diyenin , aferin denene karşı, ona a ferin diyecek bir konumda bulunduğunu göstermek için kullanılırd ı . Salih Abi ne iyi adamdı , diye geçirdi aklından . G eç e n ay Öbürkent'e gittiğinde , iş için gittiğinde , ç ü n k ü o ancak iş için giderdi , öyle haybeden gi tmezdi ; bir de tatil yapa rdı ama o zaman Öbürkent gibi yerlere deği l , daha bir, ne biley i m , Bodrum'a falan giderd i , neyse , Öbürkent'e iş için gittiğinde . Salih Abi . . . -Öff, o tobüsü n içi ne fe na kokuyord u ; i m k a n ı y o k h e r sabah otobüsle gelin mezdi i ş e - Sal i h Abi'ye uğramıştı . Kapıdan öyle bir girmiş ve "Se lamlar beyler ! " demişti ki, masaların ı n üstündeki kağıtJ.ara daktilo lara gö­ mülmüş aferincilerin hepsi ona bakakalmışlard ı : O şimdi yü kse klerde . . . heh hee . . . Kapıdan girmeden önce , omzuna astığı parlak derili çantanın vücudunun ne kadarl ık bir bö­ lümünü içerdeki kızları n bakışlarından saklayacağını he­ saplamaya ve vereceği selamda elini ne kadar yukarı kaldırıp parmaklarını ne şekilde açacağını tasarlamaya vakit bulabiliyor, ağzının simetrisizliği yamukluk, çarpıklık değil, belki asimetrik ama estetik, çünkü tek kaşı da hafi f yukarda: görüntü un­ surlarının karşılıklı dengesi -o şimdi hafif yukarlarda bir yerde , kapıdan gi rmek için eğilmesi gerekiyor sanki. Kapının onun rahatlıkla sığabileceği kadar geniş ve yüksek oluşunu görmenin anlık şaşkınlığını derhal atlatmayı bece riyor, merdivenlerin son bölümünü zate n iyice yavaş çıkmış ; " Selamlar Beyler"in soluk, sıradan bir tını, "Dışarı çıkıyorum abi, bir şey aldıracak mısınız ? " gibi bir sığıntı olması tehlikesi: Mazallah ! Onun için: " l hım-ıhım ! " . Ama o da öyle paldır küldür deği l ; omzunda çanta askısını düzeltmeden az önce, bu kez telefondan değil , 36

yanında salladığı ko lunun ucundan kalkan e l i kahkülünü arkaya atıp kulağının üstündeki telleri akortladıktan az sonra. Ve ardından içeri dalış: "Selamlar beyler ! " isabet tamdı . Bütün başlar kalkmıştı. Bir sürü kadının da bulunduğu bir salona neden 'beyler' diye hitap edildiğine kimse takılmamıştı ; her şey Çok-Amaç lı Davranışlar Tüzüğü'ne uygundu. Önce "Vaaayy, " dediler, " kim gel m iş . " Ard ından: "E, tabii , o ralara gidip manşetlere çıkmaya başlayınca bizi aramaz oldun . " Salondakilerin hepsi bunu paylaşıyor gib i , yine de " N 'aber lan , ha? " lar, sı rta vurmalar, omuz tu tmalar, öpüş­ meler. . . Herkes Tu ncay'ı bir kere öpüyor, ona " N 'aber la n ? " d i yor, böylece k e n d i s i d e manşete ç ı k m ı ş kada r o l u y o r ­ du. Karşılama seramonisi, tecrübesiz bir gencin mesleği nin gereklerini henüz kavrayamamış oluşu yüzünden , bir ara kısa bir kesintiye uğradı. Pencere tarafındaki masalardan birinde o turan genç, o güne kadar o salona girip çıktığı belli olması n, herhangi bir eşya onun yüzünden yerinden oynamasın, henüz hak kazanmadığı bir davranışa cüre t etti denmesin diye tu­ valete bile gitmiyor, iki saatlik soluğunu d ışarda alıp içerinin havasını eksiltmemek için çaba harcıyor, gün boyu konuş­ mamaktan ötürü boğazında düğümlenen tükürüklerle birlikte yaşıyordu , ama o sırada nasıl olduysa boş bulunmuş ve öğleden be ri kendisine diş gösteren, zaman zaman da uzanıp hart diye yanağını, e nsesini ısıran güneşi camdan d ışarı atmak için jaluziyi kapamaya kalkışmıştı. Eylemli olarak. Tam j aluzinin düğüm atılmış iplerine elini uzatmıştı ki, kitaplık tarafı ndaki iki büyük masadan birinde oturan, beyaz gömleğinin kollarını kıvırmış , kravatını gevşetmiş, saçları parlayan esmerce adam haykırd ı : " Kapama onu ! " Kuru sıcak ışık demetinin içinde terleyen , kollarını sıvamamış, kravatını gevşe tmemiş genç , kapatılamayan jaluzinin kutsal düğümüne son bir kez göz

ucuyla baktı , başını hemen çevi rd i . Tam karşı larındaki kız lisesinin teneffüs zili çald ığı sırada ayağa kalktı. El sı kışa n , öpüşe n , sırt sıvazlaya n , şakalaşan topluluğun yakınında ve dışı nda bekl emeye koyuldu . Kimse n i n b i rbirine "Ulan , sen n e gıcık herifti n , b i r kalemi n i b ile ve rmez esirgerd i n , beni bir kere sokağın ortasında kale msiz bırakmış gitmişti n " ya da " E n samimi arkadaşlarımla aramı bozd u n " ya da "Şefi n gözüne girmek için benim bul duğum konuyu a l ı p gitti n , yazd ı n , gıkımızı çıkarmad ı k , b i teşekkü r b i l e etmed i n " ya da "Şu radyoyu sonuna kadar açar, beni çalıştırmazd ı n , şimdi gittin de rahatlad ı m " ya da "Sırf eziyet olsun diye akşamüstü son dakikada bana iş çıkarırd ı n , şimdi çoğunlukla adam gibi bir saatte işten çıkabi l iyo rum , senin işkencenden kurtulmuş olmam bile nimet" falan demediği , he rkesi n "Ay ne iyi oldu" anafikri taşıya n söz leri havaya saçarak bir şenlik manzarası yarattığı topluluk bütün bu sözleri masaların arasında ol uşmuş kağıt tepelerinden birinin yanında, yerde, üstüste yığılı bırakıp dağı lırken b irinin aklına gel d i ve yeni geleni merak üzerine az hayranlık konmuş bakışlarla izleyen genci kolundan çekip, "Bu da Ekrem'imiz, stajyer, iki ayd ı r burada" diye tanışt ı rd ı . " Merhaba kardeşim . " Tuncay, helal olsu n , o n c a yüksekl ikten e l i n i aşağı lara uzatıp çocuğun elini sı kmayı becermişti. "Merhaba ah i, hoşgeldiniz . " "Ekreeem, ş u elektrikli şeyi tak d a b i r sıcak s u yapa l ı m , bi nescafe i kram edelim Tu ncay Bey'e . " A l t a n B e y iki e l i n i ensesinde birleştirerek arkaya kaykılıyor, eğilerek çalışmaktan yorulmuş adam, sırtını rahatlatıyor gererek, sonra kollarından birini seçip yana aç ıyor, parmakları bitişik, eli açık, DP' n i n Yeter'i gibi , ama yatay duruyor, Altan Bey elini uzatıyor, hareket "Buyru n o turun" hareketi . Tuncay, Altan Bey'in erken gelen a tağın ı karşılama sorunuyla meşgul . " (Altan ahi, alça k , bize bey ded i , kibarlık gösterileri yapıyor, ikram edelim, diyor, yabancı muamelesi çekiyor, ne demek istiyor, 'bizim için senin 38

beyliğin hikaye' mi d emeye getiriyor? ) Aman Altan Abi , niye öyle bey falan diyor, buyur ediyorsun, hem ben yabancı mıyım, yani sizin yanınızda ne haddimize . . . " " Sen önemli adam oldun artık oğlum. Bak kaç kere ge ldin Bukent'e , ilk uğruyorsun. Neredeyse bir sene olacak buralardan gidel i . " Gözleri çevreyi tarıyor. Sessiz bir onay bütün köşe­ bucaktan gürül gürül yüksel iyor. Tuncay kıpırdanıyor. Zaten durum tersine döndü. Kapıdan Giriş'ten bütün hakemler tam puan verdiler, sonra , Altan Bey beraberliği sağlayıp arkada n dolanarak iki puan ald ı ; ve hala kızlardan hiçbiri sc rmad ı , neden sadece 'selamlar beyler' , b i z yok muyuz ayo l burda , gülücükler, hala olmad ı . Bütün umut son kalanda: N ilüfe r yerinden kalkmadan başlamıştı gülü msemeye (ayrı ntılı bilgi aşağıda) , gü lümseyerek ilerledi ve işte: "Aş­ kolsun Tuncay, niye sadece 'beyle r' ayol, biz yok muyuz burda yan i ? " Hah haa. " Kızı m , ağız alışkanlığı işte , seni mi u n uta­ caktım yan i selam verirke n ? " Çapkın sen i i i . Öpüşüyorlar. Yanakta n . Olsun. Doku nma dokunmadır. N i l ü fer gösterip de vermeyen c insindendir, seni gid i i , ama hiç bell i olmaz, değil mi N ilüfer, belki şimd i , belki gelecek sefer? . . . Ha? "Tu ncay, Başkakent pek yaramış sana valla. " Ne? Biz ikiyüzelli gram akide şekeri isterken kiloyla lokum mu ge liyor yoksa ? " N ası l yan i ? Buradayke n iş yok muydu bizde? " Cevap yok. Ama olmaması en doğrusu galiba; neme lazım. "Tuncay, kusura bakmazsı n di mi -her yakın laşma iki-adımını bir uzaklaşma adımı izlemelidir- acil bir iş var da -Altan Bey'e bakış: Kız hem güzel, hem de işini, sorumluluğunu biliyor- hemen hallederim -birtakım işler artık benim için 'hemen halledilebil ir' türd e n , iki dakikada 'atıveriri m' , en ö nemlis i , b a z ı işleri nasıl yapa­ cağıma artık ben karar veriyorum , gördüğü n gibi- son ra konuşuruz -bende ısrar edebi lirs i n , et bakalım, ne görecek­ sin- olur mu? -bak, sana da seçme şansı bırakıyo ru m , çünkü güvence işaretlerimi aldım bile, bana artık isteği ni bir daha 39

belirtme bakalım sıkıysa . " Gülüş. " Tabii tabii sen bak işine -ben de biraz plan yapayım, hem hepimiz meşgul insan larız , işlerimiz var, bunun için önemliyiz ya- ben birazdan yanına gelirim -rezervasyon - " Bakış trafiği masalar arasında n , başlar üstünde n , omuzlar yanından akmaya başlayabilir artık, zemin hazır. Tuncay, elinde sigaras ı , koltukta arkaya kaykılmış, Altan Bey' i n masasının ö n ü nde, aralarına bir küçük sehpa almış duran ve yıllardır "Bu salo ndaki en önemli adam bu masada oturmaktadır" levhası yerine kullanılan iki büyük koltuktan biri nde, anlatıyor " Zo r be abi " , gülüyor " Sahi mi abi yahu? Peki falanbey ne yapıyor? -Önemli adamların hayatımda yeri var, bayramda tebrik bile yollarlar, benim gib i , onların hatırını sorabile n , özel birtakım alışkanlıklarım sürdü rüp sürdürmedi kleri n i merak edebilen , on ları özel yaşantısı nın b i r parçası haline getirebilen kaç kişi var şu memlekette ? - " Bakışlar, ileri ! Hede f N il ü fer. N ilü fer'den dönüş trafiği o kadar kalabalık değil . Arasıra . Gerektiği kadar. Ö l ç ü önemlidir. Takvimlerin arkası nda bile yazar, 'kararınca koyun' diye. İnsanlar bakışıyor: Talep sınırsız; araçlar ölçülü. N ilüfer'in bakışları Tuncay'ınkiler kadar kolay çıkamıyor yola. Önce hazırlanmaları gerek; sarınıp sarma­ lanacaklar, yan larında iki koruma olmada n adım atmazlar. N ilüfer'in bakışlarının korumasını yıllardan beri Masumgülüş timleri üstlenmiştir. Masumgülüş, Kerime N adir'e gö re ger­ çekten masumdur, çünkü evlenmeden olmaz'ı doğas ı gereği içe rmektedir. Muazzez Tahsin'e göre bu gülüşlerde işveli bir tara f vardır ve bunu saklama çabası masumiyet katsayısını artırarak erişilmezlik cazibesine katkıda bulunur. İ ngiliz düşü nürü Barbara Cartland'a göre işve unsurunun varlığı masumgülüşün safiye t i n i ,

yoğun luğunu

hiçbir

şekilde

azaltmaz , niteliğine zarar vermez , bilakis, her masumgülüşün aynı zamanda işve unsurunu, üstelik çağrı unsuruyla birlikte 40

içermes i , hayatın diyalektiğinin gereğidir. Masumgülüşün işvesi ve çağrısıyla bölünmezliğine karşı çıkmak ulaşılma­ mış-kız-bakışlarının manevi şahsiyetini zedeleme anlamını taşır ki, bu piyasaya çıkmış erkekleri iki yanlış eğilimden birine ya da ö tekine sürükler. Bu eği l imlerden biri masumgülüşün işvesizliğini abartmak, yani idealizmdir. Bu eğilimdeki erkekler erkek çevrelerinde horlanır, aptal görülür, o nlara karı-kız bile emanet edilmez , çünkü aşık olabilirler, denir; bu tipler aşık o lunca genellikle defterlerin arasına aşk-hedefi kızla rın isimlerini falan yazar, kızla oturup konuşmanın bile hayalini kurar, o nlar evlerinde oturup şiir yazarken kız başkalarıyla gezer tozar. Öbür eğilim materyalizmdir ve bu eğili mde ye­ raldığını açıkça belli eden erkeklere kadınlar pek iyi gözle bakmaz , onlara bakarke n hep kötü gözlerini kullanırlar. Bu erkeklere kendi çevrelerinde çapkın , şeydici adam veya şey budalası flan denir, bunların geçmişinde bir-iki saldırı vakası olduğu rivayet edilir. Yukarda adlarını andığımız düşünür­ kadınlar özbeöz kendi i malatları olan, genellikle hiç fotoğ­ rafları bulunmadığı i ç i n ki tap kapaklarındaki desenlerden tanıdığımız , siyah karavel , sarı uzu n , kumral dalgalı saç l ı , kalkık burunlu , gözleri ü z ü m , kestane g i b i çeşitli meyve ve yemişleri ya da mavi-yeşil misketleri andıran , 0 , 5 i nceyazı kaşlı kızları bu i kinci kategoridek i heriflere hiç elletmezler. Hatta bu tür erkekleri ki taplarına , ancak tam kıza tecavüz edecekleri sırada bizim çocuk yetişip kurtarsın, böylece kıza dil dökerken harcayacağı sözcüklerin takriben %30-35'i nden tasarruf edebilsi n , dolayısıyla Beyazdizi romanları 10 formayı geçmesin ve herkesi n alabileceği'bir fiyattan satılabilsin diye koyarlar. Ve onları , beyazdizi okuru kızlara , olmayana-ergi metoduyla d'oğruyu göstermek için basit ve süfli bir araç olarak kullanırlar ki, bu adi araçgereç zamanı geldiğinde cehennemde cayır cayır yanacak ve onlardan kimseye hayır gelmeyecektir; kendilerinden başka . 41

Masumgülüşün (ki işve unsurunu içerdiğini artık biliyoruz ; bk. Nadir, Berkant, Cartland , a.g.e.) hedefine ulaşabilmesinin en temel koşu lu sürekliliktir. Periyod ik olmasa da düze nli sayılabilecek aralıklarla yinelenmesi , 'buradayım, beni unutma; unutamazsın zaten ya , neyse' falan demesi elzemdir. Bu du­ rumun masumgülüş uygu layıcıları için güçlükler yarattığı, aşılması gereken bir engel olduğu , ilim ve fen henüz gerekli aşamayı kaydetmediğinden hala bir zorunluluk olarak varlığını sürdürdüğü , kimi düşünürler ve tecrübeli masumgülüşcülerce ileri sürülmekteyse de aslında durum böyle değildir. Güvenilir bir kaynak bunu bize özel sohbetlerinde , açıklanmamak kaydıyla fısıldamıştır. Bakış-tazeleme eyle m i , her seferind e, geçen �eferki eylemin gel işiminden, sonuçlarından , karşıdaki herifi getirmiş bulunduğu durumun özelliklerinden bir şeyleri içerip özümler, arıtır, damıtır, gerekeni alır, bu sırada önceki birikimi sıfı rlar ve daha üst bir düzeyde yoluna devam eder. Bu niteliğiyle Hegel'in "au fheben" i gibi bir şeydir ve görüld üğü gibi fena halde diyalektiktir. N ilüfer, stajyer olarak girdiği gazetede , becerikliliğiyle öteki dört stajyer arasından sivrilip sıyrılıp ö ne ç ı kmayı bilmiş, ötekilerden birine 5 ay, üçüne 7 ay parasız çalıştırıldıktan sonra " hadi bakalım" denip yol verilirken Nilüfer'e küçük bir masa verilmişti. Kadrosuz geçirdiği sürenin 1 0 ayla sınırlı kalma­ sında yine N i lüfer'in iş hayatının özelliklerini kavraması , hücum oyununa çabuk ısınması, kaç kez tam tuşa geliyorken kıvraklığı sayesinde sıyı rtması gibi ustaca düşünüş ve dav­ ranışlarının rolü büyüktü. Yoksa ne güzel kızlar vardı ki, daha ilk turda elenmişlerdi . Bir kısmı da evlenmişlerdi. Meslek loncasının icraata ilişkin bi rtakım sorunları nın çözümünde N ilüfer gibi elemanlara sah ip olmanın önem i n i , avantaj larını, kalfaları v e ustaları , yazıişleri v e haber müdürleri arasında kuşaktan kuşağa aktarılan meslek sırları arasında devralmışlard ı . Dolayısıyla N i l ü fer, zor erişilen, aksiliğiyl e , 42

laf söylemezl iğiyle ü n yapan mühimadamların kap ı ların ı masu mgülüş hamlele riyle açab i ldiğinde n , sık sık Şah'ların iki kare yakınına kad ar sürülmüştü . Bu seferlerden e n az , " beyefe ndi" ge l d iğinde kendilerine habe r ve recek bir-iki memur, muh temel ekonomik kararlarla ilgili belge sızdıran birkaç 'kaynak' , " N i l ü fer Hanım " la ilersi için yatırımlı b i r akşam yemeği yeme uğruna kimneredeneyapıyor dökümleri veren bürokratlar gibi piyo n , kal e , fi l ve atlar elde ederek dönmüştü. Ustaları n , kalfaların bu konudaki tek öneml i yanl ışı, mindere ısı nsı n , bir sürü hüneri öğrenip çevikleşs i n , kıvraklaşsın diye yabancı te knik direktör getirtmek dışında her tü rlü imkanı önüne açtıkları N ilüfer'in bütün bu işler için i h t iyaç duyduğu , büründüğü zırhı. üstünden hiç ç ı karma­ yacağın ı hesaplayamamaları o lmuştu . Onu yalnız başı na kapısı nın ö n ü nden zor geçebileceği birer mühimadamlar gale risi nitel iğindeki oturma-söyleşme-yeme içme yerlerine götürmüşler, bu gale rilerden seçme tabloları inceleme, hatta o n lara dokunma fı rsatına kavuşturmuşlar, kız ken d i haline kalsa belki ancak siyah arabalar içinde geçerken uzaktan görebi leceği veya odasına resmini asabileceği birtakım kıymetli varlıkların süzen , soyan , yiyen bakışlarına mazhar kılınmıştı. Ama bütün bu matah hayatın kendisin i ya nlarında gezdi rerek meslektaşlarının açgöz lü lüğünü , kıskançlığını uyandıran us­ ta-şe fleri sayesinde onu da kapsadığını N ilü fer bir an bile aklından çıkarmasın diye yapılanlar yeters� kalmıştı . Gerekli hatırlatmaları n , uyarıları n bir giriş bileti gibi her seferinde kızın eline tutuşturulmasında başarıl ı o lamamışlar, N i l ü fer kendine serbest giriş kartları edinmiş t i . O bol mühimadamlı ortamlarda kendi yerini açmayı henüz tam becerememiş olsa da küçümsenmeyecek bir hareket alanı sağlayabilmiş, en azından bir " o lur" dese önünde açılacak birtakım sağlam kapıları tesbi t etmiş, bazı deneyler ve kontro llar yaparak kapıkollalrının ne yana çevri ldiği n i , gerekirse hangi anah tarı 43

hangi kilidin içinde nasıl döndürerek şu ya da bu koridora geçebileceğini , kapıları aralamak için ne kadar zorlama ge­ rektiğini fi lan hesaplayabilmişti. Adamların masalarda otu­ ruşlarında n , kalkışlarında n , konuştukları konulardan , ken­ disine hitap ediş, bakış tarzlarından , yoğunluklarından, is­ teklilik derecelerinden , hangi tekliflerin üstünü nasıl örterek "bikadehbişey içeriz" , "size anlatacak mühim şeyler var" , "bigün de ben sizi davet etsem" kılıklarında ortaya sürdük­ lerinden veriler çıkarmış, bunları hafızaya bir bir kaydetmişti. N ilü fer, bu kayı tların içeriğinden değil ama varlığından şef­ ustalarının haberdar olmasını da dolaylı yollardan sağlamaya özen göstermiş, bunun da ölçüsünü oldukça iyi ayarlamışt ı . "Aldı başı nı gidiyor, kafesten kaçmaması için kanatlarını biraz yolalım" dedi rtmemiş, parmaklıklı emniyet kapılarının kendisinin adım adım ilerlediği tünelin çıkışını b i r anda kapamasına yolaçmamıştı. Konumunun mu hasebesini yaptığı gün , N ilüfer kendini aylarca sürmüş boya-badanadan sonra evini düzenleyen biri gibi hissetmişti. Eşyaların yerlerini değiştirecekti ama eşyaların zaman içinde küçük küçük hareke tlerle o radan oraya kayıp zaten yeni bir düzen almış bulunduklarını görmüştü. Zihni biraz yorgun , yüreği oldukça ferahtı. Boya-badanadan yapış yapış olmuş fırçaları , bezleri , tahta parçalarını bahçenin bir köşesine yığmış , boş boya kutularım yığının üzerine atmış , yerlere serdiği gazeteleri katlamış, birkaçını ayırarak bükmüş, katladıklarını yığının çeşitli yerlerinden sokmuş, büktüklerinin ucunu yakarak hepsini ateşlemiş, yükselen alevlerin karşısına geçerek durduramadığı gülü msemesiyle birkaç saat bu ateşi izlemiş t i ; elinde cintoniğiyl e . Annes i , odasının ışığını yak­ madan, bir koltuğun üzerine büzülmüş saatlerce oturan, elinde içki bardağı , gözlerini odanın bir köşesinden ayıramayan kızının haline telaşlanmış; önce aşık oldu sanmış, sonra hasta mı acaba, diye ruhunu velveleye vermiş ve annelerin böyle 44

durumları babalara haber vermeden geçirmeleri yüz küsur yıldır zorunlu tutulmuş bulunan gerekli bekleme süresini sabırsızlıkla doldurabilmişti. Ama tam bu sırada N ilüfer'in eskisinden de canlı , daha alımlı, daha neşeli işine gidip gel­ diğin i , akşamları televizyon seyrederken yine alışılmış kü­ çümsemeli ya da gülücüklü tepkilerini gösterdiğini görerek içi rahatlamış, boya-badana-ateş meselesini unutmuş gitmişti . Bu arada çıkan tek soru n , bir gün Kazım Bey'in N ilüfer'in cin şişesini buzdolabında gö rünce içindekini su sanıp kafası n ı dikmes i , alevler çı kan ağzından püskürttüğü cinin buzdo­ labının üstündeki örtüyü lekelemesi olmuştu. Bu Allah' ı n belası c i n i n nereden v e nasıl bu eve gird iğini bağı ra bağıra soran otuzyedi yıllık (emekli) eğitimci Kazım Bey , " N ilüfer'in arkadaşları gelmişti de geçen gün, akşamüstü , çocuklara verdik de, işte sonra da kalmış da" diye merakı giderildiğinde , "Benim evime rakıdan başka içki girmedi bugüne kadar" diye tut­ turmuştu. Buzdolabında cin şişesini gördükçe kabaran ö f­ kesin i , ancak dört gün üstüste , akşam sofrasını yarım saat erkenden kurdu rup , bazen bir, bazen bir buçuk kadeh fazla içerek bastırmıştı. Mebrure Hanım da ancak bu dört günün sonunda kocasına dönüp, "Bak ben sana her zaman söylemiyor muyum, buzdolabındaki şişeleri ağzına dikerek içme , demiyor muyum? " hatırlatmasında bulunmuş ve buzdolabının üs­ tündeki örtüde cinin leke yapmadığını görünce örtüyü yeniden yerine yaymıştı. Cin olayı , N ilüfer'in babasının yanında sigara içmeyi hedefleyen planlanmış atağını ertelemesine yolaçmış­ tı. N ilüfer ilk sigarasını ne zaman içtiği ni hatırlamıyord u , büroda kendisine verilen i l k masanın değiştirilmesiyle birlikte sigara içişinin nasıl değiştiğini hatırlıyordu. Yeni masası daha büyüktü , tablayı biraz daha uzağa koyuyordu , kül silkmek için kolunu hemen hemen tam uzatması gerektiğinde n , tabladan-ağıza sigara y o l u d a değişmiş, düzelmiş, viraj ları 45

yok olmuş, uzamıştı . Erkeksi b i r sigara içiş görüntüsü n d e n kurtulmak için N i lüfer sessiz sedasız antreman yapmış; ya l­ n ızca bir tek gün içinde, sabahtan akşama , bu olayı da hal­ le tmişt i . Sigara yakarken biriyle gözgöze gelirse , gözleri­ kaşlarıyla "Sen de ister misin ? " diyebilmeyi daha da kısa sü rede becermişti. Saçları nı ilkokul beşten beri kendi tarıyordu . Çok güzel saç tarard ı . Gazetedeki kızlardan bazı ları zaman zaman N i lü fe r'e "Bi tarar mısın hayatı m? " derlerd i . N i l ü fer o n ları n bu isteği n i içtenlikle , seve seve yeri ne geti rir, hatta bazen kendiliğinden gidip birinin saçını taradığı olurdu. Başkalarının, hepsi başka düzendeki saçları n ı böylesine ustalıkla , zera fetle tarayan N il ü fer' i n saçları , bu bilgiye sahip iş arkadaşları n ı n gözü nde daha b i r hayra n lı k uyandırırd ı . Ayrıca , 'saç tarayan N il ü fe r' , yumuşak bir müzik eşliğinde izlenebilecek, küçük fırça dokunuşları ve pastel renklerle çizilebilecek, ince- nari n , h o ş bir tabloydu . N ilüfer sigarasından bir nefes çekti, tablaya uzandı , sigarayı tablada bırakıp ko lunu geri çekerke n saçlarını da minik bir silkinişle geri attı; dalgalandırdı -Tuncay bakıyor; Nilüfer bunu hissediyor, çünkü masumgül üş kızları ke ndilerine bakıldığını derhal hissederler, Beyazdizi Ansiklopedisi'nde, bu hissi n , kalkık buru n lu kızların roman sonunda yatağa girecekleri adamın sevgis i n i n safiyeti ni ölçmelerine yarayan ö nsezi ile çok yakın ilişkisi bulunduğu bel irtilmiştir k i , aynı duyusal ve duygusal durumun beyazperde uyarlamaları ülkemizde Hülya Koçyiği t'in alt dudağı hafif sarkık, end işe kırı ntılarının doluştuğu yüzü ve Belgin Doruk'un benli yanağı yandan görülecek şekilde enseden çekilmiş pozları aracıl ığıyla vücu t bulmuş, daha sonra filmlerin kısı tlı süresi içi nde işlerin mümkün olduğunca çabuk ilerleyebilmesi için başkadınları n bodoslama bakışlarına monte edilerek manasını kaybetmiştir - N i l ü fer başını azıcık çevird i , Tuncay şimdi gö rüş alanın d a , a m a iyice kenarda. Bu , kontrol aşaması . Hiçbir a t ı ş boşa 46

gitmeyecek, eğer boşa gidecekse atış yapmayacaksın . llke bu; ilke lerden biri. Şimdi ikincisi: Baş biraz daha dönüyor, ama gözler yarı kapalı, süzülmüş biraz , bakış açısın ı n üst kenarı göz hizası nda ; açı, aşağıya , yere doğru açılıyor, gözgöze liğe imkan yok. Bu, kontrolun ikinci aşaması. Birincisinden temel farkı , açık araziye çıkmak gib i, hemen başını sokabileceğin bir sığmak yok yakı n ında. Bu aşamayı geç tikten sonra baş­ langıca geri gitmek imkansız denecek kadar güç. Beceriksizliğe, eli ayağı do laşmış duruma düşmek var k i, mazall ah ! Bu ne­ denle , kuraldır, ikinci kon trol aşaması ndan ilk aşamaya ge­ çilmez , bu ilkeler gözetilmeden hiçbir zaman , hiçbir kişiye bakılmaz, i k i nci aşamada kararsızlık yapılmaz , o toyolda durulmaz, geri dönülmez, köprüden ö nce son çıkış ! . .. Gerek kalmıyor; Tuncay zaten ihtiyatı elden b ırakmaktan kaybet­ miştir. N ilüfer için çok kolay bir karşılaşma bu. İnsanın minik bir kağıdı katlayıp içine karalayıverdiği (ama özenle) birkaç kelimeyi iletivermesi başka , söyleyeceği şeyi ispirtolu kalemle koskocaman yazıp duvara asması başka . Tuncay bakıyor da bakıyor. N ilüfer'in hemen hazırlayıverdiği akış planına göreyse ancak şimdi sırası: Gözleri yavaş yavaş kalkıyor. Bu hareketin herhangi bir yerinde, nereden , nasıl girdiği belli olmaksızı n , gülümseme sahneye gelecek. . . Onun bakış aşamasına son anda yetişmesi ve birden kon fetilerini çıkararak her yeri rengarenk yapması esas. Burada zamanlama , anlaşılacağı gib i, belirleyici. lkinci ö nemli dönüm noktas ı , bakışlar yeniden geldikleri yoldan geri giderken . -Geldikleri yoldan gitmeleri de önemli, çünkü aksi halde "geçerken " bakılmış olur ki, bu bakışın pek önemli bir olumlu mesaj içermesi mümkü n değildir, tersine, olumsuz ifadeleri n , red bild irimleri n i n uluslararası tescilli amblemi olarak yerleş iklik kazanmıştır " geçerken bakış" . Bun u n kullanılması , örneğin N i l ü fer'lerin durumunda , şu anda varılmış olunan aşamanın inkarı anlamına bile gelebilirdi. Geçerken bakış, olumlu içerikle , ancak sondaj faaliyetlerinde 47

kullanılabilir.- N ilüfer'in bakışları geldikleri yoldan geri gi­ derken gülümseme sürecek; gülümseme ancak bakışların he­ def-kişiyle ilişkisinin kalmadığı şüpheye yer bırakmayacak açıklık ve kesinlikle belli olduktan sonra silinebilir. Yan i bu durumda böyle olmalıdır, çünkü daha önce silinmesi mesajın niceliğini o kadar azaltır ki , niteliği bile zarar görebilir. Ancak, bunun tersi de geçerlidir. Gülümsemenin kesilmesi gereken yerde hala devam etmesi , gereğinden fazla vaadedici b ir gö­ rüntünün doğuşuna yolaçtığı gib i , olayı gerçek zaman­ mekandan uzaklaştırarak idealizm bulutlarının ( idealizmi n sınırlı da o lsa tarifini yukarda sunmuştuk) havayı kaplaması gibi kötü bir sonuç yaratır. Bu bulu tları n , bir kez oluştukla­ rında, yağmur yağdırmadan ortalıktan çekilmedikleri bugün artık kesin olarak kanıtlanmış bir gerçektir. Bakışmalı ma­ kışmah süreçlerin önemli bölümünde ilişkilerin zaman zaman gözyaşlarıyla ıslanması tamamen bulutlar ko nusunda gös­ terilen ihtiyatsızlıktan ileri gelmektedir. Masumgülüşçülerin kız kıza oturabildikleri çeşitli lokal , cafe ve kültürlü eğlence yerlerinde toplantılar düzenleyerek konuyu ele almaları boşuna değildir. Masumgü lüşçüler Birliği'nin idealizm Sapması : Bir

Tedbi rsizlik Ürünü adlı broşürü tamamen bu konuda yol gösterici bilgi sağlama amacıyla hazırlanmış ve yayınlanmıştır. Broşürün sonundaki "Öneriler-Uyarılar" bölümünd e , "Tü­ nelden çıktıktan sonra farlarınızı kontrol ediniz. Zamanında söndürmezseniz çok geç olabilir," denmekte , şunlar eklen­ mektedir: "Vaktinde kesilmeyen gülümsemenin vebali yine siz masumgülüşçünün omuzlarına yüklenecektir. Unutmayı n , daha sonra , 'inan s e n benim i ç i n çok i y i b i r arkadaşsın ama ben seninle o tarz bir ilişki istemiyorum' diye ağlamak zorunda kalacak olan yine sizsiniz . " N ilüfer gülümsemesini ustalıkla , vaktinde kesti. Önündeki kağıtlarla meşguldü şimdi . Narin parmakları arasıra daktilo tuşların ı n üzerinde geziniyor, tırnaklarını kollaya kollaya 48

"Ben-ar-tık-üç-yıl-lık-ga-ze-te-ci-yim" marşını çalıyorlard ı . ( Bu marş trampetle de ç al ın ı r, daktiloya M u am m e r Sun tarafından çoksesli o larak adapte ve aranj e edilmiş, James Joyce'un Gazetecinin Acem i l i k Yı llarını Geride B ı rakmış B i r

Genç insan Olarak Portres i a d l ı eserinde kökenleri v e geli­ şimiyle incelenmişti r . ) N ilüfe r bu atağı da yüzünün akıyla tamamlamışt ı , karşı taraftan talep , sıkı bakış politikasına rağmen azalmadığına göre N i lüfer neden artlarda rizikolara giriyordu ; gereksiz b i r uygu layıcı titizliği mi gösteriyordu ; işgüzarl ı k mıydı ? Hayır, elbette hayır, ç ünkü devamlılık kesinlikle uyulması gereken bir ilkeydi. Yola bir kez çıktıktan son �a ilkelerden herhangi biri ihmal edilemezdi , otoyolda durul maz ve geri dönü lmezdi : Devaml ı l ı k sağlanmalıyd ı .

Bu , a y n ı zamanda süreci n denetiminin masumgü l üşçünün elinde kalmasını garanti altına alırdı. Haberc il ikte de böyle değil miydi? Salih Ahi onlara hep " fikritakip esastır" diye öğre tmemiş miydi? "Bugün bir konuda önemli bir habe r vermişsek ertesi gün , a m a üç kelime a m a b e ş paragraf, yeni b i r gelişme olsun o lması n , bir şeyler vermeliyiz o konuda , " demez miyd i ? B u amaç l a , bütün kaynaklar kuruduğunda, yeni tek bir ayrıntı bile bulamadıklarında bile ne yapar eder, "o konuda" bir haber çıkarmak için bütün laf çevirme , eskiyi tekrarlama , yeni ambalaj l arla piyasaya s ü rme ustalı klarını göstermez ler miyd i ? Deterj anlar da böyle değil miyd i : N e­ redeyse iki haftada bir "yeni fo rmülı ü " deterjanlar çıkmıyor muydu? Aynı toz bir kez " limonlu-yeni" , başka bir kez " hoş ko kulu-ye ni " , üçüncü b i r kez "artık bilmemneye paydos yepye n i " diye sunulduğuna, gazetelerde sürekli " falanca tasarı görüşülüyor" , " falanca tasarının görüşülmesi sürüyor" , " görüşmeler devam ediyor" haberleri çıktığına göre , fikri­ takip elzemd i , onun için Salih Ahi boyuna " F i kritakip esastır" , derd i . Salih Ahi? Sahi nerede? Hay Allah , görüyor musun, herifin 49

dilinden kurtulamayacağız gene görmeden gidersek. " Hay Allah Altan Ah i , görüyor musu n , bize yıllarını vermiş Salih Abi'mizi görmeden gideceğiz galiba. Çünkü ben çok kala­ mayacağ . . . " Nilüfer'e bakış. Tuncay'a göre bu, kırmızı halkalı delikten bir elektronik isabet. Aa, işte gö rdün mü , bak, Sal ih Ahi de geldi. "Abicim meraba . " Hangi rüzgar seni ? .. İş için. " İş" : Öteki iş, büyük iş, sonradan gittiğim iş, yani ismimi manşe tlere çıkaran, daha çok para aldığım, size yalaklık et­ mekten beni kurtaran yeni işi m , Başkakent'te . "Abicim valla gözümde tütüyor buralar. İşim çok iyi. Çok da rahat. E, parası da iyi, bil iyorsu n ya . Biraz da çevre genişletme vaziye tleri . Bi raz da b işeyler yapıyoruz i ş t e , görüyorsundur gazeteden. " "Yalla Tun cay'c ı m inan , doğru dürüst gazete okumaya bile fı rsa t bulamaz oldum, ina n ı r mısın ? " "İşte ahi , benim işim oldukça iyi de, işte, gene insan, tabii, ne de olsa , yıllarca burada, birl i kte, sıkıntılar, birli kte katland ı k , hep birlikte, gide rdi k, içerdik falan , sonra sen, ab i , hep bize, insanın ilk göz ağrısı abi , buradaki insanlık, yani yok, şimdi de iyi tabii ama, tabii o bir başka oluyor . . . " Beklenen an , n i hayet. N i l ü fer'in sandalyesinin yan ında bir boşl uk? Hah , var. Bir sandalye alıp o raya . . . (ö nceden baka­ caksı n , yo ksa el inde sandalyeyle , kızın masas ına yanaşmaya çal ışa n , dalgada kalmış mavna gibi ; hiç olur mu? Gerçi ben mavna olmam hiç bir zaman, ama yelkenli gibi bile du rsak gene olmaz o durumda) . "Ee, nasılsın bakalım N ilüfer? " Dostça Yanaşmalar türü nden, Sırnaşma fam il yasının bir alt-ko l u . "N'olsun işte , koşturup duruyoruz. " Bu, " pas geçtim" deme k . Ç ı ta yü kseliyo r. Başka b i r şans : "Yalla b e n de öyle. İ nanı r mısın, iş için geldim, ama (Beklenti ! : Ne işi? - Bağlı beklenti: Söyl emeyeceğim - Umulan Sonuç: Demek ki gizli, yani önem l i ! ) yine de benim için değişi kl i k -top orta sahada ye­ terince sürüldü , ceza alanı çizgisi üzerinde- işte, akşama da şöyle , diyoru m -şu t ! - ha sah i , n'apıyorsun akşama? Biraz eski 50

günleri analım mı , ha? " Dudak kayması: N ormal. Kaşlar: Biri kalkık, pozisyon yerinde. N i lüfer'den uzun süre n bir gü­ lümseyiş. Grimavi başlayıp sarıya, kırmızıya doğru giden b i r gülüş. V e ardından rezalet: "Yaa , ç o k i y i olurdu, ama -eyvah ! ne b i ç i m gülüş bu- b iyere gideceğim , yo ksa iyi o lu rdu ta­ ,, b ii. Hep " biyere" gidilir, insanın "bi işi" çıkar, karşısındaki için "bişeyler" hissediyordur, zaman böylece akar gider, replikler uçuşu r; perdee ! Oyun bitmedi ki. Sadece ceza alanı dışına çıktı. Top yine dönüyor. Mazallah gol yemek de var. Salih Abi'Sl: " E , akşam bir-iki kadeh atarız artık birlikte . " Ne isabet. Olur tabii, madem N ilüfer'den gene iş çıkaramayacağız: "Tabii abicim, zaten daha uçakta düşünüyordum, bizim Piliççi'ye gidip sarmısaklı kö fteylen fi lan . . . Şimdi ben de N ilüfer'e diyordu m k i , ya n i hep birlikte . " "E , birazdan çıkarız o zaman. Şurayı bi hale yola koyalım da. " " Tabii abicim, siz işinize bakın , ben oyalanırım burada. -O lur mu ulan, sen kapı dibindeki taburede oturup babamın işi b i tsin de çıkışta bana dondurma als ın diye bekleyecek adam mısı n ? - Yan i , biraz işlerim var ç ıkar o n ları hallederim, ge lirim , ne kada r sürer sizink i ? -Hay Allah kahretsin, sen ko nuk musu n burada , buranın ilk savaşç ıl­ rından , Batı'ya göçe nlerin ö ncülerinden değil misi n ? - Ya n i , her zamanki saatte biter m i işiniz, öyle m i geleyim? -Bok ettin, iyice bok ettin Tuncay. Bu kadar tabilik. .. - Yani benim işii i m , işte şöyle böyle . . . (Saatin görülebilmesi için gömlek ko lunun hafi fçe sıvanması gerekiyor, saat kayışı kayış değ i l , içiçe geçmeli paslanmaz meta l , saat , görülmesi gereken yerler kapsamına bu sabah alındı , kurul kararıyl a . ) . . . bir saat falan sürer." Anlaşma sözlü olarak yapıldı, taraflar yerlerine geçtiler. N ilüfer, bir sınavdan daha geçmiş, rahat, alımlı , bir sigara yak­ tı.

51

Tuncay, belediye o tobüsünden inerken içi ısınarak, " N e iyi olmuştu o zaman gidip Salih Abi'yi gördüğüm" diye hatırladı. Gerçekte n , az kalsın ne kadar iyi olacaktı . O tobüs durağıyla işyeri arası bayağı bir yolmuş meğer. Ka h ramanımız bunu ilk kez fark eder ve hemen büfeden bir paket sigara alır, yırtar, fil tresine bakar; yeterince sarı değildir. Büfeci, "Başka yok beyefendi, bunları veriyorlar , biz ne yapalım ? " der, çekilir. Gazete kapıcısı girer: " G ünayd ı n Tuncay Bey . " O tobüste ayağına basınca " Kusura bakma bey" d iyen 40 yaşlarındaki adamla b irlikte bu bir günde üç ü ncü tasdikti r . Tuncay Bey masasına yaklaşırken gü lümsemektedir, sigarasın ı ağzına koymuş, salonu öyle geçmiştir, ağzında sigarası sallanarak, elinde çakmağı, her an yakılmaya ve dolayısıyla yakmaya hazır, eli tetikte, parmakları çakmak çakma vaziye ti almış, kolu d i rseğinden dik açılı kıvrılmış, küçük, parlak deri l i çantası omuzunda, öbür eli zaman zaman çantayı yakalıyor, zaman zaman selamlar veriyor. Selam, "Beyimiz bu saate kadar uyuyor mu? " yazılı minik pankartların lens gibi yerleştirildiği birtakım gözlerin önünde mideyi oğuşturarak "Akşam yine fazla ka­ çırdık" hareketinin bir düz iki ters düzenli yinelenmesi nden o luşuyor. Tuncay' ı n ardından , ellerinde renk renk şeri tler sallayan, gelişini kutlayan ve duyuran birtakım çocuklar sahaya doluşuyor. Tuncay servise yaklaşırken şefi görüyor : Meşgu l , h e r zamanki gibi, sabahın erken saatlerinden geceyarılarına, çalışka n , kendini vermiş adam , üstelik anlayışl ı, hayat­ tecrübeli, herkesten anlar, herkese söylecek lafı var, hem özverili hem fedakar. Selmin ilk kez "Bu evlilik yürümez , ben gideceği m " dediğinde Tuncay şefe açılmıştı. Şefin ihtiyatlı sabırsebatmetanet telkinleri yapacağını biliyord u , b u n lara i htiyacı vard ı , bu nedenle şefiyle konuşmuştu , yoksa , kişisel dünyasının bir kısmını şefe açarak ona o raya da b iraz hük­ medebileceği iz lenimini vermekle , bu sayede kendisi şefe yaklaşırken aslında onu kendisine yaklaştırmakla valla hiç 52

ilgisi yoktu tutumun u n ; hatta şef nezdi nde Acındırma-84 Planlı Tatbikatına bile kalkışmamış, şefin kırmızı halkalı hedef yuvarlağını bile aramamıştı. Yine de elektronik tüfeği elinden b ırakmamış , şefin hal i elverdikçe bir-iki tane atmıştı. Tel­ k inlere ihtiyacı vard ı , çünkü durduk yerde kişisel vaziyet tasvirleri yapılamayacağını b i l iyordu. Küçükken okulda bir gün öğretmen tahtaya kaldırmış, o bilememiş, öğretmen neden çalışmadığını sorunca bir gece önce annesiyle babasının kavga e t tiğini, evdeki bağrışmaların gürü l tüsü ve olayın minik bir ilkokul çocuğunun ruhuna tesirleri yönünden dersine çalı­ şamadığı cihetile bu durumun meydana geldiğini ifade etmişti . Kahkahalı bir sarsılmaya dönüşmes i öğretmen ko rkusu ta­ rafı ndan önlenen yapışkan bir hava bü tün sınıfı sardığı gib i , öğretmen de onu çok ayıplamış ve evde çalışması için b i r sürü ek konu vermişti. Oysa daha sonraki bir sene , bir gün sırasına kapanmış ağlıyorken, öğretmen yanına gelip sırtını sıvazlamış, teselli etmeye çalışmış, isterse bahçeye çıkabileceğini söy­ lemişti , ama o sırada şakır şakır yağmur yağdığından o bahçeye çıkamamıştı . Üçüncü olay l isede geçmişti . Sözl üye kalkıp hiçbir so ruya cevap veremediği zaman hocaya " Hocam ne yapay ı m , aşığı m , " demiş , disiplin kuruluna verilmekten son anda 'Yalla bir daha yapmayacağım' sıvaşkanlıklarıyla kur­ tulabi l mişti . Buna karşılık, bir başka sefer, üç gün üstüste ağzında bir çiçekle sınıf penceresinin dışında o tu rup z i l leri milleri duymadığını gören hocaya durumu anlatarak, hocanın sınıfa soluk kesici bir 'ilk aşk' öyküsü sunmasına fırsat vermiş, sırtı okşanarak avu tulmuştu . Üstelik kızlara aşık olabilecek ölçüde yaklaşabilme imtiyazına sahip bulunduğunu herkesin fark etmesini sağlamış , bu nedenle boyu bir buçuk karış kadar uzamış, ayakları ikişer, yaka ölçüsü de bir numara büyümüştü. Şefe açılma meselesinde bütün bu tecrübeleri gözönüne al­ mamak olur muydu? Ayrıca, açılacağı kişiye kendisine öğütler verme fırsatı hazırlamazsa bu işin olmayacağı bir yana, öğütler 53

verilmeden onun "Ama benim durumum başka" demesi de mümkün değildi. Öğütleri baş sallayarak dinlemeden "Benim durumum başka" diyemezd i ve bu "başka"yı çabucak yutarak sözünü " bizim durumumuz" diye düzeltmezdi ve böylece daha dramatik hatta belki daha trajik kılamazdı ve üstüne üstlü k, " bizim " i söylerken kadehini elinde evirip çeviremez, ağzını 2 no .'lu acı gülümseme pozisyonuna getirip gözleriyle kadehin yağlanmış kenarını yalayamazdı ki . Şefle konuşmaya böylesine i h t iyaç duymuştu . O günden sonra şefin tavırları , onun hayattaki başarısından bir kez daha son derece memnun (son derece : ölçülebilir büyüklüklerin üst sınırını sık sık belirten şirin bir sahil kavramımız) olması n ı sağlamıştı. B u acılı günleri nde böyle avunmalar bulabilmesi ne iyiydi. Bunlar da o lmasa ne yapa­ caktı. Ama bunlar olduğu için ne yapmasına gerek kalmam ıştı. İ nsanları tanıyordu . Gerçi b i r süre , birkaç yıl insanlar onunla oynamışlar, ona işini öğre tmeye ka lkmışlar ve öğre tmişler, işinde nasıl davran ırsa ne olacağı n ı , nasıl davranmazsa ne o lmayacağını göstermişler, uygulamalı pratik kurslar ver­ mişlerdi -hem de para almadan . Ha ha ! Mahare t , yaşadığın şeylerden ders çıkarabilmesini bilmekti . İşini yapı p hizmet ederke n , hizmet ettiklerini tan ıyacaktı n. Kırmızı halkalarını bulacaktın . Bunlardan birkaç tane biriktirip çekilişe katılarak üst basamakl ardan (biz buna 'kademe' de diyoruz) bir yer ayırtmayı becerecektin. Ayırttığın yeri , başkası kapmasın diye , alaturka bir tavırla hırka falan koymada n , orada gözün yokmuşçasına göz ucuyla kollayacaktın. Bir yandan da oraya daha elverişli koşullarla yerleşmen için, otururken al tına minder konmasını , telefon paranın işyerince ödenmesin i , arasıra ufak tefek kaçamaklarının hoşgö rü l mesin i , yangında ilk kurtarılacak malzeme arasında sayılma m , taksilerde gezmelerinin (araban varsa benzin masrafının) finanse edilmesini sağlayacak küçük atılımları bulunduğun yerden 54

gerçekleştirecektin . O bunları yapmış ve sonra telefonu çe­ virerek, "Evet" demişti, "kabul ediyorum. " Tam böyle dememiş olabilirdi, yani böyle dememişti sanki , ama bunun gibi bir şeydi. " Tamam abicim, işlerimi ayarladım , ne zaman geleyim , tamam değil mi ahi, baştan konuştuğumuz gibi , değil m i ahi , " demişti. Şe f; gözleri masaya dağılmış kağıtların birinden kalkıp ö tekine atlıyor, ağzından dökülen sözler telaşlı ve atik, bir ipi ucundan tutup havada sall ıyor sözcükleri, so n ra birden bir yana sertçe çekiyorlar, ipin, hareketi geriden izleyen ucu anlık salınmasından hızla uyanıp öbür ucunu bir yerlere götüren elin ardından şaşk ın şaşkın , gözleri ni oğuşturup ayılmaya çalışarak uçuyor, ip bu arada havada ge niş bir şeridi tarıyor, yalıyor , itip kakıyor , rahatsız ediyor; şefin cümlesi sağ taraftaki camda başlıyor, nokta soldaki kapının dışında konuyor, virgüller, emirkipleri şefi n karş ısındaki masalara saçılıyor , bazı keli meler arada çalan-açılan telefonlara takılıp kalıyor, bir kısmı ahizelerde n masanın üzerine dökülüyo r, b i r kısmı kabloların karan lık dehlizlerine dalıp kayboluyo r , teleksler dörtlüsünün uvertürü çoktan tamamlandı , daktilolar ve daktilonseller bütün haşmetleriyle eseri n birinci kısmını yorumluyorlar, geriden duyulan çay bardağı karıştırma sesleri yeni günün başlangıcı n ı haber vermek isteye n minik kuşları simge liyor, tenor telefo n , gü nışığının akşamüstüne kadar görülmeyeceğini ve yakaların açılmas ın ı n , ko lların sıvan­ masının, alı nlardan terlerin toplanıp üçüncü hamur kağıtlara sarılarak çöp sepetlerine basket atıl masının bu duru m u de­ ğiştiremeyeceğini, bu yazgıyı değiştirmeye kimsenin gücünün yetmeyeceğin i duyurmak istiyor, tenor telefonun ses in i bastıran sandalye çekme- masa oynatma gıcırtı larıyla gaye t allegretto bir karmaşa doğuyor, pencere dışında , görmüş geçi rmiş yaşlı ağaç birkaç dalını daha taşıyamaz hale gelip titreye titreye aslına dönerken manasız manasız uçuşup duran 55

kargaların kanat sesleri olaya pes perdeden hakim oluyor, karmaşa kargaşaka dönüşüyor, kargacıkla burgacık damdaki oluğun üstüne tünemiş, gürültüsü ve gidişgelişi arttıkça bilinçli ve planlı bir çılgınlık gösterisi niteliği kazanan "Bir lşgün ü Başl"ngıc ı Üzerine Çeşitlemeler" i izliyor.

Şef; gözleri servis kapısı dışındaki birileriyle işaretleş rİı ekten

dönüyor, daktilo şaryosuna kağıt takma otomatının kollannın ucu nda şefi n elleri var, gözleri ellerine giderken Tuncay'ı yalayıp geçiyor, bir süre aynı yönde devam edip geri geliyo r, Tuncay' da takı lıyo r. (Kamera yaklaşır.) Soru yo k . Ş e f sadece bakıyor. Tuncay'da bir gülümseme bir gülümseme, sormayın. Şef ne diyecek bakalım. Şunu derse ş u , bunu derse b u , ce­ vaplarımız vi trindedir, kendi imalatımızdır. Şef hiçbir şey demiyor. Gözleri Tuncay'ı çay ve i htiyaç molası verilen süfli yerlerden biri niyetine kullanıp geçiyor, gidiyorlar. Şefi n iş cümleleri yine ip gibi ardarda dizilip uçuşmaya koyuluyo r, bir ucu önden sertçe çekiliyor, ö teki ucu önce arkada salınıp sonra güç bela öndekileri izliyor. Tuncay şefin karşısında duruyo r, yüzünde erkeksi bir iğrençlik, gü lümseme , erkek suçlarını erkek arasında gündeme getirme gülümsemes i , çapkınca , mari fetle kabahatin a y n ı anlama geldiği bir alanın favori gülümseyiş i : işte yaptık bir kabahat , ama sen de b i l i­ yorsun ki, bu sadece kaba hatlarıyla kabahat, aslında düpedüz puan ge tirecek bir eylem -ki Tuncay'a aynı gülümsemeyle bakanları n , o ku tsal ve iç-anlamlı mide oğuşturma selamını verenlerin noterden tasdikli tavrakatıl ma belgeleri şu anda b i le ortalıkta geziniyor. Derken şef, başka bir(kaç) yere ba­ karak, "lpin ucunu kaç ırdın artık," diyor. " Kaçıncı gün oldu bu; bu saatte geliyorsun . " Tuncay , l hsan'a , Rı fat'a, Al i'ye dönüyor, yüzlerinde anlayış , paylaşma arıyor, bulamıyo r, gazeteye ilan verecek neredeyse, o kadar fena yani . Çocuk nasıl üzülmüş, bir gö rseydiniz , geldiğinde. Ağlayacak gib i . Koskoca adam ayo l , karşımda 56

ağlayacak diye ödüm koptu . Ay düşünün N imet Hanım, o nu öyle görünce kapıda, ne hale girdim, düşünebiliyor musunuz? Yaa , eve t eve t , valla çok üzüntüler geçirdiniz Aynur Han ı m , ö nce Selmin meselesi, ardından bu işindeki durum, çocuk çok yıprandı herhalde . Yok yok , benim oğlum dayanıklıdır, az sıkıntı çekmedik zamanında N imet Han ı m , babasının peşinden bir oraya bir buraya , çocuk önce işte Öbürkent'teki işe girdi , dişiylen tırnağıynan ilerledi, bocaladı mocaladı ama liseyi falan pekiyiynen bitirmişti , herkes d iyo rd u , zeki çocuk falan, dayanıklıdır oğlum, öyle kolay kolay şey yapmaz, n'olur bir dilim daha koyayı m , valla hiçbir şey yapmaz , canım, hem zaten ben mahsus hafif yapıyorum böyle, sonra, çocuk neyse , o turdum şey dedi m , babası da, nasihat ettik epeyce , e , artık koca ada m, küçük çocuk olsa dert anlatmazsın , sus ders in susar, a ma b u na öyle faz l a s ö z de söylenmiyor ki , hemen parlayıveriyor, sonra bazen kaç gün kaç gece olur, yüzünü görmeyiz, geceyarısı gelir, sabahın köründe bakarsın kalkmış traş o luyor, tıkırtısını duyarım, uyanırı m , babası da uyanır, bak derim, gene işte şey derim , babası ille kalkıp konuşacak, dur derim, ses etme derim, çocuğu rahat bırak derim, ilişmeyiz, sonra o dolaptan bir şeyler çıkarır, yer, o kağı tlı torba çaylardan yapıyo r, dışardan getirtmiş, buradakilerden değil miş , ben sevmiyorum anlan, rahat oluyor, suyu ısıtıyorsun tamam anne, diyor, ama ben sevmiyo rum, ç ok portakal kokuyo r. Ben de sevmiyorum Aynur Hanım, bizde de var, ama ben içmiyorum, çocuklar içiyorlar yapıp yapıp, hem ziyanlık da, ama işte. Ben sevmiyorum, kokuyo r, babası kalkayım bakayım der, ben dur derim , i l işme derim, ben zaten hep onu kollayayım diye babasıynan . . . Tu ncay' ı n Aynur Hanım kalkıp gene oğluma bulaşmasın diye fısıltıyla dil dö kmekten ses tellerini harap eden babası o sırada evde yoktu; Aynur Hanım devam edi­ yordu : Şimdi işten ayrılacağım diye tutturdu , değerini bil­ miyorlar orada , o ne işler yapıyor oysa ; anne, diyor, ben fi57

lancayla konuştum gitti m , işte falan mühimadamı kıstırdım , bi sorular sordum, afalladı , bak kaç tane yazı m kocaman ç ıktı eliyor , gazetenin birinci sayfasında diyor, ben tabii on ları n gazetesini okuyamıyo ru m , bana ağır geliyor, ama bakıyorum, hakkaten kocaman ismini yazıyo rlar, önemli diyoru m her­ halde , değil mi? Kadınlar ayağa kalkar, kısa boyluları öne, daha az kısa olanlar arkaya geçer, bir ellerini yanlarına sarkı tır, dirsekle­ rinden kmp dirsek-bi lek arasındaki daha az vıc ık etli kısmın ı 4 7 derecel ik b i r açıyla göğüslerine doğru kald ı rdı kları kol­ larının ucu nda öteki ellerin i usul usul kapayıp açarak, tele­ vizyonun sesi kısıldığı nda bile şarkı söyledikleri anlaşılsın diye Türk müziği korolarında yeralan kadınlara özel kurslarla öğretilen o hareketi yapmaya koyulurlar, bir yandan gözlerini zaman zaman hafifçe kısarak boyunlarının dik duruşunu bozmadan , gerdanlarını kırıştırmadan başlarını iki yana -yine hafi fçe- sallarlar, Aynur Hanı m iki adı m öne ç ıkmıştı r, o iki elini de bel-g � ğüs aras ında tu tma ve sadece avuçlarını açıp kapamakla yetinmeyerek avuçiçinin açısını değiştirme , zaman zaman açılmış elini yere paralel hale getirme hakk ı na da sa­ hiptir, bu durum iki adım ö nde durmasından bellidir zate n . H e p birlikte söyle rler: Önem l i d i r Benim oğlum ön em li Amanı n da üzülmüş Ayn u r Hanımın kuzusu Kuzu üzülmüş de aman Gözleri de süzülmüş

" Önemlidir, acele iletilsin lütfen" ibareli zarflardan ç o k gelirdi ona. Bu zarflardan ona çok ge ldiğini herkes bilirdi. " Ö nemlidir" zarflarından bir kişiye çok geliyorsa bu ne de58

mekti , yaa . . . Demek ki o kişi , mesel a, i lerde telefonlarını kendisi açmayabilirdi . Tuncay zarfiarı açarken zarf açacağı kullanmazdı. O, efendim, herşeysi düzenli büro adamı mıydı? Gazeteci dediğin, masasında herbişeyi her gün koyduğu yerde bulabilir miydi? Tuncay zarfiarın bir köşesini dişiyle koparır -küçük bir ısırık- , dudaklarının ucunda kalan parçay ı, başını azıcık yana ve geriye çevi rerek, arkasındaki çöp sepeti n e tükürürdü -kuru sistem-, çoğu zaman küçük sanzarf parçacığı sepetin sağına solu na biyerlere düşer, bazen de basket olurdu , o zaman Tuncay bakışlarına en kısa yoldan ulaşılabilir kim varsa ona bir işare t çakar, gülümser, "Baskeet" derd i . Bu kez tam isabet kaydettiği halde kimseyi baktırama d ı . Zarfın üzerindeki yazıyı da tan ımış, tan ı m ak istememiş t i . Bi raz içi burkulmuş, "önemlidir" le bağdaşmayan bir durumun doğacağı endişesi , vücudu nun çeşitli yerlerine bir s ınav ö ncesi heye­ canının serinliğini yaymak istemişti ve gö rün üşe bakı lırsa buna engel o lunamayacaktı . Ama bu serinliğin yaratabi leceği mahçup titreme, akşamdankalmalığın sodasız kahvesiz -nerede kal d ı bu çaycı velet yah u , daha içeri girerken seslendik- b i r ortamda meydanı boş bularak sürdürdüğü etkinlik tarafı ndan -bi kahvemi zi bile getirtmeyecek miyiz artık? - altedilmiş , kapıdan içeri b i l e sokulmamıştı: A m a bu t ü r sevimsiz ha­ bercilerin mide bulandırmak için - mi desi zaten bulanıyor­ du- i l le de içeri girip oturmaları gerekmiyordu , yalnız baş­ vuruda bulunmaları , kapı önünde bekleşmeleri bile ortalığı karıştırmaya yetiyordu -ortalık zaten karışıktı , masasının üstü karışıktı, zihni karışıktı , akşam rakıdan sonra şarap da mı içmişlerdi? Viski vardı garanti , sonrası? Kahve de gelmemişti , ne çok gürül tü vardı, pencereden soğuk mu geliyordu , sıcak mı, kalorife r yanar m ı yaz ortasında , Selmin , haber yollaya­ caktı , zarf, önemli mi? Kim önemli? Masa neden yaklaşıyordu? Şimdi şu zarfın ne alemi vard ı ? Tuncay kalkıp günlerdir herkese ulaştırmak istediği mesaj ı haykıracaktı az kalsın: "Ben 59

aslında 'gide mez' demek istiyorum , " diyecekti. "Okulunu bitireli henüz kaç yıl olmuş, hiçbir yere gelmemiş bir kız, benim yakışıklı olduğum ölçüde güzel sayılabilir en fazla, onun ö nünde pati ka mı var, yol var mı belli deği l , benim önümde kavşaklar, yo nca yaprakları , benim ismim var, ondan önce kaç dişil kumsalda fener söndürdüm, nasıl b ı rakır da gidermiş ben i , ben onu gerçekten bir anlamda sevdim , o da bunu sezd i , beni k e n d i hayatımdan vazgeçirmeye çal ışıyo r , kendine bağlamaya çalışıyor, kızım, bizim bağl ılığımız b u kadar, ben sana bir sürü imkan sağlamıyor muyum ded i m , ama ille de onun istediği ölçülerde şey olacak, ben öyle her akşam işten ç ı k ı p eve fala n , olmaz dedim, gezmek, eğle nmekse bi rlikte olacakmışız, e birlikte de gitmiyor muyuz dedim, mesele buysa daha sık da gid i l i r dedi m , yo k , ben o l mayacağı n ı anlad ı m , çekip gideceğim dedi, ama nasıl bırakıp gidermiş , y a gerçekten giderse , yani gittiyse hem de boşanırsa, ulan, bu nca yıllık şeyimiz var piyasada , nası l şey olur yan i , kaderin pençesi e nsekökümüzden yakaladı mı nedir? " " Ş işşt, Tu ncay , Tu ncay ! " Baş ı n ı masaya dayamış, elinde "ö nemlidir" zarfı ndan çıkmış küçük sarı zarf ve b i r küçük not kağıdıyla kaç dakikadır duruyord u öylece ? Küç ük ka­ ğıtttaki no tu ( "Tuncay, merhaba. Boşanma için gerekli kağıtları falan öğrendim, neler yapılması gerektiğini de. Sana yolladığım zarfta her şey var, açı klamaların ı da yanları na yazd ı m . Sen de bir ara doldurma zahmetine katlanır ve bana yollarsan ben işleri halledeceğim. Selamlar. Selmi n " ) o arada o kumuş o l ­ duğunu anladı, aynı anda, başını kaldırdığı yeri n beş-o n santim uzağında duran kahveyle sodayı gördü . Kahveden bir yudum aldı. Soğumuştu kahve . Getirileli çok mu olmuştu ? Tuncay'ın eli belli belirsiz ti triyordu. Apaçıktı ki 1 -0 yenik durumdayd ı . Sel m i n , her şeyini b ırakıp kendisiyle b i rlikte göçtüğü B ü ­ yükşehir'de çıkıp ev aramış, bu lmuş , Tuncay' ı n yerleştirmek için bin dereden su getirdiği bütün eşyayı yerleştirmiş , 60

ocak-fırının yerini kendi başına ite kaka değiştirmiş, duvarlara asmak için birlikte poster seçmeye çıkmıyor, sallıyor d iye yalnız başına çıkıp bir sürü şey almış , duvarları donatmış , evlendiklerinde hediye ge len zevksizlikleri bir bir sarıp sar­ malayıp kutulara doldurmuş, yatakaltı etmiş, gün lerce süren derin konuşmalar içersinde, "birlikte yaşama" üzerine nutuklar atmış, kendisini n evde oturup her akşam koca bekleyecek bir kadın olmayacağını ilan etmiş, önceleri birer gecelik, sonra üçer beşer günlük, haftalık uyarı grevleri yapmış , bütün o tek başınalardan , yalnız başınalardan sonra da alıp başını gitmişti . Şimdi de boşanma işlemlerini başlatıyord u . Kesin bir yenilgi durumuydu bu. Hem de 1 -0 filan deği l ; açık farkla. Tuncay artık 1 -0'a razı olacaktı neredeyse. Selm i n , üstelik, golleri n i rakip sahada atmış sayılırdı. Ber.aberlik bile imkansızdı. Tuncay kalktı , ekseni e trafı nda döndü, tuvalete deplase oldu. Dönerken kararın ı vermişt i ; Zuhal'i arayacakt ı . N e yapıp edecek, onu tavlayacaktı . O olmazsa başka birini . N azan mesela. Gerçi geçen sefer olmamıştı , ama o sırada Selmin vardı, N azan da biliyordu , belki ondan olmamıştı. Hem N azan şart değild i , o istese , kız mı yoktu? Bu tarafı kolaydı da, bunları Selmin'in ruhu bile duymazdı ki . O görmedikte n , bilmedikten sonra da . . . Masasına oturdu , telefonu çevirdi: " N ilüfer Ha­ nım'la görüşeb ilir miyim acaba ? " " N i l ü fer, selam , ne haber? B e n Tuncay canım. Bi sesini duyay ım diye arad ı m , işim b i raz hafiflemişti d e , e, ne ha­ ber? " N i l üfer, ahizeyi yerine koyarke n kalkan tırnağına biraz acıyarak ama daha çok çözüm arayarak ( törpü halleder mi -kesmek mi gere kecek?-) bakıyord u . Parmağı nın ucundaki hafif sızıyı usulca dudaklarının arasına alıp yok etti. Sigarasının külünü silkti. Daktilosundaki kağıdı çıkarıp en alt satırın altına kalemle adının soyadının baş harflerini yazd ı . Yerinden kalkarken başın ı geriye yatırıp uzun koyurenk saçlarının 61

sırtındaki yayılışını yeniden düzenledi. Ay ! Herkesin yam­ başındaki bir dala konmuş da varlığını duyuramamış bir minik kuştu san k i , şöyle bir kanat ç ı rpıp ti treşmiş , yaprakları oy­ natmış da, kendini hissettirmek istiyormuş da, aman da aman, hani uzaktan gördüğünüzde yüreğinizi hoplatacaktı da yanına yaklaşmaya kalktığınızda kuğu zerafetiyle havalamverecekt i, limonlu deodoran kokusu gib i i ncecik bir kokuyu gözlerinizi s a ran p e m b e m s i b u ğ u n u n her y a n ı na e ş i t m i k t a rd a ölçülülük ! - dağıtarak uzaktaki bir dala konacaktı , hiç gözden kaybolmayacak t ı : - fikritakip önemliydi- , ama ona elinizi de süremeyecektiniz. Yal nız , minnacık bir kuş olup kimseye varlığını fark ettirmeden oracığa konu vermek, zarif kanatçık çırpışçıklarla kendini birden hissettirme k , so nra kuğu zera­ fetini canlandırmak, minicik kuşlukla kuğuluk, ayrıca kuğu gibi havalanmak, bütün bunlar, üstelik birarada , nasıl mümkün olacaktı ; o da bunu çözemiyordu bir türl ü . Yazdığı haberi Altan Bey'e götürü rken masaların arasından salınarak ilerliyor, bakması , gü lümsemesi gerekenlerden hangisine bu sefer hangisine öğleden so nra yakınlık göstereceği n i hesapl ıyor, gerekli işlemleri tamamladı kların ı n yan ına çentik a tıyordu. Telefo nla konuşan Al tan Bey'in "Tamam , masaya bırak" mesaj ını kaşlarıyla iletmesine alınd ı , bunu hafif kısılan gözleri ve kağıdı masaya uzatıp çabucak geri çekilen eli aracı l ığıyla bildiri p , geriye dö nüşü nü iyice ağırdan alarak tasd i k ettirdi ve altına pul yapıştırıp imza attı. Masasına dö nerke n gömlek yakalarından birinin ötekine gö re daha aşağıya sarkmış ol­ duğu nu fark e tti -aslında bu yanlış deği l , öyle olması ge re k , çünkü eğer insan sadece b i r süs eşyası değilse yakaları bütün gün aynı hizada kalamaz , yani önemli olan , sadece orda hurda biblo gibi boy göstermek deği l ; bütün gün çalışmak didinmek ne içindi? Bir güzelliğin içi doldurulmal ı ; sadece fo toğrafları güzel olan bir filmi o kadar da beğenmiyoruz değil mi, neden, N azcafe'de O ktay'la az mı tartışmışlard ı . N ilüfe r hep sorular 62

sorarak tartışırd ı , çü nkü sorular karşısındakine bir fikrin sadece ucunu gösterir, ortada fikir yoksa bile hiç değilse ucu varmış gibi olurdu . Eğer dışarda hava o fikir için pek elverişli değilse, dayartamayacaksa, ıslanacak , eriyecek, bozulaca k , b u n a benzer b i r şey olacak , N ilüfer'in hanesine k ö t ü puan yazdıracaksa , ucu gözükmüş ol masına rağmen onu hemen geri çekmek ko layd ı . Tart ışmaların bu ç i fte pasaportlu ç o k uyruklu gezgincisine 'evine dön' çağrısı yapıldığında sonuç alınabi l iyord u . N e d e olsa soru n , çarşıdan alınanı güvenip de misafirin ö nüne koyamama sorunuydu. Evde kendi yapmış olsa, bilirdi insan , şu kadarcıklığı n ı , nasıl büyüyüp o hale geldiğini bilird i , güve nle sunardı millete , beğe nmezlerse de beğenmezlerd i . Öyle olsa başkayd ı . Ama h e m çarşıdan aldığı belli o l u r hem de bi halta benzemezse , insan iki kat u tanmaz mıyd ı? Ama madem evde kendi yapmayacaktı , bunun için uğraşmaya n iyeti yo ktu , o halde niye misafi r çağırıyo rdu ? Gerçi N ilüfer bu alanda oldu kça ihtiyatlı davranıyordu ama her zaman ve her yerde sus pus oturulmazd ı ki. Arada kazalar olab i l iyord u . N ilüfer h e r ağzına geleni söylememeyi bir- i ki a c ı deneyden sonra öğrenmişti. Bir keresinde bütün piyon ları n ı , vezirini , kalelerini falan o kırmızı kazaklı oğla n ı n tahtas ına yerleşti­ recekken iki tane "Ona öyle denmez" , bir "Herhalde Aynştayn değil Ayzenştayn demek istedin", bir de "O tarihte onlar yoktu k i " ile sahadan sürü lmüş, eve gi ttiğinde hırsından ne yapa­ cağını bilememiş, ertesi gün ilk iş o çocuğu bir gün öncesinin döküm tab losundan silmiş, ikinci o larak gidip saçını perma yap tırmış, üçüncü o larak ye ni bir bluz almış, böylece idman ve haz ırlıklarını sürdü rür, yeni zaferler için bilenirken b i r büyük kazaya daha uğramış, kırmızı şarabı soğuk içerim diye tutturmuş olmakla kaybettiği puanların en az iki-üç maç kazanmaya yetebileceği n i , kulak kabarttığı bir konuşma içersinde tesadü fen öğrenerek bir şok daha geçirmiş, kendini 6.3

içkiye vermiş, tam iki buçuk kadeh cintonik içmişti . Ama bu sayede , onca erkeğin ortasında "Bana bir tane daha" diyebilen yegane kadın kimliğiyle kendisinin sadece her zamanki alışılmış cafelere değil lüks otel lobilerine, barlanna bile layık olduğunu bütün Öbürkent basınına kabul ettirmişti. Sonra, ilki bu kabulün hayata geçişi, ikincisi bunun o kadar güvenli bir durum olmadığı gerçeğinin başından aşağı geçişi niteliği taşıyan iki daveti kısa sürede eda ederek permasını bozdurmuş, e tekboylarını uzat­ mıştı. Aynanın karşısında çınlçıplak, ağlayarak dururken gözleri göğüslerinde, kalçasında, göbeğinde, eli baldırlarında dolaşır, onu bir türlü yakalayamaz ve N ilüfer'i u tandırır, o , gözünün önünden geçen bin türlü şeye direnir, gözlerinin önünden başka bir şeyler geçmesi gerektiğine sıkı sıkıya inandığından, ra­ hatsızlık duyar, zorlanır, reddeder, kendine karşı da teslim olmayan kendinden ö türü ayrıca gururlanır ve gece yattıktan sonra , uyku arasında kendini kendiyle yakalar ve bazen usulca yorganı başına çekerek hayatının küçücük bir diliminde de işleri akışına bırakıvermiş olma hakkını kendinde görürken yatağın suç ortaklığını gösterecek en küçük bir kanıtla donanmaması için binbir özenle, ardından, kollanın başının iki yanından geriye uzatmış , karanlığa açılmış gözlerle yatar, dolu dolu bir rüzgarın okşayarak kıyıya saldırsın diye kışkırttığı güçlü bir deniz yerine küçücük bir beton yüzme havuzunun dalgalanyla idare etmenin manasızlığı ama zorunluluğu üzerine düşünürken , bir eliyle saçlarım düzelterek ve gözlerini kırpıştırarak, N ilüfer yine N ilüfer'dir, hem minikkuş hem kuğu olma çabasının yükü çökertmesin diye omuzlannı ovalar biraz. Yalnız, ne zaman ve nasıl olacaktır? lşin kötüsü , çevresini saran ve bir an olsun kesintiye uğramayan allegro libido senfoniye en önemli sesleri katan elemanlardan biridir ve orkestra şefini görememekte , onun nasıl biri( leri? ) olduğunu, bütün bu düzeni ne amaçla yönettiğini bilememekte, bazen ortada herhangi bir şefin bu­ lunmayışı ihtimalinin büyüklüğünü sezerek telaşla, ö fkeye 64

kapılmaktadır: Eğer zamanı geldiğinde "Bu sefer tamam kızım, hadi bakalım" diyecek, ama olacakları onun yıllarca koruyup büyü tüp beslediği , silip temizleyip parlattığı , ambalaj ını sık sık değiştirerek çekiciliğini zaman aşımına uğramaktan hep kurtardığı değerli varlıklarının değerini gözeterek, onun açı­ sından düşünerek, onun için onun hoşlanacağı şekilde -Muazzez Tahsi n bu noktada " hem maddi hem manevi" der- düzenleyecek bir orkestra şefi yoksa ne olacaktır? Kendisi -narin fakat cüretli alageyik- ile civardaki avcılar o turup sonucu birlikte tayin edecekse . . . ihtimali bile N ilüfer'i sinir krizlerinin eşiğinde gezintilere çıkarmaktadır. N ilüfer krizlerden korktuğu için tecrübe alanı dışındalar çünkü- içeri adımını atmamaktadır. Sonra . . . ayrıca , onun için, onun hoşlandığı şekilde , tamam da, bu nasıl bir şekil? O ne istiyor? O, Nilüfer, baba parası yemeyen, yalnız maaşının bir-iki katı tutan giyim-kuşam ve bazen gezme masraflarını babasından arasıra alan , yani o veriyor diye , anababası memnun olsun diye , onlardan tamamen kopmadığını hissetsinler elleriyle tutarak diye , aman kızım , ne güzel de yakıştı, helal olsu n , gez kızım, kızım da yazıyor çiziyor aman , işte , bütün gün , korkarım gözlük takacak yakında, aman ne olacak, lens taktırırsınız hiç belli olmaz, öyle demeyin onun da zahmeti çok oluyormuş, alsın, üstüne başına, biz yapamadık zamanında, o yapsın, bak okudu, sınıflarını hep geçti N ilüfer'im, babası da diyor, ne yapalım diyor, bizim kızımız da böyle istiyor diyor, yapsın diyor, hayırlısıyla bir kısme ti de çıkar inşallah , işyerindeki arkadaşlarıyla kardeş gibiler, bir gün eve çağırdı onları , ben de girdim mutfağa , beraber pasta kek falan yaptık, hepsini bir güzel ağırladı, sen karışma anne dedi, elinden geliyor, ama tabii o kadar her şeyi tam beceremiyor, çocuk ayol daha , çalışıyor malışıyor ama, evladım, düşünceli kızdır, maaşını alınca mutlaka eve bir şey alır getirir. N ilüfer telefonu "Aa, çok sevindim , nereden aklına geldi beni aramak ? " diye 65

N ilüfer telefonu "Aa, nereden çıktın ya , sevindim aramana N ilü fer telefonu "Aaa" diye açmış, kazandığı tek saniyelik sürede bu zamansız yakalanışı bir planlı tabikata dönüştür­ menin yolunu yöntemini tasarlayabilmiş, " Sen mis in, inan ben de nedense senin arayabileceğini düşünmüştü m , " diye sürd ürmüştü . Birinci sını f bir hamleydi bu. Bütün yukar­ danlığına, rolünü ezberlemekteki-oynamaktaki inkar edilmez başarısına

rağmen

Tuncay'ın

bu

hamleyi

karşılaması

imkansızd ı . N i tekim "Yaa, öyle mi, neden peki ? " diye sormuş ve cevabı n ı almıştı. N ilüfe r Tuncay'ı n bu aşamada söyleye­ ceklerini önceden bildiğinden dinlememiş , böylece bir ön­ cekine göre hayli uzun bir düşünme-tasarlama süresi kazanarak karşılaşmanın inisiyatifini b ü tünüyle eline geçirmişti, sayı n dinleyiciler, güneşli b i r günde , N il ü fer acımasız : "Bilmem, öyle işte . " Bu durumda Tuncay'a vakitlice havlu atılmas ı en isabetli davranış olacaktı , ama Türk ölür, ringten çekilmezdi: " N as ı l , 'öyle işte ? "' N il üfer bir aparkat daha çıkard ı : " N e bi­ leyi m , bazı şeyleri insan . . . N eyse . " N eyse olur mu yah u ! N eysesi m i var? O " ne"yi ucundan yakalayıp ortaya getirelim, tutalım, şeydelim falan diye buralardan telefon açıyoruz, neyse o lur mu canım: " N il üfer, inan canım çok sıkılıyor, çok üz­ günü m , biliyorsun durumumu . Yakın birinin -yanlış Türkçe: Bunca kilome tre ö teden yakın olunur mu? Ne dediler sana : Konuşurken güzel , düzgü n konuşacaksın, yoksa iyi bir şey yazdın m ı başkası yazdı diye laf çıkarırlar- yani kendimi yakın hissettiği m birinin sesini duyayım dedim de. Bilirsin sana , yani seninle , yani seni her zaman . . . " Tuncay, Yeşilçam kah­ vesinde oturup iş beklerken Cüneyt Arkın' dan dayak yemek ü zere rol verilen, genellikle çeneye yumruk yeyip dönere k geriye uçanlardan sonra kendilerine sıra gelen, mide açan veya karaciğerden faça vere n figüranlar gibi durmuştu . N i lü fer bu pozisyonu kaçırmazd ı elbette ; vurdu ve indird i : " Evet, Tun­ cay'cığım, Selmin burada ya, geçen gün uğradı buraya, 'Eskiden 66

b u raya Tun cay i ç i n geldiğimde s i z le rle görüşürd ü m , o n u n l a i l işkimiz b i t t i diye s izleri hayatı mdan sileceğimi san m ıyor­ dunuz h e rhalde' eled i , d oğrusu biz de şaşırmıştık, neden geldi cl iye, b i raz o t u rd u , ç o k iyi gö rdü m onu , onun kadar kara r l ı o lab i l m e k g ü z e l tabii senin i ç i n h o ş deği l , a ma o n u n l a uzun uzun konuştu k, bir akşam bana geldi kald ı , sanırım ikiniz için de daha iyi olacak böylesi . . . Tu ncay telefo n u nasıl kapa ttığın ı hatırlamıyord u . Yalnız alelacele bir şeyler geveleyip ahizeyi yerine koymuş , içinden bir " Kaarets i n ! " çekmiş t i . ( O layın geç tiği ü lkede Amerikan D iz ileri yay ına girdiği nden beri i nsanlar "Allah kahrets i n " d e m e y i b ırakmış ,

o l a y h a fi fse " Ü zgünü m" , b iraz ağırsa

" Kaare tsin" demeye başlamışlardı. Bu nedenle Tuncay da böyle yaptı. Yo ksa Tu ncay'ın bu davranışının kökeninde onun Amerikan hayra n ı olması ya tmıyord u . Çünkü , ilkin Tu ncay Amerikan hayran ı değild i ; ikinc i s i , "Allah kahrets i n " yerine " Kaarets in" demek i ç i n Amerikan hayranı o lmak değil , Amerikan lngilizcesiyle yazılıp çekilmiş bir televizyon dizisinin Türkçe dublaj sürecinin hayranı olmak gerekiyordu ki, böyle bir hayranlık türü h e n ü z icat edilmemişti . ) Tu ncay " kaaret­ sin" inden so nra gözlerini açmış, karşısındaki şefi görmüş t ü , şef, " O n keredir söylüyoru m , " d i y e bağırıyo rd u . ( D e m e k doğruydu : N i l ü fe r karac i ğe rden v u r u p i n d i rmişti onu v e o groki olmuştu , yerde, eldivenli i k i eli vücudundan uzaklarda bir yerde , sopalara takı l ı balonlar gib i , kolları bacakları a ç ı k , ü s t ü n e basılmış b i r sinek, y ok , o l u r mu , tab ii k i hayır, b i r yenilgi tanrısı gibi ringde yatakalmış , ona k a d a r say mışlar ve kendine gelememiş ti . ) Şef, " O n keredi r söylüyoru m , duymazlıktan geliyorsun , " diyord u . "Saat birde ra ndevun yok muydu senin? Şu b i tmek bi lmez telefonlarını bırakıp ç ı k­ mayacak mısın artı k ! Saat yarım ! " " Tamam çıkıyoru m , " dedi, kalktı, tuvalete uğrayıp aynada krava tını düzeltti, iki elini kulakları n ı n üstünde saçlarının 67

arasına daldırıp iki yana açtı, kabarttı saçları n ı , istediği gib i olmadı, iki gündür yıkanmamıştı, yine de iyiydi canım. Çıktı , gazete bahçesinde arabaya binerken ne Selmin'den gelen zarf, ne N il ü fer. . . Arabanın kapısını açtı , eğild i , o sırada birisi omuzuna dokundu , döndü : "Aa , m erhaba , neredeydi n sen , izinde miydi n ? " "Eve t , az önce döndüm , bişeyler duyd u m , Selmin'le tatsızlık olmuş galiba , ha? " (Ulan N ilüfer! B o k vardı aradım sanki , şimdi daha beter oldu k . ) Tuncay gözlerini yere eğdi, başını salladı; menzili kısa , hızlı bir hareket: Üzülüyordu işte , bell i . "Yapabileceğim bişey var m ı ? Selmin mi istedi ayrılmayı? Onunla konuşmamı falan ister misin? " Selm in'i doğru dürüst tanıyan tek kişiydi işyerinde, yan i Selmin'in de doğru dürüst tanıdığı tek kişi . O da Tuncay'ın eski işyerindeydi , birlikte geçmişlerdi. Ötekiler Selmin'i toplu halde gidilen b i r eğlence yerinde v e bazıları bir-iki kokteylde görmüşler, birkaç cümle konuşmuşlardı. "Yaa, bilmiyoru m aslında, bilmem k i, y a n i bir g id i p döneyim de , konuşuruz, ben de bi r ka fam ı toplayayım . " " N ereye gidiyorsun? Çabuk d ö n e r misin? Ben çıkacağı m çünkü . " " Eee . . . işte . . . b i iş var da. Bir-iki saatimi alır sanıyorum. Ama acelesi yok canım , yarın da konuşabiliriz. " "Peki, nasıl istersen. Siz karar vermişseniz kimseye bişey demek düşmez, ama çocuklar senin aslında ayrılmak istemediğin gibi bişeyler söylediler. . . " "Yo k canı m , yani tabii, aslında is­ temezdim, ama Selmin'in olayı getirdiği aşamadan sonra benim de artık canıma, yani beni kendisine uydurmak istiyordu , ben de olmaz dedim tabii . " Tuncay gülmeye başladı. Karşısında kararsız duran , aralarından kısılmış gözler taşıyan bir başın yükseldiği iki omuzdan birine pat pat vurdu. "Bu saatten sonra ev kedisi o lacak hali m iz yok ya oğlu m . " Arabaya binerke n , " Ş u işe bak , " diye söylendi. "Adamlar bize resmen terk edilmiş adam muamelesi mi çekmek istiyorlar nedir? " Ama N il üfer fena yapmıştı doğrusu . . .

68

iV. Kadınlar Üstüne Özlü Sözler Üstüne

Karşıdan bakıldığında iki katlı bir yapı. Gri boyalı. Aslında üç katlı, yeraltına da uzanıyor. tik kat biraz basık tavanlı, ama öyle olsun diye öyle yapılmış , güzel duruyor o lmal ı , basık ve geniş, kocaman bahçeye yayılıyor, girintili çıkıntılı mimari tarzından ötürü her tarafa kolunu bacağını uzatıyormuş gib i . lkinci kat , ilk katın yalnızca bir bölümü üzerinde yüksel iyor. Yapının ana gövdesinden çeşi tli yönlere odalar, bölmeler, balkonlar taşıyor. Balkonlarda tavla masaları , üzerine oyun kağıtları saçılmış sehpalar. Bahçede ağaç yerine üstleri yu­ varlatılmış, tenrengi , boğum boğum bir sürü sütu n . Çiçek­ liklerde kocaman , renk renk ruj lar, renk renk pamukların arasından yükseliyor. Antik sütun benzeri iki mermer kolonun duvarları -duvarlar televizyo n ekranı biçiminde kesilmiş melamin briketlerden örülü- araladığı yerdeki bahçe girişinden binanın kapısına uzanan yo l parketaşl ı izlenimi veriyor. Parketaşların her biri , gazino ilanlarının, gazetelerin fotoroman sayfalarının, birinci lig takımlarının toplu fotoğrafların ı n , parfüm v e aftershave etiketlerinin yapıştırılmış olduğu plastik kutular. Aralarından bir h izada kesilmiş maydanoz sıraları 69

yükse l i y o r. Ye ş i l yeşil , h e r yola mayd a n o z . Yol u n her iki ke­ n a r ı n d a , gi rişte k i k o l o n l a rd a n b i naya kadar, tel evizyon an­ tenle ri , üçer metre nı esa feyl e diz i l m iş , hepsi Çamlı ca'ya çevrili. A n t e n s ı ra l arı boyu n ca üzeri n de n sarı - k ı rm ı z ı -mavi-yeşil a m p u l l e r sarkan b i rer k o rdo n uzanıyo r. Ampullerin bir k ısmı yan m ıyo r. Her i k i ta ra fta da ya nan lar, parketaşlarclan yükselen lahmac u n ko k u s u n u ayd ı n l a t maya yetiyo r. Amp u l l u kordo n her tel e v i z y o n a n te n i n e yakl aş ı rken y ü kse l i p , i k i a n ten i n o rtas ı n a d o ğ r u e n a l ç a k n o k tası na i n iyor, tam b u no ktal a rda kordo nlard a n a l t ın kolyeler, m adalyonlar, künyeler sallan ıyo r. Yol b i n aya yaklaşırken hafif eği m kazanıyor, y ü kselmeye başlıyor. B i naya b i rkaç me tre kala basamakla r var. Televizyon a n te n i diz i l e r i bu rada bitiyor. Basamakların iki yanı n d a b irer d ev ik ikiş i l i kka ryo la aya k tara fları üzerine d i k i lmiş d u ruyo r. Karyolaları n , basa makl a rdan ç ıkan ı n üzerine doğru uzanan p i rinç baca k l a r ı a ras ı n d a ge linte l l e ri s a rı l m ı ş i p l e r ger i l i , bu i p l e rden b i re r çarşaf sa rkıyor. l ki çarşafta da b i rer k ü ç ü k kırmızı l e k e . Çarşa fl a r p l a s t i k mandallarla tutturulmuş , üzerlerine ki m i sa rarmaya yüz tutmuş, k i m i gümüş çerçeveli bir s ü rü nikah fo toğrafı i l i ş t i r i l m i ş , renkli küçük topbaşlı iğnelerle, çeçevel iler ele telle. Bombel i pirinç levha , bir bölümü ceviz , bir b ö l ü m ü fo rmika kaplı kocaman sokak kapıs ı n ın üst kısmında. Üzerinde "Ne iyi ettiniz de geldiniz , b iz de sizden bahsediyo rduk" yazıl İ . Kapının tokmağı bakır üzeri şeffaf PVC kaplama. Binanın a rka cephesine yakın bazı o d a l a rı n ikinci katları var; aralarında , cam-alüminyum karışı m ı dış kaplamaları güneşte parlayan tü pgeçitler yer alıyor. l kinc i kattaki odalardan hırıltı ve homu rtularla karışık ç ığlıklar yükseliyor. Daha ç o k , i n leyen k a d ı n sesleri duyuluyor. M erkezi yayın b u . l l k k a t kalabalık. Ellerinde i ç k i kadehleriyle çıplak adamlar dolaşıyor ; b i r s ü rü e r k e k . B i r i n c i k a t ı n a r k a cephesinde pencere y o k . Geniş salonda harıl harıl hazı rlıklar sürüyor. H e p yere bakarak 70

yürüyen başörtülü kadı nlar, tepsiler tabaklar getirip götürüyor. Barda şişeler sıra sıra , barın önü kalabalık, gürültülü ko­ nuşmalar, kahkahalar. Erkeklerin üzerinde sadece ci nsel o rgan larıyla popoları n ı örte n , Kızılderili ö rtülerine benzer bir şeyler var. Bunlar kağı tta n , üzerlerin e kad ı n isimleri ya­ zılmış. Bazıları kağı t-örtün ü n çeşitli yerlerine fo toğraflar da yapıştırmışlar, kadın fotoğrafları . Kağıt-örtülerinde tek kelime daha yazacak yer kalmış olanlarla, kağıdın beyaz beyaz sırıtan bölümlerinin fazlalığından utananlar ses tonlarından ayırt edilebiliyor. Bazıları kağıt örtülerin üzerin e kad ı n isimlerini ispirtolu kalemlerle renk renk ve kocaman kocaman yazmışlar. Büyük masada herkesin yeri ayrılmış, balmumundan küçük çıplak kadın heykelleri konmuş yanyana, heykelciklerin hepsi değişik duruş biçimlerinde , ama hepsinin bir elinde muz var, ağızlarına gö türüyorlar, muzu n açılmış , dört yandan sarkan kabuklarından birine i liştirilmiş küçük, pembe kağıtar üze­ rinde isimler yazıyor, her ismin yanında da sözkonusu kişinin evli olup olmadığı , evliyse kaç yıllık evli bulu nduğu , bugüne kadar kaç kadını kayda geçirdiği belirtiliyor, bunlar daktiloyla yazılmış. Bütün duvarlar kadı n posterleriyle dolu, bazılarında yalnız çıplak modeller var, bazılarında pozisyonlar. Arada, rölyef-kabartma stil i , duvardan dışarı taşan göğüsler, popolar var. Büyük salondan bazı paravanlarla ayrılan daha küçük birkaç salonda sü tunlu mimari kuytu köşelerin oluşmasına izin vermiş, buralarda duvarlar yerden bel hizasına kadar içine pamuk doldurulmuş i ncecik lastiklerle , kadın çoraplarıyla kap l ı , b u n l a r ı n aras ı n d a k ü ç ü k d e l i k l e r sez i l i yo r, tüylü­ çoraplı-delikli duvarlardan , ağız hizasında meme biçiminde b ibero n lar dışarı uzanıyor, içleri rakı ya da viski dolu . Bel­ lerinden sarkan kağı tlar kuşe ya da birinci hamur olanların bir bölümü viskili ö tekiler rakılı biberonlara dudakları nı yapıştırıp, duvara iyice yanaşarak popolarını ileri geri oy­ natıyor, hareketleri iyice hızlanıp hıtlanıp birden ti tremeye 71

başladıktan so nra , kendilerini hemen duvar dibinde, kad ı n biçimindeki şişi rilmiş lastik yataklardan birinin üzerine atarak tavanı seyre tmeye koyuluyo rlar. Tavan da baştanbaşa resim kapl ı , Karaoğlan ve Malkoçoğlu ç izgileriyle canlandırılmış çiftleşme sahneleri , bunlann arasında Conan'dan alınma çeşi tli kareler var. Odalar arasındaki paravanaların dibine gazete koleksiyonları ko nmuş. Tan'ın bütün eski nüshaları var. Erkekçe' ler, Bravo'lar sıra sıra . Yabancı Playboy ve Pentho­ use'lar b ire r tane, "sayın arkadaş lar"dan " kaybetmemeleri" ve " yıpratmamal arı " sık sık rica ediliyor. Odalardan biri ka­ rartılmış, pencereleri ışığı çook hafif geçiriyo r, bu ışık saye­ sinde perdelerin üzerine işlenmiş belli belirsiz kadın silüetleri seçilebiliyo r. Bu odaya geç işteki paravana da uzatılmış; bir karartma unsuru . Odada sürekli film oynuyor. izleyiciler için yatarkoltuklar konmuş sıralar halinde , koltuklann yan ıbaşında birer sehpa , bunların üzerinde içki bardağını o turtma yeri , mıncıklamak için şişi rme lastik memeler ve ıslak bezler var. Odanın küçük bir si nema salonu haline getirilmiş ana bölü mü dışında, biraz kenarda bir tezgah, üzeri nde kavanoz kavanoz fındık ezmesi, mac unlar, çeşitli haplar ve bir sürü şişe duruyor, tezgah yere oldukça yakın yapılmış, buraya gelenler genellikle emeklemeyi andırır tarzda sürünerek yaklaşıyor ve macunları avuçluyor, ağızlarına birer hap atıp bekliyor, sonra ayağa kalkıp canlı canlı yürüyerek gidiyorlar. Tezgahın sinema salonunda olması müthiş bir zeka ürünü çü nkü böylelikle karanlıkta kalıyor, kimin takatinin ne kadar çabuk kesildiğini ötekiler anlamıyo r. Bele asılacak kağı tlar için bir standart büyüklük saptanmış o luşu da benzer bir amaca hizmet ediyor; bu tedbirler alınmamış olsa, yalnız gereksiz sürtüşmeler ve kısır çekişmeler doğmayacak, bina içinde konuşulan konuların önemli bir bölümü de konuşulamaz hale gelecek. Odalardan b i rinde , aşağıya -to prak al tındaki zemin kata­ açılan bir kapak var, ellerinde tepsiler tabaklarla başörtülü 72

kadınlar alttan merdiveni ç ı karak bu kapağa kadar ge liyor ve kapağı tıkla tıyo rlar, gürültü içinde tıktıklar duyulana kadar beklemek zorundalar, hem iki elleri dolu old uğundan kapağı açamıyorlar hem de , öyle işte, beklemek zo rundalar. Alt katta , sonunda bu kapağa ulaşan merdivenin b u l u nduğu yer, b i r korido r, ö teki u c u mutfak kapısı. Yukardakf erkeklerin çeşi tli fo toğra fları özenle çe rçevelenerek koridorun duvarlarına, tavan ı na asılmış, fo toğrafların hemen hepsi masabaşında çekilmiş , erkeklerin çoğu ceke t l i , bazıları deği l , o n lar d a krava t l ı , gömlekleri n i n kollarını sıvamışlar, b i r-iki tanesi d ışında hepsi telefonla konuşuyor ya da önlerindeki kağıtlara bir şeyler yazıyorlar, o bir-iki tanesi de gö rke mli kapılara doğru ç ıkan merdive nlerin başında du rmuş , o t o m ob i l e b i n m eye hazırlanı rken gö r ü l üyor. Mutfak kapısında, kocaman bir kırmızı elma kabartmasının yer aldığı , tepesinde elyazısı biçimi verilmek istenmiş kalitesiz bir grafik-yazıyla "Notlarınız" direktifini n okund uğu bir karton asıl ı , kartonun sol üst köşesinde önlüklü b i r kadın ç ıkartması var. Mutfak kapısı, koridora koku gitmesin d iye sürekli kapalı tutuluyor, tepsiler-tabaklar-başörtülü kadınlar trafiği bu nedenle mutfak tarafı n d a , kapı ç ı kışında zaman zaman tı­ kanıyor. Mu tfakta yemekler yapan , küçük fo rmika masaların çevresine ellerinde sigaralarıyla o tu rmuş çene çala n , kendi sorumlul uklarındaki tencereye kalkıp bakmak için konuş­ malarına

a ra

veren

ya

da

bir

yandan

patlıcan-hıyar­

do mates-pata tes falan soyup doğrayan kadınlar başörtülü kadı nlara talimatlar veriyor, başö rtülü kadınlar da onlara "Abla" diyo r. M u tfakta kurallar konmadığı bel l i , ama yine de geniş ve derin bir uyum hüküm sü rüyor. Kadınların hepsinde birer yaka nu marası , göğüslerine bir ya da b i rkaç vesikalık fo toğraf iğnelenmiş, hiçbirinin bluzu birörnek değil, vesika l ı k fo toğraflarda çeşitli çocuk yüzleri görülüyor, bazı­ larının göğsünden b iraz daha büyükçe fotoğraflar sallanıyor, 73

bunların üstünde takım elbisel i , smokinli oğlanlarla gelinlikli kızlar var, gülüyo rlar, çocu kların hepsi gülmüyor, bazıları ö n l ü k l ü , beyaz yaka l ı , bazıları k ravat-ceketl i , bazıları da bi­ siklet üzerinde ya da kollarının altına toplar sıkıştırmış, b i r-iki fo toğra fta da, fo toğra fı göğsünde taşıyan kad ı n , ku­ cağında b i r bebe k l e . Göğsü nde tek fo toğraf ası lı kad ınların yaka numaraları siya h , iki fo toğra fl ılarınki mavi , daha ç o k fotoğraflılar da kırmız ı . Kadınlar çantalarını m u t fa k kapısının yanına bitişik düzen s ı ralamışlar, zaman zaman b i ri gidip çantasını açıyor, içinden bir şeyler alıp yeniden kapatıyor. M u t fağın bütün duvarları raf ra f, bunların üstünde sayısız kavanoz , ş işe , kutu ; ra flara yakın d u ran ya da ra flar arasında koşuştu ran kadınlar bunların bazılarını çekip sonra yerlerine koyuyor, bazıları içinden bir şeyler aldığı kavanozu fayansların üzerinde b ı rakıp gidiyor, mu tlaka bir başkası gelip kavanozu al ıyor, kapağını kapatıp yerine koyuyor, daha önce kavanozu o rtada b ı rakmış o lanı gözleriyle arıyor, bulunca gü lümsüyor, gözleri kısık, gülümsemesi standartlara uygun, alt ve üst dudak birlikte iki yana açılıyor ama u ç ları yukarı kalkmıyor, düz bir çizgi halinde uzayıp sonra eski durumuna d ö nüyo r. ikinci kattaki odalar küçük küçük , paravanlarla deği l , odaları b irbirine bağlayan camlı-alü m i nyu mlu tüpgeçitler ve geç i t l erin bitim indeki kap ı larla birbirlerinden ayrılıyor. llk kattan merdivenle tüpgeç itlere çıkılıyor, merdiven plastik, basamaklar popo ve meme biçiminde, üzerine basılınca b i raz içeri göçüyor, tüpgeçitlerin zemini de böyle , ayrıca ıslak, tüpge ç i tlerin tavanlarına çok sessiz çal ışan b i rer mikser yerleştiri l m i ş , mikserde biraz suyla e riyik haline getirilen sabunlar, mikserlerden tüpgeçitlerin yan duvarlarına uzanan, o rada , uc undaki dağı tıcılarla eriyiği duvara yayan ve zemine mümkün o lduğu nca dağı l masını sağlayan zari f b o ru larla akıyor v e plastik ç ı k ı n tılar üzerinde yürümeye çabalaya n , içkiden başı dönmüş erkekler kaçınılmaz olarak yere düştükçe 74

h e r tara fla r ı n ı n vıcık laşmasına yo laçıyo r. Erkekler düşerken kağı t-ö rt ü l e r i a ç ı l ı yor, vıc ı k-eriyik her yerlerine b u l aşıyo r, karş ı larındaki oda kapıs ı n d a büyükçe b i r m o t i f va r : A ç ı l ı p kapan a n i k i kadın bacağ ı . Bacaklar kapalı du ruyo rsa oda meşgu l d e m e k , kapının ö n ü n e ge l e n beklemek z o r u n d a , içerde n yükse l e n i n l e me-o flama sesl e r i tüpge ç i tte b e k l e ­ y e n l e r i n sıkı l maması i ç i n geç ide i k i ek kolonla, yükse l t i l e rek veril iyor. Kapıdaki kadın bacakları a ç ı l ı n c a , "giriniz" ışığı da yan ı y o r, tüpge ç i tte bekleyen gire rke n , tu r n i ke-parava n b i ­ ç i m indeki kap ı , i ç e rden ç ı k a n ı n o n u gö rmemesini sağl ıyo r, o da içerden çıkanı görem iyor. Küçük odalarda genellikle ikişer üçer ç ı p l a k kad ın var, kadın ları n ya n ı n d a s ı ra s ı ra maskeler duruyor, i ç e r i g i re n erkekler d i l ed i kl e ri maskeyi seç i y o r, kad ınlar bunları takıyo r, öyle başla n ıyo r. Maske l e r fo toğ­ rafl a rdan ko pya , c a n l ı gibi , sinema oyu n c u l a r ı , şarkı c ı l a r, komşu l a r, işyerlerindeki tanıdıkları , aşağıd a , m u t faktaki kadı n l a r, heps i n i n maske leri; küçük odalardak i kad ı nlard a n , içeri yeni girenin isteğine gö re biri ya da ikisi ya da üçü b i rden devreye g i riyor, artık adam kaç maske istemişse ona gö re , ya da s ı rayla o l uyor. Kadınlar az önce h a n gi mask l e rin k u l la­ nıldığını kes i n l i k l e bel l i etmemek zorunda , ç ü nkü baze n , odadan ç ı kan adam b i r so n raki çıkana kadar tüpge ç i tte yarı baygı n kal m ı ş olabileceği nde n , so n ra k i n i n o n u ta n ı ması mümkün ve maskeler a rasında aşağıdaki kadınlara a i t olanları da b u l u nuyo r; ve herkesin aşağıdaki kad ınla r ı n h e p s i n i k u l l a n m a h a k k ı yo k ama maske l e r v a r ve dolayısıyla baze n , niye ötek i , b e n i m karımı h a ! fa lan o l a b i liyor. Başö rtü l ü kad ı n trafiğinin son kalıntıları da kaybolduktan sonra büyük masa çevresine o t u ru l u yo r. He rkesin sanda l ­ yes i n i n dibi nde , yerde , d i z ç ö k m ü ş l a s t i k kadı n figürl e r i var. Yer i ne o tu ra n , ağz ı n ı açmış lastik kad ı n ı sandalyesine doğru yaklaştırıp kağı t-örtüsünü a lttan kald ı rıyor, göz l e ri kaymaya başlıyor, o zaman "Falan bey de yerini aldı" diye anons ed i l iyor, 75

kısık bir kadı n sesi anonsları yapıyor. Masanın çevresi doluyor. Bir süre ke n d i a rasında laflaşan top l u luğun uğultusu salonu kaplıyor, kim neden oraya oturdu, neden ben değil, tartışmaları çeşitli küskü nlüklere yolaç ıyor, gi tmeye kalkan lar, "hır.akın, tutmay ı n b e n i " ler, aralara girilerek halledil iyo r. Salo n u n b i r u c u n d a ayakta duran a d a m , bir manivelayı indirerek yerine geçip oturunca ışıklar sönüyor, ıslak bezler dağıtılıyor, ışıklar yanıyor, sandalyelerin dibindeki şişirme kad ı n la r söndürü­ lüyor, s i l i n i l i yor, bezlerle lastik kad ı n l a r, masaya , herkesin önüne birer tane konmuş deri bond çantalara yerleştiriliyor düzgü n c e katlanara k , sandalye arka l ıklarından gö mlekler, ceketler alınıp giyiliyor, kravatlar takılıyor, işini bitiren kalkıp salona bitişik asansöre gidiyor. Asa nsör kap ısı yalnız belden yukarısı n ı gösterece k şekilde yap ı l m ı ş , asansörle aşağı i n e n , mutfağın asansöre bakan kapısının hizasına gelince du ruyor, asansörün bel h izasına kada r yükse l e n alüminyum ka p ı s ı n ı aç madan , kap ı n ı n üzerinden b o n d ç a n tas ı n ı uzatıyor, m u t ­ fa k t a k i kad ı nlardan her d e fa s ı n d a b i r başkası -inen adama gö re değişiyor- gidip çantayı a lıyor, a l ı rken bir şey dem iyor,

y

çantayı götürüp y a n ana dizil miş portmantolardan o luşan duvarın dibinde, ayakkabılıklardan birinin üzerine koyuyo r, çantayı o raya götürürken önlük cebinden ç ı kardığı bir bezle tozunu alıyor ve "Gömlek yakası da simsiyah olmuş tur, " diye söylen iyor. O sırada asansöre i lerlemekte olan kad ı n ı n da mutlaka, " H a k l ıs ı n şekeri m , başa ç ı kı l mıyo r, " demesi gere­ kiyor, yoksa sayılmıyor ve adamın asansörle tekrar yukarı çıkıp baştan başlaması gerekiyor, o zaman da adam kız ıyo r. Du­ varlardaki s ı ra s ı ra televizyon e k ran larında s ı k sık deterj a n re klamları görülüyor. Erkeklerin hepsi çantalarını tes l i m edip yukarı döndü l e r, yerlerine oturdu lar, yeni şişirme kadınlar ge tirilip sandalyelerin ö nü n e çekildi , o t u ruşlar ayarlandı, uğu l t u kesildi gibi , oval masanın başyaykenarına otu rmuş biraz daha yaşlıca adam , 76

"Evet beyler. " diyor, "Lütfen. Başlıyoruz . " Yanındakine eğil i p gülümsüyor, "Buyrun efendim, i l k olarak sıra sizde . " - Demek ilk olarak bize nasip oldu. Önce, sayı n başka n , değerli üyeler, hepinizi saygıyla selamlarım. llk hatip olmanın zorluk ve heyecanını takdir edersiniz . E fendim, müsaade ederseniz , ben , şu noktaya nazarı dikkatinizi celbetmekle işe başlamak isterim ki , bugün minnetle yadedilmesi lazım gelen bütü n mühim avc ıların en önemli hususiye t i , yere düşen bir kadına o şekilde yardım edebilmeleridir ki, kad ın canının yandığını hiç hissetmesin. Teşekkür ederim efendim. (Başkan kaşgözüyle işaret ediyor, artık ondan izin beklemeden sı rayla konuşuyorlar. ) - Kıymetli hocamın bu veciz ifadesinden so nra konuşmaya kalkışmam belki talihsizlik, ama ben de naçizan e , h e r şeyin ama her şeyin kötüye gittiğini, müşahade edebildiğimiz tek müsbet gelişmenin kadınlardaki ahlak tutkusunun zayıflaması olduğunu i fade edeceğim. Kö tüye giden her şey kötü değildir, demek ki. - Arkadaşımın dediklerine aynen katılıyorum. Lakin bir noktayı ilaveden imtina edemeyeceğim, o d a dağcıların v e frijit kadınların kocalarının buzul yarıklarının ne menem şeyler olduğunu hepimizden iyi bildikleridir. ( " i c raat içerisinde öğren iyorlar" sesleri. ) - Bence her şeye rağmen erkeklerle kad ınların anlaşması imkansız değildir; eğer kadında belirli birtakım şeyler, erkekte de belirli bir şey yerinde olursa. (Çılgınca gülüşmeler, alkışlar, gülme krizi geçiren bir-iki kişi , yüzü koyun yatırıldıkları şişirme-lastik-kadın-sedyelerle salondan çıkarılıyor, yerlerine salon kenarından numara gösterilerek yenileri giriyor, şişirme kadınları patlatması nlar diye , yen i girecekler hakem kontrolundan geçiriliyo r, salon kenarında önlerini açıp iğne-çivi filan koymak gibi hilelere başvu rmadıklarını kanı tlayınca toplantıya alınıyorlar. ) 77

- Yeni giren arkadaşlara başarılar dileyerek sözle rime başlamak istiyo rum. Bence aklıbaşında denen kadınlar da erkeklere yeterince düşkündür, yalnız onlar Pizza Kulesine benzer. ( " Pizza Kulesi de ne? " sesleri. Konuşmacı kalkıyor, harita üzerinde Pizza' nın yerini gösteriyor, İ talyan kadı n ları üzerine iki fıkra anlatarak izahat veriyor. ) - Müsaade ederseniz devam edeyim efendim. Pizza Kulesi'ne benzerler: Erkeğe doğru eğiktirler, ama hiçbir zaman düş­ mezler. (Tuncay, "Hah işte" diyor. Sonraki konuşmacı sözüne başlamış bu arada : ) - . . . manevi bakımdan d a . Kadınların s ı r saklamasını bil­ medikleri doğru değildir. Kadınlar pekala sır saklayab ilirler, eğer bunu o nlara anlatmazsanı z . ( G ülme krizleri. Bu k e z ilkyardım ekipleri çağrılıyor. B i r sedyeyi taşıyan dört çıplak k ı z geliyor, 1 6- 1 7 yaşlarında. Krize tutulanları alıp yandaki odaya götürüyo r, az sonra sakin­ leştirilmiş olarak geri getiriyorlar. Konuşmalara verilen kısa ara böylelikle bitiyo r. ) - Bendeniz kadınların bakış açısına yine de önem veririm efendim, hele açının doğrultusu malum yere yönel mişse . . . (Otu ruma ara verilerek gülme krizlerine karşı toplu önlem önerileri tartışılıyor, ardından yönetim kurulu, disiplin kurulu seçimleri yapılıyor, geçen yılki yönetim ibra edil iyo r, te­ menniler bölümü de bittikten sonra konuşmalar sürüyor. ) - Biz erkekler, sorarım size , ne zamana kadar kadınların peşinden koşacağız? Merak etmeyin ve telaşlanmayın, cevabını da hem e n veriyoru m : Peşinde koştuğumuz kadınlar bizi yakalayana kadar. - Kadınlar üzerinde durmak (gülüşmeler) güzel ve faydalı tabii, ama bence sondaj faaliyetlerimizi kadınların olgunluk çağıyla sınırlamalı, sonrasını yaşlılar yurtlarının yöneticilerine b ırakmalıyız . - Zaten otuzuncu yaşgünlerine kadar normal şekilde sayarlar, 78

sonra geriye sayma başlar. - Öyle demeyin , insan ilk otomobilini bile unutur da , ilk şeyyapt. . . hayatındaki ilk kadını unutamaz . (Bir-iki yerden yükselen, " Nedenmiş, unuttum gitti" sesleri arasında birçoklan sigara yakıyor, işaret ve orta parmaklarının ikinci boğumları arasında sigara tuttukları ellerinin ayasını şakaklarına dayıyo r, düşünceli düşünceli bir süre o tu ruyor, sigaradan nefes çekip duman salarken havaya bakıyor, iç geçiriyorlar, " İ nsan , ne de o lsa, falan . . . " diyorla �. ) -Beyler, beyleer, hemen kaptırdınız kendinizi. Unu tmayı n ki, evli adamın mutluluğunu evlenmiş olmadığı kadınlar temsil eder. - Evli kadın , vermekle kalmayan hep vermek için kendini verendir. - Hay ağzınla bin yaşa üstad , zaten kadının zavallılığı , kendini verdikten sonra verecek hiçbir şeyi kalmayışında değil midir? - Şaşıyorum, bunlara rağmen kadınlar erkekleri küçültmeye çalışıyor. ( " Her yerimizi değiil ! " sesleri. ) - Tabii tabii, şüphesiz her yerimizi değil. Kim patlıcanı bırakır da bamya . . . (Oturum başkanı sert çıkıyor: ) - Beyefendi, lütfe n , alt katta aile var, sözlerimize dikkat edeli m ! (Ediyorlar. ) - Bu mümtaz heyetin içtimaını faydasız münakaşalarla beyhude harcanmayacak bir fırsat �elakki ettiğimi beyan ve kıymetli arkadaşlarımın da bu kanaatime iştirak ettiğini zannettiğimi ifade ile, müsaade ederseniz meselenin bir başka veçhesine temas etmek maksadındayım: Bir kadından alenen müsbe t bir şekilde bahsolunması, ancak ve anca k , birçok erkeklerin bahis mevzuu kadı n hakkında tek kelime sarfet­ memesi kayıt ve şartile mümkündür. (Alkışlar, "Bravo hocam" sesleri . ) 79

- Sayın hocam , sayın başkan , değerli arkadaşlar. Konuşmama başlamadan önce hepinizi saygıyla selamlarım. Ben , kadınlara karşı şiddet kullanımı sorunu üzerine ö nemli bir temel ilkeyi dile getirmek istiyorum . ( " N e alakası var? " " Yeri mi ulan ! " sesleri . ) Bir dakika, bir dakika, lütfen dinleyin. Olmaz demeyin, bir de bunu deneyi n . (Konuşmacı , çantasından bir kamçı çıkarıyor. "Oooo" sesleri . "Toplumumuza uymaz" , "Bünyemize uymaz" , "Bir numara büyük gelir" sesleri . ) Bir dakika arka­ daşlar. . . Sayın Başka n , ne olur. . . - Arkadaşlar, izin veri n , hatip tamamlas ı n . - Kamçı çıkardı, Sayın Başkan , bu m i l l e t z a t e n h e p Batı'ya özendiğinden batmadı mı? Porno filmlerinden gördü kamçıyı , şimdi kalkmış . . . - Hayır arkadaşlar, bir dakika . . . - E rkek dediğin Osmanlı tokadı atar, onu d a herkese söylemez ! - Arkadaşlar. . . - Sok o kamçıyı yerine ! - Sen sok münasip . . . - Sayın Başkan . . . - N e vırt zırt başkana müracaat ediyorsu n , seni n oğlun da o kulda müzevirlik yapıyordur mutlaka. (Yanındakine dö­ nüyo r : ) Fitil oluyorum böylelerine . . . - Canım bir dakika di nleyin ölür müsünüz? - A rkadaşlar, diyeceğim başka şey, kamçıyı muhayyilenizi zorlamamak, soyut bir kamçı tasarlamakla sizleri uğraştır­ mamak için, değerli zihni faaliye tinizi n bir kısm ı n ı dahi çalmamak için getirip gösterdim. Çünkü aklımız, sahip ol­ duğumuz e n değerli üçüncü şeyimizdir, onu esirgemeli, boşa çahştı rmamahyız . U n u tmayın , bir erkeği n toplam kuvveti , düzmegücü ,

ezmegucu

ve

sezmegü c ü nden

oluşur.

( "A nlamadık , maddeler halinde, şekillerle anlatsın" sesleri . ) Gördünüz m ü , bakı n , b iraz zorladınız, nasıl üçüncü düze80

yinizde eksiklik meydana geldi. Sayın Başkan, resmen b il­ dirimde bulunuyoru m , lütfe n kayıtlara geçsin, topluluğu­ muzda küçük bir zihni yorgunluk meydana geldi , doktor kontrolu istiyoru m . - Kabul edilmiştir. Doktorlar ! ( E l çırpıyor. İçeri kasnakları , volanları , kayışları , çarklarıyla biçerdövere benzeyen büyük makineler giriyor. Makinelerin birer kabini, kabin girişlerinde b irer rafı var, rafların üzerine beyaz gömlekli genç erkek ve kadın heykelcikleri , kemik parçaları ve kağıt paralar dizilmiş. Beyazgömleklilerden bir avuç , birkaç kemik parçası ve bir tomar para atınca kabin kapısı açılıyor. Adamlar masadan kalkıp itiş kakış kabin kapılarında toplaşıyorlar. İçeri mecburen birer birer giriyorlar, dışarıya çıkanların ellerinde hiyerogli f yazılı büyük taş tabletler var, hepsi girdi çıktı, muayene bitti, sonuç ilan ediliyor. Başkan açıklıyo r: ) - Muhterem baylar, ali heyetimizde maalesef fazla çalışmaktan ileri gelen bir miktar sezmegücü eksikliği tesbit edilmiştir ve bu eksikliğin eldeki imkanlarla çok kısa zamanda giderilmesi mümkün olamamaktadır. ("lngiltere'ye gönderelim" sesleri . ) Mateessüf efendim, gündemimiz yüklü , işlerimiz çok. Lakin, cemiyetimizin çok kıymetli , nadide şahsiye tlerinden pek ço­ ğunun hayatlarını ellerine emanet etmiş bulunduğu , ilim, irfan ve muayenehane sahibi tıp adamlarımız, bizlerdeki bu eksikliğin demin hatip arkadaşlarımızın temas ettiği öbür kuvvetlerimizin takviyesiyle telafi edilebileceği , tesirsiz hale getirilebileceği kanaatlerini ifadeyle bizlerin yüreğine su serpmiş bulunmaktalar. Müessesemizin bu maksatla getirtmiş olduğu padişah ma­ cunlarını sizlere takdim ediyorum efendim. Padişah macu­ nundan bir kavanoz alana bir paket prezervatif, bir diş fırçası ve dikiş iğnesi takımı da bedava . ("Başkan bu işten yolunu buluyor" fısıldaşmaları. ) - Sayın Başkan , müsaade ederseniz, gerçi müsaadelerini almadım , ama bütün arkadaşlarım adına, hepimizi n sıhhati 81

ve salemeti için göstermiş olduğunuz gayretlere karşılık minnet ve şükran borcumu size i fade etmek isterim. - Ben de e fendim, yalnız şu padişah macununa artı k , Os­ manlı idaresi son bulduğuna göre , başka bir isim konamaz mı? - Cumhu riyet idaresine geçtik diye niçin macunun ismini değiştirecekmişiz, meclis macunu falan mı diyeceğiz yani? D u rduk yere icat çıka rmayın kardeşim . - Yo k yok , b u , zamanı gelmiş b i r değişikliktir, yapılsın . Mesela devlet macunu diyelim, hem devamlılık sağlar. - Bendeniz padişah yerine pederşah macunu demeyi teklif ediyorum . - Oylarınıza sunuyorum. Kabu l edenler, etmeyenler, edil­ miştir. - Bu iyi oldu Sayın Başkan, 'yaşayan macun' esprisine riayet edilmiş olundu hem de muhtevayı teşmil ettik. - Gündemimize dönelim arkadaşlar. Evet , buyru n , söz sizdeyd i . - A z önce aklımızın öneminden sözettim ve gördünüz k i arkadaşlar, sezmegücü ne kadar önemli. Ayn ı zamanda , h e ­ pimizin sezmegücünün, düzmegücü ve ezmegücüyle inkar edilemez ilişkisini de kendi hayatımızdan bir tecrübeyle bi­ liyoruz artık. Ben diyeceğim ki, ö ncelikle akıllı adam o lmak şarttır. ( "Yine başladı" , " Saçmalıyor" sesleri . ) Akıllı adam olmak, siz ne derseniz deyin, şarttır ve akıllı adamlar kadınları sever. ( " Fazla ileri gitti artık" , "Anarşist mi ne? " sesleri . ) Ama öyle hıyar gibi de sevmez . Severken ne yapaar? (Gülüşmeler. "Bilmiyorsan burada işin ne? " sesleri arasında kamçıyı kal­ dırıyor, itirazlar artıyor. ) Ne yapar? (Bir-iki kişi " Kamçılar" diye cevap veriyor. ) Hem evet hem hayır, sevgili dostlarım. Kamçılar, doğrudur, ama kadını deği l , onun zayıflığını kamçılar. (Salonda, TRT Deyimleri Sözlüğü'nde 'alkış tufanı' diye 82

nitelenmesi zorunlu tutulmuş bulunan türden, muazzam bir gü rültü kopuyor. Konuşmacı gözyaşları arasında o muzlara alınıyor, "Konuş, devam et, bu adamın her kelimesi altın " sesleri arasında salonda dolaştırılırken adamın " Sözlerim bu kadar" dediği duyuluyor, bunun üzerine o lduğu yere kıçüstü bırakılıyor, herkes yine masanı n çevresine geçiyor. ) - Evet bayl ar, ö teki hatip , buyrun. - Ben kısa konuşacağım: Marifet, bir kadının eline düşmeden koynuna girebilmektir. - Ben pek kısa konuşmayacağım ve müsaade ederseniz , alanım gereği , konuyu matematiksel olarak şey yapacağım . Kadınların dire nc i - ki , tartışmasız e n önemli meselemizdir ve hepimizi kanser gibi i ç ten kemirmektedir. . . (Tuncay kulak kesild i . ) - . . . kemirmektedir, ko laylıkla hesaplanabilir v e hesapla­ nabilen her şey gibi çözülebilir. ( "Aaa hayre t" sesleri . ) Eve t , b u n u bilmiyordunuz değil m i ? Bakın ç o k kolay: Kadının arzuduyma katsayısını öğreneceksiniz -ki, bunun buradaki sayın arkadaşlarım için hiç zor bir iş olmadığı kanaatindeyim. ( " Evelallah" sesleri . ) Arzuduyma ka tsayısın ı , "adım kö tüye çıkar korkusu " miktarına böleceksiniz. Elde ettiğiniz rakamı " o lanbitenin gizli kalma i h timali yüzdesi" ile çarpacaksınız. lşte bu kadar. (Alkışlar. Kağı t kalemler çıkarılıyor, hesaplar başlıyor, bazıları bir kağıdın üstüne birkaç kadın adı yazarak hepsini n altına ayrı hesaplar yapıyorlar, yapamayanlar oluyor, formülü öneren, kalkıp beceremeyenlerin yanına giderek onlara yardım ediyor, beraber yapıyorlar, hepsi teşekkürler ediyo rlar, eller sıkışılıyor, hesap sonuçlarına bağlı olarak bazı l arı telefo n defterlerini açıp işaretler koyuyorlar, bazıları yanındakilere, "Senin hanım geçen gün biz i m fırınların fiya tını soruyordu , söyle de bir müsait zamanda arasın , ben gidip bakayım sizin mu tfağa , fırın için yer müsait mi, senin evde olman şart değil 83

canım" falan diyo rlar. ) - izninizle, izninizle. Ben bu formülden ötürü sayın arka­ daşıma teşekkür ederim , yal nız şu n oktayı i lave edeyim müsaadenizle, kadının direnmesi , fu tboldaki başlama vuruşu gibidir, oyu n u n olmazsa olmaz bir kuralıdır. - Pekala sayın arkadaşım, pekala , yalnız bedava sirke n i n baldan tatlı olduğunu bugün artık B a t ı i l m i bile kabul e t ­ mektedir. - Ucuz e ti n yahnisi konusunda beni uzun uzun konuş­ turmamanızı rica edeceğim. Yo ksa derhal bir hatıramı nak­ lederim. (Oturum başkanı, önündeki düofonla bir şeyler konuştuktan sonra herkesin dinlemesini isteyerek açıklama yapıyor: ) - Beyler, aşağıdan hanımlar diyorlar k i , sıcaklar olmuş, yollayalım mı diyorlar, ama sonra yine işinize dalıp soğut­ mayı n , ne zaman yiyecekseniz söyleyin, o zaman yollayalım , diyorlar, benden iletmesi. Öneri gen e l o nay görüyor, sıcaklar geliyor, rakılar doldu­ ruluyor, çatal-bıçak sesleri yükseliyor, ikişerli üçerli gruplar o luşuyor, birbirlerinin omuzuna ellerini koymuş adamlar birlikte şarkı söylüyor, bir taraftan : Beyoğlu'nda geezeersii n , öbür taraftan : Akşaaam ooolduu , gel sevdiğiiim, arka taraf hızlı , mastikaya geçmiş bile, devrilen bardaklar, tamam anam, cjj anın sağossuu n , garson çocuk, tamamdır ahi demeye zorlanıyor, b işey yok, n'olcak , afiyet olsu n , sen bize bi ufak daa , soo na anacım ded im ki , ya böyle olur y a da , benim'çün önemli diil bunla'yaa, biz zamanında bej miyyona para de­ memişiz , tek ayak ulan , tek ayakta kaybettik gene sonunda, oğlum nerede kaldı buz , arabistandan mı geliyo'ya? , karı kilitlemiş mi kapıyı sana, iyi mi, ulan gece vakti , bizim şef olacak herif, düpedüz kayırıyor herifi , zaten onun gelişi de bi taaftı ya, patronun bilmemnesi mi neymiş , falan , biz kaç senedir dirsek çürüt, ocakbaşındaki oğlan kan ter içinde , bak 84

bizimki geçen geceki gibi ossun tamam mı? öyle çok pişmesin , bu gece yavaş gidelim be d i mi anam, bi yere m i yetişçez, vereyim mi ahi b i küçük daha , ben aslında istiyorum k i , içki masası dışında böyle o turup hayatımızdan konuşalım, ama , sonra anladım ki, sonra atladım taksiye, düştüm peşine, şimd i işin yoksa git dert annat, dedim ona , yapma, çakacak herif dedim, neyse fırsat oldu işte kaç hafta sonra , inan gözümde tütüyor, İstanbul başka bee, oğlum bıra k , daha dibinde var, görmüyo musu n ? , vergi mi alıyon'nan? , haftasonu diyorum ki , hatunu ç ı karayım biraz , çocukları da alalım, eeeyvallah ahi , büyüksün , gazel , öbür masalardan alkışlar, ortaya karışık meyve , bak ahi, şu gözlüklünün yanındaki, gür bıyıklı, bak şimdi bardak elinde, aman be ahi , o diil be hah, o işte, inan , ben on senedir gidip gelirim buraya , o zaman derlerd i , yirmi senelik adam derlerd i , her gece hurda , memurmuş güya, yi­ yordur o zaman , biz haftada iki-üç zor geliyoruz , bu adama kafam basmıyor, çoluk çocuk, torunları falan varmış , evde karı mar ı , u lan biz her gece gelsek , ahi bu hafta tamam, bi ankaragücü kelek, n'olur belli deği l , ama bizim çaycıyı b i l e oynattım, kesi n , formül var bu hafta , Saray'a g i t oğl u m , karı üç tane harifi idare ediyor da dö rdüncüylen filan şey oluyo r, ama karı ne biçim ha, na bundan kıyak valla duvarda bas­ kettopu büyüklüğünde memelerini elleriyle al ttan kaldırmış, dudakları aralık sapsarışın kadın, nasıl geçirdik ama iki tan e , u l a n yugoslav gelmesin filan d iyolar ama, o h e r i f olmasa valla şeyyapmazdınız , olmasaydısı var mı ulan, yengemin şeyi olsa eniştem olurdu, geçirdik işte , duvarda sarışının yan ı nda fener posteri var, Tuncay da fenerli , öbür masada hak veriyor, hesabı verd i , üstünü bekliyord u , şimdi o da geldi , bahşişi masada b ırakıp gitmiyceksin, garson seni bilecek, şekerim al bakalım bu da senin , sırt sıvaz lama , gelecek sefere hizım , böyle yerde yüzyüze geldiğin adama kıyak çekecek , iyi davranacaksın, " gö receksin" , kapılar böyle açılır, kapının sahibi mi önemli, 85

kapıkolu mu , ha? , yaa, sekreterler mesela , sekreter araklıycaz diye az mı u ğraştık, ama n'oldu , kız randevu ayarladı , gi ttik adamlarla konuştu k , başka türlü yanlarına yanaşılmaz , ama öyle olunca konuştuk , haber oldu , birinci sayfadan girdi , koskocama n, ama ulan , bir keresinde, az kaldı , kız aşık oldu mu bize, durmadan arar, artık yok dedirtiyordum, dışarda falan dedirtiyordum valla , kız üstelik sinemaya tiyatroya falan gidiyor, yeni b i roman çıksın hemen alıp okuyor, bi de seni okumuş kabul edip d ırdı r konuşuyor, bizim vaktimiz mi var doğru dürüst okuyup edece k , neyse , şimdi öyle bir nane ki , baştan kıza 'seni n patronla röportaj önemli d i i l , zaten kısa bir-iki şey sorcam' falan demişsin, kız kıyak da aslında, sağasola çağırd ı m , pek gelmed i , beni yokladı resmen, ben de bu se fer telefon açıp di l mil döktüm, bi araba l af ettik kıza, sen aslında , o rada niye oturuyosun, işin iyi filan ama , sen icabında gazeteci bile olursun , istersen yardı m edeyim falan ded ik, kız arada soruyo r, ne oldu , diyor, hani bana bazı şeyler anla taca k t ı n , ben öyle bir iş yapmak isteyebilirim pekala fa l a n diyor, rahat da kız, günde bilmemkaç tane heri fle yüzyüze tabii, asılan ması lan da çok oluyodur haliyle, öyle hemen nazeninlik et­ miyor anlıycan , bir-iki kere de çıktı benimle, o turup bişeyler yedik falan , çok rahat davranıyo r, baktım, yoklad ı m , b i raz meseleye doğrudan şeedince mevzuyu değiştiriyor, laftan lafa atlıyor, sokaktan geçen birine takılıyor, bak bilmemkim falan diyor, tam lafı getireeksin, pat , bi vücut çalımı , sıyrıl ıyor, tabii ben de, hani içmiş de dökül üyo gibi , anlıyosun vaziyeti, ben, diyoru m , şundan hoşlanırım , bundan hoşlanırım, bizim pi­ yasada şöylesi yok, böylesi yok, falan diyorum, küçükkız geld i , ç içek a l ı p verd i k , taksiyle götürmemi isteme d i , yürüyelim ded i , ha, dedim, iş oluyo dedim, sen de olsan öyle demez misin yani, ama yürürken beş adım öteden gidiyor, ya, bildiğin gibi deği l , ulan dedim biz kaç ın kura�ı . neyse yakayı zor kurtardıydım, b i kere gene , ben dalış vaz iyetlerine haz ı rl ı k , 86

o sorup duruyor, gazeteyi soruyor, nasıl o luyor, nasıl yapı­ yorsunuz filan diyor, bizim gaze teyi okuyor, ben , dedi m , sekreterler falan okumaz bizim gazeteyi ama, dedim, o okuyor, bigün işte, o da böyle şey bakıyor, biraz içtik de , seninle birlikte olmaktan hoşlanıyorum anlamına gelen laflar ediyor, e, dedim, işte, tamam işte, dedim , daha ne yan i , falan , tutturd u , benim aslında, dedi, belki de böyle ilgi görmek hoşuma gidiyor, dedi , okurken sıkıntılar mı çekmiş ne, babası ölmüşmüş , annesiyle o tu ruyor, şimdi her gün başka elbise, patro n elbise için özel para veriyor tabii, hepsine verirler, bilmemne müdürünün sekreteri ya bu da, gelen sanki herife şey diyecek , kız orada öyle alımlı çalımlı oturunca herif kasılıyo bundan , bilirsin işte , şimdi kızın iyi giyinip biyerlere gitmek hoşuna gidiyormuş da, seninle samimi kon uşabilirim sand ım , diyor, iyi de kızım niye o zaman öyle bakıyosu n , manalı laflar ediyoruz, tepki göstermiyosu n , biz de tamam sanıp devam ediyoruz , di m i , birçok insan tanıdım i k i senede , ded i , anlattı , h e p böyle isimleri gazetelerde falan olan adamlar, dedi, gittiğim yerlerde pek içmem , ded i , çok davet ediyorlar, dedi, asıl ben bir ko­ nuşsa m , kimler neler teklif etti, bi anlatsam, dedi, ama ga­ zetecinin yanında konuşulmaz, değil mi, diye bi de bana sordu, hemen yazarsın sonra, dedi, ben de, e e , dedim, biz de böyle işte, her zaman dört kulak sekiz göz duru ruz dedim, gece yatarken bile haber düşünürüz falan anlattım, güldü , ben sana anlatsam

za t e n

hiçbirini yazamazsın k i , dedi, ben bu sefer

yine şeyya rm m , ama neyse , uzun hikaye , ben dedim ki, ulan böyle olmiycak, bodoslama şeyyapıyım dedim, yolda gidiyoruz, gecevakti , parka girelim diye şey yaptım , önce istemedi, önce istemezler zate n , biz de içimizden tamam dedik, anlayış göstereceksin başta, o kendini hemen teslim olmamış sayacak, biz de eyvallah dedik, bak, dedi, ne güzel konuşuyor, geziyoruz falan, dedi, ben de bunun amaç olamayacağını, mesela insanın sadece yazı yaziim diye yazı yazmayacağın ı , yükselip biyer87

!ere falan gelmeyi hedefleyip onun için çalıştığı n ı , onun da işyerinde böyle yapmadığını mı sanki , filan , anlattım, koluna girdim, bir-iki adım gitti , çantadan mendil mi ne ç ıkarmak için kolumdan çıktı, parkta giderken tuttum, ulan kız manyak mıdır nedir, her taraf karanl ı k , etrafta kimsecikler yok , her şey dört dörtlük, ha çıldırcam valla, ben istemiyorum demedim mi diye tutturdu , neyse, n'apalım kızım, dedim, bi sarılmadık bile , hiç konuşmadı eve kadar, ben de tavır koyuyim şuna dedim, evin köşesine kadar götürdüm , i nanmazsın, hala , istersen gel bi kahve iç falan diyor, gitmedim tabii , bizim de şeyimiz var, sonra bi kere aradım, n'aber m'aber konuştu k, baktım hiç oralı olmuyor, çağıracağım y i n e , ben y i n e dedim, istersen falan dedi m , çok sıkışığım , dedi, eve iş filan götü­ rüyoru m , hurda birtakım işler aldım ayrıca falan ded i , ne işi olaca k , bahane tabii , baktı bizden onun istediği gibi iş çık­ mayacak. . . Şimdi hurdan da hemen eve gidilmez ki. Hadi atlayıp bişeye, Fişekbar'a gidelim, Riya'ya Miya'ya falan, bir-iki kadeh atarız , o tururuz , birileri vardır mutlaka, yürüsene oğlum , enayilik etme, piyasada gözükeceksin, ne demişler, devamlılık baş­ lıbaşına kuvvettir. Garsona bahşişli gelecekse[eryatmmı yapıldı, çıkıldı, taksiye atlandı , b iyere gidildi , birikikadehbişey içildi, birilerine rastlandı , hadi gelindi, hep birlikte o turuldu , biz de şuraya sıkışıverildi, böyle çok mu samimi olund u , n'olcak canım , yabancı mıyız , gülüşüldü , kim yoktu o rada? neden? yine kimlere takılmıştı ? zaten hep böyle , arada bir böyle, zaman zaman böyle yapardı , yok canım, hava olsun diye gelmiyordu , kaç kere göz möz kırpıp "ben bu a kşam gelmeyeceğim, özel işim var" demiş , hain hain gülümsemişti de gece gidip evinde yalnız başına pij amayla o tururken bulmuştum, ben de, ben d e, ulan basalım mı herifi gene evde , ay boşverin canım, gecevakti, onun için buradaki rahatımı bozamam, benim için 88

o lsa bozar mıydın, a man be sen de, şu kızı rahat bıraksana , değil mi ama , ne yan i , rahat bırakmasın m ı , o kadar da rahat bırakılmak iyi değildir, vay be, meydan mı okuyorsun , söyle bakalım , özgür müsün feminist mi , bıraksanıza benimle uğraşmayı , başka işiniz yok, e, sen dedin demin , fazla rahat bırakılmak iyi değildir dedin , biz de yani bunca yıllık arka­ daşımız, kıralım mı, zaten ne demişler, kadınlaaarrr . . . , kadınlar üstüne özlü sözler söylend i , " kızlar" kızdırıldı , gülündü , kalkmadan birer kadeh daha içildi, hadi bakalım herkes evine gidecekti, benim zaten kaç gece oluyor, evde yine zırıltı çı­ kacak , benim de, üstelik söz verdim geçen gün, ben de söy­ leyebileceğim bütün yalanları tükettim, hadi kalkın bir an önce -ha, unu tmada n, yarın işe gelince - o tomobilliye kaz ık ince ince - ama kardeşi m , herkes gidiyo r gönlünce - biz be­ lediye otobüsü gibi her gece - n'apalım, ilk bulduğun parayla araba edinince - gecenin ikisinde yayan mı gidelim sence valla arabanın altı çöküyor hepiniz binince - ikimizi bırak gel önce - beyler bu düpedüz işke nce . Otomobilliler kazıklandı , önlere atlandı , arkalar dörtlendi , Tuncay arabadan inerke n , " O nun d a adı , o sekreter k ı z ı n d a adı N ilüfer'd i , " diye mırıldand ı . Televizyon antenleri arasında kordonlardan sallanan renkli ampuller sönmüştü. Adamlarla mutfaktaki kadınlar "Biz sizi bırakıveririz canım" - " N 'olcak biz şurdan gidiveririz canım" törenlerini tamamlayıvermiş, evlerine gelmişler, adamlar yoğun geçen bir işgününün yorgunluğuyla yataklarının kocatarafında kıvrılmış uyurlarken kadınların üstüne alda­ tılmış Hülya Koçyiğit mahzunluğu çökmüş, çocuklar derslerini yapmış öyle yatmış, bazı demlikler içlerine çay konarak sabaha hazırlanmış , saatler kurulmuş, balkonkapıları kedi, zeminkat pencereleri h ırsız girmesin diye son bir kez yoklanmış, el ve ayakların bir kısmı çocuklar tarafından temizlenmiş, pak­ lanmış, temizlenmeyenler için azar işitilmişti , vatandaş sakin, 89

asayiş normal , ekipler yerlerindeyd i , amanneuysalçocuklar yataklarında oralanyla buralanyla oynuyor, necicikızlar nasıl yapıldığını merak ediyor, evlenme cüzdansız Boğaz'dan gelen çift karakola götürülüyor, sokakta nara atan sarhoş " kan bıraktı gitti" diyor, narakonusu 'kan' dostundan dayak yiyor, acil servis kapısında hasta yakınlan , stad gişesinin önünde hastalar kuyruğa giriyor , gelinle damat otel odasında birbirlerine karşıdan gülümsüyo r, masaya devril i p uyuyakalmış öğrenci gözlerini açıp umu tsuzca saate bakıyord u ; paydos etmeye hazırlanan palabıyıklı lükseğlenceyeri kapıcı ve teşri fatçısı 1 2 , sandal bağlayan balıkçı 36, dolaşan taksici 229, boştagezer 554 kişiyd i , münasebetsiz bazı horozlar pijama egemen liğinin sonsuza dek sürmeyeceğini , bu zebralığın yıkılmasına birkaç saatin kald ığını , hatta bazı semtlerde tari hin çöplüğüne bile atılabileceğin i , doğacak günün çöpçülerin geliş gü nü oldu­ ğunu , çöp kovaları nın akşamdan kapıönlerine konması ge­ rektiğin i hatırlatıyo rlar, hayatın diyalektiği -her zamanki gi­ bi- gaddar ve hunhar bir kararlılı kla i lerliyor, bunun gereği olara k, sabahçı kahvelerinde akşamcılar uyuyordu - her za­ manki gib i .

90

V. Methiyeli, Yabancı Yatırımcıyı İstemiyor

O

1 5 y ı l önces i n i n içine kapa l ı s a h i l

kasabasını bugün göz a l ı c ı b i r turistik yöreye çev i ren Methiy e halkı, "Zah­ metini biz ç e k t i k ,

şi mdi parsay ı

başkaları top l uyor; " dedi .

Henüz deniz mevsimi gelmemişken Methiye'ye gidip röportaj yapmamız istendiğinde, doğrusu , " hiç sırası deği l " şeklinde düşünmüştük. Fakat bu şirin tatil yöresine gidip, M e th iye­ l ilerin gösterdiği büyük yakınlığı görünce , bu fikrimizi de­ ğiştirmek zorunda kaldı k . Methiye'ye lzmir'den otobüsle gidiliyor. Yaklaşık olarak 6 saat süren bir yolculuktan sonra , o tobüs kıvrılan yolları izleyerek çıktığı tepeden inmeye başlıyor ve biz gözlerimizin önünde birde n , masmavi denizin bizi çeken rengin i bulu­ veriyoruz. İ n işten sonra ise yol bir süre dümdüz gidiyor ve yolun üzerinde kayarak ilerleyen otobüsümüz bizi Methiye'nin güze l l iğini gözünüzü n önüne seriveren meydan ı na bırakı­ yor. Bu güzel yere zamansız gelme konusundaki endişelerimiz Methiye'ye ayak bastığımız andan itibaren değişmeye başladı. Methiye'de, işe evlerini "yerli" turistlere kiralayarak başlayan 91

ve artık kendilerine " emektar" diyebileceğimiz pansiyon­ cularla, İstanbul, Ankara ve lzmir'den gelip burada arsa , bina satın alan veya kiralayan yatırımcılar arasında bazı çekişmelerin olduğunu öğrenmiştik. Bunu soruşturmak üzere, yat limanına bitişik balık lokantasında balık yeyip rakı içmeyi sonraya bırakıp derhal işe koyulduk. Tu ncay , "Şimdi gidip cepten yemenin alemi var mı, nasıl olsa birazdan bir sürü adam beni buralara getirip yedirip içirece k , " demişti i ç inden. Sahil boyunca uzanan genişçe cadde üzerind e , tabelasını gödüğümüz " Özen Pansiyo n"a girere k , pansiyonun sahibi Mehmet Atacan'la görüştük . Atacan, 50 yaşlarında, vaktiyle balıkç ılık yapa n , bunun yanında bir bakkal dü kkanı işlete n , doğma büyüme Methiyeli bir kişi. Kendisine önce Methiye'ye gelen yerli veya yabancı turist sayısında artış olup olmadığını sordu k. " Olmaz mı , çok, çok," diye söze başlayan Atacan şunları söyled i: " 1 5 yıl kadar önce lstanbul'dan , Ankara'dan bizim turistler gelmeye başladı. Burası tutulunca, yabancılar da gelir o ldu . Şimdi hem o tobüslerle hem de yatlarla birç o k Alman , Fransız, yabancı buraya gelir. Methiye'nin turisti yılın sadece bir-iki ayında eksik olur. " Özen Pansiyon'da o sırada yabancı yoktu; Tuncay, pansiyon sahibiyle oturup konuştukları holümsü yerde bütün duvar çatlaklarından fışkıran yemek kokularını buna yormuştu. Pansiyon sahibi hem yükünü tutmuş hem de anasının gözü birine benziyord u . Ki mseye minneti o lmadığı gibi , Tuncay'a da, kahve dışında ikramı o lmayacaktı besbelli. Tuncay, yazıda üç ya da dört pansi­ yoncunun adı geçse yeterli o lacağını düşünmüştü gelmeden önce. Şimdi elde var birdi. Hol , üstelik, loş ve sevimsizdi de. Özen Pansiyon sah ibi Atacan'ı işlerinden alıkoymamak için kendisine teşekkür edip ayrılıyor ve hemen bitişiğindeki Bahar Pansiyon'un kapısını çalıyoruz. Bahar Pansiyon sahibi, doğma büyüme Methiyeli Kenan Yaradanakul da bizi dostça karşılıyor, sorularımıza ise tane tane yanıt veriyor. Yaradanakul , önce , 92

"Şükürler olsun halimiz vaktimiz iyidir, bu turist işi saye­ sinde," diyor ve daha sonra ise şunları söylüyor: "Yalnız, bizim derdimiz de çoktur. " Kendisine bu "dertlerini" soruyo ruz . "Büyük şehi rlerden gelen ve Methiye'den arsa ve bina alan şahısların Methiyelilerin el lerindeki turisti çekmeye çalış­ tıkları nı" belirten Yaradanakul, "Bir, iki kişi gelse eyvallah diyecek, bağrımıza basacağız . Ama akın akın geldiler, şimdi Methiyeliye yer kalmıyor" şeklinde konuşuyor. Bahar Pan­ siyon'un biraz daha aydı nlık o lan holünde, karşılıklı çayla­ rımızı yudumlarken ise sohbeti sürdürüyoruz. Ara sıra ise odaya , Yaradanakul'un çocukları giriyor, çıkıyor. Kenan Yaradanakul beş çocuk babası . Bir de torunu var. " Hep ge­ çimimiz bu pansiyo ndan , " d iye anlatıyor. "Büyük şehirlinin ne ihtiyacı var, burada kazanacağı paraya? " d iye soruyor öfkesini saklayamadan. "Bak oğlum, bunları yazmayacaksan bana hiç anlattırma" diye bizi uyarmaktan ise geri kalmıyor. Kendisine, "Merak e tmeyin , " d iyoruz. "Yazacağız, mutlaka yazacağız. " . . . Zaten bunları yazmasak ne yazacağız. Bir de ara sokağa girelim bakalım. Kimseye yer sormaya bile gere k yok. Hepsi birarada. Birinden çık, ö tekine gir, bir günde iş tamam. Balı k işmiş bu . Sonra ense vaziyetleri , biraz. Arada bi de Belediye Başkanını ziyare t. O n a aslında işe başlamadan mı gitseyd im? N eyse , daha başladım sayılmaz tam. Böyle küçük yerlere gelince de insan bir hoş oluyor; sürekli ön plandasın, herkes sana bakıyor. Sahi , akşam nerede kalacağım ben? Neyse, Belediye Başkanına sorarım. Turistlerin falan olduğu otel varsa. Gerçi hiç gözüme çarpmadı turist filan. Belediye meydandaydı herhalde. Küçükyer ahalisinin bütün projektö rleri spotları gelen yabancıya çevirmesi yetmiyor; Tuncay'ı banka mütfettişi ya da karayolları görevlisinden ayırdetmeliler. Bu durumda en uygunu sigara almak. Küçükyerde gazetecinin muhabbetsiz alışverişi olmaz. " N e reden mi? Büyü kkent'ten. " Bak , nasıl hemen iki-üç kişi yanaştı bakkalın kapısına. " Evet, yazı ha93

zırlayacağım . " Ulan yoksa yabancı sigara mı alsayd ım? "Tabii iyi yazarız. Bu kadar güzel yer hakkında kötü şey yazılır mı birader? " Bak nasıl dalgaya düştü m ; şimdi 'Yok , Samsun'u bırak Winston ver' desem de bişey değişmeyecek. " Ö nce bi Belediye Başkanını ziyaret edeyim d e , sizin pansiyona da uğrarım tabii. Tabii tabii . " Küçükyerlere daha sık mı gelmeli, ne ? N eredeyse halı serecekler önümüze. Başkan mı, yukarda mı, gazeteci mi, tabii , buyururuz da, bir haber verseniz; başkan ayağa kalkmış olacak , bahse girerim; kiminle m i ? Selmin'le, ama o hayatta hiçbişeyin farkında değil ki, 'şimdi , oda kapısına vardığımızda başkan ayağa kalkmış o lacak , bizi kapıda kar­ şılayacak , sonra bisürü ikram' demiştim, 'bahse var mısın' demiştim, o da omuz silkip, 'aman, sen de ne çok takılıyorsun böyle şeylere' demişti , yani ben sanki, önümü ilikleyip, önümü ilikleyeyim yine de, buyruun, buyru u n , hoşgeldiniz , ama bu ne . . . mevsimsiz böyle , e, iş gereği , biz gazetec iler, bilirsi niz, gecemiz gündüzümüz yoktur, gecemiz gündüzümüz olmadığı gibi, yazımız kışımız da yoktur, yazımız kışı mız olmadığı gibi, çayımız kahvemiz, çayımız kahvemiz bol d a, b iz sizi şöyle bizim Rıhtım Lokantasında b i ağırlamayacak mıyız yani , buralara kadar gelmişken siz, öğlen yemeği ne, bizim buranın sadece kumu denizi değil ki güzel olan , bir de balığımızı tadın bakalım. Methiye Belediye Başkanı, seçileli bir yıl olmasına rağmen , şirin yörede bütün işlere hakim o lmuş. G enç Başkan Saffet Temiz, "Methiye'de turizm gelişmesinin başını alıp giden bir başıboşluk olmasına mani olmayı kendime birinci iş edindim," diye anlatıyor bize. " Pansiyon tarifelerini ve turiste verilecek h izmetle berabe r, ge len turistin ilk anda karşısına çıkacak manzaranın temiz ve tertipli o lması için ise kaldı­ rımlara masa konmasını yasakladık," diye sözlerini sürdüre n başkan Temiz, daha sonra şunları bildiriyor: " Kendi maa­ şımdan da vererek bir tane büyük çöp kamyonu aldık. Şimdi her gün günde iki sefer Methiye'yi dolaşıyor. Sahile masa koyan 94

kahvehaneleri cezalandırma c ihetine gittik. Methiyeli ta­ sarruflarımızda arkamızdadır. Bundan aldığımız güvenle daha planladıgımız birçok iş var. Bunları kısmet olursa turist se­ zonuna kadar tamamlamak ümidindeyiz. " Başkan pek içmiyor, ben de fazla içmesem mi? Ulan bize koyar mı be? Daha akşama çok var, akşam faslını da başkanla mı yapacağız acaba, şu sırada turist hatunlar falan yokmuş demek, o zaman akşama da başkan maşkan takılacağız artı k , ya da bakarsın birileri çı­ kıverir meydana, başkan işini biliyor, yaa , en iyisi Gözde Otel, öyle mi, o zaman müsaade alalım , hem bi telefo n edeceğim gazeteye, gazeteye? , bi telefon edeceğim ama , gazeteye olmasa da edeceğim, edecek, yatağa uzanıp tık tık çalınan kapıya 'Evet, gir' , 'şuraya bırakıver' , 'tahtaolmayan'ı tahtaya dönüştürme gibi felsefi bir işleve sahip diyalektik kağıt kaplamalı, oyma lı şifo nyerimsi komodinin üstüne titrek ellerden kahveler, Methiye dolaylarından haberler , soona Başkanla yemek yedim, şimdi oteldeyim, uzandım, yazıyı biraz toparlayayım , bir-iki saat sonra gene ç ıkar işi tamamlarım, yok, hemen dönme m, yani dönemem, yani tam tamamlayamam heme n , e , öyle iki kişiyle konuşup koca röportaj yazılır mı, ya, tabii, seni bir an önce görmek istemez miyim, burada yalnızım, merak etme , niyesi varını , yani , diyorum , hiç turist falan yok ortalıkta, yaramazlık yapmıyorum , merak etme ; -bir kahkaha ve kalkık tek kaş şu anı ne biçim süslüyor : Büyüksün Tuncay ! ayna karşıda- merak etmiyor musun, canım ne kızıyorsun hemen, bak, diyorum k i , yaza seni getireyim buraya , çok güzel hakkaten, anlattıkları kadar var , üstelik yazın acayip eğlence oluyormuş geceleri falan , ne? , o zaman yalnız mı gelirim, yahu ne biçim konuşuyorsun, ben sana beraber geli riz d iye şeye­ diyorum, sen, ne? , şimdi � e n bahane mi uyduruyorum yani buraya gelmek için, neredeyse kışın o rtasında? , bil iyorsun işte canım, iyi bişey o l ması lazım , sen git ded iler gazeted e n , ne? , bizim müdürle mi konuştu n , niye ? , niye aradın? , ben 95

mi can atmışım , beni göndersinler diye , l hsan'la Rıfat gitti diye ha? , sen niye aradın gazeteyi , onu söylesene, beni mi sordun? , nasıl yani? , ya , sana yalan mı söylüyorum ben ? , arkamdan beni takip m i ediyorsun telefonlarla , ne ? , e hem ediyorsun hem de niye edeyim diyorsun, 'bu durumda olmak benim de hoşuma gitmiyor' ne demek , yahu şurdan iki çift iyi laf edeyim diye arıyoru m , sen şeyed . . . , o radayken mi edeyim, ama biliyorsun hayatım, ben öyle çok vakti o lan bir insan değilim ki, önemli bir iş oldu mu hemen beni yolluyorlar, o partiler işinde de öyle oldu, sonra sen bana bozuk attın, doğru dürüst bir haftasonu birlikte o lmadık daha yeni evlenmişken falan demedin mi, nasıl başka türlü , nasıl başka türlü olmuş , onu da mı ben istemişim, ne ! , yalvarmış mıyım? , kim dedi bunu sana ? , kim arkadaşları m , bunu diyen eşşeoğlueşşeğin ben , ne ? , nasıl küfür etmeyeyi m, sen bir kere , benim hangi arkadaşlarımla ne zaman görüştün ki , canım , yalan söylü­ yorsun demiyorum sana, ama birisi bilip b i lmeden bişeyler yumurtlamış ortaya , sen de inan . . . , ne konuşacağız gelince , her şeyi m i , yahu senin sinirlerin iyice bozulmuş anlaşılan, N edret'lere falan gitsene, regli falan mısın yoksa , tamam bi­ liyoruz, naz yapmazsın , ama ne bileyim, dedim ki. . . yani işte , öbürgün falan anca biter işim, çıkıp gelme m , işte , tabii önce gazeteye giderim, pazar falan , e insaf, bunu sen sorma bari , gazeteci karısı o lacaksın diy mi, pazarı mazarı mı var bizim mesleği n , ya , tamam, elbette önce şu elimdeki röportaj ı ya­ zacağı m , evde yazılır mı hiç, hem öyle de olsa dönünce bi uğramak lazımdır, millet ne yapıyor falan, cumartesi sabahı? , yok canım, imkanı yok gelemem , nasıl geleyim cumartesi sabahına, istesem de valla gelemem , ya öyle konuşma, şimdi ben burada üzüleyim mi yani, ne yani, sen sanki hep üzülüyor musun benimle birlikteyken? , nankör olma , nankör olma bak, e sen benimle böyle konuşunca kabahat o lmuyor da , dur kapatma, deli misin, bari iyi kapatalım telefonu, hadi iyibişeyler 96

söyl e , bak pazar gecesi geliriim , şöyle bikadehbişey içerim karşında, sonra hasret gideririz biraz, ha? , buradan, o tel tabii, çok rahat konuşmamakta yarar var, ha ! , ne yani, kocan gelecek sen pazar gecesi başka bir yerde mi olacaksın , saçmalama , olur mu öyle şey , mecbur muyum ne demek, yahu ne oldu sana Allahaşkına, hiç böyle konuşmazdın sen, yani bu kadar şeyyapmazd . . . , bak, hay Allah , kahvem buz gibi olmuş, dur bi yudum alayım, kapatıyor musun? ,bari iyibişey söyle o zaman, gelince mi söyleyeceksin , hah ha, bak işte

o

olur, hah

şöyle , ne? , çıldırtma insanı yahu, sanki çok kötü bir durum varmış o rtada gibi konuşmasana , tam 'ha h , iyi oldu , şimdi kapatırken içim rahat olacak' diyorum, tutup 'senin beklediğin şeyleri söyleyeceğimi sanmıyorum' diyorsun, ben anlamıyorum artık, senin sinirlerin bozuk, ben neşeni yerine getiririm senin, geleyim de, bak gene aynı şeyi diyorsun , bizim aramızda öyle olaylar falan mı var ki evden gidecekmişsin, söyledin dinle­ medim mi ? , tamam, ara sıra şikayet ettin de , evde oturmaktan falan değil miydi onlar? , benimle ne ilgisi var? , bak, anlayışlı o lmaya çalışıyoru m , ama sabrım tükeniyor, ben de kötü ko nuşacağım artı k , sanki senin hakkın var mı, sen git de en samimi arkadaşlarınla konuş , bak sana ne diyecekler, aklını başına al derler herh . . . , ne? , n'olmuş çok meraklıysalar, yahu, artık iyice saçmalamaya başladın ama, hem anlamıyorum niye böyle hem de yani iyice saçma ama , ben bir gü n bile senin arkadaşın diye ona o gözle baktım mı ki, ne fark eder olur mu ? , had i , bak geç kalacağım , bekliyorlar tabii , kolay iş mi , hiç tanımadığın bir yere geliyorsun, kısa sürede herbişeyi öğrenip, nabızları tutup , buranın bir manzarasını çizeceksin yazınla, üstelik anlaşmazlıklar falan var bisü rü , bahsetmiştim galiba, ne? , e , olmuyor, biliyorsun işte, çok sıkışık o luyorum, her şeyi de anlatamam k i, hiçbişeyi anlatmıyor olur muyu m , e , bazı anlatılamayacak şeyler, bütün hayatım? , ev dışında ? , şu bendeki de ne talih birader, bitürlü yaranamadık yahu , 97

kendim? , e , haksız mıyım, şurdan iki tane iyi laf duyayım diye Lelefonu açıyoru m , karşıma ne çıkıyor, söylesene asıl niye kızgı nsın allaaşkına , yok yok, mutlaka bişeye kızdın sen , benden çı karıyorsun şi md i , ciddi mis i n , nasıl anlamad ı m , nasıl cidd i , yahu, bırak ş u bulursan , görürsen laflarını , had i bak, iyibişeyler söyle , ben de iş çıkarmak için uğraşacağım burada, moral imin yerinde o lması lazı m , bak kalbimi kırı­ yorsun ama, yahu dur, ağlama , ağlamasana, beni düşü n , ne biliim işte, bak, yok yere sinirlerimi bozuyorsun, biraz makul ol, ağlama artık, hadi yahu, hep aynı şeyi tekrarlıyorsun, hiçbi yere gi tmeyeceksin, pazar gecesi görüşeceğiz, tamam işte, bak, yemek saatinden erken ge lirsem biyere çıkarız isterse n , ha? , istersi n isters i n , dur, yemi nler falan e t m e , bak ben geleyim de , senin mora l i n falan da düzelir, ilgi lendirir, bal gibi ilgi­ lendirir, ne yan i ? , sen de şimdi bana h iç i h tiyacın yokmuş gibi konuşmasana, niyesi var mı, şimdi boşve r, ama o kadar da değil artı k , küstahlık falan e tmiyorum , biraz ayaklarını yere basasın d iye söylüyoru m , gerçek yüzü m . . . ?, e demin konuşan başkası mıyd ı , bana sahte mahte d iyemezs i n sen , bak bağırtıyorsu n, benim konumumdaki bir i nsa n , bana n e deme, otelde kil er, beni rez il mi edeceks i n yah u , n e o l muş ki sana , duyan da seni aç açık kalmış falan sanacak, abartıp saçmalayıp d uruyorsun, e , tamam mı, n'aparsa n yap, tamam tamam, tamam , anladık, anladık, peki , pazar gecesi geliyorum, tamam, ben söyleyeyim de, tamam işte , bal gib i , ha, görürüz, tama m , ben pazar gecesi oradayım , sen de oradasın, nerede olacak, evd e , evinde , hayır e fendim, benim evimse senin de evin, inatlaşıp durma benimle , neyi kanıtlamaya çalışıyorsun bilmem , var tabii, i h tiyacın var tabii, benden başka k i me neyi kanıtlamaya uğraşabil irsin ki zate n , hayır hiç de değ i l , seni n gözün hep başka yerlerde d e onda n , sen memnun ol mayı bilm iyorsun ki, başkası olsa , yahu başkası maşkası var mı ki, e, öyle dersen günün birinde olur d a , sen böyle yaparsan , 98

küsta h l ı k falan d eğ i l , s e n i n yaptığın terbiyes i z l i k ası l , e s e n konuşurken i y i de . . . a l o ! alo ! , kapattı n m ı ! , d u r, alo , h a h , niye telaşl a nayım can ı m , bi t ı k ses i geld i , kapa t t ı n sand ım , ya n i kapatacağını düşü n m e d i m d e aslınd a , hay ı r , p e k öyle kolay olmaz s e n i n sandığın kada r, hadi bi denesene ba ka l ı m , ben bunca işin o r tas ında bi fı rsat yaratıp seni arıyo ru m , sesini duyayı m , bana b i r- i k i iy işey söyle fa l a n d i y e , s e n yüzüme tele fon kapa tacaks ı n h a ? , h a ? , ne? , k o n uşuyo ruz ham fe n d i , ta ma m , bas ı n , basın b u , iş görüşmes i , basın telefo n u , ko­ nuşuyoru m , al o ? , ha, hadi artı k , bırak saç malamayı , beni de daha fazla buna l t m a d a i ş i m i yapab iley i m , tabii işi m i düşü­ neceği m , iyi m u habi r o l mak bu demek i ş te , se n i n henüz bunları anlayamaman no rmal tabii, olur e fend i m bal gibi olur, b e n sen i zorla alıp evime getirmedim he rhald e , yüz ke re söy l e me tam a m , an lad ı k , ben ne söylese m küsta h l ı k o l uyo r , asıl s e n bana karşı böyle ko nuşma cesareti n i nereden alıyorsun acaba ? , tamam , uzatma , pazar gecesi seni evde bulacağı m , eve t , tekrarlayıp du rma, bari eve n o t bırak ne reye g i deceği n i , tabii h i ç ko m i k olmaz , komi k olan senin söyled i k l e ri n , gece vakti evde olmayacakm ış da falan da filan da, hakikaten komik, n eyse sen de a n layacaks ı n ya zate n , söyled i k l er i n e p işman olacaksın sen d e , bak iyice tepemi attıracaksın artık, kesinlikle nankörsü n sen, pişmansan bi kolayın a bakarız be , yahu n i ye ben söyleyince kabah a t oluyor, d em i nden beri sen ağz ı n a geleni söylüyorsu n , söylemiyor m usun , dahası ne o l acak , n e kald ı k i söylemediği n , ay ç o k merak e t t i m va l l a , gel s e m d e öğrensem ş u müthiş şeyleri , ç o k dokunaklı oluyor, eve t , eve t , bir de mektup bırak istersen yemek masasının üstüne , gözyaşı falan damlamış olsu n , ya öyle karşımda ağlayacak mıs ı n durmada n , saçmal ıyo rsun saçmal ıyorsun so nra da ağl ıyorsun, kad ınlar da bi raz güçlü olab i l i r herhald e , evet var, senin gibi yapmayan kadı nlar var tabii, akl ını başına topl a m aya çaba­ lasana biraz , yaa , evet, aklın başında olsa deminden beri ettiğin 99

lafların hiçbirini etmezd i n , peki , peki , tamam , had i , benim işim gücüm var, kapatıyorum , e , tama m , sen kapat öyleyse, yok can ı m , benim h i iç öyle iddialarım yok, tamam yah u , ilk sen kapamış o l , ne yapalım, hadi, kapat o zama n , geç kaldım zate n , aman saçmalama, oraya n iye geç kalacakmışı m , ben buradan bahsediyo rum , tamam , hadi eyvallah, aklını başına toplarsan eğer, ben Gözde Otel'deyim, numarası 12 34, akşam birtakım adamlarla falan beraber oluru m , yarın sabah falan ara , tamam yi ne başlama , aramazsan arama , pazar gecesi görüşürüz, had i eyvalla h, bulursunu bulamazsını yok, pazara evdeyim , tama m , hadi , tamam, kapatmayacaksın nasıl olsa , hadi ben kapatıy . . . eeehh, tamam dedik ya, hele bi evde olma görürsün , nereye gidebileceksin ki zate n , nereye gid . . . , bütün arkadaşların Öbürkent'te , şimdi iyice ağla da bari ağlamaklı surat görmeyeyim yorgun argı n geleceğim zate n , h içbiyere gidemezsi n , gidersen bidaha dönemezsin o eve, bana böyle bişey yapamazsın , kimse de yapamaz, ne? , döner misin dönmez misi n görürüz, ister misin istemez misin görürüz , bu tele fon konuşmas ı n ı da hiç un u tmayacağım, sen de u n u tma bunu, bu yaptığı n ı , amaan uzatma , ben ne yapmışım ki , uzatma be yeter artık , sana rahat batmış rahat, şımarıklık bunlar, kapris , kadı n kaprisi , bu nları yemem be n , aklını başına toplamak zorundası n anl ıyo musu n ? , değil tabii, aklın başı nda halin buysa, değil tabii, telefonu kapattıktan sonra oturup pişmanlık krizleri geçirme de bu yaptıkların için , ben de yokum yanında, yapamazsı n tabii, bensiz oradan oraya gitmen bile zor o şehirde, evden gidecekmiş de falan . . . , git bakal ı m , kaç dakika sonra döneceksin tıpış tıpış, yalnız ben gelmeden dön de , çünkü gelip seni bulamazsam, ifade ediyor mu etmiyor mu görürüz , o zaman böyle ağlaman da fayda etmeyecek, götürsün, gö­ rürsüüün , merak etme , hem de sen istersin görmeyi, görüşürüz tabii , ben a ffedersem tabii , istediğin kadar küstah de, artık o tomatik, makine gibi , aynı kelimeleri tekrarlıyorsun sen, iyice 1 00

kaybettin , akıl mantık falan hiç kalmadı , benim işim gücüm var had i , pazar gecesi gelirim dedim, o kadar gerisini sen düşü n ! Gerisini o düşünsü.n , ben bütü n tahammül gücümü zorlayıp o söylediği aptalca şeylere katlandım yar ı m saat , gittiğimde evde olacak, ayaklarını altına çekmiş, divanın üstüne büzülmüş, ağlamaklı bir suratla oturuyo r olacak, artık kapıyı çalmam da anahtarla açar girerim ki, onu öyle göreyim , o kadarına izin verel im artık, yüzünden masumiyet akan suçlu çocuk gibi oturup , onu öyle göreyim de hemen yumuşayayım diye hazırlanmış olacak, olsun, ben de hiçbişey demeyeceğim, o telefonda, neden falan demeyeceğim, zaten dağılacak beni görünce, ama öyle hemen hiçbirşey yokmuş gibi de yumuşak görünmemel i , nasıl başlamalı, mesela: " M e thiye , masmavi koyu ve bi rbirinden değerli tarihi hazi neleriyl e , ilkbahar başından sonbahar sonuna kadar kendisine koşup gelece k tatilcileri karşılamaya hazırlanıyor. Ama sezon boyunca binlerce yerl i ve yabancı turisti ağı rlayacak , onlara hizmet vermek için koşuşturacak Belediye Başkanı ve pansiyoncuların yüzü asık. . . " , olmaz, "yüzü güçlükle gül . . . " , "yüzler i n d e eks ilmeyen misafi rperverl ik beli rtis � gülü msemeye karşı n huzurları kaç m ış b i r kez . N eden elerseniz . . . " , asl ında en iyisi human- interest bir giriş yapma k , yan i o kuyucuyla bi rl ikte Methiye'ye geiip sonra o rada sorunu öğrenmiş gibi . . . , ha ni gelip sadece masmavi koyu v e şirin lokantaları falan görüyo rlar da, sonra, i nsanla rda bir sıkıntı sezip, alLını deştikçe işin içinde bir iş olduğu nu anl ıyo rlar, tamam , öyle o l ma l ı , bu deşme işi için de ben, bu deşme işi de benim yapacağı m iş tabii , zaten toparladı k her şey i . Tun cay'ın gözleri kapanıyo rdu. Bira n ı n e tkisi fi lan değildi tabii. lki koltuk öndeki turist kız yanındaki adamın o mzuna başını koymuşt u. Uyum uyo rsa da uyuyo r sayılırdı artık. Tuncay iyi ki yıkanmıştı öğleden sonra. Saçları bir-iki günlük kirle sertleşmiş olsaydı , ·o tobüs kol tuğuna yaslanınca belki 101

de m ü nasebets i z şe k i l lerde d i kilebi l i r l e rd i , önceden tah m i n edilemeyecek yerleri n de n . Tu ncay uyuyakal madan. önce son o l a rak , vaktiyle uc:akla gidileb i l ec e k yer l e re bile o tobüsle gö n d e r i ld i ği n i hat ı rl ad ı , Büyükke n t'ten M e t h iye'ye ge l m e k i ç i n e n azından şu kadarl ı k o tob üs yo lcu luğu n u n z o r u n l u olduğu n u (o raya uçak y o k t u ki ) kend ine tekra rlad ı , hatırlattı, gözle rinin önünde b i r gaze te sayfası canlandırd ı , gazeteyi tutan e l l e r , bazı sa t ı rl a r ı n ve T u ncay' ı n imzası n ı n üstünde gez i n e n parma klar, ş u turist kızı n parmakları mesela, a y valla ç o k güzel olmuşların frekans ve tonları d eğişiyo rd u , masada yarım içi l miş i ç k i l e r , ç e rez merez ve şimd i ne reyegidiyoruzlar vard ı , bo­ y u n l a r ı n başları hafi f ge r iye al masıyla dudak kenarla r ı n ı yanlara ve yu karı çe kiş t i ren manto nu t u tay ı m l a r kapıda , arabayas ığışı rmıyızlar aşağı d a , b i n a dışında bekl iyo rd u , aman hepora maya m ı gideceğizler

o to mo b i l e

geçip

kurul­

muşlard ı ç o ktan . O gece nedense T u n cay hep biris i n i n ç ı k ı p p a t diye Selm i n ' i soruvermes i n d e n korkmuş t u . Oysa böyle b i r şey bugü n e d e k hiç gö rül m e m i ş d uyu l m a m ı şt ı . Demek ki, olsa, ilk kez ge rçe k l eşecekti ki , bu d u ru mda haber b i le o l u rd u . Tuncay , uçak yol cul uğu i l e o tobüs yo l c u luğu a ra­ s ı n d ak i ç o k ö n e m l i bir farkı bu arada keşfe t t i : Uçağa b i n d i ­ ği n de , h e m e n her sefe r i n d e , kend i n i n h a fi f yaralı kurtul acağı bir kaza ya da uçağ ı n kaç ırılması gibi şeyler d ü ş l e rd i ; kazayı ya da k o rsanlarla m ü rettebatı n mücade les i n i , çocuğ u m u kurtarayım derken hayatını kaybeden bir annenin veya babanın t raj e d is i n i , bu n l a rı nası l yazacağı n ı , hatta yaz ısının baş lığın ı ( " Mu hab i r i miz kaç ı r ı l a n uçaktayd ı " ) b i l e tasarlard ı ; oysa o tobüsle sars ı l a sarsıla v i raj l arı d ö n erken kaza maza i s te­ m e m i ş t i . Bu i h t i ma l hay l i sevi m s i z , biraz da ü r k ü tücü gö­ rü n m ü ş t ü o n a . B i r i n c i sayfadan g i rip girem eyeceği be l l i o l ­ mayan, h e r türlü s ı radan i nsan ı n başına gel ebilecek bir otobüs kazası, başkaları n ı n yaşayıp Tuncay' ı n gözleyeceği , bild i receğ i , b e l irteceği , olayı yaşaya nların da 'şu n l arı söyleyeceği' veya 1 02

'şeklinde ko nuşacağı' bir haber değildi Tuncay için. Ama Selmin'in yok oluşu resmen haberdi. Üstte, mor zemin içinde san harflerle bir dişi başlık vardı: DEDİCİNİ YAPTI ! Dişi başlık bir ok şeklindeydi ve Selmin'in bir ağaca sarılmış gülümseyerek poz verdiği renkli fo toğrafa saplanıyordu usulca . O gün or­ manda Selmin'in de fo toğraf makinesini alıp Tuncay'ın resmini çekmeye kalkıştığı , Tuncay'ın "Aman dikkat et, yaptığım ayarları bozma , makineyi sallama" , diye bağırırken görü n­ tülendiği , Selmin' i n fo toğra narından belli olmuyord u . Fo­ toğrafın "MUTLU GÜNLERDE" başlığını taşıyan bir resimaltı vardı: "Selmin , bütün sevgisini ve bağlılığını gözlerinde toplayıp gülümsemesine aktarır ve oradan dışarı fışkırtırken görülüyor. Terk edilen erkek Tuncay , 'N e oldu an lamıyorum. Benimle mutlu değil m iydi sanki? Rahatı yerindeydi. Herhalde bunalım geçiriyor ya da birileri onun aklına tuhaf şeyler soktu' diye yakınıyor. (Fotoğraf: Tu ncay) " Asıl haber başlığı ne olabilirdi peki: " SELMİN İKİ GÜN DÜR YOK" ya da "SELMİN GlTTİ" ya da "SELMİN GERÇEKTEN GlTTİ" ya da: "SELMlN N EREDE ? " Başl ıkta soru sormak makbül sayıl mazdı , ama gerçekten, Selmin neredeyd i? Hayır, Tuncay buradaydı , valla buradaydı , canım, bir şey düşünüyordu işte , biraz dalmıştı , o kadar, hayır, bir derdi yoktu , yahu valla bişey yoktu , tamam, bu konu kapansındı ve lütfen ikide birde ona " N erelerdesin kardeşim, dalmasana öyl e" denmesindi , tamam mı? (Aradan bir süre geçer . . . ) E kardeşim, içmesini bilmeyen içmesindi, ama el mahkum Tuncay'ı eve bırakacaklard ı . Tuncay kendisi için harcanan bidolu benzin parasını ve Boğaz Köprüsü geçiş bedelini unuttu rmak isterc e , sanki , aralıksız konuşuyordu . Riya Bar'dayken başlamıştı , susmak bilmiyordu . Kendisi dahil kimseyi zerrece ilgilendirmeyen o kadar çok şeyi nasıl bulup ardarda sıraladığına herkes pek hayret edecekti, neyse ki onlar 1 03

da az içmemişlerdi. Riya'dan çıkarken, Tuncay'ı evine bırakmak dışında b i r ihtimalin kalmadığı n ı sap tamışlar, sadece, Tun­ cay' ı n bir a ra göğsüne başını koyup olmad ık sesler ç ı kardığı Güzi n , karambolde apartopar Tuncay'la birlikte onun evi ne bırakılırım korkusuna kapılmış , bunu zamansız bulara k , aradan sıyrı l ı p başka b i r arabaya deplase o l muştu . Tuncay'm evinin boş olduğunu Güzin'in öğrenmes i , Tuncay'ın daha ilk karşılaşmada savu nmayı tamamen laçka bıra karak ne kadar rahat gol yiyeb i ldiğini gösterecekti herkese , neyse ki o n lar da az içmemişlerd i . Bu 'içip de iz lenemeye nler' , Tuncay'ın nasısınızabileri o lan ve o gece Riya'da bulunan yazarlardan herhangi birince ko layl ıkla teşhis ve tesbi t edilebilir, hikaye , roman bile olabil irdi be l k i , ama neyse , o n lar da az içme­ mişlerdi. İçmenin b i r aşaması ndan so nra içenlerin sadece içişine ve içtiğine dikkat edilmiş olması ge rekliğinden, dikkat edilmiş başka şeylere ilişkin laflar her yerde her şekilde ortaya sürülemiyord u . Tuncay Güzin'e neler anlattığını anca günler sonra , Güzin kendisine gözkırpmalar ve fısıl tılar arasında 'N'old u , b i ge l işme var mı?' soruları so rduğunda kafasını zorlayıp hatı rlayabi lecekti . Güzin bu o laydan, emperya l iz m i n yumuşak karnı n ı n i k i durak mesafede olduğuna v e herhangi bir dikiş i ğnes iyle deli nebileceğine tereddütsüz inanan b i r delikanlı hafi fliğiyle, usulca havaya yükselip sıyrılmış, çıkmıştı. (Güzin, bir aj ansın sıkıyönetim muhabiriydi, emperyalizmin yumuşak karnını mahkemelerden öğren mişti . ) O gece Tuncay' ı evine bırakan gruptak i l e r de -her zamanki gibi- Tuncay' ı n karısının yalmış olduğunu hatırlayacaklard ı , ışıkların sön ü k oluşu yüzünden. Tuncay'sa, eve girer girmez banyoya koşmuş, doğru dürüst kusamadığı için hiç rahaLlayamamış o larak salona gelip divanın üstüne kendini almış, divanda oturmuş kendisini bekleyen kimsenin o lmadığından artık hiç şüphesi kal mamıştı . Bu durumda, 'Acaba ben divana otururken altımda mı kald ı?' diye bir bakmaya da gerek görmemişti. Zar zor gevşe ttiği 1 04

kravatı, mides i yukarılara doğru sinyaller yolladıkça kıpır­ danması yüzünden bumburuşan ceketi ve son bir hamleyle ayağından düşü rmeye çabaladığı ayakkabılarıyla sızmadan önce Tuncay'ın aklından son geçen , salonun ne zaman yaktığını hatırlamadığı ışığını kapasam olmuştu. Işığın açık kalışının tek sonucu , Selmin' i n , içinde Tuncay yazan bir yüzüğü ağaçlıklı bir bahçenin duvarı üstünden savuruşunu gec i ktirmesiyd i. Yüzük az önce Selmin' i iyiar­ kadaşl ı ve yaşlıkadınlı bir evden zorla çıkarıp so kağa sü­ rüklemiş, eline taksi parasını tutuşturarak bir arabaya sokmuş, Selmin' in ağzını açmaya niyeti olmadığını görü nce şoföre gidilecek adresi bildirmiş , evin önüne vard ıklarında Selmin'i çekiştire çekiştire arabadan i ndirmişti. Selmin o sırada ancak herhangi bir yere yaslanıp ağlayabilirdi belki. Ama yaslanacak gücü de yoktu . Üstelik yüzük Selmin'in eve ayaklannı sürüye sürüye de o lsa kolaylıkla u laşmasını sağlamak için, bunu güçleştirebilecek her türlü engeli o rtadan kaldırmaya ko­ yulmuştu. Selmin, yüzük arkasını döndüğü sırada onun başına sertçe vurmay ı , cesedi bir çuvala koyarak uçurumdan aşağı atmayı tasarlıyo rdu ki, apartmanın bahçe kapısından girdiler. Evdeyken hiç bu saate kadar ışıkları yakıp oturmamış Tun­ cay'ın şimdi beş adet 75'er watlık ampulle Bağışlama Ayinine çağrılar yapması Selmi n'in pardesüsünün yakasından eleğine kadar ü rpermesine yolaç lı. Selmin birazdan içeri girecek ve, "Özür d ilerim baba , anne, beni affed in, ne yapayım, çok kötü olmuştum , " falan mı d iyecekt i ? Yumruğunu sıktı . Ağzına yaklaş tırdı. Hiç bu kadar sessizce ağlamamıştı. lşaret parmağı duda kları nı yaladı , sonra orta parmağı , hıçkıra hıçkıra ağ­ lamalıydı, yumruğunu ısırdı. Hayır, dişi kırılmamıştı, ama duyduğu ac ı, bahçe duvarının bahçe duvarı, apartmanın apartman , bir türlü uyuyamayıp bütün ışıkları yakıp oturan Tuncay'ın da, kederinden mahvolsa bile, Tu ncay olduğunu Selmin'e fısıldayıvermişti. Bu andan 1 05

sonra ilk hatırladığı, birkaç sokak ötede, ağaçlıklı bir bahçenin önünden geçişiyd i . N e rede olduğunu çıkarabilmişti de, ana caddeye ulaştığında taksi bulabilecek miyd i ? Anahtarı da yo ktu . Gidip insanları uyandırmak . . . bu saatte . . . Dişi sızlı­ yordu. K ırılmış m ı baksın diye işaret parmağını yollad ı , sonuç olumluydu , kırık ç ı k ı k yo ktu. Yüzüğü n üstü nemlenmişti . Gece-ayaz ? Sis? Tükürük? Yüzüğü çıkarırken çok sakind i . Bahçe duvarının üstünden ağaç ları n arasına fı rlat ı rkense aksine. Yüzüğü savururken bütün soluğunu da boşal tmıştı bir hamlede. Hemen ardından , çocukluğundan bir yerlerden hatırladığı bir havayı yeniden ilk kez içine çekti. Gürültüyle. Yüzük? Parmağında ince bir iz bırakmıştı sadece . N eredeydi peki? Selm i n' i izliyor olabilir miyd i ? Gelip yanaşacak, sü­ rünecek, mırıldana mı rıldana kendini kabul ettirecek, ku tuya konup sand ığa da atılsa , çantalardan birin in bir köşesinde de saklansa razı o lduğunu söyleyecek, boynunu bükecek, ilerde , gün ün birinde, sen de belki bakmak istersin, diyecek, sana hiç görü nmeyeceğim , yeter ki seni h issed ebileceğim bir uzaklıkta bulunayım d iye sözler verip, Se lmin'in dizlerine yatıp ağlayacak m ı yd ı ? Selmin onu bu koşullardan herhangi biriyle kabul eder miydi peki? Bil miyord u . Durup geriye dö ndüğünde , yüzüğe haber yollayıp çağı rtabileceği bi rini aramıyord u . Zate n , kolkola girmiş uyuyan koca apartman­ lardan böyle bir şey istenemezdi , başka da kimse yo ktu . Yüzük . . . nerede olabilirdi? Selm i n , uykudaki apartmanların yüzlerini seyre tmekten vazgeç t i , nedense uyurken herkesin yüz i fadesi bütünüyle değişiyord u , gözleri n i ağır ağı r aşağı kaydırdı. Apart manların ayakları dibinde, açık-koyu siyah şekilsizliklerin yükselip alçaldığı simsiyah bir boşluk uza­ nıyordu. Boşluğa m ı uçmuştu yüzük? Yerçekiminin olmadığı , bir kez öne atılan ı n bir daha geri dönemediği bir boşluğa ? Hiçbir yüzüğü n ki mseyi az kalsı n geri döndüre meyeceği bi r uzaya? Yüzük yere düşerken hiç ses çıkarmamıştı . Sel m i n 1 06

yanılmıyordu . Kulak kaba rttığı halde duymamıştı hiçbir şey. Sadece o değil, kimse duymamıştı . Tu ncay da duymamışt ı . "Ama tam o sırada bi r koku ge ldi burnuma. Ferahlatıc ı , yumuşa k , Vernel kokusunun ol maya çalıştığı gibi bir şey . " Sel min adı mları nı sı klaştırd ı kça soluk ,,o luğa kalıyord u . Durma k , o kokuyu ye n iden duymak istiyor, duramıyord u . " Keşke " , d i y e m ı rı ldand ı , ama kokuyu o an tüketmeyip sakla ma imkanı yo k tu ki . Yürüd üğü sokağın anacaddeye ulaştığı yolağzını uzaktan seçebildiğinde biraz yavaşladı . Yanlış görmüyordu, birtakı m ışıklı noktalar vardı oradan oraya kayan. Yeniden hazı rlanı rke n , bir kez daha " keşke" dediğini duydu. D urup kulak kabartt ı . En yakınındaki sekiz-on apartmanın bütü n daire kapılarını çalıp herkese tek tek sormaktan başka çaresi yoktu gal iba. lki so rusu vardı üstel i k , b i r de değil : ilki , boyuna 'keşke' d iyen kendisi miydi , yoksa kulağına fısıldanıyor muydu bu i kiyüzlü kelime? Sonra, 'keşke' ne demekti , durup du rurken bu kadar kullanılması ne anlama gel i rd i ? Çok kullanıl ı rsa al ışkan lık yapar mıyd ı ? 'Keşke'li bir d u rum nasıl bir şeyd i ? Ol muşbitmişin buruk tesc ili m iydi bu , yoksa uzay boşlukları nda kaybolmuş yüzüklerin bile ç ıkıp ge livereceği yeni başlangıç tehli kelerini barınd ırıyor muyd u ? Yeni baş­ langıçlar, yeniden başlangıçlar. Ye niden başlangıçlar neden tehlike olsun k i ? Madem yeniden, madem başlangıç? . . . Selmin yolun tam o rtasında d u ruyordu. Geriye yü rüse , gözlerini kapa u p , sonra tekra r ayn ı apartmanları süzere k , aynı karal­ tılardan korkarak bu noktaya gelmeye uğraşsa mıydı? O zaman istediği cevapları alır ve gecevakti kimsenin kapısını çalmasına gerek kalmazd ı belki. lki yanında, birb i rlerind en bir baş yukarda gözükebi lmek için boyunlar ını uzatmış , öylece uyuyakal mış apartmanlar ve ağaçlıklı , ç içeklikli bahçeler, üzerlerinden yüzü klerin boşluklara atıldığı bahçe duvarlar ı uzayıp gid iyor, onları gözden kaybe tmemek i ç i n o n c a yaşına rağmen azimle d i renen bir eski sokak lambasına aldı rış et107

meksizi n , ka rara karara kayboluyo rlard ı . Her şeyin birleşip buğu lu bir kara lekeye dönüştüğü o nokta Selmin'in çok . uzağı ndaydı şimd i . Oraya kadar yürüyemeyeceği n i , yü rüse yeniden ş i m d i bulunduğu yere varmaya takati n i n yetmeye­ ceğini h issetti. Soluğunu tuttu. Dudaklarını ısırmadı. Bekledi . "Keşke oraya kadar gidip gelecek gücü bulabilseydim ş u anda," d iyen o lmad ı . Anacaddeye doğru koşmaya başla d i . Depoyu doldurmadan uzun yola çı kıyordu Selmin . Ş u yo l , anacadde ye rine Öbürkent'e u laşıyor o lsaydı ya ! Çok köksüzdü Selmin burada. Üzerlerine atılan yüzükleri emip yutan şu karasu ra tlı ağaçlar bile ona ne kadar tepeden ba­ kabilm işlerdi bunca zatnan. Sel m i n evinin penceresinden ( mesai saatleri içi nde de dışında da) uzun uzun on ları sey­ rederd i , ürkerdi on lardan , çünkü apartmanlar ve o toparklarla çok içiçeydiler, binaların sıvarenkleri vururdu üzerlerine , yeşil m iyd iler, değil miydiler, açıkça belli o l mazdı, otomobiller evlerine ve brandalarına dönmeye başlad ığında da vak i t kaybetmeksizi n kılık kıyafet değiştirir, simsiyah oluverirlerd i , Selmin b i r akşam yemeğine daha tek başına o turduğunda tam karşısında onları görürd ü , o nlar da Sel min'i izlerler, ama yalnızlığını giderecek iki çift laf etmek yerine, elbisesi ne, saçına başına bakarlar , burun kıvırırla r, birbirleriyle fısı ldaşırlard ı, bir ke re onlar s iyahlarını giyd i kten sonra c an sıkıntısıyla kendi ni so kağa atan Se lmin'i bakışlarıyla ve iç geçi rmeleriyle çabucak evi ne dön meye zorlam ışlar, arkasın dan da günlerce söylenmişlerd i , biri , otoparkın b i r köşesinde ye nicvl igenç­ kadınlar için dolaşma alanı yapıl ması nı ö n e rmişti ve bunun için yer bulunamazsa içlerinden birkaçını feda edip yer açab ilecekleri n i bildi rmişlerd i , şu anda c i varda Se l m i n'i n konumunda başkası bulunmadığından böyle bir do laş ma alanının lüks olduğu n a , Selmin ' i n isterse balko nu nda dola­ şabileceğine , ama balkona da, hele pazar günleri , sabahl ı kla filan çıkmaması gerektiğine karar verilmiş, Sel min apartma n ı r. 1 08

önünde oturan delikanl ılarla konuşup gülüştüğü için bir ihtar almış, tekerrü rü halinde onun da kalçası nın büyü tülüp gö­ ğüsleri n i n , baldırlarının şişi rileceği, evine iki çocuk ko nacağı , sadece Haftasonu okumasına izin verileceği kendisine tebl iğ ed i l m i ş , bu durumda Tuncay' ı n da bir video alıp evde porno fi l m leri seyretmesi gerekeceği n i , üste l i k o z am a n bunu n

anlamı n ı n da Tuncay'ın şimdi porno fi l m leri seyretmesinden çok farklı olacağını

vu

rg u la m ış lar, bel irtmişler, aynı zamanda

bildi rmişler, şun ları söylem işler ve şeklinde konuşm uşlard ı , daha sonra ise ş ö y l e devam etmişler ve öte yandan son olarak şu görüşlere yer vermişlerd i . Kurtarma ekipleri işbaşı nda, kazaze deler e m niye t t e , ilgililer ol a y yerindeyd i , vatandaş s a hipsi z değ i l d i , ge reke n yap ı l acakt ı , bu e l i m v e vahim kaza hepim izi üzünt üye boğmuştu , ölen lerin aileleri n e başsağlığı yara l ı l ara acil ş i falar d i l i yord u k , soru m l u l a r e l b e t te ceza­

landırı l a c a k t ı , kaza d ış ı nda önemli bir o l a y yoktu , gazete hazırd ı , Tu ncay işini b i ti rmiş ç ı kacaktı, yalnız . . . b i rincisi , Selmin neredeyd i , i k incisi , bu gece n'apılacaktı? Selmin nasıl o l s a dönecekti , bugün üçüncü gü nd ü , bile­ med in bir hafta dayanırdı. Zaten eşyalarının birçoğunu geride bırakmıştı. Ama bunu düşünmek bile gereksizdi, sanki sahiden çekip gi tmesi mümkün müydü? Sah i . . . mümkün müyd ü ? Bunu aklından geç irmiş o l m a k bile Tuncay'ı hay l i sars m ı şt ı . Sarsıntıdan bozulan saçları n ı düzeltti , pardesüsünü askıdan alırken başka bir paltoyu düşürdü. Kendi pardesüsünü hemen yakınındaki masanın üzerine fırlatıp yere düşen paltoyu kaptı , tozlanan yerlerini hızlı hareketlerle silkeledi , tokatladı, paltoyu yerine astı , kendi pardesüsüne el uzatırken durd u , o başka­ sınınpaltosunun yere düşüşü nü, çok yakında başkaları da varken kendis i n i n hızla onu yerden alıp özür d ilercesine temizleyerek yerine asışını yeniden yaşadı. Askıların yakı­ nındaki i nsanları hızla taradı: onun hareketine d ikkat etmiş k imse yo ktu. Bölme camlarından birine bakarak saçlarını 1 09

yeniden düze l t t i : " Oğlum Tuncay," d i ye baş lad ı , bü t ü n benzerl e r i g ib i , " kend ine ha k i m o l , bak, ga rd ı n dağı lacak yoksa . " Selmin gideli bir hafta olduğu ndan, hadinereyegidiyo ruzlarla aaasizdemiburadasın ızların hepsi durumu biliyord u ve Tuncay , "Ya l l a , k ı z l a r , b i r h a ftad ı r bekar ı m , benden uzak d u r u n , karış mam" espri leri ne başlamıştı . B i r gece e v e d ö n ü p S e l ­ min'den g e r i y e h i ç b i r ş e y i n k a l madığın ı gö rd üğünde de ya­ n ı l m ı yo rsam s e k i z i n c i gü nd ü . Se l m i n'dcn geriye , T u n cay' a , h i ç b i r ş e y k a l m a m ı ş deği l d i gal i b a ; gal iba b i r ş e y ka l m ıştı y i n e d e ; bi i i r . . . yenilgi m i dese -demezd i k i - ; o kal m ıştı işte .

110

VI . Maç

Surları andıran , kalın ve yüksek duvarlarla çevri l i , üstü açık, dev bir alan . Stadyum gibi bir şey. Tribün var mı tam anla­ şılmıyor. Surların dış cepheleri rengarenk neonlar, pleksi tabelalarla kaplı . Yakından bakı lınca , surları n , başlangıçta pek kalın olmayan ilan panolarının evrimiyle meydana ç ı k­ tıkları anlaşılıyor. Üstüste yapıştırılan i lanlar metrelerce kalınlık yaratmış. Ama hepsi saydam olduğundan, en öndeki , aradakiler, e n arkadaki , hep birlikte gözüküyorlar. Bu koskoca yerin tek bir giriş kapısı var. Avluda müthiş bir kalabalık birikmiş. Kalabalığın arasında, elinde rüzgar ses yapmasın diye bir sünger top geçirilmiş, dondurmaya benzeyen mikro fonuyla bir TV muhabiri , "Evet sayın seyirciler," diyor, "görüyorsunuz , burası ana baba günü. " Hemen yanıbaşındaki kızlardan biri dönüp , " Hayır, " diye düzeltiyo r, " biz sadece liseli kızlarız . " Gerçekten de, bekleşenlerin tümü birörnek fo rmalar giymiş liseli kızlar. Giriş kapısına yaklaşmaya ça­ balıyorlar. Hemen tümünün iki eli göğüsleri hizasında bir­ leşmiş, bi rtakım k i tap ve defterleri göğüslerine bastırıyorlar. 111

Kapıya geldiklerinde ses ç ıkarmamaları tembih ediliyor ve bir hole alı nıyorlar. Holdeki upuzun masada kad ınlı erkekli bir grup mühiminsan oturuyor. k ızların masa n ı n ö nünden şöyle bir geçmesi isteniyor. Geçen , hemen holün öbür ka­ pısından ikinci bir avluya çıkarılıyor. burada bekleyen servis otobüsleriyle liselerine gönderiliyorlar. Ellerine tu tuşturulan numaralı fişler, bi rkaç yıl sonra geldi kleri n d e , avlulardan geçmeden doğrudan üstü açık dev alana gireb ilmeleri i ç i n . Masada oturan kuru l , kızları eşleştiriyor. Kızların lisede i kililer halinde dolaşmaları, Türklerin Anadolu'ya girmelerinden veya Müslümanlığı kabullerinden beri sürdüğü rivayet edilen, ancak son yıllarda biraz zay ı flamış bir gelenek. Ortayı bitirip liseye geçen kızlar arası nda bu nede nle derhal eşleştirme yapı lması gerekiyo r. Eşleştirme için ikilinin ö nce güzelkız unsuru belirleniyor. Güzel kızların seçiminde kullanılan ölçütler yöreye gö re değişiyor. Ama genellikle, oğlanlarla kızların birbirlerini formasız görebilmek için en çok yanıp tutuştuğu mevsimlerden birinde okul gezisi düzenleniyor ve geziden sonra en çok peşine düşü lenlerden başlanarak puan lama yapılıyor. Kimi uyanık eğitimc iler de, sırf gezi notlarıyla yetinmeyerek sözlüye başvurabiliyorlar. Bu amaçla , koridorlarda çaktırmadan do­ laşıp , en çok laf atılanları tesbit ediyorlar. Yalnız, herhangi bir lisede, o lise standartlarının üstünde güzel old uğu için laf atmaktan bile çekinilen kızlar varsa bu durumda onları bu yolla ayırt etmek mümkün olmadığından, bu yöntem ba­ kanlıkça pek tavsiye edil miyor. Kızların bütün o birörneklik içinde , kendilerini ayrıştırmaya yönelik çabaları da sözkonusu seçmede değerlendiriliyor. idarenin tepkisini çekmyecek çeşitli küçük aksesuar, çamurlu havada bile leke o lmamış siyah çoraplar veya çamura , idareye ve her şeye rağmen beyaz so­ ketler, çorapların diz arkasında bilek h izasında kırış kırış olmayışı, lacivert hırkanın hiç değilse yakasındaki stil farklılığı, 1 12

bunlar lehte puanlar o larak öğrencinin kaydına i�leniyor. Eşlemede güzelkızla birlikte yeralacak öbür taraf, kimilerine göre ç irkinkız , kimilerine göre yardımc ı , kimilerine göre yönetici , kimilerince koruma , eskilere gö re mütemmim cüz olarak adlandırılıyor. Her güzelkızın b u kategoriden biriyle eşleştirilmesi, hep aynı aşamalardan geçerek yapılmıyor. Bazen önce yard ımcı oyuncu seçilip onun yanına bir güzelkız ve­ riliyo r. Bazen -ikinci kızın "yönetici " özellikleri taşıdığı durumlarda- o kendisine bir güzelkız bulup bunu idareden tasdik ettiriyor. Tasdik mekanizması, ortao kuldan beri süren eşleşmeler için de uygulanabiliyor. Eğer kendiliğinden doğmuş eşleşmeler varsa , bunlar, ha klarında güvenlik soruşturması yapılıp bir sakıncaları o lmadığına karar verildiğinde geçerl i sayılıyor. Eşleştirmeden sonra, güzelkız için de ikincikız için de yerine getirilmesi gereken görevl er var. Bunların kızlara ayrıca belletilmesine çoğu kez gerek kalmıyor, onlar bun ları zaten kendiliklerinden akıl ediyo r, çünkü çocukl u klarında mi ni k plastik dikiş makineleriyle oynamış, oyuncak sofralar kurmuş oluyorlar. Mesela güzelkızın teneffüslerde mutlaka ötekikızın koluna girerek dolaşması gerekiyor. Güzel kızı n , daha so n ra teklifini kabul edeceği çocuk dahil kimseye bakmaması ve yüz vermemesi gerektiğinden, yanındaki kızın olan bi ten her şeyi gözleyip , değerl end i rip, güze lkıza ak tarması gerek iyo r. K i m i eği ti mciler, b izzat bu durumu n , ö tekikıza güzelkız üzerinde etkinlik zemini yarattığına dikkat çekiyorlar. Ayrıca, bu etkinl iğin zaman zaman ege menliğe dönüştüğüne tanık olunuyor. Oysa egemenlik ulusun olduğu ndan, bu durumda sırf i k i n c i kızlar ulusmuş da güzel kızlar deği l m iş gibi b i r tuhaflık doğuyor. Güzel kızların ulus dış ı , u l usun da güzel­ k ızlarsız kalmasına razı olunamayacağı , ta zamanında, 1 9 Mayıs tö ren l e rine kızlar kısacık şortlarla ç ı karılmaya baş­ landığından beri hükme bağlanmış bir konu ; bu yüzden derhal 1 13

milli irade devreye giriyor ve ötekikızların iradesini geriletecek tedbirler getiriyor. Mesela onların def terlerinin hiçbir zaman güzel kızlarınki kadar temiz o lmamas ı , kılık kıyafetlerinin ancak güzelkızlarınkinin taklidi sayılabilecekleri sınırlar içinde bulunması zorunlulukları bu amaçla yasalaşmış . Yi ne d e , ikincikızlara oğlanlarla el şakası yapabilme dahil birtakım aşırı özgürlü klerin verilmiş oluşu zaman zaman sistemde ciddi gedi klere yolaçabiliyor ve bazı ötekikızlar iki güzelkızı birden kon trol et meye kalkışabiliyorlar. Bunu sessiz sedasız başarana pek ses çıkarı l mıyor. Ama bu etkinlikleri kendilerine yönelik bir ilgi çevresi yaratma yolunda kullanmaya giriştikleri tesbit edilirse , bazı öğle teneffüslerinde arka sı rada yalnız başlarına ağlama cezasına çarptırıl ıyorlar. Aslı nda bu konuda cebri tutumlara pek gerek kalm ıyor. Çünkü ikinci kızlar güzelkızın trafiğini idare etme uğraşları içinde nasıl o lsa bir kez tökezleyip kendileri için de bir şeyleri, daha heleri: birisini isteyiveriyorlar ve bu on lara yetiyor. Bu d u rumda, ellerindeki birçok kontrol ·

racı da onlara karşı çalışmaya başl ıyor. Mesela güzelkız akşam

saatler süren bir telefon görüşmesi yapmışsa bunu öbürkıza harfiye n anla tmak zorunda. N o rmal zamanda bu aktarım seansları güzelkız üstündeki etki nliği bakımından ikincikızı n kend ine güvenini pekiştiriyor. Ama yukarda belirtilen türde bir aksama-tekleme durumunda, bu , karnını doyurması mümkün olmayan birine yemek tari fleri yapmak gibi nesnel bir eziyete dönüşüyor. Bir iddiaya göre , zaman zaman öbürkızın üzerlerindeki hegemonyasından rahatsız olan biraz daha şirret güzelkızlar bu tip açıkları yakaladıklannda, fırsattan istifade , ikili içinde asli unsurun kendileri olduğunu öbürkıza küç ük ısırıklarla hatırlatıyorlar. Bunlara rağmen, bazı yo rumcular, ısrarla, ikincikızların daha özgür ol d uğun u iddia ediyor. Bu gibiler, mesela gü­ zelkızlar için belli vücu t ölçüleri , belli yüz hatları zorunlu­ lukları konmuşke n , öbürkızların canları çektiğince yiyip 1 14

içebildiklerine, çamur lekesi falan derdi olmadığından yollarda ra hat raha t yü rüyeb i l di klerine işare t ediyorlar. Yalnız bazı a n ke tlerde bu konudaki görüşleri sorulan ötekikızlardan %97. ?'s i n i n aksi pozisyonu terc i h edeceklerini bel itmiş bu­ lun maları , bu tezlere karş ı güçlü b i r kan ı t sayıl ıyor. Ayn ı sorunun sorulduğu güzclkızların ise soruyu anlamak ta aşırı güçlük çektikleri saptanmış bulunuyor. Doğru dürüst bir cevap alınamadığı ndan bu saptama saptama sayı l m ıyor ve değer­ lendi rmeye ka tılmıyor. Liseleri bi tirenlerin çıktı kları büyük kapıların yanı na asılmış levhalarda, "Lisede o lan lisede kalır" yazıyor. Bununla , lisedeki eşleşmelerin o andan başlayarak geçersiz sayıld tğı i fade edilmek isteniyor. Ama tale p eden lere , "Lisedeyken güzelkızdı" ya da "Lisedeyken ikincikızd ı" belgeleri ve r i l iyor. ! k i ncileri n bunlarla ne yaptığı k o n usu nda pek bir şey b i l i nmiyor. Ama bazı güzelkızların öze l l i k l e yıllar sonra lise arkadaşları na rastladı k l arı nda bu belge lere dayanarak faiz alab i ldi kle ri b i l i n iyor. Güze l im belgeleri n i turnuso l kağıd ı gib i , çeş i tl i de neylerde k u l lan a n l a ra da rastlan ıyor. Mesela ün iversite yıllarında N i l ü fer' i n ç o k işi ne yaramıştı belges i . Çantasında taşır, alışık o l mad ığı bir esintiyi hissettiği nde kartı ç ı karıp havaya tutar, onun yüzey indeki değişimlere ve bü ründüğü ren klere göre çevresi ndeki havada tanıdık-b i l d i k eleman oran ı nı hesaplard ı . Ki myası da en az fiziği kadar iyiydi zate n . Selmi n'in de k i myası iyiyd i , a m a o l iseden sonra o belgey i pek kullan mamıştı. l l kokuldan beri bütün karneleri n i , te­ şekkür belgeleri ni falan sakladığı büyük zarfın içine koymuştu o nu, çok ende r ç ı karıp bakard ı . Durup d u rurken gözle ri n i boyadığı zamanlarda. Vaktiyle avlusunda eşleme için bekledikleri dev kompleks i n ö nüne geldi k lerinde i k i s i n i n de gözleri boyal ıyd ı . Numara l ı fişler i n i gösterip i ç e r i girerke n , o kalabal ığın arasında bi r­ birlerini görmed iler. Görselerd i de fark e tmeyecekti zate n . 1 15

Çünkü tanışmıyorlard ı . Bu yüzden , belki de gö rmüşlerd i . A m a şu anda bunun ö n e m i yoktu k i . Önemi yo ksa n i y e ko­ nuşuyorduk? N iye mi konuşuyorduk? Ne yapsayd ık? Vakit öldürüyorduk. Çünkü asansör bekliyorduk. Dev asansör bekleniyo rdu. Gelip kapıları açıld ığında dışarı aka n , saçları yapı l ı , elleri paket dolu kad ı n kalabal ığı , bekleyenlerin bir bölümünde hayranlık ifadeleri yaratırken , tek tük de o lsa hoşnutsuz sesler duyulabiliyordu. Asansörün içinden de benzer sesler geliyord u . Her seferinde asa nsörle i n e n ç ı kan , fı rlayıp kaçamayan, asansörün onları götürdüğü yerde inip kalabal ığa karışamayan ted irgin bir azı nlık vardı orada. Bunların bir bölümü , öyle anlaşılıyordu ki, uzun zamandır oradaydı. Çünkü asansörün işgal ettikleri köşesi ne yer yastıkları koy muş, posterler asmış, tavandan kağıt top avizeler sal landırm ışlard ı . N ilüfer v e Selmin onlarla birl ikte bi rkaç kez i n i p çıkacak, ama sonra veya ancak bundan sonra , asa nsörü terk edeceklerdi . O sırada, o gru ptan birilerinin de alelacele kendile riyle birli kte

indiğini , koşarak üstlerine birer kazak , kararmış gümüş rengi bir-iki küpe aldı kları n ı , bir şarküteriye girip ç ı kt ıkta n sonra yine hızla asansöre daldıklarını görmüşlerd i. Daha sonra, ikisi de ayn ı şeyi yapacaklard ı . İndikleri yer uçsuz bucaksız gibi göz ü ke n uçlu bucaklı bir aland ı . Surları n iç cephesinde, d ışarda n bakıldığında gö rül­ meyen bir sürü ayna vardı. Bunlar insanı yanıltıyor, bazen insan önünde uzanan bir koridor var san ı p aynalardan birine tos­ layab iliyordu. Nilüfer'in gözleri Selmin'inkilere gö re çok daha çab u k ısınmış ve oyuna alışm ışla rd ı . N i lüfer aynala r ı , kori­ dorları, geçişleri uzaktan bile fa rk edebilirke n , Se lmin hala yan lışl ıkla aynal a r ı n üzeri ne yürüyo rd u . Dört bir yanda göz alabildiğine yükse l e n su rları n üzerinde tribün sıraları , localar, bir de "erkeklere mahsustur" yaz ılı şeref tribünü vard ı . En teped e , keskin nişancılar diziliyd i . Bunlar, onca uzaklıkta n , bir kadının eteği azıc ı k açılsa görebiliyor, 1 16

bira bardaklarını to kuştu rarak, bulundukları yerden minnacık gözüken kadı nların don rengi üzerine bahse tu tuşuyorlar­ dı. O en tepelerdeki küçücük siyah noktaların ne o lduğunu anlamakta da N ilüfer daha başarı lıyd ı . Keskin nişan c ıl arı ve o rada ne aradı kları nı N i lüfer birkaç kez uzun uzun o raya bakmak ve görevliler tarafından, "Ne bakıp duruyorsun ! Şimdi seni onlara veri riz ! " d iye azarlanmak pahasına da olsa kav­ ramıştı. Selmi n bundan çok sonra olayın farkına va rdığında, o kadar uzaklıktan nası l olsa tiple rini seçemeyeceğini dü­ şünmüş, onlarla ilgi l e n memişti. Zaten asansörden ç ıkıp biraz yürüd ükten so nra i nsanı n gözü nü o parıl parıl dev saten pankarttan ayı rması ve başka bir şeyle ilgil e nmesi mümkün deği l d i . Sel m i n gözünü sağa sola, aşağı yukarı gezdirebildiğince gezdi rmiş, ancak Z, bir de l harfi ni seçebilmiş t i . Pankartı okuyabilmek iç i n asansör kulesin i n ardına kadar geri yürümek ve o radan bakmak ge­ rekiyo rdu . Oraya gidild iğinde , parıl parıl harflerin " HA­ NIMl.AR SlZlN l ÇlN " kelimelerinde bütünleştiği görülüyordu. Pankartın dibine varıldığındaysa, bunun bir ışık oyunu olduğu , içinden geç ilebildiği hayranlıkla fark ediliyord u . Öbür tarafta , ilk göze çarpan, çamaşır dağları n ı n arasından ustalıkla zigzaglar ç izerek i lerleyen, dev ütülülere b i nmiş kadınlard ı . Büyük tencerelerin içinde yükselen çarşaflar, perdeler, pantolonlar, donlar, kazaklar, göğe uzanan sivri sivri tepeler oluşturuyord u . Geçerken sürünen 2, çamaşı r tepe­ lerinden birini deviren 4 (devrilen çamaşı rlar beyazsa 5 ) puan kaybediyo rd u. Buharlı ü tüye binen kadınlar daha hızlı gi­ debiliyordu. Bunlar, mutfaklarına da aspiratö r taktırabiliyordu. Tepelerin arasından süzülen, kayan kad ınların geçecekleri yerlere önceden ıslak tülbentler seriliyo rdu . Bütün mahal l e seyrediyord u . Finişe gelen kadınlara birer süper-e kstra te­ mizleme tozu -büyük, ekonomik boy- ve külah kadar yük117

s ü k ler veril iyord u . Bunları başlarına geçiren kadı n lar, dü­ şürmemeye özen gös Lererek di mdik yürümeye çalışıyo r, b ir yandan d a koşaradı m gidiyorlard ı . B irbi rlerin i kol layarak ilerledikleri yerde ocaklar yanıyor, tencereler kaynıyo rdu . Alevler arasında dolaşan kadınlar, kaynayan te ncerelerden her birinin kapağın ı açıp bakmak , hepsine kararınca tuz koymak zorundayd ı lar. Dev ocakları çevreleyen ç i tleri n üs­ tünde saatli maari f takvimleri asıl ıydı. Kadınlar kararı nca tuz koymadan ö nce ne kadar kararınca koymaları gerektiğine ta kvim arkasından ba kıyo rlard ı . Bu arada , o günün takv i m yaprağında yeralan 'çocuğunuza isi m ; erkekse/kızsa'yı ez­ berliyo rlard ı. Sözl ü sınav az ö tede yapılıyord u . Kadınlara "zemheri fırtınası 3 . gün, hangisi ? " , "bi rinci cemre ? " gibi sorular soruyorlar, ortayaşlıca olanlar "3 nisan" , "4 mart" gibi cevaplar verirke n , birçok genç kadın ı n i t i raz için kürsüye yürüd üğü görülüyord u . llk soruları bilenlere ve i tirazı kab ul edilenlere , " Gü n aydın' ın cuma g ün k ü nüshası nda Fransız doktor neden bahsediyord u ? " , "Fırtına G ibi dizisinde Cec i­ l ia'ya aşık olan çocuğun mesleği ne? " , " 3 numaranın oğlu apartmandaki hangi kızı beğeniyor? " , "Ayten Hanımın saçının boyatmadan önceki rengi? " , "Emine Hanım'ın kızlık soyadı? " , "Tarkan'ların bebeği kaç aylık ? " gibi 2 . basamak soruları soruluyordu . Sözlü sınav tabelasının altındaki masanın önüne gelen kadınların bir kısmı giyim kuşam itibarıyla ötekilerin arasına karıştı rılmıyor, onlara apple pie, payela tarifleri, butik adresleri , hatta bazı yabancı dil metinler içeren yaz ı l ı s ı n av soruları dağn ılıyordu . Kad ı nların ü tü üstünde zigzaglı par­ kurda dolaşırken toplad ıkları puan larla sözl üden aldı kları no tlar birarada yoğuru l uyor, üstünde iki yumu rta kırı l ıyor, soğanlar güzelce öldürüldükten sonra biraccık kabartmatozu , biracc ı k da yedek mum ilave ediliyordu . Bazıları , "Rahmetli annem söylerd i , " diye açıklamalar yapıyorlardı, " daima mum bulunacak evde , kızı m , " derd i . "Ortalık birden zifir karanl ı k 1 18

oluverip de, koca küfrü , çocuk feryadı bastı mıyd ı , sen işi ni sağlama almış ol'caksı n . " Açıklamalar onay görüyor, tek­ rarlanıyordu. Ya da, " Rıfkı beni 1 2. seneyidevriyemizde biyere gö türmüştü, yemek yemiştik, hatta bana , hanım sen de bi bira iç artık bu gece demişti , orda da böyle mumlar yanıyordu masalarda, Rı fkı so'nadan garsona çok kızmıştı hesap içi n , " deniyor y a d a taburelere ç ı k ı l ı p böyle diyenlere tepeden ba­ kılıyor ve üst raftan, üzerinde "şeker" , "un" falan yazan basma desenli plastik kutular indiril irken şarkı söyleniyord u : Kocam ı n i şi tıkır Uzaktayız tasadan Orta'ya bile gitme mişin ayol Sana ne mumlu masadan Hah hay - hah hay - haaayy (2 kere) Yarışma sonuçları n ı n değerle ndi rildiği elörgüsü çardağın altında bir yandan dolmalar sarılıyor bir yandan radyo din­ leniyordu . lyice di nlendikten sonra kısık ateşte yeniden ısıtılıyord u . Arkası Yarı n'da kız can çekişiyo r, gözler buğu­ lanıyor, oğlanı ses le ndiren tiyatrocu hıçkırıklarını tutma sesi ç ıkarmak için ıkınıp sıkınıyor, kız " Kristiyan , ben öldü kten sonra Cudit'le evle n , olur mu ? " diyord u . Biraz ötede , Kristiyan Christian, Cudit de j udith o luyor, arabalıkad ınlar çarpışan otomobilcilik oynuyordu. lki elleriyle sıkı sıkı kavradıkları direksiyonların üzerine eğilmişler, sürücü koltuklarının

arkalıklarına

yaslanmıyorlard ı .

N ilüfer'in

asansördeki kızlardan birkaçına da rastladığı pistin kenarında tahta, plastik mankenler kukla hareketleriyle kesik kes i k adımlar atara k do laşıyor , taraklar, aynalar dağıtıyorlard ı . Basma divanö rtüleri , kağı ttop avizeler, elektri k süpürgeleri , küçük saksılarda kaktüsler, video kulüplerinin katalogları indirim l i satılıyordu . l ç çamaşırı reyo nunda , içleri değişik 119

renklerde fayanslarla kaplı üç havuz vard ı , yanyana. Pembe fayanslısı yağlı saç lar içindi , mor fayanslısına girenin saçları kendiliğinden perma oluyord u , siyah-beyaz-gri fayanslısına sadece bacaklar so kuluyor, ağdaya artık epilasyon deniyordu. lç çamaşırları prova edilirken köşelere möşelere saklanılıyor, herkes birbirine zayıflama ilaçlan tavsiye ediyordu . Devasa bir devetabamyla bir kauçuk saksısının arkasından seyir sa­ lonuna geçiliyordu. Hareketli dev kayışların üzerine mağaza vitrinleri diz i lmişti, birbirleri ardından akıp geçiyorlard ı ; bazıları arasokaktaydı , görü nmüyordu. Anfi biçimindeki salonda oturacak yer kalmamıştı, birçok kadın da ayakta izliyordu. Vitrinlerde ayakkabılar, bluzlar, etekler, çorapla r, gecelikler, yı rtmaç lar, bikiniler, sabolar, ceyo lar, fırfırlılar, janj anlılar, deodoranlar, allıklar, broşlar, yüzükler, peruklar, postişler, köpükkafalar, V yakalalar, O yakalar. . . vitrinler ışıl ışı l , salonun üstü açıkt ı , bol güneş vard ı . Herkes bro nzlaşa­ b ilsin diye Taywan yapısı çok sayıda güneş ve gerekli alaşımlar temin edilmişti. Kafestelle çevrili bahçe, salonun hemen dışındaydı. Bahçede küçük küçük kulübeler vardı, kulübelere erkekler kapatılmıştı. Kadınlar, diktutan sütyenler, göğüsgösteren bluzlar, yırtmaçlı etekler giyip kafesteli aralıyor, içeri giriyo r , kulübelerden bir-ikisinin kapısını tıklatıyor, içerdeki adam dışarı fırlayınca kaçmaya başlıyorlardı. Birkaç kadın, kafes telin yırtılmış olduğu yerlerden dışarı kaç ıyo r, adam koşup koşup tele çarpınca , d ışarda n, " ilişkimiz daha ileri gitmesin" diye sesleniyorlardı. Kafestele bu şekilde girip başarıyla ç ı kan lara Matadoriçe nişanları takılıyor, " Kocaları ve yakmdostlarıyla birlikte , çocukları yatırdıktan sonra videoda porno filmi seyredebilir" belgesi veriliyordu. Bazı kadınlar kafes tel içinde kendilerini kovalattırdıkları adamlarla gözgöze geliyo r, o turup iki laf ediyorlard ı . Küçük yuvarlak formika ve ahşap kare masalar vard ı ; mumsuz. Çay, neskafe , soğukbişeyler falan içiliyordu, 1 20

garso nlar küsta h , kafes telin bir tarafı denizdi . Sahilde el ele gezmeler, e rkek omuzdan sarmış kadın belden sarılmış du­ rumlar görülüyord u. Erkekler kadınlara bi rkaç tur attırıp kulübelerine sokmaya çalışıyorlar, bazı kulübelerin kapısında tartışmalar oluyo rdu . Kulübe kapılarından bir metre öteye ç izgiler çekilmişti ; re nkli renkl i , gökkuşağı gibi. Erkekler çizgilerin kulübe tarafında, kadını çekiyor, kadınlar ç izginin dışında , içeri düşmemeye çabalıyorlard ı. Çeke n-adamlar, çekilmemeye-çalışan- kadınlar birbirlerini bilekle rinden ya­ kalamışlar, adamlar, " Bak işte , elele tutuşunca bişey olmuyor, içerde daha rahat otururuz, dışansı soğuk, zaten çok da gürültü var , odam çok şirindir, evim güzeldir, arabam var, hem artık hayatımı bir düzene koyayım istiyoru m , i lerisi için evl i l i k planlarım var a m a beni anlayacak birine ihtiyaç duyuyorum, seninle olunca buranın havası bile değişiyor, ayl ık kazancım bak neleri al maya yetiyor, biraz haşhaşa o turmamızın ne sakıncası olabilir, hadi gel , bana gidelim, içeri girip divana o tu runca seni seviyorum bile diyeb ilirim bakarsın" diye konuşuyo rlard ı bir yandan. Çekişme sürüyor, bazen kadın çizginin öbür tarafına düşecekmiş gibi oluyor, bazen adam iyice d ışarı uzanıyo rd u . Kadının arkasında başka kadınlar da oluyor, arkadan destek veriyo rlar, kadını onlar da geri çekiyorlardı. Aralarından biri , yardım ettiği kadının kalçalarını yokluyor, ne kadar şişmanlamış diye bakıyor, kendi kalçalarını da yokluyor, "Ben bu yaz hiç veremedim, Ayşen herhalde ilaçla veriyor, bikere gördüyd üm ilaç yutarken de sorduydum, hiç canım, başağrısı ilacı dediydi, bal gibi zayıflama ilaçları, ondan işte , böyle sinirli oldu, herkese bağırıp çağırıyor, geçen gün kız geldi de, annem çok sinirli Firüz'aabla, dedi, kızı bile dedi," diye söyleniyordu. Arkasındaki desteğe rağmen çizginin öbür ta rafı na düşen kadınlar kulübelere sokuluyor, sonra , adam , " N e içersin , getireyi m " , deyip kalkınca arka kapıdan kaçı­ yo rlar, bazen , üç-beş kadın, adamın ç ektiği kadını onun 121

elinden ku rtarmayı başarıyor ve şarkı söyleyerek uzaklaşı­ yorlardı: Eve gitmek yok hemen Daha kaç kez çı ktın ki Götü rdüğün bir yemek Bir şeyler mi taktın ki Çok mu garip sözlerim N iye öyle baktın k i Bunlarsız k a ç kişiyi Öbür yana çektin ki Şarkı söyleye n kad ınla r yanyana, a rkadan birbirler i n i n bellerine sarılıp ellerini tutarak, her i k i ayakları üzeri nde sırayla ikişer kere sıçramalı adımlarla koşuyo r, bir yandan arkaya bakıyor ve gözlerini n i ç i n i usulca gıdıklayarak güldürüyo r, ekliyorlard ı : H a ftasonu a rasana Belki y i ne ç ı karım Hiç konuş maz oturur, Gözleri ne baka rım Seviyorsun diye belki Saç ımı da açarı m Elinin üstüne elimi Usul usul koyarım Parlak, yumuşa k , sımsıcak Birden i ç i n ısınacak ( 2 kere) N eden, derim, sıkkınsın sen Bak ben çok iyiyim böyle 1 22

N e kadar yakınım sana Derdin varsa bana söyle Sen o flayıp puflıycak Konuş'caksı n çabucak (2 kere) Toplu halde koşan kadınlar birden durup, sadece muzı ­ kallerd e , uçaklarda ve lüks o tel , lokan ta ve mağazalarda gö rülebilen o gü lü msemeden birer ikişer tane ta ktıkları yüzlerini sa h nenin sağına çev irdiler. Oradan b i k i n i l i bi r mankenl< ı Z , k a i n a t güze li ve köpü klü banyo küveti i ç i nde bir Lux reklam ı yıldızı gird i görü ntüye . MANKEN - Mayoya mı bak ıyorsun Gözün o ramda bura mda San k i yiyor iç iyorsun Bi yerimi acı tacak KAlNAT GÜ ZELİ - Beni her yıl seçers i niz Geçiyoruz sırayınan Kaç mem e , kaç kıç, kaç bacak Gözün üzü doyuracak LU X REKLAMI YILDIZI - Poz ve rd i rdin yıllar boyu Örnek yaptın çok kadına Ko pya verd i n Allah için Seni nasıl ayartacak Üçü birlikte ortaya ilerlerke n , sağ ve sol kanattan koşarak yaldızlı Foliber:j e r mayolu sekizer kız bacaklarını çok düzgün açıp ileri atlıya atlıya, baleri n sıçrayışlarıyla geld iler. El lerinde peluş kaplı çubuklara takı lı "Giril mez" levhaları , üç başkad ının iki yanına dizilip levhaların arkası na bağdaş kurarak o turdular. Levhalar düzgün bi rer sıra oluşturdu. Yine iki yandan sekizer kadın daha gid i , ellerinde tüylü küçük süpürgeler, tozbezleri , l.evhaların tozunu aldılar ve arkalarına geçip durdular. Yakışıklı 1 23

orkestra şefi iki kolunu erişebileceği en yüksek noktaya doğru uzattı ve işaret verd i . Kad ı n l a r ona gülü mse mek i ç i n b i rbi r­ lerinin ö n ü ne geçmeye çal ışıyo r , sonra y i n e yerleri n i a l ı ­ yorlardı. Düzgü n sıralar yeniden oluştuğunda hep b i r ağızdan söyle meye başlad ı l a r : M a d e m sen in a k l ı n orda Oyun böyle oynanacak lş bitiyor sanıl ırken Tam vaktinde kal kı lacak Sen pek şaşıp a fallarken Be lki b i raz ağlanacak Hemen kabu l etm iyicem lçim pek bi rahat o l'cak Buna benden evvel eş dost Konu komşu i nanacak Sonuç zaten baştan belli Sens i n maçı kazanacak Yan i müsaadenle artı k Bu kadarcı k da ol'cak " Girilmez" l evhaları nı taşıyan kızlar yerlerinde dönüyor, aynı anda , tozbezl i , süpürgeli kadınlar el lerindekileri havaya fırlatıyo r, kollarını kaldırıp açıyord u , manke n , Lux-yıldızı ve kainat güzeli elele, ortadaydı, tavandan ren k renk konfetiler, yaldızlar dökülüyor, sürekli ren k değiştiren ışıklar onların hepsi n i koyu renklere boyayıp boyutlarını da b i rkaç misline ç ı kararak tavana ve duvarlara ve her yere çarpıyord u , durup dururken kimleri n saldığı ne Olimpiyat açılışlarında n e 23 N isan kutlamalarında anlaşılabilen balonlar, rengare n k uçuşuyord u , büyük kadife perdeler hızlı hızlı kapanıyor . . . 1 24

perdeler. . . kapan ırke n , plastik perdetaşıyıcılardan biri . . . hay Allah , ko rnişe takılıyor, hay Allah bitürlü kurtulmuyor ta­ kıldığı yerde n , Tu ncay bir sandalye çekiyor, üstüne ç ıkıp halledecek, ayakkabısı ayağında, gözleriyle sandalye nin üzerine koyacak bir gazete aranıyor, yemek masasının üstünde gazeteler, bir tane çekiyor, bir yandan da perdeyi tutuyo r, gazeteyi almaya yönelince perde geriliyor, az kalsın yırtılacak, Tuncay perdeyi bırakıyor, gazeteyi alıyor, sandalyenin üzerine atıyor, gazetenin çok küçük bir bölümü sandalyenin üzerinde kalıyo r, çoğu n l uk ve ağırl ı k yandan sark ıyor, gazete kayıp yere düşüyo r, Tuncay gazeteyi yerde n alıyor, sandalye nin üstü ne koyarken içinden küfür ediyor, ç ı kıp perdeyi rayı na koyuyor, iniyor, sandalye, üstünde ayakizli gazeteyle, perdenin önünde kalıyor. Tuncay gülü mseyerek yaklaşıyo r, " Karşıdaki kadınla kızlar ı , " diyor, " hep bakıyorlar, buradan , şimdi yine bakacakları tutar da, ya n i onun i ç i n , " diyor, "Ha, sen aspirin falan var m ı demişt i n , değil mi , " diyor, "Bidakka hemen getirey i m , " d iyor, içeri gidiyo r. N i lüfer' i n bir eli büzüşmüş, sıkı l m ı ş , yu m ruk olmuş, ötekinin i ç i ne saklanıvermiş, fark ediyor, çekem iyo r. Eli buz, çok soğu k mu? , dışarda hı rkasını b ile ç ı karmış t ı , hava soğuk değ i l , ev soğu k , ru tubet var herhalde , tabii tabii rutubet var, onda n . N ilüfer bir rahatsızlık hissed iyor, üçkişil i kdivanda - i k i kişil i k divan ve iki koltuk da var- her bir popo i ç i n ayrı l m ı ş yumuşak yerler aras ından tahtalar hissed i l iyor, Nilüfer, i l iştiği divanda poposunu doğru yere koyama mış ace leyle, oysa yarım saat kadar önce, eve ge lirlerke n , Tu ncay'a , "Acelem yo k , canım, giderim, daha vaktim var," demişti. Duvardaki saate baktı, pilli saat minnacık rıng-rıng'lar çı karıyo rdu tikiak yeri ne , N i lü fer'lerde de pilli saat vard ı duvarda, babası Alma nya'dan gelen bir arkada­ şından . . . , Tuncay'ın küçüklük resmi saatin yanına asılı, baklava dilimli bir çerçevede, Tuncay'ın küçük kardeşinin, annes i n i n , babas ı n ı n fo toğrafları, bir bakl ava d i lim i de b o ş k a l m ı ş her1 25

halde, bir çiçek resmi konmuş, Tuncay'ın küçüklüğü gürbüz , sağlıklı , saçları ıslatılmış, yana taranmış, tarakla ç izgisi çe­ kilmiş , kulakları bi raz

büyük duruyor o zama n , N il ü fer' i n

sırtında utana s ı k ı l a yay ılan bir t e r tabakası , sırtını koyacak divanı n arkalığına, poposunu geri almadan koyamıyo r, ba­ cakları dizden kıvrık , ayakları neredeyse d ivanın altına girecek, ikibüklüm oturduğu nun farkında deği l , arkasına yaslanıyo r, çok yavaş, yaptığı her harekette büyük gıcırtılar yüseliyormuş gibi vücudundan , kalkıp pencereden bakmak ist iyor, ne reye gi tse pencereden bakar mutlaka , kalkm ıyor, divanda oturduğu yer şimdi bir sığınak, okuldaki sırası gibi ; bütün sıralar aynıydı, ne kapıları vard ı ne etraflarında çitler, yine de insan başkasının yerinde o turunca rahat edemezd i , tahta aynı tahta, sıragöz­ lerinde ayn ı ki taplar falan, ama önden ikinci sıranın sol tarafı N il ü fe r'in sağınağıyd ı ; d ivandan kalkamıyo r, d izlerinde b i r direnç , N il ü fer r i c a minne t uzatab il iyor bacaklarını , şimdi arkasına yaslanmış oturuyor, bacaklarını uzatmış , sağ ayak bileği sol ayak b ileği n i n üstünde, sol e l i yine yu m ruk, sağ avucunun içnde, omuzları başına yaklaşm ış, kalkmış, üşüyo r mu? Perdeler kapalı artık. Tuncay' ı n ayaksesleri . N i l üfe r yüzünün denetimini kaybetmekten telaşl ı, toparlanma çabaları kumda yürümeye çalışan i nsanın beceriksiz tökezlemelerini andırıyor, kumlar soğuk, buz gib i , Tu ncay od aya girdi girecek, elinde b i r bardak su, b ir avucunda iki asp irin. "Bir tane yeter m i ? " d iye soruyor. "Ne yeter m i ? " , "Aspi ri n canım, iki tane mi alırsın yoksa , be n hiç iki aspi rini b i rarada almam da , mideme doku nuyor -Tuncay tek kaşını b i raz kaldırarak gü­ lümsüyor- mal um, -midesini oğuştu ruyo r, aspirinleri taşıdığı elinin kenarıyla- ne kadar içmeyelim desek d e , işte , n'apalım, akşam oldu mu du rmasını bilmiyoruz . " N i lüfe r, "Bir tane alayım ," diyor, Tu ncay aspirinleri elinde hoplatıp bir tanes ini parmaklarının arasına alıyor, "Alınız, hamfend i , bakalım , " d iyor. N i lüfer avucu nun i ç indeki yumruğunu nas ıl çözecek 1 26

- e l b ises i n i ç ı karırmış gibi? "Teşekkü rler," diyo r , bardağı da aynı eliyle alıyor, öteki eli kucağı nda, aç ılmış yatıyor. Tu ncay, " Lütfen bırak şu res miye t i , " d iyor, " teşekkür meşek k ür ne gereği var? " N i l Me r bir bardak suyu bi r d i kişte iç iyo r , du­ daklarını usul usu l yalıyor, Tuncay bardağı yemek masasına bırakıp geliyor -eyva h , ge liyo r ! - N i lüfer' in yan ına o tu ruyo r. Üç kiş i l i k d ivan ı n b i r ucu nda N i l ü fer, öbür ucu nda Tuncay, ortalarında boşluk. Tu ncay N ilüfer'e dönük oturuyor. Ortadaki boşluk artık tek kişi l i k b i r o turma yeri deği l , bir d i k üçge n . Bir açısı 9 0 derece ya n i . Tuncay'ın ko lu bu aç ıdan , divan arkalığı üstünde sürünerek N i lüfer'e doğru uzanıyor. Nilüfer'in bakımlı saçlarına doğru uzanıyor, bu bakımdan . Ve başlangıç vuruşu yapılıyor: "Ee, demi n bişeyler d iyordu n , hani yeniden Bukent'e gelmem seni huzursuz etmiş. Selmi n'le arkadaşlığım falan diyordu n , ben ne i l gisi var ded im de han i , sen bişeyler diyordun . . . " Skor levhası na T ve N ha rfleri ile 0-0 rakamları yerlştiriliyor . N i lü fer, "Yani , " d iyo r, duraklıyor, sonra birden , 'çuval layaca ksa n o da senin denetiminde o lsun' prensibine sarılıyor: "Yani ben kendimi sana hep yakın hissettim de zaten de ama senin de o son gelişinde, şey ded i m kendime , soona sen arayınca, ben asl ı nda, yan i sen inle şimdi b u rada , böyl e oturcağım, aklımın köşesinden, ben aslında zamana güvenirim, pek kimseylen de, işte ne bileyim, Selmin geldiğinde konuştuk, işte demin onu d iyordu m , ben aslında şeye önem veriyo rum daha çok, insan isted i kten sonra çok şey olabilir, şey yapabilir, ama ben önce i nsan ın birbiri n i tan ıması, zaten aslında bu tarz i l işkilerde . . . " N ilüfer konuştu kça konuşuyo r, Tu ncay gülerek dinliyo r, "E, ne iç iyo ruz ? " d iyor, " B i raz c i n vardı geç e n ak­ şamdan, biraz da sanıyorum konyak olacak. " Kalkıyor. N ilüfer, yarım kalmış lafını hemen katlayıp çantasına . . . çantası? nereye koydu! aksiliğe bak, antrede bıraktı, almak için kalkması gerek, kal kmak, soyunmak gibi şu anda: savunmasız kalmak. . . Mutfağa antreden geç i l iyor, Tuncay'ın arkasından gitmek gibi 127

o lacak, salondan an treye açılan kapıya birkaç saatte varıyo r NilMer, kapıyı açarken, Tuncay mutfaktan çıkıyor. "Bidakka , aceleye telaşa mahal yok, cinler geliyor işte" diyor, N ilüfe r'in yeniden salona girmesi için bekliyor, içki bardaklarını masaya koyarken N ilüfer açık kalan salon kapısından sokak kapısını görüyor, koşup atl ayacak kapıya , dışarda olmayı istiyo r , so­ kağm , ke ntin koruması altında, kapalı pe rdelerin dışında olmayı hiç bu kadar istemiş miyd i ? Hayı r. Tu ncay'la bu raya gelsin diye kimse onu zo rlamış mıydı? Hayır. Kendi gel memiş miyd i ? Eve t . Bok yem işt i . Daha haz ı r deği l d i . N eye haz ı r değildi , b i lmiyord u . Sahnede olmak kul iste ol maya göre n e rahattı meğer. Sokakta, işyerinde, oturmayemeiçme ye rlerinde her şey uzaktan kumandalıyd ı ; gülümseme ler, bakışlar . . . Remote C o n t rol çağında yaşanmıyor muydu ? Şimdi Tuncay saç larını o kşuyo rd u . N i l ü fer saçd iplerine s i per kazıyor , saç telleri n i n ucundan sıcak denizlere doğru ilerleyen lerin daha ö teye geçeme mesi için d işlerini sıkıyord u . Tun cay " N e old u ? " d i y e so ruyo rd u ; n e olmuştu? "Başım ağrıyor y a , bi­ razdan geçer, bişey yok"tu. Bi raz cin içse rahatlar mıydı? Aldığı yudum boğazı ndan içeri süzülerek dikenli tel leri kesiyor, tank engellerini kaldı rıyo r, siperleri kapatıyor, resmen beşi nci kol faaliyeti yürütüyo rd u . Dış güçlerle işbirliği yaparak N il ü fe r'i içten çökertmeye çal ışan hainler vücuduna yayıl ıyor, önce Tuncay'm şahsı nda bütün e rkek milletine karşı duyd uğu masum istekler kisvesi altında taleplerini ortaya atıyor, vaktiyle öğrenci N i l ü fer'i kand ı rıp sokakla ra dökmeye , 6 Fen B'deki Cemil'in kollarına atmaya çalıştıkları gibi, şimdi de işgüçsahib i kızı tahrik ediyorl a rd ı . Yıllard ı r bu vücuda özveriyle hizmet etmiş yüreği bile yıkıcı hareke tlerin tesiri a l tında kalmış, gümbür gü mbü r at maya baş lamıştı . Bozguncular N i l ü fer' i n kollarını bacaklarını ısıtıyor, ellerini kurtarılmış bölge haline ge tirmeye c ü ret edebi l iyorla rd ı . Oysa eller, N i l ü fe r'in benli­ ğin i n bütün parçal arının uyum içinde, dostça, kardeşçe ya1 28

şadığı , çağdaşka d ı n h k seviyesine ulaşmak i ç i n hep birlikte elemeği göznuru döktüğü yıllar boyunca zaman zaman meydana gelen sarsı n tıları hep birlikte göğüslemiş , sakin bir hayat sürmüşlerd i . Mide , uzun yıllar boyunca kavga gürültü nedir bilmemiş, insanları mutlu, güleryüzlü, şirin bir ilçemizdi , şimdi alev alev yanıyor, sokak gösterileriyle, n ü mayişlerle çalkalanıyor, sadece kendini huzursuz etmekle kalmıyor, mideyi bir sıçrama tah tası yapmak isteyen bozgu ncular, buradan yıkıcı neşriyat yaparak, bildiri l e r dağıtarak bütün vücudu ayaklanmaya çağırıyorla rd ı. Maksatları belliyd i: Aziz vücudu düşmana tesl i m etmek; sedefli tı rnaklar, her gün iki kez kremle ovularak teni yumuşac ıklaştırı lmış, bugü n l e re getirilmiş eller, düşmanın eline geçmişti bile, düşmanın ağzı, gözü , kulağı , teki kalkık kaşları burnumuzun dibindeydi ve direnme gücümüzün zayıfladığı, cintonik stoklarının tamamen eridiği , divanın kol dayayacak çıkıntısından ö türü gerileyecek yer kalmadığı bir anda , dudakları nı dudaklarımıza yapıştır­ maya cüret ederek , uğruna ne hesaplar ö d e n e n , ne ince, ne çekici sözler fısıldanan bu dudakların birini dilleriyle ısla­ tıyorlard ı . Ve N ilüfer' i n gözleri , hala meşruiyet sınırları içersinde kalınmasın ı tari hi boyunca hür yaşamış bu asil vücudun elde edilemezliğinden , bekaretin bekasından üstün tutarak, özgürlükleri kısacak özel tedbirlere karşı çıkan gözleri, düşma n ı n alevlen d irdiği içsavaş yangınları karşısında, eve t , kapan ıyorlar, gerçekleri görmezden gelerek, bugüne d e k eşine rastlanmamış bir gaflet sergil iyor, uyanık güçlerin uyarılarını kirpiklerle ö rtüyorlard ı . Oysa karşılık vermeye cesare t ede­ medikleri dokunmalar, okşamalar, uzanmalar, sarılmalar kardeşi kardeşe düşürmeye devam ediyor, bir e l .Tuncay' ı n e nsesine dökülen saçlar arasında gezinirken ö b ü r e l kucakta, açılmış parmakları kendi halleri nde kıvrılmış , terk edilmiş duruyor, üstten ikinci düğmeden başlayan b luzaçma teşeb­ büslerin i , san k i bozguncular b u hunhar planlarından ken129

diliklerinden vazgeçeceklermiş gib i , kendini a teşe atmaktan korkarak, o muzlara, dizlere sahip çıkmaksızın , sessizce iz­ liyord u . Herkes korku içindeyd i , dükkanlar erkenden ka­ panıyo r, vatandaş hava kararmadan evine kaçıp kapısını sürgülüyo r, penceresini sıkı sıkı kapatıyor, fa kat ailesi n i , çocuklarını acı masız saldırılara hedef o l maktan gene d e kurtaramıyo rdu . Panik, her yeri sarmıştı. Bazı eller, i ş işten geçtikten sonra vücudu düşmana teslim etmemek için kah­ ramanca, fakat faydasız direnişler gösteriyorlar, ama gözleri artık hiçbir şeyi görmeyen , haince planlarını gerçekleştire­ bilmek için bunca vahşeti yaratmaktan çekinmeyen düşman sütyençıtçıtlarının kapısına dikilmiş , N il ü fer, mevcudiyet tarihinin en ağır bunalımına sürüklenmişti. Beyninin -ma­ alesef- çok geniş kesi mleri , sokak ortalarında alenen satılan kitaplarl a , üniversite kürsülerini işgalleri altında tu tan ve kendilerine sözü mona ilerici gibi sıfatlar takan hain mih­ rakların telkinleriyle yıkıcı hareketlerin tesirine kapılmış , ailekorkusu , işyeridedikodusu , kendinikontro l , özfren gibi kamu kurumları içten parçalanarak çalışamaz hale getirilmişti. Sonuçta işte böyle , N ilüfer, bluzunun önü tamamen açık, eteği neredeyse beline kadar sıvanmış, vücudunu dalga dalga saran hararetten yüksek fırına dönmüş bir halde divanüstü edilmişti . Düşman, planının daha da acımasız ikinci aşamasına geçiyordu artık: Kendi gömlek düğmelerini çözüyordu ! Yıkıcı ideolo­ j isiyle mikrop saçarak zehirlediği ya da düpedüz satın aldığı hainler, düşmanın göğüs kılları sınır kapılarından tane tane seçilir hale geldiği sırada, düşmana rehberlik yapmaya ha­ zırlanıyor, erken zafer sarhoşluğuna kapılarak yıkıcı parçalayıcı zalimane hareketlerine anlık bir ara veriyor , kendilerinden geçiyorlardı kiiii . . . uzaktan duyulan trampet seslerinin , bi­ zimkilerin yaklaştığını haber veren marşın öncü tınıları olduğu anlaşıldı ve o anda sinemada bir toplu alkış yükseldi. lyi kovboy haydutun ensesinde bitivermiş, gözüpek dedektif tabancasını 1 30

çektiği gibi kap ı d a n dal m ı ş , bizimkiler düşman bi rliklerini kovalamaya baş l a m ı ş , ç o c u k kızın ke ndisini aldatmadığı n ı öğre n i p gerçeği a n layarak dağlarda kızı aramaya başlamış. Amerikan binbaşısı N azi subayı Klaus K i nski'nin cesedine t ü k ü r meye bile tenezzül e tmeyip yürüm ü ş , kad ı n vaktiyle kendisini iğfal eden ve şimdi de sevgilisi n i öldü rtmeye kalkan gazino patro n u n u bıça klayarak i ffe t i n i ve aynı işi o yapsa kafadan ö mü rboyu hapis yiyecek sevgilisi ni kurtarmı ş , Rocky

XVI II kötüka l p l i zenci bo ksörü devirerek şampiyo n luğu geri almış, her gece ön masadan ağlayarak seyrettiği şarkıcı kadının kardeşi olduğunu a n l ayınca ona olan aşkını çapraz kurdan kardeşi zannettiği ama aslında kendisine aşık b i r yardımcı kad ı n oyuncu olan kıza tahvil ettiren karakter o y u ncusu bu kızla evlenirken, şarkıcı kadın da abisi sandığı ama aslında abisi o l mayan ve kendisine bütün bir hayatı bahşederek onun o olmasını sağlayan cönle elele tutuşmuş, dostu na ev döşeyen tüccar evine dönmüş, ilk yarıda rüzgarın da e tkisiyle dağılan takımımızın savunması toparlanarak, hatta kanatlardan zaman zaman ileri çıkmaya başlamıştı. Milletin acıları dinecekti artı k. Nilüfer'in düzene koyamadığı tek şey sesiydi : Karanlık dublaj salonlarında tavandan sarkan mikrofonlar karşısında birden yirmi-otuz yaş gençleşmeye kalkışan kadınlar tara fından seslendirildikleri için sesleri genellikle üzerlerinden sa rka ra k yerleri süpüren kazı k kadar oğlan çocukları n ı n du rumuna düşmüş t ü : Tuncay' ı n , hayretten açılmış o lmaları gerektiği için hayre tten açılmış - "Yani normal ol mayan ne var ş i m d i Allahaşkına ? " - gözle rinde n d ö k ü l e n upuz u n tirad , aslında daha ö nce kimb ilir kaç yerde kaç kez yayınlanmış bu söyleve taze haber görüntüsü kazandırmak i ç i n çeşitli yerlerine fiaster gibi yapıştırılan dokunaklı sözler, son derece karmaşık ve soylu hislerle ç ı k ı l m ış b u zahmetli yolculuğun asla ve valla bas i t . bir s e r ü v e n o l a r a k tasarlanmadığı, değerlendiril med iği , d ü ­ şünü lmed iği , yok yo k , hissedil mediği , algılanmadığı - "Bak 131

bunu ilk kez söylüyoru m , ne bileyim , itiraf de istersen, yani sana karşı. . . " - tabii o da yani aslında, ama ben, ben de ama . . . Tuncay sözlerinin üstünden dokunakları kaldırd ı , pist ke­ narına çekti , divanın arkalığına yaslandı . Elleri ensesinde. Kollan, yanaklarına bastırarak ileri kıvrılan iki üçgen. Yüzünün biraz ilersinde üçgenlerin sivri köşeleri birbirine değip değip açılıyor. Ritm düzensiz , senkron bozuk , entonasyon yetersiz, güneş iyice kayboldu , bulutlar iyice çıktı , hava iyice soğudu , sayın seyirciler, saha iyice kötü , atletler çıkışa hazır o lma­ dıklarını belirten işaretler yapıyorlar, biri ısrarlı, koşalım diyor, N il ü fer atletini de eteğinin belinden sokuyor, eteğini düzel­ tiyor, 4

x

1 00 engelli iknada Tuncay tek başına yarışıyor, elini

atletinin yakasında gezd iriyor, çokanlamlı kelimeleri , ya­ rımcümleleri hızla katediyor, sayın seyirciler, üstün perfor­ mans gösteriyor, engelleri bir bir aş . . . "Lütfe n " de takılıyor, sayın seyirciler, büyük talihsizlik, evet, eve t , Tuncay bugün çok şanssız bir gün ü n d e , "daha ileri gitmeyelim"e takılıp düşüyor, ama, evet, görüyorsunuz, sayın seyirciler, mücadeleyi bırakmıyor, işte spor bu, sayın seyirciler, Tuncay artık spor olsun diye koşuyor: " lleri gitmeyelim diyorsun ama iskeleden o n metre bile açılmadık ki" . N ilüfer çıma üstüne çıma atıyor, deniz ılık, dalgalar hala N ilüfer'i çağırıyor. Midesinde mi nerede belli değil , yerini tam saptayamıyor bir türlü : Hep O Sancı . N ilü fer iskelede dururken alabora o lacak neredeyse . Eskilastiklere , babalara tutunuyor, ıslak tahtalara sürünüyor, dudakları alev alev. Oysa Tuncay ancak kendisi bir yerleri tutuşturduğunda çıkan alevleri görebiliyor, kendi kendine tutuşanı fark edemiyor, her zaman, i tfaiyeci değil yangın ç ıkaran o l ma k istiyor, bundan ö türü , ayna karşısında, sokak kapısından girecek konuğu karşılama pozisyonları denerken , balkon kapısının çalındığını duyamıyor. "Ben " le başlayan altıyüzseksendokuzuncu cümlesini de söylüyor. Bininci "ben"li cümle ağzından dökülürken alkışlar yükseliyor, Tuncay'a 1 32

madalya takılıyor, bir otomobil hediye ediliyor, bankada hesap açtırılıyor, ayrıca tuttuğu takımın eşofmanıyla rozeti veriliyor. Tören sırasında Tuncay'ın gözü hala N ilüfer' de, ama N ilüfer her ihtimale karşı çok uzaktan izliyor, rozeti falan görmüyor, ta uzaklarda oluyor, u fu kta siyahnokta oluyor, Tuncay ge­ rilerek geliyor, topa yaklaşıyor, rakibinin üstüne üstüne gidiyor - "Ama ben seni istiyorum" - , sarılacak, değerli dinleyenler, bayrağım kaldırıyor yanhakem, o fsaytı işaret ediyo r, Tuncay itiraz ediyor, sarıkart gö rüyo r. Sarıkart divanın üzerinde, gömlek cebinden beklenmeyen bir anda düştü . Tuncay dokuz yıllık sarı basın kartı sahib i , o tobüse binse bedava gidecek, uçaklarda yüzde elli tenzilatlı uçuyor, hiç bir zaman "gire­ meyenler" ,

" geçemeyenler" ,

" uzaktan seyredenler" , ve

"meraklılar" halkasında tutsak kalmıyor, "Ben" , deyip kartım gösteriveriyor, geçiveriyor. Şimdi burada , bu divanda, bu kart geçmiyor. Zinde ve uyanık güçler N i lüfer'i bir kez daha kurtarıyo r, bu vücudun sahipsiz o lmadığını dosta düşmana gösteriyor, aziz vücudu bölmek, parçalamak, yemek, yutmak, bir kısmın ı da önümüzdeki günler için dolaba koyup saklamak isteyenlerin men fu r emel leri ni açığa, haince planlar ı n ı boşa çıkarıyo r . . Tuncay N i lüfer'i eve , hayır, o zaman hiç değilse köşeye kadar, hayır, peki d u rağa kadar bırakmak istiyor. N i l ü fer çoktan toparlanmış "yürümek ve düşünmek" istiyor, ne yapsın , içinden böylesi ge l iyo r, yok, hayı r , tabii ki kızgın deği l , tab ii ki görüşecekler yine. Skor levhasına Nilüfer= l - Tuncay=O yerleştiriliyor. Tuncay, saha ve seyirci avantaj ı na rağmen kaybediyor, lokallerden lokal beğeniyor, çıkıyor, c i n to n i k bardaklarını örtüsü buruşmuş divanı n d ibinde b ı rakıyo r, annesi gel iyo r, bardakları al ıyo r, Tuncay'ın kızkardeşine, "Bak, erkek arkadaşlarını n evine gittiğini duymiycam ! " diyor , "Ah i n başka , " d iyor. Tuncay, telefo n et tiği arkadaş ı n ı "Ben o tu ruyo rum , sen de ge l , " diye 1 33

çağırıyor. "Ben ufak u fak başladı m bile, gel de yetiş . " O geli p yetişiyo r. Tun cay pencereden dışarı bakıyor, her yere 1 -0 yazmışlar, görüyo r, b iyudumdaha alıyor. N ilüfer'e çok kızıyor, onun kumanda merkezini değilse bile yan tesislerin i gezebilen ilk ziyaretçi olduğunu aklının uc undan geçirmiyor. Kendisine sunulmuş bir dilim ekmekle biraz peynirin ıslak, tuzlu tadı n ı avuçlarında hala hissederken, niye sofraya buyu r edil mediğine hırslanıyor. "Bu kızın mu tlaka b iyerlerde birileriyle hem de ne haltlar yediğine" ilişkin derin ve sarsılmaz inancı yüzünden, şimdiye kadar hiç kimsed e n somut , yaşanmış bir N i lü ferl i yakayı birinci e l den d i n l emediğini hatı rlayamıyor. Bası n kartına rağmen sıradan vatandaş muamelesi gördüğü pek ender durumlarda ayakkabı bağından başlayıp saç d iplerine uzanan , gözkapaklarını oynatıp alnını karıştıran burukluğu , rakibini dövdükten sonrn yen i k ilan edilmiş b o ksör yorgunluğu n u , kadri kıymeti bilinmemiş eser solukluğunu üzerinden atmak için -nasıl oldu da şu ana kadar akıl edemedi, hay Allah- hiçbir zaman yanından eksik etmediği -tedbir, meslek gereği- silahına sarılıyor: " N i lü fer bugün bendeydi d e . . . " Kelimeleri havay la temas edince genleşiyo r, büyüyor, topak topak oluyor, kar­ şısındaki içki bardağının içine doluşuyo r; patlayıp un u fak olacaklar, dağılacaklar ve içki ondan so nra i ç ilebilecek, ama o an, o yudum alı namıyor , rüzga r, o tobüsler , yayalar, de­ n izkızları , maçlar açıkarttırmalar, kazılar, her şey d u ruyo r , öylece kalıyor; tılsımı bozmaya tek harfli t e k h e c e l i b i r soru yetiyor: " E ? " Tuncay sihirli asasıyla dokunuyor ve haya t yeniden başlıyor: "E'si mi var? Eve gittik işte ! "

1 34

VII. Özel Bir Gece

Tuncay-Nilüfer, başka bir deyişle N i l ü fer-Tuncay çiftiyle yemekte tanıştık. Cemil'lere gitmiştik. Bizim Cemil Aysun'la evlendiği zaman ve evlendiği için ikisi Cemil'ler o lmuşlardı. Ama kapılarında 'Cemil Tokgöz' yazıyordu . Zilde de böyle yazıyordu. 'Cemil Tokgöz' pirinçten, zil mikaydı. Çünkü zili müteahhit , Cemil Tokgöz'ü Cemil koymuştu . Cemil hu­ kukçuydu ; hukuk satard ı değil yani , hukukla uğraşırdı . O gün Leyla'lar da vardı. Bizim Leyla da Süleyman'la evlenmiş, o ikisi Leyla'lar olmuşlardı. Hatta N esrin de Zeki ile evlenmiş, bu durum da onlar da, ne olmuşlardı? , N esrin'ler o lmuşlardı, değil mi, aferin. Şimdi kitapları açın. Cemil kitapları açıp açıp bişeyler göstermişt i, çünkü N esrin sormuştu kira. meselesi diye , N esrin'in kocası Zeki de dinlemişti , Cemil anlattıkça N esrin Zeki'ye dönüp dönüp, "Bak işte , ben dedim, öyle ol­ muyor , aslında kon tratta olması lazım" falan diyordu . Zeki , yemekten-önce-bişeyler-alır-mısınız

konusunda

o lumlu

tavrıyla göz doldurmu ş, i kinci viskisini bitirmek üzereydi . N esrin Cemil'den evleriyle ilgili o meselenin aslını astarını 1 35

öğrenebilmek uğruna dizi filmi feda etmiş dinliyordu. Cemil anlatıyord u . Leyla' larla biz dizi film seyrediyo rduk. Aysun masayı n'olcakcanımbenbiyandanhazırlarım yapıyo rdu , biz de nöbetleşe , bir gözümüz TV'de, "Ya Aysu n valla o lmuyor biz de yardım etseydik" oynuyorduk. Leyla sosyal psikologtu , Süleyman tica retle iş tigal ediyordu . Zürih'te tanışmış lstan­ bul'da evlenmiş Lo ndra'da balayı yapmışlardı . Aysu n da hukukçuydu. Hukukta tanışmış, sevişmiş, evlenmişlerdi. Bahar bu evl iliğin ilk ü rünü , Cemil'le Aysun'u birbirlerine daha bir sıkı bağlaya n canlıyd ı , Cemil'in köpeği n i n adı Max't ı . Cemil Max' ı sık sık azarlardı. Max'ı galiba en çok Sü leyman severd i. Süleyman' ın da köpekleri vardı , Sapan ç a'da ç i ftliği vard ı . Mayttriko'n u n sahibi Ender Bey'le günlerc e tartışmışlard ı , D ragos'taki a razi m i Sapanca'da çiftlik m i diye. Ender Bey yıllard ı r yaz ların ı Dragos'ta geç irird i , iki yıldır kışın da otu­ ruyordu . Tahsilli, kibar, kül türlü adamdı ama karısı hiç onun gibi değild i . Ender Bey' in köpekleri vard ı . Sül eyman Sapan­ ca'daki çiftliği almıştı, her haftasonu giderd i , bu haftaso nu gitmemiş ti, N esrin'le Zeki gelmişti çünkü , biz Zeki'yle tanı­ şacaktık, çün kü Zeki'yle henüz tanışmamıştık, oysa bizim N esrin Zeki ile evleneli neredeyse altı aya yakındı. Ama gidip dışarda evlenmişlerd i .

Manş Denizi'nde gemi üstünde

nikahlanmışlard ı , ama aslında N esrin Aysun'a gemide nikahlanmad ıklarını, gemide şey olduğunu, lngil tere'ye ayak basınca bir kasabaya gidip nikah kıyd ı rd ı kları n ı anlatmıştı. Ki lise küç ücük, rahip genç ti, kasabalılar kırmızı yüzlü ln­ g i l izlerd i , o zaman l rlandalı da olabilirlerd i . lrlandalı Kız filmindeki gibi bir kumsalda uzun uzun ağı r ağır yürümüşlerdi, bu uzun ve ağır yürüyüşten sonra çıkarıp ellerine aldıkları ayakkabılarını tekrar giyerek, ama önce ayaklarındaki kumları silkeleyerek, Zeki, N esrin'in ayaklarındaki kumları da elleriyle usul usul okşar gibi temiz lemişti, iste rsen kil iseye gide lim demişti. Rahip genç ti, kilisede mumlar yanmıyord u , o başka 1 36

fümdeydi , nikahları kıyılırken fö tr şapkal ı görmüş geçirmiş köylü lerle simsiyah çarşaflı simsiyah gözlü capcanlı taptaze dolgun genç köylü kadınları gülümsemişler, birbirlerine ne kadar yakışıyorlar der gibi bakmışlardı, ama onları öpüp tebrik etmemişlerdi, çünkü onlar da Sinema Günleri'nde bir İ talyan filmindeydiler, Londra yakınlarındaki kasabada nikah töre­ ninde hazır bulunamamışlardı . Aysun tabakların yanına çatalları bıçakları yerleştiriyordu, ses ç ı karmamaya özen göstererek. N esrin'le gözgöze gelmişlerdi. N esrin'le Aysun'un arası oldum o lası çok iyiyd i , liseden beri arkadaştılar. N esrin Cemil'i de eskiden beri tanırdı ama Aysun ile çok yakındı , dolayısıyla N esrin için Cemil'ler, Cemil'ler değil Aysun'lardı. Zeki ekonomistti , bilim adamıydı . Nesrin'in de babası pro­ fesö rdü , iki şirkette hissesi vard ı , Samuelson'u en iyi bilen pro fesörlerimizdend i , o nun için hep kokteyllere giderd i . Samuelson i ç i n değil yan i , o nu iyi bildiği için. Papyon d a takardı , arabasını kendi kullanmazdı , ehliyet b i l e almamıştı ,

a raba kullanmama konusu nda hoş fikirleri ve onun ö z gün­ lüklerinden biri olarak çevresine yayılmış bir inadı vard ı , şöfö rü d e va rd ı . Kendisiyle aynı yaşlarda bir uşağı da vard ı , ç o k yaşlıyd ı , h i ç nalet b i r adam değildi, üstelik Nesrin' i , hele küçükken , pek seve rd i . N esrin de onu severdi, bahç ıvan N esrin'e bir şeyler ekip biçmey i , çiçeklere şekil vermeyi öğ­ retmişti, bu bahçıvandan pek çok Tü rk fi lminde vardı . Nesrin hep ince ru hluydu, ge mide ayışığında Zeki'yi kıramayışında , yal nızlıktan bıkmış olması kadar ince ruhluluğunun da payı büyüktü . N esrin diskoteklere gece kulüplerine bugün artık herkesin gittiğini, kendisini buralara her davet edenin mu tlaka sonunda bişeylere kalkıştığını göre göre adam beğenmez olmuş ve 32 yaşına gelmiş, çok okumaktan sıkıldığı için tam kavrayıp üzerine geçiremediği özgür kadın ruh ve felsefesini devam e ttirememiş , bi romantikleşmiş bir romantikleşmiş , Zeki'nin gümüşrengi tel çerçeve gözlüklerinin altından derinlere 137

dalarak dönüşte insanın gözbebeklerine u ğrayan soylu ba­ kışlarının fena halde etkisinde kalmış, gemi yolculuğunun ilk günlerinden , böyle giderse bişeyler olacağını hissetmişti . Bu hissi ni ayışığında Zeki'ye dudaklarını uzatı rken yüksek sesle de ifade etmiş, sonra birbirlerine sarılarak öyle durmuşlar, güve rtede sabahlamışlar, sabah o lunca hal iyle kahval tıya geçilmiş, sabah kahvaltıda gözlerini birbirlerinden ayıramadan o turmuşlar, gözleri sık sık yalvara yakara kapanıverdiği , uykuya çağrı aryaları söylediği için, arada başka ye re bakan olduysa da bunu öteki fark etmemiş, Nesrin bir ara tereyağını parmağına sürdüğünü sis pus arasından görmüş, Zeki uy­ kusuzluğun yayıp hırıltılara boğduğu gülümsemesiyle N es­ rin'in parmağı ndan yağı temizleyip, ilerde kend isi için kumlanmış ayak temizlemenin hiç so run yaratmayacağını belli etmiş ve , "Bu , " demişti, " benim lngiltere'ye üçüncü gelişim . " Sonra anlatmıştı: "tik gelişimde biraz uzun kalmıştım. 5 yıl kadar . . . "

Sü leyman hiç Londra'da 5 yıl kalmamıştı. Hiçbir yerde bu kadar uzu n kalmamıştı , haftada en az bir yurt içi, ayda bir-iki yurtdışı seyahat yapard ı , nereye kaç kez gittiğini aklında tutmazdı. Evd e , çalışma odasında , Süleyman ticaretle iştigal ediyordu ama evde çalışma o dası vard ı , kocaman bir ceviz kaplama masa, döner koltuk, arkasında lambri, bunun üzerinde şık bir deri çerçeve içinde Süleyman, Leyla, Erdinç ve Ayla vard ı . Erd inç'le Ayl a , kolaylıkla tahmin edilebileceği gibi , Süleyman-Leyla çiftinin arabaya koyup Leyla'nın annesine götürdükleri , hizmetçinin parkta gezdirdiği, öbür hizmetçinin her gün yıkadığı , misafirlerinin amanamanaman diye sevdiği çocuklarıydı ve o deri çerçevede onlar değil fotoğrafları du­ ruyord u . Çocukları yıkanır, kurulanır, yedirilir içirilir, ağ­ lamaları bastırılır, gülümser, yerlerde yuvarlanır, komik komik sesler çıkarırken Süleyman geçen yıl ltalya'dan aldığı, insanın bi o turdu mu içine puf diye gömüldüğü kol tuğunda kendini 138

h afi flemiş hisseder, geçmişteki zor günlerini düşü n ü r ; Os­ manbey'de bir apartmanın yedinci kadındaki dubleks dai­ resinin penceresi nden dışarı bakar, sadece karşı binanın damındaki televizyon antenleriyle gökyüzünü görür, babasını hatırla r, onun, d ü kkanda yer kalmayınca kumaş topları n ı getirip e v e yığışı m , oturacak y e r bulamayışları n ı , sonra b i r gün kumaş toplarının nasıl yok olup yerlerini üstünde " fragile" yaza n , kırmızı bardak resimleri bulunan kolilerin aldığı n ı , sonra b i r g ü n nasıl h e m kumaşların hem kolilerin hem de başka bir sürü şeyin doluştuğu bir dükkanda babasının çiçekler arası nda keyi fle gülümseyerek kravat ceket gezdiği ni, dükkana gelen kalabal ığa çukulatalar, badem şeke rler i , içkiler ikram ettiği n i , bu d ü k k a n ı n önceki küçük dükkandan ne kadar büyük olduğu n u , dükkandaki Ali Rıza Ah inin yanısı ra Mehmet'le Şükrü'nün de babasına Halim Ahi Halim Ahi diyerek hayatlarına girdiğini falan . . . Bugünlere gelmek kolay mı oldu? Babası ö l düğünde Sü leyman ün ive rsiteye girmişti , dü kkan üstüne kaldığında, Ali Rıza Ahi de babasının hemen ardından ölmüştü. Sayılamayacak kadar çok yıllık adamıydı o n u n , birli kte ne devirler geçirmemişlerdi ki , bi raz daha erken tanışmış olsalar, beraberlikleri Malazgirt Savaşı'ndan lstan­ bul'un Fethi'ne , Mü tareke döneminden 1 . Dünya Savaşı'na ve oradan günümüze uzanan bir tarih dilimini kapsayacaktı. Ama Ali Rıza Ahi Süleyman'ın babası kadar yaşlı değild i. Gerçi onun hemen arkasından ölmüştü , ama bu yaşlılığından değil hürmettendi.

Süleymari'ın babasıysa ,

çevresindekileri n ,

özellikle borçlularının "Miyadını çoktan doldurmuştu zaten" dedikleri bir yaş ta hayata gözlerini yummuştu . Gerçi dükkandan geceyanlan geldiği günlerde Süleyman'ın rahmetli annesi Halim Bey'in bu işi hayli önceden yaptığını ileri sürerdi ama o devirde kadınlar kocalan ne derse onu yaparlardı, sonra, o devirde paranın değeri vard ı , Süleyman bugün gibi hatır­ lıyordu, 5 kuruşla otomobil almış, yazlık tutmuş, üç-beş fakiri 139

giydirmişler, artan parayı da henüz faizler bu kadar yüksel­ mediği için bankaya yatırmamışlardı. Süleyman o kusun diye , ne olur ne o lmaz, dünyanın hali belli mi olur falan diye bir kenara ayırmışlard ı belki de . N itekim Süleyman'ın üniversite okumasına Halim Bey pek o kadar direnmemişti denebilir. Dükkan komşularından birkaçı , "Bırak okusun çocuk Halim Bey, gene gelir dükkan ın başına geçer" diye ikna etmişlerd i . Ama . . . kader ikna ed ilemezdi k i (müzik ! ) . Süleyman okulu bırakmıştı mecbure n , okuyacaktı oysa , kafasına koymuştu ve kafasına koydu mu yapardı da. Ama yapamamıştı işte. Şimdi arasıra serve tinden sözeden olursa , "Ben b u nları bir diploma pahasına aldım," derd i . O dükkan şimdi lokantaydı. Süleyman ne zamandır uğramamıştı. Şimdi imalat vard ı , iki fabrika. E n ö nemlisi ihracat vardı? Süleyman gülümserdi burada, içinden : İhracat o lmasa Zürih, İsviçre'ye gidiş geliş o l masa Leyla ol­ mayacaktı. Leyla Süleyman'da bütün aradıkları n ı kararı nca bulmuştu . Leyla çok güzel yemek yapard ı , zevk içi n , isted iği için içinden geliyordu, eli nden de ge liyordu. Süleyman ondan hiç beklememişti , gi ttiği her yerde bakılan, fark e d i l e n , be­ ğenilen, zarif, ince , hanımefendi, Leyla, Ya Rabbim, Süleyman'a ne değerli bir armağandı. Süleyman Leyla'nın saçlarını okşardı yatak odası nda, "Benim servetim senin , " derd i , " çocu klarla sen i n " . Konfeksiyon atelyesini, bir katı ve Sapanca'da çift l iğe yakın bir araziyi Leyla'nın üzerine yapmıştı , doğumgünü hediyesi olarak. Bir tek konu vardı aralarında pürüz yaratan: araba meseles i . Süleyma n , "İsterse n , " demişt i , "sana araba almak yerine en pahalı araban ın parasını derhal yatıray ım ban kaya , sen i n adına, ama araba olması n " . Leyla yoksunluk hissed iyord u , Sevin ve Gülsüm nasıl da kend i a rabalarıyl a gidip geliyo rlardı sağa sola, gerektiğinde uğrayıp Leyla'yı alıyorlardı. Süleyman'ın ondan esirgediğinden değildi elbette, can ı m , S ü l eyman korkuyordu , çocuklarla Leyla, arabada giderken , ayı n ı n biri , karşıdan , mesela uzu n farlarını yakmış 1 40

geliyor, hızla , araba , çocu klar yolda, Leyla' nın ağzından kanlar. . . Allah göstermesi n ! Sü leyman bir rüya görmüşt ü , arabaya binerken aklına Allah gelird i o günden beri . Leyla bir kere bağırmış , ağlamış, Süleyman'ın kucağına yatmış, kalkıp vazo kırmış, yatak odasına gitmeyip salonda u yu muş, Süleyman iki akşam eve ge lmemiş, Leyla sorunu ertelemiş, zaman zaman yatakta Süleyman'ın ku lağı na fısıldayarak, Süleyman'ın üç-dört kadehlik keyif kontenj anı dolduğu za­ manlarda atağa kalkarak şansını denemiş, her seferinde yazlık ev, dünya seyahati ve neistersen gibi büyük tek l i flerle ge ri püskürtülmüştü . Süleyman'ın insan tarafı çok güçlüyd ü . Zengi nd i , zengindi ama , bir keresinde işçilerin geçim şa rt­ larının çok zor old uğunu, i mkan olsa işçilere daha fazla ücret vemek istediğini söylemiş, bir toplantıda, "Beyler, rica ederim, o nların da ço luğu çocuğu var," demiş, geçen yılbaşında da bütün işçilerine açıktan para vermeyi bile aklından geçirmişti de muhasebe müdürü engellemişti. Süleyman Leyl a'ya bir pırlanta iğne al mıştı yılbaşında , şimdi Leyla'n ı n göğsünde gördüğünüz iğne o işte. Leyla mücevher sever. Zürih'te o kurken, eve mektup yazdığında dolabındaki kolyesiyle iğ­ nelerini yüzüklerini sorardı, nasıllar diye. Zürih'e giderken ayağını baştan sağlam basmış, okuyacağı okulun çevresindeki lokantalara kadar bilgi almıştı Sevinç'le Remzi'de n . Sevinç'le Remzi nişanlanıp gitmişler, evlenip okumuşlar, bir çocukla dönmüşlerdi. Oğlan sapsarıydı, zorlukla hecelediği kelimelerde bir Avrupa tınısı vardı . Leyla bu ayrıntıyı yakaladığında kendini Zürih sokaklarında, hayır caddelerinde büyük fakat ağır adımlarla yürürken, çevresini seyrederken bulmuş , derin bir soluk alara k , üç yıllık okulu bitirmese de olabileceği düşüncesini önce zorla kafasından atmayı denemiş, Süley­ man'la tanışınca yıllardır beyninin planlama dairesi arşivlerine özenle depoladığı veriler baştan aşağı yeniden düzenlenmiş, terminaller klavyeler, hafıza birimleri , girişler-çıkışlar tıkır 141

tıkır çalışmaya başlamış, çıkan so nuçlarla Leyla, Zürih ma­ cerasına kal kışmasından sonra ikinci büyük atağını ge rçek­ leştirere k, ç eyizine yüksek öğrenim diplomas ı n ı katmas ı n ı n sayısız yararını bir bir saymış , bunları biraraya ge ti rerek Süleyman'ın katılamayacağı bir l igde yeralmayı garantilemişti ve Süleyman'la evlenmişti. Bir yıl sonra Erdinç , o ndan bir yıl sonra da Ayla o lmuştu . Leyla evde çocuklarıyla ilgi lenmeyi seçen okumuş bir kadı n olarak, yabancı dergilerden bakıp Süleyman'ı n b ilmediği ve hatırlamadığı yemekleri yaparak , eve gelen konuklara, çoğunun adını bile duymad ığı bu ye­ mekleri sunarken yemekler hakkında b i lgi ve Avrupa'dan getirttiği özel sos ve baharatların markasını cömertçe vererek, bundan da rahatsız olmayarak, çünkü nasıl olsa yapamazlard ı , bu, başka bir kültürü ucundan da olsa tanıma işiyd i . Leyla kendine üstünlükler oluşturarak, arkadaş toplantılarına yine içten bir i lgiyle katılara k . . . ama buralara hiçbir zaman Sü­ leyman'm çevresiyle ilişkisinde büründüğü kılıklarda gelmezdi. Zaten hep " sade ve zarif" e merakl ıyd ı . Asl ında Leyla' n ı n en büyük başarısı belki de burada yatıyordu. Çünkü beğenilmekle sınırlı bir doyu ma kendini ayarlamış , gittiği yerlerde gördüğü o nca ilgiye rağm e n Sü leyman'la aralarında şimdiye dek bir kez o lsun kıskançlık hadisesi vukubulmamışt ı . Leyla' n ı n doyum beklediği alan gayet meşru v e Süleyman'm d a Leyla'mn özellikle oynamasını beklediği ve istediği bir alandı ve bu alanda işler e l değmeden görülürdü ve el değmediğinde sorun olmazdı, çünkü gözler yazılı belge ve kanıt bırakmadığından kimse suçlu olmaz , kimse töhmet altında kalmaz, kimse sın ırı aşmış sayılmaz , gözler ancak raudevu ister, açık kapı bırakır, vaadeder, çağırır, ayaklandırır, ister, yalvarır, en çoğu , başka gözleri esir alabilirdi ki, bunlar da Leyla'nın beğenilmes i n i n parçaları, dozları, biçimleri , unsurları sayılırdı v e zaten bunları sürekli o larak takip etmek, fark etmek, men etmek, yasak etmek, Leyla nezdinde protesto etmek o lacak iş miyd i , hem 1 42

Süleyman'ı n kendi çevresindeki bu doğallığı reddetmesi mümkün müydü, emin miydi, bişey içmez miydi, yemek olana kadar, hayır içmeyecekti, ya sen, o içecekti. Cemil bardakları aldı, doldurup getirdi. Bir de yeni bardak çıkardı, o da bikadeh içecekti. Ama o rakıya başlayacaktı, yemekten önce başlardı , u fa k u fa k başlayacaktı müsaade ederseniz. N e demekti, rica ederimdi. Bardak kır saçlı adamın elinde bir o yana bir bu yana dönüyordu. Kadın hareketsiz o tu ruyordu . Adam " Demek bu kadarmış, buraya kadarmış ," diye mırıldanıyordu . Kadın elini adamın elinin üzerine koyd u . Gözlerinin içine bakmaya çalışıyordu , muhtemelen biraz önce yine bir şeyler redde­ dilmişti. Artık dizilerd e mutlu sona rağbet edilmiyor muydu yoksa ? Aslında buradan ç ı karılacak sonuç bu deği ldi tabii , hala gereksiz heriflerin ve kad ınların aradan temizlenmesiyle gerekli bütün ilişkilerin pürüzsüz şekilde kurulup yerli yerine o turmadığına bakılırsa dizi daha bitmiyordu, biraz daha vardı, acıkmamışlar mıyd ı ? Aysun yavaş yavaş getirsin miyd i sı­ caklardan? Soğuklar zaten masaya konmuştu , hepsi biraraya geldiğinde altıgen oluşturan üçgen tabaklarla kayıktabaklar o lay yerinde malum mezeleri ihtiva etmek suretiyle bulu­ nuyorlardı, ama adam onları görmemişti , hiçbir şey görme­ mişti, yemin ederdi görmemişti, Jackson' ı da tanımıyordu . Dizi filmin polisi kibar olurdu. Amerikan hapisanesinde konfor vardı. Mahkumların hepsi suçlu , yolda gezenler suçsuzdu. Mavi gömlekli polislerden b ir-ikisi mutlaka zenciyd i . Kızın saçlarını dalgalandırarak dükkanlara girip çı ktığı alışveriş sahneleri uzaktan teleobj ektifle çekilir, arka plan flu o lurdu. Bu sahnelerde kızın makyajsız makyaj ı yapılmış güzelliği iyice belirginleşi r, az önce fazla aşkın yarattığı gerilimden ötü rü oğlanla kızın perişan o lduğu kavga sahnesinde mendillerini çıkarıp hazırlamış bulunan kadınların bir bölümü kız dükkandan ç ıkarken gülümser, oğu llarının böyle bir gelin getirişi n i hayal ederlerd i . Leyla , " Acaba Ayla da böyle bir kız 1 43

o lacak m ı, hem hoş hem alımlı -biraz daha alçak sesle- hem d e , ne bileyi m , kadınlığı güçlü işte . . . " dedi. Aysu n'a bakı ldı. Aysun o sırada televizyo ndaki kızı görmemişti ama geçe n haftadan bil iyo rd u . " O kız b i r başka can ı m , " dedi. "Ben d e isterdim Bahar' ın . . . " , Cemil N esrin'lerin evinin hukuki so­ runlarından uzaklaşıp televizyona yaklaştı , "Yalla, " dedi, "ben doğrusu Bahar'ın Pamela'ya benzemesini iste rim " -güldü­ " huyu benzemesin de yaln ız" -güldü- Zeki , " Tabii benzes i n Pam'e, ama gerçekten, ancak bu koşulla," ded i . Süleyman pas geçt i , Aysun seslendi: " Zaten şimdi çocuklar her şeye dikkat ediyorlar ayo l , biz geçen gün Cemil'len bişey konuşuyord u k , birileri , b i z i m b i yakınlar, kan-koca bi raz anlaşmazlığa düşmüşler aralarında, işte konuşuyoruz, o öyle yapıyo r bu böyle yapıyor falan , Bahar o radan gelip, 'O da kocası nı yal nız bırakmasaymış o kadar' demez mi? Ay, çocuklar, ne oldum bil iyor musu n u z , i nsan artık bütün laflarını ölçüp biçip mi edecek bu çocukların yanında? " Ays u n , elinde tabaklarla oldukça güze l d i . Pembe bir elbisesi vard ı , boğazına kadar kapalı. Boynunda da pembeli morlu bir fula'\-, ipincecik, şeffaf neredeyse , kenarında siya h, uzun bir etiket , bir kimlik ve nitelik cüzdanı. Cemil'ler daha çok Fransa'ya giderlerdi. Cemil eskiden Adl iye koridorlarını az aşındı rmamış tı , şimdi ne rahattı , oturduğu yerden, telefonlar ve öğle yemekleri , yanında dört genç çalışıyordu . Sü leyman'a Leyla çok söylemişti , sen de Cemil gibi birilerini bulup oturtmalısın demişti , bak nasıl hallediyor işle ri , bu da ayrı bir uzmanlık. Süleyman aslında ne zamandır izliyordu Cemil' i . N e yaptığını ettiğini izliyordu uzakta n. Kendisini izliyord u . Süleyman yeni bir yatırım ta­ sarlıyordu , Leyla'ya , "Benim işim o boyutta bir hukuk bü­ rosunu kaldırmaz henüz, " demişti, "ve hukukçuyu tutacaksan ona çok para vereceksin, senden aldığı dışında bir şeye ihtiyaç duymamalı , hi ç, aklına bile gelmeme l i , yoksa yanarsın, her şeyini bilecek o senin , girdini çıktını . " Süleyman , "Henüz 1 44

ihtiyaç yok," demişti . "Önümüzdeki yıl bir gece yalnız ikimiz gideriz Cemil'lere ve başka şeyle r de konuşuruz . " O gün bugündür Leyla'lar Cemil'lere gitti klerinde Leyla Süleyman'ı izlemeye özen gösterir ve onu genellikle dalmış gitmiş bulurdu. Sevinird i , çünkü Süleyman dalıp gittiği zamanlarda aslında orada konuşu lan bütün konuların ta o rtaye rinde bulunur ve çok sıkı izleyici kesil i r d i . Onun birden o rtaya savuruverdiği birkaç kelimeye odadakiler şaşkınlıkla bakar, sanki sokaktan geçen b i rileri ansızın camdan içeri bir şeyler sallayıvermişler de ki mse ne olduğunu an layamıyor , biraz da çekinerek gözlerini salonun ortayerinde yatan küçük parçacıklara dikmiş duruyor gib i , kel imeler uzun süre dokunu lamadan o rada öylece titreşi r, neden so n ra biri l e ri çıkıp o nları alır, evirip çevirdikten sonra uygun bir yer bulur, koyardı . Süleyman'ın sözleri uygun karşılıklarla ortadan kaldırılır ama bu genellikle Süleyman sözlerinin yarattığı olumlu sonuçları devşirip ye ni ya tırımlara yönel d i kten sonra yapılır, dolayısıyla Süleyman koltuğunda biraz daha kaykı larak bir yudum daha içer ve ağzına biraz daha fı ndık fıstık atar, kendinden sonra konuşanı bol bol onaylar, başı n ı usul usu l sallar ya da " hımm " larla bildirimlerini iletirdi. Zeki Süleyman'a bundan ötürü ısın mışt ı , aklıbaşında adamd ı Süleyman . Tüccar, işadamı falan ama akl ıbaşında. Yoksa , Zeki bu adam ların çoğu nu tanı mıştı , işe mişe gelince tamam da, özel sohbetler, o turup konuşmak , hele bir arkadaş toplantısının sıcaklığı içinde, yok , çekilmezdi hiçbiri. Bir kere , karılarının yanında son derece donuk, son derece tutuk, 45 derece aşağılık, 3 7 puan kadar da iğrenç o luyo rla r , bu nede nle gerçek yüzlerin i , ya n i ge rçek yüz leri yerine her zaman ortaya sü rdükleri , bizim gerçek yüzleri diye bild iğimiz normal yüzlerini bile göstermiyorlar, bundan kısa sürede sıkıldıkları için derhal erkek erkeğe birtakım köşelere toplanıyor, on un bunun hakkında o l u r o l maz konuşmaya başlıyo rlar, zamanları n ı n çok büyük bölümü nü de belden 1 45

" aşağı fıkralar anlatmakla geçiriyorlard ı . Süleyman, Zeki'de, ne iş yaptığı bilinmese bu adamlar k ategorisinden olduğu anlaşılmayacak izlenimi uyandırmıştı ; bir kere , Leyla'nın kocasıydı , Leyla da bayağı hoş bir kadındı , üstelik inceyd i , Süleyman'hı. yaşadığına v e bundan da hoşnu tsuz gö rünme­ d iğine göre . . . başka türlü olsa belli olurdu. Zeki anlardı . Yöntemli , sistemli adamdı Zeki. Bilim adamıydı, ekonomistti, ekonominin yasaları vardı. Zeki çarşı pazarı da bilird i , ayda ·

bir ç ı kar, pazarı dolaşır, bazı malların fiyatlarını aklına kay­ deder, bunları bir gazetenin ekonomi sayfasına haftada bir yazdığı makalelerde " . . . N i tekim soğan ve patates fiyatlarında geçen aya göre gözlenen artış da . . . " filan diye kullanırdı. Zeki'yi

� imse kitabi d iye eleştirmemişti yazılarından ö türü. Zeki, ö te yandan, bilim adamlığının bütün gereklerine doğuştan sahipti ve bunlar, onun üzerinde hiçbir zaman yapay bir kılıf gibi durmamıştı . Bundan ö türü, o, hayatın içinden ekonomistti. Danışmanlık yaptığı şirketlerde onun sendika seminerlerinde işçilerle sohbet etmesine ses çıkarmazlardı . Zeki işçilerle nasıl konuşulacağını bilird i , küçükken bahçıvanla da çok iyi an­ laşırd ı , yok , o N esrin'di , ama Zeki de olabilird i , bahçıvan N esrin'e çiçek dikmesini öğretmişti , Zeki'yle şimdi evlerini donatıyorlard ı , yemyeşil, her tarafta çiçekler vard ı , deve ta­ banları , filkulakları , kauçuklar, salonun bir duvarında sarmaşık bile vardı, hem de patlıcan rengi yapraklı. Çiçek de açıyordu. Birkaç büyük cam saksıda Latin Amerika bitkileri vard ı . Zeki ki taplardan bakarak ısı hesapları yapmıştı, N esrin evde ol­ dukları zamanlarda her gün öğleden önce ve sonra 1 5'er dakika camları açardı . Yalnız cam açılınca sarmaşığa dikkat etmek gerekiyo rdu , bir keresinde apartman duvarından kertenkele tırmanıp girmişti. Zeki sabaha kadar kertenkeleyi kovalamak zorunda kalmış , sarmaşığın karanlıklarında kaybolan ker­ tenkeleyi o tehlikeli ortamda ö n plana çıkmaya zorlamak, en son kaçtığı divan altında ölü olarak ele geçirmek Zeki'yi biraz 1 46

sarsmıştı. N esrin , o arada ağlamıştı bile, ama Zeki heyecan ­ lanmama kararı verdiğinden kendine hakim olmayı bilmişti. Sadece N esrin'in hatırı için heyecanlanmıştı. Zeki'nin de insan tarafı gelişkindi, Süleyman gib i , ve zaten Cemil'in de insan tarafı güçlüydü , o gün o salonda toplananların hangisinin insan tarafı güçlü değildi ki ayrıca ? Sarmaşığı n sol tarafı biraz güçsüzdü . Gübre almışlardı . Zeki gidip aramış t ı , önce an­ siklopediden bakmıştı, N esrin'in merakı nedeniyle Fransa' dan almışlard ı , Evde Botan i k ç i l i k (Maspero , Paris 1 9 7 1 ) türü bir adı vardı, N esrin anlamadığı kelimeleri Zeki'ye sorardı. Zeki birkaç yıl bıkıp usanmadan sözlük gibi davranmış, sonra N esrin'e Hachette'den kocaman bir sözlük almıştı. Sözlükteki açıklamalar daha ayrıntılı ve çok yönlü o lduğu halde N esrin yine de her şeyi ilkin Zeki'ye sormaktan vazgeçmemişti. Zeki , sarmaşık için gösterdikleri ihtimamdan , N esrin'in sord uğu bir Fransızca kelimenin hatırına ge tirdiği bir d i lsel anlatım sorunundan, kertenkele kovalarken izledikleri harala gürele yönteminin büyük ekonomik sorunlarda izlenen sorumsuz eleştiri ç izgisiyle benzeşmesinden, gazetedeki köşesinde hep bahsetmişti , hayatın içinden gelen seslere her zaman kulak verirdi. Çünkü aksi halde, hele bir ekonomist için, soyu tta , kağıt üzerinde kalmak tehlikesi çok büyüktü . Mesela, ki tlesel alımgücünün azal tılmasından sözederken , bunun gerçekte, sokakta rastladığımız, hiçbirinin adını bilmemiz gerekmediği için bilmediğimiz , zor geçim şartları altında üretim ve hizmet sektörünün i nsangücü motorunu işlete n canlı parçalar o lan insanların yoksullaşması pahasına gerçekleşecek bir dü­ zenlemeler d izisi o lduğunu hatırımızdan ç ı karmamalıyd ı k . Yani, homo ekonomikus, tamam d a , atılacak adımın toplumsal maliyetini her dönemeçte bir kez daha hesaplayara k davra­ nılması zorunluluğunu bilerek. N esrin " Hep uzun cümleler kuruyorsun," demişti Zeki'ye. "Ben bile bazen yazının sonunu zor getiriyorum, inan , " diye fısıldamıştı. Zeki içinde n , 1 47

" O kuması gerekenler zorunlu olarak okuyo r , " dışından da "Bundan sonra dikkat ederi m " diye cevap vermişti. Ama az da olsa şaşırmıştı, çünkü o hayatı n i ç inden yazıyo r, çarşı pazardan bile sözederek, "bir salonda kendi aramızda tar­ tışmıyoruz baylar, gazetede, onbinlerce insana hitap ediyoruz" sorumluluğunu yerine getirme uğruna bilimsellik düzeyinden fedakarlı k ediyord u ki , aslında bu fedakarlı k Zeki'nin pren­ sipleriyle hiç bağdaşmıyordu ve Zeki s ırf sosyal bir i nsan o lduğu için bunu yapıyo rdu . Gerçekte her gün 5-6 saatini prensipleri doğru ltusunda mücadele etmeye ayı rı r ve taviz vermeye çalışırdı. Hatta bir keresinde yolda yürürken bir köşeyi dönüp üşümeye başlamış, "Şimdi," diye düşünmüştü, "bu raya kadar, hava soğuk olduğu halde üşümüyorum. Köşeyi dönünce üşümeye başladı m . Ya burada rüzgarın yönü değiş ti , o ndan üşüyorum ya da hava bir anda b i raz daha soğudu ya da vü­ cudum artık iyice ısı kaybetti, soğuğu hissetmeye başladım . " İ ç inden bunları geçi rmişti v e üç ş ıktan hangisinin doğru olduğunu o sırada veri eksikliğinden bir türlü bulamadığı için bir türlü üşüyememişti karar veri p. Onu konfe ranslara ça­ ğırırlard ı . Uzmanı olduğu bilim dalıyla günlü k sıcak hayat pratiğinin ilişkisini oralarda da herkesin anlayacağı bir düzeyde kurar, he rkesi n an layabileceği bir dille anlatır, kelime leri n i , l a f arasına sıkıştırıvereceği esprileri , fık raları özenle seçer, dolayısıyla, kürsüdeki içten , yapmacıksız hal iyle özellikle genç izleyicileri büyülerd i . Hayatta en sevdiği yaşantı kesitlerinden biri , konferansların b itimiydi ; genellikle eski keli meler, uzun uzun cümlelerle konuşan, kılık kıyafetleri, yaşlan vesaireleriyle -Nesrin'in babası gibi- dinleyicilerle canl ı bağlar kura maya n öteki konuşmacıları bir yana bırakan birtakım gençler Zeki'n in e trafına do luşur, "Hocam, şöyle dedi n i z , bu böyle m i o lu­ yor? " larıyla onu yükseklere kaldırırlar, o , bir yandan çantasın ı toplarken b i r yandan "genç lere" cevaplar yetiştirir, so n ra h erkes itiş kakış salonun ç ı kış kapılarına yığı lırken o , kal1 48

dırıldığı yükseklikten , kolaylıkla tavandaki kapıya ulaşır ve gözden kaybolmadan önce geri dönüp el sallard ı . Zeki konferansları çok severdi . Konuşurken kend inden hep "Biz" diye sözederdi , yazılarında da kend ine "Biz" derd i . Tavandaki kapıdan girip çıkmak i ç i n konmuş koşullardan biri de buydu nitekim. ikincisi objektifl ik , üçün cüsü bilimsel yö n te m ve üsluptan ne pahasına olursa olsun vazgeçmemekti . Zeki gib i , objektifliği ve bilimselliği sindirmiş biri için bu koşullan yerine getirememe tehlikesi yoktu. Zeki , hatta küçüklüğünden beri objektif ve bil imseldi. Lisedeyken geneleve gitmiştik, biz i l k kapıdan içeri b i rb i r i mizi i terken Zeki bütün evlerin önünde d o laş mış, "Şeker almaya mı geldin küçü k ? " "Annen nerde bakiim yavrum sen i n ? " laCTarına karşılık yüzünün i fades i n i bir gram/dakika bile değiş tirmeksi zin kombinezonl u , don­ sütyenli kadınlara bakmış, neden sonra b izim yanımıza gelip, "Sizin farkında olmadan yaptığı nız seçme e n doğrusuymuş , en iyisi burası , " diyerek girmiş oturmuş , sırasını beklemeye koyulmuştu . Sonra her perşembe bize, "Beyler haftasonu için paranızı ayarladınız m ı ? " uyarısı n ı yapan yine Zeki'ydi ve genelev parasını ayırmamış olanlara b u iş için borç veril­ memesini de ısrarla savunurdu. Çünkü herkes böyle yaparsa mekanizma işlemez , d erd i . Sistemin herhangi b i r yerinde gereksiz hoşgörü ve ihmale prim verme olayları o rtaya ç ıkarsa bu iş çorap söküğü gibi giderdi ve bu zamanla suistimallere ve haksız rekabete zemin hazırlayacağı gibi , sistemin bütününü tehlikeye sokardı ve nitekim bu yüzden Güney Kore şıp d iye kalkınıvermişken Türkiye hala yerinde sayıyo rdu . Çünkü ekonomi insana uymazdı , tamamdı, her şey insan içindi , ama geneleve de parası z gidi l miyordu ve gereken paranın gö kten i nmeyeceğini hepimiz b i l iyorduk ve bu zorunlu tasarru fun kaynaklarını hamburger, fu tbolcu-şarkıcı posteri , çukulatalı Sagra mamulleri gibi zorunlu-olmayan tüketim maddelerine harcıyorsak, kendimizi ayarlayamıyorsak , kabahat ekonomide 1 49

miydi? Ekonomi ne bize "genelev viziteniz benden" diye söz vermişti ne de paramız olmadığı halde bizi ite kaka geneleve sürüklüyord u. N e fsimize hakim o lup tasarru f yapmayı be­ c eremezsek geneleve gitmezdik, gitmemeliydik. Gerçekler acıydı ve katıydı, hepsi bu kadardı. Zeki'nin ilerde bilim adamı olacağının kesin kanıtı sayılması gereken belirtiler bunlarla sınırlı değildi. Ortaokulu okuduğumuz kolejde hepimizin gözdesi, okul kapısının dışına gelen pardesülü herifin sattığı küç ük fo toğraflar ya da bunlara para vermeyi gereksiz kılan , o fotoğraCTardan birkaç tanesini kocaman kocaman basan renkli gazeteler, dergilerd i . Fo toğrafların ithal mal ı olanları tabii daha gözdeydi. Fotoğraflar elden ele dolaşı r, Amerikan sis­ teminin sınavda birbirine kopya vermemeye, başarılı olabilmek için birbiri n i n önüne geçmeye, durmadan yarışmaya zorladığı bizler en başta bu fo toğraflar konusunda gayet kollektif davranırd ık. Eline yeni fo toğraf geçirenler dersin bitmesini dört gözle bekler, zil çalar çalmaz ceplerine sakladıkları fo­ toğraCTarla tuvaletin yolunu .tutarlardı. Öğle tenefüsleri uzundu , bazıları bu teneffüsün hem başında hem sonunda tuvalete giderlerd i , bunlar okul takımında fu tbol da oynar, beden ders i nde kasaların üstünde amuda kalkabilirlerd i . Aramızda tuvalet hayatı en düzenli o lan Zeki'ydi , tuvalate ne zamanlar gideceğini planlamıştı ve planını hiç aksatmazd ı : lki uzun te neffüs vard ı , 1 5'er dakikal ık, bunlardan ikincisi öğle te­ neffüsüne çok yakınd ı . Zeki onu plan dışı b ırakmıştı, 1 5 dakikalık ten e ffüsle r i n ilkiyle öğle teneffüsünün bitiminde tuvalete giderd i . Hangi teneffüste hangi fo toğrafla b i rli kte o lacağını sabahtan kararlaştırır, elindeki iki fo toğrafı sıraya koyardı. B i l i m adamı dürüstlüğünün erken yaştaki işaretle­ rinden o lsa gerek , sıraya koyduğu bir fo toğrafı sonradan karşısına çıkan, belki daha cazip bir başka fotoğrafla aldattığı hiç görü lmemişti. Tuvalete gittiğinde işini e n az ve en çok ne kadar zamanda gördüğünü birkaç gün içinde hesaplam ış, 1 50

ortalamasını bulmuştu , şimdi artık her seferinde bu ortalamaya uymaya çalışıyor, işi erken bitecek gibi görünürse biraz oyalanıyor, vaktinde bitmeyecekse ek takviye yöntemleri uyguluyordu . Bu bilinçliliğine ve taktisyenliğine bakarak, onun ilerde çeşitli gazete ve dergilerde, çiftlere mutlu-uyumlu seks hayatı öğütleri vere n , erken boşalmaya karşı tedbirleri öğreten bir tıp adamı o lacağım sananlar yanılmışlard ı , Zeki ekonomist olmuştu . Vaktiyle bu tahmini yürütmüş arka­ daşlardan biri , yılda bir yaptığımız kolej liler gecelerinden birinde Zeki'yi överken kendi yanılgısını da açıklamış , sonra kulağıma eğilip, "Üstelik gitti tam zıddı o ldu , " demişti. Tu­ valetler-fo toğraflar meselesi asılnda okuldaki küçük toplu­ mumuzun bir çeşit aynasıydı ve bu aynada parıl parıl yansıyan o laylardan biri, Zeki'nin kibarlığıydı. Tuvalette işi biten ço­ cuklar biraz soluklanır, sanki kimse kimsenin ne yaptığı nı bilmiyormuş gib i , dışarı çıktıklarında normal gözükmeye çabalarlardı - 'normal' , yaygın biçimde varolan demek değildi, bunu o sırada tam anlayamadıysam da bir parça sezmiştim . Fotoğraflar genellikle b u sıralarda yıpranır, kıvrılır bükülürdü, çünkü fotoğrafı elinde bulunduranın fotoğrafla işi bitmiş olurdu , ayrıca fo toğraf boldu , kimse , az önce kendisini sıcak ve yumuşak hayalyatağında gezdirmiş kartonda n , kağı ttan kadınlara şefkat göstermezdi. Bu şefkatsizliğin bir ihti mal , az önceki olayın vahşiliğinden, sertliğinden kaynakland ığı düşünülebilirdi. Fo toğraftaki kadın, diyelim bir bar sandal­ yesine tünemiş ve o rada akrobatik birtakım hareketlerle bacaklarını açmış orasını gösteriyorsa , 15 dakikalık teneffüs içinde herhangi birimizin kadını oradan indirip doğru dürüst bir yatak odasına götürecek ve onun elini tutup saçlarını okşayacak zamanı olamazdı, onu nerede buluyorsak orada üzerine abanmayı düşünmekten başka çaremiz yoktu , ayrıca aksine bir yönelişin önünde daha büyük bir engel de vard ı : Eli tutulup saçı o kşanacak o lanlar fo toğraflarda değil , ge151

nellikle bir arkadaki sırada , yandaki sınıfta ya da mahal lede , iki sokak ö tede faland ı , onlara i hanet edemezdik. Ama tabii fotoğraflara o kadar hoyrat davranıl masa yine de iyi olurd u , bunun için i l l e de şefkat gerekmiyordu k i . Mesela Zeki'nin şefkat konusunda fazla cömert o lduğu söylenemezd i , ama ondan gelen fo toğra flar hiç bozulmamış, yıpranmamış olurd u, ç ün k ü o , tuvaletten ç ı ktığında fo toğrafı ne resinde v e nasıl taşıyacağını ö nceden tasarlard ı . lçerde gerekeni gerektiği gibi ve gereken süre ve koşu llarda yaptıktan so nra musl uğa gide r, ellerini yıkard ı . Ze ki' n i n tavırlarına he rkes al ışmıştı , onun düzenliliği birçoklarının da işine geliyordu, içeri giren o olduğu zama n , ne zaman ç ı kacak biliyo rdunuz , kendinizi ayarlaya­ biliyordunuz. Mesela otobüsler de Zeki gibi olsa, sabahları okula, işe ge lmek, akşam ları eve d ö n me k için bunca insan bunca sıkıntı çekmezd i belki de. Üstelik Zeki fo toğrafları k ı rmıyordu da. Bu işte Zeki'yle ilgili olarak o rtaya çıkan tek sorun, bütün o zamanlama incel iğine rağmen arasıra yarattığı ekstra gec ikmelerd i. Gerçi bu tür du ru mlarda da dışarda bekleyen varsa ona bir şekilde sinyal gönderird i , ama s ı ra bekleyenlerd en, bu medeni davranışa karşılık d üşecek bir anlayış görmezd i . Zeki'nin ekstra gecikmeleri , daha o za­ mandan bilimsel namus denen şeyi içine sindirmiş oluşundan , "Her şey yerine konmal ı" i l ke ve esprisine sıkı sıkıya bağlı­ lığından doğard ı . Zeki , fo toğra flarını mastürbasyonda kul­ landığı gazeteleri , dergileri, albümleri , işinin bitiminde kaynak göstermek isterdi ve duvarlara o günün tarihini atıp, o laym hangi teneffüste geçtiğini belirttikten sonra , mesela , " Erkekçe dergisi, yıl 2/sayı 5, N isan 1 9 7 5 , sayfa 67" gibi şeyler yazardı . Bu tür gecikme li seanslardan sonra tuvaletten çıktığında genellikle, " G ö receksiniz, günün birinde b u alıntı-çalıntı mahkumiyeti bitecek, tel i f o tuzbirler de bu okuldan çıkacak," yollu laflar ederd i . Bir gün ikinci derste , Zeki d u ru p duru ren gülümsemeye başlamıştı. Pencere kenarında otururdu ve öyle 1 52

dalıp gitmesi , kendi kendine gülümsemesi pek alışılmış şeyler değildi . Üstelik gülümsüyor m u , neye gülümsüyo r , o da pek belli değildi. Birkaç dakika sonra hepimiz meraktan çatlayacak hale gelmiştik. O ciddiyet abidesi Zeki , eliyle ağzını kapamaya çalışarak gülümsüyo r, b i r yandan sı raya kapanıyor, soluk alışverişi hızlanmış . . . Etraftan "Yahu söylesene ne oluyo r­ sun"lar yağıyo r, ı-ıh, kaşlarıyla "Hayır ! " işareti yapıyor, "sonra" demeye getiriyor. Ders bir türlü bitmek bilmiyor. Herkes pusu ku rmuş aslan gib i , geri l i , zil çalsa sıçranacak üzerine. Ama? . . Birden yerinden kal k tı , öğretmene doğru yürümeye başlad ı . lyice sokulup usul usul bişeyler söyledi ona, bir yandan karnını tutuyord u . İçimizden herhangi birinin derslerde hastayım mastay ım d iye bişeyler uydurup dışarı fı rtmak istemesi çok normald i de -her iki manada da ; yani hem yaygın hem ger­ çek- Ze ki için bu d u rum olağandışıyd ı , o , " Madem bu okulda okuyoruz , buranın kuralları var" derdi. Ama şimdi , gerçekten ç ıkıyordu sınıftan ; dersin ortasında karnını tuta tuta hoca nın yanına· gitmiş, son radan e konomist filan o lmayacak bir sürü çocuğun yaptığı gib i , hastayım yalanıyla sınıftan tüyüyordu . Sınıf kapısı ardından kapandığında merakımızın yerini telaş ve ö fke almaya başlamıştı. Hele fo toğraf- tuvalet tra fiğinin öndegelen simaları, Zeki'nin beklenmedik girişiminin bu olayla b i r ilgisi o lduğunu nereleriyle sezdilerse , neredeyse ayağa fırlayacaklard ı . Hoca da anladı bir tuhafl ı k olduğun u , me­ rakımızı giderme i h tiyacı h issetti ve, " Karnı ağrıyo rmuş ar­ kadaşınızın," ded i , " tuvalete gitti. " Bu sihirli kelimeyi duyunca ne olduğumuzu anlatmama bilmem gerek var mı? Teneffüsü artık iple değil , halatla falan çekiyoruz . N ihayet zil, kovalanan yaban a tları gib i , önümüzü tıkayan ç i tlerin üstüne üstüne atlamaya sevk ediyor hepimizi. Kapının önünde bir sıkışma . . . Koridora dağılıyoru z , Zeki yok ortalıkta. Yahu , hala tuvalette mi bu adam? Koşuyoruz, orada da yok. Tuvaletlerin önündeki daracık bölmenin sonunda bahçeyi gören bir pencere var, işte ! 1 53

orada Zeki . Hepimiz "Heeey ! " diye bağırdık tabii. O , bizim eli ayağına dolanmış telaşlı halimizi yok sayan b i r sükunet içersinde , ağır ağır başını çevirdi bizden yana , mesut bir yüz ifadesiyle, hala gözümün önünden gitmez , "Ben demişti m , " dedi. A z önce ç ıktığı tuvaletin kapısına içerden yazdığı yazıyı tabii ancak birkaç dakika sonra fark ettik: "Bu eseri meydana getirmek için uzun zamandır ça­ l ışmalarımı sistemli olarak sürdürmekteydim. Oku­ lumuzun ilk teli f otuzbirini vücuda getirmek bana kısmet o lduysa, bunda e n büyük pay, şüphesiz , sınıf penceremizin karşısındaki handa soyunan hanımındır. O olmasaydı bu otuzbir çekilemezdi. Beni sınıftan dışarı bırakarak sizlere bir emsal oluşturmak gibi b i r amaç dışında herhangi bir iddiası olmayan bu mütevazi esere katkısını esirgemeyen Edebiyat öğretmenimize de te­ şekkürü borç bilirim. Bu eser kendi alanında bir ilk'tir, bundan sonraki baskılarında -sizlerden göreceği te­ veccüh sayesinde inşallah kısmet o l u r- eksikliklerini gidermeyi , size daha mükemmel bir rehber sunmayı ilke ve amaç ediniyorum. Eserin vücuda getirilişindeki eksikl ikler ve kusurlar hiç şüphesiz ki şahsımın so­ rumluluğunda sayılmak gerekir. Arnavutköy, Mayıs 1 9 76 . " Böyle yazmıştı Zeki v e biz hiç anlamamıştık o zaman. Yıllar sonra, bana ilk kitabını imzalayıp yolladığında, açıp önsözünü okumuştu m , kitabı okumamıştım, çünkü ders kitabıyd ı , sonradan Zeki'nin birkaç makalesini okumuştu m , Zeki'yi görünce kitabını kutlamıştı m , takılmıştım, " D emek bu eser o nsuz vücuda getirilemezd i , ha ! " diye ; Zeki o ralı olmamış , anlamamıştı. Yok canım, bal gibi anlamıştı da, işine gelmemişti, artık büyükadam olmuştu ya, büyükadamlar otuzbir çekmezdi tabii, zamanında da çekmemiş o lurlardı. Zeki , Şadi Bey ve 1 54

Orhan Bey biraraya geldiklerinde birbirlerinin gazetelerdeki yazılarıyla ilgili olarak, kimin hangi noktaya ne kadar yerinde temas ettiğini konuşurlardı . Bir keresinde onlara bu o tuzbir meselesini hatırlatmaya kalkışmışlardı da, üçü bir olup bu haysiyet düşmanlarına derhal derslerini vermiş, hepsinin alımgücünü burdurup o nları hadım etmişler, haftada 5 9 saat çalıştırmışlar, polise vermişler, sınav kağıtlarına kırık atmışlar, altıncı sınav haklarında yalvar yakar geçirmişler, odacıya dert anlatmakla kaybettikleri enerj i ve bunun üniversiteye maliyeti kilowa tsaat üzerinden hesaplansa ne kadar iyi o lacağını düşünerek asistanına bu görevi vermiş, asistan, Şadi Hoca'nın elindeki geniş kaynaklardan da yararlanarak sözkonusu hesabı yürü tmeye başlamış, çıkan oranların tek tek fakül telere da­ ğılımını bulmuştu . Küçük kümbetler halindeki p ilav , küm­ betler bozulmadan o kepçe-kaşık arası servis aracıyla alınıp dağıtı ldığında herkese eşit miktarda düşüyord u . Aysun he­ saplamıştı, yalnız tencerede ayrıca biraz bırakmıştı , Süleyman pilavı çok severd i , b i raz daha is teyebilirdi . Aysun bunu ön­ ceden sezer, "Süleyman Bey, içerde sizi n için biraz daha pilav var, haberi niz olsun , " derd i . Süleyman Aysun' lara ilk kez yemeğe geldiklerinde biraz daha pilav istemiş olmanın bedelini hayatı boyu nca biraz daha pilav yiyerek ödemek zoru ndaydı artık. " Canım o bi seferlikti , ille de hep biraz daha pilav istemek zorunda mıyım? " falan deyip Aysun Hanım'ı kırmaktansa . . . değil mi? Üsteli k, a lışkanlıklarının hatırlanması , o lağan durumlarda ve başka b ü tün koşullar aynı kalmak kaydıyla, herkesi sevindirirdi, ayrıca, alışkanlıkları hatırlanan kimsenin statüsü konusunda bir gös tergeydi bu. Süleyman , AHT (Alışkanlıkları Hatırda Tutulan) kategorisinden bir cemiyet ileri geleniydi. Bu AHT , VIP gibi, first-class gibi bişeydi. Zeki de bu türdendi. Süleyman biraz daha pilav yeyince Zeki de biraz daha pipo içerdi ve yemek arasında pipo içiyor diye laf edildiğinde içerlerdi. Orada Süleyman pilav kaşıklarken , neden 1 55

onun alışkanlıkları kendilerine anca mücadeleyle hayat alanı açsınlar, değil m i ? Bu pilav konusu Zeki için pek keyifl i b r k o n u değildi. Bi r keresinde N esrin Zeki'ye, " Madem çarşıda do laşacakmışsı n fiyatlara bakmak için , a kşama pilav yapa­ cağı m , gelirken pirinç alsan a , " demişti; Zek i , b iraz ö fkelen­ mesine rağmen sakin bir tonda, "Şekerim," diye cevap vermişti, "ben orada dolaşırken kafamda k ırk tür l ü şey . . . nasıl pilav almakla uğraşacağım o a rada . Haksız mıyım yani ? " Sü leyman hiç çarşıya çıkmazd ı , ama pirinç kaç lira, ekmek kaça falan hepsini b i l irdi. Cemil de b ilird i . Aysun'larda alışverişi Cemil yapard ı . Aysun , yemekleri övüldükçe hangilerinin hangi ana ve yardımcı maddeleri n i Cemil' i n ald ığı konusunda kısa bir döküm ve rir, Cemil elinde rakı kadehiyle sandalyesini arkaya eğer, kaykılırken, "Nur içinde yatsın, babam öyle öğretti bana," derdi. " Kad ının görevi, iyi yemek pişirecek, sofrayı donatacak, ama eve erkek taşıyacak çarş ıdan , 'ekmeğimizi geti ren' tabiri boşuna mı çıkmış, b izde usül budur, derdi babam . " Cemi l hep beyaz gömlek giyer kravat takard ı , renkl i gömlekleri de vardı, açık mavi falan , ama Cemil onları gardroptan alıp giyer giymez beyazgömlek olurlard ı . Cemil'in göz lüğü de vardı , arasıra takardı . Aysun yemeğe misafirleri olduğu nda gündelikçi kadını çağırırdı. Kadın mutfakta cephe gerisi hizmeti gö rür, gece kalır, saba h bulaşığı yıkardı . Ye meklerin heps i n i Aysun yapardı, şekeri m , kaç kere göstermişti, ı-ıh olmuyord u , an­ lamıyordu , anlamıyorlardı , nasıl alışmışlarsa öyle yapıyorlard ı , b i r keresinde ne o ldu b iliyor musunuz , spagetti yapıyoru m , bizim Şü kran'lar gelecekti, sizden i y i o lmasın p e k iyi insan­ lardır, ya , evet, Re fi k Bey de çok iyi, çok becerikli insandı r, onların o şeyden önce, Amerika'ya gitmişlerdi ya çocuklarının yanına , o ndan az önceydi işte , Şükran'lar gelecekti , söz ver­ miştim, onlar istemişti, ille bize bir gün spagetti yap , senin spagettini geçen gün bizim Hicran'la Şefik methettiler, sizden iyi olması n , çok iyi insanlardır, çok güzel yapıyormuşs un , 1 56

neler koyuyorsun içine, ille bize de yap dediler, aman canım dedim, spagettiden n'olcak, ama şimdi, ille de yap falan dediler, ben de sıvandım işte , girdim mutfağa , daha b işeyler de ya­ pıyorum tabii, sırf spagettiynen olur mu, işte bizim Hatice'ye dedim k i , bi raz pey n i r rendele dedim üstüne, rendele d iye­ ceği me doğra mı demişim ne, i nsan anlamaz mı, u falamış eliylen, birkaç topak böyle beyaz peynir (birkaç adım öne çıkar, eliyle göste rir) , bu ne dedim ayo l , kuş yemi mi dedim, şaşırdı, abla işte , doğra ded i n , peynir doğra ded i ndi ya, d iyor bana, ayol bu ne, hay Allah iyiliğini versin dedim, aldım rendeyi gösterdim, ama bidaha olsun, bak gö rürsünüz, yine o bildiğini yapaca k , Leyla a tı l d ı : "Ya . bizimki d e , " ded i , " B i l i rsiniz , " . .

ded i , " B e n titizimdir biraz" , Süleyman : " Evet, hanımı mut­ faktan ç ı karmak gümrükten mal ç ıkarmaktan daha zordur ya . " Gül üşül d ü , S ü l eyman kutlandı, Leyl a'ya bakıld ı, Leyla 'aşko lsun' suratı yapıyord u , üzerine biraz c i lvegözü biraz da kekik koymuşt u . Sü leyma n'm esprisine gül meler tamam­ landıktan sonra bu kez dönülüp, "Süleyman Bey, öyle diyorsun ama ya o yediği n nefis yemekle r? " dendi. Leyla'nm ye mekleri üzerine bazı konuşmalar yapıldı. Süleyma n , "Ama Aysun Han ım'ın yaptıkları da bir başka nefis yani , " ded i. Aysu n , "Ay ne demek, Leyla'nınki lerin yanında . . . " dedi. Leyla, " Şekeri m inan, şu senin mantar soten gibi yapamıyorum ben , ne kadar uğraşsam da," dedi. Aysun , "Hiç olur mu ayol, senin elin değdi mi yeme k başka türlü lezzetli oluyor, ne güzel soslar, şeyler yapıyorsun yanına bir de," dedi. Leyla, " Çok teşekkür ed e rim Aysun'cuğum , ama inan, bu gece bütün yaptıkların bir harika," dedi. N esrin, " İ kiniz i ele hep herkese anlatırım , ikinizin yaptıkları da her zaman nefistir," ded i . Leyla ve Aysun , "Aa , n e demek, s e n san k i elinden hiçbir şey gelm iyormuş gibi konuşmasana orda n , neydi"o fı rında beşame l l i tavuğu n , hala tadı damağı mızda , parmaklarımızı bile yiyecekti k , " dedile � . N esrin, "Olsun , benimki bir kerelik öyle olmuştu , ne bileyim , 157

denk gelmişti işte, sizin ikinizin yemekte üstüne yoktur," dedi. Cemil, " N esrin , " Süleyman, "Nesrin Hanım , " dediler, bugüne kadar senin (sizin) el i n( iz)den de pek nefis şeyler yedik doğrusu , hiç alçakgönüllülük taslama(yın) şimdi " . Nesrin, "Ay , teşekkür ederim, a ma . . . " d e d i . Aysu n , "Süleyman Bey , patates salatasından hiç almadınız, bakın ortaya koydum, yoksa servis mi yapayım? " diye sordu . Süleyman, "Yok, yok rahatsız o lmayın , sırası gelecek, şimdi şu nefis patlıcan biber kızart­ manıza dalmış d u rumdayım, bakın , alacaam , o ndan da ala­ caam , " dedi. Aysun, " Çocuklar, bakın, isteyen alsın lütfe n , h e r ş e y o rtada işte , " dedi, "Aaa" d e d i , " değişik bir salata yapmıştım size , mayo nezli falan , biraz donması gerekiyord u , buzluğa koyuvereyim dedim, unutuvermişim . " Kalktı: "Hemen geti rivereyi m . " N esrin , "Ay, Aysu n'cuğu m , akşamüstünden beri ayaktasın, bırak da ben getirivereyim," dedi Aysun, " N'olcak canı m , hemen getiriveririm , " ded i . N esrin ayağa kalktı . Aysun ayağa kalkıp bir-iki adım attı , öne geçti, mutfağa yakın oturmuştu , onun şansı daha fazlaydı. Nesrin sandalyesini geri itti. Aysun kapıya biraz daha yaklaştı bu arada . N esrin çevik bir hareketle Aysun'un iki adım gerisine geldi. Aysun kapıdan süzüldü. Artık N esrin'in yetişmesi çok zor ama mücadeleyi bırakmıyor, Aysun mutfaktan içeri girerken Nesrin ancak salondan çıkıyo r, Aysun gird i , buzdolabının kapağını açtı , buzluğu da aç ıyo r, N esrin bu sırada içeri girebildi , mutfakta "Ay N esrin aşkolsun niye kalktın, ben getiriyordum işte" ile Aysun bir puan daha kazanırken Nesrin başka gö­ türülecek şeyler olup olmadığını araştırıyo r, akıllıca bir ha­ reket, sayın seyirciler, artık ancak böyle bir kanaldan bir şeref golü atabilir, bu arada Aysun: " Şşşt" -fısıldıyo r- "dur bak bir dakika, ne diyeceğim, Süleyman Bey'in kardeşi var ya , Sami . . . '? N esrin: "Eee ? " " Gözal tındaymış , biliyor musu n ? " "Aaa? ? ! N eden ayo l ? " " G ü mrük mümrük işleri, kaçakçılık şüphesi var diyo rla r . " " Kimden duydunuz peki ? " " Cemil duymuş. 1 58

Onların şirkette çok özel bir toplantıda sözü geçmiş. Cemil o ralı olmamış gözükmüş, sonra yanındaki oğlanlardan birini gönderip soruşturmuş, gerçekten öyleymiş, hem de bir haftaya yakın oluyo r . " "Aa , deme canım, ay Leyla perişan olmuştur, kızcağız, Süleyman Bey de . . . " "Aslında iş Sami'ye kalsa iyi. . . " "Nasıl yani? " " Süleyman'ı görmüyor musun, yüzünden düşen bin parça. " "Yani. " "Ona da ucu dokunuyor diyorlar. Onu ifade için çağıracaklarmış bugün yarın. ldare ettiriyorlarmış zaman kazanmak için . " "Hay Allah, bak şu işe şimdi ne kadar canım sıkıldı. Ama aferin Leyla'ya. Kız hiç bir şey belli etmedi Allah için . " " Etmez tabii. Koskoca okumuş etmiş kadın. Havasından yanına yaklaşılmıyor her tarafta. Şimdi düşünsene , kocası kaçakçı falan . . . " "Aman sus Allahaşkına . Hem daha bişey belli değilken. " "Belli olmaz olur mu canım? Cemil ne zamandır söylüyor, çıkacak bi yerden diyor." "O nereden biliyor? " "Bilmez olur mu . Onların şirket de Süleyman Bey'in işleriyle yakından alakalı işler yapıyor, biliyorsun. Birbirlerini takip ediyor bunlar tabii." "Aman Cemil'lerin de başına bi iş gelmesin de." " Gelmez gelmez. Hukuk bürosunda kaç kişi çalışıyorlar, bazen sabahlan akşamlan bir oluyor. " "Ay şimdi Leyla'ya da bişey belli etmemek lazım . " "Aman tabii , tabii , sakın ! " Aysun önde Nesrin arkada salona girdiler. " E , hanımlar, nerede kaldınız , buzluğa girip oturdunuz sandık serinlemek için . " Cemil b u. " l lahi Cemil Bey, hanımlar mutfağa gird i miyd i , bilirsin hikayeyi canım, arada yemekle de uğraşır­ larmış. " Bu da Zeki . Cemil güldü : " . . . yemekle de ha. Güzel , güzel. Bak ben de sana b i r tane anlatay ım kadının biri. . . " üç günlük resmi bir ziyaret için geldiği Ankara'daki temaslarını tamamlayarak dün uçakla ü lkemizden ayrıldı. Konuk devlet başkanı Esenboğa Havaalanı'ndan hareketinden önce verdiği demeçte , temaslarının çok olumlu geçtiğini, iki ülke arasında ticari ve ekonomik ilişkilerin geliştirilmesini öngören pro­ tokolün imzalanmasından büyük memnuniyet duyduğunu 1 59

ifade etti ve iki ülke teknik heyetlerinin imzalanan anlaşmayı teknik düzeye indirmek için önümüzdeki günlerde toplanarak çaba harcayacaklarını açıklad ı , ancak bu toplantının nerede yapılacağı konusunda bilgi vermedi , şimdi de spor haberleri. Leyla , "Bu gece Dallas var, bakalım Afton dediğini yapacak mı? " dedi. Cemil'e göre yapacak, N esrin'le Aysun'a göre buna cesaret edemeyecek, Zeki'ye göre j . R. mutlaka bir plan yapmış olacak, araya girerek bizim beklediğimiz şeylerin bizim beklediğimiz gibi akmasını önleyecekti ve başka şeyler olacaktı. Zeki zaten TV dizilerinin bu tarafını kendine yakın buluyor ve seviyordu ; faktörler yerine aktörler vardı, haftal arca onlarla beraber yaşa nıyo r, hepsinin huyu suyu öğrenil iyor, hepsi şu ya da bu şeki lde davranışları hesaplanab i l i r birer telekomu­ nikus oluyorlard ı , ama sürekli olarak araya beklenmedik şeyler giriyor ve akla gelmedik gelişmeler görülebi liyordu ve TV dizilerinde de bu gelişmeler birilerinin başını yiyordu ; ben­ zerlik bununla da kalmıyor ve diziye tepeden müdahale edebilen prodüktörler, başı yenenlerin savunma-mücadele şansını, kuvvetini, araçların ı ellerinden ahveriyorlardı. Aysun bu konuda , "N esrin'ciği m , " ded i , " yardım eder mis i n , tavuğu getireceğim de . " Leyla çığlık attı: "Ay ! Yoksa gene o tavuktan mı yap t ı n . Ay gel i p ba kacağı m val l a , çok merak ettim şunun fırındaki görünüşün ü . " Kalktı, mutfağa yö neldi, sesi giderek kayboldu: "Ay ondansa yerim seni val lahi , çok yemeye l i m diyoruz , öyle harika yapıyorsun ki, midem şişiyor yemekte n , geçen sefer kimbilir kaç kilo almışımdır. " Süleyman, kaybolan sesi son a nda yakalad ı , içinden bişeyler çekip ald � , avucunda bir süre salladıktan sonra ortaya attı: "Bakın , duyuyor mu­

sunuz, hem kend isi böyle söylüyor, sonra da bana, çok yi­ yorsu n , göbe k l i olacaksın, diyor� ben de güze l yeme kten vazgeçilir mi, fil inta mı olacağım bu yaştan s o n ra yan i , d i ­ yorum, ama o göbekleneceksin diye tutturuyor. " Cemil ekled i: "Hem de size binbir çeşit yemekler yapıyor değil m i ? " Sü1 60

leyman: "Şimdi mesela Aysun Hanım'm o nefis tavuğu gelecek, ben burada tazyik altında . . . " llk kez doğru dürüst güldü. Leyla içerden: " Sül eyman'cı m , beni çekiştirip durma, aşkolsun Cem il , o rada bir ol muş benim hakkımda neler konuşuyor­ sunuz ? " (bu cümlenin sonu , is teğe gö re , 'neler kon uşuyor­ sunuz bakayım ?' d iye bitebi l i r ve Adalet Cimcoz tonlamasıyla okunab i l i r) . Cem i l : "Aman Leyla, biz se nin ne kadar nefis yemekler yaptığından bahsediyorduk" ; pi posundan b i r nefes çekere k: " Değil mi Süleyman Bey ? " S ü l eyman, çata l ı ndan sarkan yeşil salata şeritlerine ve bun lardan damlayan yağlara hakim o l maya ç a lışa rak: "Yaa , yaa " . Kocaman b i r payreks tepside tavuk geld i , üzerinden sarı sarı lavlar akıtarak , çerkez peyniri sarmış her yan ı , tepsinin bir yanı çalkanır şimdik, arada birtakı m yeşi lli k ler de var. Cemil Aysun'u yanağından öptü . lçerden Bahar'ı çağı rdı l a r , onu kucaklarına alıp b i r fotoğraf çektirdiler. Cemil Aysun'u kendine çekerken fu ları nın du­ ruşunu bozdu . Aysun önce fu larını düzeltti , boynunda tırmık izi vardı, kendisi tırmalamıştı sinirden, Cemil'le kavga ederken, Leyla'la r, N esrin'l er falan gelmeden önce. Cemil onu yana­ ğından öperken o kendini geri çeker gibi yapmıştı ve böylece , "Aman canım b ı rak Allahaşkına" elemişt i . "Amancanımbı­ ra kallaaşkına" tavrı hep böyle o l urdu . Cemi l a lttan al ıyorsa mutlaka haksızdı . Yani aslında şirketteki Mübeccel Hanı m'la samimiyetinin iş i lişki l e ri dışında b irtakım boyutları vard ı bal gibi . Cemil'le Aysun b i rbirlerine ne kadar da uygu n , ne kadar mu t l u bir ç i ftti. Leyla her yerde böyle söylerd i , hatta bir ara bunu o kadar sık söylemişti ki, Leyla'nın Süleyman'dan ayrıl acağı üzerine söylentiler almış yürümüş, neyse ki kısa süre a rda h u rda dolaştı ktan sonra geri dönmüşlerd i . Aysun Cemil'in Mübeccel Han ı m meselesini bir tek Leyla'yla ko­ nuşmuştu , tabH Nesrin dışında. N esrin de sadece bir gü n kardeşiyle konuşmuştu. Kardeş i , başka birilerinden sözedi­ lirken, "Bu i ş hiç b e l l i o l m uyor, mesela bizim bir tanıdıklar 1 61

var, görseniz, ne kadar iyi anlaşan bir ç i ft" diyerek o layı isim vermeden anmış, o rada bulunanlardan b i r-ikisi kimlerin kasted ildiğini el yordamıyla bulup ç ıkarmış, eve giderken bulguları n ı , verilerini birbirlerine açıklam ış, buradan doğru sonuca ulaşılmış, yine böyle özel gecelerden birinde, belki bir buzdolabından mayonezli salata ya da fırından tavuk çı­ karılırken bu laf geçmiş ve . . . Aysun'un da kulağına gelivermişti. Aysun bunun üzeri ne Cemil'e "He rkesin dilinde" demiş, onunla üç gün konuşmamış, Bahar üç gün boyu nca annesinin oraya buraya çarparak, bir şeyler kırarak sinirli gerilimli dolaşmasının nedenini babasının ona doğumgününde doğru dürüst bir şey almayışına bağlamış, Cemil bu süre içinde piposunun ağızlığı nı dişleyerek, terliğinin arkasını topuğuna vurdura v u rdura ayağı n ı sallayarak televizyon karşısında o turmuş, tek kelime konuşmamış, sonra iş için Almanya'ya gitmiş, beş günlük gezisinden dönüşte Aysu n'a bol bol he­ diyeler ge tirmiş, hiçbir şey olmamış gibi davranmış, Aysun nasıl olduysa gafletine gelip bu seyahatte Mübeccel Hanım'ın da bulunup bulunmadığını araştırmadığından olay yatışmıştı. Ayrıca Mübeccel Hanım Leyla'ya göre de " kaçın kurası"ydı ve başından ne zaman ne geçtiğini kimseni n doğru dürüst bilmediği bi r evl ilik vak'ası dışında , yaşadığı aşklar zaman zaman gazetelerin kimneredenehaltediyor sayfalarına fotoğraflı olarak bile yansırd ı . Aysun Mübeccel Hanım'la tanıştığında içi ürpermişti biraz, çünkü kadının bakışları bakış değildi ve konuşurken i nsanlara dokunuyo rd u ; bu rre demekti yan i ? Cemil'e lafını edecek olmuş, Cemil heme n başka birtakım konular bulup, asıl sözü , "Aman Aysuu u n , sen de i nsanları bir görüşte hemen hükümler veriyosun, Mübeccel hanım çok hanım bir hanımdır" gibi bir cevapla geçiştirdiğini sanmıştı . Oysa Aysun'un ne gözünden ne kulağından kaçardı böyle bir şey. Cemil'in ses tonu da bal gibi, iki yıl önce Çeşme'deki Zeynep'ten sözederken izlenen gelgitlerine bürünmüştü yine. 1 62

Vaktiyle Necla konusu da aralarında aynı tonla konuşulmamış mıyd ı . Şimdi d e fuları nı bozmuştu , sanki boynundaki tır­ malama izi gö rülsün ve o salondakiler aralarında ne olup bit tiğini anlası nlar da Cemil'e hak ve rsi nler, "Adam tab ii, evinde huzurlu değil, dışarda arıyor mutlu luğu desinler, "Eh, Mübeccel Ha n ı m da bilir e rkeği rahatlatmasını" desinler d e Aysun göz gö re gö re , t e k puan bile alamadan ikinci kümeye düşsün ve üstelik bu şekilde düştüğü için gelecek sezona doğru dürüst transfer yapamasın ve artık hep ikinci kümede oynasın diye sanki. .. Bir de öpüyordu Cemil , fularını dağıtarak . . . Havası kaçacak, sıcaklık hissedilir şekilde azalacak, kuzeydoğudan alçak bas ınç ve cephe sistemlerinin etkisiyle güneyde yüksek ve kıyılarda yağmu rlu , Marmara parçalı bulutlu olacaktı, Balkanlardan gelen soğuk havanın etkisiyle , Leyla: " Camı kapatalım mı biraz? Üşüdüm de . " Aysun: "İstersen üstüne bişey vereyim hayatım . . . " Leyla: "Ay yo k, sağol , istemem, b i r an ürperir gibi o ldum da, şimdi geçer, cam ı kapatayım biraz, sonra yine açarız , olur mu? " Bu sözler üzerine de rhal 1 2 . U luslararası Mum Konferansı toplandı, sigara dumanını almak için camı açmanın hiç de gerekmediği , bir-iki mum yakıl­ dığında dumanın yok o lacağı üzerine tebliğler sunuldu. Herkes aynı gö rüşte değildi. Bu kadar dumanı o kadarcık mum nasıl ve neye dayanarak alacaktı? Alamaz mıydı . Ay şekeri m , biz hep yakıyorduk ve alıyord u . Yine de mumla r b ü fe n i n i ki n c i çekmecesindeydi ve m u m da yakılsa fe na mı olurdu? Zeki uyarısını yaptığı sırada m u m la ilgili gö rüşmeler s ü rüyord u . " Hanımlar," demişti Zeki , " hava durumu da bitti, bakın, hadi bakalım, davranın biraz da televizyo nun karşısına geçe li m . " Cemil'e: "Sahi Cem il sizin televizyon sehpası oynam ıyo r m u yerinden , bu raya doğru çevirsek . . . ? " Hepsi birden: " A a , n e iyi o l u r , buraya çevirelim . " Aysun: "Ayol zaten tavuğunuzu yemediniz daha, aynca bu gece bir sürpriz de var. " Hepsi: "Aaa ! Daha ne sürprizi ayo l , patlatacak mısın bizi? " Aysun: " E , 1 63

tatlısız olur mu ? " Zeki: "Yalla ben tahmin etmişti m , ne yalan söyleyeyim , b u yemeğin arkasından mu tlaka nefis bir tatlı gelecek, belli , demiştim kendi kendime . " N esrin : " Zeki' c i m , sen bilmezsin, bu Aysun bi tatlılar yapar. " Aysun: "Rica ederim şekerim, Leyla'nın tatlılarının yanında . . . " Leyla: "Aman Aysun sen de alçakgö nüllü lüğü hiç elden b ırakmıyo rsun . " Aysu n : "Ama şekerim , sen i n o Avrupa kitaplardan yap tığın meyve l i falan tatlılar gibi yapamıyoru m , bizimki hep hamurlu şeyler. " Leyla : "Olsun olsun, o şöbiyeti bile nasıl becerdin hatırlamıyo musun, değme usta bile zor yapar şöbiyet. " Ötekilere dönerek: " Öyle değil mi çocuklar, kaç pastane doğru d ürüst şöbiyet yapabiliyor. " Hepsi: "Tabii . " Zeki : "Aysun , ben yemed i m hiç tatlım ama yemekle rden bel l i onun da nasıl o lacağı . " N esri n : "Hem hafi f h e m lezze tli" hem doyuru c u , h e m ucuz, ayrıca şimdi ekonomik paketlerd e , beş tane büyük paket birarada , üstelik armağanl ı , bakkalınızdan sorun, ağzı burnu yağ ol muş bir çocuk: "lmmm, nefis ! " an nesi arkada gülüyor, Zeki: "Yalla bakın, reklamlar da bi tiyor, eliniz i çabuk tutun biraz . " Kal­ kılıyor, televizyonun karşısında yerle r al ı n ıyor, şöbiyetler hapırdatılmadan yenirken Aysun kahve soruyor , N esrin'le Leyla yardım ediyorlar, üç kişilik kahve ekibi d izinin başı ndan yarım dakika kaçırıyor, Aysun sonundan da beş dakika kadar kaçırıyo r, çaylar geliyor, ikinci çayları N esrin koyuyor, kimin kaşığı kimin bardağında gayet belli , çaylar da bi tiyor, antredeki merasim normal sü res inde tamamlanıyor , Tuncay' la N i l ü fer çıkarken hepsi onları öpüp b i r dahaki sefere bebekle ya da en azından " iş tama m , bebek yolda" haberiyle bekled iklerini söylüyorlar, Tuncay'la N ilüfer de herkesten çabuk davranarak Aysun'a bu güzel gece için ilk teşekkür ü ediyorlar , madalya alıyorlar, Aysu n'a armağanlar veriliyor, Süleyman esnemesini örterek Cemil'e şefkatle bakıyor , N esrin'le Leyla birşeyler fısıldaşıp Aysun'a da iletiyorlar, Zeki piposunu ağzından çekip elinde pipoyla pardesüsünü giyerken yere biraz kül düşürüyor, 1 64

" hadi çocuklar" gidiyo r , Tu ncay'\a N ilüfer arabalarına bini­ yorlar, Tuncay arabasının kontağını çeviriyor, motor çalışıyor, araba kalkıyo r, park edildiği yerden sokağın o rtasına doğru boynu nu uzatıyo r, Tuncay bir yandan sigara yakıyor, N i l ü fer arkasına yaslanmış, a r a ara gözlerini kapatıyor, bir-iki kere de esniyor, karanlık ve ıslak caddeden müzik eşliğinde kayarak ilerl iyorlar. N i lüfer, d i reksiyonun başında hiç kimseyi gö­ remiyor bir an, bu şekilde nasıl gittiklerine hayret ed iyo r, Tuncay dönüp Ley\a'ya "Yine görüşelim" d iyor, N il ü fer araba nın bü tün camlarının kapalı bütün kapı larının kilitli olduğunu , içerden açılmadığı nı, anahtarları da -gülümsüyo r: ne garip ! - anababası n ı n evinde unu ttuğunu fark ed iyo r.

1 6.5

VIII . İnsan Sevme Sanatı

Oysa sırf N il ü fer' i daha önce uyarmak için yüzük, yaşadığı korku şokunun etkisiyle hala tir tir ti tremesi n e rağmen, saklandığı ağaç altından çıkmış, N i l ü fer'in Tu ncay' la evlen­ diğinden bu yana hemen her gün bir kez geç tiği kaldırımın kenarına uzanmıştı. Ama Nilüfer, onca zaman bunca adamla iştah kabartma seansları yaşadıktan sonra nihayet bir erkekle sevişmeye başlamıştı ve bu yüzden kaldırım kenarlarındaki yüzüklere falan dikkat etmesi beklenemezd i . N il ü fer'in Tuncay'la sevişmeye başlaması şüphesiz büyük bir yenilikti. Bunu yapabilmek için evlenmiş olmalarındaysa yeni bir taraf bulunmadığı söylenebilird i . Ne olursa olsun, o rtada bir yenilik, bir değişikl ik vardı ve bu durum N ilü fer için bir dizi tahliye ve tasfiye sorunu çıkardığı gibi , z ihni'n de de o zamana kadar hiç varo l mamış birtakım soruların doğ­ masına yolaç m ıştı. N ilüfer, masumgülüş timlerin e , cezbetme yönetmeliklerine ve kendisine yaklaşanları gerekli mesafede durduran o tomatik m e kanizmalara hala ihtiyacı o l u p ol­ madığını, varsa bunun miktarını , şimdiki durumda beliren 167

ihtiyacın eski araçlarla giderilip giderilemeyeceğini kesti rmeye çabalıyord u . Teçhizatım bütünüyle tasfiye etmemesi gerek­ tiğinden em i n d i . Kendisini nki gibi sosya l kon u m l arda , evli genç kad ı n ların bu timler, yö netmelikler ve mekan izmalara belli b i r istihkak ayırıp bunları h iç değilse gerektiğinde yanlarına almak üzere evde bulu ndurmaları kaç ınıl mazd ı . Ama ne kadarına i h t iyaç vard ı , bunu saptamal ıyd ı N i lüfer. Çünkü heme kad a r talep sınırsızsa da kaynaklar sınırl ıydı ve kaynak israfı , gereken yerde gereken kuvvete sa hip o lamama tehlikesini büyütürdü. N i l üfer artık 'elde ed ilemez' ol mad ığı na göre 'bir erkeği te rcih etmiş, ama her an başka tercihler ya­ pab i l i r' olmal ıyd ı . Masumgülüş meselesinde daha fazla has­ sasiyet ve i nce l i k gerekliyd i , otomatik frenlerin d e daha gö­ rünür olmas ında yarar vardı demek ki . Eğer N i l ü fe r sadece bu mevzuat ve reo rganizasyo n sorunlarıyla boguşsayd ı bunları b ilemed iniz bi rkaç hafta içinde hallederd i , ama bir de sorular vard ı . Ana-babasının evindeyke n, kendi ke ndine kald ığında, çevresi ndeki kade h l i , üç buçuk nu mara sırıtışlı adamlardan hiçbirini düşlemez, bütünüyle ke ndine ait olabilen hayalleri ni hem da ha masum h em d a h a ho ş b u lu r du . Ş i m d i bu durum sık sık aklına geliyordu ve N i lüfe r , niçin hala bunları daha istenir bulduğunu kendine sormaya başlamıştı. Daha doğrusu , bunu eskiden beri merak ederd i , so ru yeni deği l d i d e , Ni lüfer şimd i hayatında i l k kez , bi rtakım cevap lar bulabi leceği n i h issed iyo rd u. l ş t e t a m bu no ktada bazı korkular devreye giriyo r , cevapl ara yaklaştıkça ye ni hayatından uzak l aşacağı gibi ted i rgin ed i c i iddialarla N i lüfe r'i daral tıyo rlard ı . Ayrıca, 'yeni', böyle en küçük vesileyle ke nd isinden uzaklaşılabiliyorsa , ne biçim b i r 'yeni'yd i ? Kendisinden uzak laşı l masından kor­ kulan bir 'yeni' ? ! Tuhaft ı . N ilüfer, tam da istediği gibi uzun uzun düşünemede n, olması gerektiğine i nand ığı gibi ölçüp biçemeden kendini "Tu ncay'a angaje" damgasıyla bul uverm işti. 'Angaje' tab ir edilen damga, 1 68

\